26 Mayıs 2018 Cumartesi

Türkiye’de futbol siyasi bir oyundur - MÜSLÜM GÜLHAN


Bu yazıyı okurken yapılması gereken önemli şey takım taraftarlığını bir süreliğine askıya almak gerekir.

Çünkü futbol için bir sorunu tartışacağız. Sporun siyaset üstü kavram olması gerektiğini bir kenara koyarak tartışmayı sürdüreceğiz.

Bu bir sorun ve sorunun içindeki tüm takımların zaman zaman istedikleri sonuçların, skor ya da maddi anlamda kazanımlarının takımlar için uzun vadede hiçbir önemi yoktur. Başarı diye sunulan aslında, kısa vadede başkan, yöneticiler ve siyasilerin kazanımlarının yanında bonustan başka bir şey değildir.

Az gelişmişlik sendromu yaşayan feodal toplumlarda, ki biz oralardayız, futbol özellikle yöresel kalması istenilen bir oyundur. Amaç kontrol mekanizmasını, rantı ve sosyal nemaları hiçbir şekilde kaybetmemektir. Kontrolün UEFA başta olmak üzere başkalarının eline geçmesi bir facia olarak algılanır.

İçinde barındırdığı ‘rant’ kurgusu ve toplumu de-politize etme kurgusu, onu aynı zamanda sıkışan toplumsal muhalif birikimi bir topraklama alanı haline getirmektedir. Siyasiler için her ikisi de çok önemli birer argümandır.

İlk golü Kenan Evren Ankaragücü için verdiği anti- demokratik bir kararla attı. O zaman alınan kararın bugünlere gelecek olan bir öncü karar olduğu belki bu kadar ön görülmemişti.

Sonra Mehmet Ağar’ın, Fatih Terim-Milli Takım ve Fatih Terim-Galatasaray ilişkisi başladı ve şampiyonluk posterine korumaları ile birlikte girme cesaretini göstermeye kadar gitti. Şampiyonlukları, sonuçları, hakemleri tartışmak asıl olanı gizlemek anlamına gelir ki, buraları geçmek gerek.

Tudor’un kurduğu iyi takımın kişisel kaprisleri yüzünden kötü neticeler alması, yönetimin Terim için ısrarının ortaya çıkması ile beraber Ankara’ya takılma ihtimali yüksekti. Arda ile Terim arasında yaşananların Ankara taraf bakımından Terim’e cephe alması onun Galatasaray’a dönmesini engelleyecek bir içeriğe sahipti. Ağar’ın 15 Temmuz öncesi ve sonrası ilişkileri, Soylu ve Ala’nın etkin konumları Ankara’da Ağar’ın elinin kuvvetli olduğunu gösteriyordu ki; şu an her ikisinin liste başı olması ile oğlunun aday gösterilmesi, süreci haklı kılmaktadır.

Özbek’in, Aysal gibi yapmayıp Riva ve Florya’yı ihaleye açması, Ada’nın yıkılması ile zaten Anakara ile ilişkilerini mükemmel yapmıştı. Dünyanın aksine, ekonomisini inşaat üzerine kurgulayan (esnaf politikası) ülke için bu büyük jestti.

Hele hele Lucescu tavizi onu ve Galatasaray’ı her şeyin ön planına (!) taşıyordu.

Terim büyük ihtimal Ağar’ın sorunu çözmesi sonucunda Galatasaray’a gelmiştir.

Beşiktaş ve Fikret Orman açısından en önemli kazanç ve kayıp! Gezi eylemleri sonucunda, eylemlerin İnönü Stadı’na taşınmasını önlemek için bir gecede stadın yıkılması ile ilişkilerin üst seviyede kabul görmesiydi.

Olimpiyat Stadı’ndaki 1453 operasyonu ile Çarşı Grubu ve diğer muhalif gurupların tasfiyesi gerçekleştirilmişti. Bu hamle aynı zamanda taraftarın pasifize edilmesini de sağlamıştı. Beşiktaş’ın tüm maçlarını deplasmanda oynaması, onu mazlum kılma ve takdir edilmesi üzerine algı yaratılması bir beklentiydi. Bu kazan-kazan oyununun sonucuydu. Tüm bu takdir ilişkileri neticesinde alınan şampiyonluğu tartışmıyorum bile!

Sadece ilişkileri tartıştığınız zaman; Türkiye Kupası maçında, yönetmelikler önünde Beşiktaş haklıyken, neden Fenerbahçe lehine karar verildiğini tartışmak da gerekir. Ankara’nın Beşiktaş taraftarı ile ilgili kaygısı olmayıp (!), Fenerbahçe taraftarını karşısına almama stratejisi sonucunda bu kararın alınması gerçek bir karşılık buldu. Çünkü bu bir siyasi karardır. Kararın altında kimin imzası olursa olsun.

Fikret Orman’ın Ankara ile güdümlü ilişkileri ve taraftarının pasifleştirilmesi onu ve Beşiktaş’ı bağımlı hale getirerek, masadan kalkmasına ve bekleme odasına gitmesine neden olmuştur. Bu da haliyle itaati zorunlu kılar. O yüzden Beşiktaş’a telefon açılıp maça çıkması dikte edilmektedir.

Fenerbahçe’nin konumu daha farklı.

Cemaatin şike operasyonu kisvesi altında, futbol üzerinden siyasi kurgusunu test etmeye çalışması ve bir güç göstergesi haline gelen iktidar savaşı neticesinde, Fenerbahçe farklı bir konum içine sokulmuştu.

AKP-Cemaat iktidarının Cumhuriyet kurumları üzerindeki tasfiye sürecinde, futbol da bundan nasibini aldı. Cemaatin bu kadar kuvvetlenmesi iktidara ortaklığı sayesinde olmuştu.

Bu oyunu bozan Fenerbahçe taraftarı olmuştur.

Azizi Yıldırım da bu gücü arkasına alarak, Fikret Orman’ın ve Beşiktaş’ın aksine, pazarlık masasında kalmasını sağladı ve kendi adına (Fenerbahçe Kulübüne değil) tavizler alarak Ankara ile bir işbirliğine girdi. Bu işbirliği Fenerbahçe’nin seçim sürecinde hâlâ devam ettiği açık ve nettir.

Aziz Yıldırım’ın Cemaat-hükümet ilişkilerindeki, hükümetten yana tavrı ve onlarla kurduğu ilişkiler, Fenerbahçe’nin başarılarını ve bu konudaki beklentileri ikinci plana iterek, Başkanın beklentilerini ilk sıraya yerleştirmiştir. Sonuçlar, başarılar, tutum ve davranışlar ortadadır.

Türkiye’de futbol yöresel oyundur. Haliyle bunu yönetenler ve teknik adamlar da buna uygun olarak birer yöresel figürlerdir. Bu yüzden kendimiz oynuyor kendimiz eğleniyoruz.

Kulüplerin borç batağında olmaları ve vergi ödeyemeyecek durumları, siyasi yapı için bir kaygı değil aksine bir kazanç olarak algılanır. Bu bir kozdur ve yaptırım gücüdür. Maalesef başkanlar ve yöneticiler bu tavizi vermektedirler.

Bu konuları tartışıp çözüm bulmak gerekir. Aksi halde hepimiz bu sürecin figürleri haline geliriz.

Devletin bu kadar stat yapması futbol adına değildir. Onlar için buralar birer uyku tulumudur.

Müslüm Gülhan / BİRGÜN

Kendini tüketen devleti kim kurtaracak?.. - Mehmet FARAÇ

Uğruna halen küresel savaşların sürdüğü Dicle ile Fırat...
Urfa'dan Mardin'in ötesindeki kentlere kadar uzanan, tarihin "Bereketli Hilal" diye tanımladığı ve "insan eksen filiz verir" denilen Mezopotamya ovaları...
Milyonlarca hektar verimli arazi suya kavuşsun, "yılda dört ürün" alınsın diye 26 kilometre uzaklıktaki Fırat Nehri'nin sularını bağrına akıttığımız o muhteşem Harran Ovası...
Urfa, Mardin, Ceylanpınar ovaları "cennet" olsun diye devletin 1983 yılından bu yana en az 40 milyar dolar harcadığı Güneydoğu Anadolu Projesi'nin (GAP) tüm dünyayı kıskandıran devasalığı...
Bitmedi bizi biz yapan, bizi ne pahasına olursa olsun hep ayakta tutmaya çalışan o müthiş dayanaklarımız;
Bağrından incirin balı, zeytinin yağı akan, İzmir'den Denizli'ye, Aydın'dan Muğla'ya kadar dünyayı kıskandıran renk deryası Ege ovaları...
Devletleri doyuracak kapasitede verimli arazileriyle uçsuz bucaksız Konya Ovası ve diğerleri...
Her santiminden "bereket" fışkıran Trakya toprakları...
Ve Antep'ten Hatay'a; Mersin'den Amik Ovası'na kadar uzanan, her başağından "beyaz altın" savrulan Çukurova'nın sarsıcı görkemi...
Doğanın tüm haşmetiyle Anadolu'ya bahşettiği bu ovalar Türkiye'nin tüm dünyaya asırlar boyu diklenmesinin, ekonomik ambargolar karşında gururla direnmesinin sarsılmaz kaleleri gibiydi...
Yani en çok 20 yıl önce...

                                                                            ***

Samana muhtaç Anadolu!..
Yukarıda sıralanan muhteşem coğrafi tablo yalnızca bir ulusu ayakta tutmuyordu, onlarca devleti de besliyordu daha çok kısa süre önce...
Ne güzel gururlanmaydı o, "kendi kendine yeten 7 ülkeden biri" saptaması... Ve "tok" karnına ne güzel bir meydan okumaydı "tarıma dayalı" ekonomik bağımsızlığımız?..
Ne lezzetliydi mercimeği Kanada'dan değil de Harran Ovası'ndan aldığımız o bereketli ve akılcı zamanlar...
Dünya ülkelerine buğday ihraç ettiğimiz, yedi düvele pamuk sattığımız dönemler ne kadar da gurur vericiydi değil mi?..
Arpa, pirinç, et ve ne şaşırtıcıdır ki "saman" ithal etmediğimiz o şaşaalı dönemler ne de güzeldi?..
Oysa ne de çabuk unuttuk zengin ve namerde muhtaç bırakılmadığımız o varlıklı zamanları?..
Çünkü bir sinsi tuzak altın yumurtlayan tavuğu boğazlarcasına, toprağı kirletircesine, suyu zehirlercesine el koydu ya ekmeğimize-soframıza, işte o zaman yabancı pençeler boğazımıza sarılıverdi... Hasret kaldık işte çocuk neşesiyle kutladığımız "yerli malı"na...
Meyveden sebzeye, sütten peynire, zeytinden yağa kadar; ne yazık ki verimli, ancak atıl durumdaki Anadolu topraklarına girmeyen "ithal" ürün kalmadı...
Çünkü meyve ağaçları kahredici tarım politikaları nedeniyle yerle bir edildi, asırlık zeytin ağaçları yapılaşma uğruna hedefe konuldu, tarım alanları kaderine terk edildi, giderlerdeki fahiş zamlar nedeniyle üretemez hale getirilen köylüler ise dışa bağımlılığın kurbanı oluverdi...


                                                                         ***
Sofrasına zehir akan ülke!..
Memleketin toprağından suyuna, şekerinden ekmeğine kadar her şeyi bozuldu vesselam...
Tükendi toprak, kirlendi hava, yıkıldı ağaçlar, katledildi doğa ve bir ihanet betonunun devasa setlerini andıran ucubelerin arasına sıkışıp kalıverdik ulusça...
Doğa ve tarım bozuldu ya; sağlıklı ürünler üretilemez oldu ya, gıda kirlendi ya, artık toprağından-suyundan kanser akıyor "varlık içinde yokluk" çeken kocaman ülkenin!..
Uzmanlar diyor ki; ekmeği de suyu da zehirliyor, şeker tuzağındaki suni gıdalar... Ve geleceğimiz olan çocuklarımızı bile vuruyor ithal ucubeler!..
Velhasıl üretime, çiftçiye ve toprağa-tarıma ihanetin yalnızca ekonomik çıkmazlarında debelenmiyor bu ülke, "ithalat"la pompalanan, genetiğiyle oynanmış zehirli gıdalar nedeniyle toplum sağlığı yıllardır sırtından hançerlendikçe hançerleniyor!..

                                                                        ***
Toprakla değişen kader...
Ve bizim için artık "Çin malı" bir paslı beşikte, robotlaşmış çakma bir ninnidir, "kendi kendine yeten 7 devletten biri" teranesi...
"Emperyalizm, dış güçler, CIA, karanlık çevreler" ve dört yanımızı saran ezeli düşmanlara hiç gerek yok aslında!..
Varsın olmasın Orta Doğu'da, sınırımızın dibine kadar dayanan savaşlar, yürütülmesin rantiye güçlerinin ve çokuluslu şirketlerin yıkım politikaları, bitmesin sinsi kuşatmalar ve de durmasın "BOP" içindeki acımasız küresel taarruzlar...
İçimizdeki düşman, bağrımızdaki hasım yetiyor artık bize!..
İçimizden; üstelik kaynaklarımız tüketilerek, tarım dışa bağımlı hale getirilerek vuruluyoruz yıllardır...

Üretenler tükensin, başka üretenlerin bize "ihraç" ettikleriyle "yandaş"lar zengin olsun yeter ki!!!
İşte bu amaçla da "dış güçler" ihanet de pompalıyor soframıza... İşte bu yüzden kendi elimizle, bizi bizden başka vuran da yok artık!.. Düşmana gerek yok velhasıl...
Meselenin özeti bellidir; Son 16 yılda ekmekten suya, meyveden sebzeye, kentlerden tarım alanlarına, eğitimden sağlığa kadar hem kendimize yetmedik hem dışa bağımlı olduk ve hem de kendi paramızla tüm dünya karşısında aciz ve sefil olduk, çaresiz kaldık!..
Türkiye her açıdan, her köşeden, her fırsatta kendi ayağına kurşun sıktı ki; bugün kendimize yetmemek bir tarafa, hayvanların yediği samanı bile ithal ederek kainat karşısında gülünç duruma düştük...
Evet; madem yukarıdaki acı ve zehirli tablo direkt yaşamı yani insanı ilgilendiriyor, sormak lazım "var mıdır ki bundan daha önemlisi?.."
Sebebi bellidir yukarıdaki vahim tablonun... Son 16 yıldaki skandal tarım politikaları ve beceriksizliğin yol açtığı yıkımlardır tükenişlerimizin asıl sebebi...
İşte bu yüzden de bizler, 24 Haziran'da yalnızca vekil falan seçmeyeceğiz aslında... Geleceğimize; yani, yeniden "kendi kendine yeten 7 devletten biri" olup olmayacağımıza da karar vereceğiz...
Bırakın diğer kangrenleşmiş sosyal-siyasal sorunları; "kader"ine terk edilen "bereketli topraklar"ın kaderi bir değişiverse, hiç kuşkunuz olmasın bu ülkenin de topyekûn kaderi değişecektir elbet...

Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

25 Mayıs 2018 Cuma

Kayırma ekonomisi - KORKUT BORATAV

Esra Çeviker Gürakar, AKP iktidarının bölüşüm bilançosunun kirli bir boyutuna ışık tutan bir kitabın yazarıdır: Kayırma Ekonomisi: AKP Döneminde Kamu İhaleleri (İletişim, 2018). 

Kitap, aslında, kapitalist dünya sistemini kırk küsur yıl boyunca  biçimlendirmiş olan sarsıcı dönüşümün Türkiye bölümüne giriyor ve bu bölümün güncel, önem taşıyan bir sayfasına odaklanıyor: 2001 sonrasında kamu ihalelerinde yolsuzluk… 

Bu sayfaya giden güzergâhı kısaca hatırlatalım. 

Neoliberal reçete iflas ederse… 
Sözünü ettiğim kapsamlı dönüşüme neoliberalizm yaftası yakıştırıldı. Başlangıcı, Batı dünyasına ve Thatcher-Reagan iktidarlarına bakılarak genellikle 1980 olarak  bilinir. Aslında neoklasik ve ultra-liberal iktisatçılar tarafından hazırlanan ilk “deneyler” daha eskiye ve “Güney” coğrafyasına gider: 1970’li yıllarda askerî faşizmler tarafından Latin Amerika’da uygulanan sert, ağır, “piyasacı reformlar”…  

Türkiye’de ise neoliberal dönüşümün başlangıcı, Batı uygulamalarıyla eş-zamanlıdır. 24 Ocak 1980 tarihini taşıyan ilk programı, eksiksiz olarak   12 Eylül askerî  rejimi hayata geçirir. 

Parlamenter demokrasiye dönüş sonrasında ise, IMF ve Dünya Bankası’nın gözetimi belirleyici olur. Her aşamada neoliberal programın kapsamı genişletilecek; Kayırma Ekonomisi’nin odaklandığı dönemde (2001 ve sonrasında) IMF ve Dünya Bankası kredileri, yeni reformların uygulanmasına bağlanacaktır. 

Ancak, bu arada, yani 1980’i izleyen yirmi yıl boyunca, Bretton Woods kurumlarının “Güney” coğrafyasına dönük  “reform” anlayışlarında revizyonlar gerçekleşmişti. 
Başlangıçtaki yol haritası, “devlet küçülsün; piyasa genişlesin”  sloganı ile özetlenebilir.  Kaynak tahsisine ve bölüşüme ilişkin  iki neoklasik  gerekçe etkili olmaktaydı. Birincisine göre kamu işletmeciliği ve müdahaleleri, kaynak tahsisinde israfa, etkinlik kayıplarına yol açar. Çözüm, “piyasa dostu reformlarla” devletin ekonomik müdahale alanlarının, daraltılması içinde aranır. Özelleştirme, kamu hizmetlerinin ticarileşmesi, piyasaların tam serbestleşmesi gibi…

Bölüşüm bağlantılı gerekçeye göre de devlet, çeşitli müdahaleler, örneğin  gümrük tarifeleri, kotalar, kredi tahsisleri, sübvansiyonlar yoluyla  rantlar yaratır ve bunları ayrıcalıklı gruplara tahsis ederek gelir dağılımını bozar…  Çözüm, bir kez daha, bölüşüm ilişkilerini etkileyen her alanda devlet müdahalesine son veren “serbest” piyasalar içinde aranacaktır. 

Ne var ki, bu neoliberal reformlar Üçüncü Dünya’da hayal kırıklıklarına yol açtı. Devletin küçülmesinin, “Güney” coğrafyasında sert finansal krizlere katkı yaptığı anlaşıldı. Makro-ekonomik reçete bir nebze yumuşatıldı. 

“Koruma, müdahale rantları”na saldıran “reformcular” da, programlarının “Güney” coğrafyasındaki sonuçları karşısında şaşkınlığa uğradı. Üçüncü Dünya ülkelerinde devletler küçüldükçe yepyeni vurgun alanları oluşmaktaydı. Eski rantlar, yeni giysiler içinde (üstelik daha da şişerek) devam etmekte;  yenileri ise şaşılacak boyutlara ulaşmaktaydı.

Esra Çeviker Gürkaynak’ın Kayırma Ekonomisi içinde incelediği “AKP döneminde  kamu ihaleleri”, bu iki türün karışımıdır.

Dünya Bankası, IMF yolsuzluğu keşfediyor
Neoliberalizmin rantları yok edeceği öngörüsü niçin gerçekleşmiyordu? 
IMF ve Dünya Bankası’nın baş iktisatçıları, tarih nosyonundan yoksun oldukları için, yolsuzluğun, kayırmacılığın   kapitalizme içkin olduğunu; bu sistemin gelişiminde  burjuvazinin devlet aygıtından sonuna kadar  yararlandığını algılamadılar. Burjuvazi, doğası gereği, devletten beslenmeyi bir hayat tarzı olarak içselleştirmiştir. Sermaye grupları arasında rant rekabeti yıkıcı hale gelince, düzenleme/rekabet kuralları (örneğin ihale kanunları) oluşturulur. 

Yine de kapitalizm fırsat buldukça öz doğasına döner. 2008-2009 krizinin ortaya koyduğu finansal skandallar örnektir. 

Türkiye’de müdahaleci, planlamacı  dönem, benzer yozlaşma eğilimlerine karşı etkin savunma yöntemleri oluşturmuştu. Rant dağıtımını, ayrıcalıklı bireylere, şirketlere değil, planlama önceliklerinin belirlediği sektörlere, faaliyet kollarına, işlevlere tahsis etme kurallarını geliştirmişti.  Bu kuralları oluşturmak ve uygulamak da güvenceli,  seçkin bir ekonomi bürokrasisine emanet edilmişti. 1980 sonrasında Özal’la başlayan   devleti küçültme  reçeteleri, bu bürokrasiyi çökertti; etkisiz kıldı. Neoliberal dönüşümün yarattığı kapkaçların (örneğin özelleştirmelerin) ayrıcalıklı şirketlere, kişilere aktarma yöntemleri bulundu; geliştirildi. 

Neoliberal modeli Güney coğrafyasına taşıyan IMF ve Dünya Bankası iktisatçıları, beklemedikleri, olumsuz bölüşüm sonuçlarıyla karşılaşınca, Marksist izler taşıyan, “devleti ele geçiren oligarklar”, “yarenler kapitalizmi” gibi söylemler, yapay kavramlar icat ettiler. Neoliberalizme özgü kapkaç biçimleri tuhaf bir yolsuzluk söylemine   yol açtı. “Yolsuzlukla mücadele” 2000 sonrasında Üçüncü Dünya’daki neoliberal  programların kalıcı bir öğesi oldu.

“Kayırma Ekonomisi”nin özgünlükleri
İşte, Esra Çeviker Gürakar’ın, Kayırma Ekonomisi, bu yeni gündemin Türkiye’ye taşınması aşamasından hareket ediyor. 1998 sonrasında Türkiye ekonomisinin yönetimini üstlenen Dünya Bankası / IMF ikilisi, neoliberal dönemde yaygınlaşan kapkaç, vurgun, rant örneklerini yeterince algılamıştı. 2001 bunalımı, bu alanda yeni bir reformun hayata geçirilme fırsatı yaratıyordu.  


Hedef tanımlandı: Devlet politikalarından, harcamalarından, özelleştirmelerden türeyen gelir akımları, rantlar ve servet transferleri, sermayenin farklı öğeleri arasında nesnel ölçütlere paylaşılmalıdır… 

Çözüm de belirlendi:  Bu alanlar, siyasî iktidardan bağımsız, özerk kurumlara devredilmelidir.  

Bu çerçeveyi oluşturan kurumsal düzenleme  AKP’nin iktidara gelmesinden birkaç ay önce yasalaşıyor. Gürakar’ın incelediği ve Dünya Bankası / IMF öncülüğünde hazırlanan Kamu İhale Kurumu bunlardan biridir. Kayırma Ekonomisi de, kamu ihalelerinde süregelen yolsuzlukların önlenmesi için Türkiye’de oluşturulan yasal ve kurumsal çerçeveden hareket ediyor; bunun bozulmasını inceliyor; sonuçlarını çözümlüyor. 

Bu inceleme, AKP iktidarı altında bu çerçevenin tırpanlanmasını anlatan hazin bir öyküdür.  İhale sistemini rekabete, bu arada uluslararası sermayeye de açarak tarafsızlaştırmanın, yolsuzluğu frenleyeceği  umuluyordu. Gürakar bu projenin kesin iflasını betimlemektedir. 

AKP iktidarı, ilk gününden itibaren bu düzenlemeden tedirgin oldu. İnşaatçi, müteahhit, emlakçi özellikleri  ağır basan; kendisine bağımlı; karşılıklı rant ve kaynak akımları içinde palazlanan bir  “alt-burjuvazi” oluşturmak istiyordu. İktidar, iş çevreleri saflarında kayırma/dışlama yöntemleri uyguladığında denetimle, engellerle karşılaşmamalıydı. Bu nedenle, her fırsatta özerk kurumların yetki alanını, özerklik derecesini kısıtladı. 

Sonuçta, ihale sistemine getirilen reform, kapsamlı bir kayırmacılığa dönüşecektir. Reformun mimarları da (Dünya Bankası / IMF ikilisi), projelerinin iflasını sineye çekecek; AKP hükümetleriyle imzalanmış anlaşmaları sürdürecektir.

Esra Çeviker Gürakar ihale sisteminin 2003 sonrasında yozlaşmasını incelerken  siyasî iktidarın sınıfsal içeriğinde gerçekleşen dönüşüme de ışık tutmaktadır. 

Gürakar’ın kitabı bu  alandaki araştırmaların ilki değildir. Hızlı bir hatırlatma yapalım:  Mustafa Sönmez, AK Faşizmin İnşaat İskelesi…  Tuncay Mollaveisoğlu,  Görünmez Holding ve Ayşe Buğra ile Osman Savaşkan, Türkiye’de Yeni Kapitalizm: Siyaset, Din ve İş Dünyası… Çiğdem Toker’in Cumhuriyet’teki köşe yazılarını da ekleyelim. 

Kayırma Ekonomisi, bu araştırmaları izliyor; bilgilerimizi zenginleştiriyor; önemli katkılar getiriyor.  Bu önemli katkılardan biri dikkat çekicidir: Gürakar,  Kamu İhale Kurumu’ndan elli bin ihaleye yakın bir veri tabanını incelemiş; ihaleleri kazanan şirketlerin Ticaret Sicili’nden ortaklarını saptamış; her birinin  AKP iktidarıyla bağlantılarını titiz ölçütlerle tanımlamış ve ihale yolsuzluklarının, kayırmacılığın adreslerini ve nicel boyutunu ortaya koymuştur. Bu iktidarın  “yarenler çevresi”ne aktardığı kamu kaynakları da böylece belirlenmiştir. 

Kendisinden bu doğrultudaki çalışmalarını sürdürmesini; günümüz Türkiye’sini kavramamıza getireceği yeni katkıları sabırsızlıkla bekleyeceğiz.

Korkut Boratav / SOL

İşsizlik Sigortası Fonu nasıl yağmalanıyor? - KADİR SEV

İşsizlik Sigortası Fonu’nda 120 milyar lira var. Fon’da bugüne kadar toplanan para 184 milyardı, 64 milyar lirası harcandı. Harcanan tutarın sadece üçte biri emekçilere gitti, üçte ikilik bölüm doğrudan sermayeye aktarıldı. 


Ülke, seçime kilitlendi. Herkes panik içinde ve parlamenter sistemi geri getirecek bir lider arıyor. Adayların söylemlerine bakılıyor, seçilme olasılıklarına kafa yoruluyor, “gerçekçi ittifaklar”ın nasıl kurulabileceği konusunda beyin fırtınaları estiriliyor, Mecliste oluşacak bileşimin önemine değiniliyor, dünya liderlerinin tavırlarından sonuçlar çıkarılmaya çalışılıyor.

Öyle bir hava oluşturuldu ki: “Ya Tayyip gidecek ya Ülke bitecek!”

Tayyip Erdoğan’dan kurtulmanın bir yolunu bulmalıyız: Doğru. Parlamenter sistemden de vazgeçemeyiz: Bu da doğru. Siyasetin toplum yaşamından kazınıp çıkarılmasına izin vermemeliyiz.

Ama kurtulmak uğruna yapılanlar doğru değil.

Meydanlarda bolca, parlamenter sisteme dönüş, yeniden yargı bağımsızlığı, sarayın okul yapılması ve benzeri sözler veriliyor.

Oysa ülke bu duruma getirilirken parlamenter sistem geçerliydi. Kurtarmaya soyunanların hepsi iktidar ve muhalefet temsilcileri olarak Meclisteydi.

Şimdiye kadar yapamadıkları neyi başaracaklar? Önce bu sorunun yanıtını vermek zorundalar.

Üstelik adaylardan, işçilerin emekçilerin çıkarlarını gözeten gerçekçi bir söz işitemiyoruz.
AKP İktidarlarında çıkarılan patron dostu yasalarla işçi hakları alabildiğince budandı. Arabuluculuk yasasıyla iş hukuku neredeyse yok edildi. İşçilere patronuyla pazarlığa oturup anlaşması öğütlendi. Geçici iş ilişkisi kurumlaştırıldı ve kuralsızlık yasalaştırıldı. İş güvenliği umursanmıyor. İşsizlik Fonu’nun gelirleri patronlara yağmalatılıyor.
Adaylardan hiçbiri bu yasaları kaldıracağım demiyor. 
Diyemez de!
Uluslararası tekellerin; Dünya Bankası - IMF gibi örgütlerinin ve metropol ülkelerin, desteğini arayan iktidarlar böyle sözler veremez. TOBB, TÜSİAD gibi patron örgütlerinin isteklerine yanıt veremediklerinde başlarına ne geleceğini iyi bilirler.
Bu sözleri ancak işçilerin, emekçilerin ve bütün çalışanların desteğini alarak iktidar olanlar söyleyebilir.

24 Haziran’da yapılacak seçim ve sonuçları önemsizdir denemez elbette. Ancak ne her şey bitecek ne çok şey kazanacağız.

Her iki durumda da bize, daha çok çalışmamız gerektiği mesajı verilmiş olacak.
Aşağıda çok kısa özetleyeceğim, geniş halini haftalık soL Dergi’de okuyabileceğiniz “İşsizlik Sigortası” adlı çalışma bu amaçla yapıldı. İşçilerin çıkarını gözetmek için yürürlüğe konulan bir yasanın, sahip çıkılamadığında, nasıl da patronların yağmasına sunulabildiğinin öyküsü anlatılıyor. 
Ve hedefin doğru seçilmesinin önemine dikkat çekiliyor.
“Benim için laiklik ön planda… İşçi haklarına sonra sıra gelsin… Çok daha acil görevlerimiz var...” gibi sözlerin gerçekliğinin olmadığını bilelim: Din, kapitalizmin uysal beyinler gereksinmesini karşıladığı süre boyunca pazarda yer bulur. Din sevgisi öyle bir şey.
İşsizlik Sigortası Fonu, kendi istek, kusur ve iradeleri dışındaki nedenlerle işlerinden ayrılmak zorunda kalan sigortalılara destek vermek amacıyla, 1999 yılında 4447 sayılı Yasayla kurulmuştur.

Yasa, 1999 yılı Temmuz ayında Meclis Başkanlığı’na verilen Sosyal Güvenlik Reform yasa tasarısına karşı emek örgütlerinin oluşturdukları platformun verdiği etkili mücadelelerin önemli bir ürünüdür.

Yasanın çıkarılmasında etkili olan emek örgütleri, ne yazık ki, daha sonraki yıllarda sahip çıkamamışlardır. Böyle olunca da ne işçi yararına geliştirilmesi sağlanabilmiş ne de amaç dışı kullanılması önlenebilmiştir.

Kuruluşundan bugüne Fon’a 9 milyon 400 bin kişi başvurmuş, 6 milyonuna destek verilmiştir. Başvuranların yüzde 40 dolayındaki bir kesiminin hak etmediği yanıtını almış olmasının, yalnızca işçilerin bilgisizliğiyle açıklanamayacağı açıktır. Bu olgu, bir şeylerin ters gittiğini gösterir.
Verilen destek tutarları ise açlık sınırının bile altındadır.
Fon, işsizlere karşı çok cimridir. Bu nedenle patronlarca talan edilmesine karşın hesaplarında, Mart 2018 itibariyle yaklaşık 120 milyar lira birikmiştir.
Patronların gözü bu paranın üzerindedir.

Maliye Bakanı, işverenlerden de yüzde 2 prim kesildiğini, bu parada onların da hakkı olduğunu öne sürmektedir.

Bu anlayışla yönetildiği için, harcamaların yaklaşık dörtte üçü patronlara aktarılmakta; bütçe ödenekleriyle karşılanması gereken giderler, Fon bütçesine yüklenmektedir.
Dahası, Fon bütçesinden kurum ya da kişilere borç verildiği örneklere bile rastlanabilmektedir: GAP’a 2009-2012 yılları arasında toplam 11,5 milyar lira, Soma’daki işçi cinayetinin sorumlusu şirkete 2013 yılında 53 milyon lira borç verilmiştir. 
İşsizlik sigortası primlerini tahsil etmek ve Fon hesabına aktarmak, SGK’nın sorumluluğundadır. Bu sorumluluğunu özenle yerine getirip getirmediği bilinememektedir. Çünkü 2006 yılından bu yana, işverenler adına tahakkuk ve tahsil edilen primlerin ayrıntılı dökümleri ne İŞKUR yönetimine ne de Sayıştay’a verilmektedir.
Fon iki şekilde patronların emrine sunulmaktadır. İlki “işveren payı”nın tahsilinde SGK denetim yokluğunu da kullanarak “ısrarcı” olmamaktadır. İkincisi de yukarıda örneklenen GAP ve Soma madenini işleten şirkete aktarımlar gibi doğrudan aktarımlardır. Fon kurulduğundan bu yana 184 milyar TL toplanmış, bu tutarın 64 milyar TL’si kullanılmıştır. 64 milyar TL’nin sadece üçte biri işçilere, işsizlik ödeneği ve diğer şekillerde aktarılmış, üçte ikilik bölümünden sermaye yararlandırılmıştır. 

Önümüzdeki dönem için de sermaye borçlarının yeniden yapılandırılmasında kullanmak üzere göz dikilen en önemli kamu kaynaklarından biri İşsizlik Sigortası Fonu’dur. Milyonlarca işçinin birikimiyle oluşturulan Fon’un ülkeyi yıkıma taşıyan sermayeye teslim edilmemesi gerekmektedir.

Kadir Sev / SOL

TÜSİAD daha ne desin? - ÖZLEM YÜZAK

Daha ne desinler? “Seçimlerden yorgun düştük, gerginliklerden,kutuplaşmalardan bıktık... Dış politikayı doğru yönetemediniz, ekonomiyi, koca ülkeyi batırdınız, eğitimde 15 yılda 15 kez sistem değiştirdiniz ve hâlâ düzeltemediniz, adil paylaşımdan giderek uzaklaştınız...” TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi’nin açılış konuşmalarından özetle bu sözler çıktı. 


TÜSİAD, namı diğer patronlar kulübü. Kamu dışı milli gelirin yarısını oluşturan, kayıtlı istihdamın yüzde 50’sini (kamu ve tarım hariç) sağlayan, dış ticaretin yüzde 85’ini (enerji ithalatı hariç) gerçekleştiren, kurumlar vergisinin yüzde 80’ini ödeyen 4 bine yakın şirketi temsil eden bir yapı. Şu yukarıdaki sözleri bizler zaten sürekli dile getiriyoruz ama patronlar kulübünün ağzından çıkınca farklı tabii etkisi. 
Deprem gibi... 
Hem Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’ın hem de TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Erol Bilecik’in konuşmaları bugüne kadar yapılan en sert açıklamalardı. Özilhan “yeni bir hikâyeye ihtiyacımız var” derken “artık olgunlaşmış bir siyasi ortam istediklerini” belirtti ve herkese temsil edildiği duygusunu güçlü bir şekilde hissettiren bir Meclis’e ihtiyaç olduğu vurgusunu yaptı... 

İş dünyası öfkeli, yorgun, kaygılı... Son derece net görülüyor bu. Sohbet ettiğim iş insanları “Artık tamamen tıkandık, ülkenin itibarı ile birlikte hepimizin itibarı da zedeleniyor” diyorlar. 

Her ne kadar Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dolardaki artışı sadece dış mihraklara bağlama konusunda ısrarcı olsa da TÜSİAD’ın ortaya koyduğu ekonomik tablo “Makro ekonomik istikranın tamamen bozulduğu, seçim öncesinde  açıklanan paketle bütçeye gelen ilave 24 milyar TL’lik ek yükün mali disiplin konusunda şüphelere neden olduğu, bugüne kadar ‘inşaat’ üzerine dayandırılan büyüme modeli ile devam etmenin mümkün olamayacağı” şeklindeydi. 

Özilhan’ın adil paylaşım vurgusu ve bunun artık iş çevreleri tarafından dillendirilmesi de çok önemli. 2007 yılı sonrasında yoksullukla mücadelede ilerleme sağlanamadığını belirten Özilhan “Sosyal politika, çeşitli yardım kuruluşlarına bırakılan bir alan değil, güçlü bir kurumsal kapasite ile yürütülen, kuralları titizlikle oluşturulmuş bir devlet politikası olmalı” dedi.

TÜSİAD Erdoğan’ın üzerini çizdi mi? 
Erol Bilecik’in “Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz” sözünün anlamı açık. Peki, başkan adaylarına çağrı yaparak “ekonomi programlarınızı bizimle paylaşın”demesi TÜSİAD’ın Erdoğan’ın üzerini çizdiğini mi gösteriyor? 
Biz TÜSİAD olarak sürekli öneriler ürettik, büyüme modelimizi gözden geçirmemiz gerektiğini savunduk. Dünyada büyük değişimlerin yaşandığını, bol ve ucuz para döneminin bir gün biteceğini herkes biliyordu. Yapısal reformların o dönemde yapılması gerekiyordu. Biz bunu dile getirdik Sorunlarınızı zora girdikten sonra çözmeye kalkarsanız, çok daha büyük maliyetlere katlanmak zorunda kalırsınız” diyen TÜSİAD Başkanı sözünü sakınmadı: “Kural temelli, öngörülebilir politikalara dayanmayan günübirlik tedbir ve paketler, bir ülkenin ekonomisinin sürdürülebilirliğini sorgulanır hale getirir. Nitekim kurda gördüğümüz hızlı yükseliş, Türkiye ekonomisi için bu sorgulamanın başladığını gösteriyor.”

Eğitim ve kadın adaylar 
Kadın aday oranı da TÜSİAD’ın gündemindeydi. Bilecik, mevcut durumda parlamentodaki yüzde 14.8 kadın oranı ile 144 ülke içinde 118. olduğumuzu vurgulayarak yeni seçim dönemi sonrası bu tablonun değiştiğini görmeyi istediklerini belirtti. Eğitim konusunda ise şunları dile getirdiler: Eğitim sisteminde son 15 yılda 15 kez değişiklik yapıldı ama sistem bir türlü düzeltilemedi. Sorunların nedenini anlayabilen ve çözüm üretebilen bir nesil yetiştirmeyi daha başaramadık. Çocuklarımızı dünyadaki yaşıtlarının gerisinde yetiştiriyoruz; büyüttüğümüz gençlerimize iş alanı açamıyoruz. Okula gitmeyen ve bir işte çalışmayan gençlerimizin oranı yüzde 30. Gençlerimizi fikirlerini özgürce söyleyebilen, özgüveni yüksek, yaratıcı, eleştirel düşünebilen, inisiyatif alabilen, farklılıklara saygılı bireyler olarak yetiştiremezsek ülke olarak kendimize koyduğumuz hiçbir hedefi gerçekleştiremeyiz.

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Hesabı kim nasıl verecek? - ÇİĞDEM TOKER

Konuya doğrudan gireceğim. 

Merkez Bankası, TL’nin değer kaybetmesini gün boyu seyredip akşam müdahale etti. Bu gecikme geçiştirilemez. 

Bir gün içinde TL’nin dolar karşısında günde 20 kuruştan fazla değer kaybetmesi, yakın gelecekte gerçekleşecek yüz binlerce sofradan yemek eksilmesi, işten çıkarmalar, dükkânlara kilit vurmanın önünü açarken, “birileri”nin oturduğu yerde haksız kazanç sağlamasına yol açtı. 

Milyonların geliri azalırken, cebimizden, maaşlarımızdan geleceğimiz çalınırken o “birileri” zengin oldu. Servetlerine servet kattı. 

Çok önemli bir iş yaptıkları için üst düzey yöneticileri yüksek maaşlar alan, standartların çok üzerinde sağlık ve yaşam güvenceleri bulunan Merkez Bankası’nın, 23 Mayıs günü sağlanmış haksız kazançlardan dolaylı/dolaysız sorumlu olmadığını söyleyebilir miyiz?

Merkez Bankası kararlıymış 
Merkez Bankası’nın (Para Politikası Kurulu) aylar önce yapması gereken müdahaleyi, beklenen etkinin görülmesinin imkânsızlaştığı kâbus dolu bir günün akşamında yaptıktan sonraki açıklaması ise evlere şenlik! 

Temel görevi fiyat istikrarını sağlamak; daha açık anlatımla para politikası araçlarını kullanarak enflasyonu düşürmek olan Merkez Bankası, sanki görevini zamanında ve eksiksiz yapmış gibi, ne diyor bakın: “Merkez Bankası fiyat istikrarı temel amacı doğrultusunda elindeki bütün araçları kullanmaya devam edecektir. Enflasyon görünümünde belirgin bir iyileşme sağlanana kadar para politikasındaki sıkı duruş kararlılıkla sürdürülecektir.” 

Merkez Bankası, elindeki bütün araçları kullanmaya devam edecekmiş. 

Sıkı duruşu kararlılıkla sürdürecekmiş.

Gülünç değilse bile üzücü. 

Merkez Bankası, -son dönem uygulamalarına bakılarak- kararlı olduğunu düşünüyor, dahası kamuoyunun da “Merkez Bankası çok kararlı” diye düşündüğünü sanıyorsa yazık. 

Elindeki yasal politika araçlarını zamanında kullanmayan bu kadar önemli ve yapısı gereği saygın bir kuruluşun, ya kendisini ve bizleri kandırmaması ya da “iletişim” konusunu samimiyetle gözden geçirmesi gerekiyor. 
Bir de Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in sosyal medya paylaşımına bakalım.

Ne yapısal reformu? 
Sanki TL’nin sarsıcı değer kaybından Türkiye’de yaşayan milyonlar değil de İngilizler, Amerikalılar zarar görecek gibi İngilizce tweet atmış Sayın Bakan. Neymiş? Yatırımcı güvenini tekrar kazanmanın tam zamanıymış. Hükümet de yapısal reformları hızlandırmak konusunda kararlıymış. Değersizleşen TL’nin enflasyona yol açacağı ayan beyan belliyken yapılıyor bu açıklama. 


Hem inşaata dayalı büyüyeyim, hem bir avuç partili müteahhidi ihya edeyim, onlar için kanunları değiştireyim, 21/b ihaleleri, dövizli KÖİ sözleşmeleriyle bütçeyi bozma pahasına siyasi ömrümü uzatayım. 

Bütün bu kötücül ihtiras tablosu ülkenin kaynaklarını mahvederken de yapısal reformları hızlandırayım. Böylece yatırımcı güveni geri gelsin. 

Nasıl olsa 22 aydır devam ettirilen OHAL ile cezaevlerinin durumuyla, ifade özgürlüğünün geldiği noktayla TL’nin değer kaybı arasında bir ilişki yok. Nasılsa yok! 
Hem olsa ne olur? Bunları sorgulayacak medya mı var? Kamu bankası kredisiyle satın aldırtılmış kanallar emre amade. 

“Dış güçler de dış güçler/Oyunlar da oyunlar” nakaratını gece gündüz terennüm eyliyor. 
Hasılı, “yapısal reformları sürdürme kararlılığı” lafı, gerçeklikle bağı kopuk bir laftır. 
Bunun gibi gündüz düşleri yerine, ülkesini sevenlerin bugünlerde IMF’nin kapısı çalınacak mı çalınmayacak mı, bu fatura halka hangi vergilerle, ücretlerde, maaşlarda hangi “kesintilerle” ödetilecek, döviz üzerinden imzalanmış kamu yatırım sözleşmeleri ne olacak soruları üzerine kafa yormasında sonsuz yarar var.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Bir parkta başlamıştı her şey - MİNE SÖĞÜT

İstediğiniz kadar, Atatürk Havalimanı’nın o geniş arazisini sizden beklendiği gibi ona buna satmayın; kamuya açın. 


İçine alışveriş merkezi dikmek yerine İngiltere’deki örnekleri gibi yemyeşil bir park yapın. 

O parkı dünyanın bin bir türlü ağacıyla yeşillendirin. Çiçeklerle süsleyin. Yürüme yolları inşa edin. Bisiklet yollarıyla donatın. Spor sahaları yapın. Her yeri havuzlarla, akan sularla neşelendirin.Körler için yer işaretleri koyun; engelliler için parkurlar düzenleyin. Piknik alanları olsun içinde. Çay bahçeleri. Çocuk parkları.

Batı’nın şehircilik adına geliştirdiği bütün iyi yanlarını alın, havaalanından arta kalacak o dev boşluğunu onlarla donatın.
 
Olmaz, bir işe yaramaz. 

O İngiltere’de olduğunu bildiğiniz ve marifetinizi anlatırken de örnek alarak işaret ettiğiniz parkların en ünlüsünde bir serbest kürsü vardır. Bu halinizle onu asla koyamazsınız içine. 

O kürsünün hikâyesi, Karl Marx’ın İngiliz devriminin başlangıcı olarak tanımladığı halk ayaklanmalarına kadar uzanır. 

Geçen yüzyılın başlarında insanlar parklarda toplanıp siyasi meseleleri tartışırlar ve nihayetinde, İngiltere’de her parkta bir serbest konuşma köşesi olması yasallaşır. 
O köşelerin bugüne kadar gelen en ünlüsü Hyde Park’taki 150 yıllık konuşmacı köşesidir. 

Zamanında o köşede Karl Marx’tan Vladimir Lenin’e, George Orwell’den  Bernard Shaw’a  kadar iktidara kafa tutan birçok insan konuşmalar yaptılar.İktidar aleyhine her türlü fikri savundular. 

Bugün de her isteyen o kürsüye çıkabiliyor ve içinde şiddet ya da küfür olmadığı sürece her konuda, herkese karşı istediği konuşmayı yapabiliyor. 

O parkın kapısında TOMA’lar beklemiyor. Çevik kuvvet nöbet tutmuyor. İçeride sivil polisler fink atmıyor. 

Halk, duydukları karşısında birbirini koşa koşa iktidara ispiyonlamıyor. 
Konuşanlar ve onları dinleyenler biber gazıyla perişan edilmiyor. 
İnsanlar kollarından, saçlarından yerlerde sürüklenmiyor. 
Çıkan arbedede çoluk çocuk kim vurduya gitmiyor.

***
İçine asla serbest kürsü kuramayacağınız devasa parklar inşa ederken, o yüzden, İngiltere’yi hiç işaret etmeyin. 

Düşünce özgürlüğünün olmadığı, kadın erkek eşitliğinin ağza alınmadığı, insan haklarından bahsedilmeyen, dini hukukla yönetilen Ortadoğu ülkelerinde de büyük yeşil alanlar var. Onları işaret edin. 

Bir de... 
İsmini değiştirmeden, kendi tarihine hürmeten o parka Atatürk Bahçesi diyecek; 
O alanı millete değil halka açacağını vaat edecek; 
Ve içine bir de serbest, ama gerçekten serbest kürsü yerleştirecek bir iktidara acilen ihtiyacı olan bu ülkede... 

Atatürk Havaalanı’nı 29 Ekim’de, yani Cumhuriyet Bayramı’nda kapatmak, böylece 29 Ekim’de yani Cumhuriyet Bayramı’nda Atatürk’ün adını bir yerden daha silmeye niyetlenmek sizin açınızdan gerçekten “dahiyane” bir fikir. 

Ama niyetinizi, eski havaalanının yerine “Millet Bahçesi” yapacağınızı vaat ederek, kendinizce sarayları yıkan ve o sarayları insanlara açan bir devrimci edasına bürünüp gizlemeye çalışmanız çok kötü fikir. 

Bu ülke kendi büyük devrimini küçücük bir parkta yapabileceğini tam da böyle kendine ait bir ilkbahar zamanı zaten deneyimledi. 

Siz o devasa parkı kendi sonbaharınızda “millete” açarak ne devrim yapabilirsiniz ne de yapılmış devrimleri yıkabilirsiniz. 

Olsa olsa kendi faşizminizi güçlendirirsiniz. 

Bir de haberiniz olsun... 

Bazen mesele sadece bir ağaç meselesidir ve o ağaç meselesi tüm diğer mühim meseleleri kapsayabilecek kadar kıymetlidir.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Bir kadının Trump'a verdiği siyaset dersi! - Arslan BULUT

Hani Trump'ın İstanbul'daki iş merkezinin adı "Trump Tower" ya, uluslararası ilişkilerde ise bir "Trump tavrı" ortaya çıktı! Aslında bu akımı, Trump'tan önce Tayyip Erdoğan başlattı. Fakat Türk Dışişleri zaman zaman Erdoğan'ı frenleyebiliyordu. Trump'ı bir çizgide tutmak ise mümkün değil. Fakat bu durum sadece kendisine değil, ülkesine zarar veriyor. ABD, sonuçta bir mafya devleti, onların kültürü böyle! Türkiye'de ise en ufak hata sırıtıyordu. Fakat artık doğru yürüyen hiçbir mekanizma kalmadığı için Türkiye el yordamıyla yönetilen bir devlet haline geldi. Bu ülke, böyle bir savrulmayı kaldıramaz.
                                                                          ***
Uluslararası ilişkilerin nasıl sürdürülmesi gerektiği üzerinde AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini, ilgili üniversitelerde ders konusu olabilecek nitelikte bir değerlendirme yaptı.

AA'nın haberine göre Mogherini, Brüksel'de yaptığı konuşmada, İngiltere'nin AB'den ayrılma kararının ardından Birliğin dağılacağına yönelik tartışmaların yoğunlaştığını hatırlatarak, şu anda durumun değiştiğini ve uluslararası toplumun, AB'nin "çok taraflı" sistemi kurtarmasına yönelik beklentileri olduğunu belirtti.
                                                                          ***

ABD'nin İran nükleer anlaşmasından çekilme kararının sadece Avrupa'yı değil, tüm dünyayı zor duruma soktuğunu dile getiren Mogherini, bu adımın ABD'nin genel anlamda çok taraflı uluslararası sistemden uzaklaşma eğiliminde olduğunu gösterdiğini belirtti.
Mogherini, "İran anlaşmasını 12 yıl boyunca gece gündüz çalışarak inşa ettik. AB bundan vazgeçme niyetinde değil." ifadesini kullandı.
"Bir anlaşma imzalandığında buna sadık kalınması gerekiyor. ABD Başkanı değişince anlaşma da değişmez. Bu, uluslararası anlaşmaların güvenilirliğini sağlar." diyen Mogherini, aksi takdirde güvenilirlik ve öngörülebilirlik ilkelerinin zarar göreceğini vurguladı.
İran nükleer anlaşmasının sürdürülmesi için AB'nin diğer ortaklarla yoğun çaba sarfettiğini aktaran Mogherini, İran'ın önemli bir ekonomik pazar olduğunu söyledi. Mogherini, "Neden biz bu pazarı sadece Rusya ve Çin'e bırakalım?" dedi.

Mogherini, söz konusu anlaşmanın "AB için bir test" olduğunu, anlaşmaya sadık kalarak Birliğin kendi kararlarını alabildiğini ve güçlü durduğunu göstereceğini ifade etti.
Gerçekten de sadece anlaşmalar değil, her davranış, her karar, insanlar için de "güvenilirlik" ve "öngörülebilirlik" açısından bir testtir.
                                                                         ***

ABD'nin Tel Aviv'deki büyükelçiliğini Kudüs'e taşıma kararını da eleştiren Mogherini, Kudüs'ün statüsünün müzakereler yoluyla belirlenmesi gerektiğini ifade etti. Mogherini, Kudüs'ün İsrail ile Filistin devletlerinin ikisinin de başkenti olması gerektiğini söyledi.
ABD'nin Kudüs Büyükelçiliğinin açılış töreni öncesinde verdiği resepsiyona 3 AB üyesi ülkenin büyükelçisinin katıldığını hatırlatan Mogherini, "ABD'nin Kudüs Büyükelçiliğinin resmi açılış törenine hiçbir üye ülkenin temsilcisi katılmamıştır. Bu tarz şeyler, diplomaside önemlidir." dedi.

                                                                        ***

Peki Mogherini'nin, bir konuşmanın içinde bu kadar önemli mesajlarla birlikte, aynı zamanda uluslararası ilişkiler dersi verebilmesi hangi birikime dayanıyor?
Mogherini, Roma La Sapienza Üniversitesi'nde siyaset bilimi okudu. Diplomasını, hak ederek aldı. 1973 doğumlu. Henüz 45 yaşında bir kadın... 23 yaşından beri siyasetin içinde...

                                                                          ---
Laikliğe neden karşı çıkıyorlar?
İstanbul Müftülüğü, semavi dinlerin temsilcilerine iftar verdi. İftarda konuşan İl Müftüsü Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, toplumda din ve din adamlarının yerini sütün içerisindeki laktoza benzetti ve "Nasıl sütün içerisinden laktozu alırsanız geriye su kalırsa toplumdan da dini, dini değerleri ve din adamlarını alırsanız aynı şey olur." dedi.
Toplumdan dini değerler alınırsa elbette büyük sarsıntı olur ama günümüzde insanlar arasında pek çok sorun, bazı din adamlarının, dini siyasi veya ekonomik iktidar aracı olarak kullanmalarından kaynaklanıyor. Aynı kişiler, din istismarını yasaklayan laikliğe bu yüzden karşı çıkıyor.


Kaynak Yeniçağ: Bir kadının Trump'a verdiği siyaset dersi! - Arslan BULUT

24 Mayıs 2018 Perşembe

Kolay yol yok - L. DOĞAN TILIÇ

Seçim zamanları, özellikle de memlekette pek iktidar görmemiş sol için de, dışarıya bakıp başka ülkelerin muhalefet başarılarından bize taşınacak örnekler aramak adettendir. Kâh Latin Amerika’da esen rüzgârdan, kâh Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos’un başarılarından umut derlemeye çalışırız.

Bu kez, baskın seçim uzun tartışmaya zaman bırakmadı. Önümüzde sadece bir ay var. Bir süre partilerin aday listeleri üzerinde tartıştıktan sonra, artık ne kadar ve nasıl bir kampanya yapılabiliyorsa onunla sandıklara gidilecek.
Bütün bu kısıtlar içinde, muhalefetin şansı da Erdoğan! Toplumu o kadar kutuplaştırdı ki, “O gitsin de…” diyerek birleşmelerine hiç ihtimal verilmeyen partiler birleşti.

Olağanüstü baskı dönemlerinde ve totaliler rejimlerde, hayat bazen “gitsin de…”yi öylesine dayatır ki, “Peki ne gelsin?” sorusunun yanıtı es geçilebilir.

Oysa, sol/sosyalist siyaset açısından “Peki, ne gelsin?”e boş veren bir “gitsin de…” kabul edilebilir yaklaşım olamaz.

Peki, ne gelsin?”in yanıtı ve gelmesini istediğiniz için yapılması gerekenler “gitsin de…” çalışmasından çok daha uzun soluklu, çok daha zor, çok daha sabır gerektiren bir çalışmadır.

İtalya’da, Mart seçimlerinden bu yana yaşanan kriz bugün yarın Giuseppe Conte’nin başbakan olarak atanması ve hükümet kurulmasıyla “sona erebilir”.

İtalya’da, Cenovalı komedyen Beppe Grillo tarafından kurulan ve birkaç yıldır adından söz ettiren 5 Yıldız Hareketi seçimde birinci olmuş ve geçen günlerde de aşırı sağcı Lig Partisi ile hükümet programı ve başbakanın ismi üzerinde anlaşmıştı.

5 Yıldız Hareketi üzerine, sevgili Can Dündar’ın 2013 Mayısında Milliyet’teyken yazdığı “Başka tür bir muhalefet mümkün” yazısını anımsıyorum. Hareketin kurucusu “Beppe”yi sivri dilli bir hiciv ustası olarak tanımlıyor, düzene meydan okuyan cesur siyasetini vurguluyor, kendilerini görmezden gelen medyaya karşı internet üzerinden açtığı kampanyanın altını çiziyor, sağ ve sol kavramlarını bir kenara iterek sisteme savaş açmış olduğunu vurguluyordu.

5 Yıldız Hareketi’nin başarısını; “İnternet ile doğrudan demokrasi”yi şiar edinmiş olmasına; adaylarını internette oylamayla belirlemesine; Beppe’nin kendini görmezden gelen televizyonları protesto edip hiçbirine çıkmayarak  Twitter, FacebookYouTube üzerinden halka ulaşmasına bağlayan sadece  Can değil.

O yazı; “Sizce Türkiye’de de giderek otoriterleşen siyasi iktidara meydan okuyan, kıstırılmış medyadan yakınıp durmak yerine sosyal medyayı kullanan, yeni yöntemler ve söylemlerle, yeni politikalar üreten, genç bir muhalefetin vakti gelmedi mi?” diye soran Can’a “Geldi de geçiyor bile” diyenlerin az olmadığını biliyorum.

Başarıysa, başarı! 2013’te yüzde 25’le birinci olan 5 Yıldız Hareketi  şimdi  yüzde 32ile hükümet kuran bir parti oldu.

Yeter ki eski düzen gitsin” diyenlerin oyunu alarak ulaştığı noktada, aşırı sağcı, ırkçı ve göçmen düşmanı Lig Partisi ile koalisyon kuruyor. İçinden çıkarıp faşist koalisyon ortağına kabul ettirdiği başbakan adayı G. Comte, CV’sindeki yalanlarla gündemde. 
Göçmenlerin yürekleri ağızlarında!
Bunlar bir kenarda dursun, internet ve yeni medya üzerinden yürütülecek “bir başka muhalefetin” bizi de iktidara götürecek araç olup olmadığına bakalım.
Öncelikle, bir muhalif hareketin herhangi bir iletişim olanağını, bu çerçevede de günümüzün en öne çıkan teknolojisi internet ve o zeminde yükselen sosyal medyayı ret ya da ihmal etmesinin en hafif deyimle budalalık olduğunu söyleyeyim.

Ancak, sadece oradan yürünerek ya da orayı temel alan bir muhalefet stratejisiyle başarı gelmez!

Bu toplumun ikna edilmesi gereken büyük çoğunluğunda internet ve sosyal medya kullanım oranı çok düşük. Onları ikna ve örgütleme ancak ev ev, sokak sokak, işyeri işyeri dolaşarak; insanlara bire bir dokunup gözlerinin içine baka baka konuşarak, yaşanan hayatlar içinde yan yana durup karşılaşılan problemlere çözümler bularak olacak.

İktidara giden kolay bir yol yok; tabii internet de olacak ama asıl bunlar olacak!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

İktidar dünya piyasalarını kapatmak için düğmesini arıyor! - ORHAN BURSALI

Toplumun beynini yalan yanlış söylemlerle yıkama servisçileri “bizi kıskanan dış güçler, şimdi ekonomiyi çökertmeye giriştiler..” masalını okuyor. 
Neden? 
Çünkü oylarını aldıkları ve gerçek bilgiyle davranmayı öğrenemeyen cahil kalmış bir kalabalığın bu zokayı yutacağını biliyorlar. Bu açıdan baktığınızda, topluma “göbeğini kaşıyan adam” muamelesi yaptıkları açık ve seçik. Biraz şüpheli olanlar da kafasını kaşır. Bedelini de ağır öderler. 

Şüphesiz o kadar da değil, AKP’ye oy veren seçmenin bir kesimi başına taş düştüğünü görüyordur; çarkların dış girdilerle döndüğü ekonomide günlük hayatını çevirmek için artık kuruş hesabı yapacaklar. Emekliye verilecek seçim rüşveti ikramiyesi, pahalılık karşısında dipsiz kuyuya atılan taş etkisi yapacaktır. 
 
Yıllardır kırılgan ülke 
Çöküş, uzun zamandır adım adım geliyordu. Türkiye 5 yılı aşkın zamandır “kırılgan ülkeler” adı altında, 3-5 ülke arasındaydı ve iki yıldır da bu ülkelerin zirvesine oturmuştu. Bunu iktidar da biliyordu, ama o zaman “vay bizi çökertmek istiyorlar” diyen yoktu. 

Bugün milletvekili listesi dışında kalan Mehmet Şimşek, 24 Mart’ta “Aman borç almayın ortak alın, sermaye piyasalarına açılın. Borç bu dönemde büyük bir sorun.. Çatıyı hava güneşli iken tamir etmemiz gerekiyor.. belki yağmur yağacak belki fırtına çıkacak” sözleri aslında çok geçti, yağmur çoktan yağmaya başlamıştı. Şimşek, olanları yumuşatmak için cek-caklı konuşuyordu, çünkü Reis’in yanında ekonomi için kötü şeyler söylemek yasaktı, nitekim kellesi gitti. 

O sırada dolar 4.05 civarındaydı ve “tarihi rekor” manşetleri atılıyordu. Dolar, martın başında 3.81’di. Şimdi 5’e dayandı ve artık saat başı tarihi rekor başlıkları atılıyor. 
Füze gibi günden güne yukarıya fırlayan bir dolar; neden? 
Enflasyon iki haneye oturmuş, ekonominin yıllık açıkları -gelir/gideri-57 milyar dolar eksiye çıkmış ve bütçe 75 milyar dolar açıkla bağlanmıştı. 

Ayrıca dünyada başka bir seyir daha vardı: Dolar güçleniyordu, ABD faizleri artırmayı bir sürekliliğe bağlamıştı. Bütün paralar değer kaybediyordu ama TL şampiyonluğu kimseye bırakmıyordu.. Aslanım TL! 

Toplam borç 450 milyar doların üzerinde. Bu yıl 98 milyar dolar borç ödemesi var. Kısa vadede 220 milyar dolar (Mahfi Eğilmez). 
 
Acaba seçimlere kadar  idare... 
Çok miktarda paraya ihtiyacınız varsa ve ekonominizin temel yapısı zayıfsa ve harcamanızdan daha yüksek miktarda gelir üretemiyorsa, riskiniz artıyor demektir; bu durumda da daha yüksek faizler ödemek zorundasınız. Yok “faizi artırmam, parayı da MB değil ben yönetirim” derseniz, doları 5’te görürsünüz. 

Dani Rodrik dün şöyle diyordu özetle: 
TL’nin serbest düşüşünü durdurmak için yalnız 3 seçenek var. 1. TCMB rezervlerini tüketmek pahasına dolar satacak. 2. Faizlerde ciddi bir artış yapılacak. 3. Sermaye kontrolleri. Zehirlerden zehir beğen... Doların yükselişine seyirci kalırlarsa dolar bazında borçlanmış özel sektör iflasa götürür enflasyonu kontrolsüz hale getirir. Bekledikçe maliyet artıyor. Bu önlemler dahi krizi ancak geçici durdurabilir. Kamu maliyesi, tasarruf politikaları ve özel sektör finansmanı konusunda ciddi atılımlarla desteklenmeleri gerekecek...” 

Uyarıların hepsi boştur bu iktidara.. Onlar her şeyi en iyi bilir. 

Bütün hesapları ve bildikleri aslında, yahu acaba seçimlere kadar idare edebilir miyiz üzerine kuruluydu. 


Ne yazık ki bu beklentileri çöktü. 

Ellerinde düğmesi olsa dünya piyasalarını kapatmaktan zerre geri kalmazlar, ama böyle bir düğme olmadığına hâlâ inanamıyor olabilirler. 
Bazı aklı evvel ekonomi haspaları “devlet değil, borçlu olan özel sektör çöker” havasında! Ekonominin özel sektörden ibaret olduğunu bilmeyecek kadar cehalet. 

Sorun, ooh ne âlâ mualla, yağmur gibi para aktıkça dışarıdan biz bu ekonomiyi çok iyi idare ederiz politikalarında. Göm parayı taşa toprağa, hazineyi büyük borç yükünün altına sok, katma değer üreten bir ekonomiye yönelme. 

Ama ağzında da “yerli ve milli” sakızını çiğne!

Orhan Bursalı / CUMHURİYET