Herkese boncuk dağıtmak! - Enver Aysever

Bizim memlekette kendin olmak güçtür. Dengeler vardır. Doğrudan tutum takınmak cesaret işidir toplumsal, siyasal olaylarda. Sanmayın ki salt iktidar baskısından olur bu. Her mahallede racon kesen bulunur. Düşünen insan gücünü fikirlerinden, kaleminden alır. Yeri geldiğinde esen sert rüzgâra karşı yürümek zorunda kalır. Bundandır dürüst basın mensuplarının hiçbir mahallede kolayca kendine yer edinememesi. Fikir insanı özgürlük ister. Düşünce özgürlüğü doğru tarif değildir. Esası “ifade özgürlüğü”dür bunun. Dile gelmemiş düşünce tamamlanmış olmaz.

Kendini uygar sayan kimse, ilkin “ifade özgürlüğü” ile sınav verir. Hiçbir kimse, kurum, fikir eleştiri dışı tutulamaz. Dünya değişir, gelişir. Fikir insanı toplumu karşısına almaya, kalabalıkların gürültüsüne kapılmamaya özen gösterir. Elbette tartışma dilini bilmek, biçemine dikkat etmek gerekir. Lakin insanlar irkilecek diye sözünü sakınmak doğrudan sansür anlamı taşır. En tehlikeli sansür, kendi kendimize yaptığımızdır. Düşünce ancak özgürce dile gelirse yaratıcılık ortaya çıkar. Bu da ilerlemeyi sağlar. Sanat, bilim böylece gelişir. Düşünce insanı kutsal tanımaz. Değerli olan eleştirel akıldır.

Vaziyeti idare eden” kimseden düşünce insanı çıkmaz… Kalemin onuru, namusu vardır. Bu, bizden önce kaleme değer katan düşünürler, yazarlardan gelir. Yazık ki neo-liberal dönemde herkes, tarihi kendiyle başlatmak gibi kötü bir alışkanlık edindi. Oysa fikir kökü önemlidir. Kimse bir başına kültür inşa edemez. Devrimci tutum yeri geldiğinde yıkıp, yerine başkasını koymayı gerektirir, doğru. Lakin bu da birdenbire olmaz, tarih bilinci ister. Eline kalem alan kişi, hele de kökü derinde olan gazetelerde yazıyorsa bunun sorumluluğunu taşır.

Bugün ırkçılığa, gericiliğe, militarizme, dinciliğe direnmek aydınlanmacı sorumluluğudur. Tam bağımsız Türkiye kavgası modası geçmiş tutum değildir. Gördük ki, tam da bugün bu kavramlar, değerler ayrıca önemli. Elbette buna çağın sorunları da eklendi: Hayvan hakları, çevre meseleleri, cinsiyetçi dil, göçmenler gibi. Buna karşı kendi düşün dünyasını güncellemek zorundadır aydın kimse. Değişen çağın kavramlarını bilmek gerekir. Ancak temel değer, yani sosyalist ölçüler, diyalektik mantık her dönem geçerlidir. İyice keskinleşen sınıfsal sorunları da buna kolayca eklemeliyiz elbette.
Yazar/aydın; siyasetçi gibi “herkese boncuk dağıtamaz”, kafasında soyut ve genellikle toplumu uyutmak için kullanılan millet, din, mezhep türü kavramlara yer yoktur. İnsanlığı bütün olarak ele almak ve bu ölçüde değerlendirmek uygarlığın ölçüsüdür. Diyeceğim, yazı heveslisiyle, ömrünü yazarlığa veren kişi arasındaki fark buradan doğar. Yazar, “kim ne der, ne düşünür” umursamaz, ilişki ağını gözetmez. Tersine can sıkar. Dolayısıyla kendi canı da sıkılır.


Nâzım Hikmet Putları Yıkmaya” karar verdiğinde ne türden tepki alacağını biliyordu elbette. Bolu’da gerici kaymakamın yüzüne kapıyı çarpıp çıktığında “rüzgâra karşı bir başına yürüdüğünün” de farkındaydı. Bugün ne ona tuzak kuranlar anımsanıyor ne de o kaymakam. Ama Nâzım, yolu aydınlatmaya devam ediyor. Çok örnek vardır böyle.
Diyeceğim; eğer kimseleri irkiltecek cümle kurmuyorsa yazar, kendinden kuşku duymalıdır. Herkesle uyumlu, o gürültüye ilişen ses olmak, geçici şöhret, para, iktidar sağlasa da işe yaramaz. Bunun için de çabalamaya değmez. Can sıkmayan yazı yazmaktansa denize bakıp düş kurmak daha değerlidir. Varsın alkış tutanlar eksik olsun, vicdandır esas olan!

Eğer kalemin onurunu korumayacaksak, niçin yazıyoruz!

Enver Aysever / CUMHURİYET

Düş müydü neydi? - Mesut Odman

Çok büyük bir silah sanayii yarattık. Ek olarak, savunma kuruluşlarıyla doğrudan bağlantılı işlerde istihdam edilenlerin sayısı 3.5 milyonu buluyor. Her yıl sadece askeri amaçlarla yaptığımız harcamalar, ülkemizdeki bütün şirketlerin net gelirlerinin toplamını aşıyor.

Serbest bir çeviri yaptığım için tırnak içine almadığım bu sözlerin sahibi, ABD’nin 34. Başkanı Dwight D. Eisenhower. Önceki görevi, Batılı müttefiklerin Kızıl Ordu daha ne kadar kayıp verir umuduyla epeyce bekledikten sonra Nazi ordularıyla savaşmak üzere Avrupa’ya çıkarttıkları kuvvetlerin başkomutanlığı olan bu beş yıldızlı general, emekli oluşunun ardından başkan seçiliyor ve iki dönem süren başkanlığının sona ermesine yakın, 1961 yılının Ocak ayında bir gün, halka seslendiği son konuşmasını yapıyor “Oval Ofis”ten. Amerikan siyasi tarihine “askeri-sinai kompleks konuşması” olarak geçen ve bu terimin ilk kez ortaya atıldığı konuşmasında, çok koyu bir anti-komünist olan Eisenhower şunları da ekliyor: Askeri-sınai kompleksin –bilerek ya da istemeden- kazandığı sınırsız etkinliği görmezlikten gelemeyiz. Dev savaş makinesiyle büyük savaş sanayiinin bu birleşmesi Amerika için yeni bir durumdur. Bu durumun ekonomik, siyasal, hatta moral etkileri görülmekte, her kentte, her eyalet meclisinde, federal hükümetin her dairesinde bundan söz edilmektedir.

Eisenhower’ın bu saptamaları ve hakkında yaratılan “sevilen başkan” efsaneleri yeterli olmuyor; izleyen seçimi yardımcısı Richard M. Nixon’ın karşısındaki aday olan John F. Kennedy kazanıyor. Kennedy’nin ömrü yetirilmediği için bir dönemden kısa süren başkanlığında, Vietnam’da bozguna uğramış Fransa’nın yerini almakta olan Amerika’nın savaşı tırmandırdığına tanık olunuyor. Amerika’da ekonomik konjonktürün düşük olduğu bir zamanda başlatılan bu tırmanma, Kennedy’nin öldürülmesiyle yerine geçen yardımcısı Lyndon B. Johnson, şu Türkiye başbakanı İsmet İnönü ile ünlü mektuplaşmayı başlatan zat tarafından hızlandırılıyor. Bundan en çok yararlanan, doğal olarak, savaş sanayii ve yardımcı şirketler oluyor. İç pazara yönelmiş işletmeler ise olumsuz etkileniyor ve kaynak bulamadıkları için gelişmeleri durma noktasına yaklaşıyor. O kadar ki, aynı Johnson 1968’de Kuzey Vietnam’ın bombalanmasını durdurduğunda, ilk etki, tüketim malları üreten işletmelerin hisse senetlerinin değerlenmesi biçiminde ortaya çıkıyor.

Buradan yola çıkılarak şu tür bir genelleme yapılabilir: Kapitalist sistemin darboğazlarının, tıkanmalarının çözümünde savaşların vazgeçilmez denebilecek ölçüde olumlu katkıları vardır. Ama savaşlardan yararlanan ve yararlanamayan, hatta zarar gören işletmelerin var olduğu da bir gerçektir.

Bütün bu yazdıklarımı ve benzerlerini, bundan 50 yıl kadar önce, özellikle bazı derslerde konuşurduk. Daha doğrusu, hocalara sorar, onları konuşturur, bazen de aklımız erdiğince itirazlar yöneltir, tartışmalara girerdik. 

Şimdi, yarım yüzyıllık bir sıçrama yaparak bugüne gelelim.

Aktörlerde ve senaryolarda bazı farklılıklar ortaya çıksa da işin özü hemen hemen aynıdır, demeye getireceğim.

Bugünkü hocalardan biri, Erinç Yeldan, iki gün önceki gazete yazısını şöyle bitiriyordu: “Kısaca özetlemek gerekirse, küresel kapitalizm gelir yaratamıyor; ne ücret, ne de kârlılık anlamında… Finansal rant oyunlarına dayalı kâr arayışı yeni riskler ve kırılganlıklar yaratmaya devam ediyor. Dolayısıyla, reel üretimde ivmelenmeyi ve bunu sağlayacak teknolojik ve kurumsal atılımı gerçekleştiremediği sürece küresel kapitalizmin bu durgunluk ve kırılganlık kıskacından çıkması mümkün gözükmüyor. Kapitalist (serbest) piyasa sisteminin tarihsel olarak buna karşı çözümü ise yükselen ırkçılık, artan savaş ve şiddet tehdidi olarak biçimlenmekte.” 

Bugünün hocalarından birine daha başvuracağım. Buradaki yazılarını iktisat, siyaset, uluslararası ilişkiler ve benzeri alanlarda öğrenim gören gençlere, ayrıca olup bitenlere akıl erdirmeye çalışan herkese salık vereceğim Mustafa Türkeş’in ısrarla altını çizmeye uğraştığı bir gerçek var. Kısa, ama yeterince açıklayıcı bir cümle aktarmak için eski yazılarını da biraz karıştırdıktan sonra, geçen yılın 17 Ocak günü yazılmış şu satırları buldum: “Kapitalist sistem sorunları çözmez, sorunları dönüştürerek ya öteler ya da yeniden üretilmesini sağlar; çünkü sistem bunlardan beslenir”.

Güzel. Bu gerçeği kavramadan, ne olanları ne de olacakları anlamak mümkün.
Bir de, yine o çok eski günlerde, “gün doğdu hep uyandık” diye başlayıp uğruna al kanlara bulandığımızı söylediğimiz bağımsızlık ile ilgili bir saptamasını aktaracağım Mustafa hocanın. Bu yılın 12 Haziran günü çıkan yazısındaydı ve şöyleydi: “Kapitalist-emperyalist sistemde bağımlılık ortadan kalkmaz, bir yerden başka yere kayar, bağımlılık dönüşür, fakat sorunlar asla çözülmez.”

Yazı burada bitti bitmesine de, az önceki marş konusuyla ilgili bir ek yapmalıyım. O tür marşlara bazılarımız ya katılmaz ya da gönülsüzce mırıldanırdık. Biraz snopluktan sayılabilir, neden askeri marşları sözlerini değiştirip söylüyoruz, kendi müziklerimizi besteleme yeteneğinden bu kadar mı yoksunuz diye… Biraz da daha esaslı bir gerekçeyle, sosyalizm olmadan bağımsızlık olur mu, olursa da ne kadar sürer diye…

                                                              ***

Derken, gözlerimi açıyorum: Allah allah, nerden çıktı şimdi bu karmakarışık durumlar, eskiler yeniler, savaş mavaş lafları? Kötü bir düş görmüş olmalıyım. Gece üstüm açık yatmışım galiba…

Mesut Odman / SOL

O uçak Yunanistan'a ne taşıdı? - Murat İDE

Ankara'da bir süredir, özel bir uçağın akıl almaz seyahat raporu konuşuluyor..
Konuşuluyor dediğim, kulislerde konuşuluyor.. Çıkıp alenen dillendirene rastlamadım..

Şimdi ben uçak diye başlayınca, ardına da 'para' diye bir kelime ekleyince, Fatih Altaylı alarma geçer..

Daha önceki bir operasyon için hatırlarsanız bana, "Murat pikeyi sıkı ört, bir tarafın açıkta kalmış olmasın" demişti..


Ardından öykünün gerçek olduğunu kendi de itiraf etti..
O yüzden dert etmeyiniz sevgili okur;
Bu kalem hiç işkembeden atmadı.. Bundan sonra da atmaz..

                                                             **

Efendim hikayemizin aygıtı bu kez daha küçük bir uçak.. Modeli Falcon-2000..
Şimdi soru şu;


- Bir özel uçak, 3 hafta içinde Yunanistan'a, ağırlıklı olarak da Atina'ya kaç kez gidebilir ki?

Üç mü? Beş mi? On mu? Yirmi mi?

Bunun üzerinde bir rakam olursa, bazı günler birden fazla uçuş yapmış olması lazım..

Uçağın kuyruk numarası; TC-GNC..
Uçağın Genç İnşaat'la ya da Osman Gökçek'le bir ilgisi var mı bilmem..
Meslektaşım Murat Ağırel daha önce bu konuya girdi..
Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin çok önemli bir şirketini de satın alan Genç İnşaat, başkentteki ihalelerde parlak bir yıldıza sahip..

                                                                           **
Neyse konumuz bu değil..
Konumuz, bu uçağın, 3 hafta içinde tam 59 kez Yunanistan'a uçması..
İhtimaller ne;
Bir Yunan işadamı uçağı kiralamış olabilir.. Sabah kahvaltısını Ankara'da, öğle yemeğini Atina'da yiyip, akşam yemeğine İstanbul'a geçiyor olabilir..
Bu zevk-i sefa 3 hafta devam etmiş olabilir..
İnanmak isteyenler için seçenek açtım yani..
Ama "Nedir bu iş" diye soracak olanlar için iki ihtimal var;
1- Bu uçakla ne taşınır?
2- Kumara mı gidiliyordu?
                                                             **

Doğru, kuşların fısıldadığına göre kumarhaneye de uğranıyor.. Ama kumarhane yemek aralarında gidilecek bir yer değil.. Gitti mi kalır insan..
Sahi, bu uçak, Yunanistan'a 3 haftada 59 kez ne taşıdı?
Tahmini olan için yorum bölümü açık..

                                                              **
Benim tahminim mi?
Şöyle izah edeyim;
Bana bile geldiyse Cumhurbaşkanı'na çoktan ulaşmıştır bu bilgi..
Burası kesin..
Kesin olarak bilemediğim şey ise; bagaj Euro muydu, Dolar mı?

                                                                **
Eee, onu da mı ben dert edeyim ?


Murat İde / YENİÇAĞ

Haydarpaşa Garı ihalesinin seyrini değiştirecek olay - Murat AĞIREL

Haydarpaşa ve Sirkeci garları, çocuklarımıza yani gelecek kuşaklara olduğu gibi koruyarak taşımakla yükümlü olduğumuz yegane varlıklarımızdır.


Haydarpaşa ve Sirkeci garları üzerindeki spekülasyonlar hiçbir zaman bitmedi. Halihazırda ülkemizde yandaşlara, siyaset arenasında bulunan bazı ailelerin çocuklarının ve akrabalarının birçok kentte yaptığı yağma aşikâr olduğundan bütün herkes daha da hassas davranıyor. İnsanlar tarihi yapılara sahip çıkmaya çalışıyor.

Haydarpaşa Garı'nın otel yapılacağı söylentileri defalarca çıkarıldı. Hatta yakın zamanda restorasyon çalışması sırasında çıkan yangın endişeleri daha da arttırdı.


Tam böyle bir hassasiyetin söz konusu olduğu bir dönemde, TCDD (Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları) Haydarpaşa ve Sirkeci garlarının depo sahalarının kültür ve sanat faaliyetlerinde kullanılmak üzere bir ihale açtı.
İhale, 4 Ekim 2019 tarihinde yapıldı. İhaleye İBB Konsorsiyumu (Kültür A.Ş, Metro A.Ş, Medya A.Ş) Emre Kamçılı, Anadolu Kültürel Girişimcilik ve Hezarfen Danışmanlık katıldı.

İhale kapsamında, ihaleye katılan firmalardan teklifler alındı. İş bitirme belgeleri kontrol edildi. Katılımcılardan Emre Kamçılı bir koleksiyoner. İhale komisyonuna sunduğu iş bitirme belgesi incelendi, uygun görülmedi ve değerlendirmeye alınmadı. TURSAB Başkanı Firuz Barbaros Bağlıkaya'nın Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Anadolu Kültürel Girişimciliği teşekkür etti ve teklif vermedi.
Geriye iki firma kaldı.

İBB Konsorsiyumu ve Hezarfen Danışmanlık. Bu firma kiralanacak alanlar için ilk turda 300 bin TL teklif verdi. Devasa bütçeli İBB şirketleri ise bu alan için 100 bin TL teklif sundu. İhale o gün için iki firma arasında 15 gün sonra pazarlık yapılacağı bildirilerek sonlandırıldı.

                                                             ***


Pazarlık yapılacak tarih geldiğinde ise İBB yetkilileri, TCDD'den davet beklerken bir belgegeçer ile donup kaldılar. Gelen evrakta İBB konsorsiyumunun ihaleden elendiği bildiriliyordu. İhale komisyonu görüşmeye sadece Hüseyin Avni Önder'in Hezarfen Danışmanlık adlı firmasını çağırmıştı.

İBB şirketlerinin elenme nedenleri tam komedi.

Şartnamede olmamasına rağmen ihaleye ortak giren İBB firmalarının ayrı ayrı iş deneyim belgesinin olmadığı, "Müşterek ve müteselsilen" yerine teklifte "Ortaklaşa ve birlikte" denildiğinden dolayı ihaleden elendiği bildiriliyordu.
İlk tekliflerin alındığı turda iş bitirme belgeleri incelenmişti zaten. O zaman komisyon tarafından görülmedi mi? Türkçe kelime yazılması nasıl bir elenme sebebi olabilir?

Dolap dönüyor çünkü…

                                                             ***

İBB Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, bu gelişmelerden sonra yasal yollara başvuracağını bildirdiği bir video yayınladı. Pazartesi günü önce ihalenin iptali için Bölge İdare Mahkemesi'ne, ihaleyi düzenleyenler hakkında da Anadolu Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulundu.

Ardından Ulaştırma Bakanı bir basın açıklaması yaptı iddiaları yalanladı ama yalanlarken de doğruladı. Evet, yaptığı açıklama da, İmamoğlu'nun iddialarına "yalan" dedi. Ancak açıklamada İmamoğlu'nun iddia ettiği elenme nedenlerini doğruladı. Ekrem İmamoğlu'nu verdiği sözleri tutmamak için gündem saptırmak ile suçladı ve milli birlik beraberlikten söz ederek sözlerini bitirdi.

Açıklamayı okuduğumda inanın Hezarfen adlı firmanın avukatı açıklama yapıyor sandım. Yani firma avukatı müvekkilini savunsa ancak bu kadar savunurdu. Sayın Bakan açıklamasında, "Yüksek fiyat teklif edene verdik diyor. Ne yapalım daha düşük teklif verene mi verseydik" diyor ancak ikinci tura davet edilmeyen İBB'nin pazarlık masasındaki teklifi ne olacaktı bilmeden bunları söylüyor.

Tabi hal böyle olunca ilk ihaleden sonra bahse konu Hezarfen adlı firma daha çok ilgi çekiyor. Soruşturmacı gazetecilik gereği araştırmaya başladım. Firma ile ilgili bilgileri ihalenin ilk turu sonlandığında sosyal medya hesabımdan ve katıldığım TV programında paylaşmıştım.

Bunları tekrar hatırlatmak ve bir adım daha ileri götürerek ilginç bağlantıları sizlere aktarmak istiyorum.

                                                             ***

Danışmanlık firması, 2017 yılında Hüseyin Avni Önder tarafından kurulmuş. Kuruluş sermayesi ihale yapıldığı 4 Ekim 2019 tarihinde sadece 10 bin TL. İlk ihale sonuçlanıp pazarlık için 15 gün sonrasına gün verildiğinde, Hezarfen Danışmanlık boş durmamış ve sermaye artırımına gitmiş alelacele firmanın sermayesi 9 Ekim 2019 tarihinde 1 milyon TL'ye çıkartıldı.

Hüseyin Avni Önder, Okçular Vakfı eski Genel Müdürüdür. Kendisi aynı zamanda AKP'nin sürekli eğitim merkezi olan AKSEM'in Yönetim Kurulu üyesidir. Hüseyin Avni Önder daha önce İBB Halkla İlişkiler Müdürlüğü'nde de görev yaptı.

Hezarfen firması aynı zamanda PTT'nin Dama Dama isimli Çocuk dergisinin de imtiyaz sahibi. Hüseyin Avni Önder'in ne gibi iş bitirme belgeleri var bilinmez. Ancak ulaşabildiğim 2018 yılında İBB Kültür AŞ'den adrese teslim ihale modeli olan 3-g yöntemi ile almış olduğu (2018/220008 ihale kayıt numarası ile) 567 bin TL'lik İstanbul Gençlik Festivali işini almış.

Şimdi sıkı durun.

Hezarfen adlı firmanın Ticaret Sicil Gazetesi'nde görünen adresi Küçükayasofya Cad No:66 Kat: 2 Sultanahmet.

Peki aynı adreste başka bir firmalar daha var desem?

Evet o firmalardan birinin adı Guguk Doğa Sporları.

Sahibi yine Hüseyin Avni Önder.
Firmanın internet sitesindeki iletişim bilgilerinde sorumlu olarak kim gözüküyor dersiniz?

Necati Bagatır.

Necati Bagatır kim?

Okçular Vakfı Genel Müdürü Ali İhsan Öz'ün Yardımcısı!

Bitmedi…

                                                                ***

Aynı adreste bulunan diğer firma FBN Danışmanlık adlı firma. Sahibi Serkan Küçükberber.

Kendisi Okçular Vakfı Yönetim Kurulu Danışmanı ve İCYF (İslam İşbirliği Gençlik Forumu) Genel Direktörü. Ticaret sicil gazetesinde kuruluşta başka adres var ancak internet sitesindeki adres Hezarfen'in faaliyette olduğu adres.

Gar çevresinde ve Kadıköy'de esnaf ile sohbet ettim. Herkesin kafasında ortak sorular var aslında mesela bana iletilen soruları Bakan Beye soralım;

-İhale yapılırken sadece 10 Bin TL sermayesi olan daha 2 yıllık bir firma nasıl olurda ticari faaliyette bulunmayacağı bir yer için aylık 350 Bin TL ödemeyi taahhüt eder?
-Bu firma ihalenin ilk turundan hemen sonra 1 milyon TL sermayeyi nereden kimden bulmuştur?

Ve en önemlisi…

Bu firma daha sonrasında ihale konusu yerlerin hemen yanında bulunan yüzlerce dönüm araziye sahip Çırağın Sarayı'ndan daha büyük olan ve şu anda boşaltılmış olan denize sıfır Toprak Mahsulleri Ofisi arazisi ve binalarını da ihale usulü kiralayacak mı?

Acaba bu Hezarfen firması diğer arazi ve binaları da mı kiralamayı düşünüyor?

Öyle ya bu arazide de üst geçit çalışmaları bitti, küçük binalar da yeni restore edildi. İki bina şimdi yıkılacak. Diğer binaların yüzlerce odası da var ve otel için uygun.

Sakın "yok, olmaz" demeyin Sayıştay raporları bahsettiğim örnekler ile dolu.

Sonuç olarak yine belli ki ortada iktidarın kapmak istediği büyük bir rant var. Bu da tüm çaba ve oyunlarla verilmek isteniyor. Fakat benim bildiğim İstanbul halkı oyuna izin vermez.


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

Suriye'de atılan bütün adımlar BOP'a uyumlu! - Arslan BULUT

Barış Pınarı Harekâtı gerekliydi, ancak ABD'nin Türkiye'ye "çizdiğim sınırları aşarsan ekonomini mahvederim" tehdidi sonunda neler olduğu herkesin bilgisi dahilindedir. Bir de "Harekât ile BOP projesi tamamen rafa kaldırılmış oldu" diyenler var. Bu iddiada olanlar, halkı iç siyaset uğruna yanıltmaya çalışıyor.
Herkes, Büyük Orta Doğu Projesi haritasına bir daha baksın lütfen! Türkiye-Suriye sınır bölgesini büyüterek bakın!

Ne görüyorsunuz?


                                                             ***

BOP gereği kurulmak istenen Kürdistan'ın sınırları nereden geçiyor?
Münbiç'ten başlıyor, Fırat'ı takip ederek, kuzeye gidiyor, Hopa Limanı'na kadar ulaşıyor! "Fırat'ın Doğusu" derken, bu bölgeyi kastediyorlar!

Fabrice Balanche'nin çizdiği son Suriye haritasında, Afrin, El Bab gibi yerler, Türkmenistan adıyla Türkiye'ye bırakılıyor. Bu cep bölgelere Resulayn-Tel Abyad arasında uzanan 120 kilometrelik toprakların eklenmesi, BOP haritasını hiçbir şekilde bozmuyor. Sadece Suriye kuvvetlerinin Münbiç'e girmiş olması, durumu değiştirebilir! Yalnız YPG'nin Suriye'den çıktığına dair bir bilgi yok. Üstelik Rusya, YPG'yi yeni kurduğu Suriye 5. Kolordusu emrine almaya çalışıyor. Bu, ABD'nin "kara kuvvetlerim" dediği YPG'nin, Münbiç'te kalması demektir!

                                                            ***

Diğer güncel gelişmeler de BOP projesine uygun devam ediyor. New York Times gazetesinin üst düzey bir yetkiliye dayandırdığı habere göre Trump, Suriye'nin doğusunda, petrol bölgelerinin Suriye ve Rusya'nın eline geçmemesi için 200 civarında asker bırakmayı düşünüyor! ABD Savunma Bakanı Mark Esper de bu haber üzerine SDG ile beraber bir grup ABD askerinin Suriye'nin kuzeydoğusundaki petrol yataklarının yakınında tutulmasının seçenekler arasında olduğunu söyledi.

Zaten Trump da "petrolü kurtardık" demişti. Trump ile görüşen Cumhuriyetçi senatör Lindsey Graham da Suriye'de tarihi çözümler olacağına dair oldukça iyimser olduğunu belirtti.

Trump'ın, petrol güvenliğini sağlama konusunda geniş bir perspektiften baktığını söyleyen Graham, "IŞİD'i yok etmek ve yok olmuş halde tutabilmek için yardımcı olan SDG ile petrol alanlarının yenilenmesinde bir iş ortaklığının eşiğinde olduğumuza ve geliri İranlıların değil, Esad'ın da değil onların alacağından emin olacağımıza inanıyorum." dedi.

Graham, "İsrail'i korumak bir numaralı hedefimiz." demeyi de ihmal etmedi.
Yani, petrol geliri ile ayakta durması sağlanacak bir PYD/YPG devleti kurulacak! Peki BOP bu şekilde mi önlenmiş olacak?

                                                              ***

Biz 21 Ocak 2019'da bu sütundan ve Yeniçağ'ın manşetinden "Güvenli bölge değil şeytan tuzağı" derken, çizilen haritalara bakarak değerlendirme yapmıştık.
ABD, BOP hedefinden bir milim bile sapmış değil. Türkiye'nin üç ayrı harekât ile kontrol ettiği topraklar ise, BOP haritasını kesinlikle bölmüyor!

BOP haritasını ne böler peki?

Türkiye'nin cumhuriyetin kuruluş felsefesine dönerek milli bir politika takip etmesi, bütün halkı bu politika etrafında birleştirmesi, BOP'u uygulanamaz hale getirir. Türkiye, "Çekiç Güç" ile Irak'ın kuzeyini ABD kontrolüne bıraktı şimdi de Suriye'nin kuzeyinde "güvenli bölge aldatmacası" ile aynı oyun oynanıyor.
Sonuçta güvenli bölgenin sağı solu ve güneyi PYD/YPG kontrolünde kalıyor. Bu da ABD'ye şimdilik yetiyor. BOP projesi da bunu öngörüyordu zaten!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ




Savaşın maliyetleri nasıl karşılanacak? - OĞUZ OYAN / BİRGÜN

Türkiye’nin kaynak sıkışıklığı Suriye harekâtı sonucunda katmerlenmiştir. Bu oyunda “bir koy üç al” seçeneği de bulunmamaktadır. Aslında iki oyun kurulmaktadır: Bir yanda, bir satranç ülkesi Rusya, öte yanda ciddi yaptırım güçleri ve bilemediğimiz kişisel istihbarat bilgileri bulunduran hegemon bir ülke ile aşık atmaya kalkan bir çevre ülkesinin bağımlı yönetici sınıfı vardır.


Suriye’de bütün denklemi değiştiren gelişmeler oldu. Trump’ın kapıyı aralamasıyla 9 Ekim’de Kuzey Suriye’ye giden TSK (ve ÖSO veya “Suriye Milli Ordusu”= SMO) istemediği kadar çok taşı yerinden oynatmış oldu. Bunların ne kadarının Türkiye siyasetini belirleyenler tarafından öngörülmüş olduğunu bilemiyoruz ama bu konuda kuşkularımız var.

SAHADA NELER DEĞİŞTİ?
ABD’nin sahneyi büyük ölçüde boşalttığı bir durumda Türkiye’nin olası bir müdahalesinin PYD/YPG’yi (veya hepsini temsilen SDG’yi) Suriye Arap Cumhuriyeti (SAC) ile bir anlaşma arayışına zorlayacağı ve Rusya’nın da bunun kolaylaştıracağını tahmin etmek aslında zor değildi. Trump’ın Suriye’den çıkmayı her vurgulayışı sonrasında bu eğilimler uç vermekteydi. Nitekim Türkiye ile ABD’nin 7 Ağustos’ta “koridor” korusundaki mutabakatından sonra SDG’den bu yönde bir hamle gelmişti zaten.

Ancak müdahalenin sadece beşinci gününde, 13 Ekim’de, SDG’nin adeta bir teslimiyet ilişkisi biçiminde SAC’a ve Rusya’ya yakınlaşması ve çekileceği yerleşimleri SAC ordusuna bırakacağı taahhüdünü vermesi beklenilmediği kadar hızlı ve erken olmuştu. (Bunda, ABD’nin Suriye’yi terk etme kararının uygulanma hızı ile TSK’nın askeri kapasitesini etkin kullanmasının da rolü olmuş olmalı).

Türkiye’nin girişeceği bir askeri harekâtın tetikleyeceği ikinci gelişme, SAC ve Rusya’nın buna askeri bir yanıt vermesi olabilecekti (Bu yöndeki öngörümüz için bkz. 11 Ağustos tarihli Birgün Pazar yazımız). Bu konuda öncelik SDG’nin boşalttığı yerleri doldurmaya verilmiş gözüküyor. Ama kangren olmuş İdlib üzerinden de bir askeri yanıt verilmesi gecikmeyecektir. Bunun sıcak siyasi gelişmeler nedeniyle şimdilik uygun zamana bırakılması muhtemeldir. Birincisi, Trump’ın Erdoğan’a yazdığı 9 Ekim tarihli “sindirilmesi zor” mektup sineye çekilerek 17 Ekim’de Ankara’da RTE-Pence arasında “harekâta 120 saat süreyle ara verme” (veya “ateşkes”) ile SDG’nin askeri güçlerinin (esas olarak YPG birliklerinin) ağır silahlarını bırakarak ve tahkimatlarını imha ederek çekilmesi şeklindeki mutabakatın uygulanma süreci izlenecektir. İkincisi, 22 Ekim’deki Putin-Erdoğan görüşmesinin sonuçlarına bakılacaktır. Üçüncüsü, eğer gerçekleşirse, 13 Kasım’da Trump-Erdoğan buluşmasının ne getireceği değerlendirilecektir.

17 Ekim mutabakatına uyulursa, Suriye devletinin kendi topraklarında yeniden hâkimiyet kurmasının “kazanımları” da dikkate alınarak, Türkiye’nin “koridor” saplantısının kısmi kesintilerle gerçekleşmiş olacağı sonucuna varılabilir. AKP iktidarının “büyük zafer” nidaları atarak buradan siyasi kazanım elde etmeye çalışacağı açıktır. Uluslararası düzlemde de Trump karşıtlarının ve SDG hareketini destekleyenlerin “Erdoğan istediğini elde etti” diyerek şimdiden Trump politikalarına yüklendiği görülmektedir. Ancak Suriye’de dengelerin değişim yönü tam da böyle olmayabilir.

Bir kere, sahada tek büyük güç olarak kalan Rusya’nın eli çok güçlenmiştir. Rusya, Fransa ekonomisinden daha güçlü olmayan ekonomik büyüklüğüne rağmen, güçlü coğrafyasını ve askeri kapasitesini etkin olarak kullanabilen diplomasi geleneği sayesinde ekonomik gücünün çok üzerinde bir siyasi gücü temsil eder duruma gelmiştir. Suriye politikası bunun taçlandırılması olmuştur. Suriye devleti de hiç kuşkusuz kazananlar tarafında bulunuyor.

AKP Türkiye’si ise, “terör” tehdidinin kalkacağı bir durumda, “güvenli koridor”u elinde tutma gerekçelerini yitirmiş olacaktır. Rusya, Suriye, diğer ülkeler ve uluslararası örgütlenmelerden gelecek tepkiler karşısında direnmesi zorlaşacaktır. “Sığınmacıların tampon bölgesini” oluşturma projesi ise hem SAC’ın hem uluslararası kamuoyunun artık daha fazla dikkate alınması gereken tepkileri, hem de yalnızlaşmış bir AKP yönetiminin yeni yaşam alanları kurabilmek için uluslararası finansal olanakları harekete geçirme kapasitesinin zayıflığı nedeniyle uygulanabilir gözükmemektedir. Şimdiki sorun bunun ne kadar çabuk veya geç idrak edileceğine indirgenmiş olabilir.

TÜRKİYE’NİN MALΠKAPASİTESİNİN SINIRLARI
Türkiye ekonomisi bir krizden geçiyor. Bütçe ve bütçe dışı kamu kesimi de bundan büyük ölçüde etkileniyor. Hem dolaylı hem dolaysız vergilerin gelir esneklikleri daralma dönemlerinde hissedilir derecede yükseliyor; dolayısıyla vergi girişlerinde önemli azalışlar ortaya çıkıyor. Bu bağlamda 2020 bütçesinde, yüzde 8,5 düzeyinde “öngörülen” enflasyonun iki katından fazla vergi geliri artışına yer verilmiş olması (ertelenmiş talebin ekonomiyi canlandırma beklentisi) gerçekçi gözükmüyor. Özellikle de hane halkı bütçelerinin genel ekonomik daralmayı aşan ölçülerde küçülmesi dikkate alındığında. (Kişi başına ortalama milli gelir GSYH’dan daha hızlı daralıyor, dolar hesabıyla daha da vurgulu olarak).

Harcama tarafında ise IMF kısıtlarına daha sadık kalınacağının işaretleri hem YEP II’de hem de 2020 bütçesinde yer alıyor. Ücretlerin tayınlanması zaten en iyi bildikleri şeydi. Kamu transfer harcamalarında da geniş kesimleri ilgilendiren sosyal güvenlik transferleri, sosyal yardımlar gibi kalemlerde kısıntılar gündemde. Kamu yatırım harcamalarının da zaten 2019’dan sonra 2020’de de kısılması programa girmişti. Şimdi bunları daha da baskılayacak yeni bir durum ortaya çıktı: Savaş harcamaları. Bu sadece harekâtın finansmanından ibaret değil. Operasyon sonrasında “ele geçirilen” topraklarda kalmanın (ve güvenliği sağlamanın) maliyeti de sürekli bir gider kapısı olarak bütçeyi kemirecek. Bu arada SMO denilen besleme cihatçı güçlerin ücret faturası ve üstlenilen IŞİD misyonunun faturası da giderek kabaracak.

“Koridorda” planlanan yeni yerleşim yerleri ve altyapı yatırımlarına ise, politik engeller yanında mali engeller nedeniyle de hiç sıra gelmeyebilir. Çünkü kısıtlanan bütçe harcamalarına rağmen bütçe açıkları zaten büyüme eğiliminde. 2019 için 125 milyar TL olacak bütçe açığının 2020’de 139 milyar TL’ye çıkması öngörülüyor. (Her iki yıl için de milli gelirin yüzde 2,9’u düzeyinde). Üstelik 2019 için TCMB’dan bütçeye yapılan olağanüstü aktarmaların 2020’de tekrarlanması mümkün değil, yani açık öngörülenin üzerinde çıkabilir. Tabii satışa konulacak kamu mamelekinin kapsamını genişletmek mümkün, ama derde deva olacak olacak miktarların buradan temini zor. Program ve bütçe de zaten özelleştirme gelirlerinde küçük beklentiler dışına çıkmıyor: Özelleştirme gelirleri için 2019’da 6 milyar TL, izleyen üç yıl için 10 milyar TL’lik yıllık standart beklentiler yazılmış; yani dolar=6 TL hesabıyla yıllık 1,6 milyar dolar gibi küçük “katkılar” beklenmekte.

AKP iktidarı için şimdilik tek iyi mali haber, 17 Ekim mutabakatı sayesinde 22 Ekim akşamına kadar yeni yaptırımların askıya alınmış olması. (Her ne kadar 14 Ekim’de ABD’nin getirdiği yaptırımlar sürüyor olsa dahi, bunlar pek ciddiye alınabilecek nitelikte değildi). Dolayısıyla, şimdilik ekonomiye rahat bir nefes aldırmanın (örneğin 17 Ekim sonrasında TL’nin ani değer kazanması) koşulları oluşmuştu. Ama bu, kırılganlığı şimdilik ortadan kaldırmıştı. Üstelik ABD’nin elindeki silahın gücünü de göstermişti: Ciddi yaptırımların ciddi etkileri olabilecekti. Üstelik bu yaptırımlar ekonomiyi olduğu kadar AKP yönetici sınıfını da yakından ilgilendirebilecekti. Bunun hangi kademeye kadar tırmandırılabileceği de ayrı bir tehdit konusuydu.

AKP, SERMAYEYİ VERGİLENDİREBİLİR Mİ?
Tekrar yeni finansman kaynakları arayışına dönersek, YEP II, kıdem tazminatı fonu benzeri bir “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi” oluşturarak emekçilerin sırtından kamuya ve özel sermayeye yeni finansman imkânları yaratmak istemektedir (Bkz. 6 Ekim tarihli Birgün Pazar yazımız). Bunun şimdiye kadar sözde kaldığına bakarak yanılgıya düşülmemelidir: İktidar bu defa daha fazla mali sıkışıklık içindedir ve savaş bahanesiyle emekçilerden ve onların çoğunlukla iktidar yanlısı sendikal örgütlerinden daha fazla özveri talep etmenin (hatta bir “savaş salması” çıkarmanın) daha fazla karşılığı olabilir.
Üstelik yüklerin (“fedakârlıkların”) eşit dağıtıldığını göstermek için sermayeyi de daha “ağır” ve etkin vergilendirmeye yönelik önlemler aldığını, yasa teklifleri hazırladığını söyleyebilecek bir konuma geçebilir. Denilebilir ki, Kurumlar Vergisi oranının azaltılacağı programa (YEP II’ye) alınmışken bu nasıl inandırıcı olabilir?

Bu soruya iki düzeyde yanıt verilebilir: Bir, emekçileri haklarının daha fazla budanmasına razı edebilmek için hiçbir zaman uygulanmayacak bir Gelir Vergisi (GV) tarifesi düzenlemesi yapılabilir. (Veya, tıpkı 1998 düzenlemelerinde olduğu gibi, uygulanması zamana bırakılıp sonuçta iptal edilebilir). İki, GV tarifesinin üst oranlarında belirli alt sektörlere, belirli yatırım türlerine (adeta firmaya özel) özel indirimler uygulanması yetkisi Hazine ve Maliye Bakanlığına veya Cumhurbaşkanlığı’na bırakılabilir. Böylece, iktidardakiler ellerine yeni bir havuç ve sopa alarak sermaye birikim sürecine daha doğrudan müdahil olabilirler.

Biz birincisi üzerinde duralım. AKP’nin Kızılcahamam kampında Bakan Albayrak yeni bir GV tarifesinden söz etmişti (Cumhuriyet Gazetesi, 11 Ekim 2019). Buna göre, halen en üst marjinal oranı yüzde 35 olan GV tarifesinin, 500 bin ile 1 milyon TL arasındaki gelirlere yüzde 40 ve 1 milyon TL’nin üstündeki gelirlere yüzde 50 oranında uygulanması gündeme getirilebilecekti. Bunu inandırıcı bulmak için hiçbir neden yok. Bir kere, AKP grubunun böyle bir girişime geçit vermesi beklenemez. Katıksız bir sermaye partisi olan AKP’nin üst cenahından geçmesi de zaten olanaksız gibidir; sermayenin tüm kesimleri tam bir kuşatma uygularlar ve böyle bir “aykırılığa” izin verdirmezler. İkincisi, normal dönemlerde bile akla getirilmesi “yasak” olan böyle bir düşüncenin, ekonomik kriz ortamında sadece telaffuz edilmesinin bile yatırımları nasıl caydırıp ekonomiyi dibe vurduracağı, sermaye kaçışlarına neden olacağı “lisan-ı münasiple” anlatılır. Büyük sermaye çevreleri kaynağı göstermeyi de ihmal etmezler: Vergiyi tabana yay yani vergilendirilmeyen kesimleri, kayıt dışını hedef al. Üçüncüsü, uluslararası rekabet ortamında gelir ve kurumlar vergisi oranlarında aşağıya doğru bir yarış varken, böyle bir girişimin genel gidişata aykırı olacağı, Türkiye’nin rekabet gücünü aşağıya çekeceği ve doğrudan yabancı sermaye girişlerini caydıracağı, uyarısını da ihmal etmezler.

Şimdi şu gerçeğin altını bir kez daha çizelim: Türkiye’de GV tarifesi, birçok kapitalist ülkeden daha da vurgulu olarak, ücretli kesimleri vergilendirmek üzere düzenlenmiştir. Nitekim GV tahsilatının üçte ikisinin, milli gelirin üçte birinden azını alan bu kesimler üzerine yıkılmasının başka bir anlamı yoktur.

Esasen Kızılcahamam kampındaki “fikir alıştırmasına” da hiç şaşırtıcı olmayan şu uyarı eklenmiştir: “Alt gelir grupları için uygulanan vergi oranlarında bir değişiklik düşünülmemektedir.”

Kızılcahamam kampında başka kaynak arayışlarının da olduğu görülmektedir: -Dijital platformların aldığı reklamlardan vergi alınması; -kentlerde değerinde artış olan binalardan/taşınmazlardan “değer artış payı” alınması. Bunların her ikisinin de getirisi, eğer uygulanabilirse, bütçeyi kurtarıcı olamaz. İkincisini bir “sermaye/taşınmaz değer artış vergisi” olarak düzenleyip el değiştirmelerde uygulanan bir vergi olarak tasarlamadıkça bir “şerefiye vergisi”ne dönüşecek ve simgesel anlamda kalacaktır. Sermayenin bu her iki “fikir” bakımından da alarma geçmesi beklenemez.

SONUÇ
Türkiye’nin kaynak sıkışıklığı Suriye harekâtı sonucunda katmerlenmiştir. Bu oyunda “bir koy üç al” seçeneği de bulunmamaktadır. Aslında iki oyun kurulmaktadır: Bir yanda, bir satranç ülkesi (Rusya) ile kendi diplomatik birikimini tahrip ederek şansını zarlara bırakan basit bir tavla oyuncusuna dönüşen AKP Türkiye’sinin Suriye dansı söz konusudur. Öte yanda, bütün kabalığına rağmen, elinde iktisadî, askerî, siyasî ve adlî (Halk Bankası soruşturması gibi) ciddi yaptırım güçleri ve bilemediğimiz kişisel istihbarat bilgileri bulunduran hegemon bir ülke ile aşık atmaya kalkan bir çevre ülkesinin bağımlı yönetici sınıfı vardır. Onlara ne gibi özel tehditler hissettirildiği de bir muammadır.

Oğuz Oyan / BİRGÜN

Haydarpaşa Garı’nın hiç bilinmeyen geçmişi! - YENİÇAĞ

Sosyal medyada Haydarpaşa Garı’nın yapım süreciyle ilgili yapılan bir paylaşım oldukça dikkat çekti. Söz konusu paylaşımda Haydarpaşa Garı’nın yapım süreci ve dönemin şartlarıyla ilgili çarpıcı bilgiler yer alıyor.


Haydarpaşa ve Sirkeci Garları için açılan ihalede İstanbul Büyükşehir Beldiyesi’nin elenmesiyle ilgili tartışmalar sürerken, sosyal medyadan yapılan bir paylaşım oldukça dikkat çekti.

Sakalar ve İskitler (Gizlenen Eski Anadolu Halkı) isimli bir Twitter hesabından yapılan paylaşımda Haydarpaşa Garı’nın nasıl yapıldığı ve söz konusu projenin Osmanlı İmparatorluğu için öneminin altı çizildi.

Söz konusu paylaşımda Haydarpaşa Garı’nın yapım süreciyle ilgili çarpıcı ve şaşırtıcı bilgiler verilirken, garın, Osmanlı’nın millileşme sürecindeki ilk projesi olduğu belirtildi.

Sakalar ve İskitler (Gizlenen Eski Anadolu Halkı) isimli Twitter hesabından yapılan paylaşımda şu ifadeler yer aldı:

“Haydarpaşa garı, 4760 km’lik Hicaz Demiryolları projesinin ilk ayağı olan 91 km’lik Haydarpaşa-İzmit arası hattın başlangıcı olarak 2 senede yapılmış 1873 de hizmete açılmıştı. Bu mega projenin fikir babası Alman Mühendis Wilhem Von Pressel idi. Sultan Abdülaziz, Pressel'i, Asya Osmanlı Demiryolları Genel Müdürlüğüne getirmişti. (1872) Bu proje parça parça inşa edilerek 1901-1908 yılları arasında Şam-Hicaz etabı (Hicaz: Suudi Arabistan'ın Batı bölgesi, Mekke, Medine, Taif'i de içine alan batı bölgesidir) tamamen bağışlarla yapılmıştır.

Bağışlarla yapılacağı açıklandığı zaman, başlangıçta başta Fransızlar ve İtalyanlar olmak üzere bu mega projenin yapılamayacağını, Osmanlı'nın Müslümanları sövüşleyeğini öne sürmüşlerdi. Hatta başta Fas ve Mısır Müslümanları da projeye inanmamış, şüpheyle karşılamışlardı.
İlk büyük bağış 75.000 kuruş idi. Bu bağışı Sadrazam yapmıştı. Başta Sultan ll. Abdülhamid olmak üzere Dönemin devlet erkanı ilk bağışlarla projeyi başlatınca başta Mısır, Fas, Hint ve Rusya’daki Müslümanlar da bağış yağdırmıştı. Mısır da hemen her ilçede yardım sandığı vardı...

Ve yine; başlangıçta projeye ilk finans Ziraat Bankasından alınan 100.000 liralık kredidir. İlk iki yıl yüzerbin lira sonraki yıllarda da 50 şer bin lira kredi verilecek idi. Ve böylece 1908 yılının sonuna kadar 480 bin lira kredi vermiştir. Bu durum çiftçilere krediyi olumsuz etkilemiş olduğundan Ziraat Bankası, Osmanlı Bankasından faizle borç almıştır. Haydarpaşa garı ile başlayıp Hicaz'da ve daha sonra da Basra'ya bağlanacak bu mega projeyi yabancı devletlere imtiyaz vermeden yerli ve milli kaynaklar ve bağışlarla yapmaktı hedef.

Proje ilerleyip Hicaz'a yaklaşıldıkça, imtiyaz elde edemediğinden başta İngilizler projeyi bedevi aşiretleri fonlayarak, kışkırttı ve Demiryolu inşaatına baskınlar yaptırarak büyük zarar verdirildi. Bedeviler tarihte ilk kez birleşip saldırdıkları için 15 bin asker korumasıyla inşaat ancak ilerleyebiliyordu. Bedevi kabileler tam bir gerilla harbi veriyor, askerlere askeri sahra taburu eşlik ediyor çok asker kaybediyorduk. Durum öyle bir hal almıştı ki, işçilere de silah dağıtılmıştı ama korkup kaçan işçiler yüzünden bu projeyi askerlerle yapıyorduk.

Askeri taburların işçi olarak çalışmasıyla maliyet Avrupalı şirketlerin yaptığı imalata göre yarı yarıya ucuzlatılmış ve 3.5 milyon liraya tamamlanmış idi. Bunun 1.7 milyonu Şam-Hicaz arası inşaatların malzeme ve işçilik vb. giderleriydi. (Dönemde Osmanlı bütçesi 18 milyon idi)


Bedevi saldırıları işi çok uzattığı için Bedevilerle uzlaşıldı, verilen imtiyazlar ile saldırılar durduruldu, taki 1916 da büyük Hicaz İsyanını yine İngilizler Mekke Emiri Şerif Hüseyin'e çıkarttırana kadar! (323 km’lik El Ula-Medine arası 1 Eylül 1908 de resmi törenle açıldı)

Bu mega projenin içinde; Tam 2666 adet kagir köprü ve menfez vardı. Yine; 7 tane demir köprü, 7 tane gölet, 9 tane tünel, Hayfa, Der'a ve Maan'da 3 fabrika, Kadem'de lokomotif ve vagonların tamiratının yapıldığı büyük bir imalathane inşa edildi. Ve yine; Medine'de 1 tamirhane, Hayfa'da bir iskele, yine büyük bir istasyon, anbarlar, dökümhane, işçilere mahsus binalar, boruhane ve işletme binası yapıldı. Maan'da bir Otel, Tebük ve Maan'da birer Hastane, Der'a ve Semah’da birer büfe ve çeşitli yerlerde 37 Su Deposu yapıldı.

Hac mevsimi boyunca günde Şam-Medine arası karşılıklı üç sefer yapılıyordu. Şamdan; pazartesi, Çarşamba, Cumartesi günleri saat 07.00 ile 10.00 arası, öğlenden sonra da 13.00 de kalkıyordu. Medine'den de Salı, Perşembe ve Cuma günü yine aynı saatlerde kalkıyordu.

Hac döneminde fakir ve muhtaç hacıların trenlerde ücretsiz seyahatleri sağlanıyordu. Daha önce Şam-Medine güzergahı develerle 40 günde katedilirken Hicaz Demiryoluyla 72 saate inmiştir. Yine bu mega projede sadece Osmanlı vatandaşları istihdam edilmiştir.”


“OSMANLI’DA MİLLİ ANLAYIŞA GEÇİŞİN İLK PROJESİYDİ”
“Hicaz Demiryolları neden yerli sermaye, bağışlar ve askerle yapıldı diye bir soru gelmeden izah edeyim. Başlangıçta İngilizler ve Fransızlara, sonra da denge unsuru olarak Almanlara verilen demiryolu imtiyazlarını sınırlayıp Milli imkanlarla yapmaya yönelmenin altında yatan, temel sebeplerden biri, 1878’den itibaren İngiltere ve Fransa, Osmanlının toprak bütünlüğünü bırakmışlardı. Yine 1882 de İngilizlerin Mısır'ı işgal etmesi. Yine Berlin Anlaşması öncesinde Kıbrıs'ı İngiltereye bırakmamıza rağmen Ruslara karşı bizim yanımızda olmamaları, yine; 1881'de Fransızların Tunus'a asker çıkarmaları, bu işgale İngilizlerin, Mısır işgaline de Fransızların ses çıkarmaları Osmanlı'nın durumdan ders çıkartıp milli politikalara yöneltmesine yol açmıştı. Almanlar da o dönem rusya, İngiltere ve Fransa’ya karşı katalizör idi bize...

ll. Abdülhamid Almanlara yönelmekte çok haklıydı. Çünkü Almanlar diğer ülkeler gibi Osmanlımın toprağında gözü yoktu. Yine İngilizler+Fransızlar+Ruslar gibi aralarında anlaşıp Osmanlıyı yok etmek istemiyorlardı. Ruslar 1770 Çeşme baskını ve ardından 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile niyetini açıkça belli etmişti. Yine, Navarin(1827) ve SİNOP Baskınları(1853) ile donanmayı yok etmeyi amaçlamıştı. Bunda da maalesef başarılı oldular. Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı’daki Ortodoksların hamiliğini, Osmanlı ise Rusya’daki Müslümanların hamiliğini kazanmıştı…

Bu Küçük Kaynarca anlaşmasıyla bir nevi Halifelik tesis edilmiştir. (Sultan l.Abdülhamid dönemidir-1774) Osmanlı'nın son dönemde kullandığı Halifelik yani Hilafet makamı bu anlaşmayla doğmuştur. Hilafet konusunda Yavuz Sultan Selim üzerinden yapılan rivayetler doğru değildir.

Şimdi bu konuyu niye yazdım?

Haydarpaşa Garı , Yukarıda bir kısmını aktardığım Osmanlı'da asırlarca süren acı tecrübelerden sonra milli anlayışa dönülmesi ile yapılan ilk milli projedir. Bu projeyi İstanbul'un simgesi yapıp Paris'in Eyfel Kuşesi gibi Turizmin gözbebeği yapmak varken, ne idüğü belirsiz bir tabela şirketine peşkeş çekilmesi milletin vicdanını yaralar. Bu projeyi hem İBB, hem de Turizm Bakanlığı işbirliğinde çevresini de ıslah edip, yukarıda saydığım nedenlerden de ibret alıp Türkiye’nin yıldızı yapmak gereklidir.”

“OSMANLI’NIN İLK 300 YILINDA KURULAN KURUMLAR, BOZULANA KADAR DEVLETİ AYAKTA TUTTU”
“Osmanlı ile Yeni Osmanlıcıların farkını yazmak da gerekti şimdi... Osmanlı’nın ilk 250-300 senesinde kurulan kurumlar bozulana kadar Osmanlıyı ayakta tutmuştu. Bu kurumlardan birkaçını aktarayım, günümüzün anlayışı ile ortak noktası var mıymış birlikte görelim...

Şühûdúl-hal: Osmanlı da jürisiz mahkeme olmazdı. Çünkü Kadı bir yıllık görev süresindeydi ve yine Muhtesib de bir yıl süreliydi. (Bu yüzden rüşvet ile yanlış kararlar alıp, birilerine iltimas geçilip şehrin ve komşuluk hukuku ihlal edilebilirdi.) Yani bu ihalede Juri kim?

Kadıyan-ı fin-nar : (ateşteki kadılar demek) , (Yıldırım Beyazıt dönemi) Rüşvet alan Kadıları Samanlığa atıp yakıyordu. Baktılar ki ortada kadı kalmayacak mahkeme harcı alınıp kadıyı ve mahkemede çalışanları bu harcla doyurma kararı alındı. Yani döner sermayenin icadı başlar.”

PAPUCU DAMA ATILDI LAFI NEREDEN GELİR?
“Osmanlı da Muhtesibler çok önemlidir kimse kafasına göre zam yapıp halkı kazıklayamaz. Muhtesiblerin her yerde adamları var, denetlerler. Örn: Çocuğa para verip bakkala gönderip fiyatı ve kiloyu kontrol edenler muhtesibler, ilkinde uyarı, 2. sinde ise PABUCUNU DAMA ATARLAR

Osmanlı da herhangi bir ürünün fiyatı bellidir Yani 'Narh" var. NARH: ( Yani devlet tarafından belirlenmiş fiyatlar var, bunun üstünde satamazsın.) Ve yine: Rüşveti önlemek için de MUHTESİB'den önden teminat akçesi alınıyordu. Yani herkes Muhtesib de olamıyordu.

PABUCU DAMA ATILDI" Sözü nereden geliyor: Her şehirde kaç dükkan, kaç terzi, kaç fırıncı olması lazım gibi bir disiplin vardı Osmanlı da. Örn: Eksik gramajlı ekmek üretip halkını aldatan bir Fırıncının Pabucu bir ihtardan sonra Dama atıldı mı, o kimse daha o işi yapamazdı.

Ve yine Pabucu Dama atılan o fırıncı artık başka şehire de gidemez ve bazı şartlarla gitse bile o mesleği yapamazdı.

Peki bu kuralları ve kararları kim veriyordu? Ahi teskilatı ve esnaf teşkilatıyla Muhtesib birlikte veriyorlardı Yine; bir yerden bir yere de taşınamıyorsun. Örn; Edirne'den İstanbul'a teyzeni ziyarete geliyorken bile şimdiki Çekmece İlçesindeki ilk Karakola imza veriyorsun.

Yine girişte kendisi için Dr, hayvanı içinde Baytar kontrolü vardı, yani hastalık kontrolü var. Yine; İstanbul'a çalışmaya mı geliyorsun? O zaman git Beyazıt’taki filanca Han'da kal derlerdi. Kafana göre ikamet edemiyorsun, Şimdi ki gibi gelip dükkân da açamıyorsun...

Dükkan ve esnaf sayısı sınırlandırılmış. Bu yüzden büyükşehirlere göç yasaktır. Köyde üreticisin şehirde tüketici. Bu da etkendir. Bu güzel kurumların temelini Yıldırım Beyazıt ve torunu ll. Beyazıt atmıştır ve Osmanlı bu sıkı kurallar ve disiplin üzerinde yükselebilmiştir.

Ne zaman kurallar bozulmuş, disiplin kaybolmuş, rüşvet ve iltimas patlamış! O zaman hiçbir Padişah artık sarayında rahat edememiştir. Dirlik düzen bozulmuş, öyle bir hal ortaya çıkmıştı yenilik yapayım, düzelteyim diyen padişahlar ya zehirlenmiş, ya boğdurulmuş ya azledilmişti.

Acı tecrübeler yeni yolların ortaya çıkmasına sebep olmuştur hep. Örn: Alfabe tartışmaları Sarayın dışındaki Anadolu Müslüman halkın okuma yazmayı öğrenememesi yüzünden 1860 larda başlamış Latin alfabesine bu uzun tartışmalardan sonra geçilmiştir.

Yeni Osmanlıcı arkadaşlar MEVALİ'yi bilirler... MEVALİ, Arap Milliyetçiliğinde Arap olmayan müslümanlara verilen genel bir ad! Ve, MEVALİ olanların herşeyleri Araplar için helal olarak kabul edilir! Detaylarına girmiyorum burada ama Türkçülük tesadüfen çıkmamıştır ortaya...

Anadolu Selçuklularını yıkan, adaletsiz saray uygulamalarına kızıp başkaldıran Türkmenler, ve Türkmenlere yapılan Malya katliamı demiştik. Osmanlı da isyanlar bitmedi. En son Türkmenlerin yaylaklarını ellerinden alıp Çerkeslere verilmesiyle patlayan isyanı/ DADALOĞLUNU paylaşmıştım.

Binlerce yıllık Türk kültüründen ders almadan yapılan liyakatsız Saray uygulamaları herzaman huzuru bozmuştur ve bozmaya da devam etmektedir. Konuyu burada keserek diyorum ki; Bu eşsiz eseri de yandaş bir şirkete usulsüz devretmek ciddi devlet yönetimi ile ne kadar bağdaşır?"


YENİÇAĞ

Silah değil, kalem kullanan yürekli aydınlar yok edilemez! - Zülal Kalkandelen

20 yıl önceydi... Bir 21 Ekim günü...
TV’de bir son dakika haberi geçti. Bir bomba patlatılmış, bir insan havaya uçurulmuştu. Alçakça öldürülen kişi Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’ydı...


Ülkemizdeki aydınlanmanın öncülerinden, bilim insanı, Cumhuriyet gazetesi yazarı ve eski Kültür Bakanı, çağdaş demokrasinin ve laikliğin yılmaz savunucusu hocam...
Bir bombayla katledildi!

Kışlalı Hocam, fiziksel olarak aramızdan ayrılsa da düşünceleri asla yok olmadı.
Çünkü onun dediği gibi: “Hiçbir düşünce silahla yok edilemedi, edilemeyecek de...
Silah değil, kalem kullanıyoruz.
Hem de en yüreklisinden!
***

Prof. Kışlalı, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde okurken öğretmenim oldu. Siyaset Bilimi derslerini ondan aldım. Bu nedenle kendimi hep çok şanslı saydım.

Daha ilk derse geldiğinde sakin ama kararlı konuşması ve beyefendiliği ile dikkat çekiciydi. Politikacılar hakkında var olan olumsuz imajı, siyasete getirdiği kalite ve akademisyen kimliği ile olumluya çeviren, çağdaş bir aydındı.

Gençliğin ilkokuldan başlayarak demokrasiye alışması, liseden başlayarak sesini duyurması, üniversiteden başlayarak yönetime ortak olması gereğini dile getirir, bizi cesaretlendirirdi. “Gençlik sesini yükselttiğinde değil, asıl sustuğu, pıstığı zaman ülkenin geleceği için endişelenmek gerekir” derdi.

Şimdi onunla aynı gazetede, adını Atatürk’ün koyduğu Cumhuriyet’te köşe yazarı olmaktan da onur duyuyorum.
***

Bir öğrencisi olarak numaralı cumhuriyetçiler ve sahte demokratlar konusunda derslerde söylediklerini, gazetede yazdıklarını hiç unutmadım.
“Eğer demokrasinin olanaklarını demokrasiyi yıkmak için kullananlar demokrat ise...
Eğer dinin siyasetini ve ticaretini yapanlar demokrat ise... Ben demokrat değilim!
Eğer yalancıları, hırsızları, Türkiye’nin düşmanlarınca beslenenleri, çeteleri koruyan düzenin adı demokrasi ise...
Eğer demokrasi buysa... Ben demokrat değilim!Eğer demokrasi adına Cumhuriyetin temellerine kazmayı vuranlar demokrat ise... Ben demokrat değilim!
Ve onların demokrat yaftasını taşıdıkları bir yerde ben demokrat olmak istemiyorum... Çünkü onlarla aynı sıfatı taşımaktan utanıyorum!”

31 yıl önce FETÖ belası ve ‘Ilımlı İslam’ için uyarmıştı
Birçok konuda olduğu gibi, Gülen cemaati konusunda da geleceği önceden görenlerdendi Prof. Kışlalı. 31 yıl önce, 18 Mart 1988’de bakın neler yazmış Cumhuriyet’te...
27 Mart yaklaşıyor.
Milli Güvenlik Kurulu’nun o günkü gündeminin başında da irtica sorunu var. Özellikle de Fethullah dosyası.
Konuyu gündeme getiren, kurulun asker üyeleri! Rahatsız olan da sivil üyeleri.
Çünkü devlet ile Fethullah Hoca kol kola. Diyanet İşleri Başkanı, Papa ile görüşebilmek için üç yıldır bekliyor. Ama devlet Hoca- Papa görüşmesinde başrolde. Dışişleri, Roma’da Hoca’ya devlet büyüğü muamelesi yapıyor.
Oysa devletin üç ayrı güvenlik kurumunun üç ayrı raporu ortada!
Yüzlerce özel okul ve dershane... özel üniversite... ‘ışık evleri’... yurtlar... dergiler... gazeteler... radyo ve TV’ler... kazanılmış gençleri askeri okullara sokabilmek için önceden ‘temin edilmiş’ sorular... öğretmen olarak, polis olarak yetiştirilen binlerce genç...
Amaç?
Laik devleti içinden yıkacak ‘yeni bir kuşak!’
Ama ‘Hoca’nın okulları’nın ABD’nin Orta Asya planları içinde önemli bir yeri olduğu anlaşılıyor. Ve Hoca, Türkiye’ye ‘ılımlı İslam’ olarak sunuluyor.”

***

Ankara’da Ahmet Taner Kışlalı adını taşıyan bir park var. Oradaki anıtta 14 Aralık 1997’de yazdığı şu söz alıntılanmış:
Altmış yıl öncesinin Türkiyesi ile bugünkünü kıyaslayın. ‘Gaflet’in ya da ‘ihanet’in boyutlarını anlarsınız.

Gaflet ve ihanet sarmalının içinde yer almayı reddeden, sürekli ve akılcı bir yenilenmeyi savunan, dürüst ve cesur bir aydındı Prof. Kışlalı!

 Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

Lozan’da kırılan Sevres vazosu - Mine G. Kırıkkanat

Lozan Antlaşması, devletimizin varlığı, bağımsızlığı ve Kurtuluş Savaşı’yla çizilen sınırları başta hasım ülkeler, tüm dünya tarafından onaylanan akit olduğu için Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesidir.

Antlaşmayı yapmak hiç de kolay olmamış, İsmet İnönü’nün başkanlık ettiği Türk müzakereciler inanılmaz baskılara maruz ve adeta insanüstü bir iradeyle direnmek zorunda kalmış, hatta görüşme süreci Lord Curzon’un şantajına boyun eğmemek için kesintiye bile uğramıştır.

Dr. Alev Coşkun’un, “1922-1923 Diplomat İnönü LOZAN” başlıklı son kitabı, T.C’nin temelinin atıldığı Lozan Konferansı’ndaki muazzam çekişmeyi, adeta bir gerilim romanı tadında soluk soluğa okutturan bir başyapıt!

Alev Coşkun’un kitabından Lozan süreci hakkında bilmediğim pek çok ayrıntıyı öğrendiğim gibi, Cumhuriyet gazetesinin Türkiye Cumhuriyeti’yle nasıl özdeşleştiğinin yeni bir kanıtına daha ulaştım.

Cephede kazanılan savaşın masada kaybedilmemesi için müthiş bir çaba harcayan İsmet İnönü, Lozan görüşmelerinde tam rakiplerinin bileğini büktüğü ve anlaşmaya en yakınlaştırdığı sona doğru Ankara’daki hükümet nezdinde yalnız bırakılmış, Rauf Orbay tarafından sanki antlaşmayı torpillemek amacını güden bir sessizliğe terk edilmişti.

Yunus Nadi’nin Lozan’ı
İşte o günlerde kendisi de Lozan’da bulunan İzmir milletvekili ve Ankara’da yayımlanan Yenigün gazetesinin başyazarı, sonradan Cumhuriyet gazetesinin kurucusu olacak Yunus Nadi Bey’in Atatürk’e yazdığı bir mektup, durumun vahametini gösteriyordu.

“Lozan’ın yeniden sonuçsuzluğa uğrayabilmesi endişesinin verdiği huzursuzlukla zati devletlerini rahatsız ediyorum” diye başlayan mektup şöyle devam ediyordu: “Lozan’ın son aşamasında durumu cidden acınacak kadar zor olan bir kişi vardır ki, o da İsmet Paşa’dır. Görüyorum ki, bugün ortada onu yüksek kişiliğinizden başka düşünecek ve tutacak kimse yoktur. İsmet Paşa’nın düşürüldüğü utanç, onur sahibi herhangi bir adamı öldürecek kadar ağırdır. İyi bir antlaşma yapabilmek hayaliyle yarattığınız büyük işin akıl ve hayale gelmedik zorluklarla  karşılaşmasından  çok korkuyorum. Genel durumlardan aldığım kanılara göre hükümeti  Lozan’ın  çözümüne ve sonuçlandırılmasına yönlendirmekle, memlekete birincisi kadar önemli ikinci bir özel hizmet yapmış olacaksınız.” *

Yunus Nadi, bu satırlarıyla Ankara’daki hükümetin işi yokuşa sürerek İsmet Paşa’yı zor durumda bıraktığını anlatıyordu. Barışı sağlamak için Atatürk’ün işe el koymasını istiyordu.

Zaten çok geçmeden Yunus Nadi haklı çıktı, dokuz ay uğraşıdan sonra barış antlaşması sağlanmış, ancak Ankara’daki hükümet İsmet Paşa’ya son onayı ve imza yetkisini göndermiyordu.

Çaresiz kalan İsmet İnönü, 18 Temmuz 1923 günü Atatürk’e bir telgraf gönderdi. Uzun telgrafın önerisi çok açıktı: “İmza yetkisi verilmeyecekse, vatanın yüksek çıkarları için görevden alınmasını” talep ediyordu.

Cevap telgrafı Lozan’a ertesi gün ulaştı: “Hiç kimsede tereddüt yoktur. Kazandığınız başarıyı en sıcak ve samimi duygularımızla tebrik için usulen (antlaşmanın) imzalandığının bildirilmesini bekliyoruz, kardeşim.”*

Atatürk nihayet devreye girmişti. Türkiye işgalden ve düşmandan kurtarıldıktan sonra, devlet Lozan’da yeniden kuruluyordu.

Memet Baydur’un Sevres vazosu
Alev Coşkun’un İnönü’yü anlattığı ikinci kitabı olup, her satırını heyecanla okuduğum Lozan, bana başka bir Lozan’ı; Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük tiyatro yazarı Memet Baydur’un aynı adı taşıyan son oyununu çağrıştırdı.
Elli yıllık kısacık yaşamına birbirinden önemli 23 tiyatro oyunu sığdıran can kardeşim Memet Baydur, Lozan’ın 2009 yılında İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda sahnelendiğini göremedi.

Öteki canım, eşi Sina Baydur ile el ele, gözyaşları içinde seyrettiğimiz Lozan oyununun ana dekoru, bir masanın üstünde duran büyük Sevres vazosudur.

İsmet İnönü’yü canlandıran oyuncu, her sahnenin sonunda eliyle o Sevres vazosuna hafifçe vurur, yerinden oynatır. Antlaşmayı imzalamaya gittiği son sahnede ise elinin tüm ağırlığıyla bir şaplak attığı Sevres vazosu yere düşüp şangırtıyla kırılır ve perde iner.

Alev Coşkun’un Lozan kitabı, işte o okkalı elin belgeseli, Sevres Antlaşması’nı yırtıp atan İsmet İnönü’nün entelektüel zaferi.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

* Diplomat İnönü, Lozan/Kırmızı Kedi Yayınevi, 2019

Öne Çıkan Yayın

Belediyelere adım adım kıskaç: 25 belediyeye operasyonla 17 milyon seçmenin oy hakkı iç edildi -Cihan Çelik/EVRENSEL-

  31 Mart yerel seçimlerinden sonra DEM Parti ile başlayan CHP ile genişleyen kuşatma harekatında 12 belediye başkanı tutuklandı, 25 belediy...