2 Haziran 2018 Cumartesi

Seçim beyannamelerinde dış politika vaatleri... AKP: Maceraya devam Muhalefet: Tamir edeceğiz- İBRAHİM VARLI

Partilerin seçim beyannamelerinde dış politika önemli konu başlıklarından oldu. ‘ABD ve NATO ile işbirliği sürecek’ diyen AKP, iflas eden dış politikaya ‘aynen devam’ dedi. Muhalefetin vaadi ise iktidarın yol açtığı tahribatı ortadan kaldırmak.

Siyasi partilerin izleyecekleri politikaları ve vaatleri içeren seçim beyannameleri ardı ardına açıklandı. AKP, CHP, HDP ve İyi Parti’nin seçim beyannamelerine yansıyan dış politika hedeflerinde ABD, NATO, AB, İran, Irak ile ilişkilerle, Suriye sorunun çözümüne yönelik hedefler öncelikli başlıklar olarak anlatıldı. On altı yıllık iktidarı döneminde uyguladığı dış politikayla ülkeyi maceradan maceraya sürükleyerek, savaş ce çatışma iklimine sokan AKP, iflas eden politikalarına rağmen proaktif dış politikaya devam kararı alırken, CHP'nin dış politika hedefleri “İstikrar ve İtibar” başlığıyla somutlaştırıldı.

AKP: İflas eden dış politikada ısrar
360 sayfalık seçim beyannamesinde dış politikayla ilgili hedefler sıralanırken Türkiye’nin AB’ye katılım hedefinin korunduğu bağımsız, pro-aktif siyaset ve perspektif üreten politikaya devam ediliciği vaat edildi. Beyannamede “ABD ile yaşanan sorunları aşmak istiyoruz” denilerek, ABD ile yakın işbirliğinin korunmasının esas olduğu vurgulandı. Suriye politikası için de “Meşru bir yönetime kavuşmuş yeni bir Suriye hedefi için çalışacağız, arzumuz yeni Suriye ile komşuluk ilişkilerimizi ve işbirliğimizi yeniden tesis etmek” denildi.

“Dış Politika ve Milli Güvenlik” başlığı altında şunlar yer aldı: “Türkiye'nin AB hedefini stratejik bir hedef olarak görüyoruz. ABD ile yaşanan sorunları aşmak istiyoruz. ABD ile yakın işbirliğinin korunması esas. Rusya ile ikili ilişkilerimizi geliştirmeye çalışacağız. Suriye ihtilafının nihai bir siyasi çözümle neticelenmesi için gayretlerimizi sürdüreceğiz. Meşru bir yönetime kavuşmuş yeni bir Suriye hedefi için çalışacağız. Dış politikamız vizyona dayalı çok boyutlu olmaya devam edecektir. Güvenlik ve savunma politikamızın merkezinde olan NATO’nun, gerek askeri gerek siyasi etkinliğinin daha da güçlendirilmesine ve ülkemizin dışarıdan kaynaklanan tehditlere karşı savunulmasına katkı sağlamasına yönelik çalışmaları bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da destekleyeceğiz.”

CHP: İstikrar ve itibar
240 sayfalık beyannamenin “Dış Politika: İstikrar ve İtibar” alt başlığında derlenen hedef ve amaçlarda Türkiye’nin hem komşuları nezdinde bölgesel bir aktör olarak, hem de müttefikleri gözünde tarafsızlığını, inanılırlık ve güvenilirliğini kaybetmiş, öngörülebilir bir uluslararası aktör olma özelliğini yitirdiğine dikkat çekildi.

Beyannamede “CHP’nin dış politika anlayışı, bir yandan Türkiye’nin dış politika uygulamalarında yeniden güvenilir ve iş birliği yapılabilir bir ortak haline gelmesi için gereken adımların atılmasını sağlayan, bir yandan da ülkeninyitirmiş olduğu imaj ve itibarını yeniden olumlu bir dönüşüme kavuşturan güçlü bir kamu diplomasisi faaliyeti bütünlüğü oluşturmaktadır” denildi.

Türkiye’nin dış politikası şu dört unsur üzerine oturtularak geliştirileceği kaydedildi: “Yurttaşlarımızın adalet, güvenlik, huzur ve refahını gözeten bir dış politika. Uluslararası hukuka saygılı ve değerlere dayalı bir dış politika. Tarihi birikim, coğrafi konum ve kültürel çeşitliliğin zenginliği ile donanmış çoğulculuğa dayalı bir dış politika. Tüm dünya ile bütünleşen, bölgesel ve küresel iş birliğini güçlendiren, katılımcı bir dış politika.” 

Beyannamedeki vaatler: 
»ABD ile ilişkiler karşılıklılık ve güven çerçevesinde yürütecek. »AB'nin yeni fasıl açmasını beklemeden, gereken reformlar yapılacak.

»Rusya ile ekonomik ve ticari ilişkileri tek taraflı olmayan ve şahsi çıkarlara dayanmayan şekilde geliştirilecek. 

»Suriye halkının esenliğini ve Suriye'nin toprak bütünlüğünü sağlamaya dönük bütün uluslararası barış girişimleri ve BM’nin çalışmaları destekleklenecek.

»TSK'nin Suriye'deki misyonunun gerekli diplomatik adımlarla desteklenerek, en kısa zamanda başarıyla sona erdirilmesi temin edilecek. 

»İran’la uzun bir geleneğe dayanan iyi ilişkiler çok yönlü olarak geliştirilecek. İran'ın nükleer programı ile ilgili olarak yapılan anlaşmanın sürdürülmesi için gösterilen çabalar desteklenecek. 

»Irak'ın toprak bütünlüğünün Irak Anayasası'nın çizdiği sınırlar içerisinde korunması için bölgede ve uluslararası alanda etkin girişimlerde bulunulacak.

HDP: Eşitlikçi, barışçıl dış politika
Beyannamede dış politika vaatleri “Dış ilişkilerde barışçıl bir dış politikayı uygulamaya geçireceğiz” başlığı altında yer alırken, “En güzel ülke, komşularıyla barış içinde yaşayan ülkedir” denilen bildirgede şunlar kaydedildi:

»AB'yle müzakere ve tam üyelik çalışmaları ilkeler çerçevesinde yeniden değerlendirecek. 

»Başta Ortadoğu olmak üzere, tüm dünya halklarının kendi geleceklerini özgürce belirlemeleri ve halkların kendi kendilerini yönetecekleri demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir yönetim anlayışını geliştirmeleri için destek verilecek. 

»Bölgede küresel ve bölgesel güçlerin savaştan, işgalden ve şiddetten yana politikalarına karşı durulacak. Kader olarak dayatılan bu savaş düzeni değiştirilecek. Ortadoğu'da mevcut iktidar tarafından yürütülen Kürt düşmanı politikaya derhal son verilecek ve Kürt halkıyla barış sağlanacak.

»Suriye'de iç savaşın sona erdirilmesi için çaba harcanacak. Halkların kardeşliğine ve eşitliğine dayalı demokratik bir çözümün ortaya çıkarılması için çaba harcanacak, Rojava halkının açığa çıkardığı demokratik yönetim iradesinin tanınması ve Demokratik Suriye yönetiminin yaşam bulması için mücadele edilecek.

»İsrail hükümetinin etnik temizliği esas alan işgalci politikalarına karşı duracak. Filistin işgaline son verilmesine ve Filistin halkının kendi geleceğini belirlemesine destek verilecek.

»Ortadoğu'da emperyalistler tarafından çizilmiş yapay sınırlarla kendini bağlamayacak, halklar arasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel bağların güçlendirilmesi ve ilişkileri perdeleyen bürokratik engellerin ortadan kaldırılması için çalışılacak.

»Ermenistan üzerinde uygulanan ekonomik ambargoyu kaldıracak, gerekli ekonomik, politik ve diplomatik ilişkileri geliştirecek. Türkiye tarafından tek yanlı kapatılan Türkiye-Ermenistan sınırını koşulsuz olarak açılacak.

»Emperyalist müdahalelere, başka ülkelerin topraklarının işgal edilmesine, komşu ülkelere askeri veya iç savaşı kışkırtıcı müdahalede bulunmak gibi politikalara karşı çıkmaya devam edilecek.

İYİ Parti: Milli, itibarlı dış politika
138 sayfalık beyannamenin “Dünyada ve bölgemizde barışı hedefleyen güçlü dış politika, huzurlu Türkiye” başlıklı dış politika bölümünde şu vaatlere yer verildi:

»Milli, İtibarlı, Barış Odaklı ve Gerçekçi Bir Dış Politika Anlayışını Benimseyeceğiz. Türkiye'nin tarihten gelen kazanımları, coğrafyasının zenginlikleri, stratejik ve jeopolitik konumu, siyasal gerçekçilik zemininde değerlendirilerek hazırlanan dış politika anlayışı uygulanacak.

»Uluslararası hukuku esas alan, caydırıcı, dengeli, barışçı, etkin, akıllı, kararlı, saygın, güvenilir, istikrarlı, gerçekçi, sadece sorunların çözümünü değil krizlerin önlenmesini de hedefleyen, sonuç odaklı ve çok yönlü bir dış politika izleyeceğiz.

»Türkiye'yi dış politikada yalnızlıktan kurtaracağız. Ülkemizin son zamanlarda dini-mezhepsel ve toplum mühendisliği yaklaşımlarıyla içine çekildiği “Ortadoğululaşma” yanlışına son vereceğiz. Çevre komşularımızla, bölge ülkeleriyle dostluk, iyi komşuluk ve iş birliği ilişkileri oluşturacağız, bu suretle bölge ve dünya barışına katkı sağlayacağız.

» Dış politikanın iç politika malzemesi olarak kullanılmasına son vereceğiz. Dış politikada sadece milli çıkarları gözeteceğiz, iç politika malzemesi olarak kullanılmasına izin vermeyeceğiz.

»AB ile müzakere sürecini hızlandıracağız. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin Türkiye için olduğu kadar Avrupa Birliği için de önemli olduğunu düşünmekteyiz. AB ile müzakere sürecini hızlandıracağız.

»Türk Dünyası ile ilişkileri güçlendireceğiz, Yurtdışında Yaşayan Türklerin sorunlarıyla yakından ilgileneceğiz. Avrasya coğrafyasına yayılmış olan Türk Dünyası'nı dış politikanın önemli bir boyutu haline getireceğiz.

»Bölgesel sorunların çözümünde komşularımızla yakın işbirliği yapacağız. Kıbrıs Milli Davamızdır.

»Türkiye'nin Ege'deki haklarının korunmasında ve ihlâllerin önlenmesinde kararlı davranacağız. İki devlet arasındaki sorunların diyalog ve müzakere yöntemleriyle çözümlenmesi için iyi niyetle ve samimiyetle çalışacağız. Küresel Terörle Mücadelede Uluslararası toplum ile işbirliği halinde hareket edeceğiz.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Chatham House ödevleri - IŞIK KANSU

Emperyalizmin üstünde güneş batmayan imparatorluk olmasını sağlayan kuruluşlardan en önemlisidir Chatham House. Diğer adıyla, İngiliz Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü… 

Chatham House, bir önceki AKP’li Cumhurbaşkanı (az kaldı Kemal Kılıçdaroğlu’nun da onayıyla başkan adayı yapılmaya kalkışılan) Abdullah Gül’e ödül vermişti. 

Bu kez, İngiltere’yi “stratejik ortak ve müttefik” diye tanımlayan “reis” gitti oraya ve bir konuşma yaptı. Her ne kadar Erdoğan, bölgesel ve uluslararası gelişmeleri masaya yatırdıklarını söylese de, tümüyle Türkiye üzerinde nasıl bir “işlem” yapılacağı, dolayısıyla Erdoğan’ın geleceği görüşüldü aslında. Görüşüldü demek de yanlış olur, dikte edildi bir anlamda. 

Kulislerden edindiğimiz bilgiye göre, AKP sayesinde borca batırılmış ülkenin “sıcak para”ya (yeni borçlara) kavuşması karşılığında Chatham House toplantısına katılan para simsarları ile siyaset belirleyicilerin “reis”ten istekleri dört noktada toplanıyordu: 


1.Kıbrıs sorununu çözeceksin. Türk askerini adadan çekeceksin, garantörlük hakkından vazgeçeceksin. 
2.PKK’lileri de kapsayan bir af ilan edeceksin.Abdullah Öcalan’ı İmralı’dan çıkarıp ev hapsine alacaksın. 
3.2006’da “bölgeler arası eşitsizliğin ekonomik boyutuyla başa çıkmak” gerekçesiyle kurulan kalkınma ajanslarını bir adım daha öteye götürerek, siyasal anlamda Türkiye’yi yerel ve bölgesel yönetimlere ayırarak, federal yapıya döneceksin.
4.Özerklik dahil çeşitli yöntemleri kullanarak Kürt sorununu çözeceksin. 

 
Sızan bilgilere bakılırsa, Chatham House diktecileri, “reis”e, bütün bu istemleri yerine getirebilmek için gerekli gücün “kararname” ile elinde olduğunu da vurgulamışlar. 


Erdoğan, bir kez daha seçilirse, “ekonomik darboğazın aşılması” karşılığında ikide bir “eyy” diye diklendiklerinin isteklerini bir bir yerine getirmek zorunda olduğunu biliyor artık. 

Emir büyük yerden: İkinci turda Kürt milliyetçilerine göz kırpacak. Onlar da ona. 

Işık Kansu / CUMHURİYET

3 saate değen bir başyapıt... - SUNGU ÇAPAN

1998’den itibaren son 20 yılda çektiği, çeşitli ödüller kazanan (“Kasaba”, “Mayıs Sıkıntısı”,”Uzak”, “İklimler”, “Üç Maymun”, “Bir Zamanlar Anadolu’da”, “Kış Uykusu” gibi) 7 uzun metrajıyla ülkemizden çok uluslararası alanda kendini kabul ettirerek kuşkusuz Yılmaz Güney’den sonra günümüzdeki en önemli ve özgün Türk sinemacısı konumuna erişmiş Nuri Bilge Ceylan’ın 8. filmi “Ahlat Ağacı”, ödülsüz döndüğü ama beğenildiği Cannes festivalinin hemen ardından bugün sıcağı sıcağına yerli sinemaseverlerle buluşuyor.


Okulundan yeni mezun olmuş, Sinan (Doğu Demirkol) adındaki sorgulayıcı, genç irisi, toy bir öğretmenin Çanakkale-Çan’ın bir köyündeki baba ocağına dönüşüyle başlıyor “Ahlat Ağacı”.
Kentten döndüğü kırsalda köklerinden kopup özgürleşmek derdindeki uyumsuz Sinan istemese de, başarısızlıklarını pek umursamaksızın habire birtakım soğuk espri-şakalarla geçiştiren, görünürde hep güleç ama mutsuz ve at yarışı bağımlısı, emekliliğinin eşiğindeki, taşralı bir köy öğretmeni olan babası İdris’in (Murat Cemcir) benimseyemediği alın yazısının onu beklediği bir geleceğe doğru ‘sürüklenmekte olduğunun’ da farkında. Kumar tutkusu ve borcu yüzünden parasını, onurunu, itibarını ve vaktiyle severek ona kaçmış karısı Asuman’ın (Bennu Yıldırımlar) sevgisini-saygısını da zaman içinde yitirmiş, yalnız bir kırsal ‘loser’ı olan İdris’in kısır döngüden ibaret kaderini yinelemekle yüz yüze Sinan’ın, bahçesinde su aramak için kuyu kazan girişken babasıyla hayat hesaplaşmasını, 3 saati aşkın bir olay örgüsünde ve bildik bir baba- oğul çekişmesi bağlamında hikâye eden filmi, yeğeni Akın Aksu’nun yaşamından esinlenerek A.Aksu, Ebru- Nuri Bilge Ceylan imzalı, otobiyografik bir senaryodan ve adına yaraşır bilgece bir tavırla çekmiş, artık 60’ına merdiven dayamış yönetmenimiz ‘güzel insan’ NBC.

Aile, ahlak, din...
Sinan’ın yaşadıklarıyla gözlemlerine dayanarak yazıp, adını da karı koca gerginliğinden kaynaklanan, anababayı kast eden bir aile içi soğuk savaş göndermesiyle Ahlat Ağacı koyduğu (Malum Anadolunun çoğu yerinde, kendiliğinden yetişen, yabani armut gibi bir meyve veren, dayanıklı, yabani, yamuk yumuk ama şifalı bir ağaçtır Ahlat) kitabını bastırmak için gereksindiği parayı bulma çabaları onu önce belediye başkanına (Mehmet Özgür), o da devlet ihaleleriyle zenginleşmiş bir düzen adamı ve sözüm ona kitapsever inşaatçı-madenci olan bir dosta (Kubilay Turnçer) sevkediyor Sinan’ı ama nafile. Dedesi (Tamer Levent) İdris’in bebekken tarlada unutulup karıncalarca sarmalanışını anlatıyor Sinan’a bunu elvari bir sahnede. Öğüt vermesi için sahafta rastlayıp danıştığı, yörenin tanınmış yazarı Süleyman’la (Serkan Keskin yine harika) atışıyor ego ve yazarlıkla geçinebilme konusunda. Okuldan ayrılıp koca bulmaya kilitlenmiş ama sevgilisi Rıza’yla (Ahmet Rıfat Şungar) da bozuşmuş, eski tanıdığı Hatice’ye (Hazar Ergüçlü) rastlayınca çayır-çimende romantik anlar da yaşıyor, öperken ısıran da Hatice’yle. Sonrasındaysa kavga ettiği, kıskanç arkadaşı Rıza, yazar olma hayalindeki, Hatice’nin de netice olmadığı Sinan’ın şakağını morartıp dudağını patlatıyor, yazarlığı kıvıramazsa özel kuvvet mensubu, işkenceci bir polis olmayı düşünüyor, 2 imam tanıdığıyla (aslında Sinan rolünü NBC’ye esinlendirmiş olan yeğeni Akın Aksu gelenekçi Veysel’i, dizilerden aşına Öner Erkan da yenilikçi imam Nazmi’yi oynuyor) aile, ahlak, din ve görenekler üstüne yürürken sürdürülen sohbetimsi bir tartışmaya katılıyor uzun tutulmuş bir sekans süresince, vs. vs...

Öğretmen, yazar, imam, vb. gibi karakterler arasında süregelen yoğun konuşmalı, diyalog ağırlıklı ama görsel bakımdan (sinemamızın en değerli kameramanlarından ve NBC’nin demirbaş elemanlarından Gökhan Tiryaki ustanın pentür tadındaki kadrajları her zamanki gibi çok nefis) yine çok zengin bir düzeyde seyreden “Ahlat Ağacı”, son dönemde gitgide azgınlaşıp yaşamımızı kuşatarak yaklaşık 100 yıllık Cumhuriyetimizin tüm kazanımlarını bir bir elden çıkarmayı, bütün değer yargılarını geriye doğru aşındırmayı benimsemiş, dindar, despot, baskıcı bir cehaletin yönetimine bırakılmış memleketin hali pür melaline de dokunduran imalarla dolu. 

Baba oğulun (yani İdris’le Sinan’ın) bir ağaç gölgesinde, açık havada, mum ışığında ya da bahçede kazılan bir kuyu başındaki diyaloglarının da inandırıcı ve gerçekçi kılındığı filmde ilginç yan hikâyecikler ana eksene başarıyla yedirilmiş. 188 dakikalık filmi sürükleyen Doğu Demirkol’la komedyenden iyi oyuncu çıkar genellemesini doğrulayan Murat Cemcir’in başını çektiği, kalabalık oyuncu kadrosunde Bennu Yıldırımlar, Serkan Keskin, Öner Erkan ve hazar Ergüçlü gibileri sivriliyor. Müzik olarak baba Bach’ın Do Minör Füg’ünü kullanan NBC’nin “Kış Uykusu”ndan sonra yine kamerasıyla iz bırakan, unutulmaz bir aile tablosu etkileyiciliğine sahip bir sine-roman yazmaya giriştiği bu en konuşkan eseri, “Üç Maymun”, “Bir Zamanlar Anadolu’da” ya da “Kış Uykusu” gibi son 10 yılda yaptığı başyapıtları düzeyinde, kesinlikle kaçırılmayacak bir film. 

Tek itirazım süresi olabilir.

Sungu Çapan / CUMHURİYET

Şener, İnce'nin haber kaynağını açık mı etti?.. - Ahmet TAKAN

"Sayın İnce, neden bekliyorsunuz?" başlıklı 31 Mayıs tarihli yazımda, CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce'ye bazı sorular yöneltip, Erdoğan'a ilişkin "AKP kurulmadan önce Pensilvanya'da Gülen ile görüşüp icazet aldı" iddiasını muğlak bırakmaması gerektiğine işaret etmiştim.

O yazıda, İnce'ye AKP'de görüşlerine başvurabileceği bazı isimleri de sıralamıştım.
Seçim alanlarında tartışma tüm harareti ile devam ederken dün CHP Konya  milletvekili adayı AKP eski kurucularından Abdüllatif Şener'in çok önemli bir açıklamasını Gerçek Gündem'de okudum. Bence, kriptolu bu açıklamayı eğer gözden kaçırdıysanız bir göz atın. Şöyle;

"Sayın Erdoğan, Ak Parti kurulduktan sonra Amerika Birleşik Devletleri'ne gitmiştir. Kuruluş safhasında gitmiştir; ama bu gidişi sırasında veya ABD'de bulunduğu sırada kimlerle görüşmüştür bu bilgiye sahip değilim. Çünkü bu programda yanında başta Abdullah Gül olmak üzere, Turan Çömez olmak üzere bazı isimler vardı. Bu isimler de öyle bir ziyaretle ilgili bilgi vermedi. Ben de merak edip sormadım. Bu konuların bugün tartışılıyor olması, seçim atmosferindendir ve bunu da doğal olarak karşılamak lazım. Biri bir iddiada bulunuyorsa, diğeri de o iddia gerçek değilse, onun öyle olmadığını söylemesi lazım. Sayın Erdoğan'ın sürekli aynı isimlerle gittiğini söyleyemem. Daha sonra iktidar döneminde, belki de Türkiye cumhuriyet döneminde ABD'ye en fazla giden başbakan ve cumhurbaşkanıdır. 'Bu gidişlerinde aynı isimlerle mi giderdi' derseniz, buna katılmam, her programında farklı isimler olurdu. Ama hiçbirinde ben olmadım."

Abdüllatif Şener'in kısa ama işaret fişeği sayılabilecek açıklamasına buraya kadar itirazım yok. Ancak, tartışmayı biraz daha deşelemeden önce kendisinin ortaya attığı Turhan Çömez ismini eğer unuttuysanız hafızalarınızda kısaca bir tazelemek isterim.

Tıp Doktoru Turhan Çömez ismini, AKP'yi yakından takip ettiğim aktif gazetecilik yıllarımda partinin kuruluş aşamasında duymuştum. R. Erdoğan'ın hem özel kalem müdürü hem de danışmanıydı. Pek havalıydı!.. Burnundan kıl aldırmaz bir yapısı vardı. Adım attığı her yerde Erdoğan'ın oğlu gibi muamele görür, söylediği her şey Erdoğan'ın talimatıymış gibi algılanırdı. O kadar ki, 2002 yılında AKP'den Balıkesir mebusu olup yerini Serdar Çam'a bıraktığında   "nerede Turhan Çömez" diye eksikliğinden şikayette bulunanlara şahit olmuşumdur. AKP'de birçok ileri gelen isimden de "Turhan Çömez'in Erdoğan'a rağmen adaylığını koyup seçildiğini ve Erdoğan'ın onu mebus yapmak istemediğini fakat ses çıkaramadığını" da işitmişimdir. Gel zaman git zaman o kudretli özel kalem müdürünün nasıl harcandığını da izlemişimdir. Turhan Çömez'in 2002 yılında mebus seçilmesinin ardından R. Erdoğan ile ilişkileri bir daha eskisi gibi iyi gitmedi. Çömez'in o zamanlar Erdoğan'ın en yakın çevresine yaptığı eleştiriler sonun başlangıcı oldu. 2007 seçimlerinde Çömez aday olmadı veya yapılmadı. 2008 Nisan'ında Erdoğan'ın talimatıyla AKP'den ihraç edildi. Çömez, dil öğreneceğim bahanesiyle İngiltere'ye gitti. Kısa bir süre sonra Ergenekon Davası sanıkları arasında yerini aldı. İngiltere'ye gidip dönmediği için yakalanamadı, hakkında uluslararası yakalama kararı çıkarıldı. İngiltere'den sığınma hakkı alan Turhan Çömez'in hâlâ bu ülkede doktorluk ve bazı işler yaptığı bilgisine sahibim.

Tekrara gelelim Abdüllatif Şener'in yukarıda okuduğunuz o kısa açıklamasına;
AKP'nin kuruluş yıllarında 4 ayaktan biri olan Şener'in ABD gezileri hakkında fazla bilgi sahibi olmadığına kocaman soru işareti koyuyorum. CHP Konya milletvekili adayı Abdüllatif Şener'in tartışmaları daha da kızıştıracak açıklamasına Turhan Çömez'i ustaca ve bilinçli bir şekilde yerleştirdiğini düşünüyorum. Açıklamada, "Abdullah Gül ile o zamanların kara kutusu olan Turhan Çömez'e sorun" havası ve Şener'in çok yakından tanıdığım bıyık altı gülümsemesi var!..
Daha önce de belirttiğim gibi, şu anda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan R. Erdoğan hakkındaki "Pensilvanya'ya gitti. Gülen'den icazet aldı" iddiası yenir yutulur bir iddia değil. Öyle, "seçim atmosferi. Bu ortamda doğal karşılanır" diyip geçiştirilecek türden de hiç değil...

Şimdii!..

Başta Muharrem İnce olmak üzere Abdullah Gül ve Turhan Çömez'in çıkıp konuşup iddialara açıklık getirmesi şart oldu;
1- Muharrem İnce'nin 24 Haziran'dan sonra açıklayacağını söylediği bilgi kaynağı Turhan Çömez mi?..
2- Erdoğan, eğer Pensilvanya'ya gidip icazet aldıysa o görüşmelerde başka neler konuşuldu?.. O görüşmeler kaç tur yapıldı? Ve daha başka kimler katıldı?..
3- Muharrem İnce'nin bilgi kaynağı eğer Turhan Çömez değilse kim?.. Abdullah Gül mü?..
4- Bu sorulara ilgili şahıslar yanıt vermez ve açıklık getirmez ise Abdüllatif Şener, 24 Haziran'dan önce mi yoksa sonra mı konuşmaya devam eder?..
5- Yoksa işimiz, yazdıklarını yalanlayan Nasuhi Güngör'e mi kaldı?..



Ahmet Takan / YENİÇAĞ

1 Haziran 2018 Cuma

Gidecekler; hatta gidiyorlar... - ÜNAL ÖZMEN

Erdoğan, her zaman devleti şirket, kendisini işletmeci, seçimleri şirket yönetiminin belirlendiği genel kurulu olarak gördü. Bakış açısı bu olanın işletmesi batınca işletmecinin de batacağını bilmemesi düşünülemez tabii.

Erdoğan’daki paniği siz de görüyor olmalısınız. Telaşına bakınca hissesinin yüzde 51’ini elinde tutan aile reisinin, hissesi her gün değer kaybeden yüzde 49’a güven aşılamaya çabalayan tüccar gerginliği içinde olduğu hemen fark ediliyor.

Zarar eden şirketten kendi hissesini satarak kâr payı dağıtıyor fakat o sattıkça hem şirketteki payı azalıyor, hem şirketin hisse değeri düşmeye devam ediyor.

Erdoğan, 24 Haziran’ı yönetimini belirleyeceği şirketin genel kurul sanıyor. Payı düşen ortakla yola devam etmekte ısrarcı, varını yoğunu CEO’nun kurnazlığına yatırmış bir kesim ise ortakları ikna etmeye çalışıyor: Kaybetse bile Reis iktidarını korumanın bir yolunu bulurmuş! 

AKP, MHP, BBP ittifakının seçim taktiğini muhalefet partileri bozdu; oylarına sahip çıkmak için harekete geçen seçmenler de sandık, sayım oyunlarına gelmeyeceklerini gösteriyor. İktidar ise demokratik yollarla iktidarda kalmanın yolları tıkandıkça demokratik olmayan yollara tevessül etmekten çekinmeyeceği izlenimi vermeye çalışıyor. Erdoğan’ın, partisinin çoğunluğu kaybetmesi halinde A, B, C planlarından söz etmesi, iktidarda kalmanın şiddetten başka yolu olmadığını gören destekçilerinin demokrasi dışı beklentisini besliyor.

Seçimi kaybedenin nasıl davranacağını demokrasi belirlendiğine göre bilmediğimiz plan ne olabilir ki?

Kaybedeceklerini hissettikçe planları da belirginleşiyor: Hile bozulup, üstü örtülü tehditler kaale (dikkate) alınmayınca, profesörleri, gazetecileri, politikacıları, çete reisleri üzerinden açıkça silahlarına davranacaklarını dillendirmeye başladılar. “Sokak çocuklarının” ağzına almayacağı, birbirinin yüzüne bakarken insanı utandıracak küfürlerle kavga etmiş Erdoğan’la Bahçeli’yi barıştıran da büyük oranda Bahçeli’nin çete reislerine yakınlığı olmalı.

Vurma, kırma, öldürme, kovma tehdide başvurduklarına göre gidici olduklarını anladılar. Önceki seçimlerde gördüğümüz kibirden uzak durmaya çalışmaları da mütevazi olduklarından değil, valizini hazırlayan tatilcinin otelden ayrılırkenki burukluğundan... Gidiyorlar...

Gidiyorlar ama birkaç çapulcu dışında gitme diye önlerine yatan yok, olmayacak! Tehditler hepimizin bildiği benzetme gibi; boş! Ne Erdoğan ne Bahçeli için komşusuyla kentlisiyle kavga edecek bir taraftar görmüyorum. Servetini bu iktidara borçlu bir avuç yüklenici dışında kim bunlar adına kendini ortaya koyabilir. Din uğruna mı? İslamcılar, haksızlığa karşı çıkmadılar; adaletsizin, adaletsizliğin yanında oldular; hırsızlığın, yolsuzluğun parçası olmaktan çekinmediler. Hiçbir dindarın, adına siyaset yaptıkları dini utandıracak bu siyaseti ölümüne savunacağı düşünülemez. 

Şiddetsiz, direnişsiz bir gidiş olacağı konusunda iyimser olmamız için bir neden de siyasal İslam’ın serüvenidir: Siyasal İslam, neoliberalizmin, nüfusunun çoğunluğu müslüman seküler ülkelerdeki siyasi aracıdır. Siyasal İslam, Suudi Arabistan gibi monarşilerde değil, siyasetin yapılabildiği yerde kendini gösterebilir. 16 yıl bir ülkeyi yönetmiş siyasi hareketin ülkeyi değilse bile kendini de imha edecek bir maceraya girmesi siyasallaşmış bir hareketin yapabileceği hata değildir. Yönetici kadrosu siyaset dışına çıkmayı aklına getirse bile, hem dayandığı güç odakları hem yeni söylemlerle yoluna devam etme şansı olan ikinci derecedeki parti kadroları buna müsade etmez. 

Rol modeli AKP olan Tunus İslamcılarının Nahta partisi seçimleri kaybedince iktidarı sahiplerine teslim etti. Model olan niye dirensin ki? Demokratik olmayan yöntemlerle iktidardan uzaklaştırılan, Türkiye AKP’sinin öğretisini model olarak aldığı Müslüman Kardeşler silahlı direnişe başvurmamışken!.. Bizim islamcılarımız onlardan daha akılsız değillerse tabi...

Ünal Özmen / BİRGÜN

Söz uçar Gezi kalır - MİNE SÖĞÜT

Ne denirse denilsin... 
İster hamasi anılarla anılsın... 
İster komplo teorileriyle dibi kazınsın... 
İster bir rüya olsun, hayattan uzak dursun... 
İster tarihe, dış güçlerin oyununa gelmiş bir avuç gencin yersiz heyecanı olarak kaydolsun... 
İster barışçıl bir ayaklanmanın küçücük nişanı gibi ya da ufacık bir kuş gibi, kelebek gibi, böcek gibi omzumuza konsun dursun... 

Gezi; 
İktidarın tarumar etmek için elinden geleni yaptığı o koca ve derin ve eski meydanın kıyısında... 
İçinde bundan beş yıl önceki kalabalığı ve heyecanıyla... 
Daha da önemlisi niyeti ve aklıyla, daha daha da önemlisi dili ve değerleriyle, yaşanan yenilgileri, yılgınlıkları, pişmanlıkları, karamsarlıkları, şüpheleriyle... 
Minicik, ufacık, daracık haliyle... 
Bir dev gibi, bir yanardağ gibi, bir çağlayan gibi, sonsuz bir evren gibi, üstüne üstlük bir de hâlâ muhtemel gibi... 
Aklımızın ve kalbimizin bir köşesinde duruyorsa; 
Yakınından ve uzağından ve içinden ve dışından geçen... 
Geçmiş gitmiş bitmiş bir zamana derin derin iç geçiren birilerinin aklını bitmek tükenmek bilmez bir inatla ve inançla hâlâ karıştırıyorsa; 
Gezi’nin üzerinden zaman, TOMA’lar, fişekler, ölümler, seçimler, patlamalar, tutuklamalar yargılamalar, savaşlar... 
Gezi’nin üzerinden geçen.. geçen.. geçen.. ve sanki çok ama çok yakında gerçekten de geçip gitmek üzereymiş gibi görünen iktidar insanlara öğretmek istediğini öğretememiş, onları korkutmak istediği kadar korkutamamış, onları yıldırmak istediği kadar yıldıramamış olmasından eninde sonunda bir şey öğrenecek ve bizzat korkacak, bizzat yılacak demektir. 
O gençlik bundan beş yıl önce sokaklara ivedi bir zafer için dökülmedi. 
Herhangi bir devrim ateşini körüklemedi. 
Herkesin aklını başına getirmedi. 
Bu beş yıl içinde ve hatta bugün bile Gezi için yapılan güzellemelere (bu yazı dahil) bir kahkahası olsa, önce Gezi kendisi bizzat gülüp geçerdi. 
Ama o, daha önemli bir şey yaptı. 
İktidarın başarı algısında derin bir yara açtı. 
15 Temmuz gibi bir garabeti, Gezi gibi bir hareketin karşısına koyabilecek kadar çaresiz hale düşen iktidarın kendine güvenini derinden sarstı. 
Gezi sadece var olarak ve bir başarıyı değil sadece varoluşu kutsayarak kendi kendine büyük bir şey başardı. 
Bu ülkenin bir avuç gencinin ve onların heyecanla peşine düşen birkaç avuç yetişkinin deneyimlediği o içe dönük ve anlamlı Gezi zamanlarına o gün baktığınızda başka, dün baktığınızda başka ve bugün baktığınızda yine başka bir şey görmeniz... 
Gezi’den hem bir umut besleyip hem de umut kesmeniz... 
Gezi bir hayal miydi gerçek miydi ve hayal neydi gerçek neydi tam olarak bilememeniz.. mesele değil. 
Bırakın kaybettik mi kazandık mı sorusuna bir türlü veremediğiniz o tereddütlü cevapla, ruhunuz bir kedi merdiveni gibi bir yükselsin, bir insin. 
Siz şu beşinci yıldönümünde üşenmeyin, bir ara evden çıkıp Gezi Parkı’na gidin ve ıhlamur kokularını derin derin içinize bir çekin. 
O kokuyu duyduğunuz an anlayacaksınız. 
Söz uçar. 
Anlam uçar. 
Her şey uçar.


Gezi kalır.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Örnek - Meriç Velidedeoğlu

Geride bıraktığımız “27 Mayıs” günü; TC Devleti’nin başındaki Erdoğan, partisi ve başkanı olduğu, iktidardaki partisi “AKP”nin, Balıkesir’de yaptığı seçim propagandası mitinginde şöyle haykırdı: “Hiçbir gücün karşısında eğilmedik!” 
Bu vurgulamayı duyunca, yine gerilere doğru kayıverdim.
 
Eğilmek bir yana, Afganistan’ın, dahası bölgenin etkin güçlerinden biri olan “Hizbi İslam” örgütünün lideri ‘Gulbeddin Hikmetyar’ın ayak dibine oturup, ondan “feyz (!)” aldığının belgesi olan o ünlü resmi (1985) anımsamamak elde değil. 
Demek “33 yıl” geçmiş, Hikmetyar’dan “feyz (!)” aldığından bu yana... 

Ve değerli dostlar, Erdoğan’ın gençliğinde yaşadığı bu “Hikmetyar” konusu önemli şu sıralarda; neden derseniz, Erdoğan seçim konuşmalarında yoğun olarak gençlere sesleniyor; öğütler veriyor, onların yapmaları gerekenleri bir bir sayıp döküyor, anlatıyor, “Eyy geçler!” diye haykıra, haykıra... 

Bu durumda, gençlerin kendilerine böyle seslenenin, bu çağrıyı yapanın, onca merdiveni çıkıp tepeye nasıl ulaştığını haklı olarak bilmek, öğrenmek istiyor. Ayrıca kendilerine önemli bilgiler veren, uyarılar yapanı da örnek olmaları da her zaman olası. 
Eh, o zaman sürdürelim bu konuda basında yer alan birkaç olayı. 

İlkin yandaş basında pek yer verilmeyip, değinilmeyenlere olabildiğince dokunarak. 
Yine de uzunca bir süre gündemde kalmıştı, “Zapsu” olayı; Erdoğan’nın “özel danışmanı” olarak görevlendirilen (2006) Cüneyt Zapsu, o yılın nisan ayında ABD’de en üst yetkililerin önünde yaptığı bir konuşmada, Başbakan Erdoğan’ı bol bol övdükten sonra, “Onu delikten aşağı yuvarlamayın -kimilerine göre süpürmeyin-   ‘kullanın’  (...) “kullanın’” diye seslenmekten çekinmez... 

Bu “aşağılama”, Türkiye’de duyulunca, tüm yürekler kabardı. Tepki yağdı... 
Ne var ki Başbakan Erdoğan’dan “tık” çıkmayacaktı... Bilmem anımsadınız mı değerli dostlar? Evet ne ses, ne seda... 

Bir atasözümüz, “Sükût ikrardan gelir!” demiş; buna göre “susmak”, “kullanılmayı kabullenmek” olmuyor mu diye sormuşum bir yazımda (2.7.2010). Aslında Erdoğan’ın bu tutuma varması adım adım olmuştu. 

“2003” yılında, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış; Devlet Bakanı Ali Babacan, ABD’de, Başkan Bush ile görüşürlerken, verilenden daha çok “parasal” yardım istemelerini, Bush “at pazarlığına” benzetip, bütün dünyaya da duyurmuştu... Yine, ne bu iki bakandan, ne de Başbakan Erdoğan’dan hiçbir “ses” çıkmamıştı... 
Hele, Türkiye’nin “AB”ye girebilmesi konusuyla ilgili olarak, dönem dönem yayınlanan, “Avrupa Birliği İlerleme Raporu”nda, “Yolsuzluklar” diye yeni bir başlık açılması unutulmamalı... 

Bunu öneren Almanya, ülkesinde görülen ünlü “Deniz Feneri Yolsuzluğu” davasında, Türk Başbakanı’nın adının bol bol anıldığının da altını çizmiştir... 
Ne yazık ki, geçen yıl “ABD”de görülen “Rıza Sarraf Davası”nda da... 
Değerli dostlar, yazıyı burda noktalayalım; gerisi gelecek haftaya. 

Yeni de şuna değinelim; Erdoğan’ın bugün “AB”ye, “ABD”ye yaptığı “salvo”ları (yaylım atışları), onlar yıllarca önce bize yaptılar, üstelik rahatça, karşılık almadan... 
Bugün, Erdoğan’ın -üstüne üstlük- Müslüman dünyanın “lideri” olarak yaptığı çıkışlara, yeri geldikçe, diplomatik bir dille eleştiriler içeren yanıtlar vermeyi sürdürüyorlar. Kuşkusuz uygulamalarını da... 

“24 Haziran”ın anlamının, dış ilişkilere de, ciddi yer vererek ortaya konulması gerekir sanıyorum. 

Ne dersiniz?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Menderes üstünde tepinmek yeter artık! - ALİ SİRMEN

Hafta başında, 58. yıldönümünü idrak ettiğimiz, 27 Mayıs dolayısıyla Menderes’in idamı yine gündeme geldi. AKP’nin lideri bu konuda bir kez daha kendine göre çok ince bir yöntemle İnönü’yü hedef gösterdi ve Menderes’i idam ettirenin “İnönü düşüncesi”  olduğunu söyleyerek, zihinlerde bu siyasi cinayetten Atatürk’ün silah arkadaşı, Cumhuriyetin kurucusunun sorumlu olduğu algısını yaratmaya çalıştı. 
Oysa, İnönü’nün herhangi bir şekilde Menderes’in idamı ile sorumlu tutulmasına imkân yoktur. 

Tam tersine, Yassıada duruşmalarında karar aşamasına gelinmesinden önce İnönü, Milli Birlik Komitesi üyelerinin bir kısmı ile görüşerek idam hükmü verilmesinin çok sakıncalı olacağını anlatmaya çalışıyordu. İnönü kararların açıklanmasından iki gün önce 13 Eylül 1961 günü Milli Birlik Komitesi Başkanı Gürsel’e de bu düşüncesini bir mektupla bildirmişti.

***

Altan Öymen, yeni çıkan, 1960-61 yıllarını ve 27 Mayıs olayını bütün ayrıntılarıyla anlatan son kitabı “Umutlar ve İdamlar”da ( s.430 – 433) mektupta şu uyarıların yer aldığını anlatıyor: “Memleketimizin bugünkü halinde ne kadar az sayıda olursa olsun ölüm kararlarının tasdik ve infazı yüksek milli menfaatlere aykırıdır. Kansız bir ihtilal yapıldı. Böyle bir ihtilalden bir buçuk sene sonra geçmiş bir iktidar erkânının siyasi suçlardan dolayı idam edilmesi siyasi idamların bünyesinde zaten mevcut olan hak tereddüdünü azami ölçüde arttırmış olacaktır.”

İdamların infazının ordu tarafından istendiği izleniminin yaratılmasının en büyük mahzurlardan birini taşıyacağı ve karar verenlere tarih önünde hesapsız veballer yükleyeceği gibi, Türk ordusunun edebi şerefine karşı saygı duygusuyla bağdaştırılamaz olan böyle bir davranışın millette orduya karşı deva bulmaz bir kırgınlık yaratacağını da belirten ve bu konudaki düşüncelerinin Milli Birlik Komitesi’ne de bildirilmesini niyaz etmesiyle (yalvarması) son bulan mektubun, MGK’nin fırtınalı oturumunda İnönü’nün istediği gibi okunması engellenmişti. 

Bütün bu hususları kitabında etraflı biçimde yansıtan Altan Öymen, Adnan Menderes ve arkadaşlarının naaşlarının devlet töreniyle yeni kabirlerine nakledilmeleri dolayısıyla Aydın Menderes ile 1990 yılında yaptığı söyleşide, Aydın Bey’in annesi ile birlikte, idamları önlemesi için yaptıkları ziyareti ise şöyle anlatıyor (s.420): 
“...Bize fikir verenler oldu: ‘İsmet Paşa’ya gidin. Asker üzerinde, Milli BirlikKomitesi üzerinde etkisi vardır’ dediler... 

...Önceden muhterem eşi Mevhibe Hanım kapıyı açtı. Berin Hanım gelmişler.Berin Menderes’ diye haber verdiğini hatırlıyorum. İsmet Paşa hemen içeri geldi...
Ben annemle İsmet Paşa görüşürken, İsmet Paşa’nın yüzüne bakıyordum. Derin bir teessür gördüm. Göz pınarları doluydu diyebilirim. Sonradan zaman zaman kendi kendime ‘Acaba bana mı öyle geldi’ diye sormuşumudur. Çünkü zihnimizin çok çeşitli düşünceler, endişeler, üzüntülerle dolu olduğu bir zamandı. Ama gözlerimin tespit ettiği o fotoğrafta yanılmadığını zannediyorum. İsmet Paşa’nın ‘Çıldırmış vaziyetteler. Söz dinlemiyorlar. Her şeyi yapmaya çalıştım’ dediğini hatırlıyorum. 

Ayrıca konuşmasının bir yerinde anneme ve bana dönerek, netice ne olursa olsun, Adnan Menderes’in arkasından kimsenin bir şey diyemeyeceğini, geride kalan ailesi için üzüntü verici, gurur kırıcı hiçbir şey kalmayacağını, kalmasının söz konusu olmayacağını ifade etti.” 

İşte belgeleriyle ve bizzat evladının sözleriyle, Altan Öymen’in kaleminden Menderes’in idamında İnönü’nün tavrı. 

Bütün bunlardan sonra, olayda İnönü’nün sorumluluğunu ileri sürmek, hem tarihe ihanet, hem vicdana aykırılık, hem de İnönü’nün olduğu kadar Menderes’in anısına sayısızlıktır. 

Sağın birçok saygısız kesimi gibi AKP’ liler de Menderes’i oy için çok kullandılar. 

Yeter, Menderes üstünde tepinmeyi bırakın artık!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Topyekûn çöküşün ayak sesleri!.. - Mehmet FARAÇ

Kökünden sarsılması, zihinleri sallaması, umutları köreltmesi ve en derinden yalpalanması gerekiyormuş her şeyin... Yani genel tanımayla "dip" yapmak gerekiyormuş ağaya dimdik kalkabilmek için...

Bu yüzden mi acaba, "umut" diye, peşinden çığlık çığlığa koşulan ancak son yıllardaki her seçimde ne yazık ki hezimetle sonuçlanan bir ezeli mücadelenin ardından şaşırmaya başlıyor ortam?..
Yani, yıllardır ısrarla ve mücadeleyle beklenen bir değişim-dönüşüm özlemi gerçekten hâkim midir artık şu mazlumlaşan ülkenin tüm coğrafyalarına?..

Hiç kuşkusuz söyleyebilir dost da düşman da artık; Tablo her açıdan, aynı renkli ve coşkulu "bahar" manzarasını zihinlere nakşediyor vesselam...

Ve işte nihayet, son yıllardaki her seçimin ardından yaşanan yenilgi ve yılgınlık, çaresizlikleri de bir enkaz gibi dağırtırcasına yerle bir oluyor sanki!..

Ve de sonunda bir topluca ayağa kalkış, bir direniş ve bir birlik-bütünlük havası sarıp sarmalıyor bir zamanlar bezginlikten harap ve bitap düşmüş ortalığı...

Yıllar sonra; tam da umutların bertaraf olduğu, başların adeta zorla eğildiği, omuzların ne yazık ki viran olmuşçasına yıkıldığı ve en önemlisi de seslerin artık neredeyse kısıldığı bir zamanda, güneş doğuyorcasına, üstelik keskin ışıklar aydınlatıyorcasına "umut" var ortalıkta...

"Bu iktidar gitmez" çırpınışlarının neredeyse toplumun tamamına yayılmaya başladığı, herkesin adeta kaderine razı olmak zorunda bırakıldığı, beceriksiz muhalefetin ise ne yazık ki yıllar boyu "umut" yaratamadığı bir dönemde, siyaset ve toplumun üzerindeki ölü toprağı savruluyorcasına, sanki zaferi haber veren bir atmosfer hâkimdir artık topluma...

Farkında mıdır herkes; baharın derinden göklere kadar canlanışı gibi, doğanın filizden fidana çırpınışı gibi, mücadelenin yokluktan yeşerişi gibi, dünyanın renklenişi gibi ve güneşin nedense bir başka doğuşu gibi, bir "umut" rüzgârı da yorgun zihinleri okşarcasına esiyor artık ortalıkta...

                                                                         ***

Değişime gebe siyaset!..
Kirliliği yandaşlıkla örtmeye çalışan kiralık zavallılar gibi bataklığın içinde güllük gülistanlık bir manzara çizmeye çalışmıyoruz...

Olmayanı, duyulmayanı, görülmeyeni ve de hissedilmeyeni aksettirmiyoruz... Her şey net ve ortada... Her şey gözle görülüyor, her şey damarlarda hissedilircesine, çekinmeden, cesaretle ve direnişle gösteriyor kendini artık...

Görünen, gözlenen, gösterilen, tespit edilen, okunan, hissedilen, zihinlere nakşolan ve yüreklere nefes nefese kök salan bellidir artık;
Değişim ve dönüşümle toplumun her kesimini kendine getirmeye başlayan, adeta davul zurnayla gelen ve adeta zirvelerden aşağıya, büyüye büyüye gelen bir kartopunun toprağı sarsması gibi geliyor özlenen devasa "umut..."

Yani ülkenin neredeyse her köşesinde adımları duyulan, nefesi hissedilen, çığlığı yankılanan bir direniş ve silkiniştir devinimin gökkuşağı deryasında yaşananlar...

Ve mücadele ile "umut"tur tam anlamıyla bunun adı... Özetle, memleketi sarmalayan tablo tek kelimeyle budur işte;
Son yıllarda hiç olmamışçasına, hiç yaşanmamışçasına ve hiç filiz vermemişçesine can bulan; iç açıcı, gülümseten, yürekleri serinleten bir atmosferin ortasında, toplumu kendine getirmeye başlayan bambaşka bir hava var ortalıkta...

"Umut" rüzgârını büyüten, beli bükülmüş insanların direnme gücünü artıran, ezilmişleri ayağa kaldıran, ötelenmişleri kendine getiren, tüketilenlere can veren ve ufuktaki direnişi işaret eden tertemiz bir siyasal hava hâkimdir artık ortalığa!..

Kimse kendini kandırmasın, kimse "anket" yalanlarının cıvıklığında kendini bertaraf edilmiş hissetmesin ve kimse de "oldubitti"ye kanarak bir kenara çekilmesin...

Israrla ve ısrarla; bazen direnişle, bazen haykırışla ve bazen de "Gezi"de olduğu gibi öfkeyle, güneş gibi doğması istenen bir değişim ve dönüşüme gebedir artık bu topraklar...

Sarsıntı ve yıkımın aksine, artık silkinme ve uyanıştır günlerdir coşkuyla, heyecanla yaşananlar...
Nasıl anlatırsanız anlatın ve kim ne yaparsa yapsın, artık belli ki eskisi gibi olmayacaktır bu topraklarda hiçbir şey...

Ve belli ki gitmeyecek umutsuzluk artık eski zamana, takılmayacak o ezeli hezimet karanlık geçmişe ve yılmayacak eskisi gibi toplumun umut peşindeki tüm direnen bireyleri...

                                                                           ***

Sarsıntının dört ayağı!..
Yukarıda satır satır vurgulanan, gösterişten ve abartıdan uzak yansıtılan genel manzaraya bakıp da yanılmayın sakın...

Sanmayın iktidar kuleleri sarsılıyor yalnızca... Baskıcı, "dediğim dedik", bildiğini okuyan, kanun-kural dinlemeyen bir politik rant imparatorluğunun dört ayağı da sarsılıyor artık;
Siyasetiyle, bürokrasisiyle, tabanıyla ve de o yandaşlık bataklığında, artık kendi çamurundan kurtulamayan satılık medyasıyla...

Sanmayın ki yalnızca iktidardan nemalanan rantiye çevrelerinin kirli plazaları öncü sarsıntılarla yalpalamaya başlıyor...

Topyekûn bir çöküşün ayak sesleridir ortalıkta çınlayan...

Bir tuhaf sarsıntı, bir acayip değişim, bir şiddetli silkinme ve bir haykıran uyanışın alkış sesleri de duyuluyor ta derinlerden...

Televizyon ekranlarının paçalardan akarcasına dökülen hezimet gazete sayfalarının yandaşlık çamuruna daha da çok karışıyor artık!..

Yandaşlığın kiralık makyajı hızlıca dökülüveriyor ikiyüzlülerin o yapmacık suratlarından...
Lime lime dökülüyor pervasızlık, parça parça dağılıyor utanç verici iş birlikçilik ve tepelerden bayırlara yuvalanıyor meydan okuyan o zalim o pejmürde yılışıklık!..

Meral Akşener'e ambargo uygulayan yandaşlık çarkı kendi zalim ve mide bulandırıcı sansüründe tükeniyor ve Muharrem İnce'nin karşısında tutunacak dal arayan yandaşlık da ne yaparlarsa yapsınlar, "yalı" duvarlarında "alçı" tutmuyor artık...

Yazının başlığında duran "topyekûn çöküşün ayak sesleri"dir, pervasızlık da, kanunsuzluk da, yandaşlık da, ikiyüzlülük de, takiye de, ihanet de ve düşmanlık da...

Ve de dört koldan tükenişin, her yerden bitişin, her açıdan ezilişin; velhasıl dört ayak üzerinde, topyekûn yaşanan bir iktidar çöküşünün korkak ayak sesleridir artık her köşede duyulan... "Ahval ve şerait"  tam anlamıyla budur vesselam...


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

Merrill Lynch himayesinde eyalet sistemine geçiş!.. Kaynak - Ahmet TAKAN

"Rüzgâr tersine döndü"
"İması bile yetti"
"100 milyar dolarlık bir fon yönünü Türkiye'ye çeviriyor"
"Doların ateşi düştü"

Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve TCMB Başkanı Murat Çetinkaya'nın onarım görünümlü Londra ziyaretinin ardından havuz medyasının estirmeye çalıştığı seçimi kurtarmaya yönelik bu hava gerçekleri yansıtıyor mu?..

Tabii ki hayır!.. Çünkü çarşıda pazarda olan bizleriz... Markette bir poşetin, pazarda bir filenin kaç paraya dolduğunu bilen de bizleriz. Çarşının pazarının yangın yeri olduğunu da en iyi bilen bizleriz... 100 milyar dolarlık fon yönünü Türkiye'ye çevirse de onun yandaş iş adamının cebine girip yönünü tekrar yurt dışına çevireceğini de küfür yiye yiye alası ile öğrendik!..

Peki, Mehmet Şimşek ile Murat Çetinkaya'nın çok cilalanan Londra temaslarında ne oldu?.. Her şeyden önce, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak çok ağrıma giden şeyler işittim. İngiltere'deki haber kaynaklarımla ve Londra'daki gazeteci arkadaşlarımla duyduklarımı teyit etmek için çok sayıda telefon görüşmesi yaptım. Şimşek ile Çetinkaya'nın ziyareti öyle Türkiye'de pompalandığı gibi devlet ve hükümet organizasyonu ile yapılan temaslar değil. Toplantı tamamen, Türkiye'de iç politikaya yönelik sövmelere hedef olan  Bank of America Merrill Lynch'in organizasyonu ve katkıları ile yapılmış.

Bu organizasyonun sağlanması için de kapısında biraz ağlaşılmış!.. Zaten toplantıya iştirak eden uluslararası finans çevrelerinin temsilcileri de bu hususu Şimşek ve Çetinkaya'nın yüzüne karşı "Bu toplantıya, Merrill Lynch düzenlediği ve onun organizasyonu olduğu için katıldık" diye ifade etmişler. 

Merrill Lynch'in yüzü suyu hürmetiyle (!) yapılan toplantıya ilişkin can alıcı başlıkları şöyle toparlayabilirim:
Yatırımcılardan biri; "Verilen mesaj, geçen hafta Erdoğan'dan işittiklerimizden farklıydı. Ekonomiye ilişkin kararlarda son sözü verenin Erdoğan olduğunu düşünmemek elde değil. Lirayı kontrol altına almak için Şimşek'e gerekeni yapmasını söyleyen Erdoğan değil mi?" diyor. Bunun üzerine Şimşek ve Çetinkaya, yatırımcıların bastırmasıyla "Cumhurbaşkanının seçim üslubu" gerekçesine sığınıyor, R. Erdoğan'ın Maliye ve Merkez Bankası'nın işlerine müdahale etmeyeceğine ikna etmeye çalışıyorlar. Bunun ardından ise yatırımcılar, faizlerin 3 puan daha yükseltilmesini ve Erdoğan'ın Merkez Bankası ve Maliye'nin işlerine müdahil olmayacağının garantisinin kendilerine verilmesini istiyor. Londra'daki bazı kaynaklara göre, Erdoğan'dan bu taahhüt hem sözlü hem de yazılı olarak talep ediliyor. Şimşek, finansçılardan faiz artırımı için seçim sonuna kadar zaman isteyince de "Hemen Haziran ayında yapın" cevabını alıyor.

Evet!.. Türkiye'nin içine düşürüldüğü içler acısı tablo böyle... Londra'da Türkiye'den gelecek haberler bekleniyor!..

Maliye kökenli, CHP Ankara milletvekili Bülent Kuşoğlu'ndan bu ziyareti YENİÇAĞ'a değerlendirmesini istedik. Kuşoğlu şunları söyledi;
"Erdoğan ziyaretinde o kadar sert konuştu ki Türkiye hiçbir beklentisini alamadı. Ondan sonra zaten Maliye Bakanı ile Merkez Bankası Başkanı apar topar gittiler. Bunun nedeni Türkiye'nin ekonomik kaynak bulmaktaki çaresizliği. Orta Doğu ve Rusya'ya bu konuda güveniliyordu ama oradan da beklenilen olmadı. Dolayısıyla tıkandı kaldı Türkiye. Bu ziyaret aslında bir çaresizlik ziyaretiydi. Daha önce de İngiltere ile burada bir temas kurulmuştu. Erdoğan'ın ziyaretinin anlamı da aslında kapıyı zorlama girişimi. Bir kez daha İngiltere'nin kapısını çaldık. Sonuçta onlar da bir takım mesajlar verdi ama bugün ekonomik göstergelere baktığınız da sonuç iyi değil. Kur yükselmeye devam ediyor. 16 Nisan'dan bu yana Türk ekonomisi türbülansta gibi. "

                                                                         ***

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, ABD ziyareti öncesinde çok aşamalı Münbiç planlarından bahsediyor. Bu da Londra ile beraber yürütülen algı operasyonlarının bir parçası... Türkiye'de ne yazık ki doğrular söylenmiyor!.. PKK/YPG'nin Münbiç'de ufak sayılabilecek 2 üssü var. Aylardır oraya ABD ve Fransa hâkim. Yani bir nevi NATO üssü kuruldu. Cerablus ve El Bab'da ise önceki günden bu yana Ankara'ya ÖSO'cu grupların birbirine düştüğü ve çatıştıkları haberleri geliyor. Kendi aralarında Türkiye'yi hedef göstermeye de başlamışlar. Bu, Türkiye'nin ÖSO üzerindeki hâkimiyetini kaybetmesi demek. Suud, PKK/YPG'ye aktif yardımlarını artırıyor. Suudiler'in, YPG'ye "sınır kontrolleri için size her türlü yardımı yapacağız" sözü verdiği bildiriliyor. Gelen haberler arasında, "Suriye ve İran askerleri Golan tepelerinden çekildi yerlerine Rusya geçti" bilgileri de var. PKK/YPG Afrin'de ABD himayesinde pozisyon alıyor. Bu kısacık bilgiler bile, Türkiye'nin Suriye'de kontrolü ve kazanımlarını kaybetmesi anlamına geliyor.

Peki İngiltere'deki görüşmeler ile bu son yazdıklarımın arasındaki bağlantı ne?..

Verilecek esas taviz siyasi. Bu da çözüm sürecinin yeniden başlatılması. Türkiye önümüzdeki günlerde tekrar çözüm süreci ile karşı karşıya kalacak tekrar görüşmeler başlayacak. Bizden bekledikleri esas taviz bu. Bunu şimdi kimse söylemiyor. Bunun sinyalleri geliyor ama susuluyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bunun için getirildi. Bunun alt yapısıydı. Bunun üzerine yeni çözüm süreci binecek ve Türkiye eyalet modeline zorlanılacak. İngiltere'de olan bu.

Mevlüt Çavuşoğlu'nun ABD ziyareti öncesinde iktidar sözcülerinin güya Suriye için hep bir ağızdan seslendirdiği "kentlerin yerel halklar tarafından yönetilmesi" sizce neyin işareti?..
Neyin alt yapı çalışmaları?..
Hâlâ anlayamadıysanız, yakın tarihimizin sayfalarını bir zahmet karıştırıverin!..


AHMET TAKAN / YENİÇAĞ

31 Mayıs 2018 Perşembe

Kemal Okuyan'la 5'inci yıldönümünde Haziran Direnişi üzerine-SOL

Haziran direnişinin beşinci yıldönümünde TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan soL'un sorularını yanıtladı. Haziran direnişinin Türkiye toplumunun çok geniş bir bölmesinin Erdoğan'a kapsamlı bir yanıtı olduğunu vurgulayan Okuyan, Erdoğan'ın hamleler yapsa da bu kırmızı çizgileri aşamadığını ifade etti. 'Toplumdaki laik duyarlılık gerçek, siyasette ise büyük ölçüde sahtedir' diyen Okuyan, halkın karşısına gerçek bir seçenek yerine seçim aritmetiğiyle çıkanları eleştirerek 'Matematik hiç bu kadar acı çekmemişti' dedi. Okuyan 'yeni bir Gezi direnişi olur mu' sorusunu da yanıtladı.


TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Haziran direnişinin beşinci yıldönümünde soL'un sorularını yanıtladı. Laiklik ve yurtseverliğin 2013'te kendisini zorla kabul ettirdiğini vurgulayan Okuyan, siyaset cephesinde bundan hoşnut olmayanlar olduğunu söyledi. "Toplumdaki laik duyarlılık gerçek, siyasette ise büyük ölçüde sahtedir" diyen Okuyan, Gezi ölçeğinde yeni toplumsal hareketlerin olmayacağını düşünmenin saçma olduğunu dile getirdi. Okuyan "Bunların kalıcı, bugünkü köhne düzeni sarsacak etkide bulunması için Haziran Direnişi'ni fetişleştirmeden, onun dinamiklerini sağlıklı bir biçimde değerlendirerek sonuçlar ve dersler çıkarmak gerek. Türkiye'de emekçi halkı bu düzenin değişmesinin imkansız olduğu düşüncesinden kurtarmak zorundayız" diye konuştu.

Haziran Direnişi'nin yıldönümündeyiz. Bu ölçekteki bir toplumsal olayın beş yıl sonrasında Türkiye siyasetindeki etkisi konusunda ne söyleyebilirsiniz?
Haziran Direnişi Türkiye toplumunun karakterinde, deyim yerindeyse genetiğinde kalıcı izler bıraktı. Dolayısıyla Gezi'de başlayıp tüm Türkiye'ye yayılan 2013 direnişinin buhar olduğu değerlendirmelerinin bir karşılığı yok. Bu türden toplumsal olayların izlerinin kendisini ne zaman ve nasıl yeniden açığa çıkaracağı önceden kestirilemez. Ayrıca tersinden bakarsak, 2013'ün öbür tarafı, yani Erdoğan cephesi unutmuşa benziyor mu Haziran Direnişi'ni?

Erdoğan'ın hâlâ böyle bir toplumsal hareketten, Gezi'nin benzerinden çekindiğini söyleyebilir miyiz?
Siyasi iktidar şu anda sıkışmış durumda. 24 Haziran seçimleri öncesinde oyun kuramıyor, morali düşük. Ama yine de toplumda "yine yapacaklar bir numara" kaygısı var. İnsanlarla konuşuyoruz, hemen herkes "bu adam kaybetse de gitmez" düşüncesi baskın. Neden böyle? E çünkü sandık ve "yüksek siyaset" oyunlarında çok mahirler. Şimdi bir de Anayasa Mahkemesi'nin seçimi iptal olasılığı üzerinden değerlendirme yapılıyor. Bir sürü rivayet. Oysa Haziran 2013'te hem inisiyatif halka geçmişti hem de halkın özgüveni zirvedeydi. Erdoğan oyun filan kuramadı o dönemde. Aynısı Tekel direnişi sırasında da yaşandı.

Belirleyici olan sokak mı?
Belirleyici olan toplumsal mücadelenin yükselişidir ve bu açıdan sokaktaki hareketlenme en kritik göstergelerden, toplumsal mücadelenin en önemli kanallarından biridir. Ama Gezi sokaktan ibaret değildir. Haziran Direnişi Türkiye toplumunun çok geniş bir bölmesinin Erdoğan'a kapsamlı bir yanıtıdır. Erdoğan'a kırmızı çizgileri hatırlatmasıdır.

Peki o kırmızı çizgiler aşılmadı mı?
Hayır. Erdoğan Haziran Direnişi ile ilan edilen kırmızı çizgileri aşabilmiş değil. Hamleler yaptı, Türkiye'deki tahribatın boyutları genişledi ama 2013'te büyük bir patlama ile ortaya konan kırmızı çizgiler hâlâ duruyor. Siz milyonlarca insanın bu çizgilerden vazgeçtiğini düşünüyor musunuz? Bugün siyasi iktidarın birden fazla sıkıntısı var ve bunlardan birisi Türkiye toplumunun en az yarısının Erdoğan'ın önerdiği kıyafeti giymeyi reddetmesidir.

Dediğiniz gibiyse toplumda neden çaresizlik yayıldı? Bugün ilk kez Erdoğan'ın seçim kaybetme olasılığından heyecanlananlar bile çaresizlik ve umutsuzluk içinde.
Çünkü Erdoğan'a 2013'te kırmızı çizgiler çeken toplumsal kesimlerin özgüveniyle oynandı; siyaset cephesi yaptı bunu. Haziran Direnişi sırasında başladı bu. Erdoğan ile derdi olanlar, onu yeniden kontrol edilebilir bir noktaya çekmek isteyenler, onu benzer bir aktörle değiştirmek isteyenler, direnişin enerjisini kendi istekleri doğrultusunda yönlendirmek istediler. Bu son derece doğal. Ancak Haziran Direnişi'nin laisist ve yurtsever karakteri karşısında çok zorlandılar. Herhangi bir siyasi aktörün yönetmediği bu ölçekte bir toplumsal hareketin manipülasyon girişimlerine karşı bu kadar dirençli olduğu bir başka örnek bilmiyorum. Bu direnç yalnızca sermaye sınıfını, uluslararası aktörleri rahatsız etmedi, sözüm ona "sol"da durduğunu söyleyenleri de kızdırdı. Keşke anti-emperyalizm ve aydınlanmacılık "sol"da sanıldığı ya da iddia edildiği kadar güçlü olsaydı.

Değil mi? Örneğin laikliğin değeri anlaşılmadı mı bugün?
16 yıllık açık İslamcı bir iktidar elbette bazı şeyleri öğretti ama ben Türkiye'de birçok kesimin laiklik konusunda samimi olduğunu düşünmüyorum. Zaten her şey ortada! Laiklik ve yurtseverlik 2013'te kendisini zorla kabul ettirdi ve siyaset cephesinde bundan hoşnut olmayanlar var.

CHP'yi mi kastediyorsunuz?
CHP ve düzen solunda yer alan herkesi. 2014'te ve 2015'te sandığı fetişleştirerek, seçimleri biricik kurtuluş aracı olarak göstererek ve üstelik İslamcılıkla flört ederek, etnik kimlikçi bir söylemle çıkış yolu işaret eden herkes Haziran Direnişi'nin izlerini silmeye soyunmuş demektir. Direnişin üzerinden bir yıl geçmişken Ekmeleddin gibi birini Haziran kitlesinin önüne koymanın başka açıklaması var mıdır? Evet, açıkça söylüyorum, toplumdaki laik duyarlılık gerçek, siyasette ise büyük ölçüde sahtedir. Yüzlerce kanıt gösterebilirim ama işe yaramaz. İşe yaramaz çünkü ilkesizlik, omurgasızlık kural haline gelmiş. Üzülerek söylüyorum, Türkiye'de "sol"un önemli bir bölümünün ne laiklikle ne antiemperyalizmle güçlü bir bağı kalmamış durumda. Onlarla oyalanmanın bir anlamı kalmadı. Sol Türkiye toplumunun dürüst, ikiyüzlülükten uzak kesimlerinde bu düzeni yıkma iradesini örgütleyerek ayağa kalkacaktır. Her geçen gün bunun mümkün olduğunu gösteren bulgularla karşılaşıyoruz. 

Siyaset-sokak ilişkisine dair seçimlerden sonrası için ne söylenebilir. Siyasi tartışmalar hep canlılığını korusa da sokak hareketliliği uzun süredir geri çekilmiş durumda. Yaklaşan ve hatta başlayan bir ekonomik kriz tartışması var. Ve seçimler... Tüm bunları birlikte düşününce yeniden sokağı da kapsayan bir siyasi canlanma olabilir mi önümüzdeki dönem? Örneğin yeni bir Gezi Direnişi olur mu?
Gezi'nin tekrarı olmaz. Tekrarı zaten etkisiz olur. Herkes öğrendi, ders çıkardı. Ancak bu etkide, bu ölçekte toplumsal hareketlerin olmayacağını düşünmek saçma. Olacaktır. Bunların kalıcı, bugünkü köhne düzeni sarsacak etkide bulunması için Haziran Direnişi'ni fetişleştirmeden, onun dinamiklerini sağlıklı bir biçimde değerlendirerek sonuçlar ve dersler çıkarmak gerek. Türkiye'de emekçi halkı bu düzenin değişmesinin imkansız olduğu düşüncesinden kurtarmak zorundayız. Kötünün iyisini tercih etme saçmalığından çıkarmak zorundayız. Siyaseti seçim matematiğinden ibaret gören kirli ve şantajcı vıcık vıcık bir "ticaret"ten ibaret görmelerini engellemek zorundayız. Örgütlenmeyip, mücadele etmeyip beyaz atlı prensi bekleme huyundan vazgeçirmek zorundayız. Kimlikçi siyaseti, emperyalist dünyanın ürünü sahte özgürlük reçetelerini bir kenara koymalarını sağlamak zorundayız. Sürekli pişman olup aynı hataları yapmamaları için gerçek bir seçenek oluşturmak zorundayız. 
Bunun için uğraşıyoruz. Ve karşımıza ne bir ilke ne bir program ne bir düşünce çıkıyor. Sadece ve sadece seçim matematiği. 
Matematik hiç bu kadar acı çekmemişti!  

SOL