9 Eylül’ler - Meriç Velidedeoğlu

Cumhuriyet tarihimizde ilk “9 Eylül” bilindiği gibi, İzmir’in Kurtuluş günü;  “BüyükZafer”den sonraki ilk “9 Eylül” de, “Cumhuriyet Halk Fırkası”nın kurulduğu gün. 


Her iki “9 Eylül”ü de Söylev’de (Nutuk) anlatmıştır Atatürk

Kuşkusuz, “30 Ağustos Zaferi”nin ardından, ordunun İzmir’e doğru yönelmesi, Anadolu’nun tüm işgalcilerden kurtarılması, “TC Devleti”nin kurulması demekti.  Kuşkusuz bugün devleti yönetenlerin, “var olması” da demekti... 

Ne var ki AKP iktidarının 9 Eylül’ü, “İzmir’in Kurtuluşu” bağlamında anmaması, bu “Kurtuluş’u yok sayması”nın bir değeri yok; “Tarih” kabul ettiğine göre, yurt genelinde büyük bir coşkuyla kutlandığına göre, devletin başındakinin anmaması, kutlamaması yüz kızartıcı, ulus için de üzücü bir durum. 

Bir başka “9 Eylül”e, “Cumhuriyet Halk Partisi”nin kuruluşuna gelince, Meclis’in açıldığı 1920 yılının ortalarına doğru, Meclis oturumlarında beliren bir durumu şöyle dile getirir Atatürk“Zaman geçtikçe, Meclis’te ‘birlik’ olarak çalışmanın sağlanmasında güçlükler doğmaya başladı. (...) Meclis’ten iş çıkamıyordu!” 

Oysa Atatürk, “Meclis’in niteliği” ve “Meclis’in yönetimi” için gereken yöntem ile ilgili görüşlerini, “Halkçılık Programı” olarak Meclis’e sunmuş, kabul edilmişti.(18.09.1920)
 
Yine de Meclis’te, kimi örgütlerin kurulması önlenemez, bunların durumunu şöyle dile getirir Atatürk“Bu grupların hepsi de, Meclis görüşmelerinde düzeni sağlamak ve oyların dağılışını önlemek amacıyla kurulmuşsa da, bunların varlıkları tersine bir sonuç veriyordu!” 

Sonunda, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu” adıyla bir grup kurmaya karar verir, bu grup, ilk “Büyük Millet Meclisi”nin çalıştığı sürece, “Hükümetin iş görmesine yardımcı olabilmiştir!” diye vurgular Atatürk

Burada yine bir ayraç açıp, Atatürk’ün her “Meclis” dediğinde, bu kurum için  “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden başka hiçbir mevki, Ulus’un yazgısında etken olamaz. Bütün yasaların düzenlenmesinde, her türlüörgütlenmede, yönetimin bütün ayrıntılarında, eğitimde, ekonomide, ulusal egemenlik ilkesine uyulacaktır!” vurgulamasıyla birlikte ortaya koyduğunu, AKP iktidarının ve başındakinin artık anımsaması gerek ve değerli dostlar ayracı kapatıp, Söylev’e dönersek, yine bu bağlamda “Meclis”i temel alma konusunda, bir örneği daha anımsatıp, günümüzdeki durumla karşılaştıralım. 

“15 Ocak 1923” tarihli Meclis oturumunda Afyonkarahisar Milletvekili Hoca Şükrü Efendi ve arkadaşlarının, “Halife Meclis’in, Meclis Halife’nindir!” vurgulamasıyla ortaya konan bu durumu, Atatürk, “Millet Meclisi’ni, Halife’nin‘Danışma Kurulu’ gibi göstermek ve kabul ettirmek istemişlerdir!” diyerek yanıtlar.

Evet, tam 95 yıl önce Atatürk’ün sözleriyle ortaya konan bu “Meclis” değerlendirmesinde,  din hocasının bile Meclis’i tümüyle devreden çıkarıp sıfırlamadığı görülüyor. 

Bu tarihsel açıklama, bugünkü “TC Devleti’nin Başkanı”nın “TBMM”yi ne denli “Hiç”e saymasının ne boyutta olduğunun göstergesidir. 

Ayrıca, “Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu”nun, “CHP”yi oluşturduğu bilinir. 
Ve bu partinin özelliklerinden biri de “doğurgan” oluşudur, ilk ürün, 
“Terakkiperver Cumhuriyet Partisi”dir (17.11.1924). Parti’nin, “Dinsel düşünce ve inançlara saygılıdır!” vurgusu, temel ilkelerindendir.

İkinci ürün, “Demokrat Parti”nin kurucularından A. Menderes’in de, partisinin  “Grup Toplantısı”nda, milletvekilerine, “Siz isterseniz Hilafeti bile geri getiririz!” dediğini anımsatalım!..

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

“Zorunlu eğitim” zorunludur - ÜNAL ÖZMEN

Karma eğitimin ardından zorunlu eğitimi tartışmaya hazır olun. Karma eğitimi tartışmaya açanların varmak istediği nokta olmasından çıkardığım öngörü değil bu, zorunlu eğitime karşı harekete geçeceğini bizzat Milli Eğitim Bakanı’nın kendisi açıkladı.

Ziya Selçuk, Eğitim 2023 Bulma Konferansında, konferansın amacını sıralarken “Eğitim ve zorunlu kelimesini yan yana getirenlere ‘durun’ demek için buradayız” dedi. Eğitim Bakanlığı, tartışmaya zemin hazırlamak, kafalarını karıştırmak, onları da tartışmanın içine çekmek için okulda eğitimi reddeden “EğitimBir Kitle İmha Silahı” (John Taylor Gatto) kitabını öğretmenlere seminer konusu olarak verdi. Kitap, bakan kadar güçlü Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Alparslan Durmuş’un yayınevinden, onun “evde eğitim”i savunan ön sözüyle yayımlandı.

Eğitimin zorunlu olmasına karşı olabilirsiniz; fakat zorunlu eğitimi reddediyorsanız egemen ideolojiyi temsil edemezsiniz. Çünkü zorunlu eğitime itiraz hep egemen ideolojiye başkaldıranlardan gelmiştir. Eğer başkaldırdık ve düzeni değiştirdik diyorsanız sisteminizin adını koyunuz. Örgün ve zorunlu eğitimin sorunlarını çözmek üzere görev alıp onu yıkmaya çalışmak hiledir.

Türkiye’de çıkacak zorunlu eğitim tartışması, Jean Jacques Rousseau’nun Emily kitabından bu yana süren entelektüel bir düzlemde sürmeyecek. Bu,ortak akıl, kültürel kaynaşma, evrensel ahlak, kamusallık, hayatı birlikte inşa etme karşıtı dincilerin çocuğu ev hapsine alma arzusuna devletin dahil olmasının yarattığı bir tartışma olacak.
Zorunlu gibi otoriter bir kavramı. özgürlük aşkıyla ortadan kaldırmaya çalışanlara anlamlı yanıtlar vermek (hele bir de egemen ideolojiyle sorunluysanız), ikna edici argümanlar gerektirecek. Onlara, toplum halinde yaşken insanların birtakım ortak bilgiye, ortak davranışa, ortak beceriye sahip olmaları gerektiğini; ortaklığın ise ortak bir mekânda, ortaklaşılan fikirler (müfredat) etrafında kurulabileceğini; bilginin bilgi üstüne konarak, paylaşılarak çoğaldığını; bu nedenle onlara kamusal/toplumsal yaşamı esas alan zorunlu eğitimin bir zorunluluk olduğunu anımsatmalıyız.

Eğitim Açılımı
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un düzenlediği Eğitim 2023 Bulma Konferansı ve 15 Ekim’de açıklayacağı eğitimin makro planı, Kürt açılımının eğitimde denenmesidir. Nasıl ki Kürt Açılımı ile Kürt sorununu çözme amaçlanmadıysa, Eğitim Açılımı’nın amacı da eğitimin sorunlarını çözmek değil.

Kürt Açılımı’na memur edilenlere “Akil Adam” deniyordu, 63 kişiydiler.  Eğitim Açılımı heyetindeki 93 kişiye “Sivri Akıllılar” deniyor. Bunu benim uydurduğum bir sıfat olarak düşünmeyin. Konferansı açış konuşmasının bir yerinde Ziya Selçuk “Bizim ortak akla ihtiyacımız yok, sivri akla ihtiyacımız var. Siz onun için buradasınız” dedi. Akil akıllı demek; ivme kazandırmak için ucu sivriltilmiş akla sivri akıl deniyor. Ziya Selçuk’un sivri akıllılarının ortak özelliği (4 sendika başkanı hariç) varlıklı ve kendi alanında tanınmış tüccar olmaları.

Erdoğan, açılım heyetlerini “bilen”lerden seçiyor, bizi kandırsınlar diye. Yapabilen ise hep kendisi. Onun altında irade kullanmak imkânsız. Ziya Selçuk da bunu fark etmiş ki Bulma Konferansına şu giriş cümlesiyle başladı: “Bu tür büyük projelerin yürüyebilmesi büyük liderlikler gerektiriyor. Hangi ülkeler eğitim reformunda başarılı olmuş diye incelediğimizde gördüğümüz şey, büyük liderlikler yapılmışsa eğitim projeleri gerçekten başarılı oluyor. Benim bu görevi kabul etmemin nedeninin bir tanesi de sayın cumhurbaşkanımızın liderliğidir. Eğer böyle bir lider olmazsa bir bakanın bu kadar sorunun altından kalkması çok zor!”

Ziya Selçuk’un Erdoğan liderliğinde çözeceği sorunlara bir bakalım isterseniz:
“Bizim bir şey yapmanın ötesinde kıyameti koparmamız lazım”, “Bizim bu çağa hazırlanmamız lazım”, “Dışarıdan propagandist şekilde çocuklara verilen, hayattan uzak, bayat müfredatların sorgulanması gerektiği için görevdeyiz”, “Eğitimi endüstrinin ihtiyacıyla sınırlayanlara ‘lütfen gökyüzüne bakın’ demek için buradayız”, “Kutupsuz, koşulsuz sevgi için buradayız”, “Bizim bilimle aklı, gönlü, kokteyl yapmaya ihtiyacımız var”, “Öğretmenlere sahip çıkalım”, “Hepimiz deli gömleklerimizi yakalım!”

Bize bu deli gömleğini giydiren, karşısına dikilip kıyamet koparacağımız kim? 16 yıldır eğitimin üzerinde oturan Erdoğan değil mi?

Ufak tefek de olsa Ziya Selçuk’un beni de gizli bir umuda sevk ettiğini itiraf etmeliyim. Fikirlerine katılmasam da eğitime içinden bakan biri olarak toplumun kendisine verdiği krediyi dahil olmadığı bir siyasi anlayışa kullandırtmayacağını, “eğitimci, bilim insanı” kimliğini riske atmayacağını düşünmüştüm. Fakat konferansa davet ettiği isimler, kendisini eğitimin lideri olarak görenlere Erdoğan’ı işaret etmesi, yabancısı olmadığı bakanlığa bir türlü hakim olamaması onun hep bizi kandırmak için görevlendirilmiş bir “bilen” olarak kalacağı, hiçbir zaman yapabilenbiri olamayacağı kanaatimin pekişmesine neden oldu.

Okurlardan “şans vermek”, “insafsızca eleştirmemek” hatta “desteklemek” gerektiği mesajları alıyorum. Eğitimin bizim tarafımızdan görülen sorunlarına onda çare bulan iyi niyetli okurların umudunu kırmak istemem ama ben umudumu kestim.

Ünal Özmen / BİRGÜN

Büyüdükçe çürüyen ekonomi - SERDAL BAHÇE

Garip bir dönemden geçiyoruz. Türkiye kapitalizmi yapısal sorunlarla cebelleşiyor, sorunlar giderek derinleşiyor ve çözülemez bir hal alıyor. Anlık her rahatlama ya da olumlu gidişatın yakın gelecekte yeni ve büyüyen bir faturası ortaya çıkıyor. Türkiye kapitalizmi büyüyor, büyüdükçe çürüyor. 

Eskiden burjuva iktisat ilmi tahsil edenler ekonomik büyümenin her derde deva olduğunu muştularlardı; şimdi bahsi geçen zevat da yelkenleri suya indirten garip bir realizmin yarattığı melankoliye tutulmuş durumdadır. 

Türkiye kapitalizmi büyüyor, büyüdükçe dökülüyor. Döküntüler bahsi geçen zevatın tepesine yağıyor. Büyüme uzunca bir süredir yüksek borçlanmaya, yüksek düzeyde sermaye girişlerine, halkın parasının kamu eliyle sermayeye dağıtılmasına ve yüksek sömürüye bağlıydı. Bu türden bir yapının kifayetsizliği, çözümsüzlüğü defalarca vurgulandı, bu yapı her türden soruna gebedir diye uyarıda bulunanlar bile aynı uyarıları tekrarlamaktan bunaldı. Ancak ne var ki Türkiye kapitalizm büyüyordu. Ama aynı zamanda da çözülüyordu. 

Yine büyüdü, hem de yüzde 5,2 oranında. Gerçi bir önceki çeyrekteki yüzde 7’nin üstündeki büyümeye nazaran biraz daha havası sönük bir büyüme oldu; ancak olsun, büyüdük ya. 

Öncelikle meslekten iktisatçılığımızı göstererek biraz detayları üzerinde duralım. 2017’nin II. çeyreğine göre 2018’in II. çeyreğindeki yüzde 5,2’lik büyümenin kaynaklarına bakalım önce. 

TÜİK’in rakamlarına göre, harcama yöntemiyle hesaplanmış GSYİH’in bileşenleri aynı dönemde şöyle büyümüşlerdir; hane tüketimi yüzde 6,3; özel yatırım yüzde 3,9; kamu tüketimi yüzde 7,2; ihracat yüzde 4,5 ve ithalat ise yüzde 0,5. Üstelik bu büyümeler eğer gerçek iseler ulusal paranın değer kaybettiği bir ortamda gerçekleşmişlerdir. 

Görüldüğü gibi en büyük katkılar hane tüketiminden ve kamu tüketiminden gelmiştir. İthalattaki düşük büyümeye rağmen ihracatta göreli olarak yüksek büyüme açıklanmaya muhtaçtır. Türkiye türünden bağımlı kapitalizmlerde ihracat artışı daha yüksek düzeyde ithalat artışı gerektirir. 
Peki bu nasıl oldu? 
Türkiye’nin resmi muhasebatını anlamlandırmak kolay değil. Görünen o ki Türkiye ekonomisin hücrelerine sinmiş kriz dinamikleri kendilerini daha görünür kılarken AKP tarzı bir Keynesyenizm uygulanmış ve kamu çöküntüyü hafifletmiş. Ancak bundan sonra bunu yapacak gücü olmayacak. 

Şimdi de sektörlere bakalım. Başka yerlerde de pek çok kez belirtildi ancak bir de biz vurgulayalım. Tarımda çöküntü sürmektedir, sözü geçen dönem içinde tarım yüzde 1,5 küçülmüştür. AKP döneminin gözde sektörü, sömürü oranı yüksek inşaat sektöründe ise miniskül bir büyüme sağlanmıştır (yüzde 0,8). En çok büyüyen sektör kamu hizmetleri gibi görünmektedir (yüzde 13). Bu arada kamunun gelirleri bu hızla yükselmemiştir, dolayısıyla bu büyüme kamu açığını büyütmüştür.

Bizim açımızdan daha önemli bir konu ise büyüme sürecinde bölüşüm dinamikleridir. TÜİK’in ilan etiği rakamlara göre işçi başına reel ücret tüm sektörler içim aynı dönemde yüzde 1 civarında artmıştır. Büyüme oranının yüzde 5,2 olduğu bir ortamda bu sömürü oranın artışına işaret etmektedir. Bazı sektörlerde ise reel ücret gerilemesi yaşanmıştır. Örneğin sanayi sektöründe işçi başına reel ücret gerilemiştir (yüzde 1,1). Ayrıca gelir yöntemiyle hesaplanmış GSYİH rakamlarına göre sabit sermaye tüketimi artışı oranı yüzde 25 gibi görünmektedir. Ekonomik aktivite yavaşlarken bu ölçüde sabit sermaye tüketimi artışı açıklanmaya muhtaç bir görüngüdür. Bu arada toplam reel ücret ödemeleriyle toplam brüt reel işletme artığı (kâr, faiz ve rant toplamı) büyüme oranları yüzde 4,3 civarındadır. 
Bu ikisinin toplamı GSYİH’in nerdeyse yüzde 89’udur; peki nasıl olur da büyüme oranı yüzde 5,2 olur? 
Neyse münafık sorular sormayalım. 
Büyüdük işte gerisinin ne önemi var? 
Bu büyüme oranı üzerine bakanlardan birbirinin peşi sıra açıklamalar geldi. Bakan Albayrak’dan yüzde 5,2’lik büyüme oranı artık dengeleme döneminin gereklerinin yerine getirildiğini göstermektedir açıklaması geldi. Onu ticaret bakanının Avrupa’da son 10 yılda en hızlı büyüyen ülkenin Türkiye olduğu açıklaması takip etti. Dolayısıyla korkmayın hayırlı bir başlangıcın arifesindeyiz demeye getirdiler. 
Öyle miyiz? 
Geleceği konuşacağız ancak önce bugün. 2018 Mayıs’ı için işsizlik oranı yüzde 9,7 olarak açıklandı, tarım dışı işsizlik oranı ise yüzde 11,6. Ancak bu rakamlar gerçek işsizlik oranını yansıtmaktan uzak. Yine de bu sorgulanması gereken bu rakamlara göre bile işsizlik oranı artış trendine girmiştir. Reel sektör firmalarının döviz varlık ve yükümlülüklerindeki açık 2018 Haziran’ının sonunda 215 milyar dolara ulaşmıştır. 2018 Temmuz’u içinde kapanan şirket sayısı bini aşmıştır. İmalat sanayinde 2017 sonlarında başlayan kapasite kullanım oranındaki tedrici düşüş sürmektedir. Sanayide çalışılan sat başına üretimdeki (diğer bir deyişle emek verimliliğindeki) düşüş devam etmektedir. Resmi rezervler özellikle mevzu bahis dönemin sonlarından itibaren erimeye yüz tutmuşlardır. Ulusal para 2017’nin başından bu yana hızla değer kaybetmektedir (bu arada bütün büyüme tantanasına rağmen dolar cinsinden mili gelirimiz düşmektedir). Geçerken not edelim; TÜİK’in açıkladığı birim ihracat değeri ve ihracat miktarındaki değişim ile birim ithalat değeri ve miktarındaki değişikliklerin karşılaştırılması da net ihracattaki pozitif katkıyı sorgulanır hale getirmektedir. Söz konusu dönemde pek çok gösterge kötüye doğru bir gidişat sergilemiştir. 
Peki biz nasıl büyüdük yahu? 
Acaba ne senin, ne de polisin farkında olmadığı bir dengelenme sürecinden mi geçmekteyiz hakikaten? 
Gelelim henüz hesabı dökülmemiş geçmişe, yani Temmuz ve Ağustos aylarına. Kurdaki asıl değer kaybı bu ayalarda gerçekleşti. Ayrıca Ağustos için açıklanan enflasyon rakamı (yüzde 17,9) özelikle kurdaki gelişmelerin fiyatlar seviyesindeki etkilerini henüz görmeye başladığımızı göstermektedir. Üstelik gıda enflasyonu ve küresel emtia (özelikle petrol) fiyatlarındaki artışın da etkilerini yeni yeni görmeye başlıyoruz. Meslekten iktisatçılar sert düşüş öngörmekteler. İktisadi dinamiklerin analizi sanıldığından kolaydır, eninde sonunda kapitalizmin muhasebatı oldukça açıktır. 

Sert mi düşeceğiz, yumuşak mı ineceğiz? 
Ne fark eder, indiğimiz veya düştüğümüz yer aynı olacak. Daha önce görmediğimiz bir yer de olmayacak üstelik. 

Yaşasın büyüme!  

Serdal Bahçe / SOL

12 Eylül öncesi güzeldi!.. - NAZIM ALPMAN

Şili’de ve Türkiye’de Eylül ayı gelince insanların içinde bir yürek çöküntüsü olur. Burada sadece “insan” olanları kastediyorum. Alınganlar çıkıp da “Ama 12 Eylül öncesinde…” diye başlayan zihinsel engelli yorumlarla katkı yapmasınlar lütfen…
                                                           ••• 
                                                          
Şili’de 11 Eylül 1973’te yapılan ABD destekli askeri darbe bir köşe taşı ise,
12 Eylül 1980 tarihi de bizim ülkemizde bir milat olarak kabul edilir.
Şili’de seçimle işbaşına gelen sosyalist lider Salvador Allende, Şili Genelkurmay Başkanı General Augusto Pinochet tarafından devrildi. Şili’den yeri yıl sonra 12 Eylül 1980’de Türkiye’de General Kenan Evren liderliğinde askeri cunta Süleyman Demirel hükümetini devirdi.

Allende ile Demirel arasındaki fark solcularla sağcılar arasındaki farkı da ortaya koyar. Demirel evinin kapısına gelen bir yüzbaşının aracına valiziyle binip gözaltına alınacağı Hamzakoy askeri tesislerine götürülmeyi kabul etti. Aynı Demirel yaklaşık 10 yıl önce yine bir askeri bildirinin TRT Radyosunda öğle haberlerinde okunmasıyla istifa ederek kuzuların sessizliği içinde şapkası alıp gitmişti.

Allende ise Başkanlık Sarayı kuşatıldığında elinde silahıyla direneceğini halktan aldığı iktidar yetkisini uysallıkla ABD kuklası bir generale teslim etmeyeceğini göstermişti. Hayatta kaldığı süre içinde de teslim olmadı. Bu yüzden de halkının ve dünya emekçilerinin gözünde hâlâ yaşıyor.
Şili ile Türkiye darbelerinin ortak noktası ABD destekli olmalarıydı.
12 Eylül darbesi yapıldığında CİA Ankara İstasyon Şefi Paul Hanze’ye bu gelişme şöyle bildirilmişti:
-Paul senin çocuklar başardılar!
Tarihe böyle geçtiler: Paul Hanze’nin çocukları!

12 Eylül 2018 Çarşamba günü DİSK eski başkanı Rıdvan Budak Artı TV-Gün Başlıyor kuşağında bizim konuğumuzdu. 12 Eylül ilişkin konuştuk. O gün neredeydin sorusu herkese sorulur. Budak’a da sorduk. O da anlattı.
DİSK Tekstil Sendikası’nın 28 yaşındaki genç başkanı olan Rıdvan Budak grevdeki 45 bin tekstil işçisi için Halit Narin’in başkanı olduğu Tekstil İşverenleri Sendikasında toplu sözleşme imzalamak üzereydi. Akşam saat 20.00’ye varmıştı. Bütün maddelerde anlaşma sağlanmış, sıra imzaya gelmişti. Halit Narin’e bir telefon geldi. Masadan kalktı telefona gitti, kırık sesle konuştu, masaya döndü ve dedi ki:
-Çok yorulduk, zaten imzalasak bile yarın sabah açıklayacağız, sabah gelip ilk olarak bu işi bitiririz!
                                                           •••

Masadakiler kalktılar, ertesi sabah imzalamak evlere dağıldılar.
Ertesi sabah hiç olmadı! O gecenin karanlığı hala sürüyor.
Rıdvan Budak evinden alınıp Davutpaşa Kışlasına götürüldü, idam istemiyle yargılandı. Halit Narin yeni durumu kapitalist ahlaka uygun olarak şöyle değerlendirdi:
-20 yıldır onlar (işçiler) güldü biz ağladık!..
Generallerle birlikte işçi sınıfının anasını ağlatacağız diyordu bu sözlerle…
12 Eylül’ün son günü sadece 45 bin tekstil işçisi grevde değildi. DİSK Maden-İş’e bağlı 40 bin işçi de grevdeydi.

Darbeyle birlikte bu kadar işçinin toplu sözleşmeleri uçup gitti.
12 Eylül işçilerin çalınmış grev haklarıyla beraber, alın terlerini alıp patronların cebine koydu!

Yazının başlığındaki cümle Sabahat Türkler’e aittir. DİSK’in kurucu Başkanı ve 10 yıl görevi yürüten Kemal Türkler’in (1967-1977) eşi olan Sabahat Türkler “Emeğin Kanlı Düğünü 1 Mayıs 1977” Belgeselimizin (Şarküteri Yapım/İZTV) çekimleri sırasında bir sorum üzerine şöyle demişti:

-12 Eylül öncesi çok güzeldi. İşçiler grev yapıyorlar, haklarını alıyorlardı.

Nazım Alpman / BİRGÜN

Yeni belgeselci anlayış - MURAT YAYKIN

Bazı fotoğrafçılar; savaşın, şiddetin, acının, yoksulluğun, haksızlığın, sefaletin, sömürgeciliğin, insanlık dramlarının hâd safhaya geldiği günümüzde, belgeselciliğin de yeni ve daha dönüştürücü etki yaratan, yeniden bir ivme kazanmasının, yaşanan bu kötü düzen ile mücadeleye aktivite katmasının gerekliliğini şart görüyor. İletişim amacıyla kullanılan fotoğrafların kendi başlarına ‘bilgi’ aktarmalarının yetersiz olduklarını, çünkü fotoğrafın kullanıldığı mecra ile anlamının farklılıklar içereceğini, ayrıca fotoğrafların yanında kullanılan sözlerin/yazıların yönlendirmesiyle varsayılan belgesel değerlerinin genellikle her türlü propagandaya alet olacak şekilde istismarının mümkün olduğunu ileri sürüyorlar. Hatta aynı fotoğrafların farklı politik yapılarca kullanabildiğini de ekliyorlar. Düzenin çıkarları için televizyonların, gazetelerin kısacası medyanın sürekli negatif ideoloji ürettiklerini, bunun içinde görselin gücünden alabildiğince yararlandıklarını, ancak bu görsellerin fotoshop uygulamalar ve yazılımlarla anlam sapmaları yarattıklarını söylüyorlar. Böylelikle fotoğrafların belgesel özelliklerinin eskitilmiş bir anlam içerdiği, bu kavramın içinin boşaldığı sonucuna varıyorlar.

Böylece, fotoğrafların belgesel yanının şüpheyle karşılanması ve dolayısıyla, belgesel fotoğrafın/fotoğrafçılığın tarih içinde önemini yitirdiğinden bahsediyorlar.

Yine başka bir kısım fotoğrafçılar da insanın toplumsal yaşamını ele alan ve buradaki gerçekliği inceleyen çalışmalar için önem kazanan nesnelliğin, ele alınan olgunun doğru oluşu ya da olduğu gibi verilmesinin yeterli olmadığını ve belgeselcinin bu ilişkiyi kurarken, tam nesnelliğe ulaşamayacağını önceden kabul etmesi gerektiğini ileri sürüyorlar. Bunun için de farklı anlatı teknikleriyle/biçimleriyle bireysel algı mekanizmalarına dönük eleştirel ürünler ortaya çıkarıyorlar.

Anlatı dilinin daha sanatsal olduğu, ancak belgesel diye de tanımladıkları bu yeni anlayışın temsilcileri yaptıkları çalışmaları post-dokümanter diye adlandırıyorlar. Meksikalı fotoğrafçı Pedro Meyer bunlardan biri. Belgesel diye adlandırdığı fotoğraflara bilgisayar müdahalelerini uygulayan ilk sanatçılar arasındadır.
Pedro Meyer’in, fotoğraf görüntülerini sesle harmanladığı ‘Anımsamak için Fotoğraf Çekiyorum’ adlı bir cd-rom’u, ‘Gerçekler ve Kurgular’, ‘Gerçek ve Doğru’ ve ‘Sapkınlıklar’ adlı kitapları bulunmakta. ‘Belgesel Fotoğrafçılığı Yeniden Tanımlamak’ adıyla yer alan bir söyleşisinde, Meyer bileşik fotoğraflarının (kendisi tarafından) belgesel fotoğraflar olarak tanımlanmasına dair yöneltilen soruya şöyle yanıt vermektedir:
“…Bana göre, bir belgesel fotoğrafçısının amacı, gerçekliğin kimi yönlerini kaydetmek ve fotoğrafçının gördüğü ve o gerçekliği olabildiğince nesnel biçimde tanımlayan bir tasvir yaratmaktır.
…bir gazeteci yazılarını bir araya getirir. Bu yazılar gazetecinin gördüğü ve/veya duyduğu şeylerin bir sentezidir. Her şeyin ötesinde seçilen bilginin ardındaki mantık çizgilerinin neler olduğuna dair kendi düşünceleridir. Gazeteci, önündeki baskı levhasında bulunanları düşünmeksizin çoğaltan bir çeşit fotokopi makinesi değildir. Bir karar verme sürecinde seçilen öyküyü destekleyen bilgiyi eksiksiz tasvir edebilmek amacıyla bilgileri toparlar ve bir araya getirir.
…fotoğrafçılığın daima bir yanıltıcı sahtelikler hayatı yaşadığı konusunda ısrarcıyım. Bugün biz bu sahteliği ortadan kaldırmaya yeltendiğimizde ise her türden savunma hattı karşımıza dikiliyor.” (Photojournalism: Synthe Sizing to Present aTruth makalesinden çeviri metin, çevirmen: Barış Baysal)

Yorum; Hiç bir şey değişmez olmadığı gibi belgesel fotoğrafın da devinim içinde olması doğaldır. Ancak, belgesel fotoğrafın bir sanat akımı olmadığını biliyoruz. Zira belgesel fotoğraf, fotoğrafın icadından beri çağına tanıklık ediyor. Geçmişten günümüze elimizde olan görsel enformasyonlar halen belgesel fotoğraflar olduğu unutulmamalı. İktidar her yerde ve tek bir şekilde mücadele etmiyor. Yeni belgeselci anlayış, klasik belgeselciliğin içinin boşaltılmasına mı, yoksa yeni algılama modelleri oluşturarak etkisinin zayıfladığını düşündüğü belgesel fotoğrafın yeni bir ivme kazanmasına mı yarayacak? Bu soruyu kendimize sormamız, tedbirli ve kuşkulu yaklaşmamız gerektiğini düşünüyorum. O yüzden; uyanık, bilinçli ve cesur olmak görüntü üretenin zorunluluğu ve varlığını, bulundukları toplumun sorunlarına yabancılaşmayan, müdahil tavırlarını törpülemeyen, yaratıcılığını eleştirelliğiyle sivrileştiren omurgalı duruşlara her zaman ihtiyaç var.

Murat Yaykın / BİRGÜN

Son bir soru ve veda - AYŞE YILDIRIM

Ağır bir meslektir gazetecilik. Çok acı görürsün, çok acı dinlersin ve çok acı yaşarsın. Bu acılar kimini katılaştırır, duygusuzlaştırır. İçindeki insanı öldürmeyenler bu acılarla olgunlaşır. Bu acılar onlara yol gösterir, sorular sordurtur. ‘Neden’ diye tekrarlarsın sürekli. Ta ki gerçeğe en yakın yanıta ulaşıncaya dek.. 
Bu coğrafya acılarla doludur ve ne yazık ki öyle olmaya da devam ediyor. 
İnsani duygularımı yitirmemeye çalışarak yaptım bu mesleği. Hep ‘önce insanım’ dedim. Hep o sorunun peşine düştüm. Neden? Neden? Neden? 
‘Neden’i bulursak ‘Nasıl’a ulaşmak kolaydı çünkü. 
Elbet güzel haberler, güzel duygular, güzel anlar ve umutlu zamanlar da yaşadım. Ama acı hep galipti hem de büyük bir farkla. 
Bugün başka bir acı daha eklendi onlara. 
Veda acısı. 
Ve o soru yine ortada. 
‘Neden?’ 
Çok şey yazıldı, çok şey söylendi. Ve söylenmeye devam edecek. 
Yani nedenini biliyorsunuz.
‘Nasıl’ sorusu elbette bu nedenleri ortadan kaldırmak yani acılara, haksızlıklara son vermek amaçlı bir soru benim için. 
Ve yanıtı bu vedada. 
1989 yılında stajyer olarak kapısından girdim Cumhuriyet’in. 
Muhabirlik, editörlük, hafta sonu ekleri yayın yönetmenliği, yazıişleri müdürlüğü, haber koordinatörlüğü ve son olarak da yazarlık yapmaya çalıştım.
Birlikte çok badire atlattığımız çalışma arkadaşlarım, dostlarım… 
Birlikte çok ağır bedeller ödediğimiz gazeteciler, yöneticiler… 
Birbirimize çok kızdığımız, kırdığımız ama daha çok kırıldığımız insanlar. 
Haksızlıklar, suçlamalar, üstelik çok ağır suçlamalar.. 
Ağır bedeller…
İyileşse bile izi hiç geçmeyecek ‘kılıç yaralarımız’
Özgür gazetecilik dedik. Ezilenlerin, sesi duyulmayanların sesi olalım dedik. Kimsenin etnik kimliğine, dinine, diline bakmaksızın gerçek, objektif gazetecilik peşinde koşalım dedik. Koşmaya çalıştık. 
Buraya kadarmış. 
Şimdi veda zamanı. 
Eski yönetimle karşılıklı anlaşarak yeni yönetimi rahatlatarak gitmeyi tercih ettim. 
Ama içimdeki gazeteci bu veda yazısında da beni rahat bırakmadı işte. 
Her şeye rağmen şunu sormadan gidemeyeceğim. 
Cumhuriyet Vakfı’nın ‘eleştirel akıl yeniden gazetenin politikasına egemen olacaktır’ sözüne de küçük bir katkı olur belki. 

“Bu davada mağdur edilen Cumhuriyet yazar ve yöneticileri bugün gazeteden ayrılmış olsa da onları yargı karşısında savunmak, yine Cumhuriyet’in başlıca sorumluluğudur”   diye yazan Mustafa Balbay’a sorum.
 
O yazar ve yöneticilerin mağdur olmasına ‘neden’ olan davada bizzat savcılığın tanıklığını yapan bir isim vakfın başındayken ‘nasıl’ olacak bu? 

Başka sorum yok… 

YOLUN AÇIK OLSUN CUMHURİYET

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

ABD ile gizli anlaşma mı yapıldı? - Arslan BULUT

Türkiye'yi yöneten akıl, Suriye konusunda, her geçen gün, ABD ile paralel adımlar atıyor.
İdlib'de ABD'yi yardıma çağırmak, bunun önemli bir göstergesi.


"Beyaz Baretliler" diye bilinen ama Ergün Diler'in Amerikalı kaynağına göre İngiliz istihbaratının kurduğu sözde yardım örgütü önce Ankara'da parlatıldı, sonra da Washington'da!
Bunlar yeteri kadar fikir veriyor ama yine de incelemek gerekir.

                                                                         ***

ABD için strateji üreten kuruluşlardan Washington İnstitute'ye aylar önce çok ciddi bir Suriye raporu hazırlayan Fransız akademisyen Fabrice Balanche, bu defa İdlib krizi hakkında aynı kuruluşa bir çalışma daha yaptı.

Balanche, sonuç olarak "Moskova, Tahran ve Şam'ın bu bölgedeki El Kaide'yi ortadan kaldırma girişimi, askeri açıdan başarılı olabilir ve Türkiye destekli güçleri imha edebilir ama Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkilere ciddi zararlar verir. Bu sebeple İdlib savaşında, Suriye veya Rus kuvvetlerinin, Türk gözlemci noktalarını hedef alması, ABD'nin Ankara ile yakınlaşması için bir fırsat teşkil edebilir." diyor.

Bu durumda, İdlib'deki Türk gözlemci noktalarına kim saldırabilir?

Rusya ve Suriye'nin saldırması beklenemez, çünkü sonuçlarını düşünürler...
O halde ABD'nin bölgeye müdahale etmesini isteyenler daha önce "Suriye ordusu kimyasal silâh kullandı" dedirtmek için kimi kullandılarsa, aynı grubu veya bir başkasını Türk gözlem noktalarına saldırtmak için kullanabilir!

Dolayısıyla bugünlerde hiçbir resmi açıklamaya veya habere güvenmemek gerekir. Bu bir savaş ve bütün taraflar kendi gücü oranında algı operasyonu yapmaya çalışıyor.

                                                                          ***

Balanche, "Türkiye destekli isyancılar (Özgür Suriye Ordusu) muhtemelen önümüzdeki saldırıların ilk hedefleri olacaktır. Suriye ordusu, ilk olarak Uygur savaşçıların bulunduğu Türkistan İslami Partisi'ni hedef alacaktır. Güneyde kalan Türkiye yanlısı isyancılar, kendilerini Suriye ordusu ve Tahrir El Şam grubu arasında kalmış bulacak ve belki de Afrin veya Cerablus gibi Türk kontrolündeki bölgelere sığınacak veya teslim olacaktır. Ankara, bu sebeple saldırının ertelenmesini istiyor, ancak Şam, Tahran ve Moskova, Türkiye'nin Tahrir El Şam örgütünü ortadan kaldırma taahhüdünü yerine getirmediğini savunuyor, bu yüzden İdlib'i temizlemekten başka çareleri yok." diyor.

Peki Türkiye neden Fırat'ın doğusundaki yapılanmaya karşı çıkmıyor da İdlib üzerinde duruyor?
Elbette İdlib de önemli ama asıl tehdit, ABD'nin kurduğu, eğittiği ve donattığı 75 bin kişilik PKK/PYD ordusundan gelecek değil mi?

Bu durumda Türkiye'nin Suriye ile iş birliği yapması akla daha uygun ama Ankara, ABD'ye yanaşıyor!

Bu da kamuoyuna yansımayan gizli anlaşmalar olduğu şüphesini uyandırıyor. ABD, "Fırat'ın doğusuna karışmayın, El Bab, Afrin ve İdlib sizin olsun" mu dedi!

                                                                         ***

Bunlar çok geçmez yakında ortaya çıkar. Bu arada Reyhanlı saldırısının planlayıcısı yakalandı. Türkiye televizyonları, saat başı, teröristin "Emri Suriye istihbaratından aldım" dediğini yayınlıyor.
Anladığım kadarı ile Türkiye'nin Suriye ile anlaşması ihtimali birilerini çok korkuttu ki kamuoyunu yönlendirmek için böyle bir zamanlama seçildi. Üstelik eli kanlı teröriste "Türk devleti büyüktür" dedirtiliyor.

Galiba ABD, algı operasyonu yapmayı sadece FETÖ'cülere öğretmemiş!

Türkiye'nin devlet olarak, sadece kendi çıkarlarını gözetmesi en büyük algı operasyonu olurdu!
Adam yüz felci geçirmiş gibi bakıyor.

Ama bu politikaya devam edilirse, Türkiye felç geçirecek!

"Asıl hedef bu zaten" de denilebilir...


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

‘Peki şimdi nereye?’ - MİNE SÖĞÜT

Lübnanlı yönetmen Nadine Labaki’nin muhteşem filminin ismidir “Peki şimdi 
nereye?” 

Olay Müslümanlarla Hıristiyanların bir arada yaşadığı küçücük bir köyde geçer.
İç savaş yeniden hareketlenmiştir ve iki grubun arasındaki çatışmalar köyün çok yakınlarına kadar gelmiştir. 
Yıllar içinde bu savaşa devamlı kurban vermiş kadınlar yeniden oğullarını ve kocalarını kaybetmemek için savaşın alevlendiği haberini köye sokmama, her an birbirlerine düşman olmaya hazır erkeklere duyurmama kararı alırlar. 
Zaten zor ve geç gelen gazeteleri ortadan kaldırırlar. 
Büyük güçlüklerle çeken tek televizyonun anten bağlantılarını parçalarlar. 
Savaşa dair tüm kışkırtıcı haberlerin önünü keserler. 
Erkeklerin kafasını dağıtmak için eğlenceli bir dalavere tertiplerler. 
Bu uğraşta en büyük destekçileri köyün imamı ve papazıdır. 
İkisi de camiye ve kiliseye yapılan saldırıları canhıraş örtbas ederler. 
Kadınlar ve din adamları... 
Köyün erkekleri buram buram tüten kan kokusunu alıp birbirlerine yeniden düşman kesilmesin diye... 
Savaş çıkmasın diye.... 
Savaş çıksa bile kimse gitmesin diye... 
Artık kimse ölmesin diye... 
Trajikomik bir hikâyenin içinde insanlık tarihini kökünden değiştirebilecek bir bakış açısının soylu, akıllı, vicdanlı, fedakâr ve mantıklı dilini kurarlar. 

“Ama” demeden tüm düşmanlıklardan vazgeçtiğimiz anda gerçek bir barış inşa edilebileceğini çarpıcı bir hikâyeyle anlatan o filmi seyredin. 

O filmin bir gün tüm dünyada ilkokul çağındaki çocuklara ders olarak izlettirileceği günleri düşleyin.
 
Çiçek çocukların fazla iyimser ve dolayısıyla imkânsız gibi kodlanan ama aslında çok karamsar bir gerçeklikten çıkıp baş koyulması gereken en etkili yolu işaret ettiği için mümkün olması elzem sloganını tekrar hatırlayın. 

“Savaş çıkmış ve kimse gitmemiş”. 

Bugün bu sloganı ya da o filmde idealize edilen muhteşem aklı ve sağduyuyu bir fantezi olarak küçümseyen aklın gerçekleştirdiği dünyaya, onun bir cehennem olduğu gerçeğiyle yüzleşmediğiniz için dayanabildiğinizi fark ettiğiniz her seferde iş işten geçmiş oluyor. 

Çocuk cesetlerini kucağınıza alıyorsunuz ve yıkılan şehirler ve iktidarlar yeni ekonomilerle yeniden kurulurken birbirinize soruyorsunuz: 
“Bu savaşın kazananı kim?” 

Ve cevabı bulamadan aynı çarkın içine tekrar giriyor yeni bir savaşa doğru yelken açıyorsunuz. 

Savaş çıktığında savaşa gitmemeyi aklınız almıyor. 
Savaşın hiç çıkmamasını aynı aklınız hiç almıyor. 
O yüzden evde, işte, devlette irili ufaklı her türlü şiddete katlanabiliyorsunuz. 
Ve her türlü çatışmayı doğal sanıyorsunuz. Hemen tarafınızı seçiyorsunuz. 
Bu arada hayata dair anlamlı ya da önemli ne varsa elinizden kayıp gidiyor. İktidarlar arası çekişmelere o kadar aşılısınız ki bu süreçte yaşanan kayıpların hesaplarını asla dönüp iktidarlardan sormak aklınıza bile gelmiyor.
 
Gelelim sadede. 

Okuduğunuz şu gazetede ezelden beri birbiriyle savaşan liberaller ve Atatürkçüler ya da liboşlar ve Kemalist faşistler ya da FETÖ’cüler ve saray darbecileri ya da kötüler ve iyiler ya da iyiler ve kötüler var sanıyorsunuz ya... 

Aslında hiçbiri yok. 

Sadece ezberlenmiş ve genetik hafızayla zamanlardan zamanlara aktarılmış tehlikeli bir iktidar aklı ve kutsal kitaplarla mühürlenmiş bir Habil, Kâbil masalı var. 

Bir de... 

Hani yediğiniz kuzuyla sevdiğiniz kuzu arasında inatla kurmadığınız bir bağ var ya, sevdiğiniz Cumhuriyet’le yediğiniz Cumhuriyet arasında da inatla kurmadığınız bir bağ var. 

Bir gün o bağ kurulduğunda her şey değişecek... Hem de temelden değişecek.

***

Filmin başında, köydeki Müslümanların ölülerini aynı mezarlıkta bir tarafa gömdüklerini, Hıristiyanların diğer tarafa gömdüklerini anlarız. 

Filmin sonundaysa, tüm köy halkı sırtlarında savaşta ölmüş Müslüman bir gencin tabutu, aynı mezarlığa gelirler ve birbirlerine bakarak sorarlar. 

“Peki şimdi nereye?” 

Biz maalesef filmin hep ama hep başındayız.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Prof. Dr. Boratav: Ekonomi politikaları duvara tosladı - Mustafa Çakır

Büyümenin yavaşladığı ülke için Prof. Dr. Korkut Boratav’dan ekonomi yönetimine eleştiri geldi. İktidarın ekonomi propagandasının duvara tosladığını belirten Boratav, gelecek yılın zor geçeceğinin altını çizdi.


İktisatçı Prof. Dr. Korkut Boratav , ekonomide “durma ve küçülme” döneminin geldiğine dikkat çekerek, “Önce sıfır büyümeye sonra da küçülmeye geceçek ekonomi. Şu anda sıfır büyüme içindeyiz zaten” dedi.

Seçim ekonomisinin krize sürüklediğine işaret eden Boratav, dış kırılganlığı son derece artmış bir ekonomide talep genişleyici politikaların “duvara toslamasının” kaçınılmaz olduğunu vurguladı. Boratav, iktidarın büyük progapanda kampanyalarına vesile olan büyüme tempolarının da artık tarihe gömüldüğünü belirtti. Boratav, emekçilerin de haklarını savunmak zorunda olduklarını anlatarak gündemi ilişkin değeğerlendirmeler yaptı.

İkinci çeyrek büyümesi 5.2 oldu bu ne anlama geliyor?
- Genel bir sorun var. Genel problemler arızalı olarak sisteme yerleşti. Şimdi bu yeni yöntemde yapılan hesaplama aslında diğer belirtilerle tutarlı. Sadece sanayide küçülme sinyalleri henüz istatistiklere yansımadı. Diğer sektörlerde de küçülme sinyalleri kuvvetle belirdi ama hepsi hazirandan sonra yoğunlaşıyor. Dolayısıyla bu 5.2’lik büyüme oranı eski ivmenin devamıdır. Yani önce parasal yani kredi, sonra da kamu maliyesinin pompalaması ekonomiyi hazirana kadar güçlükler içinde ileriye sürükledi. Şimdi artık durma ve küçülme dönemi geldi. Önce sıfır büyümeye sonra da küçülmeye geceçek ekonomi.

Duvara tosladı

Artan işsizlik , yüksek enflasyon , cari açık ve döviz kuru. Ekonomi bu noktaya nasıl geldi?
- AKP hükümetinin birikmiş neoliberal politikalarının nihai yansıması olarak ekonomiaşırı kırılgan hale geldi. Seçim ekonomisi koşulları da kriz ortamına sürükledi. Yani dış kırılganlığı son derece artmış bir ekonomide, talep genişleyici politikaların bir duvara toslaması kaçınılmazdır. İşte bu toslamayı yaşıyoruz şimdi. Dışarıdan gelen sermaye akımları geriye döndü veya çok yavaşladı. Ekonomiyi küçülten ana çerçeve bunlar.

Yukarıda belirsizlik ve kararsızlık var

Ekonomideki kriz daha ne kadar devam eder ? Kolay çıkılabilir mi?

- Genellikle 12 ay filan küçülme normaldir. Böyle ortamlarda geçmişte 12 ay civarında küçüldü Türkiye ekonomisi bu tür dönemlerde... Ondan sonra da durgunluk. Yani ekonomide iktidarın büyük propaganda kampanyalarına vesile olan büyüme tempoları artık tarihe gömüldü.

Ekonomide 2019 nasıl geçecek? 
- 2019’un kötü geçeceği aşağı yukarı belli oldu.

 Gelecek hafta işsizlik rakamları açıklanacak. Beklentiniz nedir?
- Artacak tabii, artacak. Biraz gecikmeyle oluyor bunlar. Artık yayınlanacak istihdam istatistikleri de istihdamın yavaşladığını ve işsizliğin arttığını gösterecek.

Daha önceki açıklamalarınızda ‘IMF programı da gündeme gelebilir’ demiştiniz. Hâlâ aynı fikirde misiniz?
- IMF programı IMF ile anlaşma yapılarak da olur yapılmayarak da olur. O programın ana unsurları parasal ve mali daralma ve dış borçların güvenceye alınması. Bu çerçevede hükümet bu baskının cenderesi içindedir. Alternatif dış kaynaklara ulaşacağı da çok şüphelidir. Hiçbir şey yapmaz ise küçülme sertleşecek. Yukarıda belirsizlik, kararsızlık ve tereddüt hali var.

Emekçiler haklarını savunmalı

Ekonomideki krizden en fazla etkilenenlerin başında emekçiler geliyor. Emekçiler ne yapacak? 

- Emekçiler kendilerini savunmak zorunda örgütlü olarak... Sendikalara, meslek odalarına, sol partilere ve çevrelere; emekçilerin kendi haklarını korumak için örgütlenme çabası gündemdedir. Bunların görevi, yaptıkları da budur zaten.

Türkiye’de işçilerde sendikalaşma oranı çok düşük bu konuda ne diyorsunuz?
- Olsun. Olduğu kadar yapacaklar. Veyahut örgütsüz emekçilerin örgütlenmesi öncelik taşıyacak. Yani savunmak zorunda kendisini.

Mustafa Çakır / CUMHURİYET

“Cumhuriyet olayı”: Liberaller, Atatürkçüler, sosyalistler - FATİH YAŞLI

Cumhuriyet gazetesinde yaşananların hararetli bir şekilde konuşulduğu şu günlerde henüz geçen yıl Nuray Mert üzerinden yapılan tartışmayı kaç kişi hatırlıyordur acaba? Ne olmuştu hemen hatırlayalım. Mert önce evrim teorisine karşı, ayetle başlayan bir yazı yazmış, ardından da başka bir yazısında müftü nikâhı uygulamasını savunmuştu. Mert’e verilen tepki yoğun oldu ve gazeteye veda etmek zorunda kaldı. Peki bu sert tepkinin nedeni neydi, Mert bu yazıları örneğin Yeni Şafak’ta yazsa, “bizim mahalle” buna bu kadar sert tepki verir miydi?

Elbette ki hayır. Mert’e verilen tepkinin esas nedeni yazıyı Cumhuriyet’te yazmış olmasıydı. Çünkü Cumhuriyet (o fikri beğenelim ya da beğenmeyelim) bir “fikir gazetesi”ydi, bir geleneği, geçmişten gelen bir yayın çizgisi vardı ve bu yazılar esas olarak o geleneğin, çizginin dışındaydı. Bir yazar, bir fikir gazetesinde, belli bir dünya görüşünün taşıyıcılığını üstlenen bir gazetede yazıyorsa, daha baştan o görüşün anti-tezi olan fikirleri savunmamaya dair sessiz bir söz vermiş demekti. Cumhuriyet de Kemalizm’in ve ondan feyz alan bir laiklik ve aydınlanmacılık anlayışının temsilcisiydi. Dolayısıyla Mert’in Cumhuriyet’te yazmaması gerekiyordu. Nitekim öyle de oldu, gazeteye veda etti.
                                                            •••

Bir süredir Cumhuriyet’te yazan ve Türkiye’de sol liberalizmin merkez mecrası Birikim dergisiyle ismi özdeşleşen yazarlardan biri olan Ahmet İnsel, yönetim değişikliğinden “Cumhuriyet’in fethedilmesi” diye bahsediyor. Şimdi şöyle bir akıl yürütmede bulunalım. Bir grup “Atatürkçü” ya da Birikim’in kırk yıllık yayın çizgisinden uzak birileri Birikim’i birtakım yöntemlerle ele geçirmiş ve dergiyi de başka bir şeye çevirmiş olsun. Bir süre sonra da İnsel ve arkadaşları yine birtakım yöntemlere başvurarak dergilerini bu operasyondan kurtarsınlar ve diğer elemanları dergiden göndersinler. Böylesi bir durumda kim Birikim’i içeriden fethetmiş olurdu? Derginin yayın çizgisini değiştirmek isteyenler mi, yoksa İnsel ve arkadaşları mı?

Elbette ki birinciler ve tam da bu nedenle Cumhuriyet’in ele geçirilmesi ya da fethedilmesinden söz edilecekse, bunu yapanlar yönetimi tekrar alan eski ekip değil –ki birazdan onlar üzerine de bir şeyler söyleyeceğiz- tam da Can Dündar’la birlikte gazeteye gelen ve çoğunluğunu T 24 adlı haber sitesi yazarlarının oluşturduğu liberal ekiptir. Çünkü Cumhuriyet de tıpkı Birikim gibi belli bir geleneğin, dünya görüşünün, adını koyalım Kemalizm’in gazetesidir ve tam da bu nedenle nasıl ki İnsel ve arkadaşları geleneksel olarak Birikim’in “asli sahipleri” ise tekrar yönetimi alan ekip de tarihsel olarak Cumhuriyet’in “asli sahipleri”dir. Dolayısıyla Cumhuriyet’te nasıl ki Mert’in yazması abesse, örneğin İnsel’in ya da Aslı Aydıntaşbaş’ın ve diğer liberallerin yazması o kadar abestir.
                                                            •••

Cumhuriyet’teki kavga, basit bir gazete sahipliği kavgasının ötesinde ideolojik bir kavgadır. Tek tek kişiler ya da onların davranışları, ahlakdışı birtakım yöntemlere başvurulması vs. bunlar ancak bu ideolojik kavganın yansımaları ve daha az önemli parçaları olarak görülebilir. Tarafların kimler oldukları ise nettir. Bir tarafta açıkça liberaller/liberal solcular vardır, öte yanda ise Atatürkçüler/Kemalistler/sol-Kemalistler bulunmaktadır. Taraflarla geçici ittifaklar kurmuş ya da yan yana gelmiş tek tek isimlerden söz etmek mümkünse de, saflaşma böyledir. Bunun sonucunda çok değerli gazeteci arkadaşlarımızın işine son verilmiş olması ya da istifa etmeleri ise saflaşmanın ne üzerinden yaşandığı gerçeğini değiştirmez, o arkadaşlarımız maalesef bu saflaşmanın mağdurları olmuşlardır ve eminim ki işlerinin haklarını vermeye devam edecekleri yeni mecralar bulacaklardır.

                                                           •••

Gazeteye geleneksel çizginin sahip olması iktidar partisini sevindirmiş midir? Liberallere kıyasla bu isimleri ehven-i şer olarak görüyor ve “antiemperyalizm masalı”nı Atatürkçü kitlelere benimsetmekte bu ekibin daha işe yarar olduğunu düşünüyor olabilirler. Yönetimi tekrar alan ekipteki kimi isimlerin, benim “ikinci yetmez ama evetçilik” diye adlandırdığım şekilde buna teşne olduğu da söylenebilir. Öte yandan tüm bunlar iktidarın gazeteye yönelik doğrudan bir operasyonu mudur? Hiç sanmıyorum. Tarihsel çizginin ve geleneğin mekanizmalarının ağır bastığını söylemek daha mümkün görünmektedir. Peki gazete iktidar çizgisinde mi yayın yapacaktır? Bu sorunun yanıtı için de henüz erkendir. Az önce söylediğim üzere “antiemperyalizm masalı” üzerinden tıpkı Aydınlıkçılar gibi bir tutum alabilirler, ancak öte yandan gazeteyi Kemalist bir muhalif çizgiye oturtmaları ihtimali de vardır ve bunu zaman gösterecektir.

                                                            •••

Türkiye’de sosyalist sol güçlenmediği sürece, dönem dönem iktidarla iş tutmakla sabıkalı bu iki çizgi, muhalifler arasındaki tartışma ve saflaşmalara damgasını vurmaya devam edecektir. Sosyalistlerin Cumhuriyet’teki yönetim değişikliğine sevinmesini gerektiren bir durum yoktur, öte yandan liberallerin arkasından ağıt yakmayı gerektiren bir durum da söz konusu değildir. Sosyalistler kendi işlerine bakmalı, güçlü bir özne, güçlü bir aktör olma çabasında yoğunlaşmalıdır.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

"Başkan"ın makalesi... - AHMET TAKAN

R. Erdoğan, 73. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu çalışmalarına katılmak üzere 23-27 Eylül 2018 tarihleri arasında ABD'ye gidecek. Erdoğan, Kırgızistan dönüşünde uçakta kabin ekibi gazetecilere 25 Eylül'de New York'taki BM Genel Kurulu'nda ABD Başkanı Donald Trump ile görüşme konusunda talep gelmediğini, kendisinin de özel bir talepte bulunmayacağını açıklamıştı. Kapı arkası diplomasisi ile her yolu deneyen fakat Amerikalıların kendisine olan kızgınlığını bir türlü gideremeyen Erdoğan, "Dünya Esed'i durdurmalı" başlığı ile Wall Street Journal gazetesine makale yazmış. Bu gazetenin bir özelliği de finans çevrelerinde çok etkili olması...

O yazının analizine geçmeden önce 10 Eylül tarihinde, Erdoğan'ın danışman ve metin yazarlarından biri olan Aydın Ünal'ın "İdlib ve Srebrenica" başlıklı yazısından bazı bölümlere dikkatinizi çekeceğim.

" * İdlib'deki manzara Srebrenica'ya benziyor; inşallah İdlib'in akıbeti Srebrenica gibi olmaz.

* İdlib, Esed'in eline öyle ya da böyle geçecek.
* Şunu da görmemiz gerekiyor: İdlib, Türkiye için bu aşamadan itibaren sadece insani bir mesele olmaktan ibarettir. Türkiye'nin buradaki kazanımı, sivillerin korunması ve tahliyesi olacaktır. İdlib, öyle görünüyor ki, Esed yönetiminin kontrolüne girecek, Esed Suriye'deki iç savaşta hâkimiyetini daha da güçlendirmiş olacaktır.
* Rusya, İran ve Esed, Suriye'nin kuzeyi için ABD ile savaşacaklar mı, yoksa burada bir PKK terör devletine göz yumup anlaşacaklar mı?
* İdlib sonrası savaş bitip taraflar anlaşsalar da, çatışmaya devam da etseler, Türkiye için önümüzdeki süreçte çok zor denklemler kurulacak.

* Türkiye, ya İran ve Rusya ile birlikte 'Esed lehine' ABD ve NATO'ya karşı savaşacak, ya da sınırının ötesinde ABD eliyle, İran ve Rusya desteğiyle bir PKK terör devletinin kurulmasını izlemek zorunda kalacak.

Kansız olsun da, İdlib'in düşmesi çok sorun değil; yeter ki son kale Türkiye düşmesin..."
Evet!. Saray danışmanı yazar, Suriye politikasının iflasını bu şekilde acı acı itiraf ediyor.

                                                                          ***

Erdoğan'ın baştan sonra mağdura yattığı Wall Street Journal'daki makalesini satır satır yorumlamayacağım. Erdoğan'ın BM Genel Kurulu'ndaki konuşmasının provası sayılacak bu yazı, içine düşülen çaresizliğe ayna tutuyor. Kısa alıntılarla devam edelim;
" * Suriye halkının acısını hafifletmek için olağanüstü çaba gösteren Türkiye, bugün yaklaşık 3.5 milyon mülteciye, yani diğer ülkelerin tamamından daha fazla kişiye, ev sahipliği yapmaktadır.
* Suriye halkını, Beşşar Esed'in insafına terk edemeyiz. Rejimin İdlib'e yönelik taarruzunun amacı, gerçekten terörle mücadele etmek değil, gelişigüzel saldırılarla muhalifleri ortadan kaldırmak olacaktır. Bu rejim saldırısı, aynı zamanda Türkiye, Avrupa'nın geri kalanı ve ötesi için ciddi insani riskler ve güvenlik riskleri oluşturacaktır.
* Bugüne kadar kimyasal saldırılara odaklanan ABD, bu keyfî ölüm hiyerarşisini reddetmesi gerekmektedir. Zira konvansiyonel silahlar, çok daha fazla ölüme sebebiyet vermiştir. Ancak yaşanacak katliamı durdurma sorumluluğu, yalnızca Batı'ya ait değildir. Astana Süreci'ndeki ortaklarımız Rusya ve İran da insani bir felaketi önlemekle yükümlüdür."

Buna benzer bir konuşma BM Genel Kurulu'nda alıcı bulabilir!.. Gittiği her zirvede, diplomatik kanalların varını yoğunu Trump ile 2 dakika baş başa fotoğraf vermek için seferber eden Erdoğan, bu yazı ile önceden "bana bir fırsat daha verin", " ilişkilerimizi düzeltmek için az bir yer açsanız bu da bana yeter" mesajları veriyor. "Moskova ve Tahran'a yüzümü döndüm ama Washington'a tekrar dönebilmek için bakın elimden geleni yapıyorum" diyor. Bir yandan da BM'de ilgiyi üzerine çekmek için mağduriyetin yanı sıra insan hakları savunuculuğuna oynuyor. En azından, Suriye'nin işgali için çapulcu peşmergeleri, Türk topraklarından PKK/YPG'ye yardım etmesi için geçirdiğinin unutulduğunu zannederek. Erdoğan, Putin'in kendisinden El-Nusra'nın Halep'i terk etmesi için rica ettiğini açıkladığını, "arkadaşlarımıza gerekli tavsiyeyi verdik" dediğini sonra bu teröristlerin İdlib'e yerleştiğini de unuttu herhalde!..

Kral çıplak!..
Tam 16 yıl boyunca iç politikada her türlü mağduriyet politika ve oyunları denendi ve başarılı olundu. Dış politika ise "heyt", "hüyt" ve kesilen raconlarla yürütülmeye çalışıldı. Ve deniz bitti... Duvara tosladık!.. Şimdi, dış politikada kabadayılık stratejisinden dönüş yapılmaya çalışılıyor mağdura yatılarak. İçeride pekala yutturulur da dışarıda yer mi?
Sanmıyorum...
Aydın Ünal'ın dediği gibi, Türkiye bir PKK terör devletinin kurulmasını izlemek zorunda mı  kalacak?...
Başka fedakârlıklarda da bulunabilir miyiz?..
Erdoğan, etkin finans çevrelerinin yakından takip ettiği Wall Street Journal'a neden yazdı?.. Yoksa bu ayrıntıya mı takıldınız?..
Tekrar Halkbank için pazarlık masasına oturma zorlamaları olabilir mi?..
Sakın ha!.. Bana, hapiste yatan Hakan Atilla'nın takası için demeyin. Adamcağız -hafızam beni yanıltmıyorsa- 1 yıllık hapis cezasını tamamlayıp Türkiye'ye dönecek.
Tahran'da canlı yayında gerçekleşen rezaletin ardından bu 2 makalenin izdüşümlerine dikkatlice bakın.

Hatay'ın kaybedilme riskini yazdığım için bana söven okur kılıklı troller... Size de söylüyorum!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Öne Çıkan Yayın

"İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor" + İki manşet ve pis bir iş - EVRENSEL-

" İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor"-Yücel Özdemir- İsrail’in Ortadoğu’da yaptıklarını en iyi Almanya Başbakanı Friedrich Merz’...