Allende! Burada! - ÖMÜR ŞAHİN KEYİF

Bugün, Şili’de sosyalist hükümetin CIA destekli darbeyle devrilmesinin 45. yıldönümü. Allende’nin öldürülmesi sonrası 17 yıl süren tarihin en karanlık dönemlerinden biri başlamıştı.

Güney Amerika ülkesi Şili’de seçimle başa gelen sosyalist hükümet, 45 yıl önce bugün CIA destekli bir darbeyle devrildi. 1970 seçimlerinde Unidad Popular (Halk Birliği) adlı koalisyonla seçimi kazanan Devlet Başkanı Salvador Allende, bombardıman altındaki başkanlık sarayı La Moneda’da 11 Eylül 1973’te hayatını kaybetti. Dönemin ABD Başkanı Richard Nixon ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissenger’ın çabalarıyla tezgâhlanan darbe sonrası Şili, 17 yıl, ABD destekli diktatörlüğe mahkûm edildi.

11 Eylül Salı, 1973, Santiago… Devlet Başkanı Salvador Allende ölmeden hemen önce, vericileri bombalanmakta olan Magallanes Radyosu’ndan halka şöyle sesleniyordu: “Yaşadıklarımızdan ders çıkartmanızı diliyorum: Yabancı sermaye, emperyalizm, gericilikle birlikte silahlı kuvvetlerimizin kendi geleneğini bozmasına varan koşulları hazırladılar.” Şili’de yabancı sermaye, emperyalizm ve gericiliğin ortaklığı, ABD’nin emperyalist dış politikasındaki sürekilik nedeniyle, bugün de önemli bir ders niteliğinde.

ABD ne istiyordu?
ABD’nin Sovyetler Birliği’ni bahane ederek körüklediği komünizm korkusunun temelinde, arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika’daki doğal kaynakların ve iş gücünün kendi sermayesinin hizmetinde olduğundan emin olma arzusu yatıyordu. Şili ekonomisini büyük Amerikan şirketleri kontrol ediyordu ve bunun sürekliliği için ABD, CIA üzerinden, 1960’lardan beri sağcı iktidarları destekliyordu.

Şili’de aktif ABD şirketleri, telekominikasyon ve enerji alanındaki IT&T, madencilik alanındaki Anaconda ve Kennecott’tu. IT&T’nin daha sonra, Allende’ye karşı CIA’le işbirliği ortaya çıkacaktı.

1970 seçimlerinde Unidad Popular koalisyonu altında Salvador Allende, Devlet Başkanı seçildi. Şili’de tüm bu şirketleri karşılıksız kamulaştırma ve tarım alanlarının yeniden dağılımına dair sözler veren bu solcu iktidar, ABD sermayesinin kârını tehlikeye atacaktı. ABD’nin amacı Şili’yi kendi sermayesine açmaktı. Şili Drdusu da buna hizmet edecekti.

“Ekonomiyi bağırtın” talimatı
Allende’nin seçilmesi sonrası, Ulusal Güvenlik Danışmanı Kissinger’ın ABD Başkanı Nixon’a yazdığı bir not, bu amacı net şekilde ortaya koyuyordu. Kissenger’a göre tehlikede olan sadece milyarlarca dolarlık ABD yatırımı değildi. “Eğer Şili’deki kaynakların yeniden dağılımı konusunda başarılı olursa, diğer ülkeler de aynı şeyi yapar” diyordu. ‘Tehlike’ büyüktü. Ertesi gün Nixon, Ulusal Güvenlik Konseyi’ne politikalarının Allende’yi devirmek olduğunu söyleyecekti. Nixon, CIA’e “ekonomiyi bağırtın” talimatını verdi.

Nixon’un talimatı üzerine, CIA Şilili iş çevrelerini ekonomik yıkım programı sürdürmelerini sağladı. Sağcı muhalefet ve sermaye iş birliği içinde çalıştı, hükümet karşıtı grevler örgütlendi, CIA’in fonladığı muhalefet partileri sokaklarda eylemler yaptı.

Sağcı eylemler
Walden Bello, 1972’de Santiago’da bu eylemleri izleyenlerden biriydi. The Nation’daki makalesinde gösterileri şöyle anlattı: “Büyük çoğunlukla beyaz, sağcı olan kalabalıkların yüzerine baktım, İtalya ve Almanya sokaklarını ele geçiren faşist ve Nazi eylemlerindeki aynı öfkeli yüzleri hayal ettim. Röportaj yaptığım sağcıların çoğu Hıristiyan Demokratlardı, hemen hemen hepsi sola düşmanlık konusunda sabit fikirliydi.”

**

Diktatör Pinochet’ye ABD’den para aktı
11 Eylül 1973’te General Pinochet liderliğindeki ordu, yönetimi ele geçirdi. Darbeden sonra Kissenger, Nixon’la ilk telefon konuşmasında, darbe için “mümkün olduğu kadar iyi şekilde koşulların yaratıldığını” söyleyecekti.
Darbenin ardından Pinochet’e ABD’nin “yakın işbirliği isteğine” dair bir not iletildi. Pinochet hiç vakit kaybetmeden, ABD’nin istediği adımları attı ve ülkeyi ABD sermayesine, Chicago Boys’un (Chicago Üniversitesi’nde eğitim gören, serbest pazarı savunan bir grup Şilili ekonomist) emrine açtı.

James Petras, 2006 tarihli makalesinde olanları şöyle anlattı: “Washington gücünü yeniden kurdu, büyük mülk sahiplerini ve dış politikadaki hâkimiyetini olumsuz etkileyen kanun ve politikaları tersine döndürdü. (Latin Amerika’daki) Tüm yeni diktatörlükler, milliyetçileri, sosyalistleri, demokratları ve popüler muhalefeti bastırmak karşılığında, ABD hükümetinden büyük fon aldılar. Dünya Bankası ve IMF kredilerinden de kolayca yararlanan bu ülkelerde büyük borç döngüleri böylece başlatılmış oldu. Her bir rejim; Küba ve Bağlantısızlar Hareketi’yle ilişkisini kesti, tüm uluslararası forumlarda ABD’yle hizalandı. Askeri rejimler, ekonomiyi özelleştirme, işçiler lehine yasaları feshetme, toprak paylaşımı programlarını tersine çevirme, yerel pazar için üretime karşılık serbest pazar ithalata dayalı büyüme yoluna girdi…”

**

Allende’nin kuzeni anlatıyor…
Salvador Allende, iktidara geldiği gibi, yönetimi emekçi kitlelerden yana programlara yönlendirmiş; ABD’nin sahip olduğu bakır madenleri kamulaştırma, tarım reformu, çocuklara süt dağıtma programı, asgari ücretin yükseltilmesi gibi adımlar atmıştı.

Faşist darbe, tüm bu politikaları tersine çevirdi. Darbenin hemen ardından solculara yönelik operasyonlar başlatıldı, ölüm karavanları, Allende yanlısı mahalleleri dolaşarak sosyalistleri infaz etti. Binlerce kişi toplama kamplarına gönderildi, işkence tezgâhlarından geçti, kaybedildi. Ülke sessizliğe gömülmüştü…

Büyük Şair Pablo Neruda, darbeden yalnızca 12 gün sonra hayatını kaybetti. 25 Eylül’de kaldırılan cenazesinde en çok hissedilenlerden biri bu büyük sessizlikti. Salvador Allende’nin kuzeni Yazar Isabel Allende de oradaydı. 

Yıllar sonra katıldığı bir söyleşide o günü anlatacaktı:
“Cenazeye çok az kişi katılabildi. Onun partisinden kişiler (Komünist Parti), solcular, arkadaşları ya tutaklanmıştı ya da bir yerde saklanıyorlardı. İsveç Büyükelçisi oradaydı… Uzun siyah bir pardösünün içinde çok uzun bir adam… Ellerinde otomatik silahlarıyla askerler, mezarlığa kadar giden yol boyunca dizilmişlerdi… Büyükelçi’nin pardösüsüne tutunup arkasında durdum, kimse onu vurmaz diye düşündüm…

Başlangıçta cenaze korteji sessizdi. Sonra bir noktada, çevredeki bir inşaattan işçilerin haykırışı duyuldu: Yoldaş Pablo Neruda! Herkes karşılık verdi; Burada!
Sonra başka biri bağırdı; Yoldaş Salvador Allende! Burada!”

ÖMÜR ŞAHİN KEYİF / BİRGÜN


Sultan Hamit Havalimanı - ORHAN GÖKDEMİR

1912 yılında askeri havalimanı olarak kuruldu. 1944 yılında uluslararası havalimanına dönüştürülmesine karar verildi. Beş yıl sonra yapımına başlandı,1953’te tamamlandı, aynı yıl hizmete açıldı. İhtiyaca göre zaman zaman genişletildi ve bugünkü halini aldı. Biz Yeşilköy Havalimanı olarak biliyorduk. 1985’te darbeci-faşist Kenan Paşa ve avenesi adını “Atatürk” olarak değiştirmeye karar verdi, değiştirdiler. Uzun süre yeni ada alışamadığımızı hatırlıyorum. Adından dolayı değil, o adı veren Kenan Evren’den dolayı. Sonra Yeşilköy unutuldu, Atatürk yerleşti. 

Fakat sağa sola “Atatürk” adını koyan çetenin onu tamamen kapatmaya hazırlandığını, Cumhuriyetin yıkılması için zemin oluşturduğunu bilmiyorduk. Şimdi biliyoruz; Cumhuriyetin yıkıldığı tarih, Yeşilköy’ün “Atatürk” olduğu tarihtir. 

Hakkını teslim etmeli, sarkık bıyıklı padişah sevdası veya gündüz gözüyle Osmanlı düşü görme saplantısı AKP ile başlamış değil. O tuhaf âdemlerin fotoğrafları 12 Eylül’den bu yana okullarda arzı endam ediyor. Tarihi, “Anadoluculuk”un yerine “Orta Asyalı kökler” tezinin geçirilmesi ile başladı. Demek ki 1950’li yıllardan bu yana biraz padişahçıyız. Hatırlıyorum, 12 Eylül’ün sıcağında, öğrenciliğimiz zamanında yeni icat ettikleri YÖK marifetiyle bizim üniversiteyi başka bazı üniversitelerle birleştirip Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi yapmaya kalkıştılar. Henüz cumhuriyet ayaktaydı, yapamadılar. Şimdiki Marmara Üniversitesidir. 

Geldik bugüne. “Atatürk” Havalimanı iki ay sonra kapatılıyor. Yerini Kuzey Ormanları çöle çevrilerek ve deniz doldurularak yapılan yeni havalimanı alacak. Proje büyük: Leyleklerin yuvasını yıktılar, göletleri doldurdular, içindeki mandaları sürdüler, kıyısındaki ağaçları kesip bir kenara yığdılar. Ve asıl önemlisi inşası için onlarca işçiyi göz göre göre öldürdüler. Güzelim Karadeniz kıyısı şimdi bir Arap çölü kıvamında. Yani her şeyiyle tam bir AKP icadıyla karşı karşıyayız. Zaten AKP’den başka suçu üstlenen de yok. Yeşilköy’e emeği geçen mimarların adları belleğimizde. Mesela Hayati Tabanlıoğlu, hem Yeşilköy’ün hem de şimdi yıkık Atatürk Kültür Merkezi’nin mimarlarındandır. Ama üçüncüsünü yapan mimar kim, bilmiyoruz. Belki bir saray projesidir, Yiğit Bulut çizmiştir, kim ne diyebilir?

                                                                 ***

Bu vesileyle Yeşilköy’ün ikinci ismi olan Atatürk de silinmiş olacak. Yandaş muhbirlerden gelen bilgilere göre yenisinin isminin “Abdülhamit Han Havalimanı” olması düşünülüyor. Kısa Türkiye tarihidir bu. Atatürk’ü sildin mi, altından Abdülhamit çıkar. 
Büyük bir Atatürk silme faaliyetinin sonuncusudur. Sırf bu sebeple onlarca stat yıkılmış, kültür merkezleri, spor salonları nahak yere heba edilmiştir. Çünkü AKP kurmayları ülkeye beton döke döke Osmanlıya ulaşacaklarına kesin inanç beslemektedir. İstanbul’da aldığı şekli biliyorsunuz. Sultan Osman’dan geçip, Sultan Selim’e varıyorsun. İkisinden de sağ salim geçmeye yetecek Doların varsa Sultan Hamit’in kapısındasın. Sultan Uber’e ödemeyi yaptın mı, yallah havaya!

“Atatürk” ne oldu diye soracak olursan, hatırlatayım; Cumhuriyet yıkıldığından aradığınız kişiye ulaşılamamaktadır.
                                                                  ***

İyi de, kim bu Selim? Şah İsmail korkusundan kendi halkına katliam yapmış bir gözü kara. Osman kim? Nevzuhur torunlarının Müslüman sandığı pagan bir aşiret reisi. Osman değil adı, Otman. Onun için Batılılar “Ottoman” diyor. Kim Hamit? Doğan Avcıoğlu’nun deyişiyle, kompradorların eline esir düşmüş zavallı bir ülkenin baş kompradoru. 
Bu kompradorlar iktidarının başında Saray ve Hamit bulunmaktadır. Muhafazakâr sanılmasına karşın tam bir Tanzimat şahsiyetidir. Gecelerini Tarabya’daki malikânesinde Belçikalı tuhafiyeci kız Flora Cordier ile geçirmekte, gündüzleri büyük bir şirketin genel müdürü olan İngiliz komşusu Mr. Thomson’a yarenlik etmektedir. Borsa oyunlarına meraklıdır. En yakın ahbapları Rum Bankacı Zarifi ve Ermeni borsa simsarı Assani’dir. Dostu olduğu Zarifi daha sonra Yunan işgal güçlerinin finansmanını üstlenecektir. Hırslıdır, uyanıktır. Tahta geçince padişahlık mallarının dışında muazzam bir kişisel servet edinmiştir. Tahtan indirilince İttihatcılar devlet ihtiyaçlarında kullanmak üzere servetini ele geçirmeye çalışmışlar, Yıldız Sarayı’nın mahzeninde saklı on bir torba altın bulabilmişlerdir sadece. Bu onun için devede kulaktır. Saraydan ayrılırken unuttuğu bir defter sayesinde servetinin büyük kısmını yabancı bankalarda tuttuğunu öğrenmişlerdir. Çakma halife, sıkıştığında dini kullanmaya kalkışan tartışmalı bir Pan-islamisttir. Bizim hürriyet mücadelesi tarihimiz onun kompradorlar düzeni ile mücadele tarihidir. 

                                                                 ***

Mücadele anayasal düzen kavgasıyla başlar. Ona zorla kabul ettirdiğimiz ilk anayasımızda, Kanun-u Esasi, Namık Kemal’in ve Mithat Paşanın emeği, teri, gözyaşı vardır. Mithat, Sultan Abdülaziz’i tahttan indirme planları kurulurken kendini oyunun ortasında bulmuş, vurmuş, vuruşmuştur. Namık Kemal sürgündedir, Yeni Osmanlılar paramparçadır. O şartlarda bile Abdülaziz’i bir darbeyle indirmeyi başardılar, Murat’ı oturttular. Namık Kemal o sayede Kıbrıs’taki sürgünlükten kurtuldu. 

Fakat V. Murat delinin tekiydi. İndirdiler, “meşrutiyetçi” Hamit’e yol böyle açıldı. 1876’da Kanun-i Esasi’nin kabulüyle Meşrutiyet ilan edildi. Fakat bir yıl dolmadan anayasa Hamit’in marifetiyle rafa kaldırıldı. Anayasa kahramanlarımıza yeniden sürgün yolu görünmüştü. 

Anayasa ve meclis böylece doğmadan boğulmuş oluyordu. O meclis zaten halk iradesinden doğmamıştı, yasama gücü yoktu. İşlevsiz ve gereksiz bir hale getirilmişti. Hamit bir fiskeyle onu kaldırıp attı, bütün gücü kendi eline aldı. Meclisin yerine bir dizi özel danışma komiteleri oluşturdu. Bu danışma komiteleri siyasal, dinsel, askeri sorunlarda ona danışmanlık yapıyorlardı. Sonra geniş bir bürokrasi ağı kurdu. Artık yönetmek için gereken tek şey güçlü bir sopaydı. Alaşağı edilene kadar o sapaya dayanarak ayakta kalmayı başardı. 1908’deki düşüşü de sopanın elinden çekilip alınması ile mümkün oldu. O gün ilan edilen anaya da Namık Kemal’in ve Mithat paşanın anayasasıdır.

Tartışmanın esası budur. Onlar Hamit’in yanındadır, biz Mithat Paşanın. Onların vatanı saraydır, bizimki Namık Kemal. Onlar tek adama tapar, biz Cumhuriyete…

                                                                  ***

Adları almak kolay taşımak zordur. Yazdım sanırsın, bir de bakmışsın halk gelip silmiş. Hem sen zorla yapmışsan, başkası gelip neden zorla yıkmasın, yol hep açıktır. Yıkmayacaksak eğer, değiştiririz. “Atatürk” şart değil, adını Mithat Paşa veya Namık Kemal Koyarız. İlki ilk anayasamızın mimarı, ikincisi vatan şairidir; Doğru yere uçurur…
Hem zaten mesele bu değildir, mesele esir düşmüş, betona boğulmuş toprakları yeniden vatan yapmaktır… 

Orhan Gökdemir / SOL

Dolara meydan okumak meşru mudur? - HAYRİ KOZANOĞLU

Doların egemenliğini sorgulamak da, farklı arayışlara girmek de meşru adımlardır. Ne var ki, TL yüzde 40 değer yitirmişken bu cengâverlikler dünya kamuoyunda ancak tebessümle karşılanır.


İzlemişsinizdir, geçen hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan Kırgızistan ziyareti sırasında, “Aramızda yerli ve milli parayı kullanmak suretiyle dolar egemenliğine yavaş yavaş son vermek gerekiyor” dedi. İstatistikler, Türkiye-Kırgızistan arasında yıllık ticaret hacminin 487 milyon dolar olduğunu gösteriyor. Halı, ziynet eşyası vb. satarken pamuk, kuru baklagiller filan alıyoruz.

2017 rakamları küresel mal ticaretinin 17.2 trilyon dolara yükseldiğine işaret ediyor. Bunun anlamı, dünyada yapılan her 35 bin 296 dolarlık ticaretin sadece 1 dolarının Türk-Kırgız hattında gerçekleşmesi… Önüne 500 milyar dolar ihracat hedefi koyup, 2017’de ancak 157 milyar doları yakalamış bir ülkeden söz ediyoruz. Üstelik Türkiye GSMH’sinin yüzde 6,1’i kadar cari açık veriyor, bu performansla The Economist dergisinin radarı altında tuttuğu 42 ekonominin en sorunlusu... Kırgızistan’dan yükselen heyheylenmeler bu bağlamda ister istemez Cervantes’in ölümsüz kahramanını hatırlatıyor.

Dolara karşı yeni yönelimler
Bu tablodan yola çıkarak yapılacak vahim bir hata, doların egemenliğini mutlak kabul etmek olur. Zaten geçen yıl birincilik basamağından 2100 milyar dolarlık ihracata imza atan Çin, Şanghay Enerji Borsası’nda yuan (renminbi) üzerinden bir sözleşmeyi dolaşıma sokarak petrodolar tekeline meydan okuyor.
Bilindiği gibi, 1971’de Bretton Woods sisteminin çökmesi, doların altına bağlılığının iptaliyle birlikte dünya rezerv sisteminin geleceği tartışılmaya başlanmıştı. OPEC hareketinin yükselmesine paralel Washington’ın Suudi Arabistan’la tüm petrol satışlarının dolarla fiyatlanması, petrodolarların da uluslararası finansal sistemde dolaşıma sokulması, özellikle ABD hazine bonolarına yönelmesi konusunda mutabakata varmışlardı. Böylece dolar tahtını korumuştu.

O gün bugün dünyanın bir numaralı emtiası petrol dolar üzerinden fiyatlanır. Saddam Hüseyin’in, Muammer Kaddafi`nin akıbetlerinde petrolü avro veya başka para cinslerinden fiyatlama teşebbüslerinin rol oynadığı kabul edilir.
Bugün doların konumunu sırf Çin değil, Transatlantik ittifakının üyeleri, örneğin 2017’de 1571 milyar dolar ihracat yapan, şu anda 324 milyar dolarla dünyanın en yüksek cari fazla veren ekonomisi sıfatını taşıyan Almanya da sorguluyor. Çünkü dünya düzeninin lider ülkesi sıfatını taşıyan ABD’nin, Trump’ın “önce Amerika” stratejisiyle sorumluluklarının gereğini yapmayı ihmal ettiğini düşünüyor.

Öteden beri ABD’nin küresel hegemonyasının iki sacayağı bulunduğu varsayılır: Birincisi, doların dünyanın önde gelen parası olmaya devam etmesi; ikincisi ise, dünyanın bir numaralı askeri gücü statüsünün sürdürülmesidir.
Trump’ın İran’la yapılan nükleer anlaşmayı bozması, Rusya’ya ağır ekonomik yaptırımları yürürlüğe sokması da muhatap ülkelere doları teğet geçmekten başka seçenek bırakmadı. Nitekim Çin gerek doğal gaz, gerekse de petrol alımları için ödemeleri renminbi ile yapmayı Rusya’ya kabul ettirdi. Benzer biçimde İran’la Hindistan arasında petrol satışlarının emtia karşılığı ödenmesi pratiği sürüyor.

Böyle bir küresel konjonktürde dolardan kaçışın tetiklenmesi, yeşil banknotların hızla değer yitirmesi beklenebilir. Rusya, Çin, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu diğer bazı ülkeler ayrıca artık rezervlerinde daha fazla altın bulundurup, ABD hazine kâğıtlarını boşaltma stratejisine yöneldiler. Son yıllarda Rusya ve Çin’in dünya piyasalarındaki altının yüzde 10’undan fazlasını sırf bu amaçla istifledikleri bildiriliyor.

Dolar henüz tahtını koruyor
Gelgelelim, Amerikan Merkez Bankası FED’in faiz artırma sürecine girmesi, vergi indirimlerinin finans kapitalin iştahını kabartması nedeniyle doların değeri yükseliyor, şimdilik de olsa yeşil banknotlara teveccüh devam ediyor. Sermaye piyasalarının derinliği de ABD’ye büyük bir avantaj sağlıyor. Dolar rezerv para kimliğini korudukça, ABD bütçe ve cari işlemler açıklarını kolaylıkla finanse edebiliyor.

Cebimizde taşıdığımız her dolar banknot ise, ABD’ye sıfır faizle borç vermek anlamını taşıyor. Silah, uyuşturucu, seks trafiğinde, kurumlaşan dolarla peşin ödeme pratiği de Amerika’nın ekmeğine yağ sürüyor.

2 yıldır Çin renminbisi; dolar, avro, yen ve pound, sterlinin yanı sıra IMF nezdinde resmi rezerv statüsü kazandı. Nitekim 2017’nin birinci çeyreğinden 2018’in aynı dönemine kadar uluslararası rezervlerde renminbinin ağırlığı yüzde 50 arttı. Ancak aşağıdaki tablodan görülebileceği gibi, yüzdesel çok sınırlı bir gerilemeye karşın, mutlak anlamda dolar rezervlerinin arttığı, tahtının pek de sallanmadığı gözlemleniyor.

Tebessümün nedeni
Özetle, ABD dolarının dünyanın rezerv parası konumunu ilelebet koruyacağını söyleyemeyiz. Hem epey zamandır Amerika’nın irtifa kaybeden bir ülke olması, hem de Trump döneminde yer yer “rıza” mekanizmalarına başvurmak yerine iyice saldırgan emperyalist politikalara yönelmesi bu kanıyı güçlendiriyor. Şimdilik “küresel finansal mimarinin” dolara dayalı tasarımı nedeniyle, net bir gerilemeye tanık olunmuyor. Buna karşın doların egemenliğini sorgulamak da, farklı arayışlara girmek de günümüz dünyasında meşru adımlardır. Ne var ki, TL’nin yüzde 40 değer yitirdiği, kendi yurttaşlarının bile “yerli ve milli” paradan sarf-ı nazar ettiği bir konjonktürde bu cengâverlikler dünya kamuoyunda ciddiye alınmaz, ancak tebessümle karşılanır.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Mustafa İnan Viyadüğü... - AHMET TAKAN

Cumhuriyetin ilk yılları...

Adana'da, posta memuru fakir Ali Rıza  beyin oğlu  Mustafa,  sessiz sakin bir çocuktur. Kendinden önce 7 kardeşi vefat ettiği için babası üstüne titrer. Kötü kader!.. Damdan düştüğü için babası Mustafa'dan pek ümitli olmadığı halde gittiği yere kadar diyerek okula yazdırır. Daha ilkokul 2'nci sınıftayken kara tahta başında çözdüğü en zor matematik problemleri yüzünden öğretmeni şaşkınlıktan sınıfta bayılır...

Okula defter kitap taşımadan giden o fakir, Cumhuriyet çocuğu Mustafa İnan mühendis mektebini kazanır. Mustafa İnan yurt dışında doktora eğitimi yapan ilk Türk bilim insanı olur. İsviçre'ye ilk gittiğinde orada bulunan bilim insanlarının ona ilk sorusu "siz matematik ve fizik biliyor musunuz" olur. Bu soruya çok üzülür, bir süre sonra İsviçre'de bir köprü yıkılır bilim adamları neden yıkıldığını araştırırlar bir türlü bulamazlar. Ertesi gün, bilim kürsüsündeki "siz matematik ve fizik bilir misiniz" diyenlere bir kâğıt bırakır. Bilim insanları, kâğıtta yazılanları dikkatlice hesaplayınca köprünün neden yıkıldığını anlarlar ve utanırlar. İki yıl sonra Mustafa İnan memleketine dönmek istediğini söyleyince bırakmak istemezler. Mustafa İnan onlara döner ve "siz matematik ve fizik bildiğinden emin olmadığınız birisine nasıl bu teklifi getirirsiniz" diyerek hepsini morartır. Ülkesine döner.  Mustafalar yetiştirmek için... Çok  karlı bir İstanbul gününde eşinin "gitme" ısrarlarına rağmen üniversitesine gider. Akşamın geç saatlerinde eve döndüğünde bitkindir. Kendisini üzüntü ile karşılayan Jale hanıma "derse 3 genç gelmişti" der sevinerek.. Ateşlenir... Günler geçer ateşi dinmez. Kan kanseri olduğunu öğrenir. Parası olmadığı için yurt dışına tedaviye gidemez. Üniversite yönetimi durumdan haberdar olunca toplanır karar alır. Çağırırlar Mustafa İnan'ı, "seni üniversitenin parasıyla tedaviye göndereceğiz" derler. Mustafa İnan, teklifi anında reddeder. "O para Mustafaların" diye cevap verir. Aile zar zor para temin eder. Mustafa İnan tedavi için Almanya'ya gönderilir. Geç kalınmıştır. Mustafa İnan hastanede vefat eder. Aile yine etraftan güçlükle temin ettiği para ile cenazeyi Türkiye'ye getirir.

Ben de bilmiyordum bu muhteşem Cumhuriyet çocuğunun öyküsünü!..

Bundan sonra, Ankara-İstanbul, İstanbul-Ankara arasında seyahat ederken Kocaeli yakınında, Gültepe, Kocatepe tünellerinin arasındaki viyadükün üstündeki Prof. Dr. Mustafa İnan Viyadüğü tabelasının önünden saygı ve minnetle anarak geçelim. Bir Fatiha'yı esirgemeyin. Tünellere girerken de mutlaka ikaz levhalarına uyun karanlığa karşı "farlarınızı yakın"... Nur içinde yatsın. Hoca ders vermeye devam ediyor!..
                                                                          ***

Yazar Sunay Akın'ın "Bir Cumhuriyet Hikayesi" isimli gösterisinin sahnelendiği, Zülfü Livaneli Korosunun da konser verdiği CHP'nin 95'inci kuruluş yıl dönümü etkinliklerine davetliydik önce gün. Tek kelime ile muhteşemdi!.. Sunay Akın'dan -yukarıdaki satırlarda da yer alan- tarihteki pek çok Türk bilim ve sanat insanının başarı hikayelerini dinledik. Bazı yerlerde gözyaşlarımızı tutamadık...
Sunay Akın, gösterisinin bir yerinde "ötekileştirme, düşmanlık" söylemlerine dikkat çekerken ağzından şu cümleler döküldü;
"Sabah kahvaltılarında yumurtalar haşlanır, önümüze koyarlar ya!.. Tokuşturur kırarız. Böyle bir oyun oynarız. Haşlanmış yumurtaları tokuşturma oyunu... Birileri ne yazık ki bizi biz yapan değerleri yumurtalar gibi önümüze koyuyor. 'Tokuşturun kırın.' Değerlerinizi, birileri önünüze koyuyorsa sakın kırmayın. Üstüne kuluçkaya oturun. Çünkü bizim."

Sunay Akın, bilimden ve sanattan kopan toplumun başına neler geleceğini de anlatırken, kollarını yana açtı, "biri bilim diğeri sanat" dedi. Kollarını kuş kanadı gibi aşağı yukarı çırptı. Bilim ve sanat ile birlikte toplumun nasıl özgürce yükseklere uçacağını gösterdi. Ya olmazsa?.. Kollarını kapattı. Tavuk taklidi yaptı. "Önünüze birilerinin yem atmasını beklersiniz. Yemi yedikten sonrada birileri gelir arkanızdan yumurtalarınızı alır" deyince salon derin bir hüzne gömüldü.

"Bir Cumhuriyet Hikayesi"nde belgeleriyle ortaya dökülen gerçeklerden biri de şöyleydi;
İsmet İnönü THK'nın toplantısından döner ve sıkıntılı bir şekilde ATATÜRK'ün yanına gider. Mustafa Kemal ATATÜRK, İnönü'ye sıkıntısının sebebini sorar. İnönü, toplantıda THK'nın hesaplarında 40 para eksik tespit ettiklerini ve nedenini bulamadıklarını, soruşturacaklarını söyler. ATATÜRK, İnönü'ye döner ve  "Soruşturun... Soruşturun.. O 40 para, bir gün 40 kuruş sonra 40 lira sonra 400 lira olur. Türkiye'nin geleceğinden çalmayın..." der.

Sunay Akın'dan daha neler dinledik?.. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında 300'den fazla yerli uçak ürettiğimizi. Bunlardan birinin Danimarka'da insan kurtarma faaliyetlerinde kullanıldığı için "Türk" ismi ile müzede sergilendiğini...

O güzel akşamdan son not; "Bir toplumda hisse senetlerinden daha önemli olan şey o toplumun hissi senetleridir..."

Protokolde oturmak yerine vatandaşların arasında "Bir Cumhuriyet Hikayesi"ni izleyen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun gösterinin daha fazla ve farklı yerlerde izlenmesi için talimat verdiğini öğrendim. Eğer CHP'nin rüyası gerçekleşir de mahalli seçimlerde İstanbul'u kazanırlarsa, "Bir Cumhuriyet Hikayesi" ATATÜRK'ün Samsun'a çıkışının 100'üncü yıldönümünde, 19 Mayıs 2019'da İstanbul'da milyonlara izletilecek.

Küçük bir öneri;

"Prof. Dr. Mustafa İnan'ın anısına" olsun...


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Batı’da da Doğu’da da kitap tutkunları çoktur - MUSTAFA K. ERDEMOL

Bir macera adamı olan Kristof Kolomb’un da iyi bir kitap okuru olduğu belli. Az okumuştur ama öz okumuştur gerçekten de. Okuduğu kitapların beş tanesinden haberdarız.


Alberto Manguel, Okumanın Tarihi’nde ün kazanmış kimi okurlardan söz eder: “On dokuzuncu yüzyılda yaşamış Eloise Bertrand adlı, güncesi Franko-Prusya savaşından zarar görmeden çıkmış olan ve Nerval okumaları konusunda notlar tutmuş Fransız bir öğrenci kız; Londra’da Court Tiyatrosu’nda The Vicar of Wakefield (Wakefield Papazı) adlı oyun sırasında suflörlük yapan Douglas Hyde; Proust’un kâhya kadını olan ve efendisinin uzun romanının büyük bir bölümünü okumuş olan Celeste.”

Bu adların kitaba, okumaya düşkünlükleri edebiyat tarihine geçmiş demek ki. Manguel’in bu listesine eklenecek başka adlar da var elbette. Örneğin Andre Maurois, kendisine, Montaigne’in dostu olan Grenoble’lı bir odun satıcısından söz edildiğini belirtir, “Bu adam, cebine üstadının bir kitabını yerleştirmeden katiyen seyahate çıkmazmış” der. Francis Bacon’ı da ünlü okurlardan saymak gerekmez mi? Bacon da Montaigne’i severek okurdu. Nurullah Ataç, “Denemeleri onunkine benzesin diye, hiç olmazsa onunkilerden heves edip yazmış” diyor Bacon için. Montaigne’in ünlü okurlarından biri de filozof Pascal’dır. Hayranı olduğu bu büyük yazarın eserleri elinden düşmezdi Pascal’ın.

Merhaba Montaigne
Otuz sekiz yaşındayken şatosuna çekilip doyasıya okuyup yazmak için işinden ayrılan Montaigne, Denemeler’ini okuduğu kitaplardan aldığı notlardan derledi. Bu kitap bir başyapıttır kuşkusuz. Ondan iki yüz yıl sonra yaşamış olan hayranlarından Madame Lafayette “Herkesin komşu olmak isteyeceği muhteşem biri” diye tanımlıyor Montaigne’i. Ünde, soylulukta gözü olmadığı da biliniyor. Yaşadığı dönemde her büyük ailenin arması olurdu. Genellikle de kahramanlık nişanlarıyla doldurulurdu bu armalar. Montaigne, kendi aile armasının altına sadece, “Ne Biliyorum?” diye yazar. Ne alçakgönüllülüktür bu.

18. yüzyılın en önde gelen Fransız eleştirmenlerinden C.A. Sainte-Beuve de Montaigne için şunları söyler: “Ciddi olarak neden bahsederse etsin muhakkak sonunu güzel bir şekilde bağlar. Kullandığı usul hakkında bir hüküm vermek için kitabından bir sayfa açmak, herhangi bir mevzu üzerinde konuşurken onu dinlemek kafidir; neşelendirmediği, geliştirmediği hiçbir mevzu yoktur.”

Montaigne’e ilişkin olarak yapılan değerlendirmelerde, okurları üzerindeki etkisinin büyüklüğüne özellikle vurgu yapılıyor. Etienne Pasquier, onu okuduktan bir süre sonra “ruhumuzun” onunla dolduğunu hissetmemenin olanaksız olduğunu düşünmekte haksız sayılmaz pek.

İyi de Montaigne’in kendisi nasıl bir okurdu acaba? Tat almaktan hoşlanan, araştırıcı bir okur olarak biliniyor. Dediği şu: “Kitaplardan yalnız insanca bir eğlenceyle tat almaya çalışırım.”

Montaigne’in, Sainte-Beuve’un “tarikat” olarak nitelendirdiği ciddi bir tutkunlar kitlesi var. O kadar çok sevilmiş ki, Beuve bunlardan birinin, Montaigne’e ilgili hemen her ayrıntıyı bulup çıkarmayı, ona ilişkin en küçük belgeyi bulmayı yaşamının adeta amacı yapmış olan Doktor Payen olduğunu belirtir. Montaigne’in manevi kızı olduğu söylenen Gournay de yaşamını Montaigne adamıştır, diyor Beuve.

Yazdıklarıyla, düşünceleriyle adı etrafında bir efsane oluşan Montaigne’in çok tembel olarak bilinmesi şaşırtıcı geliyor insana.

Kolomb da iyi okurdu


Bir macera adamı olan Kristof Kolomb’un da iyi bir kitap okuru olduğu belli. Az okumuştur ama öz okumuştur gerçekten de. Okuduğu kitapların beş tanesinden haberdarız. Papa II. Pius’un “Historia rerum ubique gestarum”unun 1477 Venedik baskısı, d’Ailly’nin “İmago Mundi”sinin 1483 baskısı, Marco Polo’nun “Devisement du Monde”unun 1485 baskısı, Yaşlı Plinus’un “Doğal Tarihi”nin 1489 baskısı, bir de Plutharkos’un tam metni 1470’de Latince’ye çevrilmiş olan Hayatlar adlı kitabı. Okuduğu kitaplar arasında en beklenmedik olanın bu son kitap olduğu söylenir.

Amerika’nın 1920’li yıllardaki en ünlü bankeri J.Pierpont Morgan da sıkı kitap okurlarındandı. Kütüphanesinde Kıpti dilinde yazılmış eserlerden, Kolomb’un Amerika’yı keşfinden önce rahiplerce yazılmış eserlere kadar çok sayıda değerli kitap bulunurdu. Shakespeare’in bazı kitaplarının ilk baskılarının yanı sıra Gutenberg’in matbaasında basılmış bir de Kitabı-ı Mukaddes vardı ki, paha biçilmez.

Samuel Taylor Coleridge on kardeşin en küçüğüydü. Dolayısıyla ağabeylerinin fazla ezdiği bir çocuktu. Ağabeylerinin baskısından kitaplara sığınarak kurtuldu denir. Thomas De Quincey’in kitaba da okumaya da düşkünlüğü dillere destandır. Kendisine kalan mirasın büyük bir bölümünü beş bine yakın kitaptan oluşan kütüphanesine harcadığı bilinir.

Doğu’dan da var elbette
Manguel’in Okumanın Tarihi çok zevkli bir kitaptır. Keyifle okumuştum ama elimden düşürmediğim kitabında Doğu’dan çok az örneğe yer vermesine alınmıştım doğrusu. Örneğin, Doğu’dan da ünlü okur sıfatını hak eden kimse yok mu? Olmaz mı? Elbette var. Ben de bildiklerimi anımsatayım.

Müslüman dilbilimci Ebu İshak el-Harbi (ölümü 285/898) hatırı sayılır bir kitap meraklısıydı. Çalışmaları sırasında çok fazla kağıt, mürekkep kullandığını da söylerler. Evinde, sadece filoloji ile hadislerle dolu tam 12 bin not defteri vardı ki bu azımsanacak bir rakam değildir. “Bu kadar kitabı neyle topladın?” diyenlere yanıtı şudur: “Kanımla, canımla”.

Ortaçağ İslam dünyasının en önemli kitap tutkunlarından biri de kuşkusuz Ebu Ali bin Sivar el-Katib’dir. (Bir başka kaynağa göre bu kişi Ebu’l-Kasım el-Büsti de olabilirmiş, belirteyim). El-Katib’in uluslararası üne sahip kitaplığı, İslam’da vakıf olarak kurulan ilk kitaplık özelliğini de taşıyordu. Ne yazık ki 1090 yılında Bedeviler tarafından yok edildi. Cahiz’in bir kitap kurdu olduğunu söylemeye gerek yok, biliniyor. Kitapları yazarak çoğaltan Varraklar’ın dükkânlarını kiralar, geceleri orada bulunan kitapları okurdu Cahiz.

Salah Birsel, bizde de adı edebiyat tarihine geçmiş kitap tutkunlarının olduğunu yazar, Halley Kimi Kurtarır’da. Birsel, Refi Cevat Ulunay’ın sözünü ettiği Mazhar adlı kişinin tam bir kitap delisi olduğunu söylüyor. Neyi var neyi yok kitaba yatırırmış Mazhar Bey. Birsel, Ulunay’ın şöyle yazdığını aktarıyor: “Zavallı Mazhar Bey, üstte yok, başta yok. Ama yine kitaba para bulur. Dahası, Sahaflar’da son meteliğine kadar kitaba verdikten sonra, cebinde yol parası da kalmadığı için, kitapları yüklenerek Bakırköyü’ne kadar yaya gittiği de olurdu.”

Salah Birsel, kendi tanıdığı bir başka kitap delisi Saim Nihat Bilga’dan da söz eder: “...yemez içmez parasını kitaba yatırırdı. Kimi zaman sahaflığa kalkışıp evlerden çuvallarla kitap satın aldığı da olurdu. Bunların içinden işine yarayacakları ayırır, gerisini şuna buna dağıtırdı. Böylece oldukça zengin bir tiyatro kitapları koleksiyonu elde etmişti.”

Çok daha uzatılabilir bu örnekler. Kitaba okumaya düşkünlük yerküremizde sadece belli bölgelere özgü değil elbette. Bunun Batı’sı Doğu’su yok ama Manguel Batı’da daha fazla kitap tutkunları var deyince Doğud’akileri de ben anımsatayım istedim.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

Tahran zirvesi ve siyasi kırılmalar - ÖNDER İŞLEYEN

İdlib operasyonu ile cihatçıların son egemenlik alanının ortadan kalkması, Türkiye’nin zaten sınırlı kalmış gücünü de büyük oranda kıracak, iflas etmiş Suriye politikası iyice çıkmaz sokağa doğru sürüklenecektir.


Suriye’de yedi yıldır devam eden savaşın düğüm noktalarından birisi İdlib. Geçen hafta Rusya ve Suriye rejiminin İdlib’e müdahaleleri (ve operasyon hazırlıkları) sonrasında Türkiye’nin itirazları dile getirilmeye başladı. ABD, Almanya ve Fransa da Türkiye’ye desteklerini iletti. ABD ve Fransa, ‘kimyasal silah’ tezgahı üzerinden İdlib’e müdahale kozunu da ortaya koydu. Ekonomik yaptırımlar sonrasında gerilimin had safhaya ulaştığı ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey bu sırada Türkiye’yi ziyaret ederek, İdlib’deki tutumu nedeniyle tebriklerini de iletti.

Bu yoğun trafik içinde Cuma günü Tahran’da, Rusya, İran ve Türkiye İdlib’e ‘çözüm arayışı’ için bir araya geldi. Zirvenin canlı yayınında, Erdoğan’ın ‘ateşkes çağrısına’, Putin’in resti zirvenin sonuçları için de olası gelişmeleri için de özet olarak kabul edilebilir. Erdoğan ise Tahran dönüşü, hızla bir açıklama yaparak ‘seyirci kalmayız’ dedi. Önümüzdeki günlerde bunun sonuçları yaşanmaya başlayacak.

İdlib’de kaçınılmaz son!
IŞİD başta olmak üzere cihatçı güçler iç savaşının ilk döneminde Suriye topraklarının geniş bir bölümünü egemenlikleri altına aldı. ABD ile birlikte AKP’nin de Arap Baharı’nın esintisi olarak tanımlayıp, ‘Sünni devrim alanları yaratılıyor’ coşkusuyla selamladıkları cihatçı güçler için İdlib son durak olacak görünüyor. CIA’in kamplarında, ABD silahlarıyla ve Türkiye’nin (ve onunla birlikte Körfez ülkelerinin) desteğiyle palazlandırılan cihatçılar için, IŞİD’nin denge bozucu biçimde egemenlik alanını genişletmesi ve küresel bir riske dönüşmesi sonrasında durum değişmeye başladı. Bu sırada Rusya’nın Suriye rejiminin yanında ağırlığını koyması, İran’ın sahaya inmesiyle iç savaşın seyri değişti.

IŞİD, ABD’nin müdahalelerinin bir aracı haline gelirken, Türkiye, ÖSO çatısı altında toparlamaya çalıştığı güçlerle etkinliğini sürdürmeye çalıştı. İdlib, cihatçı güçlerin son sığınağı olarak, Astana mutabakatı çerçevesinde bir cihatçı toparlanma alanına dönüştü. Türkiye ise (İdlib’de, Nusra ve HTŞ gibi kendi kontrolündeki gruplar için de risk oluşturan unsurların tasfiyesi ile birlikte) belli cihatçı güçlerin kontrol ve etkinliğini korumaya çalışıyor. Suriye’nin siyasi geçiş sürecinde Türkiye’nin etkinliğini korumaya devam edebilmesi ancak dar bir alanda da olsa kurulacak bu tür bir İslamcı egemenlik alanı üzerinden gerçekleşebilecek.

Türkiye bunun için askeri operasyon seçeneğini dışlayarak ya da kontrollü-sınırlı bir noktaya çekerek, süreci uzatmaya çalışıyor. Rusya-İran-Suriye ile İdlib arasında izlenen bu denge politikası ya da ABD ve Fransa’nın askeri operasyon tehditleri ile sürecin tersine çevrilmesinin artık mümkün olmadığı bir evredeyiz. Bu Suriye’deki savaşın geldiği noktadaki kaçınılmaz bir sonucudur.

Türkiye ve Rusya-İran kırılması
İdlib üzerindeki tutumlar ve olası gelişmelerle Türkiye ile Rusya-İran ilişkisinde bir kırılma noktasına doğru gidildiği görülüyor. Türkiye, giderek güç kaybettiği Suriye’de cihatçı güçler üzerinden tutunma alanları oluşturmaya yönelik politikasını, ABD-Rusya dengesindeki açıklar üzerinden ilerleyerek sürdürmeye çalıştı.

Rusya, ise Türkiye’nin ABD-Batı kampıyla çelişkilerini artırarak kendi yanında tutmaya çalışırken, Türkiye’ye sahada belli alanlar da açtı. Astana ve ikili ilişkiler içinde bu denge korunurken, sahada ise Suriye rejimi kontrolünü güçlendirdi. Astana’da yaratılan çatışmasızlık bölgelerine rağmen, Türkiye’nin, Suriye’nin geleceği konusundaki yaklaşımı Rusya ve İran’la uzlaşmadı, sahadaki hareketleri de uyum göstermedi.

Meselenin bir başka ucunda da ABD-Rusya merkezli paylaşım var. Bu noktada da uzunca zamandır Fırat’ın Doğusu ve Batısı üzerinden zımni bir paylaşımın kabul edildiği, sınırların ve siyasi geçişin belirlenmesine yönelik bir müzakerenin (düşük yoğunluklu savaşla birlikte) devam ettiği bir tablo var. Türkiye’nin bu noktadaki bir başka çelişkisi de hem ABD hem de Rusya ile Kürtlerin geleceği üzerinden yaşanmaya devam ediyor. Türkiye için İdlib’de cihatçı güçler üzerinden sahada kalmaya çalışmasının nedenlerinden birisi buradaki pazarlığını siyasi geçiş sürecinde devam ettirebilmesi. İdlib operasyonu ile cihatçıların son egemenlik alanının ortadan kalkması, Türkiye’nin zaten sınırlı kalmış gücünü de büyük oranda kıracak, iflas etmiş Suriye politikası iyice çıkmaz sokağa doğru sürüklenecektir. Bu durum kuşkusuz Rusya-İran ilişkisi anlamında da Türkiye için kırılma noktası olarak ortaya çıkacaktır.

İpin öteki ucunda ABD var
ABD, Suriye rejimini değiştirme iddiasını, IŞİD ve sonrasındaki cihatçıların etkinlik kaybıyla birlikte geride bıraktı.

ABD uzunca zamandır, Kürt inisiyatifi üzerinden Suriye’de hegemonya alanı oluşturmaya odaklanmış durumda.

İdlib dahil olmak üzere gündeme gelen öteki konuları da bu temel politikasının taktik parçası olarak ele alıyor.

Bugün ortaya çıkan durum da biraz böyle şekillenecek. ABD’nin, Suriye’deki iç savaşın seyrini tümden değiştirecek, İdlib’le birlikte rejim değişikliğini tekrar gündeme taşıyacak yeni bir savaş sürecini başlatması verili koşullar içinde pek de mümkün değil. O zaman bir pazarlık taktiği olarak gündeme gelebilecek kimi adımların ötesinde, Suriye’nin paylaşımına yönelik sahadaki durumun olgunlaşması ve siyasi bir geçiş formülüne dönüştürülmesi noktasında bir sapma beklememek gerekir.

Türkiye için ise durum acı bir sondan ibaret olacaktır. Türkiye’nin, Rusya ile bu çelişkileri ABD ile yeni bir ilişki düzleminin kolayca oluşturulabileceği anlamına gelmeyeceği de açıktır. Ancak, Türkiye’nin ABD-Rusya dengesi üzerinden ilerlediği koşullar bitmiştir. Türkiye, Esadlı bir geçişin artık tartışmasız hale geldiği noktada etkin olabilmenin yolunu daha çok ABD ve Batı ilişkileri içinde aramak zorunda kalabilir. İdlib konusundaki tutum ortaklığı Türkiye için Batı'ya tekrar kabulünün anahtarı olarak kullanılabilir. Öte yandan da ABD için de Türkiye’nin, Tahran-Rusya bağlamının dışına çıkarılması ve Türkiye’nin Suriye’deki ABD planını kabullenmesi için yeni bir baskı imkanı anlamına gelebilir. O yüzden önümüzdeki günlerde AKP’den ABD’ye çarkı hiç sürpriz olmamalı.

İflas…
Türkiye’nin yeni Osmanlıcı dış politikası uzun zaman önce iflas etti. Uzatmaların da sonuna geliniyor. ABD-Rusya dengesinde, bölgesel aktör olma (hatta yandaş basının havaya girerek ürettiği küresel liderlik) pozları duvara tosladı. Putin’in canlı yayın resti, ABD’nin yaptırımları derken Türkiye’nin hem ekonomik hem siyasi olarak nasıl güçsüz düşürüldüğü görülmeye başladı. Siyasal İslam’ın fetihçi politikaları büyük güçler mücadelesi için tuzla buz oldu. Bu çaresizlik içinde önümüzdeki günler Türkiye’nin hem ekonomik olarak hem de Ortadoğu’da neleri kabullenmek zorunda kalacağını göreceğimiz günler olacak… Yeni yılın sonunda yıkılmış bir Suriye ile birlikte bu savaşın içinde etnik-mezhepsel ayrışma dinamikleri derinleşmiş, ekonomik ve siyasi olarak daha da hırpalanmış bir Türkiye var. Elbette bunun faturasını emekçi halklar ödemeye devam edecek. 

Peki çözüm… Gerçekçi olmak gerekirse Suriye’nin geleceği, artık sadece Suriye’deki güçlerin elinde değildir.

Anti-emperyalist bir bilinçle yürütülecek mücadele güçlenmeden Suriye ve Orta Doğu'nun kaderini değiştirmek de mümkün değil...

Önder İşleyen / BİRGÜN

Riyakâr kardeşlik çağrıları ve kültür endüstrisi - Önder Kulak- / BİRGÜN

Değişim için umutların en aza indiği hayal kırıklığı dönemlerinde, açık ya da örtük, artık mevcut olanın kabul edilmesi ve onunla bir şekilde uyum sağlanması gerektiği gibi fikirlere sıkça rastlamak mümkün. Bu fikirlere birbirinden oldukça farklı retorik biçimleri eşlik edebilir. Örneğin “aynı gemide olunması nedeniyle anlaşmazsızlıkların bir kenara koyulmasının ve dış saldırılar karşısında içte birlik sağlanmasının bir zorunluluk olduğu”; “ülkedeki sorunların aşılması ve ortak çıkarlarda buluşulması için birlikte çalışılması ve iyi niyet adımları atılması gerektiği”; “neticede herkes ülkenin iyiliğini istediğinden, daha fazla geç kalmadan ortaklaşmanın herkesin yararına olacağı” gibi ifadeler bunlardan yalnızca birkaçıdır.


Farklı sözcük dizilimlerine karşın tüm bu retorik biçimlerinde, kendiliğinden kategorik bir “beraberlik” ortaya koyması beklenen “kardeşlik” ve ona koşut kavramların bilhassa vurgulu şekilde kullanıldıkları görülebilir. Bu kavramsal çabanın siyaseten yetersiz kaldığı noktada ise, kültür endüstrisinin etkili bir unsur olarak sorumluluk üstlendiğine tanık olunabilir.

Adorno’nun gör dediği
Adorno, zaman zaman hâkim fikirlere aykırı düştüğü izlenimi veren kimi örneklerin de kültür endüstrisi eliyle dolaşıma sokuluyor olduğuna işaret eder.1 Bunlar, az sayıda olsa da endüstriyel kültür içinde çeşitli alternatiflere yer verildiği söylencesinin yayılmasına imkân veren örneklerdir. Ne var ki söz konusu üretimlerde, kültürel ürün ve alternatifi arasındaki ayrımın belirsizleşmesi için bilhassa uğraş verilmiştir.2 Başka bir deyişle, ortada gerçeklikten uzak, ancak yayılması istenen bir söylence vardır. Peki ama bu isteğin arkasındaki düşünce nedir?

Adorno sözü edilen örneklerin, düzen karşısında direnç gösteren veyahut gösterme eğilimi taşıyan bireyler için kurulmuş bir tuzak olduğunu düşünür.3 Bu tuzağın başlıca amacı, bireyi yanılsama örüntüleri içerisine iterek, düzen karşıtı bakış açılarının kültür endüstrisi tarafından kuşatılmasını ve soğurulmasını sağlamaktır. Bu şekilde, olası bir alternatif girişimin daha başlamadan endüstriyel kültürün bir parçası olarak ehlileştirilmesi amaçlanmaktadır. Adorno böylesi bir koşulu “şeyleşmeye karşı direncin şeyleşmesi” olarak niteler ve bu mahiyetteki örneklerin oldukça etkili olduklarının altını çizer.

Bu gibi ürünleri diğer örneklerden ayıran başlıca içerik özelliği, kültürel ürünün bireyin düzen karşıtı eleştirisini görece kabullenmesidir. Bireyin dikkatini çeken de zaten bu kabullenme halidir. Burada kültürel ürün, eğer bireyi, tıpkı yaşam koşullarına ilişkin yapısal sorunlardan kaçmak için bir çıkış kapısı arayan diğer bireyler gibi, kurgusal yaşantılarla özdeşleşme, özdeşleştirme marifetiyle ikna edebilir ve direncini kırabilirse, onu kültür endüstrisinin rasyonalizasyon sürecine dâhil etmiş olur.Böylece ona, eleştirinin arkasından gelmesi olası düzen dışı bir alternatif yerine düzen içi bir değişim önerebilir, dayatabilir. Bireyin önüne getirileni kabul etmesi ya da reddetmesi, elbette birçok diğer etkenin de denkleme katılımıyla beraber, karşı koyma potansiyeline bağlıdır.

Sınıfsal bölünmenin hasıraltı edilmesi
Adorno’nun “direncin şeyleşmesi” dediği koşulu içeren endüstriyel kültür örneklerinde, bireyin kendini özdeş kılması beklenen kurgusal karakterler, yekûn şekilde düzene karşı mücadele veren veya toplumsal bir sorun karşısında direnç gösteren kimseler olarak değil, kendini özgün bir ideale (yüce bir amaca) adamış bireyler olarak gösterilirler. Başka bir deyişle, belirli bir ideal uğruna hareket eden özel kimseler olarak resmedilirler. Bu sırada ideal sahibi bireyin kimliği ve idealin içeriği, elbette çoktan sınıf kavramı hesaba katılmadan ve hatta ortaya koyulan düşünce ve eylemlerin maddi temelleri hasıraltı edilerek oluşturulmuştur. Ayrıca üründe yapılan yönlendirmeler aracılığıyla, bireyin ideali ve onun için icra ettiği eylem, toplumsal sorun ve çözüm ilişkisinden ayrı biçimde tasvir edilmiştir. Bunun sonucu, idealin sanki bireyden ve maddi zeminden ayrı bir varlığa sahipmiş gibi sunulması ve bireyden önce anılmasıdır. Bir anlamda ideal olana ilahi bir varlıkçasına, aşkın bir içerik verilmiştir.

Bu noktada pek çok farklı ideal örneği üstünde durulabilir. En sık karşılaşılan örneklerden biri de, “kardeşlik” kavramını istismar eden “kavgalıları barıştırma” idealidir.5 Böylesi bir idealin başlıca savunuları, herkesin aynı ülke sınırları içinde yaşamını sürdürdüğü, dolayısıyla bireylerin birbirine kardeş, yani bir anlamda denk olduğu, bu nedenle en nihayetinde birlik olunması gerektiği ve her sorunun eninde sonunda gerginlikten ve çatışmadan uzak bir şekilde çözülebileceği, bunun için gereken koşulun sadece karşılıklı diyalog olduğudur. Burada ilk bakışta karşı çıkılabilecek hiçbir şey olmadığı düşünülebilir. Ne var ki bireylerin yanılsama örüntülerine eklendiği yer tam da burasıdır; çünkü içerik noktasında alenen düzen savunusu yapılırken, biçimsel açıdan kafa karıştırıcı bir eleştirellik izlenimi verilir – bu nokta biraz daha açılabilir.

Amaçlanan koşul başarılabildiği ölçüde, kendini düzen karşısında konumlandıran örgütlü, örgütsüz kimselerin düzene eklemlenmesi, düzene eleştirel olanların önünün alınması ve riyakârlığı reddederek mücadeleden yana tavır alan kesimlerin baskı altına alınması, mümkünse uyuma zorlanması, aksi halde güçsüz düşürülmesi ve hatta halktan yalıtılması mümkün kılınabilir.

Bahsi geçen örnek idealin atıflarına bakıldığında, ortada kavgalı taraflar vardır ve her biri yegâne çözüm yolu olan diyalog yerine gerginlik ve çatışmayı seçmişler, aynı ülkenin evlatları olduklarını (!) unutmuşlardır. Bu durumda tüm taraflar hatalıdır ve bu hatalarından dönmeli, acilen diyalog kurmalı ve akabinde çözüme yönelmelidirler. Nasıl itiraz edilebilir ki buna! – bakalım.

Öncelikle, kavgalı olan taraflar birbirlerine denk, yani söz gelimi kardeş değillerdir. Bir denklik ilişkisi, sınıflı bir toplumda, ancak aynı sınıf mensupları arasında kurulabilir. Öyle ki tarafgirliğin başlıca zemini, maddi yaşamın üretiminde emeğine dayanan sınıf ve bu emeğin sömürüsüne dayanan sınıf arasındaki karşıtlık; ayrıca, maddi çıkarları gereği bu karşıtlara yakın duran ara sınıfların edindikleri konumlardır.

Bu zemin, toplumsal bilinç biçimlerine bağlı olarak, sınıf bilincine sahip olan ve manipülasyon biçimleri sayesinde düzene eklemlenen işçiler arasındaki mesafe sebebiyle, yalın olmaktan uzak, girift bir içeriğe sahiptir.6 Burada ilk toplamın “karşı çabasıyla” içeriğin düzen aleyhine değiştirilmesi beklenebilir. Beklenen bu değişim de, hakkıyla, ancak ehlince gerçekleştirilebilir; çünkü ortada, egemen sınıf eliyle, kimliğe dayalı çatışmaların sınıf savaşına hâlihazırda sokularak, örneğin hâkim bir ulusun, inancın ya da kültürün diğerlerini ezmesi sağlanarak parçaladığı bir topluluk bulunmaktadır…

Bu çelişkiler yumağında, burjuvazi kurduğu sömürü düzenini korumak ve bu ilişkileri sürekli yenileyerek yeniden ve yeniden üretmek adına, baskı ve zor aygıtlarıyla işçi sınıfını ve tüm halk kesimlerini mümkün olduğunca tahakküm altında tutar. Buna karşılık örgütlü işçi sınıfı, burjuvazinin ilişkiler nezdindeki kuruculuğunu reddederek, koruyuculuğunun, bir anlamda tahakkümünün karşısında yer alır ve verili olanın yerine, sömürü ilişkisini dışlayan bir toplum biçimi kurma yolunda adımlar atar. Böylece ortaya, nihai olarak uzlaşılması mümkün olmayan bir çarpışma çıkar. Bu çarpışmada “çözüm”, ancak bir tarafın baskın çıkmasıyla sağlanabilir.

Buna karşın herhangi bir ayrım yapmaksızın “kardeşlik” kavramının arkasına saklanarak tarafları özdeşleştirmeye çalışmak ve tahakküm altındakileri mücadele ettiklerinden dolayı eleştirmek, bu asimetrik çarpışmada egemen olandan yana olmak anlamına gelir. Ve tarihsel örnekler göstermektedir ki, burjuvazinin kardeşlik söylemlerine bağlı diyaloglardan beklentisi, yalnızca ödün ya da teslimiyettir.

Kurgudan gerçeğe
Kardeşlik savunuları, bireyin karşısına herhangi bir kültürel üründe, örneğin bir dizide, filmde, romanda ya da belki bir tartışma programında çıkabilirler. Bunların zihinlere yönelmesi ve yerleşmesi, aksi düşüncelerin yoksunluğu ya da nicelik veyahut nitelik bakımdan yetersizliği durumunda, direnişin, mücadelenin neliğinden oluşum koşullarına, eylem biçimlerinden manevra sınırlarına ve sonuçlarına kadar bireyin mesele bağlamında bilincini inşa eden belirleyici etkenlerden birini oluştururlar.

Bu durumda bireyin kurgusal olarak tanık olduğu yozlaşmayı gerçeğe iz düşürmesinin kapısı da aralanmış olur. Öyle ki başlıca amaç, bireyin riyakâr kardeşlik içeriklerine kapılması ve böylece ödün ya da teslimiyet beklenen diyalog ilişkilerine hazırlanmasıdır.

Amaçlanan koşul başarılabildiği ölçüde, kendini düzen karşısında konumlandıran örgütlü, örgütsüz kimselerin düzene eklemlenmesi, düzene eleştirel olanların önünün alınması ve riyakârlığı reddederek mücadeleden yana tavır alan kesimlerin baskı altına alınması, mümkünse uyuma zorlanması, aksi halde güçsüz düşürülmesi ve hatta halktan yalıtılması mümkün kılınabilir. Bu noktada her dönemin insanı popüler solculara önemli roller düştüğü de ifade edilmelidir.

Farklı formlar altında üretilen kültürel ürünlerde, kurgusal karakterlerin temsiliyetini üstlenen reel kimseler, idealin kurgudan gerçeğe dönüşme sürecinde bir adım öne çıkarlar. Bir yandan temsil ettikleri karakterlerin savundukları ideali aktarırken, bir yandan da kendilerinin de bu ideali benimsediklerini anlatırlar. Böylece halk nezdinde idealin bir temsilcisi olarak, idealin oluşturduğu kimlikle hareket ettikleri algısı oluşmuş olur. Bu algıyı kullanır ve kimi pratik sorumluluklar üstlenirler. Örneğin halka dayalı demokrasi ya da sosyalizm mücadelesinde yok hükmündeki katkılarına karşılık, ne pahasına olursa olsun (!) ülkede diyalog kültürünün yayılmasına katkı verecekleri sözünü verebilirler. Bu durumda faşist saldırılara karşı koyma süreçlerini, ülkesi için çabalayan ama kötü insanların da etkisiyle birbirini dinlemeyen iyi tarafların birbirine kırdırılması olarak değerlendiren bir dizinin oyuncusu; ideolojilerin insanları körleştirdiği ve esas olanın “insanlık” olduğu savusunda bulunan bir romanın yazarı; kapsamlı sosyalizm eleştirilerinin (!) ardından bireylere “kültürel solculuk” öneren bir ekran yüzü ve nicesi, kültürel ürünleri arkasına alarak, bireyleri ikna etmek için halkın arasına karışırlar…

Bilhassa ekonomik ve siyasal kriz ortamlarında kendini hissettiren bu riyakâr kardeşlik çağrılarının ve popüler solculuk hallerinin düzen nezdindeki karşılığı, gerginlik ve çatışmanın önlenmesi değil, karşısında duranların zayıflatılabilmesi bakımından bir olanak teşkil etmesiyken, bu olanağın ortaya koyulması ve gerçekleşmesi için çalışan popüler solculardaki karşılığı ise, saldırılardan muafiyet ve bir parça özel çıkardan fazlası değildir.

Önder Kulak  /  BİRGÜN

1 Theodor Adorno, Minima Moralia, çev. A. Doğukan & A. Koçak, İstanbul: Metis Yayınları, 2007, ss. 210, 211..
2 Bu noktada bir örnek olarak, Adorno’nun Vietnam’da yaşananların metalaşmış müzik tarafından istismar edilmesine ilişkin tepkisi için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=UFfWo0hYFL8
3 Bu örneklerin “solcular” eliyle yapılması da durumu değiştirmemektedir.
4 Bkz. Önder Kulak, Theodor Adorno: Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür, İstanbul: İthaki Yayınları, ss. 65-76.
5 Bu çalışmada haklı olsun, olmasın, söz konusu mekanizma dışında kalan ve bu çağrılarla biçimsel benzerlikler kurulabilmesi mümkün, ancak içerik bakımından önemli farklılıkları bulunan kimi “iyi niyetli” çağrılar kapsam dışında bırakılmıştır.
6 Bu noktada sınıfın kendi içindeki farklılıklar gibi ikincil konular çalışmanın sınırlandırılması bakımından bir kenara koyulmuş, esas neden olan sınıf bilinci meselesine odaklanılmıştır.


Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -19 Haziran 2025-

İsrail yardım ve şarj noktalarında toplanan Gazzelileri hedef alıyor: Bir günde 69 Filistinliyi katletti -soL- Gazze’deki Sağlık Bakanlığı’n...