16 Mayıs 2018 Çarşamba

Filistin’e dair... - CEYDA KARAN

ABD Başkanı Donald Trump’ın ülkesinin elçiliğini Kudüs’e taşıma ve Suudiler üzerinden planladığı yeni girişime karşılık, Hamas’ın Gazze’den sınıra başlattığı yürüyüş orantısız güç kullanımı eşliğinde geride onlarca ölü ve yaralı bıraktı. İsrailliler için 70’inci yıldönümü, Filistinli Araplar için topraklarından oluşu simgeleyen El Nakba demek. Tarihi husumet çok derin.


Ortadoğu’nun sömürgecilikten ulus devletleşme ile çıktığı tarihi, hukuki, sosyo-ekonomik, kültürel mücadelelere dayalı zor bir meselesi bu. Filistinli Arapların çileleri üzerinden ulusal davalarını ‘kutsal İslamcılık davasına’ dönüştürenlere sözümüz yok. Ama toplumsal mücadeleleri anlamaya ve çözümler geliştirmeye çalışan ve hayata ‘soldan’ bakanlar açısından sorular olmalı. Özellikle meseleye 1970’lerde Türkiye solunun bölgedeki serüveninin etkisiyle bakanlar için. O toprakları defalarca ziyaret etmiş bir gazeteci olarak yıllar içerisinde evrilen görüşlerim itibarıyla en azından benim var.
***

• Filistinli diye kullanıyoruz ama bu isimde bir ulus yok. Filistin tarihi ve coğrafi bir bölgenin ismi değil mi? 
• 1850’lerde Siyonist projeden önce bölgede -Mısır ve Trans Ürdün, Suriye’den o vakitler küçük kasaba ve köylerin bulunduğu Filistin’e- göçler yaşanmadı mı? 1890’larda başlayan Yahudi göçü 1917 Balfour Bildirisi eşliğinde Siyonist proje ile hız kazanıp sosyalist çiftlikler kurulmuşken asıl nedenler Osmanlı’nın dağılması, iki dünya savaşı, Nazi Almanyası ile sınırları cetvelle çiziveren Britanya ve Fransa politikalarında yatmıyor mu? 
• 1920-1930’lara kadar Arap ve Yahudi halkları işbirliği de geliştirmişken süreç karşılıklı katliamlara nasıl döküldü? 
• Siyonist projede Britanya’da etkili çevrelerin rolü açıkken nasıl oldu da İsrail’in ‘bağımsızlık savaşı’ Britanya’ya karşı verildi? 
• Uluslararası hukukun Filistinli Araplar lehine işletilemiyor olmasında yenilen taraf olarak devlet kuramamış olmaları -BM’nin 1947 paylaşımını kabullenmemeleri- ve Arap devletlerinin çıkar kavgaları ve emperyalist projelere uyumu girişimlerinin yan unsuru olmaları etkili değil mi? l İsrail 1948’de kurulurken diğer ulus devletler Suriye, Irak, Mısır, Ürdün de 1930-50 arasında şekillenmedi mi? 
• Filistinli Arapların ulusal davaları İslamcı karakter alırken meselenin ‘uluslararasılaştırması’ neye yarıyor?
• Üç tektanrılı dinin mensupları için de kutsal olan Kudüs sadece Müslümanlara ait olabilir mi? Kudüs artık nasıl bölünebilir? 
• Filistinli Arap nüfusun yüzde 20-25’ini Hıristiyanlar oluştururken gerek İsrail politikaları gerekse İslamcılar yüzünden tarihi yaşam alanlarını terk etmeleriyle niçin kimse ilgilenmiyor? 
• İsrail vatandaşlarının yüzde 20’sini oluşturan Araplar ve İsrail soluyla niçin kimse ilgilenmiyor? 
• Bugün Londra nüfusunun yüzde 30’u Müslümanlardan oluşur, Avrupa’da sayıları artarken göç ve geri dönüş hakkı meselesi nasıl tartışılmalı? 
• Oslo İlkeler deklarasyonu güvenlikçi politikalara kurban gitmişken sonuncusu Obama döneminde olan barış girişimi boşa çıkmışken Trump’ın ‘İran’ı odağa alan Suudiler üzerinden yeni girişim işe yarar mı? 
• BM Genel Kurulu’nda Filistin’in tanınmasına yönelik üçte ikilik (198’e 128) destek pratikte ne manaya gelir? 
• İsrail’in 2005’te tek taraflı çekildiği Gazze’ye ablukayı kaldırması Filistinli Araplar için rahatlama getirmez mi? 
• On binlerce ‘hasım görülen insan’ herhangi bir egemen devletin -diyelim Türkiye’nin- sınırına aktı, ne olur? 
• İsrail Hamas’ı ‘düşman’ görüyorken nasıl ve neden İslamcı hareketin diğer kollarıyla ittifak edebiliyor? 
• ABD’nin Kudüs elçiliğinin açılışına ‘Yahudilerin ebediyen cehennemlik olduğunu’ söyleyen bir vaiz nasıl katılabiliyor? 
• İki tarafta da dinci fanatiklerin bulunduğu bir çatışma nasıl çözümlenebilir?

***

Sorular çoğaltılabilir. İşgalin iki tarafı da ‘çürüttüğü’ bu karmaşık sorunun mucize çözümü yok. Fakat ‘samimi olmayan’, hakikatlere ve olgulara dayanmayan okumalarla aynı ezberlerin tekrarlanması mesele. Filistin’in Arap ve Yahudi halklarının dostluğu vurgusu taşımayan, bir arada yaşamaya atıf yapmayan her seçenek ‘kutsal idealizm diyarında’ sadece ‘imkânsızı üretebilir’.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Erdoğan, neden İngiliz ipine sarıldı? - Arslan BULUT

Times gazetesi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın Londra ziyaretini ele aldığı başyazısında "Ülkesindeki baskı konusundaki çok sayıda çekinceye karşın, Erdoğan'la iş yapma zamanı. Bu ilişki NATO'nun geleceğini belirleyebilir" diye İngiltere'nin Türkiye'ye bakışını yansıttı.
BBC'nin haberine göre yazıda, ittifak halindeki muhalefetin seçimlerde yüzde 40 oy alabileceği, HDP'nin ise yüzde 10 oyu toplayabileceği, böylece Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Meclis'te çoğunluğu kaybedeceği, ancak "Erdoğan'ın cumhurbaşkanı seçilmesinin kesin gibi göründüğü" iddia edildi.

Yazı, Erdoğan'ın İngiltere'yle ticaret hacmini 15 milyar sterline çıkarmayı önerdiği ve Türk savaş uçağının geliştirilmesinde İngiltere'nin yardımını istediği belirtildi; "İngiltere, Erdoğan'ın konuşmasında dile getirdiği ABD düşmanlığını paylaşmıyor, Kürtlere ve muhaliflere acımasız muamelesini de onaylamıyor. Ama yine de Erdoğan İngiltere'ye mantıklı bir teklifte bulundu. Batı ittifakının bekâsı ve karşılıklı refah adına, iki ülke birlikte çalışmanın daha üretken yollarını bulması gerekiyor." diye son buldu.

İngiltere'nin bakışı bu! Gazze'deki katliam umurlarında bile değil!
Arap basını ise Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile İngiltere Başbakanı Theresa May'in "Orta Doğu için ortak eylem planı" açıklayacağını duyurdu.

                                                                          ***

Bu yorum ve bilgilerden, Erdoğan'ın ABD desteğini kaybettiği ve yerini İngiltere ile doldurmaya çalıştığı anlaşılıyor! Bu analizi destekleyen başka bir veri daha var.
Gazeteci Serdar Turgut, "Erdoğan ve Armageddon" başlıklı yazısında, yüzde 81'i Trump'a oy veren Evanjeliklerin, iyi ve kötü arasındaki nihai savaş olarak görülen Armageddon'un yaklaştığına inandığını, bu süreçte Hz. İsa'nın da dünyaya, iyinin yanına geri döneceği beklentisi bulunduğunu, iyi taraf olarak kendileri ve müttefiklerini, kötü taraf olarak da Erdoğan'ı ve Türkiye'yi tanımladıklarını yazdı ve önemli diye bilinen birçok insanın internet sayfasında Erdoğan'ın "anti Christ" olarak gösterildiğini belirtti.


Turgut, "Kongre üyelerinin ofis telefonları gün boyu susmuyor; 'Rahip Brunson'u kurtarın' diyor arayanlar... Onların düşüncesine göre Evanjelist rahip, Armageddon savaşında düşman olan tarafın elinde tutsak. Böyle düşünüyorlar, bu nedenle tamamen çıldırmış durumdalar." diyor.

                                                                          ***

Tam bu noktada bir hatırlatmada bulunacağım. İngiltere'nin Financial Times gazetesinde 7 Aralık 2006 tarihinde, Vincent Boland ve Paul Betts, "Türk Lokumu" başlıklı ortak yorumda, "Geçtiğimiz dört yıl içerisinde AB ve IMF'nin teşvik ettiği reformlar, Türkiye ekonomisinin AB'ye entegrasyonunu pekiştirdi. Bu da Dexia, Fortis, Citigroup ve BNP Paribas gibi yabancı yatırımcıların, ekonomik dönüşümden en fazla faydalanan sektör olan bankacılık sektörüne girmelerini sağladı. Öte yandan yatırım bankaları, İstanbul'da çok ciddi miktarlarda işlemler yapıyor. Alım yönündeki sinyaller, AB sürecindeki duraklama kaynaklı satış sinyallerinden çok daha güçlü olacakmış gibi görünüyor." demişti. 

                                                                          ***

İşte Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecinin, defalarca kopma noktasına geldiği halde devam etmesinin sebebi, bu alımlar veya Türkiye açısından bakarsak bu satışlardı.

Şimdi Tayyip Erdoğan, "tamam mı devam mı?" noktasına geldiği için, üstelik ABD tarafından da Rıza Zarrab davası ile köşeye sıkıştırıldığı, Almanya tarafından da istenmediği için İngiliz ipine sarılıyor! İngiltere ise ABD gibi pervasız değil; Türkiye'yi elde tutmanın "Batı ittifakının bekâsı" için şart olduğunu düşünüyor.

Hani mesele Türkiye'nin bekâsıydı? Meğer asıl sarsılan Batı ittifakıymış!

İngiltere'nin kime veya hangi ülkeye ne hayrı dokunmuş ki şimdi de Erdoğan'ı ve Türkiye'yi hem ekonomik hem de siyasi sıkıntıdan kurtarsın?


Arslan BULUT  / YENİÇAĞ

Chatham House yeni Sykes-Picot haritaları mı çiziyor?..- Ahmet TAKAN

Onca seçim telaşının arasında sırf Kraliçe'nin hatırı kırılmasın (!) diye İngiltere'ye gidildi. Abdullah Gül beyler içinden epey kahretmiştir herhalde!.. Vefasızlık konusunda kitap yazmaya başlar mı bilemem ama kendisine bir zamanlar çok yakın duran, ödüller veren Chatham House'a da epey içerlemiştir.

Gazze'de Müslüman kanı içilirken, İsrail'in kurulmasına öncülük eden, Sykes-Picot haritalarını çizen, Sevr'i yapan Chatham House'da R. Erdoğan epeyce uzun bir konuşma yaptı. Baktım AKP cenahına, bir zamanlar oraya gidip de misafir edilenlere en ağır hakaretleri yağdıranlardan ses seda yok!.. Seçim ateşi bacalarını sardığı için yine "reisin bir bildiği vardır" moduna girmiş olmalılar!..

R. Erdoğan'ın İngiltere ziyareti ile ilgili Ankara kulislerinde akçeli işler de dahil olmak üzere çok şey konuşuluyor. Yok, o kadar da değildir artık!.. Erdoğan, bu kadar harala gürele arasından sıyrılıp, sakin geçen o 3 gün içinde Londra'da kurmaylarıyla, "şöyle rahat kafayla milletvekili listelerini" düzenleyelim demiş olamaz mı?..

Erdoğan'ın, Londra'da Bloomberg TV'ye verdiği mülakatta, "AKP'nin Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki çoğunluğunu kaybetmesi olasılığı"na ilişkin "A, B, C planlarımız var. Sistemi tıkayacak herhangi bir gelişmeye izin vermeyiz" demesi de ayrıca dikkatimi çekti.

Erdoğan, 24 Haziran'daki seçimde, kendisinin cumhurbaşkanlığını kazandığı, ancak parlamentoda 'karışık bir tablo'nun ortaya çıkması durumunda ne yapacağıyla ilgili bir soruya şu cevabı vermiş:
"Bizde bir laf vardır: 'Dereyi görmeden paçalar sıvanmaz' diye. Biz de dereyi görmeden paçaları sıvamıyoruz. Önce seçim sonuçlarını bir görelim. Sizin dediğiniz anlamdaki bir neticeye göre hazırlıklarımız şüphesiz olacaktır. A, B, C planlarımız var. İnanıyoruz ki arzu ettiğimiz plan ortaya çıkacaktır. Sistemi tıkayacak herhangi bir gelişmeye izin vermeyiz. 7 Haziran'da sistemin önünü açtım."

Doğru!.. O zamanlar gizli uzlaşma ile hareket ettiği Doktor Devlet Bahçeli ile Ahmet Davutoğlu'na hükümet kurdurmamışlardı. 1 Kasım seçiminin sonuçları da ortada!.. 24 Haziran'da AKP'nin Parlamentoda çoğunluğunu kaybedebileceği görüldüğünden siyasi kulislerde senaryolar birbirini kovalıyor. En çok konuşulanı da, "Erdoğan Cumhurbaşkanlığını kazanır Parlamentoda çoğunluğu kaybederse 3 ay içinde tekrar seçime gider." 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra ilk kaleme aldığım yazıda ve katıldığım TV programlarında Erdoğan'ın seçime gideceğini iddia eden ve haklı çıkan bir gazeteci olarak bu sefer işin öyle olacağını sanmıyorum. Erdoğan, eğer Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanır Parlamentoda çoğunluğu kaybederse bu sefer farklı bir organizasyona gider. Bu yüzden, CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi'ne milletvekili aday listelerini -YSK'ya teslim edecekleri son ana kadar- çok ince eleyip sık dokumalarını tekrar tekrar gözden geçirmelerini öneririm!..

Tower Bridge (Kule Köprüsü)
 Öncesinden, Türk kamuoyuna cilalanmaya başlanan R. Erdoğan'ın İngiltere gezisinin stratejik perde arkasına ilişkin ne düşündüğünü 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Cahit Armağan Dilek'e sordum. Dilek'e göre İngiltere köprü görevi görüyor. Dilek şöyle anlattı;
"Biz, ABD ile simgeleşen sorunlar nedeniyle iş yapamıyoruz, karşılıklı oturup konuşamıyoruz. El altından iş pişirecekler ama karşılıklı oturup konuşamıyorlar. Bence, İngiltere arabulucu. İngiltere üzerinden ABD ile iş yapıyorlar. Bu sadece İngiltere işi değil. İşin öbür tarafında ABD de var. Yani, Amerika bize empoze etmek istediği şeyleri İngiltere üzerinden yapıyor. Biz de İngiltere üzerinden karşılık veriyoruz. Bunun içinde Kıbrıs var, Suriye içinde onların oluşturmaya çalıştığı yapı var. Onların kabullenilmesine yönelik Amerika'nın telkinleri var. İngiltere de bu pazarlığı yürütüyor. Ondan sonra bu meşhur çözüm süreci var. 25 Haziran'da Suriye'de bambaşka bir resim göreceğiz. Hükümet de bu resme ses çıkarmıyor şu anda. İşte, Arap gücü gelecek, belki NATO'nun istikrar gücü gelecek. ABD planı kabullenilecek. Buna ses çıkarılmıyor. Bunun karşılığında seçimi kazanılmaya yönelik artık bunun peşinden para mı gelir, siyasi destek mi gelirin pazarlığı yapılıyor diye düşünüyorum.

Hatırlar mısınız? 1974 Barış Harekatı öncesinde 15 Temmuz'da Kıbrıs'ta darbe olunca bizimkiler garantör olarak İngiltere'ye gittiler. Ecevit'in hatıralarında var orada söylüyor; 'İkide bir İngiliz heyeti dışarı çıkıp geliyordu' diyor. 'Ne olduğunu anlayamamıştık. Sonra öğrendik ki dışarı çıkıp Amerikalılarla konuşuyorlarmış' diyor.

ABD'nin Türkiye ilişkilerini İngiltere'ye havale ettiğini düşünüyorum."
Merak ettiğim bir konu daha var;
Acaba, Londra'da Kerkük masaya yatırıldı mı?..



Ahmet Takan / YENİÇAĞ

15 Mayıs 2018 Salı

Üç yıl sonra HDP yine anahtar - KADRİ GÜRSEL

HDP’nin “Millet İttifakı”nda yer alması eşyanın tabiatına aykırıydı. İçinde İYİ Parti’nin bulunduğu bir seçim ittifakı HDP’yi doğal olarak dışarıda bırakır. Tersi de geçerlidir: HDP’yi içeren bir ittifakta da İYİ Parti olamaz. Bu acıdır, üzücüdür ama günümüz Türkiye’sinde muhalefetin gerçeğidir. HDP muhalif ittifaka alınsaydı, iktidar, parlamento ve cumhurbaşkanı seçimlerinde HDP’ye alerjik sağ oyları yanına çekmek için kullanışlı bir aleyhte propaganda imkânına sahip olacaktı.

Ama bir gerçek daha var: Önce HDP ve sonra genel olarak Kürt oyları, 24 Haziran 2018 baskın seçimlerinin anahtarı konumundadır. 

Parlamento seçimlerinde HDP yüzde 10’luk seçim barajını aşamazsa “Cumhur İttifakı”nın çoğunluğu alması neredeyse kesin. Dolayısıyla “Millet İttifakı” HDP’yle seçim ittifakına gidemiyorsa bile bu partinin seçim barajını geçerek parlamentoya yeniden girmesini istemek zorunda. 

Cumhurbaşkanı seçimi ikinci tura kalırsa HDP ikinci kez anahtar parti olacak. “Bu anahtarla muhalefetin adayı Cumhurbaşkanlığı’nın kapısını açabilir mi” sorusunun cevabı o adayın kim olacağına ve aynı zamanda ülkenin 24 Haziran sonrasındaki koşullarına bağlı. 

Dolayısıyla “Millet İttifakı” mensubu partilerin reel politika gerekçesiyle aralarına alamadıkları HDP ve tabanıyla iyi münasebetler geliştirmeleri kendi menfaatları icabıdır. Bu hususta en aktif, en yaratıcı ve en avantajlı pozisyonda olan şüphesiz ki CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce: HDP’nin hapisteki adayı Selahattin Demirtaş’ı ziyaret etti ve Hakkâri’de miting yaptı, sıcak mesajlar verdi. İyi ve doğru bir başlangıçtı. 
Ne ilginç değil mi? HDP 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’nde de anahtardı, üç yıl sonra şimdi yine anahtar... 

Ya bu üç yılda olup bitenler?

Önce “çatışmasızlık dönemi” sona erdi... Sonra Güneydoğu’nun kent ve kasabalarında PKK’nin kazdığı hendeklerle sarsılan devlet otoritesi, iktidarın yeni fiili ortağı Devlet Bahçeli’nin Nisan 2016’da yaptığı “Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayın”  şeklindeki çağrısının bulduğu “olumlu cevap”la yeniden sağlandı. 

16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu öncesinde de HDP’nin fiilen tasfiyesi için harekete geçildi. 

Mayıs 2016’da milletvekili dokunulmazlığı kaldırıldı; Kasım 2016’da Eş Genel Başkan Selahattin Demirtaş içeri alındı; “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganının bedeli kendisine halen sürmekte olan hapislikle ödetilmek istendi. Çok sayıda HDP milletvekili tutuklandı, serbest bırakıldı, yeniden tutuklandı. Belediyelere kayyım atandı, belediye başkanları içeri atıldı. HDP’nin binlerce yöneticisi ve üyesi halen terör örgütü üyeliği suçlamasıyla hapiste. 


Bütün bu inzibati tedbirlere rağmen HDP, seçmenin karşısına bir kez daha anahtar parti olarak çıktı. 

Selahattin Demirtaş hapiste ama yine partisinin cumhurbaşkanı adayı. 
HDP’nin “Türkiye partisi” olma iddiası, Selahattin Demirtaş liderliğindeki partinin gerçek bir siyasi aktöre dönüşme arzusunun taşıyıcısıydı. Bu arzunun ifadesini bulduğu slogan da “Seni başkan yaptırmayacağız” idi. HDP, 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 genel seçimlerinde yüzde 10’luk vicdansız ve ahlaksız seçim barajını geçerek parlamentoya girebilmesini, Demirtaş’a, Türkiye partisi olma iddiasına ve “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganına borçluydu.
 
Çatışmasızlık döneminin 2015’in yazında yerini çatışmaya bıraktığı koşullarda HDP’nin bir Türkiye partisi olma iddiasının hakkını veremediği, istese de buna gücünün yetmediği görüldü. Bu dezavantaja rağmen parti, 1 Kasım 2015 “tekrar seçimleri”nde barajı aşarak parlamentoya girmeyi yine başardı. 

Bugün ise HDP’nin Türkiye partisi olma iddiasını sürdürmesinin önünde kendisinden kaynaklanan bir engel yok. Nitekim dün açıkladıkları seçim bildirgelerinde “Türkiye partisiyiz” dediler ve tüm ülkenin sorunlarına soldan çözümler vaat eden bir yaklaşım sergilediler. Demirtaş da önceki gün BirGün gazetesinde yayımlanan demecinde, “HDP, Kürtçü de değildir, Türkçü de. Çok net ifade etmek gerekir ki PKK’nin de temsilcisi değildir. HDP kendisine oy veren halkların, bireylerin temsilcisidir” dedi. 

HDP ülkenin batısındaki seçmeni ikna ederse, kendisini kuşatan olumsuzluklara ve üzerindeki ağır baskıya rağmen 2015’teki başarısını 24 Haziran’da da tekrarlayabilir.

Kadri Gürsel / CUMHURİYET

Saraydan sporcu kaçırma... - Feyzi Açıkalın

Sarayın çekim alanına giren amatör sporcuların sayısı kaygı verici boyutlardayken, aktif sporculuk yaşamını sonlandıran Kenan Sofuoğlu’nun açıklamaları sorunun üstüne tuz biber ekti. Gerçi o bir profesyonel ve daha da önemlisi bir saray sevdalısı olduğu için sözleri farklı değerlendirilmeliydi…
Avrupa'da bir podyum düşünün ki, orada uğurlanmakta olan şampiyon motosiklet sürücüsü Sofuoğlu, “prezidenti öyle istediği için sporu bıraktığını” söylüyor. Televizyondaki İngiliz yorumcu ise, sporcunun prezidentin arkadaşı olduğunu ve ülkesinde tıpkı David Beckhamgibi ünlü olduğunu belirtiyor!
İnsan bu benzerlikten yola çıkarak mesela, Beckham’ın da kraliçenin emriyle mi futbolu bıraktığını merak ediyor!

Sofuoğlu saray kadrosuna girmeye hazırlanıyor olabilir. Bu onun siyasi tercihidir ve kimseyi ilgilendirmez. Ama emekli sporcu, uzatılan mikrofonlara, şu an pistlerde olan üç genç Türk yeteneği hazırlamakla kendini görevli kıldığını söylüyor. O zaman şunu sorabilir miyiz: Bu gençleri saraya bağımlı olmaktan nasıl uzak tutabileceksiniz? Ya da, aksi zaten eşyanın tabiatına aykırı mıdır?

Derken, Alman milli futbol takımı oyuncusu Mesut Özil liderliğindeki topçular da İngiltere’yi ziyaret etmekte olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşüyor. Arsen Wenger’i bile yerinden edebilecek yetenekteki Özil’in, Cumhurbaşkanı ile el sıkışma görüntüsünden, bu buluşmanın organizasyonunda yer aldığı çıkarımı yapılabiliyor.


Bu düzeydeki profesyonellerin medya görünürlüğüne hizmet edecek, iki tarafın da kazandığı(!) bir buluşma konumuz değil aslında. Biz, Türkiye’de spor yapmaya çalışan amatör sporcular için kafa yoruyoruz.

Malumunuz, 16 yıldır süren bir rejim inşası var. Ne yaman çelişkidir ki, eleştirdikleri rejimin spor kısmını yıkıp yeni bir yapı oluşturmuyor, aklınca denenmişi yani sporcuyu siyasete alet etmeyi sürdürüyorlar.
Oysa yıkmak istedikleri Cumhuriyet rejimindeki sporcunun kullanımı ile bugünün uygulaması arasında fark var. Daha cumhuriyeti ilan etmeden Muhafızgücü spor kulübünü kuran zeka, örneğinbisikletçileri rejimin tanıtımını yapmak, cumhuriyet devrimlerinin kazanımı halka anlatmak için Anadolu’da turnelere yollamış.

Gerçi, Atatürk’ün son yıllarında, Avrupa’daki hakim ideoloji faşizmden de etkilenen devlet, bir ara parti bayrağını gençlik ve sporcuyla bütünleştirmeyi denemiş ama bu anlayış kısa sürmüş.

Şimdilerde ise Türk sporcusu rejim müteahhitlerinden ziyade, onların taşeronluğunu yapanlarca kullanılıyor. Taşeronlar ikiye ayrılıyor. Birinciler, siyasi güç elde etme, saraya yakın olabilme peşindekiler. Diğerleri ise, sporcu ve spor yatırımları, organizasyonları üstünden maddi çıkar sağlamaya çalışanlar.
Olanaksızlıklar içindeki sporcu, rejime yakın olduğunu gördüğü bu kişilerle aidiyet bağı da kurarak neredeyse gönüllü olarak onların hizmetine giriyor. Kendilerine bir şekilde ve belli bir zaman diliminde atfedilen başarılarından da yararlanarak, özellikle sosyal medyada aktif rejim propagandası yapıyorlar.
Buna, yurdun en ücra köşelerine kadar örgütlenmiş spor birimlerindeki, rejime siyasi baskıyla bağlı kılınmış idareci ve altındaki sporcuları da ekleyebiliriz. Böylece siyasetin emrindeki sporcu sayısının korkunçluğu anlaşılabilir.

Arda’lar, Kenanlar, Mesutlar için yapacak bir şey yok. Ama amatör sporcuları devletin, daha da kötüsü sarayın sömürüsünden kurtarmanın tek yolu, onlara maddi ve manevi anlamda sahip çıkmaktan geçiyor.
Özellikle, belirli bir yaş ve refah düzeyine eriştikten sonra çok aktif spor yapmaya başlayan üst orta ve üst sınıf Türk insanının, kendi keyfinin yanı sıra sporcu yetiştirme konusunda da inisiyatif alması çözümün bir parçası gibi görünüyor. Yoksa, bu çocuklar sarayda tutsak kalmaya çok teşne görünüyor…


Feyzi Açıkalın / CUMHURİYET


Mangan: İrlandalı doğdu, Türk gibi öldü - MUSTAFA K. ERDEMOL

Ne Türkiye’ye geldi ne Türkler hakkında bilgisi vardı. Ama olağanüstü güzel Türkçe şiirler yazdı. Öldüğünde yastığının atlında bir kitap buldular.

Dublin’in Saint Stephen meydanında heykeli vardır. 19. yüzyılda fakir bir ailede doğmuş, ailesine yardım etmek için okumayı bırakmış, kendi kendini yetiştirmiş, yabancı diller öğrenmiş birinin heykelidir bu. Adı James Clerence Mangan. Ülkesinin en büyük şairidir. Öyle böyle değil, İrlanda Ulusal Marşı’nın sözleri ona aittir.


Dublin’den hiç dışarı çıkmadığını söylerler. Geçimini el yazmalarını çoğaltarak kazanması aslında geniş bir dünya açmıştır önünde. Bilmediği uzak köşelere o el yazmalarında okudukları sayesinde “ulaşmış” olması pek mümkündür. İrlanda’nın, Türkiye ile Türklerle bir muhabbeti var mıdır o yıllarda bilmem, bildiğim, eğer yanılmıyorsam büyük İrlanda kıtlığında, Osmanlı’dan İrlanda’ya tonlarca patates yardımı gittiğidir ama bu da Mangan’ın yaşadığı yıllarda olmuş değildir. O nedenle Türkiye’ye ilgisinin nereden geldiği sırsa da kopyalarını çıkardığı el yazması Türkçe metinlerde karşılaştığı bilgiler belki bu ilgisinin nedenidir. Bunun dışında ne Türkiye’ye gelmişliği vardı ne de Türkler hakkında doğru dürüst bir bilgisi.

O kütüphanede başladı her şey
Kendi kendine öğrendiği dillerden biri olan Almancası kusursuzdu. Bir Alman’ın bile Mangan’ın İrlandalı olduğunu anlaması zordu, derler. Gittiği bir kütüphanede Türk şiirine ilişkin, kitap kurtçuklarının tahrip ettiği Almanca yazılmış kitaplar bulmuş. Şiirlerimizle tanışması böyledir. Söz konusu kitaplarda şiirlerine yer verilen şairlerimizin kim olduğu maalesef bilinmiyor.

O kütüphaneden artık çıkmaz olmuş Mangan. Şiirlerden çok etkilendiği belli. Araştırmış, incelemiş, yavaş yavaş Türkçe de öğrenmeye başlamış. Öğrendiği Türkçesiyle Türk şiiri hakkında dergilerde yazılar da yazmış sık sık. Bulup okumak lazım, ne tür değerlendirmeler kaleme almıştır kim bilir. Bir edebiyat tarihçisi için ne güzel bir konu işte. Yapılmamışsa pek günah, yapılmış da haberimiz yoksa bu daha büyük bir facia, duyurulmamış demek ki. Daha fazla bilgimiz olsa Mangan hakkında keşke.

Türk Şairi diye anılır
Türkçe şiiri, Türk şairini merak etmekle kalmamış üstelik. Türkçe zor bir dil, böylesine zor bir dille şiir de yazmış. Hem de o kadar muhteşem şiirler yazmış ki, ülkesinin ulusal marşını yazan birisi olmasına rağmen Oxford Şiir Antolojisi’nde Türk Şairleri bölümünde yer alır adı. Bir İngiliz şiir antolojisinde tek bir gazel vardır, on altı mısralık, Mangan’a aittir. Fuzuli’nin bir gazel ile yan yana konsa fark edemez diyenler de var. Söz konusu gazelde “dünya bir kervansaraydır” mısrası geçer. İrlandalılar ne bilir kervansarayı. Mangan yazmış işte.

Şiirlerinin adı bile Türk tarihi hakkında bilgisi olduğunun ipucunu verir bize; Karamanian Exile (Karamanlı Sürgün) ya da Three Chalenders (Üç Kalanders). Three Chalenders, La ilahe, illallah diye başlar örneğin. Boğaziçi’ni hayatında görmemiş biri olmasına rağmen Meadowy Bosphorous (Çayırlı Boğaziçi) adlı bir şiiri de vardır.

Ciddi ciddi kafa yormuş Türk şiirine Mangan. Yapabildiği kadarıyla, yine Almanca üzerinden olmalı, gelişmeleri de izlemiş. Çok araştırmacı, meraklı biri olduğu anlaşılıyor. Hiç gitmediği yerleri nasıl betimlediği merak ya da eleştiri konusu olabilir belki ama Doğu merakı bunu birçok Batılı yazara, şaire yaptırmıştır aslında. Victor Hugo da Doğu’ya hiç gitmedi ancak onun da Doğu Şiirleri diye bir kitabı vardır.

Böylesi bir tutku az görünür. Mangan gibi olamazdım doğrusu, tüm yaşamını neredeyse belkirleyen bir uğraş olmuş Türk şiiri ya da edebiyatı. Ölümüne yakın zamanlarda ne hissettiğini bile Türkçe yazdığı bir şiirde betimlemiş. Şiir “Şimdi kervan yola çıkıyor… Meçhul bir ülkeye doğru/ Çanları hareket işaretini vermeye başladı bile” mısrasıyla başlıyor. Hayret gerçekten.

Zamanındaki çoğu yazar, şair, müzisyen, ressam, gezgin, heykeltraş artık ne kadar para getirmeyecek iş varsa onunla uğraşan insanlar gibi yoksuluk içinde öldü James Clerence Mangan.

Yastığının altında bir kitap buldular. Bir Türk şairinin Almancadan çevrilmiş şiir kitabı.

Mangan, “bazı” bizimkilerden daha çok “bizden”di.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

Hayır’ın ikinci dalgası olarak ‘Tamam’ - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Takvim işliyor, 24 Haziran’a giden yol kısalıyor. İktidar cenahı, tabanındaki heyecansızlığı imar affı, “varlık barışı”, genel af gibi hamlelerle gözlerden ırak tutmak istiyor. Fakat görünen o ki sonuç almaktan fersah fersah uzaklar. İktidardan yaka silkmiş yurttaşlar için ise 24 Haziran yeni bir başlangıç ihtimalini müjdeliyor. Erdoğan’ın meydanlarda kendi kitlesine seslenirken söyledikleri milyonların dilinde muhalefetin itirazına dönüşüyor. Erdoğan Gezi’den sonra ilk kez karşıtlarına bu denli slogan hediye ediyor. Haziran direnişlerinde “parkıma, bedenime, evime, tercihime dokunma” diyenler, 16 Nisan’da Hayır’a güç verenler şimdi hep beraber “Tamam” diyor. Gezi nasıl kabına sığmadıysa, Hayır nasıl rengârenk büyüdüyse, Tamam da öyle kitleselleşiyor, muhalefetin ortaklaştığı isyanın adı oluyor.

Tamam, yalnızca Erdoğan’a ve AKP hükümetine değil; 16 yılda yerleşikleşen lümpenleşmeye, çölleşmeye, liyakatsizliğe, devlet eliyle dinselleştirmeye, sansüre, talan ve ranta da deniyor. Soma’da, Ermenek’te madencilerin ölümüne “işin fıtratında var” diyen zihniyete; Konya’da, Aladağ’da, tarikat yurtlarında çocuklarımızın geleceğinin çalınmasına, üniversitelerin keyfi bir biçimde bölünmesine, cumhuriyetin sembollerinin yıkılmasına, tiyatro oyunların yasaklanmasına, akademisyenlerin, gazetecilerin işsiz bırakılmasına tamam diyor milyonlar.

İçişleri Bakanı’nın tweetler hakkındaki gözdağına kulak asan çıkmıyor. Gezi’de korku eşiği nasıl aşıldıysa şimdi de benzer bir durum yaşanıyor. Üstelik 2013 Haziran’dan bu yana toplumsal muhalefeti yok etmek için her yolu deneyen AKP’nin karşısında artık yüzde 50’den fazlası var. Ve iktidar 24 Haziran’da sonuç ne olursa olsun o gücün orada olacağını biliyor. AKP-MHP ittifakına yönelik itiraza set çekemeyen iktidar, tüm tartışmayı sandığa çekerek toplumsal muhalefetin kurumsal siyaset içine hapsolmasını, rakam hesabı yapmasını velhasıl “ehlileşmesini” arzuluyor ama olmuyor.

Hayır’ın ikinci dalgası büyüdükçe Saray işi şansa bırakmamak adına AKP’li ve MHP’li vekilleri bile bypass edecek yeni düzenlemeler yaptırıyor. Uyum yasalarının çıkartılmasında Bakanlar Kurulu’na KHK ehliyeti veren yetki kanunu bunlardan yalnızca biri. Bunu 24 Haziran sonrasının garantisi olarak görüyor. Önceki seçim süreçlerine oranla daha kaygılı olan Erdoğan yüksek yargı mensupları ile aynı masada poz verip muhalefete mesaj gönderiyor. Mitinglerdeki heyecanı eksik bulup teşkilâtına uyarı üstüne uyarı yapıyor. Meydanlarda rakiplerinin ismini bile ağzını almaktan kaçınıyor. Kendini adaylar üstü bir yere koymak istiyor ama İnce’nin ziyaretiyle hesap bozuluyor.

Bahçeli kindarlık taşeronluğu, mafya güzellemeleri yaparken tabanı Erdoğan’ın miting alanlarına rağbet etmiyor, tepedeki ittifak bir türlü tabanda perçinlenmiyor. Oysa muhalefet cenahında durum epey farklı. İnce’nin Batı illerindeki mitinglerinde CHP’lilerin yanı sıra İyi Partililer de yerini alıyor. Muharrem Bey ikinci tura kalırsa İyi Parti seçmeni zoraki değil isteyerek oyunu kendisine verecek. Hakkari mitinginde ise HDP seçmeni biraz tereddüt biraz merak ile İnce’yi dinlemeye geliyor. İnce’nin cezaevinde Demirtaş’ı ziyaret etmesi artı hanesine yazılıyor. CHP adayı Edirne’de ne dediyse Hakkari’de de onu söyleyerek, Demirtaş’ın dışarıda kampanyasını sürdürmesi gerektiğini vurgulayarak takdir topluyor. Parti rozetini Kılıçdaroğlu’na teslim etmiş İnce’yi iktidar çevresi tüm arayışlarına rağmen yıpratabilmiş değil.

Toplumsal muhalefetin ilerici unsurları bu tabloyu elbette değerlendiriyor. Gül tuzağına düşmeyen, CHP ve HDP’yi sağ tercihlerden uzak tutmak için inisiyatif alan solun niceliksel değil ama içeriği saptama, belirleme anlamında gücü var.

Müzmin karamsarlığa karşı çıktığı gibi pasif bir iyimserliğe de geçit vermemek gerektiğini vurguluyor. Bu noktada altı çizilmesi gereken seçim hazırlığının yalnızca seçmene oy verme çağrısıyla sınırlandırılamayacağı. İktidarın baskı ve propagandif araçlarını etkisizleştirecek yeni yöntemler masanın üstünde olmalı. Hayır kampanyasında olduğu gibi ortak hareket edilecek mücadele pratikleri çoğaltılmalı. Anaakım medyanın boykot edilmesi, yurttaş itirazlarının duyurulabileceği yeni mecraların yaratılması, Hayır’ın ikinci dalgasını büyüten sokak eylemlerinin örgütlenmesi ve bunun sandık güvenliğiyle birleştirilmesi ilk akla gelenler. Unutmayalım; seçim sonrasında kazanan kim olursa olsun emekten, laiklikten, özgürlükten yana olanlar “tamam” dediklerinin yerine aydınlık bir memleket inşa etmek için mücadele edecekler. O gücü şimdi biriktirme zamanı!

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

Romantik - ORHAN GÖKDEMİR

Son yazıma birçok itiraz geldi. Doğruydu gerçi söylediklerimiz ama pek romantikti. Tek adam rejimine son vermek için Temel Molla ve Meral Asena’yı da dikkate almamız, desteklememiz gerekiyordu. Hem alacağımız oy toplam oyun yüzde kaçıydı şunun şurasında. Azdı az olmasına ama ziyan etmemekte de fayda vardı.

Bu yalın gerçekçilik karşısında kanı donuyor insanın. Öyle bir gerçekçilik ki bu, insanı insanlığından çıkarır; faşistten ırkçı, dinciden yobaz yapar. Zaten bu yönde gelişmelere sıklıkla tanık oluyoruz son günlerde. Koşup saray değneğine bile oy verdiler, 100 bin imza barajını geçsin diye. Barajı geçer geçmez oy verenlere küfür etmeye başladı değnek. Suç onda değil, koşup ona oy veren gerçekçimizde!


Gerçekçi olmadığımı saklayacak değilim bu nedenle. Bizim fıtratımızda var romantizm. Solculuğun ve devrimciliğin olmazsa olmazıdır bildiğim. Onsuz yola çıkılmaz, eylem yapılmaz, yazı yazılmaz, söz sarf edilmez. Yoksa kim, oy oranı yüzde bilmem kaçken düzeni değiştirmeye yeltenebilir ki?

Zaten devrim için yola çıkanın oy oranı hesapladığını sanmam. Başka verilerimiz var bunun için. Mesela tarihin gidişinden gelen bir cüretimiz var. Sınıfımızdan kaynaklanan bir gücümüz, teorimizden kaynaklanan sonsuz bir güvenimiz var. Bütün bunları abartıyoruz biliyorum ama bu abartmaya yol açan şey döğüşen, değiştiren yoldaşlarımızın tecrübeleridir. 

***

Marx, kadim arkadaşı Engels’le yola çıktığında, yoldaki ayak izleri yok denecek kadar azdı. Ellerindeki tek cephane British Museum Kütüphanesi’nde yutarcasına okudukları kitaplardan, belgelerden devşirdiği notlardı. Onları fırlattılar burjuvazinin suratına. Kazanmadıklarını, yol almadıklarını söyleyemem.  

Mustafa Suphi, 1913’te Sinop’a sürgüne gönderildi. Oradan Sivastopol’a kaçtı, Kafkasya’ya geçti, yakalanıp Urallara sürüldü.1918’de Yeni Dünya’yı çıkarmaya başladı. 1920’de arkadaşlarıyla TKP’yi kurdu. Bir avuç insandılar. Partinin kuruluşundan 2-3 ay sonra Ankara’ya gidip “Milli Mücadele”ye katılma kararı verdiler. 1921’de derdest edilip, elleri ayakları bağlanarak Karadeniz’in karanlık sularına atıldılar. Katillerinin, alacakları oyu hesaplayıp harekete geçtiklerini sanmıyorum. Korktukları şey yoldaşlarımızın devrimci romantizmidir.

Osmanlı İmparatorluğunun tozunu attıran İttihat ve Terakki enikonu bir Rumeli hareketiydi. Mithat Şükrü Bleda’nın evinde toplanan 10 kişi kurdu örgütü. Birden ona kadar numara verdiler kuruculara. Sonraki üyelere numara verirken önüne 100 eklediler ki örgüt kalabalık görünsün. Abdülhamit alaşağı edilip, hürriyet ilan edildiğinde İstanbul’da örgütü bile yoktu teşkilatın. Talat koştu geldi, apar topar bir teşkilat oluşturdu başkentte. Ardından imparatorluğun tek hâkimi oldular. 

Peki, nasıl oldu bu? Mesela, 200’ü sivil 400 kişiyle dağa çıkan Resneli Niyazi sayesinde oldu. Acayip bir romantiktir. Abdülhamit’in onun üzerine gönderdiği ümmi Şemsi Paşa’yı gözünü kırpmadan vuran Teğmen Atıf Kamçıl sayesinde oldu. Tetiği çeken parmağının titrememesinin tek nedeni iflah olmaz romantizmidir.

Cumhuriyet kurulurken ülke 10 yılı aşan uzun iç savaştan çıkmıştı daha. İçeride ve dışarıdaki çatışmalarda, Balkanlar’da, Çanakkale’de okuryazarlarının neredeyse tamamını kaybetmişti ülke. Aydını kıt bir devrimdir Cumhuriyet. Tarihin gördüğü en romantik işlerden biridir.

TİP, meclisi 15 kişiyle silkeledi. Denizler, Mahirler bir avuç romantiktiler. Fidel ve arkadaşları bir kayığa doluşup Küba’ya çıktıklarında 82 kişiydiler. Basıldılar, aralarından sadece 11’i sağ kalmayı başardı. Vazgeçmediler. Bundan daha romantik bir karar bilmiyorum.

Büyük Fransız Devrimi aslında Paris devrimidir. 150 kilometre ötesinde yaşayanlar 6 ay sonra duymuştu kralın alaşağı edildiğini ve papazların giyotine gönderildiğini. Yapanlar birer şiir dizesi gibidir. Rus devrimi bir avuç cüretkâr devrimcinin işidir. Görüp görebileceğiniz en romantik insanlardır hepsi. Devrim dediğimiz şey, romantik bir mucizedir yani.

***

Devrimci dediğin hayallerinin peşinden gider ama ayağının yere basmadığı anlamına gelmez bu. Bir aşk halidir demek ki. Suphi ve yoldaşlarını öldürülebileceklerini bile bile yola düşürendir. Paris’te, genç erkek ve kadınları kurşun yağmuruna aldırmadan yürütendir. Resneli Niyazi’ye dört yüz kişiyle padişaha kafa tutturandır. Che’yi başka ülkelerin, başka devrimlerinin parçası yapandır. Deniz’i darağacında dimdik tutandır. 
Tutkusuz bir devrim düşünemeyiz.

Bizim romantizmimiz gerçeklikten yola çıkan ve o gerçekliğe bulduğu yerde hücum eden bir romantizmdir yalnız. Başka bir gerçekliğin ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu söylüyoruz, inanıyoruz. Başka türlü nasıl yaparız?

Sovyetler yıkıldı. Solun ve fikirlerinin yenildiği yanılsaması hala diri. Ama işte, “gerçek” hiç de göründüğü gibi değil. Biz buradayız, yenildiğimize değil tam tersine zamanımızın geldiğine inanıyoruz. Gücümüzün yerinde, sınıfımızın zinde olduğundan kuşkumuz yok. Öyle veya böyle, az oyla veya çok oyla yeni bir dünya kuracağız, mecburuz. Romantiğiz demek ki!

***

Bakıyoruz bizden önce geçenlere, düşenlere, direnenlere: Her biri iflah olmaz birer romantiktir. 
Yeniden baktık her birine. Yan yana geldik, düşlerimizi, aklımızı, bilincimizi birleştirdik. Aldığımız, alacağımız oyun düzeni değiştireceğini iddia etmiyoruz, hayır. Bu seçim de diğerleri gibi düzenin seçimidir çünkü. Ama garantisini veriyoruz, gelirsen düzeni değiştirmenin yolunu anlatacağız, tartışacağız, yol alacağız. Ve kesinlikle bir adım daha yaklaşmış olacağız hedefe. 

Öyle bir karanlığın içindeyiz ki buna inat vazgeçmemektir romantizm. Neden gerçekçi olalım? Romantiğiz evet. Üçüne beşine bakmayacağız. Molla’dan, Asena’dan kurtuluş ummayacağız. 
Gerçekçi değiliz, asla. Devrim dediğin, romantik bir mucize değil mi zaten? 
İşte, tutkuyla bağlandığımız tek gerçeğimiz bu!

Orhan Gökdemir / SOL

14 Mayıs 2018 Pazartesi

Yeni Neron ve Imperium redux - ERGİN YILDIZOĞLU

Trump, 11 Eylül saldırısının ardından başlatılan imparatorluk projesine geri dönüyor. Bu kez ABD, birçok alanda 2001’e göre daha zayıf. “I. Imperium” fiyaskoyla sonuçlanmıştı. “II. Imperium” daha büyük bir fiyaskoyla sonuçlanacak.

İmparatorluk ve iflas
İmparatorluk projesi, hegemonyanın tükenişinin semptomuydu. ABD’nin, rızaalma (liderliğini başka ülkelere ekonomik ve kültürel çekiciliği, kural koyabilme, düzeni koruyabilme güvencesiyle kabul ettirebilme) kapasitesi hıza geriliyordu... 

ABD dış politika seçkinlerinin bir kesimi (“ne-con”lar), bu durumdan, ABD’nin askeri kapasitesine daha fazla dayanması, verili kurallara, müttefiklerin çıkarlarına aldırmadan davranması gerektiğini savundular. Böylece “I. Imperium” başladı, kısa sürede, Afganistan, Irak’taki başarısızlıkların işkence resimlerinin altında çöktü. Bush’un II. döneminde devreye giren kadrolar, Obama döneminde diplomasiye, müttefiklerin inisiyatiflerine öncelik veren politikalar, hep bu iflastan çıkma çabalarıydı. Hegemonya bir kez gerilemeye başlayınca (başlangıçta, içinde doğduğu dünya artık var olmadığından) restorasyon olanaksızdır. Trump yönetimi, ABD egemen sınıflarının, halkının bu olanaksızlığı, ABD’nin bir devlet olarak, tarihin akışı içinde sıradanlaşmaya başladığını yadsımalarının bir sonucudur.

Koşullar daha da olumsuz
“I. Imperium” başladığında, ABD bütçesi, 236 milyar dolar fazla veriyordu. Dört yıl içinde açık, 412 milyar dolara çıktı; 2018 mali yılında da 833 milyar dolara.
2000’li yılların başında ABD’nin ekonomik modeli (neoliberalizm), teknolojik gelişmelerdeki liderliği hâlâ geçerliydi. Mali krizden sonra neoliberalizm modeli, artık en hafif deyişle tartışmalıdır. ABD’nin bilgisayar teknolojisi, uzay araştırmaları alanlarındaki liderliği de... ABD, Jeopolitik alanında da artık rakipsiz değildir. Rusya Ukrayna’dan Ortadoğu’ya uzanan coğrafyada etkin bir oyuncudur. Dünyanın en büyük ekonomisi (satın alma gücü paritesi -PPP- ile) artık, Şangay’dan Avrupa’nın içine kadar uzanan “Tek kuşak - tek yol projesi” ile kendi ekonomik coğrafyasını (küreselleşmesini) inşa eden Çin’dir. ABD’nin, dış politika kadrolarına bakınca da, Chaney, Rice, Wolfowitz, Rumsfeld gibi, neo-conların ağır toplarının yerinde şimdi, Bolton gibi marjinal bir tip var.

‘Ulusalcı zorba’
Trump yönetimi, Paris İklim Anlaşması’ndan, Asya’da serbest ticaret anlaşmasından çıktı; Latin Amerika ülkelerini, Kanada’yı NAFTA’dan çıkmakla tehdit ediyor. Trump “hiçbir bağımsız devletin kabul edemeyeceği koşullarıdayatarak” (Wolf, Financial Times), Çin’e karşı “bir ticaret savaşı başlattı”. Trump, Filistin sorununda iki devletli çözümü terk etti; Almanya, Fransa, İngiltere’nin büyük çabalarla hazırladıktan, Rusya ve ABD’yi de katarak gerçekleştirdikleri İran anlaşmasından, müttefiklerinin uyarılarına aldırmadan çıktı; yeni yaptırımları devreye sokarken İran’a saldırmaktan söz ediyor. “NATO’nun yerine, adeta İsrail-Suudi-ABD ittifakını seçiyor” (Bacewich, The Spectator). ABD, “kurallara dayalı dünya düzeni” anlayışını terk etti,  Financial Times’dan Stephens’in deyişiyle “milliyetçi bir zorbaya” dönüştü.

Gelinen noktada, ABD’nin çıkarları, Almanya, Fransa, İngiltere gibi temel müttefiklerinkilerle çelişiyor. ABD yönetimi, müttefiklerinin tüm uyarılarına, önerilerine, taleplerine kulağını kapatıyor. Afganistan’daki varlığından da Taliban’ı meşru bir muhalefet gücü olarak kabul eden Çin yararlanıyor (L. Sellin, Gatestone Inst.) Handelsblatt’ın aktardığına göre, İran’da çalışan Alman şirketleri, yaptırımlara karşı önlemlerini çoktan aldılar: ABD bağlantılarını, ABD’li personeli devreden çıkarıyorlar. Trump, Avrupa ürünlerinin ithalatına korumacı vergiler koyarken, geçen hafta kendisine, Almanya’nın en prestijli ödülü “Charlemagne ödülü” verilen Macron, “Avrupa kendi kaderini kendi eline almalıdır” diyor, Almanya’yı da o yönde hareket etmeye zorluyor.

“Imperium redux” derken Trump, ABD’yi yalnızlaştırıyor, Sezar olayım derken   Neron olmaya doğru gidiyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

13 Mayıs 2018 Pazar

68’den çıkarımlar-(1-2)-ZAFER DİPER

(1)

68’ler... Çoğunlukla kimi yapıtlardan (özellikle68 için yazılmış ve yazılabilecek en iyi kitap’ olarak değerlendirilen “1968-İsyancı Bir Öğrenci Kuşağı/ Ronald Fraser/ Türkçesi: Kudret Emiroğlu/ Belge Yayınları”) derleyerek kurgulamalarım aracılığıyla, bilgilerimizi yinelemede yarar var. Hem bunu ilk kez yapmayacağım;  daha önceleri de BirGün’de değinmişliğim var 68’e. Yine öyle, 50.yılında...

1968 kuşağının ilk tohumları ABD’de 1940’larda atılıyor. Kentlere göç eden siyahlarla birlikte 60’lara damgasını vuran ilk öğrenci eylemleri o zamanlardan başlıyor. Bir öğrenci kuşağı, kurulu düzene yalnız sokaklarda değil, toplumsal, ve siyasal alanda da karşı çıkabileceğini gösteriyor. İnsanlar aşama düzenine(hiyerarşiye), yetkeye(otoriteye), soğuk akılcı mantığa, yaşadığı topluma öfke kusuyor; kendi yarattığı yoksulluğu, eşitsizliği, türesizliği  (adaletsizliği) görmezden gelen topluma…

Halkerki(demokrasi), ırkçılık, yayılımcı(emperyalist) savaşlar, halkın belli kesimlerinin baskı altında tutulması, anamalın(sermayenin) egemenliği, ailenin kutsallığı, cinsellik, kentsoylu(burjuva) kültürü, bütün bunlara, bu kurulu düzene karşı çıkıldı… 1967 Nisanında tepkiler doruğa ulaştı... Vietnam savaşı karşıtlığı, üniversitelerdeki buyurgan yapı, cinsler arasındaki ayrımcılık, geleneksel aktöre(ahlak) ve yasaklar(tabular) ayaklanmanın başlıca nedenlerini oluşturdu… 1964 Ağustos’unda Amerika Kuzey Vietnam’a havadan saldırdı. Ormanları, tarlaları, üretimevlerini(fabrikaları) napalm bombalarıyla yaktı. Bir öğrenci şöyle diyordu:“İnsanları ve beni de en çok şaşırtan, böyle gelişmiş bir ülkenin, Vietnam’a saldırmasıydı. Kendi ülkende sömürülen bir azınlığın haklarını vermiyorsun ama senden ta uzaklarda başka bir ırk ve kültürden bir köylü toplumunu, hiç sebepsiz bombalıyorsun!” Oysa nedensiz değildi. Amerika, Güneydoğu Asya ile Pasifik’i kendi çıkarları için yaşamsal bir bölge olarak düşünüyordu… 1967 sonbaharında Celbi Durdurma Haftası ve Pentagona Büyük Yürüyüş gerçekleştirildi… Bu dönemde Çiçek Çocukları (Hippie’ler) yeni bir yaşam kültürü oluşturmaya başladı. Siyasetten uzak olan bu akım, özelikle Vietnam savaşından etkilenerek siyasallaşmaya başladı. Karşı kültür, 1950’lerin Beat kuşağından da esinlenmişti.

“Amerikalılar, savaştan önce bıraktıkları hayata, kaldıkları yerden devam etmek istiyorlardı. Genç nesilden, okula gitmesi, iş bulması, hayatını ahlak kuralları çerçevesinde yaşaması, evlenip çocuk yapması, sonra da ebeveyninden aldığı bu hazır ambalajlı yaşamın meşalesini, kendi çocuklarına aktarması bekleniyordu. Riayet etmek, iyi bir vatandaş olmanın düzen tarafından konulmuş güvenli önkoşuluydu. Ancak, emniyet ve asayişin her an ortadan kaldırılabilecek bir görüntüden ibaret olduğunu düşünenler de vardı. Dünya, Yahudi'lerin gaz odalarında öldürülmesinin, Avrupa'nın ırzına geçilişinin, 'Küçük Çocuk ve Şişman Adam'ın Japonya'da yüz binlerce insanı öldürmesinin artçı şokları ile hala yalpalamaktaydı. Bu ‘gerçeklerden kaçan’ sessiz toplumdan, paketlenmiş yapay bir hayatı yaşamayı reddeden bir grup hipsterlar ortaya çıktı. Onları radikal, tehlikeli, serseri diye adlandıran tutucu kesime göre hayat tarzları bir skandaldı ve Amerika'daki zenginliği reddedişlerine anlam veremiyorlardı. Bu aykırı nesil, Beat Kuşağı idi... Beat Hareketi, yaratıcı katkıları ve ektikleri uyumsuzluk tohumları ile büyük bir zafer yaşadı. 1960'lara gelindiğinde bir başka nesil onların tarlalarında ekin biçecek, sosyal adaletsizliğe ve savaşa karşı çıkacaktı. (Beat Kuşağı/ Diane Huddleston/ Çev. Burcu Deniz/ Sub Yayınları/ Tanıtım Bülteninden)

“Beat Kuşağ’ının felsefi açıdan özünü Dostoyevski, Nietzsche, Kafka, Heidegger, Sartre, Camus gibi isimlerde bulmaktayız. (...)‘Yabancılaşma’, ‘özgürleşme’, ‘bulantı’ gibi sözcüklerle tanımlanabilecek şey, Beat Kuşağı’nda sonsuz ‘yaşam coşkusu’ olarak vücut bulacaktı.(...)Wilhelm Reich’ın tanımladığı cinsel devrim, bu alanda Beat Kuşağı’nın yol göstericisi oldu. Çünkü cinsel açıdan yetersizlikler-sapmalar-yoksunluklar, bireyi nevrotik bir evreye götürerek özünü parçalıyor ve ciddi problemlere neden oluyordu...” (Yeni başlayanlar için Beat Kuşağı)

Beat Kuşağı akımının öncülerinden Jack Kerouac “Yolda” (1957) adlı yapıtında şöyle diyor: Hayata babanızın çatısı altındaki her şeye inanarak başlayan tatlı bir çocuksunuz; sonra geliyor belirsizlik günleri; zavallı, sefil, gariban, çırılçıplaksınız, yol yordam bilmiyorsunuz ve dehşet verici, kederli bir hayaletin eşliğinde, kabus gibi hayattan içiniz ürpererek geçip gidiyorsunuz.”


(2)

68’e değinmek benim için yazıklanıp durduğum bir süreç. Sonuçta dünyayı yönetenlerin yine paçayı kurtardığı ama yinelemekten bıkıp usanmadığım, benim için dünyanın merkezine düşsel bir yolculuk sanki...

68’e yolculuğu geçen hafta kaldığımız yerden sürdürelim...

Hippi’lerin insancıl ve barışçıl bir yaşam biçimi vardı. Bu dönemin gençleri “make love, not war”(savaşma seviş) savsözünde kendini buldu. ‘68 dönemine müzik de damgasını vurmuştu. Rock ve folk olarak iki ana başlık altında toplanan, kökleri “insan hakları savaşımı”na dayanan protest müzik, siyasal içerikli bildirileri kitlelere ulaştırmada etkili bir rol oynamış ve bu günlere de ulaşan bir müzik kültürü yaratmıştı. Janis Joplin, Bob Dylan, Beatles, Rolling Stones, The Doors, Joan Baez, Peet Seager gibi müzisyenler özellikle şiddet ve ırkçılık karşıtlığı ile öne çıktı. Çeşitli şenlikler(festivaller) düzenlendi. 15 ağustos 1969’da yapılan Woodstock Şenliğine katılım şaşırtıcıydı. Bu; 2 gece 3 gün süren, 500.000 kişinin katıldığı sevgi ve dayanışmanın, paylaşımın, ırkçılık ve savaş karşıtlığının yaşandığı en büyük etkinliklerden biriydi. Unutulmaz anlarından biri de Jimi Hendrix’in ABD ulusal marşını gitarıyla savaş sesleri çıkararak çalması olmuştu.

1968 eylemleri kısa ve uzun erimli bir dizi gelişmelere yol açtı. Çevre bilincinin ortaya çıkmasına neden oldu. “Çekirdeksel(nükleer) karşıtlığı” ve “silahların artışına karşı silahsızlanma” gibi konularda toplumsal bilinç ve kültür yaratıldı… Seçenekli(alternatif) yaşam biçimleri geliştirildi. Ortak(Komün) evler kuruldu. Ayrımlı(farklı) olanların varlığı olurlanmaya başlandı.Cinsel özgürleşme, 68’in en önemli sonuçlarından biriydi. Okullarda dirimbilim (biyoloji) dersinde insan gövdebilimi(anatomisi) öğretilmeye başlandı. Daha önce pornografi, nü resimler, sanatta çıplaklık suç sayılırken, bunlar sergilenmeye başlandı. Eski kültür paramparça olmaya, bireyin özgürlüğünün önündeki en büyük engellerden biri olan cinsellik tabusu yıkılmaya başladı. Eşcinsellik, eşcinsel evlilik, seks işçiliği, bisexsüellerin ve lezbiyenlerin örgütlenme özgürlüğü gibi kazanımlar elde edildi. 68’in en büyük sonuçlarından biri kadın haklarında görüldü. Kadınlar evli olsun olmasın kürtaj olma, boşanma davası açma, kocalarının izni olmadan ehliyet alma ve yolculuk etme haklarını elde etti. Evlilik dışı cinsel yaşam özgürlüğü, seçme seçilme hakkı sağlandı. İnsanlar birlikte yaşamak için evlenme koşulunu, aile kurmayı istemediler. Geleneksel kadın rolü sayılan çocuk bakımı, mutfak işleri ve ev temizliği erkekler yanınca da yapılmaya başlandı. Eğitimde demokratik katılımcı yapı ve örgütlenme özgürlüğü gelişti. Savaşlara karşıtçılık(muhalefet) yükseldi. Üçüncü dünya ülkeleri ve ulusal bağımsızlık istemleriyle dayanışma yerleşti. Sırt çantası ile dış ülkelere gezi, çeşitli kültürler ve insanlarla tanışma eğilimi arttı. Giyim kuşamda tüketim yerine ikinci el ya da eskiler yeğ tutuldu. Askerlik yapmaya karşı duruş, sivil askerlik gibi açılımlar gerçekleşti.

Toplumda köktenci görüşler geliştirmenin gücü, denilebilir ki bir yokluk sonucu, kendisi bir sınıf olmayan, zaman içinde sürekli olmayan bir tabakaya, öğrencilerin omuzuna düştü. Onlar demokrasinin anlamını genişletmek, doğrudan eylemle halkın gücünü arttırmak, yeni siyasi arayışlar-kuramlar geliştirmek, bireyi köktencileştirmek için savaşım verdiler. Ne var ki 68 devinimi(hareketi), son çözümlemesinde(tahlilde), toplumsal tabakaları eyleme geçiremedi, özellikle kurulu düzenin güçlü(iktidar) yapılarına tehdit yöneltebilecek işçi sınıfıyla bağ kuramadı...

Benim yetersiz özetlemelerim nereye kadar? Oysa çok değerli çalışmalar var; 1968 İsyancı Bir Öğrenci Kuşağı(Ronald Fraser/ Belge Yayınları, 1988) yanı sıra diğer bir kaçı: Küresel İsyan ‘68(Mete Kızık/ Günizi Yayıncılık, 2008), Bizim 68’liler(Şükran Soner/ Cumhuriyet Kitapları, 2009), 68 Kuşağı Gençlik Olaylarının Uluslararası Boyutu(Feryat Bulut, 2011), Türkiye ve Fransa’da 1968(Emine Öztürk/ Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (2017), vd.

68 Kuşağı, yazmakla ve üzerinde düşünmekle bitmeyecek 50 yıllık bir destan...

Zafer Diper / BİRGÜN


Hadi bu bataklığı kurutalım! - IŞIL ÖZGENTÜRK

Hepsi 12 yaşlarında dört öğrencinin o gün canları sıkılıyordu. “Ulan bir şeyler yapalım” diyerek birbirlerini tahrik ettiler ve can sıkıntılarını giderecek kendilerine göre müthiş bir oyun buldular. Sınıfın en sessizi, en uysalı birini gözlerine kestirip, karanlık bir koridorda üstüne çullandılar ve apar topar tuvalette götürdüler. Çok eğleniyorlardı, apar topar tuvalete soktukları arkadaşları “beni bırakın” diye yalvardığında, “yapmayın” diye haykırdığında elleriyle ağzını kapatıyorlar ve sırayla, gülmeler ve haykırmalar arasında arkadaşlarına tek tek tecavüz ediyorlardı. Öğrencilerden biri oynadıkları bu muhteşem oyunu cep telefonuyla hiçbir ayrıntı kaçırmadan videoya çekiyordu. Sonra sakinleştiler. Ve tecavüzlerden bitap düşen arkadaşlarını tuvalette bırakıp gittiler. Giderken şöyle seslendiler, “sesini çıkarıp müdüre filan gitmeye kalkma, elimizde seni rezil edecek kayıt var!” 

Tecavüze uğrayan çocuk, kendini öylesine aşağılanmış hissetmişti ki, o günden sonra okula gitmemek için sürekli hastalandı. Ancak tecavüz olayını gerçekleştiren çocuklar yaptıkları işten öylesine hoşnuttular ki, kendilerini öylesine ayrıcalıklı hissediyorlardı ki, video kaydını tüm sınıfa göstermek için yanıp tutuşuyorlardı. Öğretmen onları videoya bakıp kahkahalar atarken yakaladı ve olay öğrenildi. 

Size bir Amerikan filmi senaryosu anlatmıyorum, bu bir korku filmi değil, bu bir gerçek olay ve bütün bunlar bir ilköğretim okulunda yaşandı. Pek çok kişinin “hayır olamaz, bizim aile düzenimiz buna izin vermez, bizim çocuklarımız terbiyelidir”, dediklerini duyar gibiyim. Ama gerçek, ülkemizde her alanda değerler öylesine sarsılmış, öylesine yıpratılmış ki, bu olay gibi olaylar pek çok yerde tekrarlanıyor ve biz sadece emniyeti aksattığı için şimdilik bunu biliyoruz. Ülkemizin Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı yurtlarda sürekli karşımıza gelen tecavüz olaylarının nasıl kapatıldığını da. Çöküş böyle bir şeydir, çocukların bile masumiyetlerini alıp götürür. Sokaklarda dilenen çocukların, gencecik kızların elli lira karşılığında seks işçisi olarak kullanıldığını bilmiyor musunuz? Bilmek zorundayız. Diyanetin bütçesinin üç bakanlık bütçesinden fazla olması ne okullardaki tecavüzleri ne de sokaklardaki fuhuşu engelliyor. 6000 zeytin ağacını ömrü ancak yirmi yıl sürecek ve kıytırık bir enerji üretecek termik santral yapımı için kesenlerin, işçileri madenlerde ve inşaat alanlarında ölüme gönderenlerin ne ülkedeki çocuklar umurunda ne de ülke toprakları. Tek umurlarında olan şey, yeni tanrıları para! 
Neyse öfkem burnumda, yatışmak için bir film senaryosu anlatayım. Dünyayı ele geçirmeye çalışan bir grup insan, son teknolojileri kullanarak laboratuvarlarda insana çok benzeyen robotlar üretiyor. Ürettikleri bu robotlar tıpkı insanlar gibi yiyor, içiyor ve konuşuyor ama duyguları yok. Nasıl yani, evet sevme, acıma, merhamet gibi duygular robotlara verilmiyor. Sonra bu robotlar gruplara ayrılıp, dünyayı ele geçirmeye çalışan bir grup insan tarafından çeşitli ülkelere gönderiliyor. Amaç bu ülkelerin insanlarını yozlaştırmak, parayı tanrı gibi göstermek, topraklarını çoraklaştırmak ve sonunda 
o ülkeyi ölüme sürüklemek. Robotlar çok yetenekli ve para da gani. Bunlar öncelikle ülkenin bir grup aydınını para ile iktidar vaadiyle satın alıyorlar. Ardından tüm kurumları ele geçirip, yok etmek üzere planlıyorlar, sonuçta o ülkeyi öylesine aciz, öylesine başkalarına muhtaç duruma getiriyorlar ki, ülke ölüyor ve bir grup insan o ülkeyi de kendi sınırları içine alıyor. 

İşte size başarılı bir Hollywood filmi senaryosu, siz ne diyorsunuz? Bu filmi biliyor musunuz? Evet! Biliyoruz! Üstelik bu filmde figüran olarak oynuyoruz.! Helal olsun size! Bu arada bu ülkede yaşayan pek çok insanın, özellikle çocukları ve torunları için endişeli olduklarını ve onları ne yapıp edip yurtdışına göndermeye çalıştıklarını da belirtmek isterim. 

İşte o bir grup insanın yaymak istediği en önemliduygu bu duygu. Ülkeden umut kesip başka ülkelere göç etme isteğinin yoğunlaşması. Yani ülkede yoğun bir biçimde beyin göçünün başlaması.

Yani dostlar hep birlikte bir bataklıkta usul usul batmaktayız. Üstelik şimdilik bize uzanan herhangi bir dal yok. Tek gücümüz birbirimize sımsıkı sarılmak ve birden hep birlikte fırlayarak bataklığın öbür tarafına geçmek. Ya geçeriz ya da boğulur gideriz. Karar bizim.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET