Balkan Savaşı’nın 106. yıldönümü - Doç . Dr. HÜNER TUNCER

Balkan Savaşı, Osmanlı Devleti’nin birçok bölgede savaştığı süreçte başlamış, devletin çöküşünde önemli rol oynamış, geriye dönülmez sona yaklaştırmıştır.

8 Ekim 1912 tarihinde Balkan devletlerinden Karadağ’ın Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilanıyla Balkan Savaşı başlamıştı. Balkan Savaşı, Mustafa Kemal’in sözleriyle, Osmanlı Devleti açısından korkunç bir bozgundu. Mustafa Kemal, Balkan Savaşı’nı şöyle değerlendirmekteydi: “Tarihte hiçbir ordu bu kadar kısa zamanda bu kadar kötü dağılmamıştı. Bunda öncelikle Merkez’in ordular üzerindeki zaafının, etkisizliğinin, komutanlar ve birlikler arasındaki koordinasyon yokluğunun, ilk hareketlerin hedefsizliğinin, bu nedenle askerin moral çöküntüsü içinde olmasının, bilgisizliğin, yetersizliğin ve en önemlisi, politikanın ordu subayları arasında neden olduğu parçalanmanın önemli rolü olmuştu.”

Çağın durumu 
Balkan Savaşı’nın başında Osmanlı Devleti’nin durumuna kısaca göz atmakta yarar var. Padişah V. Mehmet (Reşat), 21 Temmuz 1912’de sadrazamlığa dürüst bir asker olarak tanınan Gazi Ahmet Muhtar Paşa’yı getirmişti. Tarihte “Büyük Kabine” olarak bilinen Hükümeti’ne Ahmet Muhtar Paşa İttihat ve Terakki’den kimseyi almadı. “Büyük Kabine” iktidarda kaldığı sürece, İttihat ve Terakki devlet yönetiminde etkili olamamıştı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti, savaş yönetecek bir hükümette bulunması gereken niteliklerden hiçbirine sahip değildi. Bu hükümet, İttihat ve Terakki Partisi’ne karşı yürütülen ülküsüz bir muhalefetin savaşımı sonunda kurulmuştu. 

Osmanlı Ordusu ise, Balkan Savaşı arifesinde acınacak bir durumdaydı. Ordunun örgütü ve eğitimi yetersizdi. Alaylı subaylar ordudan çıkartılmış; ancak, okuldan yetişen subayların azlığı nedeniyle, alaylı subayların yerleri doldurulamamıştı. Ordunun geri hizmeti, iletişim ile sağlık hizmetleri de perişan denecek durumdaydı. Savaşın ilk günlerinde erler ve hatta komutanlar açlıktan feryat etmeye başlamıştı. Savaş sırasında telgraf iletişimi adeta durmuştu, çünkü telsiz telgraf makinelerini kullanabilecek kimse yetiştirilmemişti. Keşif uçakları pilot yokluğu nedeniyle kullanılamamaktaydı. Savaş sırasında ileri hatlar için hiçbir sağlık örgütü kurulmamış ya da bu doğrultuda hiçbir önlem alınmamıştı. 

Ünlü Osmanlı tarihçisi Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal’a göre, savaşın ilan edildiği gün Sadrazam ile Harbiye Nazırı, Osmanlı Ordusu’nun sayısı hakkında bile kesin bir bilgiye sahip değildi. 

Osmanlı Devleti, Balkan devletlerine karşı savaşı 16 Ekim 1912’de ilan etmişti. Osmanlı Genelkurmay’ı, Balkan Savaşı’nı İstanbul’daki Birinci Ordu ve Selanik’teki İkinci Ordu’yla yaptı. Seferberlikle birlikte İstanbul Ordusu “Doğu Ordusu”, Selanik Ordusu da “Batı Ordusu” isimlerini almıştı. Doğu Ordusu, Trakya’da Bulgar Ordusu’na karşı; Batı Ordusu da, Makedonya’da Sırp, Yunan ile Karadağ Ordularına karşı savaştı. Osmanlı Genelkurmay’ı ile Hükümeti’nin hazırladığı plan çerçevesinde; Osmanlı Ordusu, Makedonya’da savunmaya çekilecek ve kademeli geri çekilme ile savunma savaşı yapacak, eldeki mevcut kuvvetlerin çoğunluğu Edirne ile Trakya’da tutulacak ve bu bölge ne pahasına olursa olsun savunulacak; Bulgar Ordusu ile sert savunma ve siper savaşları yapılarak Bulgarların gücü kırılacaktı.

İlk çatışma 1912’de 
Balkanlar’da ilk silahlı çatışma, 8 Ekim 1912’de, Balkan devletlerinin en güçsüzü olan Karadağ’ın Osmanlı Devleti’ne savaş ilanıyla gerçekleşmişti. Karadağ Kralı I. Nikola, hanedanının itibarını yükseltmek ve belki de Güney Slav halklarının doğal lideri olarak Sırbistan’ın yerine geçebilmek gerekçeleriyle bu savaşı başlatmıştı. 

Osmanlılara karşı savaşta Karadağ’ın iki önemli hedefi vardı; bunlardan biri, Sırplarla isteklerinin çeliştiği Yenipazar Sancağı’nı ve Kosova’yı ele geçirmek; diğeri de, Kuzey Arnavutluk’ta bulunan İşkodra’yı fethetmekti. İşkodra’yı ele geçirmekle Karadağ, Drina Nehri’nin güneyine değin Arnavutluk’a egemen olabilecekti. İşkodra kalesinin komutanı Hasan Rıza Paşa’ydı. 18 Ekim günü Karadağ’ın Balkan müttefikleri de Osmanlı’ya karşı savaşa katıldılar. Karadağ güçleri 20 Ekim’de İşkodra’yı kuşatmış; ancak Karadağlıların, 28 Ekim’de kenti ele geçirme girişimleri Osmanlı savunması karşısında etkisiz kalmıştı. Hasan Rıza Paşa, kaleyi Karadağ güçlerine teslim etmedi. Sırp güçleriyle takviye edilen Karadağ güçleri, İşkodra’ya 7 Şubat 1913’te büyük bir taarruzda daha bulunmuş; ancak, Osmanlı direnişini kıramamıştı. 

Karadağ’la savaşın ertesinde Makedonya’da; Yunanlılarla Sarantaporon (Sarantaporos) Muharebesi (9- 10 Ekim 1912), yine Yunanlılarla Serfiçe Muharebesi (21-23 Ekim 1912) ile Yenice Muharebesi (1-2 Kasım 1912), Sırplarla Kumanova Muharebesi (23- 24 Ekim 1912), yine Sırplarla Pirlepe Muharebesi (3-5 Kasım 1912) ile Manastır Muharebesi (15-18 Kasım 1912) yapılmış ve Londra Barış Konferansları (16 Aralık 1912-28 Ocak 1913) ile Balkan Savaşı’nın ilk aşaması sonlandırılmıştı.  

Doç . Dr. HÜNER TUNCER / CUMHURİYET

Evet ama yetmez ( I-II) - ÖZDEMİR İNCE

(I)
Yetmez ama evetçiler, eylem ve tasarılarına “evet” dedikleri tarafın (AKP iktidarının) o sırada “Evet ama yetmez!” diye düşündüğünü elbette bilmiyordu. Yetmez ama evetçiler bilmiyordu ama onların bilemediğini, bilmek istemediğini bilenler vardı. Bilenlerden biri de bendim ve 11 yıl önce şunları yazmıştım: 

“Bu arada 1923’ten 1950’ye kadar yeraltında mücadele veren İslamcılık, 1950 ile birlikte kozasından çıkmış, tarikatlar ve cemaatler marifetiyle politikaya girmişti.Önce merkez sağda bir asalak varlık olarak yaşadı ve sonunda 22 Temmuz 2007 seçiminde merkez sağı ve sağı yok etti. 1980’den sonra İslami sermayenin örgütlenmesi ve Anadolu ekonomisini ele geçirmesi sürecini çok iyi tahlil etmek gerekiyor. Bu yöntemle kendi eğitim-öğretim, medya (radyo-televizyon), basın-yayın, yayıncılık, tatil ve turizm, reklamcılık ve eğlence sektörünü kurdu ve kendi ‘paralel’ toplumunu yarattı. 
Şimdi sıra AKP ile başlayan sürecin tamamlanmasında. Yani Cumhuriyet’in İslamileştirilmesinde. AKP’nin yeni iktidar döneminde bu sürecin basıncının arttığını göreceğiz. Sarı saçlarını savurarak AKP’nin zaferini kutlayan güzel kızlar gazetelerde yayımlanan fotoğraflarını çok iyi saklasınlar. On yıl sonra hasret ve esefle bakacaklar.” (Hürriyet, 04.08.2007) 

Bugün (5 Ekim 2018), o sarı saçlarını savurarak AKP’nin zaferini kutlayan güzel kızlar gazetelerde yayımlanan fotoğraflarına bakarak o günleri hasret ve esefle hatırlamaktadırlar. “Evet”çilerin zafer sarhoşluğu içinde yaşadıklarını, yağma Hasan’ın böreğinden, devlet denizinden paylarını alarak sınıf atladıklarını, zenginleşerek semirdiklerini görüyoruz. Çaktırmadan alafranga takımına özenseler de bildikleri yolda kaz adımlarıyla yürümekteler. 

Cumhuriyetçilere gelince, Cumhuriyet’in vefasızlıklarına, karşı devrimin intikam işkencelerine alışkın ve şerbetli. Acıyan “Yetmez ama evet”çilere acısın. Çünkü gözleri, ihanetin üzerinden geçen zamana karşın, hâlâ Cumhuriyet’in çöplüğünde. Ama önce tedavi olmaları gerekiyor. Tedavi olmak istiyorlarsa, hastalıklarını açıkca itiraf ve kabul etmeleri gerekiyor. Tıpkı alkolikler ve kumarbazlar gibi. Alkoliklerin alkolik, kumarbazların kumarbaz olduklarını kabul etmelerinden sonra tedavi evresinin başlayabilmesi gibi. Yetmez ama evetçiler de Cumhuriyet’e ihanetlerini itiraf ve kabul edecekler. Başka çare yok.

Bunlar ihanetlerini itiraf etmeden ve aleni günah çıkarmadan, yüksek sesle özür dilemeden ruh ve beyinlerini hastalıktan kurtaramazlar. Ferahlamayan toplum da gerilimden kurtulamaz. Ancak bunların bir huyu var ki AKP’ye ve Başyüce’ye benzerler. Kendilerini her şeye yetkili görürler ama yaptıklarında hiçbir sorumlulukları yoktur. Suçlu başkalarıdır, aldatılmışlardır. 

Aralarından birinin çıkıp, AKP ve Başyüce’ye hayran olup inandıkları için aldandıklarını itiraf ettiği görülmedi. 

Benim “Ana rahmine haklı düşenler”“Şoför mahallinde oturmayı sevenler”“Vitrin tutkunları” diye tanımladığım bu insanlar, AKP kurucularının İslamcı gömleklerini çıkardığını iddia ettikleri sırada ben İslamcılığın gömlek değil deri olduğunu yazıyordum. Onlar gelecek kaygılarımızı “bölünme ve şeriat devleti paranoyası” olarak tanımlarken, teokratik devlet fesadına gönüllü hizmet ediyorlar ve “evet!” demenin de bir gün yeterli olmayacağını düşünemiyordu. 

Kırk yıldır söyleyip yazıyorum: Sol psikiyatri kliniği değildir. Solcu yenile yenile pişer. Ne zaman kazanacağını bilmeden yoluna devam eder. Yenilince küsüp sola düşman kesilmez! 
                                                                *
(II)

Utanmıyorlar, şımarıklıkları, kullanışlı budalalıkları devam ediyor. Ancak olan-bitenin, içinde bulunduğumuz siyasal gerçeklerin farkında bile değiller. Toplumda somut bir yerleri olmayacağının farkındalar artık; aşağılık duyguları giderek büyüyor. Fırsat çıkıp da yandaş basında önlerine kemik atılırsa şöyle konuşuyorlar: 
“Bugün kendini ‘Atatürkçüyüm’ diye tanımlayan birçok kişi aslında son derece tutucu. ‘Ben Atatürkçüyüm’ diyenlerin geçmişte yaptığı birçok hata var aslında. Mesela ‘Atatürkçüyüm’ diyenler geçmişte dindarinsanları aşağıladılar, ‘Başörtüsünden dolayı bunlar üniversiteye gidemez’ dediler.”

***

“Din, İman, Masa, Kasa” (Tekin Yayınları) adlı kitabımı aranızda okuyanınız var mı acaba? 
Kitabın önsözünden birkaç satır: “Bir toplantıda din madrabazlardan biri, CHP’nin tek parti döneminde, uğradıkları zulmü konuşmacıya laf atarak hatırlatmış. Bunun üzerine konuşmacı laf atana sormuş: 
‘Hangi ibadeti yapmak istedin de yapamadın? Namaz mı kılamıyordun, hacca mı gidemiyordun? …’ 
Madrabaz, konuşmacıyı yanıtlamış: ‘İbadeti yasaklamaya gücünüz yetmez. Siz bizi masadan ve kasadan uzak tutuyorsunuz.’ 

Müthiş bir yanıt. Hiç duymamıştım... Yani tüm dertleri masaya ve -özelikle de- kasaya yanaşmakmış. Bunu yapamadıkları için gerçekten de ‘zulüm’ gördüklerine, acı çektiklerine inanıyorum. Düşünsenize, kasa orada, başkaları (Örneğin: ANAP, DYP) yanaşmış ama bunlar yanaşamıyor. Bu ‘zulüm’ değilmi, onlar açısından?”

***

Cumhuriyetçilerin (Atatürkçüler ve Kemalistler) dindarları aşağıladığı iftirasının nedeni böyle işte. Cumhuriyet düşmanı mütegallibe tarafından kışkırtılan halkın hurafeci (dindar) kesiminin okuryazardan gocunması çok doğal. Cumhurbaşkanı’nın seçkin (elit) düşmanlığı hâlâ devam etmiyor mu? Bunlar, Cumhuriyet’in kuruluşunun üzerinden daha bir yıl geçmeden ayaklanmaya kalkışmışlardı. Aşağılık duygusunun, ruhsal engelliliğin kaynağı insanın kendi özündedir. Cumhuriyet kimseyi horlamamış, tersine kaynaşmış bir kitle saydığı toplumu, başta kadınlar olmak üzere, yüceltmiştir. 

Türban yalakalığına gelince: Türban bir yerel başörtüsü değildir, siyasal İslamın evrensel simgesidir. İslamla hiçbir ilişkisi yoktur. Solu psikiyatrı kliniği haline getirenler cumhuriyetten intikam almak için “türban”a sahip çıktılar. Şimdi 5 yaşındaki kızlara türban vuruyorlar. Sesleri çıkmayan ‘yetmez ama evet’çilerin utanmaları gerek. 
Kırk yıldır, İslam dininin, Kuran’ın “baş örtmek”ten söz etmediğini kanıtlayarak yazıyorum. Siyasal İslam gericiliğinin ülkeyi ele geçirdiği günümüzde bile ‘Sol’un ruh hastaları özgürlük adına türbanı savunuyor. İslamın müzmin hastalığının siyasal kökten dincilik (entegrizm) olduğunu görmemek için, galiba, Cumhuriyete karşı alerjik hasta olmak gerekiyor.
***

Gelelim şu “Kendilerini Atatürkçü sayanların son derece tutucu” olmaları iddiasına. “Tutuculuk” da “statükoculuk” gibi bir şey. Neyi tuttuğuna, neyi statüko kabul ettiğine bağlı. “Eğer bir hareket, toplumu ileriye taşıyıp dönüştürme perspektifine sahipse, koşulsuz ve ikircikli olmayan tarzda sosyal ilerleme perspektifine sahipse ve öyle hareket ediyorsa, o hareketilericidir.” (Samir Amin, “Modernite, Demokrasi ve Din”, Özgür Üniversite Kitaplığı, s.87) 

“Ana rahmine haklı düşenler”in, “psikiyatri kliniği solcuları”nın ailelerinden gelen kuyruk acılarının, kendi deneyimlerinden kaynaklanan Cumhuriyet düşmanlıklarının artık tedavisi yok. İyice geçirimsiz (imperméable, duyarsız) duruma geldikleri için faşistleştiklerinin farkında bile değiller.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Asr-ı Saadet - ORHAN GÖKDEMİR

Asr, devir, çağ demek. Saadet, malumunuz, mutluluk anlamına geliyor. Rivayet o ki, peygamber “insanların en hayırlısı benim asrımda yaşayanlardır” buyurmuş. Buyruk uyarınca Milattan Sonra 7. yüzyıl Arabistan’ı bir kayıp cennet olarak anılmaktadır, asr-ı saadettir.

Nedir asrın özelliği? 
Kölecilikten, kabile toplumundan feodalizme geçiş. Kurallar, ölçekler değişmektedir. Köleciliğe sınır getirilmiştir, kadınlar alınıp satılan bir mal olmaktan cariyeliğe, çok eşliliğe evirilmişlerdir. Kabile devlete dönüşmeye başlamıştır.

Fakat nihayetinde her şey o asırlarda Arap çölünde nasıl olabilirse öyledir. Turan Dursun ödüllü ilahiyatçı Arif Tekin’in “Bilinmeyen Yönleriyle Hz. Muhammed’in Ölümü” adlı kitabına bakın, asrın saadetinin nasıl bir şey olduğunu hemen anlayacaksınız. 

Özetleyeyim; saadetin sebebi olarak gösterilen peygamber iktidar hırsı yüzünden kendi yakın çevresi tarafından defalarca suikasta uğramış, öldürülmüş, cinayete kurban gitmiştir. Hayber’de zehirlenmiş, Tebük’te suikasta uğramış, girişimler veda haccı dönüşünde tekrarlanmış, hasta yatağındayken ilaç yerine zehir verilmiştir. Öldüğünde cesedi günlerce ortalıkta kalmış, sonunda insafa gelen bir avuç Müslüman tarafından lütfen toprağa verilmiştir. O sırada en yakınları çardak altında toplanıp mirasın nasıl paylaşılacağını müzakere etmektedirler.

Arkasından gelen halifelerden de eceliyle, yatağında ölen yoktur. Ebubekir cinayete kurban gitmiş, Osman Müslümanlar tarafından linç edilmiştir. Ali ve Ömer de benzer bir akıbeti paylaşmıştır. Neden? Çünkü ortaya paylaşılacak yeni bir iktidar odağı ve el değiştirecek yeni servetler çıkmıştır. Nihayetinde din savaşı gibi görünen ne varsa hepsi maddi paylaşım savaşıdır. Varsa bir saadet, o paylaşımdan en büyük payı alanlarındır.

                                                                 ***

Peki, bu tarihte saadet hiç yok mu? Olmaz olur mu?

Muhammed'in vefatından sonra, İslam dünyasını seçimle gelen devlet başkanları yönetti. Daha Halife Ömer zamanında Müslümanlar arasında hızlı bir zenginleşme ve lüks bir yaşam göze çarpıyordu. Ömer’in bir suikasta kurban gitmesinin ardından koltuğu devralan Osman, peygamberin düşmanı Emevi kabilesindendi. İslam’a en çok direnenler böylece İslam dünyasının muktediri oldular.

Halife Ali’yi öldürerek iktidar koltuğuna oturan katip Muaviye, halifeliğini tanımayanları sert bir biçimde bastırdı ve iç karışıklıklara son verdi. Halifeliği askeri birlikler tarafından ilan edilmişti; böylece ismen var olan bu kurumu yeniden bir kurum haline getirdi. Ardından yeni fetihlere girişti. Bu, devlettir. Halifelik merkezini Mekke’den Şam’a taşıdığını biliyoruz; pek çok mabet yaptırdığını da. Başkent değişmişse, din de değişmiştir diyebiliriz. Mekke karşısında Şam, iktidarın artık dinden değil, güçten geldiğinin işaretiydi. Nitekim Muaviye’nin ölümünün ardından çıkan iç karışıklıklar sırasında Yezid’in birlikleri Mekke’yi kuşatarak mancınıklarla taşa tuttu. Hacer-i Esved isabet alarak parçalandı: Kâbe yıkıldı.

Emeviler dine yaslanarak bir Arap devleti kurdular. İktidar alanlarını genişletmeyi İslam kurallarını yerine getirmekle özdeşleştirmişlerdi. Dini kurallara pek uymadıklarını ve pek az Müslüman göründüklerini biliyoruz. Dönemlerinde saadet vardır ama din yoktur
Sonra peygamberin amcası Abbas Bin Abdülmuttalip'in soyundan gelen Abbasiler, Emevi yönetimine karşı ayaklanarak 750'de halifeliği ve iktidarı ele geçirdiler. Emevi şeflerinden seksen tanesi bir ziyafet bahanesiyle bir araya getirilip öldürüldü. Bu tarihten başlayarak Abbasiler 1258'e kadar İslam dünyasının büyük bölümüne egemen oldu.

Abbasi Devleti, Harun Reşid döneminde en geniş sınırlarına ulaştı. Harun Reşid, Binbir Gece Masallarına konu olan görkemli saltanatını Bermeki ailesine borçluydu. Bu aileden Bermeki Yahya ve iki oğlu, vezir olarak Abbasi Devleti’ni 17 yıl boyunca fiilen yönetti. Yahya, içkiyi ve âlemi çok severdi. Yedi karısı, birçok cariyesi, onbir oğlu ve onyedi kızı vardı. Cömertti, şiiri severdi, şairlere paralar dağıtırdı. Dönemi İslam’ın lale devriydi. Abbasilerin son döneminde Türkler, devletin silahlı kuvvetlerinde Arapların yerini almaya başlamıştı. Halifelik, din, iktidar, her şey artık onların kontrolündeydi. Kendi iktidarlarıyla, dinin iktidarını birleştirdiler. Hangisinin daha dünyevi olduğu hala tartışmalıdır. Özetle Abbasi döneminde de saadet bol ve fakat din pek azdır.
Dine dayanarak devlet oldular, önlerine çıkan bütün toprakları yağmaladılar ve serveti çoğalttılar. Böylece saraylarında müthiş bir saadet ortaya çıktı. Dini hiçbir kurala aldırmaksızın, sınırsız sorumsuz bir varsıl hayatı sürdüler.

Kısa İslam tarihidir. Böyledir, saadet varsıllar için, şeriat yoksul kalabalıklar içindir.

                                                                 ***

Döndük başa. Din çoğalıp ahlak azaldıkça kayıp asr-ı saadet dönemine özlem artıyor İslamcılar arasında. Selefiler bu krizden kurtulmanın, dini aslına döndürmenin yolunun asr-ı saadete dönmek olduğuna inanıyor mesela. Muhammed’in ölümünden sonra geçen 1300 yılı aşkın tarih onlara sorulursa bir yozlaşmadan ibaret. Bazı İslamcılar toleranslı, saadet dönemini dört halife devrine uzatıyor. Bir de bizim antikapitalist Müslümanlar var. Onlar için de İslam’ın mutluluk çağı 632’de nihayete eriyor. Sonra? Sonrası İslam’dan uzaklaşma, dinden çıkma devri.

Hâlbuki her şey gibi inançlar da evrime uğruyor, değişiyor, dönüşüyor. Arap çölünden esinini alan inanç Bağdat’a, Şam’a ulaştığında oradaki eski inanç sahiplerinin süzgecinden geçiyor, yeniden yorumlanıyor, şehre uyarlanıyor. Yeni yollar, tarikler ortaya çıkıyor böylece, Sufilik boy veriyor. Bir köy büyüklüğündeki Mekke’nin, Medine’nin inancı şehirli bir hal alıyor, başka asırlara, başka hayatlara uyum sağlamış oluyor.

Selefiler siliyor 1300 yılı. Sonra? 7. yüzyıla kesin bir geri dönüş. Başka inançtan olanları boğazla, öldür. Ezidi kadınlarını köle yap, pazara çıkar sat, tecavüz et. Ne bu? Asr-ı saadete dönüş!
                                                                 ***

Bizde de Selefilerin akrabaları iktidarda. Alaşağı ettikleri eski rejimden geriye kalanları paylaşıp hızla zenginleştiler. İddiaları o ki, Selefilerin hayali gerçekleşmek üzere. Yani, ülke olarak yeni bir “asr-ı saadet” döneminin içinden geçiyoruz. Din yayıldı, ahlak azaldı, toplumsal kuralların hepsi yıkıldı. Bir yanda yoksul köleler, diğer yanda şaşalı saraylar yükseliyor. Derin hazların, derin acıların yaşandığı bir cennetin ve bir cehennemin içinde bulduk kendimizi. Gördünüz dindar erkeklerin Haymana’daki havuz fantezisini. 
Kesmediyse, Katar’dan kalkıp konan saray taklidi uçağı hatırlatırım. Bütün bunlar olurken saadetlerinin bir abidesi olsun diye inşa ettikleri havaalanında köleliğe itiraz eden işçilerin birkaçı daha tutuklanıp hapse tıkıldı. Asr-ı saadettir.

Moraliniz bozulduysa düzelteyim. Muktedirimiz bir yol bulmuş, bu kasvetli havayı dağıtacak. Müritlerini görünce, gülümseyerek “meraba, nasıl gidiyor araba” diyor, ortam yumuşuyor.

Ne desek, ne etsek bilemedim. İnandığınız tanrınız saadetinizi arttırsın fakat bizim gördüğümüz moralinizi falan düzeltmez; Çünkü gitmiyor araba, üstelik tekerlekleri havada!

Orhan Gökdemir / SOL

IMF programı, McKinsey denetimi - KORKUT BORATAV

Geçen hafta (soL Haber, 28 Eylül) şunları yazdım: “Yeni Ekonomi Programı (YEP), önceki OVP belgelerinden farklıdır. Ciddi bir niyeti var: İstikrara öncelik veren IMF’siz bir IMF programı  oluşturmak; böylece uluslararası finans çevrelerini yatıştırmak… Ancak, bu IMF programında temel bir sorun var: Malî disiplin ve yapısal uyum hedeflerini izleyen ve uygulamalara  göre kredi dilimlerini serbest bırakan IMF denetimi burada yoktur.


Vurguladığım eksiklik, yani Yeni Ekonomi Programı hedeflerinin “IMF-türü bir denetimden yoksunluğu”,  aynı tarihte (28 Eylül’de) telâfi edildi: Berat Albayrak, YEP’in denetimi için bir ABD şirketi ile anlaşma yapıldığını açıkladı. 
Sonraki eleştiriler, “YEP denetiminin niçin bir yabancı, özellikle ABD şirketine verildiği” sorusu üzerine odaklandı. 
Bu sorgulama haklıdır; ama, çok daha önemli bir dizi soruyu izlemek koşuluyla… O soruları sıralayayım: 
  • YEP hedefleri, IMF’nin Türkiye Raporu’ndan mı alınmıştır?
  • Programın toplumsal maliyeti nedir? Kim yüklenecektir? 
  • YEP  ne vermekte; ne istemektedir? 
  • Denetleme nasıl yapılacaktır? 
  • Ne tür bir ekonomik teslimiyet söz konusudur? 
YEP hedefleri IMF’den alınmıştır
YEP’in hedefleri IMF’nin Nisan 2018 tarihli (18/110 sayılı) Türkiye Raporu’ndan alınmıştır; bu nedenle ona bir “IMF Programı” demeliyiz. 
İki belge yan yana koyulunca, bu tespit kolaylıkla ortaya çıkıyor. Geçen hafta alıntılarla, ayrıntılı olarak karşılaştırmıştım. Örneğin IMF,  kamu maliyesinde millî gelirin yüzde 1,7 oranında daralma önermekte; YEP bu öneriyi (aynen) ana hedeflerden biri olarak benimsemektedir. 

IMF’nin “yapısal uyum” teranesi, Program’da işgücü piyasasında esnekleşme önceliği biçiminde vurgulanıyor.  Bu vurgulamayı, hem IMF belgesinde, hem de YEP’te aynı önlemler izleyecektir: Gelirlerin enflasyona karşı korunmasına son verme, sosyal güvenlik sisteminin revizyonu, kıdem tazminatı “reformu”, özel emeklilik sisteminin otomatikleşmesi, geçici  istihdamın artırılması… 

Başkaları da var: Örneğin, IMF’nin Kamu Özel İşbirliği projelerinin kamu maliyesine aktardığı yüklerin doğrudan merkezî bütçeye taşınması önerisi de YEP’te benimsenmektedir. 

Hedefleri bir yana; sadece “YEP, bir IMF programıdır” tespiti,  Türkiye krizinin itirafı anlamındadır. Klasik IMF reçeteleri bunalım koşullarında gündeme gelir. 
“Yerlilik ve millîlik” iddiasındaki bir iktidar, kriz ortamında emperyalizmin üst kurullarından biri olan IMF reçetelerine (üstelik “çaktırmadan”) sığınmak zorunda kalmıştır.  

YEP: Emek karşıtı bir anti-kriz programı 
“YEP bir IMF programıdır” tespiti,  programın sınıfsal içeriğini de belirlemiş oluyor: Emek-karşıtı bir anti-kriz programı…

Bir kere, sadece kamu maliyesinde millî gelirin yüzde 1,7’si boyutunda kemer sıkmak, küçülmenin alt-sınırını belirliyor: Çoğaltan etkileriyle birlikte ekonomide yüzde 2’yi aşacak bir daralma… Bu etken, TCMB’nin faiz kararının uzantıları ile pekişecektir. Şimdiden yüzde 38’lere ulaşan kredi ve tüketici faizlerinin yatırım ve tüketim harcamalarını bastırarak, üretim, gelir ve istihdamı aşağı çekmesi kaçınılmazdır. 

Bu daralmayı, hâlâ TÜİK istatistiklerinden değil, günlük gözlemlerden ve otomotiv, ayakkabı, inşaat sektörlerinin temsilcilerinden algılıyor, öğreniyoruz.

Türkiye ekonomisinin geçmiş kriz ve daralma dönemlerinde gözlenen bölüşüm şokları, bu kez de gerçekleşecek. İlk darbe işçi sınıfı üzerinde yoğunlaşacak: Artan işsizlik, kayıt-dışılık, reel ücretlerin erimesi, kıdem tazminatlarının,   ücret alacaklarının ödenememesi… 

Bunalımın mağdurları kervanına (başta köylülük olmak üzere) küçük üreticiler, esnaf, KOBİ’lerin birçoğu katılacak. Sermaye, doğası gereği kaygandır; bu sayede krizlerden “sıyrılma, hatta kazançlı çıkma” becerisi söz konusudur. Ama bu ayrıcalık, büyük, oligopolcü şirketlere, banka bağlantıları güçlü olan sermayeye özgüdür. 

YEP’in emek-karşıtı öğelerini ağırlaştıran bir özelliği daha var: 2019’da kamu giderlerinde hedeflenen kesintilerin yüzde 17’si sosyal güvenlik harcamalarında yapılacaktır (YEP, s.5). Daha şimdiden SGK’nın karşıladığı ilaçlar listesi daraltılmakta; sağlık hizmetlerinin “bedelleri” yukarı çekilmektedir. 

Vergilerde 16 milyar TL’lik artış hedeflenmektedir. Ancak, gelir, servet ve kurumlar vergilerinde tahsilat artırıcı reformlar gündemde değildir. Niyet, anlaşıldığı kadarıyla, (“vergi tabanını genişletme” söylemiyle) harcamalardan alınan (dolaylı) vergilere yüklenmektir. 

Bunlara, yukarıda saydığım “yapısal reformlar” listesini (kıdem tazminatı, özel emeklilik vb…)  ekleyiniz: IMF Türkiye Raporu’ndan türetilen YEP, böylece “emek-karşıtı bir anti-kriz programı” oluyor. 

Elbette eleştirilerimiz bu belgeye “hariçten katkı yapan” IMF’ye değil, YEP’i yayımlayan, onun sahibi olan  Cumhurbaşkanlığı’na odaklanmalıdır. Krizi doğrudan doğruya derinleştiren, emekçi sınıflara yıkan özellikleri nedeniyle… 

YEP ne veriyor; ne istiyor?
YEP, bir Cumhurbaşkanı Kararı olarak yayımlanmıştır. Hedeflerinin önemli bölümleri merkezî devlet bütçesiyle ilgilidir.   YEP’ten türetilecek bütçe, yeni rejimde  Cumhurbaşkanlığı’nca hazırlanacak, sadece “kabul veya red” seçeneği ile Meclis Genel Kurulu’na getirilecektir. Dolayısıyla TBMM plan ve bütçe komisyonunda görüşülmeyecek; revizyondan geçemeyecektir.  TBMM adına bütçeyi denetleyecek Sayıştay da devre dışıdır. 

Dolayısıyla YEP’te yer alan ve yukarıda sıraladığım emek karşıtı yapısal uyum öğelerini, sosyal güvenlik harcamalarında kesintileri TBMM içinde eleştirmek, revizyona uğratmak söz konusu değildir. Eleştiri zamanı bugündür ve Meclis dışında odaklanmalıdır. 

Tamamen farklı bir durum da var: YEP, aynı zamanda, Cumhurbaşkanı için büyük öncelik taşıyan yatırım bütçesini 30,9 milyar TL kısmakta; mega projeleri fiilen askıya almakta; “yaren” çevrelerin nemalandığı teşviklerde 14 milyar TL’lik  kesinti yapmaktadır.

TCMB’nin faizleri sıçratmasından bir hafta sonra, Cumhurbaşkanı’nın önceliklerini de önemli boyutlarda zedeleyen bu kemer sıkma ve küçülme programı nasıl hazırlanabildi? Bu iki “aykırı eylem” nasıl sineye çekildi?  

Yanıt, 28 Eylül tarihli yazıda yer alıyordu. Tekrarlayayım: Albayrak, Eylül başında Londra’da dev finans kuruluşlarının yöneticileri ile görüşmüş; (Financial Times’a göre) bütün yatırımcıları dikkatle dinlemiş; gerekenleri hızla kavramış; Türkiye’ye dönüşünde (anlaşılan) Cumhurbaşkanı’nı da hizaya getirmiş; sonuç, TCMB’nin faiz kararı ve YEP olmuştur. 

Cumhurbaşkanı nasıl ikna edildi? Finans çevreleri, Albayrak aracılığıyla, “faizler enflasyonun üstüne yerleştirilmezse, malî disiplin gerçekleşmezse sermaye akımları duracak” uyarısını aktarmış olmalıdır. Yeterince etkili olduğu anlaşılıyor. 

YEP,  malî disiplin ve yapısal reform hedefleri itibariyle bir IMF programıdır; ama bir kredi anlaşması değildir.  Ancak, benzer bir işlevi vardır; Türkiye’yi yönetenlerden  finans kapitale bir çağrıdır: Faiz kararı ve YEP sayesinde ekonomiye istikrar getiriyoruz. Karşılığında da yatırımlarınızı, kredileri canlandırmanızı  bekliyoruz. 

IMF kredileri sağlayacak bir stand-by sözleşmesi yerine, finans sermayesinin fon akımlarını tetikleyecek bir  daralma / istikrar programı üretilmiştir. 

Program nasıl denetlenecek?
YEP’e karşı dış kaynak akımı… Finans sermayesi, bu “örtülü sözleşme”yi benimseyecek mi?

Finans çevrelerinin kritik sorusu bellidir: “YEP’in uygulanması nasıl denetlenecek?”  Yanıtı Albayrak, 28 Eylül’de New York’ta verdi:  “Denetimi sizlerden birine veriyoruz: McKinsey  & Company’ye…

Ayrıntı da eklendi: YEP uygulaması 16 bakanlık temsilcisinin katılacağı bir Maliye ve Dönüşüm Ofisi’nce izlenecek; McKinsey bu ofisin çalışmalarını üçer aylık raporlarla denetleyecek… 

“Ofis”in adı adeta özenle seçilmiştir: “Maliye” öğesi, YEP’in malî disiplin hedeflerini izleyecektir: Yatırım, sosyal güvenlik, teşvik harcamalarındaki kısıntıları, vergilerdeki artışları… “Dönüşüm” öğesi yine YEP’te yer alan neoliberal yapısal uyum / dönüşüm  reçetelerinin uygulanmasını denetleyecektir: İşgücü piyasalarında tüm öğeleri, uzantılarıyla esnekleşme; sosyal güvenlik sisteminde piyasalaşma… 

Aziz Konukman, YEP ile birlikte ortaya çıkan yasal ve yönetsel kargaşayı eleştirdi (BirGün, 24 Eylül). Başka eleştiriler ise, geçmişte TBMM ve Sayıştay’a düşen bütçeyi denetleme işlevinin bir ABD şirketine devredilmesi üzerinde odaklandı.

Kime teslimiyet?
Ben, YEP’in içeriğini eleştirmeyi yeğliyorum. Hedefler, IMF’den alınmıştır. Krizin maliyetini doğrudan ve dolaylı olarak emekçi sınıflara yıkma  programına  “YEP” adı verilmiştir. Programın muhatabı, uluslararası finans sermayesidir. Müfettiş (“denetçi”) olarak da McKinsey şirketi seçilmiştir.  

Bu koşullarda dış sermaye çevrelerini temsil eden; McKinsey raporlarını ortaklaşa değerlendirecek   bir üst kurul (örneğin IMF) yoktur. Türkiye bu bakımdan avantajlıdır. 
Yozlaşmış devletler ile uluslararası şirketler arasındaki danışmanlık anlaşmaları netamelidir. Bir örnek aklıma geldi: Avro’ya geçiş aşamasında Yunanistan ile dev yatırım bankası Goldman Sachs arasındaki anlaşma… Goldman Sachs Yunan yetkililer ile işbirliği yapmış; bütçe ve borç verileriyle oynamış; avro’ya geçişin nicel koşullarını doğrulayan düzmece bir raporu AB  Komisyonu’na sunmuştu. Sahtekârlık, avro krizi patlak verince ortaya çıkmıştı. 

McKinsey,  raporlarında kimi gözetecek? İşvereni (patronu) olan Türkiye makamlarını, Cumhurbaşkanı’nı mı? Ait olduğu cemaati (finans çevrelerini) mi?
McKinsey bağlantısında Tütün Rejisi örneği yanıltıcıdır. Daha yakın örnek, Goldman Sachs-Yunanistan-AB örneğidir. 

Asıl “günah”, McKinsey anlaşmasının evveliyatında yatmaktadır: Türkiye krizinin bir yaratıcısı olan AKP iktidarı (Cumhurbaşkanı), krizin diğer yaratıcısı olan finans kapital ile, bunalımın maliyetini Türkiye’nin emekçi sınıflarına yıkan bir anlaşma oluşturmuştur. 

Önemsiz bir Amerikan şirketine teslimiyetten çok daha vahim bir durum söz konusudur: Hem Türkiye’nin krizini (AKP ile işbirliği içinde) yaratan, hem de (YEP aracılığıyla) yönetmesi hedeflenen finans kapitale, yani emperyalizme teslimiyet… 

Korkut Boratav / SOL

Bana utanmazlığın resmini yapabilir misin Abidin!-Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Sihirli bir fırçası vardı ama sanıyorum rahmetli bile bu arsızlığı, pişkinliği, riyakârlığı resmetmekte biçare kalırdı!

                                                                        ***

"Yeni program bünyesinde kurulan Maliyet ve Dönüşüm Ofisi için uluslararası yönetim şirketi McKinsey ile çalışmaya karar verdik. 16 bakanlıktan temsilcilerin bulunduğu bu ofis, tüm hedeflerimizi ve sonuçlarımızı her çeyrekte kontrol edecek."
-  Damat Berat çok yaşa!
-  Varol!..
-  İşte bu!..
-  Helal olsun!..
-  Olması gereken de buydu!
-  Bunu eleştiren "ya ihanet içindedir ya cahildir"!
-  Oyunu bozduk!
- Uluslararası güven için denetim şart!
                                                                          ***

"Tüm  arkadaşlarımıza söyledim, bunlardan fikrî danışmanlık bile almayacaksınız dedim. Gerek yok, biz bize yeteriz."
- Reis çok yaşa!
- Varol!..
- İşte bu!..
- Helal olsun!..
- Olması gereken de buydu!
- Oyunu bozduk!
- Biz bize yeteriz tabii!
- İşte yerli ve millî tavır!
                                                                            ***

Ha bir de bütün suç yine McKinsey'yi eleştirenlerin üzerine kaldı iyi mi?
"İstemiyordunuz, iptal edildi işte daha neyi eleştiriyorsunuz?"
Aslında sadece utanmazlığınızı!
                                                                            ***

Başımıza ekonomi allamesi kesilip günlerce McKinsey güzellemesi yaptıktan, eleştirenlere edilmedik hakaret bırakmadıktan, hedef gösterdikten sonra gelinen noktada tası tarağı toplayıp "toplum mühendisliği" mahallesini sonsuza kadar terk etmeniz gerekirken, hâlâ yazdığınız o köşelerde yazmaya, konuştuğunuz o ekranlarda konuşmaya, ders verdiğiniz o kürsülerde ders vermeye devam edecek misiniz?
Pes.
                                                                             ***

SORU-YORUM
---
Birinci sorum, elbette "damat" beye...
Ve sorum elbette;
Kayınpeder "ihanet içinde mi, cehalet içinde mi"?
İkinci sorum, McKinsey'yi eleştirenler için "zekâ testi" öneren yandaş yazara;
Her dönem yükseklerde yer tutmayı becerebildiğine göre zekânda sorun yoktur da var mısın omurga testine?
                                                                             
                         ***

Cinayetleri kazalaştırma enstitüsü
----
Kocaeli Derince'de, 7 yaşındaki çocuk, üzerine okul kapısının devrilmesi sonucu öldü!
Çocukların eline padişah fermanı gibi ihtiyaç listesi tutuşturup, okulun bütün ihtiyaçlarını, markalarını da vererek velilere finanse ettirmeyi bilen okul yönetimleri, bir kapıyı -her durumda; yani haylazlık yaptığında da, üzerine tırmanmaya çalıştığında da, açıp kapatmaya çalıştığında da- çocuğun üzerine düşmeyecek şekilde monte ettirmeyi bilememişler mi?
Madem bilememişler, kaza olmaktan çıkıp cinayetleşir olay!
Göz göre göre bir çocuğun canı gitmişken, cinayetleri kazalaştırmaya çalışmak yerine bu ihmalin, tedbirsizliğin hesabı sorulur herhalde ilgililerine?
Öyle değil mi Sayın Bakan?


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

Seçimin şaibesi üzerine - Tuncay Mollaveisoğlu


Kayıtlar sahte!
Seçmen sahte!
Sonuçların gerçek olmasını herhalde bekleyemeyiz!
Seçimden aylar önce TBMM kürsüsünde söylendi bu sözler... "Anneannemin annesini yaşattığınız için size teşekkür ederim..." diyordu CHP Milletvekili Haluk Pekşen...
CHP'li Pekşen kısa zamanda büyük ses getiren dosyalara imza atmıştı... Hem yolsuzlukların üzerine gidiyor hem de günlük siyasette ses getiren açıklamalarla gündemde yer alıyordu.
İki buçuk milyon sahte seçmen üretildiği iddiasını da seçime bir kaç ay kala gündeme getirmiş, önlem alınamazsa AKP'nin hile ile seçimi garantilediğini söylemişti. Pekşen'in bu açıklamalarını Arslan Bulut'tan Melih Aşık'a, Yalçın Bayer'den Necati Doğru'ya, Sebahattin Önkibar'dan Can Ataklı, Rahmi Turan, Orhan Bursalı ve Saygı Öztürk'e kadar medyanın saygın gazetecileri de dile getirdi.
Ben, "seçim güvenliği" odaklı çok sayıda yazı kaleme alıp uyarılarda bulundum...
Peki 24 Haziran gecesi ne yaşadık?!

Muhalefet partilerinin hiçbirinin sandıklara sahip çıkamadığı gerçeğini...
Yalnızca bu değil... CHP Adayı Muharrem İnce; "demokrasilerde kazanmak da var kaybetmek de..." diyerek sanki bir demokratik seçim yaşanmış gibi süreci aklayıverdi!

400 bin oy farkı olmasına rağmen kendisi ile Erdoğan arasındaki oy farkına dikkat çekip; "10 milyon fark attı" ifadesini kullandı.

Seçimlerde bağırarak gelen hile ve şaibeye hepimizin itiraz edeceği dönemde, Muharrem İnce AKP'nin zaferini ilan etti!
                                                                           *

Kamuoyu bugünlerde Bilgisayar Mühendisleri Odası'nın raporu ile çalkalanıyor.
Odanın değerli uzmanları Türkiye'nin son derece sağlıksız, şaibeli ve normal şartlarda iptal edilmesi gereken bir seçim dönemi yaşadığını belgelediler!

Yurt dışında yüzlerce kilometre yol yapıp oy kullanan, Türkiye'de rejimin değişeceği seçimlere büyük endişe ve aynı zamanda AKP'yi sandığa gömmek için de umutla koşan milyonlarca yurttaşın güveni yerle bir oldu.

CHP'nin bu güveni yeniden kazanmak ve küskün-kırgın-öfkeli seçmeni sandıklara yönlendirmek için bir motivasyon bulması şart...

                                                                          ***
CHP yerelde başarabilir...
Yılmaz Büyükerşen'i tanımayan var mı?
Doğup büyüdüğü kente belediye başkanı olduktan sonra öyle hizmetler yaptı ki; Eskişehir'in "eski"liği yalnızca adında kaldı. Köklü tarihinden adını alan kent, Büyükerşen ile yepyeni, genç, dinamik bir yerleşim merkezi oldu...
Eskişehir Türkiye'nin çekim merkezlerinden biri artık... özgür ve mutlu bir şehir....
Ya da Muğla Belediye Başkanı Dr. Osman Gürün...
Türkiye'nin turizm cennetleri; Marmaris'ten Bodrum'a, Datça'dan Fethiye'ye Büyükşehir çatısı altında toplandı... Gürün; "Önce çevrenin korunması ve altyapı" diyerek kısıtlı imkanlarla devasa coğrafyanın altyapı sorunlarını büyük oranda çözdü.
Aynı zamanda bir tarım kenti olan Muğla'da kırsal kalkınmaya öncelik verdi, köydeki üretici ile kıyıdaki turizmciyi buluşturdu.
Muğla Türkiye'nin çekim merkezlerinden... Ve Muğla da; özgür ve mutlu bir şehir...
Beylikdüzü Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'na ne demeli?
CHP Beylikdüzü İlçe Başkanı olup, olağanüstü çalışması ile ilk seçimde kenti AKP'den aldı. İstanbul'da AKP'nin kaybettiği, CHP'nin kazandığı tek ilçeydi Beylikdüzü... Kısa zamanda inanılmaz yatırımlar yaptı... Megapol'ün kıyısında yepyeni ve "kendine yetebilen" bir kent yarattı.
Beylikdüzü, AKP'nin yönettiği ilçe belediyelerinde yaşayan gençlerin de gün içinde gelip nefes alabildikleri, özgür ve mutlu oldukları bir yerleşim merkezi haline geldi...
Tüm bunlar tesadüf değil elbette... Başarı hikayelerini artırmak da mümkün...
CHP doğru tercihler yaptığında yerel yönetimleri tüm zorluklara karşın kazanabiliyor.
Ve hepimiz biliyoruz, iktidara giden yolların taşlarını yerel yöneticiler döşüyor...

                                                                            *
Türkiye yerel seçim atmosferine girdi...
CHP'nin yerelde mutlu ve özgür kentler yaratan vizyonu çok değerlidir... 
Beylikdüzü, Muğla, Eskişehir gibi büyük tecrübeler ve başarı hikayeleri tüm topluma anlatılmalı...
İnsanların göç ettiği değil, yaşamak istediği, hatta Muğla'da olduğu gibi her geçen yıl göç alan kentlerin nasıl yaratıldığı tüm iletişim imkanları zorlanarak, örnek olarak gösterilmelidir.

                                                                             *
Hileli referandum sürecini hatırlayın... oy çalmanın zor olduğu tüm büyük şehirlerde AKP kaybetti...
CHP "herkesin malumu şaibeli belediye başkanlarından" kurtulup toplumun önüne iyi bir kadro ile çıkabilirse, iktidar yerel seçim sonrasında yüzünü gösterebilir...

Tabii CHP yönetimi ile ilgili olarak toplumda ortaya çıkan; demokratik tüzük, ön seçim, yeni yüzler ve kadro beklentisinin de altını çizmek gerekiyor...


Tuncay Mollaveisoğlu / YENİÇAĞ

Adnan’ın paralı askerleri varsa, adaletin de gönüllü topçuları vardır! - Mine G. Kırıkkanat

“Dünya yalan, narkoz şirketten” başlıklı yazıma Fethullah Gülen’in İstanbul Çağlayan ve Adnan Oktar’ın Anadolu 2. Asliye Ceza mahkemelerinde açtıkları davalar, birkaç gün arayla Kasım 2013’te tebliğ edildi.

Yazı Cumhuriyet’te yayımlandığı için, davalara gazetenin avukatları Bülent Utku ve çabasını her zaman takdirle anacağım Abbas Yalçın bakıyordu. Aralık ayında Çağlayan’da başlayan dava iddianamesi, ifade verdiğim sırada bana “Fethullah Gülen’e hakaret edemezsiniz!” diye tepki gösteren Cumhuriyet savcısı Hacı Hasan Bölükbaşı tarafından hazırlanmıştı. 

Nereden nereye?

Hacı Hasan Bölükbaşı, Av. Bülent Utku’nun karşısına kendisinin de sanık olduğu Cumhuriyet davasında duruşma savcısı kimliğiyle çıkacak ve Utku’nun 2013’te beni Fethullah Gülen’e karşı savunmuş olması, 2017’deki kendi savunmasında önemli bir yer tutacaktı!

2 yıl 4 aya kadar hapis cezası istemiyle yargılandığım Gülen davası, 8 Nisan 2014’te beraatımla sonuçlandı. 

Çünkü arada 17/25 Aralık 2013 şokları yaşanmış, hükümet ile cemaat arasındaki köprüler atılmış ve mahkeme heyeti değişmişti.
Başka bir deyişle şansım yaver gitmişti! 

Ama Adnancı mafya aynı yazıdan aynı hapis cezası istemiyle yargılandığım Anadolu 2. Asliye Ceza’daki davaya asılıyordu. Çakma mehdinin avukatlarından Gülcan Karakaş; dava dosyasına 5 öğretim üyesinin “cezalandırılması caizdir” fetvasını içeren “hukuki mütalaa”larını eklemişti!
***

Normalde mahkeme talebiyle yazılması gereken bu mütalaaları Adnan Oktar’ın avukatı Gülcan Karakaş’ın isteği üzerine ve tabii ki “tamamenduygusal nedenlerle” yazan bu hukukçular: Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Prof. Dr. Veli Özer Özbek, Marmara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Caner Yenidünya ve Doç. Dr. İsa Döner, Çankaya Üniversitesi’nden Prof. Dr. Doğan Soyaslan, İstanbul Kültür Üniversitesi’nden Prof. Dr. Durmuş Tezcan’dı… 

Yeni açılan “hukuki mütalaa” cephesinin karşısına, az sayıda ama saygınlıklarıyla ağır topçular mevzilendi.

Çatı savunmamı gazetenin yılmaz savunucusu, aziz dostum Av. Fikret İlkiz üstlendi. Türkiye’nin iki büyük hukuk otoritesi, Prof. Dr. Duygun Yarsuvat ve Prof. Dr. Köksal Bayraktar hocalar da bilabedel mütalaa yazdılar. 

Ama düşman cephe harıl harıl beni hapsettirecek itham atlasını, dost cephe de beraat ettirecek savunma dosyasını hazırlarken davaya bakan mahkeme heyeti de değişmişti… 

Ekim 2014’teki 5’inci duruşmada sunduğumuz savunmamı takiben, davaya katılan yeni cumhuriyet savcısı beraatımı istedi! 

Kasım 2014’teki 6. duruşmada da yeni mahkeme başkanı beraatıma hükmetti!

***

Savunma dosyam ne kadar sağlam olursa olsun, nasıl bir beladan mucize eseri kurtulduğum, 4. duruşmaya kadar davaya bakan mahkeme başkanı Vahdettin Toklucu’cun şifresi kırılan ilk ByLock yazışmasını yapan FETÖ mensubu olup firar ettiği, 2016 yılında hakkında yakalama kararı çıkınca anlaşıldı.

Aynı süreçte mahkûmiyetimi isteyen cumhuriyet savcısı da HSK 2017 yaz kararnamesiyle görev yeri değiştirilenlerden oldu. 

Zaten aleyhimde mütalaa verenlerden Prof. Dr. Caner Yenidünya ve Doç. Dr. İsa Döner de FETÖ soruşturmalarına bağlı 672 No’lu KHK ile 2016 yılında Marmara Üniversitesi’nden ihraç edildiler… 

Adnancı avukatlar, bu kez duruşma sırasında “it sürüsü gibi avukatları var” diye fısıldadığım (!) gerekçesiyle yeni bir dava açtılar. Bu saçma sapan davada da yargılanıp dostlarım Elif Yıldız, Haluk Hepkon ve Ahmet Yavuz’un “Öyle bir fısıltı duymadık” diye yeminli tanıklıkları sayesinde beraat ettim! Beraat kararı veren mahkeme başkanını burada saygıyla anıyorum, çünkü Adnancı avukatların edepsizce saldırılarına maruz kaldı ve vakurla göğüs gerdi. 

Derken, Adnancı Av. Gülcan Karakaş’ın şikâyeti üzerine benim üslubuma hiç uymayan ve zaten atmadığım birkaç çakma tweet için Cumhuriyet savcısı Mustafa Lokman’ın düzenlediği iddianameyle Anadolu 26. Asliye Ceza Mahkemesi’nde açılan davadan da beraat ettim. 

Ancak arada, iki savcının ayrı ayrı iddianame düzenleyip Anadolu 2. Asliye Ceza’da birleştirilen bir davayı kaybedip para cezasına çarptırıldım. Bu davanın Cumhuriyet savcılarından Sıddık Ilgar, terfi etti. Ömer Solmaz ise 2016’da görevinden ihraç edildi.
***
“İt sürüsü” davası sırası ve sonrasında savunmamı Yaltı Hukuk Bürosu üstlenmişti. Can kardeşim Av. Dr. Başar Yaltı’yla adımı internet sitelerine veren Adnancılara karşı açtığımız davayı yerel mahkemede kazandık, istinaf bozdu. Temyiz ettiğimiz bozma kararı halen Yargıtay’da.

2017’de Adnan’ın gözde kediciklerinden Esra Saraçoğlu, avukatları Gülcan Karakaş ve Nihan Toklu aracılığıyla kendisine “motor” denilen bir tweet’i paylaştım diye dava etti. Manevi tazminat davasına bakan hâkime, bu yıl istinaf yolunu kapatacak kadar küçük, ama sanki tweet’i ben atmışım gerekçeli bir kararla para cezası verdi. 

Hâkime Elif Aydın Uzun’un 2016’da Ceyhan’da görev yaparken FETÖ’den tedbir altına alındığını, sonra aynı tarihte cumhuriyet savcısı olan eşiyle birlikte görevden uzaklaştırıldığını, bir süre sonra da göreve iade edildiğini öğrendik.

Adnancılara yönelik son operasyonda ortaya çıkan yeni verilere dayanarak bu davanın yeniden görülmesini talep aşamasındayız. 

Beş yıldan beri beni dava eden Adnan Oktar ve müritlerinin tamamı, avukatları da dahil şimdi tutuklu… 

Okumak zahmetine katlandığınız bu yazı dizisinde özetlediklerim, çok yakında çıkacak daha kapsamlı ve ayrıntılı bir kitabın nüvesini oluşturuyor. 


Eğer basındaki ve hukuktaki mücadelem, korkup sinen insanlara biraz cesaret aşılayabilir; doğruluğun kararlılıkla birleştiğinde yenilmez bir güç oluşturduğunu gösterebilirse, ne mutlu!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Yerel seçimlere giderken sırası mı? - İLHAN CİHANER

Ülke gündemini yeniden ağırlıklı olarak seçim eksenli tartışmalar işgal etmeye başladı. İktidardaki yeni-MC koalisyonu, Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimi sonrası, ittifaklarının sona erdiğini açıklamalarına rağmen, birlikteliklerini yerel seçimlerde de sürdürme kararı aldılar. Tartışmalar ağırlıklı olarak son seçimdeki oy oranları ve “herkesten oy alabilecek aday bulma” üzerinde yürüyor. Genel siyasetsizlik hali bu seçim sürecinde de devam ediyor. Nasıl bir yerel yönetim politikası izleneceği ve geçmiş yönetimlere dair bir muhasebe yok ortada. Muhalefet tarafında defalarca denenmiş olan, siyaseti “karşı mahalleye seslenme ve sadece bir halkla ilişkiler” meselesi olarak gören yaklaşım devam ediyor.

Tam burada bir parantez açarak, tartışmayı doğru zemine çekmenin, özellikle CHP’deki ve genel olarak AKP’den kurtulmak isteyen kesimlerdeki zorluğuna değinmek istiyorum. 24 Haziran seçimlerinin sonucu ve sürecin yönetilmesindeki  fahiş hataların yarattığı umutsuzluk, kriz iklimi, iktidarın OHAL’i süreklileştirmesi ve siyasal özgürlüklerin alabildiğine boğulması gibi etkenler yılgınlığa yol açmış durumda. Doğru bir söz bile küfürle en iyi ihtimalle alayla karşılanıyor. Üstelik bu yaklaşım parti politikalarını belirleme olanağı olmayan ve baştan beri doğru yönde çaba gösterenlere de uygulanıyor çoklukla.

Anlaşılabilir bir durum. Anlaşılmaz olan ise, eldeki olanakları en optimum kullanmak zorunda olan karar vericilerin, bu duruma dair bir şeyler yapmak yerine, her zamanki siyasetsizlik, hamaset ve gerçeklikten kopuk davranmaları. CHP özelinde ise tabanın, parti içi eleştiri ve tartışmalara dair tahammülsüzlüğü bu dönemlerde tavan yapıyor. “Tam da seçim öncesi sırası mı?” şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşım partiye egemen olan kliklerin, “yönetme ve haklı tepkileri bastırma enstrümanı” haline geliyor. Bu tepkilere rağmen doğruların dillendirilmesinden vazgeçilmemesi gerekir diyerek parantezi kapatıyorum. (Ben bu çabamı CHP özelinde bu köşeyi çok meşgul etmeden sürdürmeye çalışacağım.)

İçine girdiğimiz yerel yönetim seçimi sürecinin özgün durumları var. En önemlisi kriz iklimi. İktidarın da kabul etmek zorunda kaldığı daralma, hatta stagflasyon döneminde belediyelerin önemi daha da artacaktır. Belediye hizmetlerinin fiyatlandırılması, sosyal yardımlar, kreş ve yurt gibi olanaklar halkla doğru ve direkt ilişki kurulmasını sağlayabilecektir.

Öte yandan, İktidarın belediyelere dönük kayyum, istifa ve açığa alma uygulamaları, tek hesap düzeni, merkezi idareye alınan imar ve planlama yetkileri, imar affı gibi vesayetçi yaklaşımı belediyelerin alanını daraltıyor. Hatta büyükşehir ilçe belediyelerinin kapatılması bile tartışılıyor. Tüm bunlar yeni, demokratik, halkçı ve radikal bir yerel yönetim anlayışını zorunlu kılıyor. Rantçı ve Neo-liberal belediyecilik anlayışını benimseyen belediyecilik anlayışı terk edilmelidir.

Bu seçim sürecinin bir özgün durumu daha var ki anlamakta güçlük çekiyorum: seçim güvenliği ve seçimin adil koşullarda yapılmasına dair sessizlik!
Anayasa Referandumu ve 24 Haziran seçimleri öncesinde seçim güvenliği ve seçimin adil koşullarda yapılmasına dair tartışmaların esamesi okunmuyor. O süreçte elde edilen birikimlerin nasıl kullanılacağına dair yaygın bir tartışma ya da girişim yok.

Parti yöneticileri adaylara ve adaylaşmaya odaklanmış durumda. Sanki YSK değişmiş, yasalar düzeltilmiş, adaylar adil ve eşit koşullarda yarışacak. Oysa ittifak yasası olarak adlandırılan değişiklikler bu seçimde (ve değişmediği sürece bundan sonraki seçimlerde de uygulanacak. Ki bu değişiklikler kamuoyuna “seçim güvenliği çalındı” diye duyurulmuş, seçim sonuçları bu nedenlerle “gayri meşru” ilan edilmişti). Üstelik seçmen ve sandık taşınması uygulaması yerel seçimlerde daha fazla etki gösterecektir. Bunun yanında yerel dinamiklerin etkisi ile seçim güvenliğini sağlamak daha zor olacaktır. İktidarın seçime ve seçmen iradesine müdahale kabiliyeti ve cüreti de artmış durumda. Bırakın beceriksizliklerin hesabının sorulmasını, 24 Haziran seçimlerinde Şanlıurfa’da uygulanan yolsuzluk ve şiddetin bile hesabı sorulmadı.

Mükerrer oy ve seçmen tartışmaları orta yerde duruyor.
Şimdi tüm bunlar olmamış gibi davranarak, siyasi sonuç çıkarmadan, tekrar hamaset ve arkası boş böbürlenmelerle seçime hazırlanılıyor ya da hazırlanılıyormuş gibi yapılıyor. “Ne yapmalı?” sorusuna “en acımasızdan özeleştiri yaparak ve hesap sorma ile başlamalıyız” demiştim.

Şimdi tam sırası...

İlhan Cihaner / BİRGÜN

Kırmızı halı üzerinden meşruiyet: Avrupa’da bir hayalet - ERK ACARER

Erdoğan’ın Almanya ziyareti, öncesi ve sonrası ile çok konuşuldu. İki ülke arasında geçen yıl bozulan ilişkilerin düzelmesinin ardından sıcak temasların içeriğinin ne olacağı ise en çok tartışılanlar arasındaydı.


Bu konuda, Türkiye muhalefeti gibi Alman kamuoyu da aynı endişeyi taşıyordu. Temaslar açısından önemli bir soru gündemdeydi: “Türkiye’nin durumu, tek adam rejimine çarpıp dağılan demokrasi, insan hakları ve hukuk mu tartışılacak, yoksa ekonomik temelli pazarlıklar mı yapılacak? Erdoğan’ın ziyareti Türkiye açısından olduğu gibi Almanya ve dahası Avrupa perspektifinden de kritik noktaları ortaya koydu. Maddeler halinde ele alalım...

Güvenlik ve kırmızı halı
Almanya’da Erdoğan’ın gelişi ve önüne kırmızı halı sevilerek karşılanması gündemin tepe noktasına taşındı. Alman basınının genelinin Türkiye liderinden örnekler vererek, “Demokrasiyi sıfıra indiren tek adam” olarak söz etmesine karşın diplomatik içerik tam tersi yöndeydi. Güvenlik ise üst düzeydeydi. 5 bin polis görev yaptı. Çatılara keskin nişancılar konuşlandırıldı. Berlin polisi resmi sitesinden de “yasaklar bildirgesi” yayınladı. Erdoğan’ın temaslarda bulunacağı çerçevede adeta kırmızı alarm verilmiş ve sıkıyönetim ilan edilmişti. Müzeler adası, hükümet binalarının olduğu çevre ve Tiergarten bölgesi abluka altındaydı. Burada şehir sakinlerinin üç gün boyunca pencerelerini kapalı tutması şartı vardı. Balkona çıkmak yasaklandı. Bisikletler bile buralara park edilemedi. Bu yasalar posta kutularına da bırakıldı.

Büyük alan açıldı
Hem “diplomatik nezaket” hem de yoğun güvenlik Erdoğan’a büyük bir oyun alanı açtı. Gazeteci Can Dündar baskılar nedeniyle basın toplantısına katılmadı, muhalifler toplantıya alınmadı. Gazeteci Adil Yiğit, “Gazetecilere özgürlük” yazan tişört ile basın toplantısına katılmak istediği için Erdoğan’ın korumaları tarafından dışarı çıkarıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bu hareket alanının bırakılması, yasaklarını, kendi demokrasi anlayışını ve “basın özgürlüğünü” Almanya’ya da taşıması olanağı olarak yorumlandı.

Erdoğan’ın kemik kitlesi
Henüz Erdoğan’ın uçağı Berlin’deki Tegel Havaalanı’nın “askeri bölümüne” inmeden, kalacağı yer olan Hotel Adlon civarı, kitlesi tarafından dolduruldu. Tekbir sesleri, “Recep Tayyip Erdoğan” sloganlarına karıştı. Bayrak sallayan da vardı, elinde cumhurbaşkanının portresini tutan da. Kalabalıktaki gündem ile iktidarın gündemi aynıydı. “Bizi kıskanıyorlar”, “Yeni havaalanımız”, “Dünya lideri Erdoğan” klişeleri tekrarlandı. “Siyasi tercih değişiminin pek mümkün olmadığı” kitleye böylece bir kez daha şahit olduk. Ancak kalabalık çok fazla değildi. Katılımcıların sayısı birkaç yüz kişiyi bile geçmedi. Durum, tek adam yönetimine olan hoşnutsuzluk ve taban kaybı olarak tanımlandığı gibi düşük katılımda, sabah saatlerinin etkisi olduğu da değerlendirildi. İlginç görüntülerden birini iki taraflı bayrakları sallayanlar oluşturdu. Alman ve Türk bayrakları “ikiyüzlü siyaseti” simgeler gibiydi.
Türkiye’nin değişen günübirlik dış politikasının, anında yön değiştirme kabiliyetine sahip kitle ile nasıl uyumlu hale geldiği görüldü. “Nazi göndermesinden” dostluğa dönüşen ince bir çizgi…

Almanya ne kurtarıcı ne de demokrasi havarisi
Geçtiğimiz hafta Erdoğan’ın ziyaretlerinden önce, HDP heyeti Berlin’de temaslarda bulunmuştu. Mardin Vekili Mithat Sancar gerçekleşecek Angele Merkel-Erdoğan görüşmesinin içeriğini şu sözlerle değerlendirmişti: “İki ülke arasındaki diplomatik yakınlaşmalar normaldir. Ancak temasların içeriği önemli; ekonomik pazarlıklar ve göçmen anlaşmaları yapılacaksa buna karşı çıkarız. Görüşmelerin faturasının sığınmacılara ve Türkiye halklarına ödetilmesinin karşısında dururuz. Demokrasi ve insan hakları konuşulacaksa buna da ‘hayır’ demeyiz. Almanya’nın Türkiye’ye demokrasi getirmesini beklemiyoruz. Ancak Erdoğan’a koruyucu rolü işlenmesini de reddederiz. Bunun bedelini Almanya da ödemek zorunda kalır. Benzer bir açıklamayı ziyaret sırasında düzenlenen protesto gösterilerinden birinde CHP Berlin Başkanı Kenan Kolat da yaptı: “İlişkiler sonrası Türkiye’de geçici bir düzelme ve ‘sembolik serbest bırakılmalar’ beklentimiz var. Biz Erdoğan’ın önüne kırmızı halı serilmesine bile karşı değiliz. Almanya’nın ve Şansölye’nin Türkiye’ye üstten bakıp demokrasi havarisi gibi parmak sallaması da uygun değildir. Bu temasların içeriğinde Almanya tarafından demokrasi kültürü ve geçmişteki deneyimlerim paylaşılması olumlu bir etki yaratır.

Herkes istediğini aldı gibi...
Sonuç olarak ziyaretten edindiğimiz izlenimler hem Almanya hem de Erdoğan’ın bu ziyaretten istediğini alacağı yönünde. Almanya’nın Türkiye’ye ne taşıyacağı tartışılır ancak Erdoğan kendine verilen imtiyazları değerlendirirken Avrupa’ya bir referans taşıyor. “Sultanizmin” bir domino etkisi yaratması muhtemel. Rol-model olarak benimsenen güçlü, istediğini alan, istediği kadar hükmeden bir lider hangi koltuk sevdalısını kendisine öykündürmez ki? Temasların sinyali sıkıcı: Almanya ‘tek adam rejimini’ kırmızı halı üzerinden tanıdı. Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor.

Erk Acarer / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

Çağımızın çürüyen devleti (I + II) -Nevzat Evrim Önal /soL-

Çağımızın çürüyen devleti (I) Sermaye devletinin günümüzdeki çelişkilerini mümkün olan en derin biçimde kavramak da, bize bir kriz anında on...