18 Mayıs 2018 Cuma

ABD, PKK/YPG'yi daha da güçlendiriyor!.. - Ahmet TAKAN / YENİÇAĞ

24 Haziran baskın seçimleri münasebetiyle uygulanan karartma yüzünden Irak ve Suriye'de olup bitenler itina ile Türk kamuoyundan saklanıyor.

Önceki gün, Ankara'da güvenlik birimlerine oldukça önemli bir istihbarat raporu ulaştı. Buna geçmeden önce "bunlar da kim, ne?" diyebileceğiniz 2 hususa kısaca açıklık getirmek isterim;
1-Ahmet Carba: Suriye'de Sünni bir aşiretin önemli bir ismi. Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) eski başkanlarından. Kirli sicili, PYD ve Suud yönetimine yakınlığı ile biliniyor.
2-Roj peşmergeleri: Suriye iç savaşının başladığı dönemde Suriye'nin kuzeyinde varlıklarını gösterdiler. IKBY Başkanı çapulcu başı Barzani'ye yakınlıkları ile tanınıyorlardı. Sözde Rojava'yı hâkimiyetine geçirmeden önce PYD ile zorlu bir çatışma içine girdiler. PYD güçleri, o dönem PKK'nın Türkiye'den giden savaşmayı bilen teröristlerinin de desteğiyle Cezire bölgesinden hepsini kovmayı başardı. Hatta bir süre de karşılıklı adam kaçırma olaylarına tanıklık edildi; sonunda hepsi ailelerini de alıp Irak'a doğru çekilirken, bu duruma öfkelenen Barzani de "Rojava" ile arasına derin hendekler kazdı. Barzani, bir gün ihtiyaç olacağının altını çizerek Suriye'den gelen bu güçleri yanına alıp eğitti ve bir askeri güç haline dönüştürdü. Adına da sözde Rojava'dan geldiklerini belirlemek için "Roj peşmergeleri" denildi.

Önceki gün Ankara'ya ulaşan kritik istihbarat raporunda şöyle deniyordu;
"Dün (Salı-aht-) Irak'ta kritik bir görüşme gerçekleşti. Suriye'de Deyrizor'un güneyinde Irak sınırında 55 kilometre alanı kontrol eden ve Ürdün'de eğitilen savaşçılardan 2 bin tanesi kontrolüne verilen Ahmet Carba adlı Arap Sünni lider, Kuzey Irak'ta Barzani ve Roj peşmergeleri komutanı Lokman ile görüştü."

Bu kritik bilginin ne manaya geldiğini sorduğum devlet içindeki analist kaynaklar, ABD'nin resmi olarak Irak ve Suriye'yi üçe bölme planının sahada daha da hız kazandığına işaret ederek şunları söyledi;
"ABD'nin itina ile eğittikleri Roj peşmergelerinin en elit kadroları Erbil'deler. Şimdi sahaya sürülüyorlar. YPG'yi Roj peşmergeleri ile karma yaparak evirecekler. Roj Peşmergeleri aynı zamanda Suriye Sünnistanı'nın kurulmasında etkili olacaklar. Irak'ın üçe ayrılması yakında çıkacak iç karışıklıktan sonra olacak. 24 Haziran'dan sonra TSK'ya Afrin'den çıkması için baskılar artacak. Buna karşılık Türkiye'ye İdlip'teki gözlem noktalarının bırakılması önerilecek."

Sakın ha!.. "Bana bundan sonra da ne olur" diye sormayın...

ABD/İsrail projesi olan Gazze'deki kanlı tezgaha odaklanırken -ki buna hiçbir itirazım yok- "Suriye ve Irak'ta neler oluyor" sorularını ısrarla gündemde tutmaya devam edeceğim. Üstelik, Rusya'nın da sessizliği ilginç değil mi?..

                                                                         ***

Geçtiğimiz hafta içinde Kandil'de terör örgütü PKK'nın sözde merkez yürütme konseyinin ABD'liler ile birlikte yaptığı toplantı ve ele alınan konulardan birinin de Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı seçimi olduğuna ilişkin de oldukça ilginç (!) istihbarat raporları ulaşıyor Başkent Ankara'ya. Bu raporların HDP ve Selahattin Demirtaş ile yürütülen pazarlıklar başlığında çok enteresan değerlendirmeler bulunuyor. Ufak bir çıtlatma yapayım; AKP'li 3 ismin İngiltere'de terör örgütü PKK yanlısı olarak bilinen kısa adı DPI olan Democratik Progress İnstitute ile görüşmelerinin etkileri dikkatle takip ediliyor.

Diğer bir önemli noktada, Halkbank eski genel müdür yardımcısı Hakan Atilla'nın New York'ta çıkan kararla cezasının kesinleşmesinden sonra Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu'nun, ABD Dışişleri Bakanı Mike  Pompeo'yla Washington'da yapacağı görüşme. Dışişleri bakanlarının görüşmede Suriye ve Orta Doğu'daki gelişmeler, ikili ilişkiler, terör örgütü PKK ve FETÖ ile mücadele gibi konuları ele alması bekleniyor. Ancak bizim buralardaki diplomatik kanalların ve iktidar çevrelerinin hiç ağızlarına almadığı fakat ABD'den yansıyan bilgiler var; Seçimlere kısa bir süre kala Halkbank'a bir ceza gelip gelmeyeceği veya ne kadar gelebileceği. Halkbank'ın ABD Hazinesi ile bir süredir görüştüğünü ve henüz anlaşılamadığını ABD'li kaynaklar söylüyor.

24 Haziran'a giderken kapalı kapılar arkasında döndürülen tezgahlar, 2002 yılında başta BOP için yapılan organizasyonların güncellendiği izlenimini veriyor!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

17 Mayıs 2018 Perşembe

50 yıl sonra ’68 - ERGİN YILDIZOĞLU

Bir aydır işçiler, öğrenciler Paris sokaklarında. CGT’nin de katılmaya karar vererek yaygın seferberlik ilan etmesiyle “Halkın eşitlik, toplumsal adaleti dayanışma dalgası” yükselmeye devam ediyor. Duvar yazıları, afişler, pankartlar da Macron’un neoliberalizmine karşı ayaklanan öğrencilerin, işçilerin Mayıs 1968’i unutmadığını gösteriyor.

Zaman kırılınca... 
Zamanın yeknesak akışı, bir gün aniden kırılır. Kırılmayla açılan çatlağın içinde yepyeni olasılıklara açılan bir “sonsuzluk” başlar. İnsanlar, “Gezi”de olduğu gibi, “şeylerin andaki durumunu” değiştirebileceklerini düşünürler. Sonra çatlak kapanır, zaman yeknesak akışına, bazen başka bir kanalda yeniden başlar. ’68, işte böyle bir kırılmaydı. Mayıs, haziran ayları da böyle bir çatlak.
 
’68, ne Paris’le sınırlıydı ne de sıradan bir isyandı. Olayın, yaşandığı 66-74 aralığı, II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizminin bir yapısal krize girdiği yıllardı. ABD’de sivil haklar hareketi, savaş karşıtı hareket, Şili’de Allende, Almanya, İngiltere, İtalya’da toplumsal hareketler, grevler, “Prag Baharı”, Tayland’da, Japonya’da öğrenci hareketleri, Çin’de Kültür Devrimi atılımı, Vietnam’da Kuzeyin Zaferi... Türkiye’de TİP, Fikir Kulüpleri Federasyonu, Dev- Genç, Devrimci Doğu Kültür Ocakları, “15-16 Haziran”, Paris 68’le aynı bir evrenselliğini paylaşıyordu. 

’68, birçok yerde, kapitalizme yönelik kültürel (özgürlük, eşitlik, tüketim kültürü, ekoloji, cinsel sorunlar ve ırkçılığa ilişkin) ve toplumsal (baskıya ve sömürüye ilişkin) eleştirileri birleştiriyordu. Böylece, entelijansiyanınkapitalizme yönelik eleştirileri, kadın, LGBT hareketleri, işçi hareketinineleştirileriyle birleşiyordu. Paris ’68, bir öğrenci isyanı olmaktan öte 9 milyon işçiyi kapsayan bir genel grevdi de aynı zamanda. ’68’in, şiddet kullanmayı siyasetin alet çantasına yeniden eklediğini de vurgulayalım. Ancak, ’68 isyanı, tüm devrimci enerjisine karşın, özellikle 1980’lerde belirginleşeceği gibi, 1917’de başlayan bir devrimci dalganın da son noktasıydı.

Uzun ’68 
66-74 dalgası geri çekilirken sermayenin karşı saldırısı başladı. 68’in tükenmesi uzun sürdü. 1980’lere geldiğimizde, neoliberalizmi, postmodernizmi, ’68’in kimi duyarlılıklarının kapitalizmin yeniden yapılandırılmasında araçlaştırıldığını görüyoruz. 
Çevre ülkelerde kapitalist sınıflar bu yumuşak geçişi başarabilecek düzeyde ve örgütlü değildi. Buna iki kutuplu dünyanın jeopolitiği de eklenince, buralarda, uzun ’68 askeri diktatörlüklerin, solu, işçi hareketini, fiziki olarak likide eden katliamların yılları oldu. 
Sermaye kendini yeniler, yapısal krizi yönetmeye başlarken, “Uzun ’68”, kapitalizmin bir döneminin bittiğini söylüyor; yeni dönem, solun önüne örgütlenme, çalışma ve devrim anlayışlarına ilişkin yeni sorular koyuyordu. Ne sol partiler ne de sendikalar bu sorulara uygun cevapları bulabildiler. 

Dahası, ’68’in, işçi hareketiyle birleştirmek üzere gündeme getirdiği kadın hareketinin, LGBT hareketinin talepleri, ırkçılıkla mücadele sorunları, kısa sürede, işçi sınıfı sorunlarını geri plana ittiler, hatta onların yerine geçtiler. Ayrımcılığa karşı mücadeleyi gündemine alırken sol, gelir dağılımındaki adaletsizliğe, ekonomik eşitsizliğe, sömürüye karşı mücadelenin unutulduğunu ya göremedi ya da salt bu yeni taleplerle, ekonomik eşitsizliğe karşı mücadele arasındaki organik bağı kuramadı. 

68’in devrimci dalgası geri çekilirken, kapitalizmin kültürel eleştirisi ile toplumsal eleştirisi, gençlik, entelijansiya ile işçi hareketi birbirinden ayrıldı. Kapitalizmin, ekonomik eleştirisi, 1989’dan sonra, “küreselleşme” söyleminin etkisiyle gündemden düştü; solun 1989’da yaşanan “şey”in niteliğini açıklamaktaki yetersizliği, hatta isteksizliği gerilemesini hızlandırdı. 

1990’lara geldiğimizde, sol artık demokratizmi benimsemiş, her siyasi faaliyetin, mutlaka siyasi iktidarı hedef alması gerektiğini, devletin de nasıl bir terör aygıtı olduğunu adeta unutmuştu. 

“Meydan İşgal” ve Gezi olaylarına karşın ne yazık ki hâlâ sol, bu gerileme sürecini yaşamaya devam ediyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Tekme - ÖZGÜR MUMCU

301 madencinin hayatını kaybettiği Soma felaketinin dördüncü yıldönümünde  Muharrem İnce’nin, madenci tekmelemesiyle hatırlanan başbakanlık müşaviri  Yusuf Yerkel hakkındaki “tekme atandan hesap sormazsam namerdim” açıklamasının etkileri sürüyor. 

Dört senedir sessizliğini koruyan Yerkel, sosyal medya aracılığıyla “Böyle birolayda yer almamdan dolayı tekrar derin üzüntülerimi ifade ediyor, kamuoyundan özür diliyorum” mesajını yayımladı. 

Bunun üzerine İnce, “Özür dilemek yetmez, hesap verecek” dedi. Yerkel ise tekmelediği madenci Erdal Kocabıyık’ı arayarak özür dilediğini ve kendisiyle helalleştiğini ileri sürdü. Kocabıyık’ın yalanlaması gecikmedi. Özrü kabul etmediğini ve Yerkel’in telefonlarına dahi çıkmadığını ifade etti. 

Tekme hadisesinden sonra madenci Kocabıyık, “kamu malına zarar vermek”suçundan 10 ay ceza almıştı. Oysa görüntüler izlendiğinde zırhlı bir araca bir tekme savurduğu, ardından iki jandarma tarafından yere yığıldığı ve henüz yerdeyken arkalardan kopup gelen Yusuf Yerkel tarafından tekmelendiği görülüyor. 


Hatırlayalım. O vakitler, parti sözcüsü Hüseyin Çelik olayda asıl Yerkel’in şiddet gördüğünü ve 7 gün rapor aldığını söylemişti. Yani Yerkel’e partisi adına sahip çıkmıştı. 
Görüntüler ortada. Zırhlı aracın o tekmeden zarar görme ihtimali yok. Yerkel, şiddete uğramamış. Aksine yerde yatan birini darp etmiş. Sosyal medya paylaşımlarında bir AKP militanı olduğu anlaşılan bir doktordan 7 gün rapor almayı başarmış. Belli ki sahte olan bu raporu Hüseyin Çelik savunmuş. Yetmez gibi Yerkel’in üzüntülü olduğunu ancak özür dilemediğini de açıklamış. 

Muharrem İnce’nin açıklamasından sonraki gelişmeler üzerine oyuncu BarışAtay, sosyal medyada “Hepiniz ağlayarak özür dileyeceksiniz. O gün geldiğinde; affedeni, acıyanı, yargılamaktan vazgeçeni de unutmayacağız! Yok öyle ‘torunlarla emeklilik, hepimiz kardeşiz, kavga istemiyoruz’ falan. Her şey yeni başlıyor. Bu ülkeye, insanına yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz” diye yazdı. 

Hem Yerkel’in samimiyetsiz özrüne hem de muhalefetin iktidara gelirse   “rövanşizme”  başvurmayacağını söylemesine tepki gösterdi.

Hürriyet gazetesinden Ahmet HakanMeral Akşener ve Muharrem İnce’den Barış Atay’a haddini bildirmesini talep eden bir yazı kaleme aldı. Atay, dün sabah saatlerinde gözaltına alındı. 

Bütün bu hikâye şunları gösteriyor. 

Video kaydının açıkça gösterdiği gerçeklere rağmen, şiddete uğradığını söyleyen ve rapor alan bir müşavir var. Bu müşavire destek çıkan bir bakan var. Yerde acımasızca tekmelendiği halde 10 ay hapse mahkûm edilen bir madenci var. 
İktidarın yargılamadan anladığı siyasi cezalandırma. O sebeple de ilerde yargılanma ihtimalinden bahsedilmesini bile bir tehdit olarak algılıyor. Sebebi basit çünkü kendisi de yargılamayı siyasi hasımlarını cezalandırmanın bir yolu olarak değerlendiriyor. Kendi başına da aynısının geleceğinden korkuyor. Yargılamanın aslında ne olduğunu dahi unutmuş durumda. 

Hukuk devleti çökerse, yargı iktidarın bir sopası haline gelirse sonucu bu olur. 
Yalanların gerçek diye yutturulmaya çalışıldığı, gerçeklerin iftira diye karartıldığı, hukukun ve yargılamanın bir siyasi silaha dönüştüğü vakitler bunlar. 

Tam da bu sebeple şayet iktidar el değiştirirse, hukuk devletinin yeniden kurulması ve adil yargılama ilkesinin baş tacı olması şart. Rövanşizme düşmeden adil yargılanmanın hayata geçirilmesi herkesi rahatlatır.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Eğlenceli ciddiyet: İnce - TAYFUN ATAY

Muharrem İnce’nin mevcut iktidar ağzı karşısında en büyük avantajı, yerli mi yerli bir “mizah duyusu”na sahip olması.

Bunu, kendisini ziyaretinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’la ne konuştukları sorusuna verdiği cevapta kristal berraklığıyla ortaya koydu.

“Yeter artık, yıllardır sen yönettin, bırak biraz da ben yöneteyim” demiş!..

Söylediğine göre Erdoğan sadece cumhurbaşkanlığı görev süresini hesaba katan bir karşılık vermiş; “daha 3 buçuk yıl oldu” şeklinde...

Bilemiyorum, ama sanki Erdoğan hiç beklemediği bir “lügat”le karşı karşıya kalmış gibi geliyor bana; öyle hissediyorum!..

Hanidir vurdulu-kırdılı bir dilin otomatiğine bağlanmış şahsiyet, bu yeni tarza bakalım ne şekilde uyarlanacak?

Bu doğrultuda Muharrem İnce’nin adaylığı, başlangıçta onun yetenek ve yetkinliğine dair soru işaretlerini de silecek mahiyette bir performansla toplum olarak hanidir ihtiyaç duyduğumuz bir “ferahlık” koymakta önümüze.

Özellikle 2013 Gezi sürecinden bu yana neşesini kaybetmiş/neşesi kaybettirilmiş ülkeye bir nefes neşe, ferahlık, dolayısıyla da ümit getirdi İnce’nin cumhurbaşkanı adaylığı...

Bu kadar da değil ama. Bir de “dobra”lığı var onun... Hiçbir kötülüğe, yanlışlığa, çirkinliğe pabuç bırakmayacak bir “dobra” o... Tabii altını çizmek gerek: Hanidir meydanlarda, ekranlarda görmekten usandığımız, kutuplaşma ve çatışmadan beslenen dobralardan farklı bir “barışçıl-uzlaşmacı dobra”.
Onunla dün Cumhuriyet ekibi olarak buluştuk, sohbet ettik. Benim ve arkadaşlarımın sorularını yanıtlarken de yukarıda çerçevelemeye çalıştığım mizaç ve üslûp rüzgâr olup esti ondan bize doğru... Ama bir şeyi daha fark ettim. Gerçi tasvire de boğdum yazıyı ama İnce ile buluşmanın bir “çıktı”sı olarak şunu da eklememe izin verin: “Eğlenceli ciddiyet”.


Son derece eğlenceli bir ciddiyeti var Muharrem İnce’nin, ki sanırım bu da “zamanın ruhu” ile, gençlikle, hele hele Y-kuşağı, Z-kuşağı ile onu buluşturacak bir artı değer olacak. Kendi deyişiyle, “özgür düşünen, eleştiren, tartışan ve Vikipedia’ya girmesinden korkulmayan nesil”le!..

Bize siyasal uzlaşma için kolları sıvadığını söylüyor: “Artık sadece eskiden olduğu gibi ‘solcuların birliği’ni sağlamak gibi bir meselemiz olamaz. ‘Yüzde 50+1’in bize faydası bir faydası bu oldu. Solcuların birliğini sağlamaktan öte Cumhuriyetçilerin birliği; solcular, liberaller, sosyalistler, sosyal demokratlar ve muhafazakârların bir bölümü; bunların birlikteliğini sağlayacağız!..”

Ortak payda “Cumhuriyet” Muharrem İnce için... O yüzden hanidir kültürel olarak son derece “melez” olan bu ülkede bir kırılmadan öte “yırtılma” mahiyetindeki dindar-laik ayrımının, kutuplaşmasının ötesine geçecek bir söylem ve pratikle ortaya çıkıyor. CHP’ye din üzerinden aslı astarı olmayan bir dolu tezvirat ile ha bire bel altı vuruşlar yapmış olanların karşısına kendi deyişiyle “ezber bozan” bir gündelik hayat pratiğiyle çıkıyor. Bu bağlamdaki sorumuza verdiği cevapta (ayrıntıları komşu sütunlarda bulabilirsiniz), “15 yaşında neyi nasıl yaşıyorsam bugün de öyle yaşıyorum; ne muhafazakârlara göz kırıyorum, ne de bazı solcuların eleştirilerinden korkuyorum” diyor. “Anıt Kabir’de Atatürk’ün ruhuna Fatiha da okudum; başkanlık kampanyamı, yine Atatürk’ün Birinci Meclis’i açarken yaptığı gibi Hacı Bayram’da cuma namazı kılarak açtım; Konya’da mitinge gittiğimde Mevlana’ya gidip dua da ettim” diye ekliyor. “Bir perşembe akşamı da Kartal’da cem evine gideceğim” diyerek de noktalıyor.

15 yaşında neyse o Muharrem İnce... O yüzden de en büyük özlemi, şimdi 2-3 liraya satılan suyu, çocukluğunda olduğu gibi ağzını musluğa dayayıp kana kana içmek, herkese de içirtmek...
Tabii onun bu özlemi, “ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi” dizesinin çağrışımıyla bizi de İnce’den inceye Nâzım’a yol tutturuyor!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Teşhir ve vaat: Unutturma, ama umut ver! - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

24 Haziran dönemeci, 16 Nisan kırılması dikkate alınmadan anlaşılamaz. ‘Cumhur İttifakı’ yanlıları için milat, 15 Temmuz olsa da, unutulmaması gereken şu: 15 Temmuz’a giden yolda Anayasa ihlalinin payı açık; buna karşılık 16 Nisan, 15 Temmuz’un ürünü olmakla birlikte, ikisi arasında neden-sonuç ilişkisi yok.

Tam tersine; açık çelişki veya ikiyüzlülük, OHAL neden ve sonucuna ilişkin. Darbe girişimi ile bozulan anayasal düzeni yeniden tesis, OHAL gerekçesi olduğu halde, 16 Nisan’da kaldırılan, 140 yıllık kazanımlarla birlikte anayasal düzenin kendisi oldu.

16 Nisan Anayasa Halkoylaması, daha çok bir parti ve kişi oylaması olmuştu. 24 Haziran seçimleri, kişiler ve partiler arasında tercih olacaksa da, ‘16 Nisan metni’ni teyit veya ret anlamını taşıyacak.

Bu nedenle, hukuk ve demokrasi yanlıları, şu çifte görev karşısında: Nereden gelindiğini sürekli teşhir ve 24 Haziran sonrası için vaat.

Teşhir görevi: Üçlü teşhir
1)16 Nisan’a giden yol: Anayasa değişikliği, -gerekmediği halde- OHAL ortam ve koşullarında, madde 175’e aykırı usulle ve ‘Evet’-‘Hayır’ tanıtımı eşit olmayan halkoylaması kampanyasında yapıldı.

2) 16 Nisan metninin içeriği: 6771 sayılı Kanun ile yapılan anayasa değişikliği (kısaca ‘16 Nisan metni’) başlıca olarak;
-Parlamenter rejimi kaldırıyor; ama yerine başkanlık rejimini getirmiyor.
-Bütün yürütme yetkilerini sorumsuz Cumhurbaşkanı (CB) uhdesinde topluyor.
-CB’ye beş ayrı tür Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK) çıkarma yetkisi yeriyor.
-Yasama yetkilerinin önemli bir kısmını CB’ye aktarıyor. Dahası, parti başkanlığı yolunu açtığı için yasama çoğunluğunu da CB güdümüne sokuyor.
-Yargı teşkilatı bütünü üzerinde tam yetkili Hâkimler ve Savcılar Kurulu, doğrudan veya TBMM’de çoğunluğu yoluyla CB tarafından biçimlendiriliyor.
-Anayasal denge ve denetim düzeneklerini kaldırıyor.
-Görev+yetki+sorumluluk ilkesini kaldırıyor.
(…)
3)24 Haziran yolu: Anayasal düzlemde başlıca üçlü aykırılık ile sakat:
-Uyum mevzuatı,
-Dar zaman dilimine sıkıştırılmış seçim dönemi,
-Eşit olmayan kampanya.

»Uyum kanunları: 6771 sayılı Anayasa değişikliğine ilişkin Kanun Geçici md.21/A’ya göre,
Bu Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren en geç altı ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi bu değişikliklerin gerektirdiği Meclis İçtüzüğünü ve kanuni düzenlemeleri yapar”.
“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 27’nci yasama dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi 3/11/2019 tarihinde yapılır.”

Anayasa’nın bu amir hükmüne rağmen ‘fazla erken seçim’ kararı, -daha önce yazdığım gibi- şu üçlü Anayasa’ya aykırılık sorununu gündeme getirdi: Uyum düzenlemelerinin yapılmaması, ihmal yoluyla aykırılık oluşturduğu gibi, erken seçim önündeki başlıca anayasal engeldi; bu aykırılığı gidermek için kullanılan KHK yolu da Anayasa’ya aykırı.


Buradaki bir çelişki de, 16 Nisan değişikliğinin gerekli kıldığı mevzuat uyumunun, aynı değişiklikle kaldırılan KHK ile yapılması.

»Dar zaman dilimine sıkıştırılmış seçim: İlk kez yapılmakta olan çifte seçim, Anayasa md. 67 ve İHAS 1 no. Ek Protokol md.3 gerekleri doğrultusunda düzenlenebilecek mi? Üstelik, 298 sayılı yasada yapılan dayatma değişiklik de seçim güvenliğini zedelemekte.

»Eşit olmayan kampanya: CB adaylarından biri hapiste, diğeri ise devletin bütün olanaklarının seferber edildiği kampanyada. Basın-yayın kuruluşları ise, 16 Nisan metni propagandasını anayasal gerçekleri çarpıtarak sürdürüyor.
Dar zaman dilimine sıkıştırılmış seçim ve eşit olmayan kampanyası, ‘serbest ve eşit oy’ ilkelerini zedeleyici.

Umut da, üçlü vaat ile verilmeli
Kim verecek umudu? Demokrasi hedefinde açık ve örtülü işbirliği yapan siyasal parti ve adayları, vaatlerde bulunurken teşhir gereğini gözardı etmemeli. Slogan, ‘unutturma, ama umut ver!’ olmalı. Umut söylemi, aşamalı olarak şu üçlüde örülebilir:
-Geçiş dönemi,
-Kazanımları sahiplenme,
-Hukuk devleti ve toplumu.

»Geçiş dönemi: 24 Haziran sonrası, bir geçiş dönemi olarak görülmeli. Bu dönemde, Anayasa, elden geldiğince ‘insan haklarına dayanan demokratik hukuk devleti’ ışığında yorumlanarak uygulanmalı. Mesela, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, erkler ayrılığı ışığında ya hiç kullanılmamalı ya da istisnai olarak. Bunda TBMM lehine olan hükümler öne çıkarılmalı: “Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır. TBMM’nin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir”.

»Kazanımları sahiplenme: Geçmişi toptan karalama eğilimine kapılmaksızın, anayasal ve siyasal kazanımlar sürekli dillendirilmeli ve sahiplenilmeli. Kuşkusuz bunlara, insan hakları alanındaki ulusal ve uluslararası kazanımlar dahil.

»Anayasal çerçeve: Hukuka dönüşün, 15 Nisan metni ile mümkün olmadığı unutulmamalı. Bu nedenle, hukuk devleti ve hukuk toplumuna giden yolda, anayasal çerçeveyi kamuoyuna sunma cesaretinde gecikilmemeli.

 İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

Baskıcı siyasetin final maçı - NAZIM ALPMAN

Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimine gidiyor. Büyük yetkilerle donatılmış bir Cumhurbaşkanı seçilecek, aynı sandıktan yetkileri tırpanlaşmış bir de parlamento çıkacak.

Böylesine önemli bir seçim köy iken belde haline gelmiş bir yerleşimde belediye başkanı seçilecekmiş gibi, her şey aceleye getirilerek uygulamaya konuldu.

Özü “Tek Adam Rejimi” olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde (?) bakanlar kurulu var, başbakan yok. Bakanları en tepedeki Cumhurbaşkanı seçecek. Bakanlar parlamentodan da olabilecek, parlamento dışından da… Ne kadarı parlamento içinden olacak, ne kadarı parlamento dışından orası belli değil!

Usta aşçıların yemek tarifleri gibi bir durum söz konusu:
-El ayarı göz kararı!

                                                          •••

CHP’nin Cumhurbaşkanı Adayı Muharrem İnce daha en baştan söyledi:
-Bu yetkiler çok fazla, seçildiğimde bunların bir bölümünü iade edeceğim!
Söz konusu yetkiler aslında Tayyip Erdoğan tarafından fiilen kullanılıyor. Adı “Cumhuriyet tarihinin son Başbakanı” olarak tarihe geçecek olan Binali Yıldırım, Başbakanlık görevini resmen sürdürüyor.

Hisseden var mı?

Onun dile getirebileceği her şeyi önceden Cumhurbaşkanı-AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan söylüyor. Gazeteler ve televizyonlar da haliyle Başbakan’a değil, Cumhurbaşkanı’na itibar ediyorlar.

Her zaman ve her yerde tek seçici, artı son sözün sahibi Erdoğan olduğundan Yıldırım’ı kimse dikkate almıyor. O kadar ki, AKP Sözcüsü sıfatını taşıyan Mahir Ünal bile Başbakan’ın üzerine basıp geçti:
-Bedelli askerlik konusundaki sözleri Binali Yıldırım’ın kişisel görüşleridir!
                                                           •••

Böylesine yönetim hataları ancak sorgulanmayan bir rejimde yapılabilir. Her şeyi tek adam yapıyor. Gemi kayalıklara oturdu.
Ekonominin zalim kuralları, hamaset dolu nutuklardan hiç etkilenmiyor.
-Alçakça bu yüksek faiz ısrarını önleyeceğiz!
Sıcak para pırr… Dolar, avro füzeye biniyor.
Geçen sabah Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu Artı TV Gün Başlıyor’da çok çıplak bir gerçeği izah etti:
-Dolar 1 kuruş arttığında özel sektörün toplam dış borç yükü 50 milyar lira yükseliyor!

Tam bir savurganlıkla yönetilen Türkiye’de işlerin eskisi gibi gitmeyeceği belli oldu. Muharrem İnce’nin kamuoyunda yarattığı heyecan, toplumun AKP’den sıkıldığının da bir göstergesi olsa gerek.

İnce bir anda bütün gündemi Erdoğan’ın elinden çekip aldı.

Cumhurbaşkanı adaylarını ziyaret edeceğim diyerek Edirne’ye gitti, Selahattin Demirtaş’ı ziyaret etti. Sonra da Ankara’ya geçip Tayyip Erdoğan’ı gördü. Bir günde Türkiye’nin siyasi röntgenini toplumun önüne koydu:
Biri zindanda diğeri zirvede iki lider var Türkiye’de. 
Böyle bir demokrasi olabilir mi? 
Serbest seçim, demokratik eşitlik?

Burada dikkat çekici olan ise “Vidanjör Medya” İnce’nin ziyaretinden pelesenk olmuş manşetler çıkartamadı. “Terör destekçisi”, “terörist sever”
falan gibi orta zekalı başlıklar kullanılamadı. Barutları bitti.
24 Haziran 2018 seçimlerinin özü kendiliğinden ortaya çıkmış bulunuyor:

-Baskıcı siyasetin final maçı!

Nazım Alpman / BİRGÜN

16 Mayıs 2018 Çarşamba

Tarımda tahribat büyüyor - OĞUZ OYAN

Türkiye tarımı için 21. Yüzyıl tam da 1 Ocak 2000 yılında yürürlüğe sokulan IMF Programı ile başlamaktadır. Başlayan yalnızca bir istikrar programı değildi. Program, kapsamlı bir yeniden yapılandırmayı da içermekteydi. Bunun, finansal sistem, KİT sistemi ve tarımsal yapı olmak üzere üç önemli ayağı bulunmaktaydı. KİT sisteminin tasfiyesi, çok sayıdaki tarımsal KİT'ler nedeniyle doğrudan doğruya tarımı da ilgilendirmekteydi. Finansal sistemdeki dönüşüm de tarımdakiyle dolaylı bir ilişki içindeydi. Tarıma ilişkin düzenlemelerin bütünü, 1980'li yıllarda dayatılan dönüşümü çok aşan bir kapsamdaydı.
Tarımda dönüşüm talebi ülkenin ve tarım sektörünün kendi iç dinamiklerinin zorlamasıyla değil, gelişmiş ülkelerin ve bunlardan neşet eden ulusötesi şirketlerin ihtiyaçlarınca belirlenmişti. "Tarımda Reform Uygulama Programı" (TRUP) denilen programın sahibi olan IMF ve DB ikilisi, iktidarlar değişse de dönüşümün içeriği ve hızından ödün vermemişti. İlk büyük hamleler Ocak 2000- Kasım 2002 arasındaki yaklaşık üç yılda DSP-MHP-ANAP koalisyonu dönemindeydi. Sonrasını AKP iktidarı devralacak ve bu programı büyük bir sadakatle bugüne dek uygulayagelecektir.


Türkiye tarımının yeni yüzyıldaki tarihi, dış dinamiklerin belirleyici olduğu olağanüstü hızlı bir dönüştürme saldırısının tarihidir. Ama bu dönüştürme, 1990'lardan itibaren içerde siyasi/ bürokratik/ akademik düzlemlerde ideolojik zeminin hazırlanması ve işbirlikçiliklerin türetilmesi olmaksızın olamazdı. 

                                                                  ***

4 Mayıs 2018'de İzmir üniversitelerinin İzmir Ekonomi Üniversitesi'nde düzenledikleri ortak kollokyuma sunduğumuz "Türkiye'de Tarımın 21. Yüzyıldaki Dönüşümünün Dinamikleri"  başlıklı açılış bildirimizden devam edelim:
Tarıma dönük tasfiye politikaları birkaç koldan yürütülmüştür: İç desteklerin hızla tayınlanması; tarımsal istihdamı hızla daraltan DGD (doğrudan gelir desteği) sisteminin radikal bir biçimde uygulanması; TTH/ tarımın ticaret hadlerinin (tarım/sanayi fiyat endeksinin) sürekli ve adeta geri dönüşsüz biçimde  tarım ve çiftçi aleyhine döndürülmesi; tarımın dolaylı vergilerle sağılmasında yeni bir sıçrama yapılması ve böylece görünür desteklerin görünmez yollarla fazlasıyla geri alınması; tarımın finansmanının daraltılması ve kredi reel faizlerinin yükseltilmesi.

TTH, 1980'lerde 24 Ocak Programıyla köklü  bir biçimde tarım aleyhine döndürüldükten sonra, koalisyonların bir nimeti olarak 1990'larda inişli çıkışlı bir seyir izlemiş ve nihai olarak 1998'de kuvvetle tarım lehine dönmüştü. Ama ondan sonrası, özellikle 2000 IMF/DB Programı sonrası hep tarım aleyhine gelişme gösterdi. Böylece tarımdan tarım dışına değer aktarımının önemli bir düzeneği olarak çalıştı.

İç destek düzeyi, 2000-2002'de ortalama binde 12 dolayından, 2006 Tarım Kanununun milli gelirin en az yüzde biri (binde 10'u) kadar destek verilmesi hükmüne rağmen 2006-2007'de binde 6'ya düşürülmüş, 2016-18 ortalaması olarak da binde 4,2 düzeyine geriletilmiştir. Böylece, 2007-2018 döneminde çiftçinin devletten alacaklı kaldığı destekleme miktarı 120 milyar TL'yi bulmuştur.

Tarıma verilen desteklerin, dolaylı vergiler aracılığıyla geri sağılmasının AKP döneminde doruğa çıktığını ve yalnızca tarımın kullandığı mazot üzerinden alınan ÖTV ve KDV ile tüm desteklerin yüzde 85'inin geri alındığını vurgulamak yeterli olabilir.

DGD ise, uygulandığı 2001-2007 dönemi boyunca (son ödemeler 2008'de) 13 milyar TL'yi biraz aşan (2009'a kadar alınıp DGD'nin kalıntıları da hesaba katılsa bile 18 milyar TL'yi aşamayan) bir gelir ödemesi gerçekleştirmekle birlikte, 3 milyon haktara yakın toprağın ekim alanı dışına çıkmasına ve 2,5-3 milyon çiftçinin üretimden düşmesine neden olabilmişti. Desteklerin sınırlanması ve bunun giderek daha da sıkılması nedeniyle bu etkiler DGD sonrasında da sürecektir.

                                                                   ***

Sonuçlar ortadadır: Tarımsal istihdamın toplam istihdam içindeki payı 2000'de yüzde 36'dan 2006'da yüzde 23,3'e, 2017'de ise yüzde 19,4'e gerileyecektir.
Tarımsal hasılanın GSYH içindeki payı 2000'de yüzde 12'den, 2009'da yüzde 8,1'e, 2016'da yüzde 6,2'ye gerileyecektir.

Tarımın dış ticaret dengesi de, Cumhuriyet tarihinde ilk kez uzun dönemli bir "olumsuz bakiye" dönemine girmiştir. 2003-2017 arasindeki 15 yılın 13 yılında dış ticaret dengesi negatiftir. Dönem toplamı olarak 20,6 milyar dolarlık açık verilmiştir.

Tarımsal destek kurumlarının (girdi üretimi ve/veya destekleme alımında görevli KİT'ler, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri, Tarım Bakanlığı birimleri, tohum üretim istasyonları, vs.) işlevsizleştirilmesi veya tasfiyesi ise, bir daha geriye dönüş olmaması için "gemilerin yakılması" anlamındadır.

Bu radikallikte uygulanan bir tasfiye programının aynı radikallikle tersine çevrilmesinden başka çare yoktur. Eğer, Türkiye tarımını küresel mal ticareti zincirinin bağımlı bir halkası olmaktan çıkarmak, üreticiyi ulusötesi şirketlerin oyuncağı olmaktan kurtarmak istiyorsak; tüketiciyi GDO'lu ve hibrit ürünlerin işgalinden korumak istiyorsak; kısacası tarımdaki çözülmeyi durdurmak istiyorsak 2000'lerin sürekli bağımlılık üreten neoliberal politikalarıyla (ve dolayısıyla, DTÖ, IMF, DB, OECD, AB gibi yapılarla) hesaplaşmayı göze almaktan başka çare yoktur.

                                                                ***

Bu hesaplaşmanın kuşkusuz öncelikle gıda emperyalizminin sözcüsü gibi davranan ve ulusötesi şirketlerinin rahatça at oynatacakları ortamı hazırlamayı "millilik ve yerlilik" olarak topluma yutturmaya çalışan iç siyaset odaklarıyla yapılabiliyor olması gerekir. Dolayısıyla bugünkü seçimlerden ve adaylardan beklediğimiz, Tayyipgillere laf yetiştirmek yanında, bu gibi ülke sorunlarını ve çözüm önerilerini de gündeme taşımaları olacaktır, olmalıdır. 

Oğuz Oyan / SOL

Erdoğan’ın düşü: Çığrından çıkan Türkiye ve Shakespeare - Merve Tokmakçıoğlu / SOL

Erdoğan İngiltere ziyaretinde Shakespeare'in Hamlet'inden alıntı yaptı. Ancak Erdoğan'a yakışan Hamlet değil, hırsı, açgözlülüğü ve mutlak güç isteğiyle kralını, en yakın arkadaşını ve çoluk çocuk demeden aileleri ortadan kaldıran Macbeth'ten alıntıydı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, günün birinde İngiltere’ye gider ve Chatham House adlı kuruluşta bir konuşma yapar. Niye gider, neden bu konuşmayı yapar, diye sormayın; zira İngiliz emperyalizminin her sadık neferi, siyasi iktidara aç her tiran ve bu uğurda her türlü işbirliğini yapan, yapmış ve yapacak olan tüm politikacılar gibi o da siyasi çıkarlar amacıyla kurulmuş bu resmî kurumda konuşma yapmalıydı. 

Ancak Erdoğan bu konuşmada İngilizlerin medarı iftiharı oyun yazarı Shakespeare’e atıfta bulunur: Shakespeare’in, günümüzde Hamlet adlı eserini yeniden kaleme alsaydı, Danimarka Prensi Hamlet’e gene “dünyanın çivisi çıkmış” dedirteceğini öne sürer. Peki, dünyanın çıkan çivisini yerine çakmak, çığırından çıkan zamanı yerine oturtmak Erdoğan’a mı kaldı? 
Yoksa onun da elleri Macbeth gibi kanlı mıydı?

Erdoğan konuşmasında bu çivisi çıkmış dünyaya dair pek çok örnek göstermekte; İsrailli keskin nişancılar tarafından öldürülen Filistinliler, Afrika’da açlık sınırındaki aileler, kendi deyimiyle ‘Avrupa’nın göbeğinde’ inançları ve kültürleri nedeniyle ötekileştirilenler, yersiz yurtsuz Suriyeli göçmenler... Bu örneklerin arasına da umut ve vicdan gibi sözcükleri yerleştirmekte. Erdoğan’a söz konusu umut ve vicdanın yok olması olunca çok da uzaklara gitmemesini, cumhurbaşkanı olduğu coğrafyada yol açtığı vicdansızlıklara ve umutsuzluğa bakmasını salık vereceğiz: On dört yaşında katledilen Berkin Elvan, Soma katliamında patronların menfaati uğruna yerin altına gömülen madenciler, Suruç ve Sur’da katledilenler, atanmayan ve bu yüzden intihar eden öğretmenler, tekme atılan işçiler, cinsel kimlikleri ve yönelimleri yüzünden yakılan bireyler, çocuk işçiler, kadın cinayetleri... Tüm bunlar, kendisinin devletin başında olduğu son on altı yılda Türkiye’nin geldiği kokuşmuşluk ve “çürümüşlük” seviyesinin göstergeleridir. 

Biz Erdoğan için Hamlet’ten değil, Macbeth’ten alıntı yapacağız: Siyasi iktidar hırsı, açgözlülüğü ve mutlak güç isteğiyle kralını, en yakın arkadaşını ve çoluk çocuk demeden aileleri ortadan kaldıran İskoçya Kralı Macbeth:
Korkudan yediğim lokma boğazımdan geçmeyecekse
Her gece korkunç düşlerin sıkıntısı saracaksa uykularımı 
Varsın her şey çığırından çıksın,
Bu dünya da yıkılsın, öteki de![1]

Suriye’de emperyalizmin desteklediği gerici çetelerin Türkiye’de ellerini kollarını sallayarak dolaşmaları, 7 Haziran seçimleri sonrasında yaşananlar, 1 Kasım seçimleri, sokağa çıkma yasakları, Ankara katliamı, İstanbul bombalamaları, hakaret davaları, OHAL’in olağanlaştırılması, KHK’lar ile ülkenin yönetilmesi, açlık sınırının her geçen ay yükselmesi, artan işsizlik oranı, kendi tabiriyle “vicdan ve umut” ile icraatte bulunan bir liderliğin sonuçları olabilir mi? Çivisi çıkmış bir dünya alıntısına biz şöyle cevap veriyoruz: “Çürümüş bir şey var Danimarka Krallığında.”[2]

Umut, bu sömürü düzenini değiştirecek, vicdan ise bir daha geri gelmemesini sağlayacaktır: emeğin en yüce değer kılınmasını, birlikte sömürüsüz, özgür bir dünyada yaşamayı vicdan ve umut ile başaracağız. Bu çürümüş sistemi destekleyen ve devam etmesinde payı olan tüm işbirlikçiler gün gelip hesabını verecekler. 
Son olarak, Erdoğan’ın alıntı yaptığı Hamlet’i aslında hiç okumamış olduğunu da belirtmeliyiz. Zira oyundaki şu sözlerin aklına gelmiyor olmasını başka türlü açıklamak mümkün değil:
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine,
Sevgisinin kepaze edilmesine, 
Kanunların bu kadar yavaş, 
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine,
Kötülere kul olmasına iyi insanın 
Kim ister bütün bunlara katlanmak...[3]

Merve Tokmakçıoğlu / SOL Kültür

[1]Aktaran Urgan, Mina. Shakespeare ve Hamlet. Cem Yayınevi: İstanbul, 1. Basım, 1996, s. 266.
[2]Shakespeare, William. Hamlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu. Remzi Kitabevi: İstanbul, 7. Basım, 1996, (Perde I, Sahne IV).
[3]a.g.y., (Perde II, Sahne I).

Menderes düşerken: Tekerrür eden tarih - FATİH YAŞLI

Bundan tam 68 yıl önce, yani 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti (DP), “Yeter söz milletindir” diyerek ve Türkiye’ye demokrasi getirme iddiasıyla iktidar olmuş, ancak özellikle 1950’lerin ikinci yarısından itibaren, giderek otoriter bir karaktere bürünmüştü.

DP 1950 ve 1954 seçimlerini ekonomideki büyümenin de etkisiyle kolaylıkla kazanmış, ancak 1958’e doğru, yanlış politikaları neticesinde Türkiye ekonomisini uçuruma doğru sürüklerken giderek güç kaybetmeye başlamıştı. Tam da bu nedenle, Menderes yönetimi normal şartlarda 1958 yılında yapılması gereken seçimi 1957 yılına almış ve ülkeyi erken seçime götürmüştü.

Altan Öymen, “… Ve İhtilal” adlı kitabında DP’nin bu kararı neden aldığını şu cümlelerle anlatıyor: “DP iktidarı, ekonomik durumun daha da kötüleşmesinden, 1958 Mayıs’ındaki seçime kadar halkı daha fazla bezdirmesinden kaygı duyuyordu. O seçimi hemen yapıp iktidara gelirse, dört yıllık bir dönemin başında kemer sıkma politikaları izleyerek dış kredi bulma olanağına yeniden ulaşacaktı.”

Bu seçim kararından önce Menderes yönetimi iki kritik yasal düzenleme yapmıştı. Bunlardan birisi basınla ilgiliydi. Kolayca istismar edilebilecek ibarelerin yer aldığı bu yasa ile “devletin siyasi ve mali itibarını sarsabilecek” ve “devletin ve hükümetin yurtdışındaki itibar veya nüfuzunu kıracak şekilde” yayınlar yapanlara 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası ve ağır para cezaları verilmesi öngörülüyordu. Bunun yanı sıra gazeteler mahkemeler tarafından 3 aya kadar kapatılabilecek, bakanları, milletvekillerini ve resmi görevlileri küçük düşürecek yayın yapanlara verilecek ceza 1 yıldan aşağı olmayacaktı, yalan haber olduğuna karar verilen haberlerin sorumluları 1 ila 3 yıl arasında hapis cezasına çarptırılacaklar, gazeteler sokakta bağırarak satılamayacaktı.
İkinci yasal düzenleme ise toplantı ve gösterilerle ilgiliydi. 
Yapılan düzenlemeye göre siyasi partilerin ve diğer tüm siyasi örgütlenmelerin gösteri ve yürüyüş yapmalarına sadece seçim dönemindeki propaganda günlerinde izin veriliyordu. Dolayısıyla, seçim dönemlerindeki propaganda için ayrılan süre, yani çok kısa bir zaman dilimi dışında, muhalefetin yapacağı her türlü eylem yasaklanmış oluyordu. Ancak yasa bununla da kalmıyordu: “Mahallin en yüksek amiri”nin yetkilendirdiği kolluk kuvveti önce toplanan kalabalığa “dağılın” ihtarında bulunacak, sonra havaya üç kez ateş açacak, o da sonuç vermezse “hedef gözetmeksizin” ateş açarak kalabalığı dağıtacaktı.

Seçime doğru giden Türkiye’de Menderes yönetimi, bu iki yasal düzenlemeyle yetinmedi ve başka bir icraata daha girişti. 1957 seçimleri öncesinde dönemin üç muhalefet partisi, yani CHP, Hürriyet Partisi ve Millet Partisi, seçim ittifakı için anlaşmış durumdaydılar. Ancak DP iktidarı, seçimlerde ittifak yapmayı yasaklayan ve buna uymayan partilerin seçime girme haklarının elinden alınmasını öngören bir yasal düzenleme getirdi.

Seçime bu şartlarda gidilmesine rağmen, Menderes yönetimi için bu seçim bir “Pirus zaferi” oldu. Çünkü DP’nin 1954 seçimlerinde yüzde 57 olan oyları, bu seçimde yüzde 48’e düşmüştü. CHP’nin oy oranı ise yüzde 35’ten yüzde 41’e yükselmişti. Millet Partisi’nin aldığı yüzde 6.5 ve Hürriyet Partisi’nin aldığı yüzde 3.5’lik oylar da eklendiğinde ilk kez muhalefetin toplam oyu iktidar partisininkini geçiyordu. Yine Altan Öymen’den aktaracak olursak, eğer DP, bu üç partinin ittifakını engelleyen yasal düzenlemeyi yapmamış olsa, muhalefet 365 vekil çıkararak Meclis çoğunluğunu ele geçirecek, iktidar ise 245 vekilde kalacak ve böylelikle CHP, Hürriyet Partisi ve Millet Partisi bir koalisyon hükümeti kurabilecekti. Ancak, şimdi seçim yasasından kaynaklı olarak, DP 424 vekil almış, muhalefet ise 186 vekilde kalmış, yani DP bir kez daha iktidar olmuştu.

İnsan hemen Marx’ın Hegel’e atıfla söylediği, “Tarihte her şey iki kere olur, ilkinde trajedi, ikincide komedi” sözünü hatırlıyor. 68 yıl sonra Türkiye, bir kez daha iktidarın ekonomik kriz korkusuyla ülkeyi baskın seçime götürmesine, seçim sonrası kemer sıkma planları yapmasına, güya emperyalizmle kavga ederken İngiltere’deki yeni pazarlık arayışlarına tanıklık ediyor. Bugünkü basın yasasının hali malum ama yetmiyor, medya parayla satın alınarak kişisel mülke dönüştürülüyor, OHAL’le birlikte toplantı ve gösteri yapmak fiilen neredeyse imkânsız hale getiriliyor. Öte yandan, iktidar ittifak yapılmasını yasaklayamıyor, çünkü tam da “Koalisyon hükümetleri dönemini kapattık” derken kendisini bir ittifaka, bir koalisyona mecbur hissediyor.

Az önce DP’nin seçim başarısı için “Pirus zaferi” tabirini kullanmıştım, evet DP 1957 seçimlerini kazanıyor ama ülkeyi 27 Mayıs’a götüren süreç de başlıyor ve o malum sona doğru adım adım yaklaşılıyor. 24 Haziran’da sandıktan istenilen sonuç çıkarılsa bile tıpkı o gün olduğu gibi bugün de bu bir “Pirus zaferi”nden öte bir anlam taşımayacak. 

Ancak şöyle bir farklılık olacak: Bu sefer devreye halk girecek, halk kendi işini başkalarına bırakmayacak.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

İnanç borsası nefslere açılırken… - TAYFUN ATAY

Tasavvufi söylemin merkezî kavramlarından biridir “nefs”. Birey bazında ahlaki, davrannışsal ve psikolojik dinamiklerle ilişkilendirilir. İnsanda doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin ne olduğu nefsle bağlantılı şekilde ayırt edilir. 

Tasavvufta amaç, “nefsin insandaki kibrini kırmak, nefsi alt etmek, böylece ruhu sevindirmek”tir. Nefsi alt etmek, kötülüğü yenmek, ruhu sevindirmek iyiliğin önünü açmak anlamına gelir. İnsani katmandaki nefs ve ruh ikiliği, ilahi katmanda “Allah-Şeytan” ikiliğine karşılıktır. Nefs, insanda Şeytan’ın yatağıdır. Ruh da Allah’ın… 
Kendi doktora çalışmamdan, bir tarikat şeyhinin “fantastik” söyleminden örnekle daha da açık kılalım: “Nefs, Şeytan’ın ‘partner’idir. Nefs, içimizde faaliyet yürütürken Şeytan dışımızda faaliyet yürütür. Şeytan, içimize girmek istediği zaman nefsimize kapıyı açmasını söyler ve o da Şeytan’a kapıyı açar.” (T. Atay, “Batı’da Bir Nakşi Cemaati”, 2011 [2. Baskı]). 

Nefs konusunu ve onun İslami/ tasavvufi söylemdeki yerini hasbelkader bilen, üzerine bir şeyler de yazmış biri olarak hafta başında e-posta adresime duyurusu gelen “Nefs Diyeti” adlı kitabı görünce heyecanlandım. Ne yalan söylemeli, başlıktaki   “diyet” 
sözcüğünün mecazi anlamda kullanıldığını, dolayısıyla öyle yeme-içme ile değil, maneviyat ve “takva”yla ilgili bir eserle tanıştırılıyorum diye düşündüm. 

Yanlmışım. 

Tam da yeme-içme ile ilgili, diyetisyen Simge Çıtak’ın kaleminden çıkmış, yeni bir sağlık ve zayıflama modeli öneren bir çalışmaymış bu. 

Gerçi yazarı bunun “diyet” kitabı olmadığını da söylüyor ve diyor ki bu bir “beslenme rehberi”. Amaç, okuyucuyu yemekle sağlıklı, keyifli bir ilişki kurmaya davet etmek… Ve işte yemek üzerinden, mistik-manevi nefs söylemine, daha doğrusu “nefs-ruh ikiliği”ne işlevsel ve operasyonel bir köprü kuruluyor. 

“işlevsel” ve “operasyonel” ile şunu demek istiyorum: Asli hedef, yukarıda netleştirmeye çalıştığım gibi, ibadet ve “marifet” (“ilahi hakikat” bilgisine ulaşmak) değil… Nefsin somut karşılığı olan “beden”le ilgili, onu zayıflatmaya dönük, bu yolda dengeli beslenmeye çağrıda bulunan, dolayısıyla dünyevi mi dünyevi ve bir yandan da ticari endüstriyel bir faaliyet sergileniyor aslında.
 
Deniyor ki kitap okuyucuyu daha sağlıklı bir yaşam için motive ederken aynı zamanda “spiritüel” bir yolculuğa çıkarıyor. Bu da akla oruç tutmayı bir yandan da sağlıklı beslenme ve zayıflama için “araçsallaştırmaya” dönük telkinleri getiriyor... Hâlbuki oruç tutmanın da birinci hedefi, nefsi terbiye yolunda sabrı kazandırmaktır insana ki sabırsızlık, bir nefsani karakteristik sayılır. 

Tabii kitabın hemen Ramazan başında piyasaya sürülüyor olması da hayli manidar. Ramazan, “inanç borsası”nın açıldığı ay. Dolayısıyla bugünden itibaren ekranlarda, muhtemelen dolar ve Avronun uçmuş olması nedeniyle “kaşesi” 800- 900 bin liralara çıkmış “televaiz”leri göreceğiz. 

Ama galiba diğer yanda da işte mevzubahis ettiğimiz bu kitap gibi ürünler karşımıza çıkacak. 

Kitabı okumasam da duyuru olarak gelen e-postadaki “Nefs Diyeti’nin 10 Emri”ni okudum. “Bedenini dinle” deniyor önce… Sonra her diyet uzmanıya da kitabından gelecek standart öneriler: “Doğal beslen”“mevsimsel beslen”“bilinçli ye”“yemek yap”“kilona değil sağlığına odaklan…” 

Ardından da manevi soslamalar; “şükretmenin gücünü unutma”“ruhunubesle” gibi… 
Sonuçta elektronik duyurunun en altında yer alan kitabın kapağı ile onun yanındaki yazar görüntüsü çarpıyor gözümüze… Geriye bir tek bu “nefs diyeti”nin “fiyat”ını öğrenmek kalıyor.

Tayfun Atay / CUMHURİYET