Brezilya: 'Piyasalar' faşist adayı destekliyor - KORKUT BORATAV

Brezilya’da Başkanlık seçiminin ilk turunu Jair Bolsonaro yüzde 46 oyla önde bitirdi.. Hapisteki Lula tarafından İşçi Partisi adayı olarak gösterilen eski Sao Paulo valisi, iktisatçı, felsefeci Fernando Haddad yüzde 29 oyla ikinci geldi. Üç hafta sonra yapılacak olan ikinci turda, Haddad’ın aradaki farkı kapatması pek olası görünmüyor.

 Tehlikeli bir siyasetçi
Bolsonaro, eski bir subaydır; 1988’de yüzbaşı rütbesiyle ordudan ayrılmış, siyasete atılmıştır. 1991’den beri Rio de Janeiro milletvekili olarak parlamentodadır. Birkaç parti değiştirmiştir. 
Parlamentoda sağ-tutucu görüşleri, sol ve laiklik karşıtlığı ile dikkat çekmiştir. Brezilya’da yirmi yıl süren askerî diktatörlüğü övmüş, işkenceleri savunmuştur. İşçi Partisi iktidarı yerine askerî rejimin yeğlenmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Pinochet cuntasını da “yeterince kan dökmediği” için eleştirmiştir. 
Erkek üstünlüğü saplantıları vardır. Bir kadın milletvekili için “tecavüze değmez”  yakıştırması yapmıştır. Açıkça ırkçıdır; ülkenin yerli (özgün) halklarının, “çoğalmaması, kısırlaştırılması” düşüncesindedir.  

Seçim kampanyasında, fanatik anti-sosyalizmi; aile, din, kanun-nizam-disiplin “değerleri”; suça karşı ödünsüz ve sınırsız şiddet uygulama vaatleri ile öne çıkmıştır. Başkan Yardımcısı adayı,  cunta döneminden  tanıdığı emekli general Mourao’dur. 
Bu özellikleri ile Bolsonaro için “aşırı sağ” nitelemesi yetersiz görünüyor. Benzer bir siyasetçi (Hindistan Başbakanı Modi) ile yıllar önce röportaj yapan bir psikolog, “klasik ve klinik bir faşist kimlik; potansiyel bir katil, bir katliamcı da aynı kategoriye girer”   tanısını yapmış. Bolsonaro da, son yıllarda ortaya çıkan patolojik, ilkel ve tehlikeli  bir siyasetçi (Trump, Filipinli Duterte, Modi) türünün temsilcisi görünüyor. Örnekleri artırmak mümkündür. 

Üstelik, bu siyasetçilerin iktidara gelmeleri, güçlenmeleri, burjuvaziler ve finans çevreleri tarafından genellikle destekleniyor. Bolsonaro’nun ilk tur başarısı, ulusal para real’in yüzde 2 yükselmesine; tahvil faizlerinin düşmesine ve borsanın (BOVESPA’nın) bir günde yüzde 4,1’lik artışına; yol açtı. Borsa endeksleri, bence, “burjuvazinin kolektif iradesi”ni yansıtan öncü göstergelerdendir.

“Piyasalar”, Bolsonaro’nun başkanlığa yürüyüşünü niçin coşkuyla karşılıyor? Ekonominin yönetimini Chicago Üniversitesi diplomalı, aşırı özelleştirmeci banker Paulo Guedes’e teslim edeceği için mi? Bence, daha ciddi bir neden var:  Burjuvazi, faşist Bolsonaro iktidarının, İşçi Partisi seçeneğini temelli ortadan kaldıracağını ummaktadır. 
Seçim arifesinde “Bolsanora’ya hayır” sloganı ile meydanları dolduran yüzbinlerce kadına, on dört yıllık kesintisiz sol iktidarın kazanımlarına rağmen Brezilya toplumu, bu tehlikeli adamı Başkan seçmek üzeredir. 

Latin Amerika’nın “pembe dalgası”
Brezilya bu hazin dönemece,  iki sivil darbe ile getirildi. Bu süreci iki yıl önce incelemiştim. Kısaca bellek tazeleyelim.

Brezilya’nın başına gelenler, Latin Amerika’da emperyalizmin iki ayağı (ABD ve finans kapital) ile yerel burjuvazilerin ortaklaşa tezgâhladığı kapsamlı bir saldırının parçasıdır.
21’nci yüzyılın ilk on yılına gelindiğinde, Batı basınının “pembe dalga” diye nitelediği bir dönüşümün sonunda, Latin Amerika’nın önemli bir bölümü,  çeşitli sol iktidarlar tarafından yönetilmekteydi: Brezilya, Arjantin, Venezuela, Bolivya, Ekvator, Uruguay, Nikaragua, kısmen Şili ve (hızla son bulan) Paraguay, Honduras… 

Sözünü ettiğim ittifak, bu “tehlikeli gidiş”i, en azından durdurmayı; giderek son vermeyi hedefledi. Finans sermayesi, sol iktidarların seçim yenilgilerine katkı yaptı. Sonuç alınamayınca, sivil, bazen askerî darbeler devreye girdi. Bugünün solcu rejimler listesi, Venezuela, Nikaragua ve Bolivya ile sınırlıdır. İlk ikisi, “rejim değişikliği” operasyonlarının güncel hedefleridir. 

Bolsonaro’nun seçim zaferi kesinleşince Brezilya operasyonu tamamlanmış olacaktır.

İşçi Partisi’nin “günahları”  
Karşı saldırının, ortak ve ülkelere göre değişebilen nedenleri var. Brezilya’ya odaklanalım ve İşçi Partisi’nin “günahları” üzerinde duralım. 

Brezilyalı bir meslektaşımız (Alfredo Saad-Filho), Lula ve Rousseff dönemlerinin  bilançosunu  dört başlıkta özetliyor (IDEAS, 27 Haziran 2017): Siyasetin demokratikleştirilmesi; devlet aygıtının toplumsal bileşiminde halk sınıflarının güçlenmesi; gelir dağılımında emek ve yoksullar lehine belirgin iyileşmeler; kalkınma / büyüme önceliklerinin neoliberal makro-ekonomik model ile uzlaştırılması.    
Bunlar, İşçi Partisi iktidarının halk sınıflarına getirdiği kazanımlardır; Brezilya burjuvazisi için “günahları” oluşturmaktadır. Saad-Filho’ya göre emekçi sınıfların bu kazanımları, “neoliberal seçkinlerin ve üst-orta sınıfların muhalefetini de tetiklemiştir.

Bana göre aynı listeye, Lula ve Rousseff’in  ABD emperyalizmine karşı işlediği “günahlar” da eklenmelidir: İşçi Partisi döneminde Brezilya, Latin Amerika’da Amerikan emperyalizminin siyasî hegemonyasını zayıflattı. ABD’yi dışlayan iki işbirliği örgütünün (Unasur ve Mecrosur’un) liderliğini  üstlendi ve başta Venezuela, diğer sol iktidarlarla etkili dayanışmalar oluşturdu.  

14 yıllık (2003-2016) İşçi Partisi iktidarının, Brezilya emekçileri için sınıfsal kazanımlarının temsilî bir yansımasını Financial Times muhabiri seçim günü Sao Paulo’da yakalamış. Siyah bir kadın (Helena Nogueira), kime oy verdiğini açıklıyor: “Haddad’a oy verdim; çünkü o, Lula’nın başlattığı, yoksulları koruyan programı sürdürecek. Benim gibi siyah olan yeğenim İşçi Partisi sayesinde mühendis oldu; bugün mühendis olarak çalışıyor.” 

Sao Paulo’lu Nogueira’nın politika tavrının “karşı cephesi” de var.  “Neoliberal seçkinlerin ve üst-orta sınıfların”  İşçi Partisi’ne muhalefet cephesini de, 2015’te yayımlanan bir fotoğraf temsil ediyordu: Şık gömlekleri, şortları ve spor ayakkabıları ile sarışın-kumral bir çift (Claudio ve Carolina Pracownik) küçük köpekleriyle birlikte “Rousseff istifa!” mitingine katılmak üzere yola çıkmış. İkiz çocuklarını bir pusette taşıyan “siyah” dadı (Maria Angelina)  onları arkadan izlemektedir. Bebeklerin mitinge değil,  gezintiye çıkarıldığı anlaşılıyor. 

Finans kapitalin (“piyasalar”ın) saldırısı karşısında bunalan Rousseff, 2015’te neoliberal politikalara yöneldi, ama ülkesinin burjuvazisini ikna edemedi. Birikimli  “günahlar”, Maliye Bakanlığı’na neoliberal bir iktisatçı getirilerek “affedilmedi”. 

İşçi Partisi, on dört yıl boyunca, “ayak takımı”nı gözetmekte ölçüyü kaçırmıştır. Beyaz “seçkinler”, küçük ve orta burjuvazi, eğitimli profesyoneller yakınıyor: Geçmişte “kendilerine ait” gördükleri kent mekânları, kurumlar, okullar, üniversiteler, meslekler  alt sınıflara fazlasıyla açılmıştır. Varoşlarda yetişip, seçkin üniversitelerden diploma alan siyah mühendislerle, avukatlarla aynı işyerini paylaşmak ağır gelmektedir. 

Artan vergi yükünün yanı sıra, pahalı, özel  okullara, hastanelere yönelme baskısı altında bunalmışlardır. Askerî dikta düzeni   özlenmektedir. Bolsonaro, ortak endişelerin sözcüsü olmuştur.  

Sözünü ettiğim fotoğrafta yer alan çift, Ekim 2018’de herhalde Bolsonaro’ya oy vermiştir ve ilk tur sonuçlarını coşkuyla kutlamıştır. 

İki sivil darbe
Brezilya’da İşçi Partisi’ni kalıcı olarak iktidardan uzaklaştırmak için iki “sivil darbe” örgütlendi. 

Birincisi ile Başkanlık sürecinin bitiminden iki buçuk yıl önce (2016’da) Dilma Rousseff azledildi. Kişisel dürüstlüğü iyi bilinen Rousseff’in 2014 seçim kampanyasında Petrobras’ın imkânlarından yararlandığı ileri sürüldü. Ceza davası dahi açılmadan, bir parlamento oylaması ile görevden uzaklaştırıldı.

Yerine geçen sağcı Başkan Yardımcısı Michel Temer, ağır rüşvet, yolsuzluk suçlamaları ile karşı karşıyaydı; parlamento desteği sayesinde hepsinden sıyrıldı. Sert bir neoliberal program başlattı; bütçe harcamalarını dondurabilen anayasa değişikliğini  parlamentodan geçirdi. Lula ve Rousseff yıllarında yoksulları destekleyen sosyal harcamalar böylece aşındırıldı; yoksulluk hızla arttı. 

Temer, iki yıl  boyunca finans çevrelerine ve Brezilya’nın “lümpen burjuvazisi”ne hizmette kusur etmedi. Ne var ki, finans kapital ve bu burjuvazi yıkıcıdır, parazittir, kapkaççıdır; ama, üretkenlikten ve dinamizmden yoksundur.  Rousseff’in ilk dört yılında ortalama yüzde 4 büyüyen Brezilya, Temer’in  neoliberal politikaları sonunda önce küçüldü; sonra durgunlaştı.  Başkanlığı son bulurken Temer’i destekleyen  Brezilyalıların oranı rekor düzeye, yüzde 5’e indi. 

2018’de Başkanlık seçimi anketlerinde Lula açık farkla ön sıraya geçmişti. İkinci sivil darbe doğrudan Lula’yı hedefledi. Uydurma bir yolsuzluk suçlaması daha tezgâhlandı; rüşvet olarak verilen lüks bir konutu beyan etmemekle suçlandı. Ne var ki, sözü geçen konuta hiç gitmemiştir; mülkiyeti,  daha önce yolsuzluk suçlamalarına karışmış bir inşaat şirketi üzerinde görünmektedir.

Dava, 10 yıl hapis cezasıyla sonuçlanır. Temyiz aşaması başlamadan Lula tutuklanır;  tutukluluk gerekçesiyle seçimlere katılması da engellenir. İkinci “sivil darbe” tamamlanmıştır. 

Son aşamaya sıkıştırılan Haddad’ın adaylığı, Lula’nın yokluğunu telafi edemeyecek; faşist Bolsonaro’ya Başkanlık kapısı açılacaktır. 

Brezilya deneyimini genelleştirebileceğimizi düşünüyorum: Çeşitli coğrafyalarda günümüz burjuvazisinin sol seçeneklere karşı tahammülü, esnekliği kaybolmuştur. Önce “faşistler”, giderek faşizm ile  taktik, stratejik ittifaklar gündemdedir; şimdiden başlamıştır.  

Bu nedenle yumuşak, hatta “sevimli” bir terminoloji de uydurulmuştur: Faşistler “popülist”, faşizm ise “popülizm” diye adlandırılacaktır. 

“Popülist” Bolsonaro’ya iktidar kapısı da böyle aralanmıştır.

Korkut Boratav / SOL

ABD'li komünist kadınların tarihinden bir portre: Williana Burroughs - SOL

ABD’li komünistlerin tarihinden siyah bir kadın, Williana Burroughs, işçi sınıfından kadınların sosyalizm mücadelesiyle buluşma tarihinin özgün bir örneğini sunuyor.

Geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi ziyaret eden Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi (PSL)  Merkez Komite üyeleri Brian Becker ve Eugene Puryear  Flormar ve Cargill direnişindeki işçileri ziyaret etmişti. ABD’nin 45 kentinde örgütlü olan PSL üyeleri, New York’taki en büyük ev işi emekçileri örgütünün liderinin de parti üyeleri olduğunu aktarmıştı.
Öte yandan PSL üyesi kadınların, aralıklı olarak çıkardığı “Breaking The Chains” (Zincirleri Kırmak) adlı bir dergileri var. Bu dergide bir süre önce Erika Hidalgo imzasıyla yayınlanan bir portre, ABD’li komünistlerin tarihinden siyah bir kadına, Williana Burroughs’un yaşamına ve mücadele yıllarına ışık tutuyordu.
Hidalgo’nun yazısından bir bölümü ve Burroughs’un sosyalizmi arayan yıllarından bir dizi notu, soL okurları için sunuyoruz.

KOMÜNİST ENTERNASYONAL'DE SİYAH KADINLAR
Williana Burroughs, ABD’nin büyük buhran yıllarında, Harlem’in adanmış komünistlerinden biriydi. Irkçılık ve yoksulluğa karşı mücadele eden siyahların, ABD Komünist Partisi'ndeki temsiliyetinde güven ilişkisinin mimarlarından olan Burroughs, işçi sınıfının siyah kadınlarının yükselen sesi oldu.

1882 Virginia doğumlu olan Williana Jones, köle bir annenin çocuğuydu. Williana’nın annesi New York’a taşınmış ve kendi konumundaki pek çok kadın gibi ağır koşullarda ev işçisi olarak çalışıyordu. Bu evlerde çalışan kadınların çocuklarını beraberlerinde getirmeye hakkı yoktu, Williana ve kardeşleri yetimhanede büyümek zorundaydı.

1903 yılında Hunter Kolejinden yüksek notlarla mezun olan bu genç kadın, öğretmenlik yaşamının ilk yıllarında yoksul siyah ve göçmen çocuklarla çalıştı, bu süre zarfında politikleşti. New York Öğretmenler Sendikasının komünist kanadına katılan Burroughs’un, radikal örgütlenme yetilerini kazandığı yer burasıydı.

1926’da Komünist Parti’ye katıldığında, pek çok yayında emeği geçti ve işçi sınıfının konut sorunu hakkında çalıştı. Burroughs ve diğer komünist siyah kadınlar, partinin siyah kadınları örgütlemeye gereken önemi vermediğini düşünüyor, seslerini yükseltmek, Harlem’deki mücadelelerine daha fazla dikkat çekmek istiyorlardı. Harlem’in ezilenlerinin taleplerini ele alan bir çalışma kuran Burroughs, siyah kadınların kapitalizm koşullarında maruz kaldıkları sömürünün altını çiziyordu.

Harlem Kiracılar Birliği aracılığıyla Burroughs ve yoldaşları, işçi sınıfının kira ödemeyi reddettiği eylemler düzenledi, yoksulların yaşadıkları evlerden tahliyelerini engellemek için gösteriler yaptı. İnsan onuruna uygun koşullardaki evlerde yaşamayı talep eden bu kadınlar, ancak kapitalizme karşı bütünlüklü bir mücadeleyle konut haklarını kazanacaklarını vurguluyordu. Barınma hakları için bağlılıkla savaşan komünistler, kiliseler dahil olmak üzere toplumun çeşitli birimlerine bu kaygılarını taşıdılar ve yer yer birlikte mücadele ettiler. Teksas Üniversitesi'nde Siyah Diasporası Departmanında çalışmalar yürüten Minkah Makalani'ye göre, birlik cinsiyete dayalı ayrımın izlerini kesinlikle yansıtsa da, siyah kadınların militanlaşmasını ve aydınlara dönüşmesini kolaylaştırdı. Zaten bir entelektüel olan Burroughs, bu temasları aracılığıyla Komünist Enternasyonal'e siyah kadınları da örgütleyebiliyor, sosyalizm fikrini Harlem'in ezilenlerine taşıyabiliyordu.

HARLEM'DEN SOVYETLER BİRLİĞİ'NE
1920 ila 30'lu yıllar boyunca Mary Adams müstear adıyla yazılar yayınlayan Burroughs, 1 Mayıs 1928'de partisinin yayınında bu adla bir makale kaleme almıştı. Burroughs, parti yayınlarında ve Harlem'de dolaşan ilerici gazetelerde de görevler alıyordu.

Çağının sayıları pek de fazla olmayan diğer siyah kadın yoldaşları gibi Burroughs da birkaç kez Sovyetler Birliği’ni ziyaret etti, sosyalist sistemin ırkçı ve cinsiyetçi bağnazlığı ortadan kaldırmak için yürüttüğü savaşı gördü. 1928’deki ilk ziyaretinde Burroughs, Komünist Enternasyonal’in 6. kongresinde delege olarak yer aldı. Sovyetler Birliği’nin ırkçılıkla mücadelede almış olduğu mesafeden etkilenen Burroughs, en küçük iki oğlunu Leningrad’da bir okula kaydettirdi. Arzusu, çocuklarının ABD’de maruz kaldıkları ırkçılık yükü olmadan büyümesini sağlamaktı. Burroughs oğullarını 1937'deki ikinci ziyaretine dek hiç görmedi.

1928'de, sosyalizmin ülkesine ilk yolculuğundan sonra ABD’ye dönüşünde Burroughs, Amerikan Komünist Partisi’nde halen varlık gösteren erkek egemen ve ulusçu  ayrımlara karşı mücadele etmek için de daha güçlü hissediyordu. Sovyetler Birliği'ne yaptığı ziyaretten sonra Burroughs, sosyalizmin bu ayrımları sona erdirmenin bir çözümü olduğuna daha fazla ikna olmuştu.

NEW YORK’TA BİNLERCE OY ALAN BİR KOMÜNİST KADIN
Siyah Hakları İçin Mücadele Birliği’nde, birliğin yöneticilerinden biri ve komünist parti militanı olarak çalışmayı sürdüren Burroughs, örgütün kadın seksiyonuna da başkanlık yapıyordu. Öte yandan ABD'nin özellikle güney eyaletlerindeki şiddetli ırkçılık ve linç kampanyasının sonucunda, işlemedikleri bir suçtan ötürü idam cezasına çarptırılan, "Scottsboro çocukları" olarak da anılan 9 siyah çocuğun savunulması sürecinde de aktif roller aldı.

1933’te solcu öğretmen Isidore Blumberg'in siyasi nedenlerle işine son verilmesinden sonra gösterdiği dayanışma ve sendika üyelerini savunma gerekçeleriyle, "yasalara ve düzene karşı koymak" suçlamasıyla öğretmenlik görevinden atıldı. Aynı yıl New York şehir saymanlığı için katıldığı seçimde 31 bin oy aldı, ardından Komünist Parti’nin adayı olarak New York vali yardımcılığı seçimlerinde aday oldu. Bu tablo, siyah bir komünist kadının 1930’lar ABD’sinde işçi sınıfı ve ilerici kesimde uyandırdığı güveni gösteriyor, aynı sırada Burroughs, Harlem İşçi Okulu sorumluluğunu yürütüyordu.

1935 baharında Harlem’de yükselen isyan, ırkçılık ve yoksullukla mücadele eden siyahların, taşan sabrının göstergesi olmuştu. Komünistler ve diğer ilerici hareketler isyanın içindeydi ve sonrasında devam eden mahkemelerde Harlem isyancılarının yanındaydılar. Burroughs’a duyulan güven, partisinin Harlem isyancılarının duruşmalarındaki temsilcisi olduğunda daha da pekişmişti.

Ancak halen işsiz olan Burroughs, bu kez 10 yıl boyunca kalacağı Sovyetler Birliği’ne tekrar gitti ve Moskova News ile Moskova Radyosunun İngilizce yayınları için editörlük ve spikerlik yaptı. ABD’de kalan eşinin sağlığının giderek bozulması üzerine ülkesine dönmeyi düşünen Burroughs, II.Dünya Savaşı döneminde İngilizce konuşanlara duyulan ihtiyaç nedeniyle ABD’ye dönüş yapmadı. 1945’te küçük oğluyla birlikte gizlice Baltimore’a dönen ancak hakkında yakalama kararı olan Burroughs, dönüşünden birkaç hafta sonra yoldaşı Hermina Huiswoud’un evinde yaşamını yitirdi.

Williana Burroughs, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ve yoksulluğa karşı, komünist kimliğiyle bütün cephelerde mücadele eden sıkı bir çalışma ve adanmışlık mirasını geride bıraktı.
Köle bir annenin çocuğu olarak doğan ve Harlem'i yaşayan bu kadın, siyah kadınların kurtuluşu için, kapitalizme karşı mücadelenin ve sosyalist bir toplumu kurma kararlığının yolunu açanlardan oldu.

SOL

Yerel seçime giderken - İLHAN CİHANER

Yerel seçimlerin ülke gündeminde tartışılmaya başlandığı bu günlerde, siyasi partilere/gruplara kişisel çıkarları için sızmış/ele geçirmiş, şu ya da bu partide olması fark etmeyecek, omurgasız/ideolojisiz/idealsiz, siyasi başarıyı kendilerinin/hempalarının konumunu korumaktan ibaret sayan   “figürleri” ve onların söylemlerini bir tarafa bırakarak, süreçteki pratik bazı sorunlara değinmek istiyorum.

İttifak meselesi:
Devletlerin, siyasi partilerin, hareketlerin, daha küçük ölçekli örgüt ve grupların ve hatta kişilerin, seçimli iktidar yarışlarında bir araya gelmeleri, beraber hareket etmeleri ve işbirliği yapmaları anlaşılabilir. Çoğu zaman bu durum kaçınılmaz olur. Parlamento seçimlerinden baro seçimlerine, meslek odalarının seçimlerinden cumhurbaşkanlığı seçimine kadar “somut durumlar” bu birliktelikleri zorunlu kılar. Ancak genel olarak “ittifak” olarak adlandırabileceğimiz bu bir araya gelişler/iş birlikleri her zaman başarının garantisi olmaz. Zaman zaman ittifak yapanların matematik toplamlarının bile altında kalır ya da stratejik hedeften uzaklaştırır.

Sol/sosyal demokratlar ve sosyalistler de değişik ülke ve tarihlerde ittifaklar ve koalisyonlar yapmışlar, reddetmişler, tartışmışlar ve oldukça büyük bir deneyim biriktirmişlerdir. Toplumun kutuplaştığı, otoriter/baskıcı yönetimlerin hüküm sürdüğü ve devlet şiddetinin arttığı, faşizan iklimlerde kimi zaman bu tartışmalar hayati önem taşır. Ülkemizde de özellikle sol, ittifakla ilişkilendirilebilecek, “Faşizme Karşı Birleşik Mücadele” ve “Temel Çelişki/Baş Çelişki” başlığı altında yabana atılmayacak bir teorik tartışma ve deneyim oluşmuş durumda. Ancak parlamentodaki muhalefetin bu deneyimlerden ve tartışmalardan faydalanmak bir yana, ittifakı da sağın ve iktidarın kalıpları ve gözlüğü ile ele aldığı görünmekte. Gezi/Haziran Direnişi, 7 Haziran-1 Kasım arası yaşananlar, Hayır Kampanyaları ve Adalet Yürüyüşü gibi deneyimler ise boş böbürlenmelere dönüşmüş durumda.

“Sağ-sol bitti, karşı mahalleye seslenmek, %70 muhafazakâr-%30 laik seçmen oranı, entelektüel akademik ve elitist bariyerler” gibi kodlarla şekillenen ittifak arayışları kendi kimliğini, değer ve iddialarını eriten bir pratiğe dönüşmüş durumda. Üstelik defalarca denenip başarısız sonuçlar alındığı halde!

Bilindiği üzere 24 Haziran seçimlerinde, neo-MC  niteliğindeki    “Cumhur”  ittifakının karşısına, “merkez sağ” ittifak izlenimi veren “Millet” ittifakı ile çıkılmıştı. Başarısızlıkla sonuçlanan bu girişimin “rüzgâr” olarak adlandırılması, aynı tercihlerin derinleşerek sürdürüleceğinin göstergesi niteliğinde.

İttifak tartışmaları, muhalefet partilerinin (özellikle mensubu bulunduğum  CHP’nin) halı altına süpürülen sorunlarını, program (ve ideoloji) arayışlarını daha verimli yürütülmesine, en önemlisi de muhalefetin “iktidarın keyfine” göre kriminalleştirildiği düşünce ikliminin aşılmasına hizmet edecektir. “Kullanışlı Muhalefetin” zincirleri buradan kırılmaya başlanabilir.

Seçim güvenliği ve sonrası:
29 Eylül’deki yazımda özetle; 24 Haziran seçimlerindeki güvenlik, adil seçim ve meşruiyet tartışmalarının dinamikleri (YSK, İttifak Yasası, şiddet kullanımı, mükerrer oy iddiaları, vs.) ve iktidarın kayyum, istifa ettirme ve açığa alma gibi müdahaleleri ortada aynen duruyorken hiçbir şey olmamış gibi yeni bir seçime hazırlanılmasını anlayamadığımı söylemiştim. İnci Hekimoğlu, ArtıGerçek’teki yazısında bu suskunluğu “omerta” olarak değerlendirdi.

Erdoğan, “Mart seçimleri geliyor. Bu seçimlerde de teröre bulaşmış olanlar, olur ya, sandıktan çıkacak olurlarsa, öyle bekleyelim şu olsun bu olsun yok. Anında gereğini yapıp kayyum tayinleriyle yolumuza devam edeceğiz. Beklemek yok” diyerek HDP için seçimleri kıymet-i harbiyeden  düşürdü. Kendi belediyeleri için “istifa ettirme” CHP’li belediyeler içinse  “açığa/görevden alma” tarifesinin süreceği açık. Özetle; iktidarın oluşacak yerel yönetimlere “müdahale kabiliyeti” ve “cüreti”,yerel yönetimleri ülke iktidarının filizleneceği alanlar olmaktan net bir şekilde çıkarmış görünüyor.
     
Bir şey daha oldu: Bilgisayar Mühendisleri Odası, “24 Haziran 2018 Seçim Sonuçları Veri Analizi” raporunu yayımladı. Rapor seçim güvenliğinin önemli ölçüde risk altında olduğunu ortaya koyuyor. Sordukları sorulardan birisi şu:
“Seçimlere katılan cumhurbaşkanı adayları ve siyasi partiler, pek çoğu hızla göze çarpan ve çok belirgin olan bu hatalara neden itiraz edip düzeltilmelerini sağlamamışlardır?” (Bazı hataların AKP aleyhine olduğunu da vurgulayalım)

“Bu soru yanıtlanmadan seçmen nasıl sandığa gitmeye ikna edilecek?” diye de ben sorayım.

Bu iki başlık (seçim güvenliği ve yerel yönetimlere müdahale) esasen artık AKP’li seçmenin ve diğer partilerin de sorunudur.Hangi belediyeye kayyum atanması, açığa alınması, istifaya zorlanması ikna edici bir şekilde kamu oyuna açıklandı? Bundan sonra da bu pratiğin sadece saray ve AKP elitleri lehine işleyeceği tartışmasız.

O halde güvenli ve adil koşullarda yapılmayacağı ve seçilenlerin ise o koltukta oturmaları bir kişinin iradesine bağlı olacağı, lütfedilip izin verilirse merkezden müdahalelerle felç edilebileceği bir yerel yönetimi tüm boyutları ile sorgulamak zorunluluktur.

İlhan Cihaner / BİRGÜN

Canavara karşı topyekûn mücadele - NAZIM ALPMAN

Türkiye bir büyük savaştan çıkıyor –pardon çıkamıyor- bir başka büyük savaşa giriyor. Daha doğrusu girmek zorunda bırakılıyor. Çünkü dünyanın bütün devletleri değişen doz ve şiddette memleketimize karşı düşmanlıklar beslemektedirler.

Düşmanlıkların bazıları açık, bazılarıysa gizli olabiliyor. Allahtan hükümetimiz bunların hepsini bilmekte, hatta düşmanlık fikri o ülkelerin fikriyatında oluşmadan bile önce görüp en hızlı şekilde önlemlerini alabiliyor.
Şu sıralarda en önemli meselemiz yeniden sahneye çıkıp bütün rolleri çalan eski bir yıldız: ENFLASYON CANAVARI!

Eskiden “enflasyon canavarları” dinazorların en yırtıcı türü olan kısaca “Tyrannosaurus Rex” adıyla bilinen T-Rex’ler şeklinde çizilirdi. Mutfaklarda dolaştırılırdı. Enflasyon Canavarı T-Rex etobur olduğu için onun girdiği mekanlarda et kalmazdı. Bütün et ürünlerini bu canavar yer bitirirdi.
Enflasyon Canavarlarını en güzel Bedri Koraman çizerdi.

Sonraları bu enflasyon canavarı bizim memleketin iştahlı yamyamlarından korktu. Onlar önüne geleni yediklerinden enflasyona bir şey bırakmadılar. Şehirler, nehirler, dağlar, ovalar her şey onların iştah açıcı mönüsüne dahil edildi. (Sol açıyla yontulmuş bir kaleme sahip olduğumdan ben yine sola doğru gitmeye başladım, toparlıyorum.)

Yenilen yenildi, içilen içildi. Yok hayır Ejderha suyunu aklıma getirmiyorum.
Her şey bitti. Bir bakıldı ki ortada yenilecek bir şey kalmamış. Evet, yerli ve milli tabii ki…

O zaman ekonomik kurtuluş savaşına başlayabilirdik. Ki başladık!..

Düşman saldırıları her ne kadar ekonomik gibi görünse de doğrudan siyasetimize, manevi değerlerimize karşı yapıldığını (din, iman, ezan, bayrak) hedefine yönelik olduğu en üst düzeyde ifade edildi.

Hedef böyle izah edilince artık mücadele etmenin en kolay bölümü devreye sokulabilirdi.

Dünyaca ünlü danışmanlık firması McKinsey ile bir anlaşma yapıldı. Ekonomiye o firma ayar verecekti. Hemen eski klasik “Mülkiye kantini” kafasıyla karşı çıkıldı. Bu son derece fiyakalı isimlendirme Hürriyet’in marka değeri çok yüksek eski genel yayın yönetmeni ve halen en fazla ilgi gören köşe yazarı Ertuğrul Özkök tarafından yapıldı.

‘Ekonomiye ve Hazineye bakan’, Bakan Berat Albayrak yaşı Mülkiye kantinine el vermediği için devletin geleneksel tanımlamalarını kullanarak uyardı.

Genç Bakan yeni dönemde bir ofis kurduklarını tamamen yerli ve milli duruşla yöneteceklerini söyledikten sonra son derece veciz bir başlık verdi:
“Yapılan yorumlar cehaletten değilse ihanettendir!”

Her şeyin pahalı hale geldiği günümüzde vatana ihanetin bu kadar ucuzlatılmasının da kıymeti bilinmeliydi. Ama o da bilinmedi.

Amerika’ya karşı mücadele için işe alınan Amerikan firması McKinsey’nin iş akdi feshedildi. Bu güzelliği de her zaman her yerde olduğu gibi yine Cumhurbaşkanı/Başkan Tayyip Erdoğan yaptı.

Hükümetin medyası tam Özkök’ün ucunu açtığı tünelden Mülkiye Kantini taarruzuna başlayacaklardı ki, yerli ve milli duruşa geçtiler.

Şimdi enflasyonla mücadele de çok yeni bir dönem başladığını Bakan Berat Albayrak açıkladı. Toplam 50 üründe yüzde 10 indirim sağlanmıştı. Bir de güzel bir “barkot” hazırlanmıştı. Aslında bu bir barkot değildi. Barkot düz çizgilerden oluşur. Bu düpedüz ambalaj için paket süsü olabilirdi.
Önemli değil, olsa da olmasa..!

Eğer tüketiciler özenli davranıp sürekli olarak aynı marketlerden yüzde 10 indirimli 50 ürünü alarak yaşamlarını idame ettirirlerse enflasyon yenilecektir.
Her şeyi devletten, hükümetten, iktidar partisinden beklemek olmaz. Biraz da millet kendiliğinden bir şeyler yapacak. Bakın Kayseri’de ucuz ekmek üretiliyor, Türkiye’nin her yerinden Kayseri’ye uçak var. Bir saatte gidilip dönülebilir. Vatandaş gidip Kayseri’mizden ucuz ekmek alıp evine dönebilir. Böylece tasarruf sağlayabilir.

Bazı hastanelerde ameliyat malzemesi kalmadığı ya da azaldığı için başhekimler emrindekileri uyandırıyorlar. Acil dışında ameliyatları erteleyin diyorlar. Bu koşullar da vatandaşlar hiç gereği yokken kalp, damar, kanser ameliyatlarından imtina etmeliler. Topyekûn mücadele başladı artık. Boru değil ki bu… Vedat Sakman’ın “Tut şunun ucundan götürelim abi” şarkısını söyleyelim. Zaten götürülecek olanlar da götürülmüş. Şimdi hep birlikte elimizdekini avucumuzdakini, iç organlarımızdakini tutacağız. Ki, kimse götürmesin!

Duyduk duymadık demeyin:
“Enflasyona karşı topyekûn mücadele başladı!”

Nazım Alpman / BİRGÜN

99 kuruşa enflasyonla mücadele - Alpaslan Savaş

Damat bakan, canlı yayında enflasyonla mücadele programını açıklıyor. Patronlar orada. Kendi deyimiyle bir lansman toplantısı yapıyor. Zaten hali tavrı da mal pazarlayan reklamcı gibi.

Lansmanın adı Enflasyonla Topyekun Mücadele Programı. Pahalılıkla mücadele yani. Önümüzdeki dönem bu konuda alınacak tedbirler kürsüden bir bir sıralanıyor. Kredi kullanan şirketlere kamu bankaları tarafından yüzde 14’e varan finans desteği verilecek, KOBİ patronlarına 3 milyar liralık ihracat desteği sağlanacak, KOSGEB desteği alan patronların geri ödemeleri 3 ay daha ertelenecek, 1 milyar lira üzerinde makine teçhizat alımı yapan patronlara yatırım tutarlarının yüzde 25’i ödenecek, stratejik ürün (ne demekse) yatırımı yapan patronlara, önce 1 milyar, sonra 1,5 milyar lira teşvik verilecek. 
Ver oğlu ver. Uzayıp giden bir liste. 

Bugüne kadar dağıtılan onca kamu kaynağı yetmemiş gibi şimdi de pahalılıkla mücadele adı altında yeni kaynakları patronlara akıtacaklar. Daha geçen hafta işsizlik sigortası fonundaki 11,5 milyar lirayı, düşük faizle borç vermeye devam edebilsinler diye karga tulumba üç kamu bankasının kasasına koymuşlardı. Bildiğin işçinin parasıydı bu. 
Peki pahalılığın doğrudan vurduğu emekçi halk için ne çıktı bu mücadele paketinden?

Yüzde 10 indirim!

Yılın ilk dokuz ayında tüketici fiyatlarında artış yüzde 20’ye dayandı. Sene başında 1603 lira olarak belirlenen asgari ücret ise yerinde sabit duruyor. Üstelik sene sonunda TÜFE beklentisi 30-35 bandına ulaşmış durumda. 

Ama olsun. Yüzde 10 indirim sayesinde fiyatı bir süredir 9,99’un altına düşmeyen domatesin yeni etiketinde artık 9,00 yazacak. Ücretlerdeki muazzam eriyeme karşı enflasyonla mücadele programının önerdiği köklü çözüm domatesin fiyatından 99 kuruş atmak!

Toprağını kendisi ekip biçen için de benzer bir durum söz konusu. Damattan önce söz alan Tarım bakanı gübre, yem ve ilaç gibi girdi ürünlerde de yüzde onluk bir indirime gidileceğini duyurdu. Oysa son üç ayda bu ürün kalemlerine gelen zam yüzde 50 ile 120 oranında. Çiftçinin derdiymiş, ne gam!

Bir de bu yıl bitene kadar elektrik ve doğalgaza yeni bir zam yapılmayacak olması var. Bu müjdeyi de damat verdi ama son bir yıl içinde enerji ve gaza yapılan zammın yüzde 71,88 olduğunu söylemeyi unuttu. Olsun! Nasılsa kış gelmeden kimse gaz, tüp yakamayacak bu sene. Karakışa ise kim öle kim kala…

Pahalılıkla mücadele bahane, patronlara kıyak şahane. Emekçiler ise başının çaresine bakar, kime dert.

Tavırları bu. Küstah ve rahatlar.

Önceden bu tip işlerde göstermelik de olsa sarı yandaş bir sendika alırlardı yanlarına. İşçileri de işin içine kattıklarını göstermek adına. Dikkat ettiniz mi bilmem. Damat toplantıda “paydaşlarımız” diye konunun taraflarını sayarken “işverenlerimiz, sanayicilerimiz, kobilerimiz, finans sektörümüz” dedi ve bir de “vatandaşlarımız var” diye ekledi. Çalışma Bakanı ise yeni bir tanım bulmuş, “emek verenlerimiz” diyor. İşçi demiyorlar. Onlar için yok hükmünde çünkü. Bu denli rahatlığa, işçi sınıfının bu denli örgütsüzlüğü neden oluyor.

Bu rahatlık aynı zamanda onların zayıf noktası. Bütün planlarını örgütsüz bir işçi sınıfı üzerine kurdular. Bu planı bozmak için geceyi gündüze katmaya değmez mi? Fabrika fabrika, atölye atölye, ofis ofis…

Alpaslan Savaş / SOL

Bir küresel ‘Weimar dönemi’ bitiyor - Ergin Yıldızoğlu

Son günlerde, birbiri ardına gelen sıra dışı olaylara bakarken, bunları tek bir kümeye koyabilecek bir metafor aradımaklıma Weimar sözcüğü geldi.

Weimar Cumhuriyeti
Weimar Cumhuriyeti (1918-1933) Almanya’nın I. Büyük Savaş’ta yenilgisiyle başlayan, Nazilerin iktidarı ele geçirmesine kadar uzanan yıllarını kapsar. “Weimar Cumhuriyeti”, çökmüş eski bir düzenle, doğamayan bir yeni düzen arasında kalanların düş kırıklıklarını, umutlarını, fantezilerini, toplumsal çalkantıları betimler; “türlü canavarların tarih sahnesine çıktığı” bir dönemi... 

Bu fantezilerden biri, emperyalizm aşamasına girmiş, yükselen işçi hareketleriyle yüz yüze bir kapitalizmin yapısal krizinin içinde liberal demokratik bir düzenin kurulabileceğine ilişkindir. İkinci fantezi de borçlarla finanse edilen bir ekonomik büyüme ve refahın sürdürülebileceğine... Liberalizmin, “1989 - tarihin sonu” saçmalığına benzer bir “bir daha savaş çıkmaz” inancı yaygındır. Halbuki o sırada, bir tarafta, Great Gatsby türü müstehcen servetler birikirken, halk yoksullaşmaya devam ediyor, taşra kentlerinden Berlin, Viyana gibi kentlere nüfus akımı sürüyor, lağım kanallarında bir ikinci Viyana oluşuyordu. Yasalar giderek işlevini yitiriyor, güvenlik güçleri hızla kutuplaşıyor, siyasi suikastlar sıradanlaşıyordu. Paranoyak bir popüler kültür, “biz ve dünyanın geri kalanı” hezeyanlarıyla, egemen oluyordu.

Faşist parti bu bunalmış insanları, tüm ezilmişlikleri içinde, Alman ve üstün ırk olma fantezisiyle, Yahudi düşmanlığıyla yüceltiyor; özellikle gençler arasında hızla güçleniyordu. Milyonlarca üyeye sahip Alman Sosyal Demokrat Partisi  uzlaşmacı, Alman Komünist Partisi sekter politikalarıyla Nazilerin iktidara yürüyüşünü kolaylaştırmakla kalmadılar, kendi sonlarını da hazırladılar. Bu dönemin tek olumlu özelliği, hızla politikleşmekte olan modern sanattır.

Çürüme, çözülme...
Biz de, 1989’dan 2008’e kadar adeta bir “Küresel Weimar” döneminde yaşıyorduk. Son bir haftadır izlediğimiz olaylar bile, demokratikleştirici, kaynaştırıcı, “tarihin sonu” bir “neo-liberal küreselleşme döneminin” çoktan bir çürüme ve çözülme sürecine girdiğini gösteriyor. “Weimar Cumhuriyeti’ni” çağrıştıran olaylar dünya çapında giderek sıklaşıyor. 

Örneğin, Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı ülkesinin İstanbul konsolosluğuna girdi ve bir daha çıkmadı. Uluslararası alanda suçluları bulma örgütü Interpol’ün Çinli Başkan’ı kayboldu - Çin’de tutuklanmış. Bulgaristan’da araştırmacı gazeteci Viktoria Marinova hunharca öldürüldü. ABD’de sağın adayı, yargıç Brett Kavanaugh, hakkındaki cinsel saldırı suçlamalarına, çok partizan bir görüntü sergilemesine karşın, Yüksek Mahkeme başkanlığına atandı. Bu atama birçok yorumcuya göre sağın gerçekleştirdiği bir siyasi darbeydi. 

Bu sırada, Latin Amerika’nın en büyük ülkesi Brezilya’da, açıkça askeri diktatörlük dönemini, işkenceyi savunan, siyasi rakiplerini vurmaktan söz eden, ırkçı, homofobik, kadın düşmanı bir adam başkanlık seçimlerinin birinci turunu önde bitiriyor. Almanya Yahudi Konseyi Başkanı Charlotte Knobloch (85), Spiegel’de yapılan bir söyleşide, Almanya’da yeniden yükselmeye başlayan Yahudi düşmanlığına, AfD’nin gelişmesine, Nazilerin Chemnitz’de sergiledikleri olaylara atıfla “Bir canavarla yüz yüzeyiz” diyordu. 

Birleşmiş Milletler İklim Paneli’nin son raporuna göre, dünyanın geri dönülemez bir felaketi önlemek için en fazla on yılı kaldı. Acele önlem almak gerekiyor. Ertesi gün, IMF, ticaret savaşları riskine, bir türlü eritilemeyen büyük borç yüküne bakarak 2018 ve 2019 ile ilgili küresel büyüme beklentilerini düşürdü. New Yok Times’da bir karikatür, bu iki raporu birleştirerek, kapitalist uygarlığın tükenmişliğini çok güzel özetliyordu: Bir petrolcü kulesinden, aşağıdakilere bakarak, “Bu insanlar - çevreciler - gezegeni  kurtarmanın kısa dönemli etkilerini anlayamıyor” diyor: Önemli olan kâr, gezegenin geleceğini kim takar! 

Gerçekten de, aşılamayan bir yapısal / finansal kriz, ticaret savaşları, hatta çoktan başlayan siber savaşlar, işlevsizleşen uluslararası hukuk, yükselen faşizm, gerçek savaşların habercisi. Bu ortamda, iklim krizi hızla geri dönülmez noktaya koşuyor. “Şeylerin andaki durumunu değiştirebilecek” bir siyasi hareketin yokluğu, kapitalist uygarlığın, Weimar Cumhuriyeti’nin sonunu anımsatır bir felakete doğru gidişini kolaylaştırıyor. 

Sanatta, Weimar dönemini andıran bir canlılık yok ama, belki, kimliğini medyadan gizleyen sokak ressamı Banksy’nin, son şakasıyla avunabiliriz: Banksy, geçen hafta açık artırmada 1.4 milyon sterline satılan bir yapıtını, satışın gerçekleştiği an, şaşkın bakışların önünde, (yıllar önce sanatın metalaşmasını protesto etmek amacıyla,   çerçevenin içine gizlediği) uzaktan kontrollü bir kâğıt öğütücüden geçirerek parçaladı.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

En az yüz sene daha borç ödeyeceğiz - Enver Aysever

Düyunu Umumiye denen borçların son taksiti 25 Mayıs 1954’te yatırılır Türkiye Cumhuriyeti tarafından. İlk borç 1854’te alındığına göre, yüz yıl süren bir dönemden söz ediyoruz. Ödeme süresiyse tam 72 yıl. ‘Borç alınır, ödenir, ne var ki’ diye düşünen çıkabilir. Borcun alındığı döneme bakarsak Osmanlı’nın çöküşünü görürüz, kapitalistleşmeyi başaramayan bir devletin yıkılış sürecidir söz konusu olan. 

Ardından ulus-devlet olarak Cumhuriyet kurulur, kendine ait olmayan (sarayın, hanedanın) borçlarını yüklenir ve öder. Bunun iktisadi olarak nasıl yapıldığı değerli bir inceleme konusudur, ancak bir de etik mesele var ki, sanırım en çok üzerinde durmamız gereken konu budur. Türkiye Cumhuriyeti devrimle kuruldu. Her devrim kendi insan tipini yaratmak ister. Cumhuriyet; çalışkan, erdemli, dürüst, toplumcu, aydınlanmacı insan yaratmak istiyordu. Keskin aydınlanma hareketi sonuçlarını vermeye başladı hemen. 

Cumhuriyet ‘dil’ devrimi ile anlaşılır. Okuryazarlık hızla artarken, dünyanın seçkin yapıtları da dilimize kazandırıldı. Salt iktisadi çabayla kalkınma olmayacağını bilen Cumhuriyet kadroları, herhangi bir önem/öncelik sıralaması yapmadan, topyekûn devrimin gereğini yerine getiriyordu. Yaratılacak insanın etik değerleri yüksek olmalıydı. İşte bu sorumlulukla o borç ödendi. Üstelik kimselere muhtaç olmadan, öz kaynakla! 


Cumhuriyet sosyalist değildi. Ancak ‘Planlı Ekonomi’ ustalıkla uygulandı. İnsan kaynağına, nüfus dağılımına uygun fabrikalar kuruldu, işsizlikle mücadele, bölgeler arası eşitsizliğin de ortadan kalkması hedeflenerek, verildi. Unutmayalım ki, dünya savaşla kırılırken, bunun dışında kalmayı da başardı Cumhuriyet. (Ayrıntısına girmiyorum, ancak İnönü eleştirisi bu bağlamda tamamen haksızdır.) 

Halkını besleyebilen, uygun sanayileşme koşullarıyla kalkınan bir devletten söz ediyoruz. 
Niyazi Berkes 1964’te kaleme aldığı “200 Yıldır Neden Bocalıyoruz” adlı kitabında, Osmanlı’yı çökerten, Cumhuriyeti ele geçirip tüketen nedenin gericilik ve liberallik olduğunu vurgular. Cumhuriyet devrimiyle bastırılan yobazlar, liberaller Menderes’le, üstelik daha gürültülü ve baskın biçimde yeniden ortaya çıktı. 

Cumhuriyet Batı değerlerini, ölçüsünü her yönüyle hedef edinmiş, bu yolda ciddi mücadele vermiştir. Tuhaftır; Batı bu yeni devletle işbirliği yapmak yerine her dönem liberalleri, gericileri desteklemiştir. Bu tarihsel çelişki kuşkusuz! İslamcılar, milliyetçiler, liberaller ABD sevdalısı olmuştur her dönem. Cumhuriyet devrimine sahip çıkan/erdemli insan, yerini karşıdevrimci/ gerici bu tipe bırakmıştır. Borçlanma Menderes ile başlar yeniden. Ülke liberal iktisada tamamen teslim olur. Ayağını yorganına göre uzatan Cumhuriyetin kurucu kadroları, yerini görgüsüz, piyasacı, etik ölçüleri yerle bir olmuş yenilerine bırakır. RTE ve partisi bunun sonucudur. Bugünü anlamak için o kırılmaya bakmak gerekir. 

Ne zaman kutsal kitap, bayrak çığırtkanlığı olsa büyük toplumsal çürüme olduğu kesindir. Yobazların, işbirlikçisi liberallerin üstünde tepindikleri kavramlardır; din, mezhep, milliyet, kimlik… Sınıf bilinci olmaksızın, dünyayı doğru kavramak mümkün değildir. Bu çevrelerin; hukukun üstünlüğü, bilimsel bilgi üretmek, aydınlanma, kalkınma gibi öncelikleri yoktur. Dincilikle, ırkçılıkla zehirlenmiş toplumlar, bir de Ortadoğu cehaletiyle birleşince son derece tehlikeli hal alır. ‘Yerlilik, millilik’ sözcükleri eksik olmaz ağızlarından gericilerin, ancak hep ABD hayranı, uydusu olarak yaşarlar. 

Berkes; gericilik bastırılmalı, küresel çatışmalardan uzak durmalı/diğer devletlerin siyasal oyunlarına karşı uyanık olunmalı, yoksulluktan kurtulmak için toplumsal reformlar yapılmalı, diyor kısaca. Bir anlamda kuruluştaki ilkelere geri dönülmesi gerektiğine işaret ediyor. 

Bir zaman Türkiye halkı sınıflı toplum olduğunu fark etmiş, örgütlenmiş ve hayli yol almıştı. Gericilerin dostu darbeler olmasaydı, muhtemelen hedeflenen yere çoktan varılmış olacaktı. Genel olarak Batı’nın, özelde ABD’nin bu türden bir dirilişe izin vermesi söz konusu değildi. Gericiler bu destekle iktidar oldu! 

TÜİK verilerine göre üniversite mezunları son on yılda büyük gelir kaybına uğradı. Buna karşın okuryazar olmayanların geliri yüzde 231 arttı. Bunu yoksullukla iyi savaşılmış diye yorumlamak yanılgıdır. Sağ iktidarlar(Özellikle AKP); cahiller, düşkünler toplumu yaratarak, bunun üzerinden varlıklarını güçlendirir. Devletten verilen sadakayla geçinen insan, düşünmek yerine şükretmeyi yeğler. 

Neo Osmanlıcılık yeni çöküşün adıdır. Kriz iktisadi değildir sadece, etik çürüme söz konusudur. Kokusunu almayan var mı hâlâ?

Enver Aysever / CUMHURİYET

‘FETÖ ile mücadele’den cebini dolduranlar - Barış Terkoğlu

Beğendiğiniz arabayı alacaksınız. Fiyatı da uygun. Ancak sahibinin FETÖ’den tutuklu olduğunu, mallarının soruşturulduğunu öğrendiniz. Alır mısınız? “Evet” diyeni duymadım. 

Neden soruyorum?
 
27 Eylül’de kritik davaların birinden karar çıktı. FETÖ’ye para sağlayan 4 işadamının yargılandığı davada Orkide Yağları’nın sahibi Ahmet Küçükbay, örgüt üyeliğinden 5 yıl 5 ay hapis cezası aldı. Tutuklu olduğu süre göz önünde bulundurularak tahliye oldu. Hâkimlere göre cezasının düşmesinde 1980-2016 aralığında FETÖ ilişkilerini kabul etmesi, etkin pişmanlıktan faydalanarak itiraflarda bulunması etkili oldu. 

Önemli bir ayrıntı daha vardı. 4 Mayıs 2018 tarihli bilirkişi raporuna göre Küçükbay’ın servetinin 85 milyon 648 bin TL’sinin, 2 milyon 181 bin Avro’sunun, 14 milyon 262 bin dolarının kaynağı FETÖ idi. Servetinin bu kısmına el konurken, kalan kısmı iade edildi. 
Küçükbay, FETÖ’cü işadamları arasında en bilinen isimlerden biriydi. Kendisi de örgüte mali destek sağladığını kabul ediyordu. Işık Sigorta’nın da Gediz Üniversitesi’nin de kuruluşunda o vardı. Samanyolu TV’nin de Zaman Gazetesi’nin de finansörüydü. TUSKON’u oluşturan çekirdek kadrodaydı. Örgütün Kanal 35’inin patronuydu. 
Küçükbay’ın ceza alması tabii ki sürpriz olmadı. 

2015’ten itibaren kendi sonunu görerek; istifalarla, gazete ilanlarıyla, sosyal medya mesajlarıyla FETÖ’den kopmuş gibi görünmesi pek de kimseyi ikna etmemişti. 
Benim kafamdaki sorular ise buradan sonra başlıyor.


Mallarına ortak çıktı 
Küçükbay’ın en değerli şirketlerinden biri Reka Bitkisel Yağlar AŞ idi. İfadesinde “Ben, kardeşim Halil ve profesyonel olarak uluslararası büyük şirketlerde çalışan ve şirketin üretim alanı olan, yağ imalatı ile ilgili konusunda uzman, dünya pazarını çok iyi bilen Murat Reka ortaklığında kurduk” diye anlatıyordu. 

O şirketin internet sitesine bugün girdiğinizde ise “Ağustos 2017 tarihi itibariyle çoğunluk hisseleri Tül Gıda AŞ’ye geçmiştir” notu dikkat çekiyor. 

Gerçekten de 25 Ağustos 2017 tarihli Genel Kurul kararı incelendiğinde, şirketin yüzde 51 hissesinin Tül Gıda’ya geçtiği, Küçükbaylar’ın yüzde 40 ile ikinci ortak olduğu görülüyor. 

Tül Gıda kimin mi?
 
AKP’ye yakınlığıyla bilinen ve çoğunluğun BİM’den tanıdığı Topbaşlar’ın. 
Nitekim bugün artık Mustafa Latif Topbaş şirketin Yönetim Kurulu Başkanı, diğer Topbaşlar ise yönetim kurulu üyeleri. 

Özetle; Küçükbay tutuklanınca Topbaşlar grubun en kıymetli şirketine ortak olmaya çekinmemiş.

Küçükbay’ın FETÖ’den soruşturulması, Topbaşlar’a maliyet avantajı yarattı mı? 

Bilmiyoruz. 

Bildiğimiz, baştaki soruya “evet” diyecek kadar kendine güvenenler de varmış! 
Gelelim ikinci konuya.

FETÖ sanığını soyma girişimi 
Hem Küçükbay’ın itiraflarından hem de savcılık iddianamesinden anlıyoruz ki, olağan FETÖ şüphelisi Ahmet Küçükbay’a birileri “bir ihtimal daha var” demiş. 

Şöyle anlatalım, 2015 yılının Ekim ayından itibaren Sabah’ta Rasim Ozan Kütahyalı ve Star’da Cem Küçük, Küçükbay’ı hedef almış. Mesele bu kadar olsaydı “FETÖ ile mücadele ediyorlar” denebilirdi. 

Ancak işte tam da bu yayınlar sırasında birden fazla kanaldan Küçükbay’a “birkaç milyon dolarcık rüşvet ile” kurtulma teklifi yapıldığını görüyoruz. 

Biri, işadamı Selim Gökdemir

Ensar Vakfı ve Serhat Albayrak’ın adını kullanarak Küçükbay’ı “yolmaya” çalışıyor. Kendisinden ilk olarak 3 milyon dolar istenmesi üzerine, Küçükbay hem Sabah gazetesini yöneten Serhat Albayrak ile hem de Star’ın sahibi Sancak Ailesi ile görüşüyor.

Albayrak’ın o ana kadar konudan habersiz olduğunu gören Küçükbay, ifadesinde şunu söylüyor: “Orada anladım ki, Selim Gökdemir beni Serhat Albayrak ve Ensar Vakfı’nın ismini kullanarak dolandırmak istemiş.” 

Peki, sonra ne oluyor? 

Küçükbay’ın itiraflarından dinleyelim: 
“Albayrak ile yaptığım bu görüşmeden sonra Kütahyalı’nın hakkımda yapmış olduğu gazete yazılarındaki karalamaları birden kesildi.” 

Gelelim o dönem Star’ın sahibi olan Sancaklar’la görüşmenin ardından olana: 
“Konuşmadan sonra Cem Küçük benim hakkımda yazıları yazmayı bıraktı.” 

Bu kadarla da kalmıyor. 

26 Kasım 2015’te, Star gazetesinde, “Paralele çeteye geçit yok” başlığıyla Ahmet Küçükbay’ı adeta “FETÖ’yle mücadele şampiyonu” ilan eden bir röportaj yayımlanıyor. Star’ın arşivinde hâlâ o haberi bulabilirsiniz. 

İkinci para isteyen ise Hüseyin Sarıçiçek
Yandaş medyanın “FETÖ ile mücadeleye karar vermiş eski FETÖ imamı” diye kahramanlaştırdığı Sarıçiçek’in ne işler çevirdiğini savcının satırlarından aktaralım: 
“Hüseyin Sarıçiçek isimli şahsın, Ahmet Küçükbay isimli şahıstan, içinde bulunduğu durumdan faydalanarak, şahsı bitirmeye çalıştığı ve maddi olarak kendisine menfaat sağlamaya çalıştığı yönünde twitter yazışmalarınınolduğu...” 

Nitekim Sarıçiçek, FETÖ sanıklarından para istemekten tutuklandı. 

Ancak bugün adını arattığınızda, tesadüf bu ya, “FETÖ şüphelisi yolma” döneminde Cem Küçük ve Rasim Ozan Kütahyalı ile yaptığı televizyon programı çıkıyor. 

İki yazar, 2015’te ne karşılığında Küçükbay’ı yazdıklarını, neden bir anda sustuklarını anlatırlarsa meseleyi daha iyi anlarız. Zira, belgelere göre, Bank Asya kredisiyle aldıkları eve bunu sormak için gelen polisler kendilerini bulamamışlar. Sahi, gazetelerinde o gün Küçükbay’ı öven röportaja neden sessiz kalmışlar?

Başkaları da var ama uzatmayalım. 

“FETÖ ile mücadele” maskesinin altında tüccarlık yapanları görünce, siz de “yazıklar olsun” diyor musunuz?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Mudanya Antlaşması - Av.EROL TÜRK

Mudanya konferansında görüşülecek konular Atatürk ve İnönü ile birlikte saptanmış, görüşmeler çok çetin ve gergin başlamıştır. Yunanlıların Trakya’dan tamamen çekilmeleri ve Boğazların boşaltılması konuları çok tartışılmış ve görüşmeler sık sık kesilmiştir.

Büyük Taarruz’un Yunan ordularının kesin yenilgisiyle sonuçlanması ve Türk ordusunun 9 Eylül’de İzmir’e girmesi üzerine Büyük Asya rüyası sona eren Yunanlılar kendilerine bu felaketi hazırlayan İngiltere’den yardım istediler. Büyük Taarruz öncesi bütün dünya ile irtibatını kesen Mustafa Kemal Atatürk, İngilizlerin TBMM hükümetinden ateşkes antlaşması yapılmasını istemesi üzerine 3 Ekim 1922 tarihinde Mudanya konferansı başlamıştır. Konferansta TBMM adına İsmet Paşa, İngiltere General Harington, Fransızlar General Charpy, İtalyanlar General Monbelli başkanlığındaki delegelerle görüşmelere katılmışlardır. Yunan temsilcileri General Mazarakis ile Albay Sariyanis görüşmelere katılmamışlar ve görüşmeleri Mudanya açıklarında bekleyen bir İngiliz gemisinden izlemişlerdir.

Görüşmeler çetin ve gergin
Mudanya konferansında görüşülecek konular Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa ile birlikte saptanmıştır.
Görüşmeler çok çetin ve gergin başlamıştır. Yunanlıların Trakya’dan tamamen çekilmeleri ve Boğazların boşaltılması konuları çok tartışılmış ve görüşmeler sık sık kesilmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın 6 Ekim’e kadar bir netice alınmazsa Türk ordusunun yeniden harekete geçeceğini söylemesi üzerine İtilaf Devletleri telaşlanmışlar ve görüşmelere devam etme kararı almışlardır. Fransızlar yeni bir savaşı göze alacak durumda değildi. İngilizler ise İsmet Paşa’nın kendilerine yenilmiş bir ordu muamelesi yaptığından şikâyet etmekteydiler.’ Ekim 1922 tarihinde görüşmelere devam edilmiş ve nihayet 11 Ekim 1922 günü Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalanmıştır. Görüşmeleri uzaktan izleyen Yunanlılar antlaşmanın sonuçlarını kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanması ile Kurtuluş Savaşı’nın askeri safhası sona ermiştir. Mudanya Ateşkes Antlaşması ile Yunanlıların, Edirne ve Karaağaç’tan çekilmelerinin kabul edilmesi üzerine Trakya Yunanlılardan tamamen kurtarılmıştır. İngilizlerle savaşmadan 6 Ekim 1923’te İstanbul kurtarılmıştır. Meriç Nehri, Yunanlılarla aramızdaki sınır olarak kabul edilmiştir.

Yunanistan’ın hayali
İstanbul’un kurtuluşu ve TBMM hükümetine devredilmesiyle birlikte Altı yüzyıllık Osmanlı İmparatorluğu da hukuken sona ermiştir.
İngiliz parlamentosunda çok çetin tartışmalar yaşanmış ve işçi partisi lideri Mac- Donald, Başbakan Lolyd George “Bize ne söz verdin sonuç ne oldu. İngiliz hükümetini boş yere büyük masraflara soktun” demiştir. İngilizlerin Yunanlılarla başlattıkları Anadolu projesi başarılı olamayınca İngiltere’de Lloyd George hükümeti düşmüştür. Yunanlıların Büyük Yunanistan Bizans imparatorluğunu yeniden ihya etmek hayalleri de tarihe gömülmüştür.

TBMM’nin zaferi
Mudanya Ateşkes Antlaşması ile Mondros Ateşkes Antlaşması da geçerli bir belge olmaktan çıkmıştır. Savaşın galibi Türk ordusunun psikolojik üstünlüğü ile başlayan konferans TBMM hükümetinin zaferi ile sonuçlanmıştır. Mudanya Ateşkes Antlaşması ile TBMM hükümeti kesin bir zafer kazanmıştır. Türk-Yunan savaşının sona ermesi ile Milli Mücadele’nin savaş dönemi de sona ermiştir. Osmanlı İmparatorluğu hukuken bitmiştir. İngiltere de Lolyd George hükümeti düşmüştür. En önemlisi Lozan Barış görüşmelerine giden yol açılmıştır. Bu günde başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet Paşa olmak üzere tüm şehitlerimizi saygı ve minnetle anıyoruz.

AV. EROL TÜRK / CUMHURİYET

"Tek Parti"nin yıktığı camiler! - Batuhan ÇOLAK

İstanbul Gaziosmanpaşa'nın sembollerindendi... Şirin mi şirin, derli toplu bir mimarisi vardı. Cuma vakitlerinde yetersiz olsa da cemaat bir şekilde namazını eda ediyordu. Hayırseverler tarafından devlet desteği olmadan yapılmıştı.
Çifte Minareli Cami, "Daha güzelini yapacağız" denilerek 2014 yılında yıkıldı. Cemaatin tepkisinin önüne geçilmesi adına da şantiye alanına "Yeni cami inşaatımız başlamıştır" yazısı asıldı. Aradan bir süre geçtikten sonra anlaşıldı ki caminin yerine içinde Fin hamamından, SPA merkezine kadar kapsamlı bir rezidans dikilecekti.
Cami gitti yerine rezidans geldi.
Gaziosmanpaşa Belediyesi AK Partiliydi...
                                                                          ***

Beykoz Paşamandıra Camisi, köyde yaşayan 40 haneye rahatlıkla yetiyordu. Taş örme duvarlarıyla ziyaretçilerin ilgi odağıydı.
Devreye cami derneği girdi, "Yenisinin yapılması gerekiyor" talebinde bulundular.
AKP'li Belediye Başkanı tepki gösterdi "40 hanelik bir köye o cami (yüz kişilik) yeterlidir. Bu sefer bana da cenazelerde yer kalmıyor diyorlar. Bu da köylünün bileceği bir iştir. Ben ona karışmam. Ama şunu da söyleyeyim. Caminin yıkımını biz belediye olarak yapmıyoruz. Ben cami yıkan bir belediye başkanı olarak anılmak istemiyorum." dedi.
Bu açıklamadan kısa bir süre sonra cami yıkıldı. Yerine başlanan cami inşaatı hâlâ devam ediyor.
Beykoz Belediyesi AK Partiliydi...
                                                                         ***

Kayseri'nin eski yapılarından Sahabiye Camisi... Belediye'nin "Kentsel dönüşüme sokacağız" kararıyla yerle bir edildi.
Mahalleli, "Keşke bu camiyi yıkmasalardı da restore etselerdi. On dakika içerisinde camiyi yıkıp yerle bir ettiler. Camiden hiçbir eser kalmadı." sözleriyle şaşkınlığını dile getiriyordu.
Kayseri'de sadece Sahabiye değil, Eski Terminal Camisi, Serçeönü Camisi ve Kalemkırdı Mescidi de yıkılmıştı.
Yıkan belediyeler AK Partiliydi...
                                                                           ***

İzmit'in en önemli camilerinden biriydi... Yıllarca ayakta kalmıştı... Halk arasında Çınarlı Cami olarak bilinen Baç Urgancı Ahmet Çelebi Camisi restore ediliyordu. Bu arada nasıl olduysa cami derneği "yıkılsın yenisi yapılsın" diye Anıtlar Kurulu'na başvurdu.
Anıtlar Kurulu, bu kadar değerli bir camiyi ayakta tutmak yerine yıkılmasına onay verdi.
Caminin ilk yapımı 1800'lü yıllara dayanıyordu. Tamamı ahşap olan cami, Cumhuriyet'in ilk yıllarında çıkan yangında kül olmuştu. 1933 yılında yani Mustafa Kemal Atatürk döneminde cami en baştan yapılacaktı.
Tüm bu tarihi arka plana rağmen, restorasyona ödenen paralar boşa gitti ve cami yıkıldı, geriye bir toz bulutu kaldı.
Yıkıma onay veren Anıtlar Kurulu'nun üyeleri AK Parti tarafından atanmıştı.

                                                                             ***

Batman'ın en merkezi yerindeki yarım asırlık Yıldız Camisi, yerine daha büyüğü yapılacağı gerekçesiyle yıkıldı.
Yeni yapılacak caminin milyonlarca liralık projesini de nedense AK Partili Üsküdar Belediyesi üstlenmişti.
5 milyon TL'ye mâl olacak camiyle ilgili para bile toplanmamıştı. Cami derneği "Herkes elinde en varsa versin, bu camiyi bitirelim" diye açıklama yaptı.
Yıldız Camisi'nin yıkılmasına vatandaşlar tepki gösterdi, "Bu israftır, sapasağlam camiydi" dediler. Dinleyen olmadı.
Batman Belediyesi, AK Parti tarafından atanan kayyumca yönetiliyor.

                                                                          ***

Orta Cami, Rize'nin sembollerindendi. Kent merkezinin tam ortasında duruşuyla, varlığıyla Rizelilerin gönlünde ayrı bir yeri vardı.
Belediyenin 4 şeritli yol projesi tam da caminin bulunduğu yerden geçiyordu.
Atatürk büstünü kamyonlarla taşıyarak yerinden söken belediye, "Yol daha önemli"  diyerek Orta Cami'yi de yıktı. Yerine yenisi de yapılmadı, asfaltlar döküldü.
Camiyi yıkan Rize Belediyesi AK Partiliydi.

                                                                           ***

Son olarak Üsküdar Kirazlıtepe'deki Esentepe Camisi'ne göz konulmuştu. "Kentsel dönüşüm, çürük" derken camiyi yıkma kararı çıktı.
Caminin imamı yaşananlara isyan etti; "Bu caminin tarihi değeri vardır, çürük değildir, yazık etmeyin."
Dinleyen olmadı. Belediyenin buldozerleri harekete geçince cami imamı mesleğinden atılmayı göze alarak cemaate "direnelim" dedi. Mahalleli ve cemaat direndi. Ama nafile.
TOMA'lar ve biber gazı müdahalesi geldi. Tarihi Esentepe Camisi, sabaha karşı tuzla buz edildi.
Camiyi yıkan Üsküdar Belediyesi AK Partiliydi.

                                                                            ***

Tek partinin yıktığı camilerin dayandığı felsefe 2013 yılına dayanıyordu.
2013'ün 22 Ekim'i... Kürsüde o zamanki sıfatıyla Başbakan var. Diyor ki, "Yol medeniyettir. Ama medeni olmayanlar yolun kıymetini anlamazlar. Önünde cami bile olsa, yol oradan geçecekse o camiyi yıkar, o camiyi gider başka yerde inşa ederiz!"


Batuhan ÇOLAK  / YENİÇAĞ

Öne Çıkan Yayın

Çağımızın çürüyen devleti (I + II) -Nevzat Evrim Önal /soL-

Çağımızın çürüyen devleti (I) Sermaye devletinin günümüzdeki çelişkilerini mümkün olan en derin biçimde kavramak da, bize bir kriz anında on...