14 Ağustos 2018 Salı

"Vurdur" abi... - AHMET TAKAN

Pratik milletiz... Hiçbir zorluk ve sorun bizi yıldıramaz!.. Anında çözümü üretir, uygulama sokmakta da hiç vakit kaybetmeyiz... Tereddüt, asla ve kata!..


Tuvalete gireriz. Lavobada sıvı sabun mu bitmiş?.. Hemen kabın içine su ekler ellerimizi yıkarız...
Bir yerimiz mi yandı?... Diş macunu sürüp tedaviye başlarız...
Bozulan cihazlarımızı önce aç kapa yaparak tamir etmeye çalışırız. Olmadı mı?.. Yavaş yavaş tokatlarız.. Fayda etmedi mi?. Tokatların şiddetini arttırırız... Taki alet adam olana kadar!..
Cep telefonumuzun kafası mı karıştı?.. Bataryasını söker  takar sorunu anında hallederiz...
Traş olurken kesilen yerimize kağıt yapıştırırız...
Yazmayan tükenmez kalemimizi ağzımızın içine sokarak veya "hoh" yaparak ısıtıp yazdırmaya çalışırız...
Ağrıyan dişimize kolonyalı pamuk bastırırız...
Biten pilin ömrünü uzatıp kullanmak için elimizin içinde ısıtırız...
Kolayı, sallayıp fışkırtarak asidini azaltır sonra çocuğumuza içiririz...
Arabamıza bindiğimizde "emniyet kemerini takın" uyarısı çok ısrar ederse, koltuğa takarız...
Televizyonumuzun anten girişine çatal takıp, çataldan anten olmasını bekleriz...
Oturduğumuz sandalyenin dengesi mi bozuk. Bacaklarından birinin altına elimizle güzelce katladığımız kağıdı sokuşturur, otururuz. Sandalye hala mı sallanıyor?.. Dengeye gelene kadar kağıdın kalınlığını arttırırız...
Evimizdeki aletin bozulan düğmesinin yerine kibrit çöpü ikame ederiz...
Sabah kalktık, Arabamıza binip işe gideceğiz. Çalışmıyor... Aküsü bitmiş olabilir. Mahalleden 2-3 delikanlıya sesleniriz   "gardaş şuna bir el altın" diye.. Vitesi 2'ye takarız, Ayağımız debriyajda. Gençler başlar ittirmeye; "vurdur abi..."  Debriyaja bas çek, bas çek, delikanlılar kan ter içinde kalır. Araba çalışınca keyfimize diyecek kalmaz. Camdan kafamızı dışarı çıkarır "eyvallah, sağolun gençler" deyip yola devam ederiz. İçimizde daha pratik olanlarda vardır. Her ihtimale, itici gençler bulamama riskine karşın, arabasını rampaya park eder!..

Buraya kadar sıraladıklarım benim bir çırpıda aklıma gelenler... Meğerse yıllar önce çağ atlamışız!.. Dün ekonomik kriz haberlerini okumaktan bunaldım. Yanlış yunluş şeyler yazıp da başımı belaya sokmaktansa farklı konulara dalayım  istedim. İnternet sitelerinde gezinirken, koltuklarımı kabartan bir video habere rastladım. Aynen şöyleydi;
"Nevşehir'in Gülşehir ilçesinde bulunan Kapadokya Havalimanı'nda çalışmayan özel jeti havalimanı personelleri iterek çalıştırdı. Kapadokya Havalimanı'nda pilot tarafından çalıştırılamayan özel jet, devreye giren havalimanı personelleri tarafından itilerek çalıştırıldı. 2013 yılında kaydedilen görüntülerde pilotun bir süre jeti çalıştırmak için uğraştığı görülüyor. Jetin hareket ettirilememesiyle devreye 5 kişiden oluşan havalimanı personeli giriyor. Otomobil çalıştırır gibi jeti iten görevliler, jetin hareket ederek çalışmasını sağlıyor. O anları cep telefonu ile görüntüleyen bir başka havalimanı personeli ise 'uçağı şimdi vurduracağız' diyerek o anları saniye saniye anlattığı görülüyor."

***

Sizlere bugün iletmeyi düşündüğüm güncel sıcak  haber ise, ekonomik krize karşı alınacak önlemler arasında Saray'da konuşulan, "Ukrayna, Çin, Rusya, İran ve Türkiye arasında kurulacak ekonomik birlik" formülüydü.. Hem de "altın temelli..." Soracaktım, altını neyle alacaksınız? Hangi  para birimi ile?...

Tam da, "Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ticareti milli para birimleriyle yapma çağrısına yanıt veren Kremlin, bunu bütün ülkelerle gerçekleştirmek için çabaladıklarını söyledi.
Kremlin'den Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın ticareti milli para birimleriyle yapma çağrısına yanıt geldi. Erdoğan'ın çağrısı hakkında açıklama yapan Kremlin Sözcüsü Dimitri Peskov, bütün dış ticaretin milli para birimleriyle gerçekleştirilmesini istediklerini dünyaya duyurdu.Türkiye'yle yaptıkları görüşmelerde bu konunun birden çok kez gündeme geldiğini vurguladı.
Ancak bu modelin uygulamaya konması için detaylı çalışma gerektiğini hatırlattı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumartesi günü Türkiye'nin Çin, Rusya ve Ukrayna'yla ticaretini milli para birimleriyle yapmak için çalışmalara başladığını açıklamıştı" haberinin düşmesi üzerine...
Vazgeçtim!..

"Deve sidiği şifadır" sözleriyle ün yapan ilahiyatçı Yalova Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ebubekir Sifil'in, sosyal medya hesabından yükselen dolarla ilgili açıklamasını gördüm.
"Yaşadığımız, adı konulmuş bir istiklal savaşıdır. Bu savaşta tarafsız kalmak, sessiz kalmak düşmanla işbirliğidir. Elinde dövizi, altını olanların bozdurup TL'ye çevirmesi farz-ı aynıdır" buyuruyordu muhterem!..

Fetvayı alınca yerimden kalktım. Mutfağa gidip bir adet çatal aldım. Yok yok, kendime saplamadım!.. Devamlı haber takip ettiğim emektar televizyonumuzun daha kaliteli görüntü vermesi için arkasına geçirdim...

Daha net görüntü alırım diye bekliyorum!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

13 Ağustos 2018 Pazartesi

Kara Ağustos? - OSMAN ÇUTSAY

Serbest düşüşteki Türkiye’nin yönetim kadroları, tamam, yönetmede ortaklar, ama hiç de birlik ve beraberlik içinde değiller.


Washington’un geçen hafta biterken verdiği start, sonuçsuz kalmayacak. 
Bugünkü dolar fiyatı bir “Kara Ağustos”a  girildiğini de ilan edebilir. 

Ne mi oluyor?

1.
Cuma gecesi Frankfurter Allgemeine Zeitung gibi bir gazetenin internet sitesine giren haber, skandal bir itiraf da içeriyordu: Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan, Angela Merkel politikalarını destekleyen bu etkili yayın organına göre, “Buna rağmen, Başkan Trump’a müzakere masasına geri dönmesi için yalvarıyoruz” diye konuşmuştu. Ankara’nın İslamcıları Washington ile masaya oturmak için her türlü aşağılanmayı kabul edecekler; öyle anlaşılıyor. (*)

Böyle bir ifadeyi Türk medyasında görmedik. Hadi iktidar çevrelerini anladık, böyle bir “istiskali” veremezler, iyi de, muhalif geçinenler nerede? Hiç mi görmediler? Cumhuriyet mesela? Sonuçta “muhalif” medyanın da görmediği, göremediği, en azından büyütme gereği duymadığı skandal bir “çağrı” bu. Frankfurter Allgemeine Zeitung gibi ciddi bir gazetenin, ki resmen sağda konuşlanmıştır, bu ifadeyi yayımlaması anlamlı. Demek ki, Erdoğan’ın yakın çevresinde dağılmaya hazır ve büyük patronla masaya oturabilmek için “yalvarıp yakaran” bir memur kalabalığı da var; mesaj böylece iletilmiş oluyor. 

Mesele, Ankara’daki İslamcıların “yalaka” veya “aşağılanmalara rağmen efendiye siftinme zihniyetine sahip” olduğu falan değil. Mesele, Erdoğan sonrası için arayışlar. Böyle bir ifadeyi yabancılara karşı kullanmışsa bir bakan, bir başka mesaj daha gizlemiş demektir: Erdoğan’dan sonraki döneme hazırlanan kadrolar, reisin en yakınında bile olsalar, gerekirse onu çiğneyerek sorumluluk alabilirler. (“Bonn Cumhuriyeti”, bir örnek sayılabilir.) 

Türkiye kapitalizmini kurtarmak bunların esas görevidir. 
Bu görev, Türkiye’de birbirine gerektiğinde küfretmekten, hatta silah çekmekten çekinmeyen bir büyük koalisyona işaret ediyor. Birbirini bıçaklayarak bile olsa ortak bir iktidarları var. Kimisi dinci, kimisi laik, kimisi liberal, kimi Türk milliyetçisi kimi Kürt milliyetçisi, kimi hatta pek bir “sosyalist”... Bunların hepsi aynı... İlaç...
Türkiye kapitalizmi gömlek değiştiriyor, görünen o, ama yılanın en korunaksız anı bu gömlek değiştirdiği anlardır. Kriz, derinleşiyor. Bu konuda artık en azgın gericiler bile kuşku taşımıyor. 

Kimilerine tuhaf gelen, iktidardaki büyük koalisyonun, İslamcısı, Türk’ü, Kürt’ü, liberali, sosyal demokratı, “en bi demokratı” vs. ile birlikte, yönetime katılırken, birbirinin gözünü de oymaktan çekinmiyor olması. Oysa oyunun kuralı bu: Serbest piyasa, meta üretimi, tam da bu. 

İçinde çırpındığımız kriz, sağda solda demokrat keşfetmek, onlarla demokrasicilik oynamakla geçiştirilebilecek bir kriz değil. Daha uyanamadıkları anlaşılıyor. Oyunun kurallarının (sermaye rejimi) değişmeyeceğine hep birlikte iman etmiş bulunuyorlar.
Elbette bu kriz sosyalizm için büyük olanaklar da yaratıyor. Yeni kapılar açıyor. Fakat ağzına sosyalizm sözcüğünü bile almaktan korkan ve bunun için yemlenen “solcuların” sahnede bu çöküşün alternatifini halka anlatması beklenemez. 
Oysa, böylesine sıkıştırılmış bir zamanda, tek bir günün bile daha bitmeden tüm ülkeyi ve sahneyi değiştirebileceğini yeniden görmedik mi? Hadi Haziran İsyanı günlerini unutmuştuk. Geçen Cuma günü sahne yeniden altüst oluvermedi mi? Bugün neler olabileceğini öngörebiliyor muyuz?

Frankfurter Allgemeine Zeitung demiştik, onda kalalım: Bu sağcı ve çok etkili gazetenin hafta sonu baskılarında Eugen von Böhm-Bawerk’in“ekonominin yasalarına uzun vadede hiçbir despotun direnemeyeceği” uyarısını içeren bir geniş değerlendirme de yer aldı. “Bir reformcunun düşüşü” başlıklı bir analizde, asıl önemlisi,Erdoğan’ın ya sokak ya da sandıkla alaşağı edilebileceği ifadesi dikkat çekti. Hatta ülkenin en önde gelen bir ekonomisti, DIW (Alman Ekonomi Araştırmaları Enstitüsü) Başkanı Marcel Fratzscher, Türkiye’deki ekonomik krizin derinleşmesini beklediğini, bu krizin Erdoğan’ın düşmesine de yol açabileceğini vurguladı.  

Bir tek bizim “demokratlar” ve “yemlenmiş sosyalistler”, Türkiye’nin kapitalist haritalardan silinmesine karşı çıkıyor. Türkler ve Kürtler, dinciler ve laikler, ayrı ayrı da kapitalizmlerini deneyebilirler... Öyle sanıyorlar. Bu toprakları Yugoslavya-Irak-Suriye kaderine yapıştıracaklarını görmeksizin...

2. 
Araya şunu sıkıştıralım: Ülkelerin hurdası, canlı hallerinden çok daha kârlıdır. Yoksul insanın hurdası (organları) yaşarkenki halinden nasıl katbekat daha kârlıysa serbest piyasada, ülkeler ve coğrafyalar için de aynı şey geçerlidir. Yoksul insanların, yaşarken bir değerleri yoktur. Ama bazı organları yaşam fonksiyonlarını yitirmeden ölürlerse/öldürülürlerse veya o organları çalınırsa, serbest piyasa denilen mezbahada aynı organları milyonlar edebilir. Organ tacirlerine yaşam fonksiyonlarını tümüyle yitirmemiş insan parçaları gerekiyor. 

Türkiye’yi parça parça edenler (“parçacıklar siyaseti”), serbest piyasa denilen emperyalist-kapitalist dünya sisteminde kimlerin kazançlı çıkacağını iyi biliyorlar. Türkiye’nin bütünselliği değil, tıpkı yoksul insanların organlarının pazarlanması gibi, parçalara ayrılmış hali sistem için daha kârlı hale geliyor. Buna ileride yeniden dönmek zorunda kalacağız galiba. Döneriz. 

3. 
Sonuçta, beklenen bir finaldeyiz. Burada, soL’da, yıllardır yazıyorduk: Ankara’nın badem bıyıklı cahil tüccarları, liberal destekli İslamofaşist güruh, cumhuriyeti katledip ondan arta kalanları emperyalizme haraç mezat satınca, kârlı bir iş yaptıklarını düşünüyorlardı. Hem ceplerini dolduruyorlar, hem aldatıcı bir büyüme hızı sahneliyorlar, hem de “Batı bizi batırmaz, batırırsa, bizden ucuza kapattığı varlıklar da batar, onun için bizim iflasımız için çalışmaz” cahilliğini iktisat politikası haline getiriyorlardı. Parçalanıp parçaları organ tacirlerince paylaşılınca anlayacak bizim “sol demokratlar” bu ülkenin başına ne geldiğini... 

4.
Bir felaketin içindeyiz. Sosyalizm dışında ve sosyalizme karşı her öneriyi kabullenenlere ve tabii utanmadan solcu geçinenlere hatırlatalım: Bu masayı ancak “Ya sosyalizm ya mezbaha!” diyenler devirebilir ve halkımıza yeni bir yaşam fırsatı sunabilir. Sosyalizm tehdidi ve şansı sahnede kendini göstermezse, bu ülkenin kaderi, organ tacirlerinin elinde parça parça “değerlendirilmek” olur. Demokrat sürü, kapitalizm hayranı “solcu döküntüleri”, bu sahnedeki en pervasız aktörlerdir. CHP-HDP elitlerinden söz ediyoruz... Bunların etkisizleştirilmesi ve sosyalizmin ne olduğunu halkımıza her yerde anlatmamız gerek. Eğer Yugoslavya, Irak, Suriye, Libya vs. olarak bu âlemden ayrılmak istemiyorsak.
Tersi, felaket çünkü. Yıllardır bağırıyoruz: Felaketin ta içindeyiz. 
Kara Ağustos başımıza çökerse, ya yeni bir iktidar denememiz gerekecek ya da enkazın altında ölümü bekleyeceğiz.

Çok mu karamsar oldu?  Daha bu bir şey değil, belki de bir başlangıç... Hem olumsuz hem de olumlu anlamıyla bir başlangıç... Bakacağız...  

Osman Çutsay / SOL
_____________________

Doların da Allah’ı var! - TAYFUN ATAY

ABD Doları’nın amansız yükselişi karşısında ciddi ekonomik kaygılara kapılmış olduğumuz şu süreçte Cumhurbaşkanı Erdoğan çıktı ve krizin üzerine en iyi bildiği, belki de tek bildiği yolla gitti.

Önce memleketi Rize’nin Güneysu ilçesinde çıktı hemşerilerinin karşısına ve “Onların dolarları varsa, bizim de halkımız, Hakk’ımız, Allah’ımız var, hiç endişelenmeyin” dedi. Sonra sel felaketinin yaşandığı Ordu’nun Ünye ilçesinde, meydandakilere bol coşku da vererek aynı minval üzere devam etti: 
“Bu millet azizdir, bu millet güçlüdür, bu millet inançlıdır ve bu millet düştüğü yerden kalkar. Hiç bundan endişeniz olmasın. Eyvah dolar yok demeyin ha! Onların doları varsa bizim Allah’ımız var, rahat olun.” 
Gerçi böyle diyor ama hemen ardından da “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diye düşündürürcesine şöyle devam ediyor: “Gelin yastığınızın altında dolarlar varsa, Euro’lar varsa, altınlar varsa çıkarın. Hemen bunları bankalara vererek Türk Lirası’na çevirelim ve bunlara en önemli istiklal ve istikbal savaşını bu alanda verelim.”

***

Bakar mısınız şu işe! Yahu dolar bu kadar değersizse Allahuteala karşısında, neden onları bana verin demeye getiriyorsunuz böyle?!.. “Bize Allah yeter” diyorsanız niye yastık altındaki dolarlara göz diktiniz? “Yakın gitsin o dolarları” desenize?.. 

Tabii milletten dişe dokunur bir destek de halihazırda gözlenebilmiş değil. Bankalara yastık-altı dolarların aktığına dair bir emare yok. 

“Reis”, “Komutan”, “Emîrü’l-mü’minîn” diye yere göğe sığdıramadıkları kişinin çağrısına niye böyle bîgâne kalıyor bu insanlar peki? Kim bilir, belki doların da Allah’ı var diye düşündüklerinden olabilir mi dersiniz?!..

***

Vatandaş İngilizceye ne ölçüde hâkim bilinmez tabii ama ellerindeki dolarların üzerinde büyük harflerle yazılı “In God We Trust” sözünün anlamına aşina olunması da pekâlâ mümkün… 

“In God We Trust”, ABD madeni paralarının da banknotlarının da üstünde karşımıza çıkan ve Birleşik Devletler’in resmi “motto”su (sloganı) kabul edilmiş bir söz. Genelde “Tanrı’ya güveniriz” diye gayet harcıâlem, üstünkörü çevirmek âdetten onu… Oysaki İslami bağlamda tıpkısının aynısı sayılabilecek taş gibi bir karşılığı var. 
“Tevekkeltü alallâh” bu. 

Allah’a sığınır, güvenir, itimat eder, her şeyi ona bırakır, ondan bekleriz şeklinde genişçe açımlanabilecek bir deyiş bu. Kur’an’da sık sık geçer: “Allah’a tevekkül ediniz”. O yüzden müminler de sık sık der: “Allah’a tevekkül ederiz.” 

İngilizcesi, Amerikancası da işte “In God We Trust”. Nerede yazıyor? Vatandaşın yastığının altındaki dolarların üzerinde!.. 

O zaman milleti nasıl ikna edeceksiniz doların Allah’ı olmadığına?.. Ha, diyorsanız ki Allah ayrı, Tanrı ya da “God” ayrı, onu bilmem… Ama bildiğim bir şey varsa Tevrat’ta da İncil’de de Türkçe tercümeleri okuyun, hep Rab, Allah, “Rab Allah” geçmekte... 
İnanılan ilah aynı değil mi, aynı. Demek ki buradan da çıkış yok. Öyle ya da böyle doların da Allah’ı var yani…

***

“In God We Trust” ABD’nin resmi mottosu olarak 1956’da kabul edildi. Onun öncesinde devletçe resmen onaylanmasa da geleneksel olarak dolaşımda olan başka bir motto vardı; federal ulus-devlet olarak ortaya çıkışa çok daha doğru ve tabii seküler (laik) çerçevede tercüman olan: Latince, “E pluribus unum”. Yani “Çokluktan Birlik” ya da daha anlamlı ifade etmek istersek “Çokluk İçinde Birlik”. Orijinal olarak İngiliz sömürge yönetimi altında şekillenip ondan bağımsızlığını kazanmış 13 Koloni’nin yek vücut bir ulus-devlete dönüşmesini anlatır bu söz ve Federal Hükümet’in resmi mühründe de yer alır.
 
Ama Kongre 1956’da geçirdiği bir yasa ile 1864’ten beri Amerikan madeni paraları üzerinde zaten işli olan “In God We Trust”ı resmi slogan haline getirdi. 
Yok, şu ara her taşın altından çıkarmaya alıştığınız evanjelistlere falan bağlamayın bu resmi dindarlaşma emaresini!.. 

Evanjelik değil “Sovyetik” parmak var işin içinde… 

Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler Birliği’nin devlet ateizmini öne çıkarıp din karşıtı yasalara işlerlik kazandırmasına mukabil Eisenhover döneminde ABD Temsilciler Meclisi ve Senato birlikte resmileştirdi bu mottoyu. Ardından 1957’den itibaren bu söz kâğıt para, yani dolarlar üzerinde de yer almaya başladı.

***

O gün bugündür ABD Doları “Allah’a tevekkül” içinde dünyanın dört bir yanında dolaşımda, ortalığı kasıp kavuruyor. Biz dâhil kavuruyor. O yüzden şu son yaşanan krizde iktidar iradesinin doları Allah’la terbiye etmeye çalışmasının da kıymeti harbiyesi olmuyor. 

Aslında kapitalist anaforun içine çekilmiş bizim “post-İslamist” dinbazlık da dâhil herkes biliyor şu yalan dünyada neye güvenilip, inanılıp, tevekkül edildiğini!.. 

Allah mı, Tanrı mı, “God” mı tevekkül edilen Atlantik’in öte yakasından Anadolu’nun ortasına kadar?.. 

Yoksa Britanyalı aktör, komedyen ve komedi yazarı Martin Alan’ın (1934-1982) meşhur satirik komedi filminin şu muhteşem başlığında en veciz karşılığını bulduğu gibi mi durum: 
“In God We Tru$t”.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Suriye ve İdlib: Krizin öbür ayağı, çöküşü tamamlar mı? - ORHAN BURSALI

Suriye, ülkesinin büyük çoğunluğunu kurtardı, belki de yüzde 75’ini. Ordusu manevi ve maddi olarak güçlendi, arkasında şüphesiz Rusya var. İran’ın desteği var.. Yaşadığımız krizin yarattığı tozdan görmemiş olabiliriz: Çin de Suriye’ye isterse askeri destek vereceğini, asker gönderebileceğini açıkladı! 

Birkaç haftadır şu oluyor: Suriye ordusunun İdlib’e dayandığını biliyoruz. Adamlar ülkelerini adım adım kurtarıyorlar. İdlib’e de kıyısından girdiler. Rusya, Türkiye’nin girdiği Suriye topraklarını terk etmesi gerektiğini açıkladı. 

İdlib, ne kadar köktendinci, cihatçı olup da Şam’a muhalif olan ve Suriye’de yüz binlerce insanın ölmesine de neden olan silahlı örgüt-çete varsa, kaça kaça gelip sığındığı yer. Orada tutunmak ve bir özerk yapı içinde tutunmak arayışındalar. 

Birleşmiş Milletler, Suriye ordusunun İdlib’e saldırısı veya kurtarma harekâtı sonucu yüz binlerce insanın Türkiye’ye karşı kaçabileceğini öngörerek Türkiye’nin sınırlarını açmaya hazır olmasını istedi.
 
Ne kadar, bilmiyoruz. Bir milyon? İki milyon? 
 
Yanlışa düşülmemeli 
Bu tamamen savaşın nasıl gelişeceğine ve Türkiye’nin tutumuna bağlı. 
Fakat iki milyon insanın daha Türkiye’ye sokulması, Türkiye’yi tam iç yıkımla içten çökertme operasyonuna dönüşecektir.
 
Türkiye İdlib’deki rejim muhaliflerini koruyamaz.
Ülkesini kurtarmak için hareket eden Suriye Ordusu’na karşı da duramaz. 
Burada hep dile getirdik: Türkiye’nin çıkarı Şam ile anlaşmada ve işbirliği yapmadadır. 
Fakat Ankara’nın çok bilmişleri baştan beri saptadıkları yanlış politikanın esirleri olmuş durumdalar. 

Tıpkı ver papazı al papazı yanlış ve anlamsız politikalarının esiri oldukları gibi. 
Bu iktidarda sesini başka türlü çıkartacak tek bir insan bile kalmamış. Bir ortak akıl işlemiyor orada. Mesela kimse, yahu arkadaşlar Cumhurbaşkanı’na farklı bir seçenek-görüş sunalım diyemiyor. Diyemez durumda, çünkü hepsi tek adam tarafından seçilmişler ve seçildikleri gibi de güle güle uğurlanabilirler. 

Şimdi geldik, Suriye’de de aynı şey. 

Türkiye, Şam ile işbirliği yapmalı.. Ama nasıl yapacak? Böyle bir seçenek torbada olmadığı için, ülkeyi Suriye’deki savaşın akışına bırakacak ve yeni bir felaket ile karşı karşıya kalacağız.. ekonomik felaketi tamamlayan. 

Yok mu farklı, sorumlu, ülkeyi düşünecek bir ses iktidarda? 

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

‘Daha yeni başlıyor’ - ERGİN YILDIZOĞLU

Trump’ın seçim zaferinin mimarı Steve BannonHaaretz gazetesiyle yaptığı söyleşide, “Sol tam bir dağılma yaşıyor. Çünkü sürecin daha yeni başladığını biliyor” diyordu. Gerçekten de son yıllarda, merkez ülkelerde aşırı sağ/faşist bir dalga güçlenerek yükseliyor. 
 
Faşizm yükseliyor 
Kapitalizmin yapısal krizi içinde bunalan kitlelerin yerleşik rejimlerin yönetici seçkinlerine öfkeleri gittikçe artıyor. Faşist partiler kitlelerin bu öfkesini ve siyasallaşma reflekslerini Müslüman sığınmacılara, göçmen nüfusa, giderek de Yahudilere yöneltiyor, kapitalizmi hedef almalarını önlüyor. Böylece, ırkçılık, milliyetçilik, “kimlikçilik” (beyaz Hıristiyan- kimliği), “yerlicilik” (Nativizm), kısaca dinci reaksiyon ve faşizm yükseliyor


ABD, hegemonyasını yitiriyor, onu destekleyen Batı merkezli dünyanın ekonomik, siyasi hatta kültürel etkisi geriliyor. Bu gerileme, geçmişe yönelik bir nostaljiyi, geleceğe güvensizliği, iktidarsızlık duygularını, kimliğini kaybetme korkusunu besliyor. 

Bu sırada Batı bloku dağılırken, ABD, korunma refleksiyle, en yakın müttefiklerini bile hedef almaktan çekinmeden hareket ediyor. Tepki olarak Almanya’nın etkisi, Avrupa sınırlarını aşarak Uzakdoğu’ya, Latin Amerika’ya hatta Güney Afrika’ya ulaşmaya başlıyor. Çin ve Rusya, uluslararası alanda ekonomik, siyasi etkilerini, askeri girişimlerini artırıyorlar. Bir emperyalist yeniden paylaşım iklimi şekilleniyor. 
 
Deja vu 
Ekonomik kriz, hegemonya gerilemesi ve emperyalist rekabet, ABD ve Almanya olmak üzere merkez ülkelerde ve AB periferisinde (Macaristan, İtalya vb.) faşizmin gelişmesine uygun ortamı besliyor. 

Birincisi, ekonomik krizde devletin kaynaklarını büyük sermayeyi, özellikle finans sermayesini desteklemeye kaydırması, işçilerin, orta sınıfların refahının, sosyal hizmetlerin verimliliğini, kalitesini aşındırıyor. İkincisi, ekonomik krizin ve emperyalist rekabetin ürettiği savaşların basıncı, daha dolaylı olarak küresel iklim, gıda krizleri, Afrika ve Ortadoğu coğrafyasından Batı (görece zengin ülkelere) ülkelerine doğru büyük nüfus hareketleri yaratıyor. Bu göçmen, sığınmacı dalgası, ekonomik refahını kaybetmekte olan nüfusla karşılaştığında, gelen, çoğu Müslüman nüfusa karşı kültürel (ırkçı, dinci) tepki artıyor. Electoral Studies dergisinin, 28 ülkeyi, 40 siyasi partiyi, 266 bölgeyi kapsayan bir araştırması da (Ağustos 2018), aşırı sağcı partilerin yükselişini bu etkenlerle ilişkilendiriyor. 

Emperyalist rekabet dinamikleri de önemli bir rol oynuyor. Bir taraftan ABD aşırı sağının, Trump yönetiminin, diğer taraftan, Putin Rusya’sının AB ülkelerindeki faşist partilere AB ittifakını yıpratmak için verdikleri, mali, ırkçı, homofobik destek, faşizmin yükselme sürecini besliyor. 

Bu sürecin en önemli “yakıtı” yakın zamana kadar Müslüman düşmanlığı idi. Kimi Siyonist entelijensiya da bu düşmanlığı destekliyordu. Geçenlerde Spiegel’de yayımlanan kapsamlı bir araştırma, Almanya’da Yahudi düşmanlığının yeniden artmaya başladığını vurgularken, hâlâ Ortadoğulu ve Türkiyeli göçmenleri işaret ediyordu. Halbuki, 2017 yılında yayımlanan bir Polis Suç İstatistikleri Raporu, Yahudi düşmanı saldırıların yüzde 94’ünün aşırı sağcı militanlardan kaynaklandığını gösteriyormuş. 
Diğer taraftan, ABD evanjelik sağında, Müslüman düşmanlığı yanı sıra, geçen hafta Jarusalem Post’un aktardığı gibi, en azından “globalist” gibi kod sözcüklerle ifade edilen Yahudi düşmanlığı hiç azalmadan devam ediyor. Trump muhafazakâr partinin zengin destekçilerinden, Yahudi asıllı Koch kardeşlere saldıran bir tweet’inde  “globalist” sözcüğünü kullanıyordu. Trump, istifa eden Yahudi asıllı bir danışmanını da “globalist” olmakla suçlamıştı. Bannon, Trump’ın Yahudi asıllı damadı için aynı kavramı kullanmıştı. J. Post, aşırı sağın yazarlarının, tarihsel olarak finans ve girişimcilikle ilişkilendirilen Yahudilere, vatansız anlamında, kozmopolit, globalist gibi kavramlarla saldırdığını anımsatıyor. 

Nihayet, Rusya’dan ABD’ye, Polonya’dan Brezilya’ya, faşist partileri birleştirmeye başlayan, dinci duyarlılıkları kaşımaya yönelik LGBT düşmanlığı bu resmi tamamlıyor. 
Faşist hareketlerdeki bu yükselişe bakınca, durumu, 1930’larda yaşanan bir tren kazası filminin yavaşlatılmış görüntülerine benzetmemek elde değil. Bir farkla ki, o zaman Avrupa’da güçlü bir sol hareket vardı. Bu kez, henüz (hadi iyimser olalım) o da yok.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Çin, 3. Dünya’nın umudu mu? - KAMURAN KIZLAK

Başlıktaki “3. Dünya (az gelişmiş ülkeler)” ifadesini isteyenler daha az rencide edici olduğu düşünülen “gelişmekte olan ülkeler” ile değiştirebilirler. Pakistan’ın Çin ile umut arayışı olarak başlayan ve bugün de devam eden ekonomik ilişkisinin hikâyesiyle başlamak istiyorum. 2017’de ABD’nin Pakistan’a yaptığı bütün yardımları kesmesi, bu yardım ve hibelere (ve Suudi Arabistan hibelerine) fazlasıyla muhtaç durumdaki Pakistan’ın döviz rezervinin hızla erimesine yol açar.


Dolar rezervi tükenmek üzereyken, Pakistan, son çare olarak Çin’in kapısını çalar. Zaten Çin birkaç yıldır Pakistan’da elektrik santralları, yol-köprü-tünel inşaatı ve demiryolu modernizasyonu projeleri yürütmekterdir. Bu projelerin finansmanı için Çin bankaları, Pakistan’a birkaç milyar dolar kredi vermiştir. Kaynaklara göre, yeni kredi için konuşan Pakistan yetkilileri “İki seçeneğimiz var: (1) Tekrar IMF’ye gitmek ya da (2) bize daha fazla kredi vermeniz” derler. Çin, yeni kredi vermeyi kabul eder. Geçen Haziran’a kadar verdiği kredi beş milyar doları aştı. Devamı da gelecektir. Hikâyenin bundan sonrasına tekrar döneceğim. Şimdi bir başka umut hikâyesine, Sri Lanka’nin Çin ile ekonomik ilişkisine geçmek istiyorum.

Sri Lanka ile ilişkiler 
Tamil Kaplanları’na karşı savaşı ancak 40 bin sivili de katlederek kazanan Sri Lanka’nin bir önceki devlet başkanı Mahinda Rajapaksa, Çin ile yakın ilişkiler kurmuş biri (2015’teki seçimi Çin’in desteğine rağmen kaybetti). İç savaş sırasında sivillerin katledilmesinden sorumlu olması nedeniyle dünyadan izole edilince, kendisine Çin’den başka kapı açan kimse kalmadı. Çin “sivil katliamı” konusunu açmadı, sorumlu tutmadı ve silah satmakta da bir sakınca görmedi. ÇKP’ye göre, “Ülkelerin iç işlerine karışmak emperyalist müdahaleciliktir”. Bir katliamcıyla, faşistle, insanlık düşmanıyla iş tutmayı işte bu ilkenin arkasına saklıyorlar.

Rajapaksa’nın yönetimi sırasında, bir insanlık düşmanına, bir faşiste kapı açmanın ödülü (ya da Çin’in ödettiği bedel) olarak Çin devlet firmalarının Sri Lanka’da birçok altyapı projesi yürüttüğü biliniyor. O dönemde Sri Lanka ekonomisinin gösterdiği yüksek büyüme oranının işte bu inşaat işlerinden kaynaklandığı söyleniyor. Bu projelerin özellikle ikisi dikkate değer: (1) Dünyanın en tenha (ama büyük) uluslararası havaalanı olarak bilinen Mattala International Airport ve (2) neredeyse hiçbir yük gemisinin uğramadığı bir büyük liman. Her diktatör gibi Rajapaksa da gurur duyduğu, megalomanisini-kibrini yansıtan ve besleyen devasa projelere kendi adını vermeye hevesliymiş. Birkaç bölümden oluşan akla ziyan büyüklükteki limanın o gün açılan 1. bölümüne “Magampura Mahinda Rajapaksa Limanı” adını verdirmiş.

Bu projelerin iç ve dış borçları nasıl şişirdiği ortaya çıktığında, Sri Lanka’nın elinde hepsi birbirinden beter birkaç seçenek vardır. Çin’in projelerin finansmanı için verdiği kredinin geri ödenmesi gerekmektedir ama ülkenin ödeyebilecek gücü yoktur. Borcun yeniden yapılandırılmasını ve dünya piyasalarına göre yüzde bir buçuk-iki oranında yüksek olan faizin düşürülmesini isterler fakat Çin ikisini de kabul etmez. Bir taraftan diğer bölümlerinin inşaatı devam eden liman büyük zarar etmeye başlayınca, yeni Sri Lanka yönetimi Çin’in koşullarını kabul etmek zorunda kalır ve limanı yüz yıllığına Çin’e devreder, hem de liman çevresindeki 110 hektarlık alanla birlikte. Devir sözleşmesinde limanın “Yol ve Kuşak” projesinin lojistik üssü olarak kullanılacağı belirtiliyor. O 110 hektarlık alana şimdi Çin inşaat firmaları “Colombo Port City Project” adı altında çok katlı binalar dikiyor. Yani el konmuş bir liman ve çevresinde oluşturulan devasa bir yapılaşma projesi… Satıp Çin’in kredi diye verdiği parayı kurtaracaklar, hem de en az beş-on katıyla. Bence o evleri Çinliler satın alacak, oraya yerleşecekler ve ortaya küçük bir Çin kolonisi çıkacak. Böylece, hem Yol ve Kuşak projesinin başlamasıyla oluşacak ticaretten parayı Çinliler kazanacak hem de liman çevresi Çinlilerle kuşatılarak güvenlik ve gizlilik sağlama alınmış olacak.

Pakistan'a kredi
Yazının burasında, yarım bıraktığım Pakistan’ın Çin’den aldığı kredi konusuna dönmek istiyorum. Pakistan, kredi talebini iletirken aşağı yukarı şunları söyler: “IMF’ye gidersek bugüne kadar Çin’den aldığımız kredilerin bütün ayrıntılarını açıklamak zorunda kalırız”. Yani “Ya bize yeni kredi açın ya da resmi anlaşmalarda karartığımız her şeyi IMF’ye ifşa ederiz” diyen bu tehdit aslında bir imdat çığlığı. Tehdit içerikli laflar etmenin sadece eli yukarıdan açmak amaçlı bir blöf olduğunu o keskin ÇKP zekâsı gayet iyi bilir. Hatta Pakistan’ın ekonomik durumunu onlardan çok daha iyi bildiğinden eminim. Pakistan’a bütün yardımları kesmiş ABD’nin IMF’deki ağırlığı düşünüldüğünde, IMF kapısının neredeyse kapalı olduğunu Çin tabii ki bilir. Lafı fazla uzatmadan sonuçta olacaklara ilişkin tahminimi söyleyeyim: Sri Lanka’nın başına ne geldiyse Pakistan’ın başına gelecek olan da odur. İslamcı ilkellerin eline düştüğü günden beri otuz yıldır her şeyi ile (sanayi ve insan sermayesi açısından) çöken bu ülke artık bitik bir ülke. Yani Çin’e olan borcunu ödeyemeyecek ve karşılık olarak elektrik santrallerinin, demiryolunun işletmesini bilmem kaç yıllığına Çin’e devredecektir. Fakat bunlar yetmez… “Kuşak ve Yol” projesinin Pakistan üzerinden Arap Denizi’ne açılış noktası olan Gwadar limanı da bu devir anlaşması paketinin içinde yer alacaktır. O liman, tıpkı Sri Lanka’daki gibi, aynı zamanda bir askeri üs olacaktır.

Çin’i zaman zaman kayıran ve öven yazılar yazmış biri olarak Çin hakkında bu söylediklerim iç karartıcı bulunabilir.

Meramımı daha açıkça anlatabilmek için konuyu bana göre daha iyi bilen, olup biteni içeriden gözlemleyen bir akademisyenin yazdıklarını aktarmak istiyorum. Pakistanlı (ülkesinde yaşıyor) Aasim Sajjad Akhtar, Monhtly Review(*) dergisinde yayınlanan makalesinde ÇPEK anlaşmasının şeffaflıktan uzak olduğunu belirttikten sonra, proje hakkında “Çin firmalarının Pakistan pazarına erişimini sağlamayı ve ÇPEK planına göre inşa edilecek ulaşım yolları aracılığıyla Çin'in batı bölgesinin kalkınmasını amaçlayan bir faaliyettir… Anlaşmada Pakistan’nın kalkınma ihtiyaçları için sunulan bütün öneriler standart neoliberal reçetelerin aynısıdır” diyor.

Bana sorarsanız, buraya kadar yazdıklarımda Çin’in yaklaşımı açısından ortada yanlış bir şey yok. Kredi borcunuzu ödemediğinizde banka evinize haciz göndermiyor mu veya emperyalistlere borcunu ödeyemeyemez duruma düşen ülkeler moratoryum ilan etmiyor mu? Kapitalizm böyle işliyor, yani ortada kural ihlali yok. Peki, ya kendine şöyle veya böyle “sosyalist” diyen bir ülke oyunu kapitalizmin kirli kurallarına göre, hem de en acımasız yöntemlerle oynuyorsa… Buna da ısrarla Çin’nin sosyalist olduğunu iddia eden, emperyalist hegemonyadan kurtuluş, bağımsızlık ve ekonomik kalkınma için umut olarak gören Çin Muhipleri Cemiyeti cevap versin.

Çin'in hesabı
Çinliler her şeyi baştan sona adım adım hesaplayarak ilerlerler. Yani ÇKP’nin bu ülkelerin sonunda bu duruma düşebileceklerini öngördüğünü, bu durumda nasıl bir çözüm bulacaklarını ta en başta hesapladığını ve projeleri “krediyi kurtarabilecek ayrıntılar” ekleyerek hazırladığını düşünüyorum. Yol, köprü, tünel inşaatlarının yanına elektrik santrali, havalimanı, liman, demiryolu gibi para getirici tesisler eklemelerinin nedeni bence bu.

Önceki yazımlarımda da değindiğim iki önemli noktayı hatırlatarak bitirmek istiyorum: (1) Çin, bildiğimiz anlamda kredi vermez. Yani “İhtiyaçlarına göre uygun gördüğün yerde kullan” diyerek kredi açmaz. Kredi bir paket olarak gelir ve o paket içinde Çin firmalarının yapacağı altyapı yatırımları, Çin’den satın alınacak makine-ekipman vs vardır. Paranın büyük kısmı bunların finansmanı içindir. (2) Çin, dünyadaki bütün kapılar yüzüne kapanan, başka bir kaynaktan kredi bulamayan ülkelerin mecburiyetten kapısına dayandığı bir ülke. ÇKP, bunu çok iyi bildiği için kredi sözleşmeleri de ona göre hazırlanır. Sözleşmelerin karartılarak açıklanmasının nedeni budur.

Yazıyı bitirirken Türkiye’nin Trakya’da da bir nükleer santral kurmayı planladığı ve “bu projede Çin ile yürüyeceğine” dair bir haber düştü ekranıma. Bu hikâyenin muhtemel sonunu merak edenler yazıyı baştan sona tekrar okuyabilirler.

KAMURAN KIZLAK / BİRGÜN

* Aasim Sajjad Akhtar, “The China–Pakistan Economic Corridor. Beyond the Rule of Capital?,” Monthly Review (Jun 01, 2018).

https://monthlyreview.org/2018/06/01/the-china-pakistan-economic-corridor/

“Foto Çalıkuşu!” - HAYDAR ERGÜLEN

ODTÜ Sosyoloji’de Devrimci Marksistler adlı Troçkist gruptan ODTÜ-ÖTK sınıf temsilcisi oldum, ama genel olarak yıldızlı yumruğu destekliyordum. Tıpkı Eskişehir’deki gibi tüm sol siyasetlere eşit davranmaya çalışıyor, farklılıklarımızla zengin olduğumuzu, sosyalizmin böyle olduğunu düşünüyordum.


Bazı zamanlar vardır, sonsuzluğa dönüşür. Bazı anıların mevsimlere dönüşmesi gibi. Bazı nehirler vardır, sanki sizinle beraber doğmuşlardır, çocuk olmuşlardır, sonra genç, akışlı, yüksek, yatağına sığmaz, sonra yorulmuş, yavaşlamış ve durgun bir göl olmuşlardır. Bazı şehirler vardır, gencecik evlatlarını, kızlarını, oğullarını yitirmiş, dağlara denizlere sığmayan acılarını içlerine akıtmış, onlardan sessiz akan bir nehir yaratmış ve onun kıyısında oturup ağlamış, yaralarını sarmış, yepyeni şehirler olmuşlardır.
Eskişehir’den söz ediyorum, şehrimden, şehrimizden. Hem eski hem yeni olabilmiş bir şehirden. Orada doğmuş, çocuk olmuş, genç olmuş, ayrılmak zorunda kalmış, sonra da bir daha dönememiş bir sakini, yerlisi değil ‘yersiz’i olmuş biri olarak, o şehrin ruhumuzu nasıl ele geçirdiğinden, nerede olursak olalım bizi terk etmediğinden, vefalı oluşundan, nereye gidersek gidelim aslında hep orada olduğumuzdan. Bizimle çocuk, bizimle genç olan bir şehirden.
Ayrıntı Yayınlarının Yakın Tarih dizisinden bir kaç tanıklık okudum. Yakın Tarih, yakıcı tarih, acılı tarih, bizim tarihimiz. Yoldaşlığımızın tarihi. İnancımızın, hiçbir zaman vazgeçmeyişimizin, vazgeçmeyeceğimizin tarihi. Birgün Mutlaka diyerek çıktığımız bu devrimci yolda hep yürüyeceğimizin tarihi. 

Bu kez çok yakından bir kitap yayımladı Ayrıntı, Ersin Toker’in yazdığı Porsuk Durgun Akardı (Temmuz 2018), altbaşlığı Mustafa Çalıkuşu Anısına. İkisi de benim en kıymetli hatıralarım arasında, hem Porsuk hem Çalıkuşu. Çocukluğum ve gençliğim. Dere ve nehir halimiz. Toker, Çalıkuşu’na adadığı kitabında, Eskişehir’de 80 öncesi devrimci mücadeleyi genel çizgileriyle belirtirken, özel ve ağırlıklı olarak Dev-Genç ve Devrimci Yol örgütlenmesini anlatıyor. Tabii diğer sol siyasetlerden, önde gelen devrimcilerden, devrimci mahalle ve bölgelerden, eylemler, çatışmalar, sorgulamalar, arkadaşlıklar, ayrılıklar, izlenmelerden…

Kitapta anlatılan Mustafa Çalıkuşu’yla Alevi- Bektaşi kültüründeniz. Çocukken geçirdiği felç yüzünden yürüme ve konuşma zorluğu çeken Çalıkuşu, yoksul bir ailenin abisi olarak kendini erkenden ve iyi yetiştirmiş bir devrimciydi. 6-7 yaş büyüğümdü. O zamanlar hem içinde yetiştiğim Alevi kültürünün hem de oturduğumuz işçi ve yoksul mahallelerinin etkisiyle daha ortaokula başladığımda solcu olmuştum. 1969 ya da 1970 yılında Türkiye Öğretmenler Sendikası’na (TÖS) gidip, onların öğretmen boykotunu destekleyen bir konuşma yapmıştım. 1971’de de Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının idamına karşı, küçük daktilomda bir kaç yazı yazıp, lise 1. sınıftaki arkadaşlarıma dağıttığım için siyasi şubede 1 hafta ağırlanıp, 1 ay kadar da askeri tutukevinde yatmıştım, tabii tanımadığım 2 lise öğrencisiyle de örgüt kurdurmuşlardı bize! Çalıkuşu o zamanlar Karapınar’da oturuyordu, biz Kurtuluş Mahallesi’nde. Komşu mahallelerdi. Onların Karapınar’daki evlerine giderdim ya da Çalıkuşu bizim Göçmenevleri’ndeki evimize gelirdi. Kardeşi Nurettin her zaman en büyük yardımcısı oldu onun.

Kitapta ‘feodal sevgi’den söz ediliyor ve onun azalmaması gerektiği yolunda bir diyaloğa yer veriliyor. Büyük şairimiz Ahmed Arif’in söyleşilerinde de geçer bu, sevgide feodal olmaktan yanadır. Yani, yakınlık, sıcaklık, çıkarsızlık anlamında. Hiç unutmam, akrabamız, Çifteler’e bağlı Sadıroğlu köyünden, Çakal lakabıyla maruf, şimdi İzmir’de, Hasan’la klasik kitaplarımız olan Sosyalizmin Alfabesi, Felsefenin Temel İlkeleri’ni okur, Porsuk kıyısında, şimdi öğrenci kafeleri ve barların doldurduğu, 40 yıl önce çay bahçeleri, lunapark, yazlık açıkhava sinemaları ve konser mekanları olan Adalar’da gezerken, muhtemelen bir Yılmaz Güney filmi de izledikten sonra, bu kitaplardaki kavramlar üzerine konuşur, tartışırdık. Hasan, toplumların gelişim çizelgesinde sırasıyla kapitalizm, sosyalizm sonra da feodalizm aşamalarının geldiğini iddia eder, ben de buna karşı çıkardım! O zamanlarda bilgiden çok kalple, vicdanla, merhametle ve hiç kuşkusuz yetiştiğimiz kültürün değerleriyle solcu ya da devrimci olduğumuz için böyle komik yanlışlıklar da yapardık!

Çalıkuşu’yla benzer süreçlerden geçmişiz. Babam da TİP üyesi bir kaportacıydı. Beni o zamanlar TİP kurucularından olan şimdinin ünlü avukatı Turgut Kazan ile tanıştırdı, yine partinin önde gelenlerinden Gündüz Mutluay’ı da tanıdım. Fakat benim gönlümde bilimsel sosyalizmden çok, nehirsel, şiirsel sosyalizm vardı. Aşk gibi bir şeydi sosyalizm, doğal, yaz günü gibi, sular gibi, güneş gibi, gökyüzü gibi açık mavi bir şey yani. Okuyordum, çok okuyordum. Sonra da kendimi Troçki’nin akıcı üslubuna kapılmış buldum. Köprübaşı’nda küçükten de küçük bir mağazamız vardı, 2 yıl önce yitirdiğim canım kardeşim Halil işletti sonraları. Liseyi bitirip Eskişehir’e döndüğümde 1 yıl orayı çalıştırdım. Abut denilen pasajın içinde Can Bebe adlı bir konfeksiyon dükkanı. Hemen tüm siyasetlerin, TSİP, Halkın Kurtuluşu, İGD ve diğerleri dergilerini bizim dükkana koyar, oradan alıp bağırarak satış yaparlar, bazen de o küçücük dükkanda iki karşıt siyasetin insanları karşılaşır, ters ters bakışırlardı.

Kitapta anlatılan Yüksel Tuna, Mustafa Taylan, Fikret Dıranas, hepsini tanıdım. Yüksel’in plak dükkanı vardı, aynı mahallenin çocuğuyduk. Taylan ile kitapçısında sık buluşur konuşurduk, Fikret’se bizim pasajın yan çıkışındaki terzinin oğluydu. ODTÜ Sosyoloji’de Devrimci Marksistler adlı Troçkist gruptan ODTÜ-ÖTK sınıf temsilcisi oldum, ama genel olarak yıldızlı yumruğu destekliyordum. Tıpkı Eskişehir’deki gibi tüm sol siyasetlere eşit davranmaya çalışıyor, farklılıklarımızla zengin olduğumuzu, sosyalizmin böyle olduğunu düşünüyordum.

Canım Çalıkuşu, Eskişehir’de devrimcilerin evi, yurdu, abisi, kardeşi oldun hep, direnmenin güleryüzü oldun. Yaşamını kazanmak kadar, devrime insan kazandırmak için de fotoğrafçılık yaparken, ‘Foto Çalıkuşu’ der, gülerdin. Kardeşin Nurettin’le artık daha çok ölümlerde, cemevindeki anmalarda, yemeklerde karşılaşıyoruz. Seninle o zamanki devrimcilerin marşı haline gelen, Ruhi Su’nun “Drama Köprüsü”nü söyleyip yumruklarımızı havaya kaldırdığımız geceleri unutamıyorum.

Devrim günleri, Eskişehir, Ankara, ODTÜ, yani tarihimiz, yoldaşlığımız, unutulur mu?

HAYDAR ERGÜLEN / BİRGÜN



Onların da Allah’ı var... - MUSTAFA K. ERDEMOL

Jefferson’ı, Carter’ı, Obama’yı saymazsak ABD başkanlarının çoğu hem dolara hem de bir Allah’a sahiptiler. George Washington örneğin, “bizim Allah’ımız var” diyenlerdendi.

‘Sayın’ Genel Başkan Rize’de yaptığı konuşmada, 5.50 seviyesini aşan dolar/TL kurundaki yükselişe ilişkin, “Çeşitli kampanyalar sürdürülüyor. Bu kampanyalara kulak asmayın. Onların dolarları varsa bizim de halkımız, hakkımız, Allah’ımız var” demesi, sıkışmışlığının ifadesi olduğu kadar bundan daha da çok kamusal mesaj üretirken vatandaşına sürekli dini anımsatma alışkanlığının da son örneği. Bunu çok sık yaptığını biliyoruz.

Tabii referansı din olan birisi olarak “Allah’ın hep yanında olduğunu” söylemesinde bir gariplik yok. Dolarla Allah’ı birbirine karşıt iki eşit güç gibi göstermesindeki tuhaflığa kafa yorması gerekenler de inanç sahipleri elbette. İktidar fetvacısı Hayrettin Karaman bu işe ne der merak ediyorum ayrıca. Allah’ı bu kadar dünyevi meselelerle meşgul etmenin açıklamasını Karaman hocadan duymak isterdim doğrusu. Dolarla mücadelesinde Allah’ın ne gibi katkısı olabilir bilmiyorum ama Genel Başkan bunu söylediğine göre bir bildiği vardır kuşkusuz.

Günümüze uygun laf değil
Genel Başkan, Trump dahil şimdiki ABD yöneticilerine “onların doları varsa bizim de Allah’ımız var” demekle isabetli bir iş yapmadı bana sorarsanız. Bunu, örneğin Thomas Jefferson’ın başkanlığı dönemine ilişkin söyleseydi daha anlamlı olabilirdi. Çünkü Jefferson’ın pek alışılmadık dini inançları vardı. Filozof ve teologdu Jefferson. İsa’nın tanrısallığı ile yetenekleri konusunda da kuşkulara sahipti. Giderek deizme ulaşmıştır denir. Ama rakipleri onun ateist olduğunda ısrarlı oldular hep. “Kafir Jefferson” derlerdi örneğin. O dönemde doların durumu nedir bilemem, yani Genel Başkanın, büyük bir silah olarak değerlendirdiğini sandığım güçte doları var mıydı bilmiyorum ama Jefferson’ın pek öyle Allah’ı falan yok gibiydi.

Başkanlar arasında dine en uzak olan Jimmy Carter’ın başkan olmak için Tanrı’ya dua ettiğini sanmam. Ama başkanlığa seçilebilmişti. Barack Obama 2010’da, Kongre’de yapılan bir Dua Toplantısı’nda Tanrı’dan hiç söz etmedi diye açık mektupla binlerce kişi tarafından eleştirilmiş bir Başkan’dı. Carter ile Obama’nın başkan seçilebilmeleri belki de Tanrı’nın seçim işlerine karışmayacak kadar “demokrat” olduğunun da bir işaretidir kim bilir?

Genel Başkanın atladığı ya da gerçekten görmediği şey şu; Jefferson’ı, Carter’ı, Obama’yı saymazsak ABD Başkanlarının çoğunun hem dolarları hem de Allahları var. Çünkü nasıl Genel Başkan Allah’ın kendisine yardımcı olacağına inanıyorsa, sadece dolarları var sandığı ABD’li politikacılar da aynı inanca sahipler. Öyle ki, Genel Başkanın da gayet iyi yaptığı gibi Amerikalı politikacılar da sık sık Allah’tan söz ederler. Çünkü, tıpkı yine Genel Başkan gibi, ABD’li politikacılar da sadece başları sıkıştığında değil, ülkedeki inanç gruplarına onlarla ne kadar uyum içinde olduklarını göstermek için de yaparlar bunu. Samimi ya da değiller ayrı mesele.

Washington ve Reagan...
George Washington örneğin, “bizim Allah’ımız var” diyenlerin başında gelirdi. Amerikan Kongresi’ndeki ilk konuşmasında “Evreni yöneten yüce varlığa, Allah’a yalvarıyorum” der. Yani karşısına ne tür zorlukların çıkacağını bilmediği bir dönemde “zorluk çıkarsa çıksın be! bizim de Allah’ımız var” demek istemiş Washington, tıpkı Genel Başkan gibi.

George Washington ile “dünyevi zorluklar” karşısındaki tepkileri aynı olan Genel Başkanın “onların doları varsa bizim de Allah’ımız var” diyerek, sadece kendisinin Allah’ının olduğunu düşünmesi gerçekçi değil.

Genel Başkanın doların önlenemeyen yükselişi karşısında herhalde yardımını beklediği Allah uzun zamandan beri, özellikle 1945’ten sonra yoğun biçimde Amerikalılarla birlikte. Başka ülkelere “demokrasi” götürürken de, Vietnam’ı, Irak’ı işgal ederken de ABD ordusunun yanında oldu Allah. Bu yüzden diyorum, Genel Başkanın “onların doları varsa, bizim de Allah’ımız var” demesi ABD’lilere inandırıcı gelmez.

Üstelik ABD’li politikacılar 1980’den itibaren dine daha fazla atıfta bulunur oldular konuşmalarında, tutumlarında. Ronald Reagan’dan önceki politikacılar denir, Tanrı’dan sadece “ricalarda” bulunuyorlardı. Başkanların adeta peygambervari tutumlar almaları Reagan’la başlamıştır. Reagan ilk başkanlık konuşmasında “Tanrı’nın özgür olmamızı istediğine inanıyorum” demekle, kendisini Tanrı’nın niyetlerini okuyan kişi konumuna yükseltir. Oysa kendisinden önceki başkanlar tanrıdan Amerika’nın özgür olmasını vs. diliyorlardı sadece, “ricacı”ydılar dediğim bu.

Bush Tanrı ile konuşurdu
George W. Bush, Afganistan ve Irak işgallerini kendisine “diktatörlüklere bir son ver” diyen Tanrı’nın yaptırdığına inanırdı. BBC’de kendisiyle 2005’te röportaj yapılan eski Filistin Dışişleri Bakanı Nebil Şat tanıktır buna. Şat bir heyetle makamına kabul edildiklerinde Bush’un odada bulunan herkese “Ben Tanrı’dan bir görev aldım. Tanrı bana ‘George Afganistan’da teröristlerle savaş’ dedi, savaştım. Sonra Tanrı yine bana ‘George, Irak’taki zulmü bitir’, dedi, bitirdim” dediğini aktarıyor. Yani, Genel Başkan ne der bilemem ama ABD’nin bugüne kadar yapıp ettiklerine bakılırsa Allah’ın kimlerden yana bir tercihte bulunduğu ortada.

Tanrı ile muhabbeti bir hayli ileri götürdüğü aşikar olan Bush daha sonra şöyle devam etmiş: “Ve şimdi, yine, Tanrı’nın sözlerini hissediyorum, bana diyor ki ‘Filistinlilere kendi devletlerini ver, İsrail’in güvenliğini sağla, barış yap.”

İsrail’in güvenliğini sağlamada Tanrı’nın isteği gerçekleşmiş durumda. Filistinlilere devlet verme işi hala olamadığına göre Tanrı, George’a bu durumda da bir şeyler söylemiş olmalı. Kızdı mı, gönül mü koydu, sitem mi etti, bilemiyoruz haliyle. En azından “George, ne oldu Filistin işi” demiş olabilir, madem bu kadar senli benliler. Bush’un bu konuda bir açıklama yaptığını duymadım ama.

Bush ile İngiltere Başbakanı Tony Blair’in 2002 yılında Irak’ın istilası konusunda prensip anlaşmasına vardıkları bir Crawford toplantısı vardır. O toplantı sırasında Bush’un Teksas’taki meşhur çiftliğinde Bush’la Blair birlikte Tanrı’ya dua etmişler. Onlar kadar güçlü olmayan Genel Başkanla, dünyanın patronları durumundaki Bush ile Blair’in Tanrı’dan aynı şeyi, yani kendilerine güç vermesini istediklerini tahmin ediyorum. Tanrı’nın bu üçlüden hangisinin dilediğini kabul ettiği sanırım herkesin malumu.

Sayın Genel Başkan dolara karşı mücadelesinde “onların doları varsa bizim de Allah’ımız var” derken bu örnekleri hatırlasa iyi olur. Karşısındakiler de en az kendisi kadar inançlı, en az kendisi kadar toplumun dini kodlarına uyma konusunda gayretliler.

Buna ragmen Allah’ın neden onların yanında olduğunu biliyor değilim. Merak ediyorum aslında.

Tüm İslam dünyasının merak ettiği gibi.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

12 Ağustos 2018 Pazar

'Yeni Ekonomik Model': Hangisi yeni? Şarap mı kadeh mi? - SERDAL BAHÇE

TL, dolar karşısında bir günde yaklaşık yüzde 15 değer kaybetti. Üstelik bu düşüş süreci neredeyse yılın başından beri sürmekte. Maliye ve Hazine Bakanı kürsüde, karşısında ise sermaye kanallarının tabiriyle iş dünyasının temsilcileri, bizim tabirimizle büyük burjuvalar oturmakta. Bakan yeni ekonomik model adını verdikleri programı açıklamakta; açıklarken sürekli gülümsemekte, arada bir salona pas atıp, espri yapmakta. Bolca da terlemekte. Çok uzun bir sunumdu; üşenmedim baştan sona dinledim. Öncelikle bu kadar çok konuşup hiçbir şey dememek bir maharet olsa gerek; burjuvalar için ise, bu kadar uzun ve fakat içeriksiz ve laf ola beri gele bir konuşmayı dinlerken sıkılmadık pozlarına yatmak da başka bir maharet gerektiriyor. Bakanın suretinin yanına yerleştirilen sunum bile oldukça güdük idi ve sıkıcı tekrarlara dayanmaktaydı. Bu arada sadece hükümet yanlısı cümle kanal naklen vermedi bakanın açıklamalarını, aynı zamanda küresel sermayenin kanalları da yeni ekonomik modelin detaylarını canlı yayınladılar. Kısacası herkes pür dikkat bakanı dinlemekteydi. Aslında herkes kapitalist devletlerin kriz repertuarının ayrılmaz parçası olan “acil önlem/eylem paketi” türünden bir şeyler bekliyordu herhalde. Ancak bakan bu beklentilere pabuç bırakmadı ve sanki acil hiçbir sorun yokmuş gibi esprileriyle süslediği ve kendisi de bir espri olan yeni ekonomik modeli açıklamaya devam etti. TÜSİAD başkanına çıkışta yeni ekonomik model ile ilgili görüşleri sorulduğunda piyasa ile uyumlu ve beklenen bir adım olduğunu ancak henüz fazla kuramsal olduğunu belirtti. Kibarca “ortada bir şey yok” demenin başka bir yoluydu kuşkusuz.

Devam etmeden önce iktisat politikalarıyla ilgili bir detayı aktarmakta fayda var. Her yeni ekonomik model üç ana unsuru barındırır. Önce hedefler tanımlanır, ki en kolayıdır. Hedef tanımlama sürecinde güçlü toplumsal çıkarlar ön plandadır. Örneğin enflasyon hedeflemesi + büyüme hedefi bize programın finans kapitalin beklentilerine göre ayarlandığı izlenimini vermelidir. Bu kolaydır. Zor olan süreç ve araçları tanımlamaktır. İkinci aşamada bu hedeflere ulaşmanıza aracılık edecek araçlar tanımlanır. Bu araç kümesinin tanımlanması süreci de teknik ve tarafsız bir süreç değildir pek tabii. Burada yine egemen sınıf çıkarları ve emperyalizmin hassasiyetleri dikkate alınır. Örneğin zamane modelleri, hele ki Türkiye türünden bağımlı ve açık veren ekonomiler için kurgulandılarsa, araç olarak kambiyo kontrolü, sermaye kontrolü türünden zinhar yassak araçları kullanamazlar. Üçüncü ve en zor aşama ise aslında meslekten iktisatçılara has teknik bilgiye ve meraka hitap eder. Ancak yine de zorunlu bir adımdır. Bu adımda, tanımlanmış araçların bizi belirlenen hedeflere nasıl götüreceği dinamik bir şekilde anlatılır. Böylece model bir zaman boyutunu da içermiş olur. Bakanın uzun konuşmasından “yeni ekonomik model”in birincisine sahipken, ikinci ve üçüncüsünün namevcut olduğunu anladık. Ancak sadece süslü hedeflere ve iyi niyetlere sahip bir açıklamayı başka her şey olarak kabul edebiliriz ancak “yeni bir model” olarak asla. Aslında yeniliği de tartışılır. AKP’nin 24 Haziran öncesi açıkladığı seçim beyannamesinin tekrarı gibiydi. 

Gelelim yeni olmayan “yeni ekonomik model”in detaylarına. Bakan hazretleri öncelikle sermaye piyasalarının güçlendirilmesinin temel hedeflerden biri olduğunu ve bunun finansal sistem içinde bankaların payının azaltılarak sağlanacağını belirtti.  Bir kere bu yeni bir amaç değil; Özal liberalizminden bu yana sermaye piyasalarının güçlendirilmesi bir hedef olarak her hükümetin programında var; IMF ve Dünya Bankası reçetelerinin zaten amentüsü gibi. Bunun arkasında şöyle bir mantık var, güçlü sermaye piyasaları tasarrufu yükselterek yatırım için yüksek fon yaratacak. Bankaların sistem içindeki paylarının azaltılması ise aslında bankacılık sistemi dışı finansal araçların çeştilendirilmesine ve finansal derinleşmeye hizmet edecek; bakan standart küresel sermaye kılavuzlarının değişmezlerini tekrarlamış gibi görünüyor. Ancak bu boş bir beklenti; iki nedenle. Birincisi finansal sektör kapitalizm başka türlü kurgulansa ya da yapılandırılsaydı belki reel sektöre beklenildiği türden bir hizmet sunardı ancak çağdaş kapitalizmde finansal sektör genişlemesi tam da reel sektörün yapısal sorunlarının sonucu olarak ortaya çıkan bir şeydir. Kısacası onun genişletilmesi sorunu ağırlaştırmaktadır. Son kapitalist krizler buna defalarca şahitlik edeceklerdir. İkincisi ise bakanın safiyane beklentisinin aksine, bakanın belirttiği tarzda olsa bile, finansal genişleme, aslında ikiz kardeş olarak borçlanmayı da arttırıyor. Bu da mutlaka çöküşleri hızlandırıyor ve toplumsal olarak daha maliyetli kılıyor. 

Modelin 3+1 zamansal fazının olduğu belirtildi. Böylece bir sayıların gizemine geri döndük. Birinci faz olarak 2018-2019 dönemi ekonomik dengeleme dönemi ve ikinci faz; 2020-21 dönemi istikrarlı ve sağlıklı büyüme dönemidir. Üçüncü faz anlaşılan 2022’’de vizyona girecek ancak bir bitiş tarihi belirtilememiş. Bu fazda ise adaletli bölüşüm sağlanacakmış. Bu faza bir nihayetin konulmaması ilginç; adaletli bölüşüme ne zaman ulaşacağız? Ancak bakan burada durmadı ve “+1”’in sırrını da açıkladı. Bu bonus faz ise nitelikli işgücüne ve güçlü toplum fazıdır. Bu son faz ne alama geliyor, anlayan var mı?
İlk fazda cari açığın düşürülmesi ve tasarrufların artırılması temel hedef olarak konmuş. Bakan bizim sormak zorunda olduğumuz “Nasıl?” sorusunun cevabına vakit ayırmadı. Aslında bu soru şu anda Türkiye kapitalizmi için en önemli soru. Birinci faz bir dengeleme dönemi ise demek ki cari açığı bir tür dengeleyememe sorunu gibi görmekteler. Şapkadan çıkarılacak birkaç sihirli reform ve bakın görün cari açık düşecek. Bakan yüz vermedi ama biz soralım: Nasıl ama nasıl? Öncelikle Türkiye’nin cari açığı konjonktürel bir dengesizliğin, arızi bir sapmanın sonucu değil ki, yapısal bir sorun. Petrol ithalatı + doğalgaz ithalatı + yatırım ve aramalı ithalatı toplamı ithalatın çok büyük bir bölümü yani bizim üretebilmek ve yaşayabilmek için bu ithalata devam etmemiz gerekecek. Hatta böbürlendiğimiz yükselen ihracatı sürdürmek için de yükselen ithalata katlanmak zorundayız. Yapısal bir sorunu iki yıl içinde çözmeyi düşünmek nafiledir.  Bu göze alınsa bile şu anda Türkiye’de kapitalist devletin elinde bunu yapacak hangi araç var? Son 40 yıldır uygulanan sermaye yanlısı ekonomi programı devletin bütün etkin araçlarını budamadı mı? Gerçekten nasıl olacak bu iş? 

Bakan yine ilk fazda sıkı para ve maliye politikası uygulanacağını da müjdelemiş. Sıkı para ve maliye politikası yüksek faiz – düşük kamu harcaması – kısılan sosyal harcamalar demek ise gerçekten bu yukarıdaki yargımızı doğrulamaktadır. Bu kapitalist devletin eli kolu bağlı olacak anlamına gelecektir. Peki cari açık nasıl düşürülecek, ikinci fazda hedeflenen yüksek teknoloji ve yüksek katma değer içeren ürünlerin üretimine ve ihracatına dayalı bir yapıya nasıl geçilecek? Nasıl ve hangi araçla? Soldan iktisatçılar pek çok kez vurguladılar, bir kez de biz söylemiş olalım: Sıkı para ve maliye politikası durgunluğun kalıcılaşması anlamına gelecektir. Bu ortamda nasıl sağlıklı ve sürdürülebilir büyüme olacak? Bilen varsa beri gelsin.  Sıkı para ve maliye politikası emekçiler için zulümden öte bir şey değildir. 

Bakan devam ediyor; dolaylı vergiler düşürülecekmiş. Keşke… Ancak açık veren bütçenin gelirlerinin önemli bir bölümü dolaylı vergilerden geliyor. Eğer dolaylı vergiler düşürülecek ise açığın büyümemesi için dolaysız vergiler, yani gelir ve servet üzerinden alına vergiler arttırılacak demektir. Dolaysız vergiye yönelim ise ilk elden “kimden alınacak” sorusunu gündeme getirecektir. 40 yıldır uygulanan sermaye yanlısı politikalar dolaysız vergilerin ekserisinin maaşlı ve ücretliler tarafından ödenmesine yol açtı. Sermayenin ödediği vergi devede kulak, mülk sahipleri ise neredeyse hiç vergi ödemiyorlar. Şimdi bu yeni yük kime yıkılacak? Saf olsak bakan sermaye üzerindeki vergi yükünün arttırılacağını ima ediyor derdik. Ancak unutmayın model büyük burjuvaziye takdim ediliyordu. Bu nedenle saf olmamak gerekiyor.  Bir diğer ilk faz hedefi ise enflasyonun düşürülmesi. Malum, son 3-4 yıldır yüzde 5 enflasyon hedefini tutturmaktan acizler. Bu yeni model, kur ve faiz artarken bu hedefi nasıl tutturacak; o da pek açık değil. 
Kısacası yeni modelin nesinin yeni olduğu pek açık değil. Ayrıca acil sorunlarla ilgili garip bir ketumluk sergiliyor. Dahası vurgulandı iktisat mantığı açısından modele hiç mi hiç benzemiyor. Yeni bir şey yok, son 40 yıldır uygulanan sermaye yanlısı programın bir tekrarı gibi. Peki şimdi soralım; kadeh mi yeni, şarap mı?

Serdal Bahçe / SOL