13 Mayıs 2018 Pazar

‘Rabia gösterdikçe adalet görünmez oldu’ - TAYFUN ATAY

Temel Karamollaoğlu ve Saadet Partisi’nin (SP) en büyük avantajı, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) genetik kodlarına en yakın ve “içsel” parti olması.

Ama Temel Karamollaoğlu ve SP’nin en büyük dezavantajı da AKP’nin genetik kodlarına en yakın ve içsel parti olması!..

SP Başkanı’nın önündeki başat mesele, aynı politik-ideolojik hamurdan yoğrulmuş bir oluşum olarak kendilerine nazaran AKP’nin eksisinin ne olduğunu da, AKP’ye nazaran kendi artılarının ne olduğunu da ikna edici şekilde ortaya koyabilmek gibi görünüyor.

Nitekim önceki gece gerçekleştirilen yemekli medya buluşmasında da Karamollaoğlu’nun yaptığı konuşmanın ağırlık merkezini bu mevzu oluşturdu. “Aynı kökten geliyorsunuz, farkınız ne diyorlar bize”, onun söze giriş cümlesiydi. Sonra da epeyce AKP’nin bunca yıldır Erbakan’ın “Millî Görüş” çizgisiyle stratejik, konjonktürel, samimiyetsiz ve riyakâr şekilde (yok yok, heyecanlanmayın, bu sözler bana ait!) gelgitli söylemsel ilişkisine odaklandı. “Bu arkadaşlarımız” dedi mesela (evet, Karamollaoğlu’nun dili AKP kadroları söz konusu olduğunda “Bu arkadaşlarımız” lafzını işlerliğe sokuyor ki bu bile politik-ideolojik kökdaşlığın nezih bir işareti) ve şöyle betimledi AKP pratiğini: “Diyorlar ki biz Millî Görüş gömleğini çıkardık desek de öyle değil, biz aslında herkese sempatik gelecek bir yaklaşım içine girelim dedik.”
Tabii “herkese sempatik gelecek bir yaklaşım”a yol açan politik etmen “28 Şubat” ve dolayısıyla bu bahsi açmak kaçınılmaz. Karamollaoğlu da öyle yapıyor, AKP ile Erdoğan’ın Millî Görüş ve Erbakan’ın “küllerinden” nasıl doğuş bulduğunun altını çizmeye çalışıyor: “Bu iktidarın menşei 28 Şubat’a dayanır. Biz bu noktaya 28 Şubat’ta hükümet götürülüp, partiler kapatıldığı için geldik” diyor.

Doğrudur, bizim de tezimiz bu: “28 Şubat” (1997) Erbakan’ın ölümü, Erdoğan’ın doğumudur! Batı’yı “Bâtıl” (dine aykırı, çürük, temelsiz) sayan ve ana hatları itibarıyla “antikapitalist” bir çizgiydi Erbakan’ın Millî Görüş (devamında “Adil Düzen”) çizgisi… Ve işte bir “dünya sistemi” anlamında Batı’yı “bâtıl”layan bu çizgiden gelip ondan koparak Batı’ya “bağlanan” bir anlayışın şafak türküsünden AKP çıkmıştır (bkz. T. Atay, “Parti, Cemaat, Tarikat: 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri”, Can Yayınları, 2017).
Yukarıdakiler bizim sözlerimiz ama şunlar da Karamollaoğlu’nun medya mensuplarıyla buluşmasında AKP’ye yönelik aynı minval üzere sözleri: “Batı kapitalizmini Batı’dan daha katı şekilde uygulamaya koydular. Bugünkü model, [Kemal] Derviş’in Türkiye’ye empoze ettiği modeldi. Derviş bugünkü iktidarı öve öve bitiremedi, ben bile bu kadarını yapamadım diye!..”

Âlâ… Ama bir sorun var kafamızı kurcalayan ve bunu da SP Başkanı’nın dikkatine sunmaktan geri durmadık: Antikapitalist Millî Görüş ve Erbakan çizgisinden mutant bir sapma olarak ortaya çıkan; başlangıçta kendilerini “Erdemliler” diye isimlendirmiş bu hareketin Batı ile pozitif ilişki geliştirmesinde belki de bir numaralı beyin olarak rol almış Abdullah Gül üzerinde neden “ortak aday” olarak ısrar edilmişti? Söz konusu “kapitalizm tamahkârlığı” açısından Gül’ün bir farkı var mıydı?..
Simgesel anlam açısından “Erdemliler”in belki de eş başkanı denilebilecek Gül’e bu temayül Erbakan Hoca’nın ruhunu rahatsız etmez miydi?

Ayrıca Batı ve kapitalizm karşıtlığıyla kendilerini tefrik ettikleri AKP cephesinden bu tasarruflarına “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” tepkisi gelse ne diyeceklerdi?
Ve bu zor sorular karşısında “Aman, iyi ki Abdullah Gül’ün adaylığı gerçekleşmedi” diye düşünmek yanlış mıydı?

Dedik ya, SP’nin avantajı da, dezavantajı da AKP’ye genetik kod olarak yakın ve içsel olmasıdır!..
Karamollaoğlu sorumuza cevaben, bahsettiğimiz noktaya bağlı akla gelebilecek rahatsızlığın baştan itibaren bilincinde olduklarını söyledi. Ne var ki bu, bir “tek parti” yönetiminin Türkiye’yi getirdiği, hiç de iç açıcı olmayan bir durumun aşılması yolunda zorunluluktu. Kendi ifadesiyle, “Rabia işaretlerini gösterdi ama adaleti unuttu” dediği muktedire karşı bir “öncelik tercihi”ydi (ve de AKP içinde yüzde 15’lik bir kesim vardı Abdullah Gül’ün arkasında duran!).

Dolayısıyla 24 Haziran’a haftalar kala Karamollaoğlu’nun önceliği, anlayışla karşılanabilir şekilde önümüzde: Kapitalizme yandaş ya da karşıt olabilirsiniz; özelleştirmeden yana veya devletçi ekonomiyi savunma noktasında olabilirsiniz; Millî Görüş’ü içtenlikle ve püritence savunan “Erbakancı” yahut onu yeri geldiğinde işlerliğe sokmak gibi pragmatist bir “post-Erbakancı” çizgide de olabilirsiniz. Devamla, sosyalist, sosyal demokrat, milliyetçi bir dizi siyasi pozisyonda olabilirsiniz. Yeter ki özgürlükçü, adaletli, parlamentarizmi olmazsa olmaz sayan bir hayatın arzusu içinde olun! Yeter ki (yine onun konuşmasındaki sözleriyle) “Cumhurbaşkanını kontrol edecek hiçbir mekanizmanın olmadığı bir otoriter sistem”e gidişatın önünü kesin!..

Demokrasi vaadiyle iktidara gelip “demokratör”lüğü ülkenin makûs talihi kılmış, barışçıl bir dünyadan dem vururken dört bir yanı savaş tamtamlarıyla inletir olmuş bir iktidara artık dur deyin!..
Bunlar Karamollaoğlu’nu 24 Haziran’a giden yolda farklı siyasi partiler, oluşumlar ve Gül gibi figürlerle istişareye sokmuş “asgari müşterek”ler ve konuşmasındaki şu son sözü, daha doğrusu temennisi de bunların hepsinin özeti, temize çekilmiş hali gibi:
“TAMAM İnşallah!”

Tayfun Atay / CUMHURİYET

12 Mayıs 2018 Cumartesi

Huninin altında bir toplum! - UĞUR KUTAY

Türkiye’nin aklı’ diyebileceğimiz bir şey var; 1950lerden itibaren ortalama on yılda bir dramatik değişiklikler yaşamış, bu değişiklikleri doğrudan diline -başta sinema olmak üzere kültürel unsurlara- yansıtmış, bazen çok çocuksu bazen aşırı yaşlı düşündüğü için epey yalpalayan, son 15 yıldır da epey hasta görünen tuhaf bir akıl. 1971 tarihli Tunç Başaran filmi Korkusuz Kaptan Swing işte bu aklın dünyada başka örneği olmayan sinemasal maceralarından biri olsa gerek.

Spagetti western filmlerinin yaygınlaşmaya başladığı bir dönemde meşhur Tommiks ve Teksas çizgi romanlarını yaratan İtalyan ekibi EsseGesse’nin 1966’da yayımlamaya başladığı Kaptan Swing, hikayesini Amerikan Bağımsızlık Savaşı günlerine dayandıran bir anlatıydı. İngiltere’nin vergilerle sürekli sömürdüğü Amerikan kolonileri (koloni deniyor ama Afrika’nın sömürülme tarihinden bildiğimiz kolonizasyondan çok farklıdır) Kraliyet’e karşı isyan edip 4 Temmuz 1776’da ABD’yi kurmaları sürecinde geçen hikayede Kaptan Swing, komik yancıları Mister Blöf ve kızılderili Gamlı Baykuş’la birlikte ‘kırmızı urbalılar’a (kırmızı üniformalı İngiliz askerleri) karşı mücadele ederdi.
Sonra 1971’in tuhaf ve yaralı aklı çalıştı, Tunç Başaran başrolünü Salih Güney’in oynadığı Korkusuz Kaptan Swing’i yaptı. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın İtalya’da yayımlanan bir çizgi romanın konusu olması da belli ölçüde tuhaf tabii, lakin 19. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’dan Amerika’ya yapılan göçlerde İtalyan nüfusun yüksek payı düşünülürse EsseGesse’nin bu yayınları daha anlaşılır oluyor. Ama Türkiye?
Yeşilçam’da Batman, Superman, Killing gibi çizgi karakterler de filmleştirilmişti ama hiç değilse bu filmlerin öyküleri Türkiye’de geçiyordu. Sonradan başta Uçurtmayı Vurmasınlar (1989) ve Piano Piano Bacaksız (1992) olmak üzere çok değerli sinematografik ürünlere imza atacak bir yönetmen, dönemin romantik jönünü de önümüze katıp bizi neden Ontario Kalesi’ne götürür ki?!
İyi niyetli çözümlemeler yapabiliriz: Toplumsal eşitsizlik ve baskının arttığı, sivil faşizmin devlet faşizmiyle yarışır hale geldiği bir dönemde belki de Özdemir Birsel-Tunç Başaran ekibi bir Amerikan özgürlük savaşçısının hikayesini anlatarak sansürü aşmaya, evrensel bir insanlık durumunu halkla böyle buluşturmaya niyetlenmişti.

Ama öyle olmuyor işte, çizgi romanla film arasındaki trajik farklılıklar bu iyi niyetli okumaları sürükleyip götürüyor: Çizgi romanda anlatının neredeyse tamamı kırmızı urbalı emperyalistleri Amerika kıtasından def etmek üzerine kuruludur ve her macerada bu mücadelenin farklı boyutlarıyla karşılaşırız. 

Oysa Yeşilçam anlatısında filmin büyük bir bölümünü Kaptan Swing’in Betty’yle oynaşmaları, Mister Blöf ve Gamlı Baykuş’un anlamsız ve tümüyle yersiz maskaralıkları, Betty’nin kaprisleri ve erotik dansları oluşturuyor -Betty karakteri çizgi romanda çok az yer alır ve Swing’le romantik ilişkisi de epey örtülüdür. Geriye kalan kısımdaysa, dönemin Kara Murat filmlerindeki kötü Bizanslıların kırmızı kıyafetli kopyalarının Swing ve arkadaşlarından yediği komik dayakları görüyoruz.

Sonuç olarak, ABD’nin dünyanın dört bir yanında darbeler yaptığı, Vietnam’ı kana buladığı, Türkiye’deki müttefik muktedirler eliyle 6. Filo’yu kovan devrimci gençlerin canına kıydığı bir dönemde, özgürlük savaşçısı bir karakter politik duruşundan iyice uzaklaştırılıp çapkın bir maceracıya dönüştürülüyor… Bunu nasıl açıklayabiliriz?

Korkusuz Kaptan Swing belki de sadece dönemsel bir akıl karışıklığının ürünüdür, hatta hayatımızı gündelik ve varoluşsal düzeyde nasıl yaşayacağımıza dair vahşice söylemlerin üretildiği bugünkü Türkiye aklıyla karşılaştırılırsa biraz masum olduğu bile söylenebilir. Hiç değilse kimlerin iyi kimlerin kötü olduğunun bilindiği ve açıkça dile getirildiği bir anlatı dizgesi var.
Biraz Gamlı Baykuş tarzı bir tespit olacak belki ama, demek ki, tüm açmazlarına rağmen 1971 Türkiyesi’nin aklı 2018 Türkiyesinin aklından daha sağlıklıymış...

Uğur Kutay / BİRGÜN

“Kolay gitmeyiz” yasası - ERK ACARER

Bakanlar Kurulu’na verilen yetki, bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren, TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanının yemin ederek başladığı tarihe kadar geçerlidir. Bu süre içinde Bakanlar Kurulu birden fazla Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarabilir.”


Bu madde ile belirtilen tasarı önceki gün, TBMM Genel Kurulu’nda yaşanan tartışma ve muhalefetin yoğun tepkilerinin ardından kabul edildi. ‘Meclisi fiili olarak ortadan kaldırma hamlesi’ olarak değerlendirilebilecek tasarının, AKP’nin Meclis çoğunluğunu kaybetme korkusu nedeniyle düzenlendiğini görmek zor değil. Cumhurbaşkanının yemin süresinin ne olduğu belirsiz.

Böl-yönet
Metal yorgunu, tanımını geride bırakalı bir hayli uzun zaman olmuş ‘tükenmiş’ bir hareket ve onun temsilcisi olan Cumhurbaşkanı ile karşı karşıyayız. Türkiye’de uzun zamandır hayatın her alanında bir çöküş yaşanıyor.

Ekonomide, hukuk ve adalet sisteminde, sosyal yaşamda, eğitim, sağlık, çevre politikalarında düzelmesi uzun yıllar alacak hasarlar bırakıldı. Toplum, her konuda kutuplara ayrıldı, ayrıştırıldı. 16 yıllık AKP ve Saray iktidarı, ‘bölme’ hastalığına tutuldu. Sadece kitleler değil, devlet kurumları, köklü yapılar ortadan ikiye ayrıldı.Böl, ayrıştır, yönet taktiğinden artık verim alınamadığı ise ortada. Siyasi iktidar, uzun süredir ülkeyi idare edebilmekten uzak. Ülke yönetilmiyor, Olağanüstü Hal (OHAL) rejimi, çıkan KHK’lar ile zorla ve baskıyla yönetilmeye çalışılıyor.

Sözlerin bir hükmü kalmadı. İnanması güç çelişkiler devlet aklının tamamen ortadan kaybolduğunu gösteriyor. ‘Millete’, daha çok demokrasi vadeden, gençleri seçim malzemesi yapan aldatıcı dil, ‘halka’ nobran tarafını göstermekten çekinmiyor. Tehdit, aşağılama, kaos vaadi gündelik hayatın bir parçası haline getirildi.

Çatı değil dip dalgası
Neyi oylayacağız?
Tek adamlığı... Bu oylamada en çok endişe duyup tartıştığımız konular ne? Seçim güvenliği ve iktidar partisinin ne kadar oy çalabileceği! Ülkenin başına gelen musibetin ne olduğunu anlayabilmek için bu iki duruma bakmak bile yeterli. Normal şartlarda, her geçen gün kan kaybına uğrayan bir iktidarın yüzde 50’liyi bulamayacağı kesin. ‘Cumhur ittifakı’ karşısında gittikçe yükselen ve çıkışını sürdüreceğine kesin gözüyle bakılan muhalefet blokunun etkisi AKP için işleri biraz daha zorlaştıracak.

Muhalefetin bir çatı ile değil dipten gelen bir dalgayla, yukarıdan beklenti koymadan kendini birleştirdiğine tanık oluyoruz. Bu tutkalın; seçime kadar 7 Haziran 2015 ve 16 Nisan 2016’yı bile gölgede bırakacak bir güce ulaşması muhtemel.

AKP çoğunluğu nasıl yakalamaz?
Ancak anketlerde görünen ve HDP tarafından yapılan ‘kıl payı baraj’ açıklamaları endişe verici. AKP’nin yasa dışı ‘seçim ittifak yasasını’ sanıldığı gibi yurt sathında değil öncelikle Bölge’de sonra da HDP’ye yüksek oyların çıkacağı merkezlerde uygulamaya sokması muhtemel. Bu nedenle, “Tamam”, AKP’nin Meclis’te istediği çoğunluğu sağlayamamasının ilk koşulu HDP’nin barajı geçmesi.

Demokrasi güçleri, faşizm bloğu karşısında iyi oyun kuruyor. İyi oyun ‘müthiş bir muhalefetten’ çok, dibe vuran karşı tarafın, tükeniş ve çaresizliğinin sonucu. AKP iktidarı bir kısırdöngü içinde. Aslında tüm otoriter rejimlerin ‘ortak kaderini’ yaşıyor; korku büyüdükçe kurallar, anayasa, demokrasi ihlal ediliyor. Bunlar ihlal edildikçe korku büyüyor. Başa dönelim; durmayacaklar… Vaadi kalmayan, sözü tükenmiş, toplumun büyük kesiminin sırtından atmaya çalıştığı iktidar, bir kez daha kaosu denemekte kararlı. Meclis’ten geçen ve Bakanlar Kurulu’na KHK çıkarma yetkisi veren tasarıyı ‘Kolay gitmeyiz’ yasası şekilde okumak da mümkün.

Diktatörlüğü oylayacağımız, oylarımızın ne kadarını çalabileceklerini hesaplamaya çalıştığımız, Meclisi ortadan kaldırdıkları trajikomik bir noktadayız. Ne var ki; muhalefet partileri akılcı adımlar atmaya devam eder, HDP’nin baraj ciddiyeti anlaşılırsa bu ‘zor deneme yöntemleri’ boşa çıkar. Bir tükenen adalete ve dibe vuran ekonomiye bir de baş harflerinin açılımı Adalet ve Kalkınma olan partiye bakın. Tarih miyadını dolduran ikiyüzlü bir hareketi işaret ediyor.

Erk Acarer / BİRGÜN

Bir umut - ÖZGÜR MUMCU

Önümüzdeki seçimlerde parlamento seçimi cumhurbaşkanı seçiminin de belirleyicisi 
olacak. Şayet AKP ve Bahçeli ittifakı, Meclis’te çoğunluğu yitirirse ve seçim de ikinci tura kalırsa; AKP’nin adayının işi beklemediği kadar zorlaşabilir. 

AKP adayı Erdoğan’ın kendisine oy verip de partisine oy vermeyecekleri “münafık” diye suçlayacak kadar kendinden geçmesi de iktidar cephesinin durumun ayırdında olduğunu gösteriyor. 

Cumhurbaşkanlığını AKP adayının kazanması ancak Meclis çoğunluğunu muhalif partilerin elde etmesi durumunda da aday Erdoğan’ın işi kolay değil. Cumhurbaşkanlığı kararnameleri, Meclis’in aynı konuda çıkartacağı kanunlarla bertaraf edilebiliyor. Ayrıca cumhurbaşkanlığı kararnameleri kanunlara aykırı olamıyor. 


Meclis’te olası bir çoğunluğu yakalamış muhalefet partileri bu sistemde bir başbakan belirleyip hükümet kurmayacak. Böylelikle belki de bazı konularda ortak davranarak kanun yapabilmeleri daha kolay olacak. 

Şayet seçim ikinci tura gider ve ilk turda Meclis’te çoğunluk değişirse, seçmenin muhalefetin adayına yönelerek onu seçmesi mümkün. Bu durumda yeni cumhurbaşkanı ve Meclis’teki yeni çoğunluk uyum içinde çalışabilir mi? 

Ülkenin demokratikleştirilmesi ve hukuk devletinin yeniden kurulması amacıyla yapılacak düzenlemelerde sorun çıkacağını zannetmem. Neticede Millet İttifakı’nın bir araya geliş amaçlarından biri bu. HDP de bu düzenlemelere destek olacaktır. 
Pekiyi, bu aşamadan sonra yeni başkanla yeni muhalefet çoğunluğu ülkeyi idare edebilir mi? Böylesine parçalı bir yapı ülke yönetiminde ortaklaşabilir mi?

Şayet bu başarıya ulaşırsa, başkanlık sistemi değişikliği, kendisini getirenlerin hiç beklemediği şekilde ülkenin demokratikleşmesi ve toplumsal uzlaşının yerleşmesine yol açabilir. 

Türk’ün, Kürt’ün, muhafazakârın, laikin ve bu toplumu oluşturan tüm unsurların, ortak çıkarları var. Kimlikleri aşan taleplerin oluşturulması hem milli birliği hem de solu geliştirir. 

Bu ihtimalin gerçekleşmesi için HDP’nin barajı aşıp Meclis’e girmesi şart. Yoksa HDP’nin güçlü olduğu yerlerdeki milletvekilleri AKP’ye gidecek. Yani AKP-Bahçeli ittifakı, Meclis çoğunluğunu garantiye alacak. 

Bir başka şartsa, yeni başkan ve yeni çoğunluğun Kürt meselesinde yapacaklarıdır. Millet İttifakı ve HDP, toplumun bütününü yansıtan bir seçmen desteğiyle, bu defa Kürt meselesine toplumun tamamını tatmin edecek bir çözüm bulabilir. 

Elbette bunlar çok iyimser ihtimaller. Ancak imkânsız değil. En karanlık zamanlarından birinde, memleketin önünde bir umut yolu açık. O yolda kararlılıkla yürümenin çaresi, iyimser olunamasa da umudu kaybetmemekten geçiyor.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

‘Münafık’tan kastı ne? - IŞIK KANSU

Demokrasi ile yönetilen bir ülkede cumhurbaşkanına hakaret edilir mi? Hiç kimseye edilmediği gibi, ona da edilmez, edilmemeli.
Öyle bir ülkede bir cumhurbaşkanı hakaret eder mi? 
Herkes gibi o da etmez, etmemelidir. 
Bir cumhurbaşkanı, “devleti temsil ettiği” gerekçesiyle kendisine ağır söz söylenemeyeceğini savunurken demokrasi gereği kendisine muhalefet edenlere “münafıklar çetesi” der mi? 
Demez, dememeli, ama bizde diyor…
Üstelik münafık sözcüğünü, Dil Derneği sözlüğündeki “arabozan, bölücü, karıştırıcı, fesatçı” karşılığında da kullanmıyor. 
Siyasi miting alanlarında “Benim karşımdakiler, Müslüman olmadıkları halde, Müslümanları aldatmak için Müslüman gibi görünüyorlar” demeye getiriyor.
Üstü kapalı, münafık sözcüğünün “dinsel” anlamına vurgu yapıyor. 
Bu vurgu, bölücülük, karıştırıcılık ya da Saray’ın gündelik diliyle “hakaret” değil de nedir? 
Sayısal verilere bakılırsa, Erdoğan’ın göreve başladığı2014’teCumhurbaşkanı’nahakaret suçundan 682, 2015’te de 7 bin 216 ceza soruşturması açılmış. 
2016’da bu rakam sıçrama yapmış, aynı gerekçeyle açılan soruşturma sayısı 38 bin 254’e ulaşmış. 
Açıkçası, “Herkes bana hakaret ediyor” duygusunun nasıl bir tepkime olduğunu toplumbilimciler ve ruh sağlığı uzmanlarına sormak gerekiyor.

Sivas Kongresi binasından da hınç almayın!
Sivas Kongresi, kurtuluş ve kuruluşun temellerinin atıldığı, ulusal güçlerin birleştiği, manda ve himayenin reddedildiği, bağımsızlığın çığlıklandığı, ulusal egemenliği simgeleyen meclisin açılışına doğru ilk ışıkların yakıldığı çok önemli bir toplantıdır.Özetle, emperyalizme karşı verilecek kutsal savaşın, ardından kurulacak laik, demokratik, halkçı Cumhuriyet’in köşe taşlarından biridir. 
Mülki İdadi olarak yapılan, 1919 Sivas Kongresi sırasında “Milli Mücadele Karargâhı”. Cumhuriyet sonrası lise olarak kullanılan bina, Sivas Atatürk Kongre ve Etnografya Müzesi olarak ilin tam merkezinde, hatta yüreğinde ulusal bir simge olarak yerini almıştı. 
AKP geldi, bina Milli Saraylar Daire Başkanlığı’na devredildi ve onarım için çalışmalar başladı. 3.5 milyon liralık da ödenek çıkarıldı. Onarım, yıllarca sürdü. Bu süre içinde müze kapalı kaldı!
Üstelik, onarım ihalesini alan inşaat firması, konunun uzmanlarına danışmadan bina içinde işler yürüttü. 
Sonuç? Sivas CHP milletvekili Ali Akyıldız, son durumu şöyle özetliyor: 
“Müzenin kongre ruhundan çok uzak olması; hem bir Sivaslı olarak bizleri, hem de kongre ruhunu yaşamak için müzeyi ziyarete gelen insanlarımızı hayal kırıklığına uğratmıştır. Müzede o döneme ait gerçek olan ne varsa hepsi depolara kaldırılmış, sadece görselleri var. Sivas Kongresi’nin yapıldığı salon bile boşaltılmış; kongreye katılan üyelerin adlarının çakılı olduğu sıralar vardı, onlar da kaldırılmış. Ortada bir masa, yanda sandalyeler ve bomboş bir salon. 
O da yetmemiş, iki katlı bir binanın tam kalbine hançer sokar gibi çelikten bir asansör yapılmıştır.” 

Dileriz, AKP’nin Cumhuriyet’ten hınç almaya yönelik kindar tutumu, Sivas’taki kongre binası üzerinden de sürmez!

Işık Kansu / CUMHURİYET

11 Mayıs 2018 Cuma

Borcun anatomisi - GÜLAY DİNÇEL

Türkiye kapitalizmine ilişkin değerlendirmelerde solun analizlerine de yansıyan, hatta bazen patenti sola ait kimi klişeler, gerçek resmi gölgeler hale gelebiliyor. Sanıyorum bu bağlamda en fazla karışıklık yaşanan başlıklardan biri borçlanma konusu. “Borç ekonomisi”, “borca dayalı büyüme” sıkça kullanılan ifadeler. Büyük bir borç yükü altında her an çöküş tehlikesiyle karşı karşıya bulunan bir ekonomiyle seçimlere giderken eleştiri ve vaadlerde de borç yine öne çıkan konular arasında. “Borçların silinmesi” gibi vaadler dile getirilmeye başladı. 


2002-2017 AKP iktidarı döneminde borçlanma olanaklarında uluslararası sermayenin yönelimleri ve tercihleriyle de uyumlu bir şekilde önemli bir artış yaşandı.  Sadece Türkiye için değil, dünya ölçeğinde borçların GSYH içindeki payı arttı. Dünya ortalamasına bakıldığında borçların GSYH’ye oranı 1950-80 döneminde yüzde 120 seviyesinde seyrederken 1980’lerden itibaren arttı ve 2000’li yıllarda hızlanan bir artışla yüzde 240 seviyesine geldi. Daha anlaşılır olması için güncel durumda 76 trilyon dolar civarındaki küresel hasılaya karşılık, 233 trilyon dolar borç söz konusu. 

Sadece borç artmadı, borcun kompozisyonu da değişti. 1980’li yıllara kadar borçlanmada kamunun payı yüksekken, son 20-30 yılın önemli değişimi “hanehalkı” ve şirketlerin borçlanmasındaki artış oldu. Güncel durumda, finansal kuruluşlar hariç bakıldığında toplam borcun yüzde 30’u devletlere, yüzde 45’i şirketlere, yüzde 25’i de hanehalklarına ait.

Basit bir nicel genişlemeden söz etmiyoruz. Sermaye süreçlerinin karmaşıklaştığı, üretim ve ticaretteki gelişmelere finansın da eşlik ettiği söylenebilir. Son 30 yıla bu gözle bakıldığında finans sermayesi bazen kredi mekanizmaları ve finansal araçlarla ön açma rolü üstlendi, bazen de geriden gelip uyarlandı. Son 30 yılın otomotiv üretim ve tüketim organizasyonu örnek verilebilir. Tek bir üretim hattında ve az sayıda merkezde üretim yerine dünyanın pek çok yerine dağılmış parça üretimi ve eskisinden daha fazla sayıda merkezde parçaların montajına dayalı bir yapının gerektirdiği sermaye organizasyonu, kredi mekanizmasının ve finansal araçların daha fazla kullanımını gerektiriyor. Tüketim boyutunda da bireysel borçlanma önemli bir “uyaran” olarak kullanıldı. 1980’lerin başında dünyadaki toplam otomotiv üretiminin 30 milyon adet civarındayken 2017 yılında 96 milyon adede ulaşmış olması nasıl bir gelişimin “finanse” edildiğini örnekliyor. 
Borçlanmanın bir boyutu sermayenin yeniden genişleme süreçleri bir boyutu da dünya ölçeğinde “devletin küçülmesi”ne dayanıyor. Özellikle hanehalkı borçluluğunu küçülen devlet, düşen ücretler, tırpanlanan sosyal haklar eksenine yerleştirerek düşünmek gerekiyor.

Türkiye için de benzer durumdaki başka ülkeler için de “borçlanarak” ya da olmayan geliri harcayarak büyümekten değil, toplumsal kaynakların, değerlerin, daha organize biçimde uluslararası sermayenin ve ona daha fazla entegre hale gelen yerli sermayenin kullanımına sunulmasından söz etmek gerektiği açık. Türkiye örneğinden gidersek 2000’li yıllarda borçlanma olanakları artıp borç stoku genişlerken 80 milyar dolara yakın özelleştirme yapıldı, en az bu tutar kadar yeni alan, enerji, eğitim, sağlık, ulaştırma başta olmak üzere, sermayeye açıldı. En az bunlar kadar önemli bir diğer başlık, ortalama vasfı düzenli olarak artan emekgücü ordusu daha düşük ücretler ve daha güvencesiz bir şekilde çalıştırıldı. 

“Borç ekonomisi” ya da “borçla büyüme” saptaması bir anomaliye işaret ettiği, bir bütün olarak kapitalizmin işleyiş mekanizmasına aykırı, bir dışsallık haline getirildiği oranda yanılgı üretmeye de neden oluyor. Türkiye özelinde de dünya için de “düzeltilebilir” bir kapitalizm yanılgısı. 
Ne yazık ki böyle bir dünya yok. 

Türkiye’de AKP iktidarı döneminde, 2002 yılında 1,2 milyar dolarken 2017 sonunda 129 milyar dolara ulaşan bireysel kredileri de bu eksende değerlendirmek gerekiyor. Kredi kartları, ihtiyaç kredileri, konut kredilerinden oluşan ve GSYH’nin yüzde 15’ine ulaşan bu tutarın arkasında milyonlarca işçinin ödenmeyen emeği bulunuyor. Yanına iki rakam daha eklediğimizde “büyük soygun” daha anlaşılır hale gelebilir. Aynı dönemde asgari ücret dolar bazında iki kat arttı, kişi başı milli gelir ise üç kat. İlki gerçek durumu, yani emekçilerin cebine gireni daha iyi gösteriyor. Emekçilerin milli gelirden aldıkları payın düştüğünü gösteren başka veriler de var. Ama 30 milyon kişiye ait 129 milyar dolarlık borç, emekçilerin ödenmeyen emeğinin, son 15-16 yılda artı-değer sızdırma mekanizmalarındaki “gelişme”nin de göstergesi.

Bir düzen partisinin ortaya “borçların silinmesi” vaadiyle çıkabilmesinde “borç ekonomisi”ne ilişkin yanlış kavrayışın payı yüksek. Takibe düşmüş alacaklar, bireysel kredilerin yüzde 2-3’ünü oluşturuyor ve İyi Parti’nin dile getirdiği rakam, 4-5 milyon kişi, yüksek görünmekle birlikte zaten hukuken de geçersiz sayılabilecek bu porsiyonu kapsıyor. İşin esas kısmına değmiyor. Emekçileri borç batağından kurtarmaktan ziyade banka bilançosu temizlemeye yarayacağı söylenebilir. 

Tüm borçların iptali, bu soygun mekanizmasının tamamen ortadan kaldırılmasını söylemelerini beklemiyoruz düzen partilerinden. Çünkü bu düzen değişmeli demeden daha fazlası mümkün değil…

Gülay Dinçel / SOL

TAMAM’ın ötesi... - ÖZLEM YÜZAK

Yıl 1919... Bundan tam 99 yıl önce bugünlerde Mustafa Kemal Paşa’nın Şişli’deki evinde, üzerinde haritalar bulunan bir masanın etrafında hummalı bir toplantı yapılmaktadır. Paşa, kendisini ve silah arkadaşlarını Samsun’a götürecek olan Bandırma Vapuru’nun kaptanı İsmail Hakkı Kaptan’ı çağırmış ve kaptandan gemi hakkında bilgi istemiştir... Kaptan önce geminin özelliklerini anlatır, geminin 41 yaşında olduğunu, Karadeniz’in hırçın dalgalarına dayanma gücü ve direncinin az olduğunu anlatır ama kısa bir hazırlık döneminden sonra bu yolculuğa hazırlıklı hale getirilebileceğini söyler. Beraber gidiş rotasını saptarlar. Zorlu bir yolculuğun sonunda 19 Mayıs’ta Samsun’a ayak basılır ve Kurtuluş Savaşı’nın ilk adımı böylece atılmış olur...

Fırtına artıyor
Yıl 2018... Bugün bir TAMAM rüzgârı yakalandı. Süreç zorlu. TAMAM’ın etrafında birleşebilme duygusu heyecan verici. Millet İttifakı... Muharrem İnce’nin adaylığı, enerjisi, “ötekileştirici değil birleştirici” söylemi de... MeralAkşener’in dobralığı da, Temel Karamollaoğlu’nun Demirtaş serbestbırakılsın” çıkışı da... Ama, TAMAM rüzgârı yakalanmışken yelken bu rüzgârla şişirilip, dümen güçlü ellerle kavranıp doğru yöne ilerlenmezse fırtınalı denizde alabora olma riskini de unutmadan... 

Fırtına giderek artıyor ve artacak da... DEVAM cephesi ellerindeki tüm iktidar kaynaklarını tek tek ortaya saçıyor. Seçim ekonomisi, vaatler, vergi afları... Yetmiyor, televizyon kanallarını kullanarak muhalefetin sesini kıstırıyor... Yetmiyor devletin bankalarını yeniden arpalık olarak devreye sokarak talimatla konut kredi faizlerini indirtiyor... Yetmiyor nüfus kayıtlarında, seçmen listelerinde hileler yapılıyor... 

Öte yandan tam bir enkaz içinde Türkiye. TL’nin değer kaybını Merkez Bankası’nın müdahaleleri bile fazla engelleyemiyor. Bu arada kendi parası da TL gibi büyük oranda değer yitiren Arjantin dün yeniden IMF’nin kapısını çalarak borç istedi. Bu bilgiyi de bir yere koyalım. Zamlar peş peşe yığılıyor, döviz kurlarındaki artış ithal ilaçta yokluk döneminin yeniden başlayacağı sinyallerini dillendiriyor. Yatırım ve üretim odaklı bir ekonomi 16 yıldan beri inşa edilemediği için işsizlik hâlâ ürkütücü boyutta. Köprüler, otoyollar, şehir hastaneleri inşa ediliyor. Paralar saçılıyor, alım garantileri veriliyor. 16 yıllık AKP iktidarının bilançosu ağır. Bu dönemde 2.2 trilyon liralık iç borç ödemesi, 175 milyar dolarlık dış borç ödemesi yapılmış. Bu kadar borç ödedik de karşılığı ne oldu, onun yerine daha faydalı neler yapılırdı diye sorgulanmıyor. Hele alım garantilerinin önümüzdeki nesillere nasıl büyük bir borç yükü içine sokacağı hiç hesaplanmıyor.
99 yıl önce bir enkazın üzerine aydınlık bir ülke inşa etmeyi başarmış bunun en önemli adımlarını atmıştı Atatürk ve arkadaşları... Yeniden enkaza dönüştürdük ne yazık ki. 

Bunda sadece AKP’nin değil AKP zihniyetinin hâkim olmasına zemin hazırlayan herkesin payı var. Bunu unutmamak gerek. Ve umarım TAMAM rüzgârı bu enkazın üzerine aydınlık bir gelecek inşa etmeyi başarır...

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

‘Diriliş ve şahlanışın manifestosu’ - Meriç Velidedeoğlu

Erdoğan, bir hafta önce partisi “AKP”nin, “İstanbul İl Kongerisi”nde yaptığı seçim konuşmasında, bir “Manifesto” ilan etti. (6.5.2018)


Manifesto’sunu, hem toplantı salonunun önünde toplananlara, hem de salondakilere olmak üzere iki kez okudu, haykıra haykıra... 

Değerli dostlar, “1848”de “Karl Marx ve Engels’in” birlikte yayınladıkları ünlü bir  Manifesto olan “Komünist Manifesto”su gibi, Erdoğan kendi Manifesto’sunun da tarihte yer alacağını mı düşündü dersiniz? 

Neden olmasın ki, sevenleri, onca destekleyeni, “erişilmez üstünlükte vasıflar” taşıyan biri olduğunu dile getirmiyorlar mı? 

Ne var ki bunu söyleyenler, bir “Cumhurbaşkanı” adayının, dolayısiyle, adayları Erdoğan’ın “dilinin temiz” olması gerektiğini de unutmamalılar. 

Çünkü geçen ay Erdoğan’ın, Aydın’da yaptığı seçim konuşmasının kokusu daha bitmedi...
 
Bu konuşmasında Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nu, iktidarlarına yaptığı eleştirilerden dolayı, adını çekinmeden, utanmadan söylediği, “çukur”da debelendiğini söyleyivermişti... (7.4.2018) 

Ardından da, “yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü!” demişti aynı rahatlıkla... 
Kendisine, “o çukura atarak mı?” diye sorulsa nasıl bir yanıt verir dersiniz? 

Manifesto’sunda, “daha çok demokrasi!” dediğine göre, “atar” da, satar da... 
Gündüzün de elinde yanan feneriyle dolaşan, yurttaşımız Sinop’lu Diyojen (M.Ö. 412 - 323) bir yolunu bulup Aydın’da Erdoğan’ı dinleseydi feneri yanmayı sürdürür müydü acaba? 

Ve değerli dostlar, Erdoğan Manifesto’da,“Bireysel Özgürlük” konusuna büyük önem verdiklerini belirtirken, “Genelkurmay Başkanı Org. H. Akar”ın önümüzdeki Cumhurbaşkanı seçiminde, “aday olmaması” için Abdullah Gül’e gittiğini duyuruyordu, TV kanalları..
 
Bu haberi izlerken, anımsadım; Cumhuriyet’in ilanından sonra, ordu komutanlarının -geçerli yöntem dolaysiyle- siyasete karışmalarının, yarattığı sorunlar karşısında yönetim, askerin, siyaset bağlamında -büyük küçük- herhangi bir görevde olmasını, bulunmasını, “yasaklar”; komutanlar askerlikten istifa edip siyasete girebileceklerdir. 
Atatürk, “Cumhuriyet”in birinci yılını doldurmasına birkaç gün kala bu konuda yaşanan olayları, en ince ayrıntılarına dek, Söylev’de (Nutuk) anlatır; bilindiği gibi de, Söylev’in son konusudur “Askerlik ve Politika”

Ve değerli dostlar, ayracı (parantezi) kapatıp konumuza dönmeden şuna da değinelim; Erdoğan, “Manifesto”sunu gerek “Saray”ında ağırladığı gençlere, gerek alanlara topladıklarına anlatırken, bir ara onlara, M. Akif Ersoy’un ünlü yapıtı “Safahat”ı okumalarını önerir; kuşkusuz yerinde; ne ki, bir kez olsun Atatürk’ün “Söylev”ini (Nutuk) okumalarını önermemiştir... 

Aklına estikçe, “İstiklal Harbi”miz der durur; ama bunun nasıl kazanıldığını -günü gününe- en ince ayrıntılarıyla, yüzlerce “belge”ye dayanarak yazılanı ağzına almaz... 

Yazıyı noktalamadan önce, Manifestosu’nda dile getirdiği şu “Demokrasi kurumsallaştırılacak!”mış söylemini duydukça “Erdoğan, ‘tramvay’dan tümüyle vazgeçti mi?” diye sormaktan insanın kendini alamadığını söylemek gerek. 

Kuramsallaşan demokrasi, “daha fazla gelişecekmiş!”; öyle olmalı; peki, üç erki, “yasama, yürütme ve yargı”yı, avucunda tutan bir Erdoğan, bunları salıverir mi? 


Ne dersiniz?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

2019’da ekonomiye IMF programı… - KORKUT BORATAV

IMF Raporu, 2017’de ekonomiyi aşırı ısındıran genişleyici maliye ve para politikalarına bu yıl son verilmesini ısrarla öneriyor. AKP iktidarı ise, nisan ve mayısta teşvik, transfer, ikramiye öğelerinden oluşan iki genişletici seçim paketi daha ilan etti.


Türkiye’de finansal gerilim martta başladı; mayıs başında döviz fiyatları ve piyasa faizleri bir krizin ön-koşullarını düşündüren boyutlara tırmandı.
“Yükselen piyasa ekonomileri”nden de hızlı fon çıkışları başlamış durumdadır. Batı finans basını, bu olumsuz dalganın sürekli olup olmayacağını tartışmaktadır; ama, bir konuda teşhis birliği içindedir: Yükselen piyasaların kırılgan, zayıf halkalarının sert etkileneceği bir ortam oluşmuştur.


“Hangi ülkeler?” sorusuna verilen yanıtların tümünde (Arjantin, Güney Afrika, bazen Rusya ile birlikte) Türkiye yer almaktadır.

IMF’nin Türkiye raporu
Kötü bir haber daha var: IMF’nin Türkiye için hazırladığı 2018 ekonomik raporu, Nisan 2018’de yayımlandı ve yukarıdaki olumsuz teşhisleri doğruladı. (Bu belgeye IMF web sitesinden Turkey: 2018 Article IV Consultation başlığı altında ulaşılabilir. Bu tür raporlar IMF’nin Ana Sözleşmesi, Madde IV gereği tüm üyeler için düzenlenir.)

Rapor, mayıstaki finansal çalkantıdan önce kaleme alınmıştır: IMF uzmanlarının Türkiye’deki çalışmaları şubatta son bulmuş; Rapor 16 Mart’ta tamamlanmış; IMF Yürütme Kurulu tarafından da görüşülmüş ve 30 Mart’ta onaylanmıştır.

IMF Raporu, mart ortamındaki ekonomik sorunlara karşı politika önerileri içermektedir. Bir IMF anlaşması söz konusu olmadığı için önerilerin pratik geçerliliği yoktur; ama bunlar yakın gelecek için önem taşıyabilir. Diyelim 2019’da patlak veren bir finansal kriz, Türkiye’nin IMF ile bir kredi anlaşmasını gündeme getirse, bu belgedeki öneriler stand-by programının “yumuşak” ipuçlarını vermektedir. “Yumuşak” diyorum; zira bunalım ortamı Mart 2018’den çok daha ağır olacaktır. IMF’nin kriz reçetesinin de nisan Raporu’ndan daha katı olması beklenir.

IMF’nin Türkiye teşhisleri
Rapor’un Mart 2018’deki ekonomik sorunlarla ilgili teşhisleri özgün değildir; Türkiye iktisat çevrelerince yapılmış tespitlerin bir bölümü tekrar edilmiştir:  Kamu maliyesinin beslediği ve gevşek para politikalarıyla desteklenen iç talep artışları, ekonomiyi 2017’de aşırı ısındırmış; enflasyonun ve cari açığın artmasına yol açmıştır. Konut ve inşaat sektörlerinde aşırı üretim söz konusudur. Bugünkü finansal kırılganlıklar sürdükçe genişletici maliye ve para politikalarında ısrar etmek sonuçsuz kalır; tehlikeli olabilir.

Büyüme sürecini kısıtlayan kırılganlıklar nelerdir? Çeşitli vesilelerle kullandığımız, açıkladığımız göstergeler, bu kez IMF tarafından tekrarlanıyor (ss.18-20):
Yıllık dış finansman gereksiniminde artış: 2018’de 229 milyar dolar, milli gelirin %25’i. Bu sayılar iki yıl içinde 270 milyarı aşacak; %27’ye yaklaşacaktır.
Dış finansmanda “sıcak”, istikrarsız kalemlerin artan önemi: Dolaysız yabancı yatırım girişleri millî gelirin yüzde 1’inin altına düşmüştür ve bu gerileme endişe vericidir.
Net uluslararası yatırım pozisyonun sürekli bozulması ve “eksi” yüzde 53 ile benzer ülkelerden çok daha kötü duruma gelmesi: Şirketlerin net döviz açığının da artması, pahalılaşan dövize karşı reel ekonomiyi kırılganlaştırmaktadır.
Artış eğilimi gösteren cari işlem açığının 2017’de yüzde 5,5’e çıkmış olması. Bu oran, Türkiye ekonomisinin temel göstergeleriyle uyumsuzdur; sürdürülemez.
Dış borç / millî gelir oranı: 2018’de yüzde 54’ü aşmıştır; bu civarda kalırsa sürdürülebilir. Ne var ki, sert bir devalüasyon veya petrol fiyatlarında hızlı artışlar dış borç oranını yüzde 80’in üzerine çekecek; her yıl “döndürülmesi” gereken borç stokunu sürdürülemez düzeye çıkaracaktır. Bankaların dış borçlanması, TL kredilerini şişirmiş; kredi/mevduat oranını yüzde 123’e ve riskli konuma sürüklemiştir.
Rezervlerin yetersizliği: TCMB brüt rezervlerinin kısa vadeli yükümlülüklere oranı yüzde 82’ye düşmüştür. 2017’de yüzde 17 oranında eriyen net rezervler bakımından Türkiye “benzer” ekonomiler içinde en zayıf durumdadır.
Rapor, kırılganlıkların kaynağını belirlemekten kaçınıyor. Zira, bu tür bir açıklama, 1998-2008 arasında Türkiye’de çeşitli iktidarlar (son olarak da AKP) tarafından kesintisiz uygulanan IMF programlarının ağır sorumluluğunu ortaya çıkaracaktır. Defalarca tartıştığım bu teşhise burada değinmekle yetiniyorum.
IMF Raporu, bu ekonomik “arızalara” bir siyasî öğe de eklemektedir: “Bir devlet bankasının üst düzey yöneticisi aleyhinde bir ABD mahkemesince verilen suçluluk hükmü, itibar ve finans riskleri oluşturmaktadır” (s.8).

Sonuç: Olası bir kriz mi?
Rapor, şu sonuca ulaşıyor: “İleri ekonomilerde para politikalarının [politika faizlerinin] normalleşmesi veya yükselen piyasalarda artan risk primi dış finansman maliyetini yükselttiğinde Türkiye ekonomisi bu kırılganlıklar nedeniyle daha da kötü etkilenecektir.”

Rapor’un kaleme alındığı tarihte (16 Mart’ta) yükselen piyasalara dönük risk primi, “normal” seyretmekteydi. Bir buçuk ay sonra, risk iştahı düştü; dış finansman maliyetleri her yerde artmaya başladı. Türkiye’nin maliyetleri, kırılganlıkları nedeniyle fazlasıyla tırmanmaktadır.


IMF Raporu, 2017’de ekonomiyi aşırı ısındıran genişleyici maliye ve para politikalarına bu yıl son verilmesini ısrarla öneriyor. AKP iktidarı ise, nisan ve mayısta teşvik, transfer, ikramiye öğelerinden oluşan iki genişletici seçim paketi daha ilan etti. 2019’a girerken Türkiye ekonomisi daha da “ısınmış” olacak; finansal sistem aşırı zorlanacaktır.

IMF Raporu’na göre, “Türk finansal piyasaları uluslararası yatırımcıların hissiyatına karşı aşırı duyarlıdır.” Aşırı ısınma tespitleri, bu “hissiyatı” fazlasıyla ve olumsuz doğrultuda etkilerse, Türkiye’den hızlı sermaye çıkışları beklenir. O zaman, 2019’da iktidarda kim olursa olsun, IMF’ye kredi talebiyle yönelmek, pratik bir seçenek olarak gündeme gelecektir. Bugünlerde Arjantin, benzer nedenlerle IMF’ye başvurmuştur.

IMF, 2019’da Türkiye’ye ne türden bir politika paketi önerecektir? İpuçları Nisan 2018 Raporu’nda yer alıyor.

2019 için IMF programı
Rapor’daki politika önerilerini gözden geçirelim. Olası bir 2019 kredi anlaşmasına ışık tutulmaktadır.
Maliye politikasında, geleneksel kamu açığı oranlarında sert daralma öneriliyor: Faiz dışı kamu fazlası 2018’de (yüzde olarak) eksi 1,5’tir, 2019’da artı 0,5’e dönüşmelidir. Önerilen kemer sıkma, milli gelirin yüzde 2’sine ulaşıyor. Kamu harcamalarında bu boyutta bir daralma, (Keynesgil katsayısının büyüklüğüne göre) daha yüksek oranlı bir küçülme ile sonuçlanır.
IMF Raporu, ısrarla Kamu-Özel Ortaklığı ve Varlık Fonu uygulamalarında, hesap vermede, denetimde berraklık talebine bulunuyor. AKP iktidarının cilalı kamu hesaplarına “yeter!” diyor. Açıkça ifade ediyor ki, AKP’nin “kamu maliyesinde güçlükle kazandığı itibar” israf edilmiştir. Altyapı yatırımlarında kamu yükümlülüklerini gizleyen garantilerin ve Varlık Fonu’nun tasfiyesi gündeme gelebilecektir.

Para politikasında TCMB özerkliği ve etkili parasal daralma vurgulanıyor. Katı enflasyon hedeflemesi sürdürülüyor; geç likidite penceresi faiz oranının 1-3 puan arası (yani yüzde 14,5-16,5’e) artırılması öneriliyor.

Son olarak, örgütlü işçi sınıfına husumetin simgesi olan “işgücü piyasasının esnekleşmesi” önerileri somutlaştırılıyor: Kıdem tazminatının reformu [yani tasfiyesi], asgari ücretlerin ve memur maaşlarının enflasyona endekslenmesine son verilmesi, geçici istihdam uygulamalarının yaygınlaştırılması, gönüllü özel emeklilik sisteminin zorunlu hale getirilmesi…

Olası bir finansal kriz ortamına girildiğinde makro-ekonomik yaklaşım nasıl olmalı? Bu kritik soruya Nisan 2018 Raporu, basit bit yanıt veriyor: “Ağır riskler gerçekleşirse, politika faizi yükseltilmeli; döviz kurunun değer yitirmesine izin verilmeli ve otomatik istikrarcılar [yani piyasa] kendi haline bırakılmalı.” (s.14). Kısacası, kemer sıkma hamlesinden sonra krizin seyrini piyasaya teslim edin; sorunlar kendiliğinden çözülür…

Ya IMF ya radikal seçenek
IMF raporu, 2019’da Türkiye için gündeme gelebilecek neoliberal bir istikrar programının ana öğelerini içeriyor. Ekonominin küçülmesi hedeflenmektedir; emeğin geçmiş kazanımlarının son kalıntıları da tasfiye edilecektir.

IMF programına mahkûmiyetin alternatifi yok mudur?

“Radikal” bir alternatif vardır. Bu seçenek, dış borçların önce askıya alınmasını; sonra da dramatik boyutta hafifletmeyi hedefleyen bir pazarlık içeriyor. Türkiye ekonomisi küçülürken dahi dış açık vermektedir. Bu nedenle, sermaye hareketlerinin katı denetimi; belki de döviz hesaplarının TL’ye çevrilmesi gerekir. Borçlanmaya dayalı tüketim artışları bir süre frenlenmelidir.
Bunlar, geniş bir halk sınıfları koalisyonunun iktidarı ile mümkün olabilir. Ne var ki bugünkü Türkiye koşullarında mavi ve beyaz yakalı işçi sınıflarının, köylülüğün ve küçük burjuvazinin diğer katmanlarının böyle bir program etrafında toplanma olasılığı yoktur.

Bu durumda bir 2019 krizi patlak verirse IMF’ye mahkûmiyet kesindir. Tek iyimser olasılık, finans kapitalin “risk iştahı”nın (ve sıcak para girişlerinin), Türkiye gibi aşırı kırılgan ülkeler için dahi aniden canlanıvermesi; son yılların dış ekonomik ortamının geri gelmesidir.

Haziranda iktidar el değiştirirse, bölüşüm politikalarında ılımlı, sınırlı iyileştirmeler mümkün olabilir. 

O kadar…

Korkut Boratav / BİRGÜN

Öğretmen cumhurbaşkan(lar)ı - ÜNAL ÖZMEN

En politik meslek hangisidir sorusunun yanıtı tereddütsüz öğretmenliktir. Öğretmen politik olmasa da mesleğin kendisi politik; çünkü bu meslek soruya yanıt arıyor. Öğretmenlik politik bir meslek olmasına rağmen öğretmeni siyasetin kurucu kadroları arasında pek göremeyiz. Emekli olmadan siyaset yapması yasak bu yoksul mesleği, öğretmenlerin, serbest meslek erbabı siyaset cambazlarının işçileri olarak kalmalarını sağlıyor.

Erdoğan, Muharrem İnce’ye “gariban” derken tüccar Cumhurbaşkanı’nın karşısına aday olarak bir öğretmenin çıkmış olmasını kastediyordu. Cumhurbaşkanlığını bir öğretmene yakıştıramadı. Babası tekne sürücüsü olan birinin, babası kamyon sürücüsü olan birini aşağılamasının hadsizlik olduğunu bilir herhalde. Eminim, öğretmenler bunun hesabını soracaktır Erdoğan’a…
Muharrem İnce, serbest öğretmen (dershane öğretmeni) olduktan sonra siyasete atılıyor. 16 yıldır milletvekili, fakat vekilliği sona erdiğinde tekrar öğretmenliğe dönecekmiş gibi öğretmenlikten kopmadı. Öyle ki İnce Meclis’i okul, kendini öğretmen sanır; yeri geldikçe üstüne basa basa öğretmen, hatta fizik öğretmeni olduğuna atıf yapmasını mesleğine olan düşkünlüğüne bağlarım.

Muharrem İnce, grup başkanvekili ve daha sonra genel başkan adaylığına kadar CHP’nin eğitim komisyonu üyesiydi. Diğer üyelerin hakkını yemeden belirtmeliyim ki o dönem CHP’nin eğitimde en etkili dönemiydi. Eğitimle ilgili yasama faaliyetlerine hazırlanırken birçok kez birlikte çalışmış biri olarak, ihtiyacı olan bilgiyi kimdeyse almasını bilen biri olduğunu söyleyebilirim. Eğitim komisyonundayken dönemin eğitim bakanı Hüseyin Çelik’in kâbusuydu; bir haftalık performansına bakacak olursak şimdi de Erdoğan’ın kâbusu olacak gibi…

Öğretmenlerin; performanslarına göre değerlendirilmelerine, ücretli/geçici/süreli çalıştırılmalarına, eğitim içeriklerinin (öğretim programları, ders kitapları, değerlendirme ve sınav yöntemleri gibi) hazırlanmasından dışlanmış olmalarına itirazı var. İnce, öğretmenlerin bu ve benzer sorunlarına anlamlı ve güvenilir yanıtlar verebilecek kavrayışa sahip bir aday. İnce ile öğretmenliğin yeniden saygın bir meslek olması ise bonusu olur.

Kemal Kılıçdaroğlu, grup toplantısında ‘vatandaşlara, öğretmenlere, velilere sesleniyorum. İnce'ye sahip çıkmak zorundasınız’ derken Muharrem İnce’yi, yirmi milyon öğrenci ve velisinin arayışına partisinin eğitim vaadi olarak sunuyordu. Erdoğan eğitim konusunda ne denli zayıf, yetersiz ve hatta zararlı bir politikacıysa, İnce o denli güçlü, yeterli ve yararlı olur.

Muharrem İnce, bir öğretmen olarak işçi sendikalarını ziyaret ettiği gibi eğitim sendikalarını da ziyaret edip eğitimin niteliğini yükseltecek stratejisinin ana hatlarını öğretmenlerle paylaşmalıdır. Öğretmenler ise bir meslektaş dayanışmasına dönüştürmeden hem toplumun hem mesleklerinin sorunlarına çare üretecek biri olarak İnce’den desteklerini esirgememeli.

Cumhurbaşkanı olursa Muharrem İnce’nin neyi, ne kadar başardığını zamanla göreceğiz ama bir öğretmenin cumhurbaşkanı olmasının toplumun kendine saygı duyan biriyle buluşması olacağını söyleyebilirim. Bildiğim iki örnek bu öngörümü doğruluyor: Biri Kanada Başbakanı öğretmen Justin Trudeau, makamına bisikletle gidip geliyor hem de korumasız. Diğeri “5 Eylül Öğretmenler Günü olarak kutlansa bu benim kendi gurur ayrıcalığım olur” demesine rağmen doğum günü de öğretmenler günü olarak kutlanan 60’lı yılların Hindistan Cumhurbaşkanı öğretmen Sarvepalli Radhakrishnan…
Her cumhurbaşkanının öğretmenliğe heveslendiği bir dünyada, neden bir öğretmen cumhurbaşkanı olmasın…

Ünal Özmen / BİRGÜN

Denize düşenin sarıldığı yılan: Mahathir Muhammed - MUSTAFA K. ERDEMOL

Derslerle dolu bir seçim zaferi bu aslında. Öncelikle belirtelim ki Batı’nın Ilımlı İslam’a örnek gösterdiği Malezya’daki İslamcı hükümet çöktü. Onu çökerten de şimdi göklere çıkartılan Mahathir Muhammed değil. Ülkeyi islamileştiren tüm politikaların uygulayıcısı olan bu yaşlı politikacı zaferi içinde olduğu merkez sol eğilimli Umut İttifakı sayesinde kazanabildi. İslamcı iktidarı alaşağı eden Umut İttifakı’dır. Umut İttifakı’nın neden Muhammed’i aday gösterdiği ülkedeki çok etnikli, çok mezhepli yapıyla ilgili, dolayısıyla bu ayrı bir yazının konusu. Şu söylenebilir, Mahathir Muhammed, ılımlı ya da şiddetli ne tür olursa olsun İslamcılıkla asla bir zafer elde edemezdi, bu tür figürlerin solun en hafifine bile muhtaç olduğunu gösteren iyi bir örnektir Muhammed. Bizdeki Temel Karamollaoğlu’nun son zamanlarda sol söyleme sarılması boşuna değil, eklemiş olayım.

Sol Eğilimli Umut İttifakı, Mahathir Muhammed’e eski yanlışlarını elbette tekrarlatmayacak bu kesin, Malezya halkı İslamcılıktan çok çekti. Yolsuzluk, hırsızlık, adam kayırma toplumu içten içe kemirdi. Yine belirtelim 60 yıllık sağcı Ulusal Cephe iktidarı, 2005’ten başlayarak İslamcılaştırdı ülkeyi,13 yıllık bir süre yani. Ülke öyle söylendiği gibi yüzde 60’ı Müslüman bir ülke de değil, Müslümanların oranı yüzde 45. İslamcılaştırmanın nasıl bir baskıyla gerçekleştirildiği bundan da anlaşılabilir.


92 yaşındaki Umut İttifakı lideri Mahathir Muhammed 2016 yılına kadar Ulusal Cephe’nin, ki 13 partili bir koalisyondur bu, üyesiydi. İktidarın bulaştığı yolsuzluklardan ötürü ayrıldı sonra. 1981’de başbakan oldu, 2003’e kadar bu görevde kaldı. Hakkını teslim edelim, Başbakanlığı sırasında ülke dış politikasını bağımsızlaştırdı. Bosna Savaşı’nda, Bosna’ya uygulanan silah ambargosuna karşı çıktı, ama 2005’de daha da yoğunlaşacak olan İslamileştirme politikaları onun döneminde başladı. Recep Tayyip Erdoğan’ın da yakın dostudur bu arada.

Uzun yıllar yardımcılığını yapan, şimdi devirdiği Necip Rezak, daha önce yapılan seçimlerde aslında kaybetmesine rağmen, kendi getirdiği seçim sistemi sayesinde hep “kazanan” oldu. İslamcılar bu tür “seçim oyunlarını” bilir, malum. Devletin tüm araçlarını seçimlerde kendisi için kullandı. Devletin ajansını, televizyonunu, yandaş medyayı hepsini. Ama bu son seçimde fark o kadar büyüktü ki, hiçbir seçim hilesi ya da oyunuyla üstü kapanacak gibi değildi. Kaybetti. Halk T A M A M deyince oluyor demek ki.

Necip Rezak yönetimleri boyunca ülkede enflasyon bir türlü dizginlenemedi, vergiler yükseltildi. Üstelik Rezak’ın kendi cebine 700 milyon dolar indirdiği iddia edildi. Tüm bunlar ülkede artık “T A M A M” rüzgarlarının esmesine yol açtı. Geçen yıl ülkenin bütün büyük kentlerinde Rezak karşıtı gösteriler gerçekleştirildi.

Mahathir Muhammed, hem İslamcı iktidardan bıkan İslamcıların üzerinde birleştiği “milli kahraman” karakterinden, hem de İslamcı iktidarın tahribatını giderecek yeni hükümetin uygulamalarındaki yumuşak geçişi sağlayacak deneyiminden ötürü Umut İttifak’nın adayı oldu.

Başbakanlığı sırasında ağzından İslamcılığa ilişkin tek bir laf çıkarsa “getirdikleri gibi götürürler.” Boşuna T A M A M demedi Malezyalılar.

 MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN