Pistanbul (1/2/3/4) - ÖZDEMİR İNCE

Pistanbul(I)

Önümüzdeki dört yazıyı “Suriye Sorunu” kadar (belki de daha) önemli “İstanbul Sorununa ayırdım: Tarih Vakfı tarafından yayımlanan İstanbul dergisinin  1993 yılında “İstanbul’un  gelecekteki rolü”  üzerine  açtığı “Küresel İstanbul için ne dediler?”  başlıklı soruşturmaya o yılın ekim ayında verdiğim yanıtı üç gün okuyacaksınız Dördüncü yazıda  Pistanbul’un sefil ve pejmürde haline değineceğim.





– On yıl sonra İstanbul’un  dünyayla ilişkileri itibarıyla bugünkünden farklı bir rolü olabilir mi? Olabilirse bu rolün özellik ve nitelikleri neler olabilir ve bunu temenni eder misiniz?
– Yıllar önce, “Her Türk, Mareşal Fevzi Çakmak’ı, Yavuz zırhlısını ve İstanbul’u severek doğar” diye yazmıştım, yarı ironik, yarı varsayımsal bir düşünce olarak. Biraz da abartmaya başvurarak Türklerin bir zamanlar bu üç sevgiyle ana rahmine düşmüş olduklarını söyleyebiliriz, söyleyebilirdik. 1950 öncesine ait bir düşünce. Şimdi “Türkler”, Mareşal Fevzi Çakmak’ı anımsamıyorlar, Yavuz zırhlısını bilmiyorlar ve İstanbul’un her gün ırzına geçiyorlar.

Aslında bakarsanız, İstanbul sevgisi 1950’ye kadar bir tür zorunluluktu, gereksinimdi, çünkü uygar dünya karşısında güya eli yüzü düzgün tek yerleşim yeriydi bu kent. Ben bu değerlendirmenin somut ve gerçek verilere dayandığı kanısında değilim. İstanbul her zaman, “bu” yakınılan ve esef edilen yığışımdı. Bu hasta yığışım Osmanlı döneminde de söz konusuydu. Tarihçiler İstanbul’a göçü engelleyici ya da bazı koşullara bağlayıcı fermanları kolayca anımsarlar.

İstanbul’un Bizans dönemindeki yapısı ve dokusu nasıldı? Buna ilişkin bir düşüncem ve bilgim yok. Ancak Paris’le bir karşılaştırma yaparak bir düşünce üretebiliriz: Paris’in bugün en uzun sokaklarından biri olan Rue Saint Jacques, bu kentin Roma kenti Lutetia Parisiorum olduğu dönemden kalmadır.

***

İstanbul ne zaman bir kanser, daha doğrusu kanserli hücreye dönüştü? Yani kent hücresine benzeyen ama gerçekte kent hücresi olmayan hasta hücre yığınına? Bunun göstergelerini, belki de Paris, Londra, Berlin, Viyana gibi kentlerin, metropollerin kapitalist dönüşümün sonucu olan kentsel örgütlenmeye başladıkları, bu örgütlenmeyi tamamlamaya çalıştıkları dönemde bulabiliriz. Metropol kavramını belediyesel “anakent” kavramından kurtulup politik bir kavram olarak algılamaya başladığımız zaman daha kolay anlarız. “Metropol” ve “anavatan” gibi kavramlar sömürgeyle (sömürgelerle) ilintilidir. Anavatan bir devletin sömürgeler dışında kalan kendi toprağıdır, metropol ise bu toprağın büyük kentidir, başkentidir. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda bu tür kentler kapitalist örgütlenmelerini tamamlamışlardır, bir yerleşim yeri olarak, politik ve kültürel bir merkez olarak. Bu tür kentlerde büyük caddeler ve sokaklar bu dönemde açılmış, kamusal binalar bu dönemde yapılmış, metrolar bu dönemde kazılmış, opera ve tiyatro binaları bu dönemde yükselmiş, borsalar ve bankalar bu dönemde çağcıllaşmış ve modern toplum da bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu dönüşümleri, gerçekte, Rönesans ve dinsel reformlar döneminden başlatabiliriz.

Bu dönüşümlerin gerisinde ve önünde hiç kuşkusuz modern devlet ve onun kurum ve yapıları vardır. Devlet hazinesi devleti yöneten hanedan ailesinin değil, devletin hazinesidir; birey artık bir kul ya da bende değil bir vatandaştır.

***

İstanbul bu dönüşümlerin hiçbirini yaşamamış, yaşayamamıştır; caddeler genişlemeden kentsel altyapı (su, elektrik, PTT, kanalizasyon) gereğince kurulmadan, metrosu kazılmadan kalabalıklaşmaya başlamış ve Anadolu’dan gelen göç dalgaları, bir dostumun tanımlamasıyla, bu varsayımsal kenti İstangonk’a çevirmiştir. Bu kentin operası opera, basını basın, stadyumu stadyum, caddesi cadde, sokağı sokak değildir, kendisi de zaten bir kent değildir. Paris’te bir Parisli, Newyork’ta bir Newyorklu, Londra’da bir Londralı vardır, ama gerçek bir kent olmadığı için İstanbul’da bir İstanbullu yoktur. İstanbul’da İstanbullu bulunmadığı için bu kentin belediyelerini Doğulu, Karadenizli göçmenler yönetmekte ve İstanbul’u geldikleri kentlere ve köylere dönüştürmektedirler.

(Sürecek)

ÖNEMLİ NOT: Senin ABD ile masaya oturman ve “120 saat” bir hikâyedir. Esad’la masaya oturmadan Suriye belasından asla kurtulamazsın!

Pistanbul(II)

İstanbul’da oturan insanların çoğunluğu tarihi bugüne indirgedikleri için, mevcut bozuk trafiği daha da zorlaştırdığı nedeniyle, metro yapmaya çalışan belediyeye kızmakta, bugünkü berbat durumun gerçek sorumlusu olan XVII, XVIII ve XIX. yüzyıl Osmanlı padişahlarından manevi hesap sormamaktadırlar. Dar sokaklarından iki otomobil geçemediği için mevcut belediyeye küfredenler, Fatih Sultan Mehmed’in ve onun soyunun bu keşmekeşin baş sorumlusu olduğunu düşünmemektedirler.

***

İstanbul, 1993 yılının eylül ayında bir ayrışan kadavradır, bir kanserli dokudur. İstanbul’un yaldızı olan beş yıldızlı oteller, Çırağan Sarayı, sözde sosyetenin eğlendiği gece kulüpleri kanserlidir; Boğaz en azından Haliç kadar kanserlidir. Birkaç bin kişi dışında, İstanbul’da yaşayanların hepsinin ruhları ve beyinleri kanserlidir. İstanbul “Cumhuriyet”in kenti olamadığı için kanserlidir.

***

İstanbul’un bir turistik nesne olması kimseyi yanılgıya götürmesin! Efes de, Aspendos da birer turistik nesnedirler, ama ölüdürler. Nesneler asla rol sahibi olamazlar, rol sahibi olmak için “özne” olmak gerekir. Özne, yani üreten, yapan, yönlendiren, biçimlendiren... İstanbul üretmiyor mu, yapmıyor mu, yönlendirmiyor mu, biçimlendirmiyor mu? Bu fiillerin olumlu anlamlarını unutmadıkça bu sorulara olumlu yanıt bulamayız.

İstanbul Cumhuriyet döneminde ne yazık ki bu ülkenin bir numaralı kenti olma konumunu sürdürerek adam olma şansını yitirmiştir. İstanbul Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin iki ya da üç numaralı kenti olabilseydi, Ankara ve İzmir bu kentin önüne geçebilselerdi İstanbul belki bu denli hasta olmazdı.

***

İstanbul’un önümüzdeki on yıl içinde çağdaşlaşarak, çağcıllaşarak, uygarlaşarak uygar dünyayla sağlıklı ilişkiler kurma umudu bir yana, Mekkeleşmesi ve Medineleşmesi tehlikesi söz konusu. Çünkü İstanbul’u yönlendiren güç artık gerçek İstanbullu uygar bireyin politik tercihi değil, dışarıdan göçenlerin tutucu ve gerici ideolojileri. İstanbul bir bütün halinde değil, koloniler halinde yaşıyor. Bu kolonilerin bütünleşip yeni bir kent ideolojisi üretmeleri çok olumlu koşullara ve zamana bağlı. Zaman elbette var ama olumlu koşullardan söz etmek son derece olanaksız.

İstanbul’un geleceği, Türkiye’nin geleceği gibi demokratikleşmeye, laik düzenin daha da güçlenmesine, magandanın uygarlaşmasına, seçkin olmanın bir kusur sayılmamasına bağlı. Ben bu bağlamda, bugünkü ilişki düzeyinin korunmasını başarı sayacak kadar karamsarım. İstanbul, Türkiye’yle birlikte, mühendis-ekonomist kafasının ve imgeleminin yetersizliklerinin çıkmazlarını yaşıyor.

***

İstanbul’un çağdaşlaşması gecekondu yerleşiminden kent yerleşimine geçmesine, köylügecekondulu tipinin kentlileşmesine bağlı. Bu dönüşüm elbette yeterli değil. Bu dönüşümün, ülkenin bütün alanlarda kalkınması, genişlemesi, zenginleşme süreci içinde gerçekleşmesi ve bu zenginliğin çok güçlü bir orta sınıf yaratması gerekir. İstanbul şu anda bazı semtlerinde küçük bir zengin azınlığın yaşadığı bir lümpenler kenti.

İstanbul ülke içinde ekonomik bakımdan görece güçlü olmasına karşın dünya ölçüsünde güçsüz olduğu, çağın gerisinde kalmış üniversitelerinde çağdaş öğretim yapılmadığı, laboratuvarlarında bilimsel araştırma yapılmadığı için ancak köşe dönmeci oportünistler üretmektedir; böyle bir kentin önümüzdeki on yıl içinde ciddi ve yeni bir rol üstlenmesi olanaksızdır. Sanayii ancak yabancı patentle üretim yapan, kendi ekolojisine uygun ve özgün teknoloji üretemeyen bir kent bugünkü yerini bile zor koruyabilir. 

Önümüzdeki on yıl içinde İstanbul’a belki daha fazla turist gelebilir. Ama turistin ipiyle kaç kuyuya inilebilir? 
(Sürecek...)

***

ÖNEMLİ NOT: Komşunun toprağına onun horantası için ev yaptıracakmışsın, toprağın sahibinden izin aldın mı? Haneye tecavüzdür ağam! Komşuluk adabına uymaz! Ayıptır!

Pistanbul(III)

İstanbul’un on yıl sonra içinde bulunacağı (globalleşme) konumu ve durumu düşünüldüğünde, sizin çalışma alanınızda nasıl bir yönelim var? Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz, mümkünse somut örnek verebilir misiniz?

***

- Altmış milyon nüfuslu Türkiye’de on milyon nüfuslu Yunanistan kadar kitap yayımlanıyor; daha doğrusu kitapların basım sayısı Yunanistan kadar: 2 milyon 3 bin. Oysa Türkiye’yle aynı nüfusa sahip İspanya’da kitapların tirajı 20 bin - 60 bin arasında. Örneğin, yazınsal değerini bir yana bırakalım, Antonio Gala’nın Türk’e Tutulmak adlı romanı birkaç ayda 600-700 bin adet satıldı İspanya’da. İçinde bulunduğumuz toplu durum göz önünde tutulacak olursa, bugünkü okur sayısının önümüzdeki on yıl içinde artacağını sanmıyorum. İlkokuldan başlayarak üniversitelerin sonuna kadar çağdaş edebiyatını öğrencilerine öğretmeyen bir ülkede ne okur sayısı yükselir, ne de iyi yazar çıkar. 1980’den sonra okula başlamış kuşakların, önümüzdeki on yıl içinde iyi bir romancı ve öykücü çıkarması olanaksız gibidir. Türkiye’nin ve İstanbul’un koşulları bir yazarın yetişmesi için yeterli değildir.
***

Ülkemiz yazarlarının bir “dünya” sorunları olduğunu sanmıyorum. Elbette bunun birkaç istisnası vardır ve olacaktır. Ülkemiz yazar ve şairleri kendi yeteneksizlikleri ile Türkçenin dar sınırları arasında doğru orantı kurmaktan vazgeçtikleri zaman yazar olmanın “y”sini, şair olmanın “ş”sini öğreneceklerdir. Önümüzdeki on yıl içinde yazarlarımızın dünyayla ilişkilerinde bir iyileşme olacağını sanmıyorum. Mayıs 1993’te Paris ve Fransa’da yaşanan “Les Belles Etrangères” komikliği bunun en son örneği. 

Türk yazarlarının ve basınının uluslararası ilişkilerin ne olduğunu anlayacak düzeyde olmadıklarının bir başka örneği de, 1991 Mayısı’nda İstanbul’da yapılan “İstanbul Uluslararası Şiir Forumu”, daha bilinen adıyla “Poesium” denemesi. Pek az kimse ve yazar “Poesium”un gerçek anlamını ve önemini kavrayabildi. Bu, gerçekten uluslararası düzeyde olan ve uluslararası düzeyde başarı kazanan girişim daha doğarken boğazlandı. “Derin ve marjinal” şair Ece Ayhan ile 1988 yılında Müslüman olmayanlar için Söz gazetesinde “ölüm fermanı” çıkaran ve 1993 yılında Sivas barbarlığını utanmadan alkışlayan İsmet Özel davet edilmedikleri için İstanbul basını ve kendini İstanbullu sayan ve sanan şairler ve yazarlar tarafından katledildi.

***

T.C. devleti kültür politikasını değiştirmedikçe, kültürün önemini kavramadıkça, Milli Eğitim ve Kültür bakanlıkları yeniden örgütlenip çağdaşlaşmadıkça, İstanbul’un kaymağını yiyen “sermaye” kültüre olan borcunu ödemedikçe önümüzdeki on yıl içinde İstanbul’un ve Türkiye’nin kültür yaşamında bir iyileşme olmayacaktır. Ne İstanbul festivali içinde düzenlenen müzik ve sinema etkinlikleri ne de Pavarotti’nin ya da bir popüler şarkıcının konser vermesi bu gerçeği değiştirebilir. Parayı bastırdığınız zaman Pavarotti de Mavarotti de gelir, yalnızca Türkiye’ye değil Budalaistan’a da gelir. 

Pavarotti’yi davet eden sermaye, Nobel armağanı kazanmış olan bir fizikçiyi davet edip ağırladığı zaman, Michael Jackson’ı dinlemek için stadyuma koşan genç kitle, gerçek bir şairi dinlemek için stadyumu doldurduğu zaman İstanbul’un uluslararası ilişkilerinde bir sıçrama yapması mümkün olacaktır. Şu gerçeği anlamalıyız: Pavarotti’nin Roma’da, Paris’te ya da Oslo’da konser vermesiyle İstanbul’da konser vermesi aynı şey değildir. İstanbul konseri bir öykünmedir, İstanbul’da Pavarotti’yi dinlemek ise  “gibileşme”dir. 

Yaşar Kemal’in yapıtlarının 3 bin basıldığı, Melih Cevdet Anday’ın şiirlerinin, 2 bin ya da 3 bin satıldığı bir ülkede Pavarotti dinlemeye koşmak, Bolşoy Balesi’nin biletini karaborsadan satın almak inandırıcılıktan uzak bir özentidir. Ve özentinin globalleşen bir dünyada kesinlikle yeri yoktur, tıpkı 1993 İstanbulu’nun bir yerinin olmaması gibi. (Ekim 1993)
(sürecek)

***

ÖNEMLİ NOT: Uluslararası anlaşmalar, “Karaman’ın Koyunu”na benzer. Oyunu sonra çıkar. Kurtarıcı Adana Mutabakatı 20 Ekim 1998 günü AnaSolD hükümeti zamanında, Mesut Yılmaz Başbakan iken imzalanmıştı. Mazbut bir mutabak imiş. İnsan maşayı boşuna icat etmedi. Denize düştün, Suriye’ye sarılmak zorundasın!

Pistanbul(ıv) 

İlk üç bölümünü okuduğunuz yazının* kaleme alındığı Ekim 1993 tarihinden bu yana 26 yıl geçmiş. Bu süre içinde yazdıklarım ve İstanbul üzerine çok düşündüm. Örneğin gazetelerin neden Ankara’ya taşınmadığını düşündüm. Çok yararlı olurdu. Televizyonun Ankara’da başlaması gibi. Film dublajını (seslendirmesini) Yeşilçam gibi yapmıyorduk. Yeni bir yöntem bulmuştuk. Gazeteler ve yayımevleri Ankara’ya taşınsaydı İstanbul’un yazgısı bir başka olurdu. Garip Akımı ve İkinci Yeni Ankara’da çıkmıştı, çoğu yazar ve şair Ankara’daydı ama yayınevleri İstanbul’daydı.

***

Osmanlı döneminde fabrikalar ve gemi yapımcılığı (tersane) Haliç kıyılarına dizilmişti. Kent, plansız bir köy gibi büyümüştü. Cumhuriyetin Kemalist döneminde sanayi, doğanın özelliklerine göre planlı olarak Anadolu’ya yayılmıştı. 1930’lar doğumlu olmak koşuluyla mimarlar ve ekonomistler bu dönemi çok iyi bilir. 

Örneğin Bilsay Kuruç’un Mustafa Kemal Dönemi’nde Ekonomi (Bilgi Yayınevi) adlı kitabını tavsiye ederim.

İstanbul’un 1960’tan önceki halini bilmiyorum. Ancak, 1988 yılında, bir tanıdığın cenaze töreni için Şişli Camii’ne geldiğimde, arabamı Şişli postanesinin önüne park ettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Şimdi durmak bile mümkün değil. İkinci köprüye yakın tepelerde tek tük ev vardı.
***

1950’ye kadar Türkiye’de 5 yıllık planlar uygulanmıştı. Tekstil, şeker fabrikaları, cer atölyeleri bu planlara göre yapılmıştı. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle plan-mlan kalmadı. Her şey “beşuş çehreli” Adnan Menderes’in iki dudağının arasındaydı. Müthiş bir şehir planlamacısıydı (!) Günümüz Paris’inin yaratıcısı Seine Valisi Baron Georges-Eugéne Haussmann’a (1809-1891) özenerek birkaç caddeyi genişletmek için yıkımlar yaptı. Keşke sonuna kadar gitseydi. İstanbul’un arazilerini ranta dönüşmesi, gecekondulaşma onun zamanında başladı. Her mahallede bir milyoner yaratmak ve ülkeyi “Küçük Amerika” yapmak heveslisiydi. Celal Bayar yüzünden tek adam olamadı, hevesi kucağında kaldı.
***

Recep Tayyip Erdoğan’ın, 1994 yerel seçiminde yüzde 25.30 oy ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmasıyla 25 yıl sürecek maddi ve manevi bir yozlaşma, sefilleşme depremi başladı. İslamcı, Selefi ve Vahabi açlığın din-iman anahtarıyla masa ve kasa** saltanatı başladı. İslami gelenek icabı küffar malını talandan başka bir yöntem bilmiyorlardı. Sanayi üretimmüretim hak getire. Üretimi başkaları yapar, üstüne bunlar konardı. Plana karşı alerjileri vardı ama pilav yemek istiyorlardı. Yağmacı ve vurguncu yamyamlara İstanbul’un kapılarını açtılar. Daha sonra AKP 2002 yılında iktidara gelince bir “hain ve nankör evlat” gibi Cumhuriyetin bütün yaratım ve ürünlerini Yağma Hasan’ın böreği gibi özelleştirdiler, aralarında pay ettiler ve necip millet Araplara sundular.

***

R.T. Erdoğan’ın belediye başkanı olarak herhangi bir başarısını anımsamıyorum. Metro yapımı Nurettin Sözen’in belediye başkanlığı döneminde, 1992 yılının eylül ayında, Taksim - 4. Levent hattı ile başladı. Erdoğan’ın başarı hanesine yazılamaz.

Erdoğan’dan önce İstanbul’da 4 tane gökdelen vardı, şimdi 122. AVM sayısı 350. 21 Ekim 2017’de “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hâlâ da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum” demişti ve ertesi gün reddetmedi bu itirafı. Bu gibi çarpıklıklara izin vermeyen Devlet Planlama Teşkilatı’nı 2011 yılında kapattıklarını da unutmayalım.
***

Erdoğan, 1998 yılında görevden alındı ama yerine gelen kişi de kendisi gibi Refah Partiliydi. 17 Ağustos 1999 depreminde İstanbul’da epeyce konut yıkıldı, çok sayıda konut hasar gördü. Acılı insanlar “Devlet nerede?” diye haykırarak ağladı. Görevde bulunan koalisyon hükümeti, deprem konusunda önlem almak için deprem vergisi (Özel İşlem ve Özel İletişim Vergisi) çıkardı. Şimdiye kadar 36 ya da 60 milyar lira toplanmış. Bu para başka yerlere harcanmış. Toplanma alanlarının yerine de AVM’ler ve gökdelenler yapılmış. Yarın kötü bir deprem olsa, binalar yıkılsa, halk toplanacak yer bulamasa bunun sorumlusunun Ekrem İmamoğlu olduğunu iddia eder(ler).
(bitti)

ÖZDEMİR İNCE / CUMHURİYET

Önemli Not: Manisa’da okuyup üfleyerek zelzele bulutlarını dağıtan nefesi guvvatlı bir hoca varımış. Başyücelik hükümatının habarı vardır zaar.

* Yazı İstanbul adlı dergide yayımlandıktan sonra Tarih Bağışlamaz (Varlık Yayınları, 1994) daha sonra Yazmasam Olmazdı (Doğan Kitap, 2004) adlı kitaplarımda yer aldı. ** Özdemir İnce, Din İman Masa Kasa, Tekin Yayınevi, 2016

Harbiden başka halkları kıskanıyorum - Işıl Özgentürk

20 Ekim Pazar günü, Kadıköy’de, Haydarpaşa Dayanışması’nın Haydarpaşa, Sirkeci tren garlarının Okçulara verilmesini protesto eylemine katıldım. 

Amacım bir Haydarpaşa güzellemesi yazmaktı. Ama geç kaldım. Sevgili Ali Sirmen ve Zeynep Oral pek bir güzel yaptılar. Bana da yaşadığım üzüntüyü anlatmak kaldı. Protesto eylemine giderken binlerce Kadıköylünün, İstanbullunun akın akın Haydarpaşa Garı’na doğru akacağını düşünmüştüm. Çünkü İstanbul’da yaşayan her bireyin Haydarpaşa Garı’yla ilgili mutlaka bir anısı vardır, diye düşünmüştüm. Sirkeci’nin de! En azından Sirkeci’den uğurlanan ilk Alamancıların artık ülkede yaşayan emeklilerinin garlarına sahip çıkacaklarına canı gönülden inanmıştım. 

Onlarca Türk filminin başladığı ya da bittiği Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerini unutmayanlar olduğunu sanmıştım. Nâzım Hikmet’in muhteşem şiirinin başladığı merdivenlere oturmak için insanların koşarak geleceğini hayal etmiştim. Ama derin bir hayal kırıklığına uğradım. Binlerce değil, bana inanabilirsiniz en fazla 400 kişiydik. Saymasını bilememişsin demeyin, bunca eylem gören biri artık bu işi otomatik olarak yapar. Ne yazık ki durum böyleydi. Dayanışmanın yıllardır sürdürdüğü inatçı çabasına rağmen.

Gazeteci kimliğim hemen harekete geçti ve dolaşmaya başladım. 68 kuşağının yorgun ama inatçı eylemcileriyle birbirimize gülümsedik. Beyazlaşan saçlarımıza, yüzümüzdeki çizgilere bakıp bakıp şöyle dedik: “Ömür biter huy bitmez!” Doğal olarak 78’liler de oradaydı. Onlarında yüzündeki çizgiler artmış. Kendimi birden 68 yılında, Beyazıt’ta eller havada gencecik hissettim: “Bu daha başlangıç, direne direne kazanacağız”, “Biz buradayız, Okçular nerede?”, “Hak, Hukuk, Adalet!”, “O trenler buraya gelecek!” diye o kadar çok bağırmışım ki, sesim kısıldı, sesimin kısılmasını sevdim. 

Ama neden üzgünüm, günlerden pazar ve aramızda neredeyse elle sayılacak kadar genç var. Beyaz yakalılar, üniversiteliler yoklar. Dostlarla konuşuyoruz, kalabalıkların fotoğrafçısı Ali Öz de orada. İkimizin de canı sıkkın. Bu arada üstünde Ekrem İmamoğlu’nun fotoğrafı bulunan dev bir bez afiş görevliler tarafından itinayla taşınıyor, ama İmamoğlu’nun kendisi yok. Suretini göndermiş. Bu afiş neden gelmiş, neden görevliler sürekli en önde gitmeye çalışıyor, doğrusu hiçbir anlam veremedim. 

Zaten Kent Konseyi’ne seçilen bazı isimlerden dolayı canım sıkkın, daha da sıkıldı.
Eve geldim ve şu günlerde dünyanın her yerinde başlayan ve günlerce süren kent protestolarına şöyle bir baktım. Ve açıkçası kıskandım. Şili’de hayat pahalılığı ve baskıcı uygulamalar için kent ayakta. Ben bunları yazarken oralarda 48 saatlik her işkolunu kapsayan büyük bir grev başladı. Halkı durdurmak mümkün değil, herkes sokaklarda, sıkıyönetim ilan edildi, tanklar meydanlara çıktı,15 kişi öldü, ama kimseler evlerine çekilmedi. Kimseler korkmadı. Diktatör Pinochet döneminde zulmün hüküm sürdüğü o karanlık yıllarda binlerce Şilili öldürüldü. Binlercesi işkenceden geçti. Yıllar önce Santiago kentinde dolaşırken, Allende’nin balkonunda öldüğü başkanlık sarayını ziyaret etmiş, dakikalarca Allende’nin tüm saray bahçesine anons edilen, halkına yaptığı son konuşmayı dinlemiştim. Demek ki, Şili halkı hiçbir zulmü ve ölümü unutmamış.

Gençler ana babalarının, dedelerinin yaşadıklarına yabancı değil. Lübnan halkı da sokaklarda WhatsApp’a yapılan zammı protesto etmekle başladılar, olay büyüdü, milletvekillerinin astronomik maaşı düşürüldü, herkes sokakta! Bu arada İspanya’da her gün bir protesto var. Çünkü artık kapitalizmin sürdürülemez bir düzen olduğu, halkların giderek yoksullaştığı apaçık bir gerçek.

Ben şimdi kışı bekliyorum. Çünkü doğalgaza yüzde 60 zam yapıldı. Yani öyle ağır doğalgaz faturaları gelecek ki, pek çok evde bebeler üşüyecek, yaşlılar titreyecek. Bakalım o zaman kaç kişi sokaklara dökülecek? Tek umudum bu. Bu arada yetkililere sordum: Haydarpaşa direnişinin kaç bileşeni var? Aldığım yanıtı ya ben kulağım az işittiği için yanlış anladım ya da 86 bileşen Haydarpaşa’dan habersiz.

Not: Neyse dayanamadım, aklıma gelen bir öneriyi Kadıköy Belediyesi’ne sunmak istiyorum. Gerçi onlar Kadıköy’de oturan birkaç popüler sanatçıdan başka kimseleri pek umursamıyorlar. Gene de ben söyleyeyim, belediyeye ait bir Sinema- Tek var, hafıza tazelemek için ülkede yapılmış Haydarpaşa Garı’nda başlayıp ya da biten en az on filmi tam da şimdi gösterebilirler. Halit Refiğ’in “Gurbet Kuşları”ndan başlayarak.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Baba, yağmur bitti... - Mine G. Kırıkkanat


Büyülü geyik sustu. Sessizlik bir el gibi ormanın her köşesine dokundu. Hiç kapanmamış pencereler kapandı, genç kızlar saksılarını güneşten kaçırdılar. Ormanın mor salkımlardan işlenmiş kapısı yıkıldı, kar çiçeklerinin değdiği yol çamurla doldu, rüzgâr sepetini kırdı ve bulutlara binerek uzağa kaçtı. İnsanlar şarkı söylemekten vazgeçtiler ve boğucu bir sıcaklık ruhlarını sardı. Çocuklar halka olup oyun oynamadılar, annelerinin sesi tatlı çıkmıyordu ve hiçbir ninni bir yavruyu uyutamıyordu.  Genç kızlar güzelliklerini kaybettiler,  fesleğenler kokusuzdu, güller tomurcuksuz ve üzümler ekşiydi.

Güneş hiçbir yemişi olgunlaştıramadı, gökte yıldızlar karışmıştı ve toprak sıcak değildi. Artık her şey korkunç, her şey sessiz ve anlamsızdı. Hayat bir duman gibi uçtu, bahtiyarlık bir odun gibi yandı.

Kendisini aynada seyreden, büyülü geyiği zincirleyen korkunç avcı bütün altın köşklerin, bütün insanların, bütün ormanın efendisi olmuştu. Evet, evet işte o, ellerinde en güzel tılsımı tutuyordu, evet, evet işte o, bu ormanın efendisiydi. Ancak onun gözleri olsaydı, şimdi ormanın eski güzel ve eşsiz ormana hiç benzemediğini, ağaçların taze ve yeşil yapraklarını döktüğünü, suların isyanla köpürdüğünü, güneş doğarken sabah rüzgârına açılan kapıların artık kapandığını görecekti. Ancak onun kulakları olsaydı, hayatlarında hiç ağlamamış kızların şimdi hıçkırdıklarını, küçük çocukların göklere  annelerini sorduklarını, yaşlı kadınların bahtiyar çocukluk beşikleri başında ağladıklarını ve bütün yaşlı oduncuların, ağaçların neşesini geri vermesi için Tanrı’ya yalvardıklarını  duyacaktı.

O görmüyor ve işitmiyordu. Sihirli kutuya karşılık gözlerini, kulaklarını, kalbini, zamanın gürüldeyen ırmağına atmıştı. Altın kutuyu açtı, masmavi eriği aldı ve ısırdı, masmavi eriği yedi. O an ayna sarsıldı, yıkıldı ve paramparça oldu. Bir delilik ruhunu sardı: -Ben bahtiyarım. Bu orman, bu altın köşkler, bu insanlar hep benimdir. Bahtiyarlığın tılsımını ısırdım ve yedim. Bu ormanı arzularıma bir bahçe, bu altın köşkleri kendime bir saray bu insanları bahtiyarlığıma işçi yapacağım.

Oysa köşkler yıkılıyor ve orman ağlıyordu.

Bahar rüzgârı isyanla doldu: -Bu zincirlerin ocağını ben mi üfledim?
Bahar rüzgârı isyanla doldu. Kayaları atladı ve yıkıcı bir şarkıyla dağlardan indi. Çocuklar annelerine kaçtılar. Yaşlı oduncular baltalarını bıraktılar. Genç kızlar eski şarkılarını gözyaşlarına söylettiler ve yiğitler, mustarip ve mert yiğitler, fırtınayı selamladılar: -Fırtına geliyor! Fırtına geliyor! Gökler bulutlarla doluydu, bulutlar kaderin beyaz sayfaları gibi açılmıştı, bilinmez bir el bu beyaz sayfalara şimşek renkli yazıyı yazdı: Fırtınayı duyuyor musunuz?

* Ceyhun Atuf Kansu / Bir Masal Denemesi, 1944

Bahtı gönül, tahtı gönül bir efsaneYolculuk iki saat sürerdi, isteyen sigara içerdi ve hiç de lüks olmayan “lüks kamara”da tek kişilik koltuklar, sehpalar, kül tablaları vardı. Adalara uğrayan Yalova vapuru iskeleye yanaştığında bir koşu yetişilen siteler dolmuşuna, “Şeker” demek yeterdi. Şeker fabrikalarının ve Şekerbank çalışanlarının yararlandığı yaz kampında büyüyen “biber” çocuklardık biz. Başımızda 68 Mayısı’nın isyan yelleri, Karamürsel’e giden kamyonlara otostop çeker, Amerikan üssünün araba camlarına “Yankee Go Home” pusulaları yapıştırır; yine otostopla üssümüz Şekerbank’a dönerdik. İşçi ve emekçi dostu olarak, zaten kamptaki kalburüstü memurinden de hiç hazzetmezdik.

Biri hariç: Şeker fabrikalarının çocuk doktoru Ceyhun Atuf Kansu.

Ceyhun Atuf Bey, onun yazdıklarını okuyan ya da kendisiyle konuşan herkesin gönlünde taht kurmuş bir efsaneydi. Ailesinin kaldığı tesislere arada bir gelir ve her gelişi dört gözle beklenir, sağlık sorunu olmayanlar bile onunla bir çift laf edebilmek için muayene sırasına girerdi. İyiliği hekimliğine, hekimliği annesini yitirmiş çocuk ozanlığına, ozanlığı devrimciliğine, devrimciliği yazarlığına terleyen, her damla terinde mükemmeli yakalamayı başaran, olağanüstü bir insandı, o.

Bu yıl, hiçbir konuda anlaşamayanları bile kendisine duyulan saygıda birleştiren Ceyhun Atuf Kansu’nun 100. doğum yılı.

Ne mutlu ona ki, kendisi gibi ilkeli, başarılı ve eserine sahip çıkan çocuklar yetiştirmiş, sevgili eşiyle birlikte. Ne mutlu bana ki, bir zamanlar Şekerbank kampının çook sevimli yumurcağı Işık Kansu, bugün dostum ve Cumhuriyet gazetesinde yoldaşım.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET


* C.A. Kansu’nun “Baba, yağmur bitti” (Telgrafhane Yayınları, 2019) adlı öykü kitabından alıntıdır.

Petrol batağında işgal!.. - Mehmet Faraç

Geçen hafta sosyal medyaya bir adamı hıçkıra hıçkıra ağlarken gösteren bir fotoğraf yansıdı... İşte o fotoğrafın altında şunlar yazıyordu;"Iraklı tarihi eserler uzmanı Berlin'de müzeyi gezerken ülkesinden kaçırılan tarihi eserleri görünce, 'çaldılar seni ey Irak' diye haykırdı ve gözyaşlarına boğuldu..."

Fotoğraftaki Iraklı ve onun gözyaşlarını çaresizlikle izleyen kadının görüntüsü bir ülkenin nasıl yağmalandığını bir kez daha gözler önüne serdi...

Evet; "Arap Baharı" zırvasının henüz devreye sokulmadığı dönemde, dinci teröre destek verdiği iddiasıyla işgal edilen Irak'ta göz koyulan varlıklar yalnızca yeraltı enerji kaynakları değildi...


Irak'ın elbette doğası, tarihi,  zenginlikleri, huzuru ve en önemlisi de insanlığı yağmalandı ama kültürel kıyım konusunda sınır tanımayan emperyalist alçaklık yalnızca Irak Merkez Bankası'nın külçe altınlarını kamyonlarla götürmedi...
İşgal sırasında, aynı zamanda Bağdat Müzesi başta olmak üzere, çok değerli tarihi eserlerin sergilendiği kültür merkezleri de yağmalandı...

İngiltere'nin ünlü müzesi British Museum, bazıları yaklaşık 4 bin yıl öncesine ait olduğu tahmin edilen 156 tarihi eseri Bağdat'a iade etti ama
Iraklı  uzmanın gözyaşları da gösterdi ki, Avrupa ülkelerinden çoğunun talan konusundaki yüzsüzlüğü devam ediyor...

Yani, emperyalizm sadece bir coğrafyada insan yaşamını, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, ulusal kaynakları yağmalamamış, aynı zamanda bir ulusun geçmişinin tapusu olan tarihi- kültürel varlıkları da talan ederek,
Arap ülkelerini huzur getirileceği iddiasıyla işgal etmenin büyük bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermişti...


Irak, Libya, Suriye...
Konumuz aslında dünyanın her tarafında acımasızca sürdürülen tarihi eser yağmacılığı değil...

Yalnızca emperyalistler işgal ettikleri ülkelerde yağma düzeninde rant elde etmiyorlar...

Orta Doğu'nun, Afrika'nın birçok ülkesinde de iç dinamikler yağmacılığı öne çıkartıyor ve uluslar bazen kendi kültürlerini bile kaçakçılık uğruna talan etmekten kaçınmıyor... Türkiye'nin de bu konuda hoş bir geçmişi yok ama biz  yanıbaşımızda dönen tezgahın paslı çarkına dönelim... Yani asıl meseleye...
Dünyada belki de en çok Orta Doğu coğrafyası ve Afrika'nın bir kesiminde yer altından zenginlik fışkırıyor...

Bu zenginlik yalnızca tarihi eser bolluğundan kaynaklanmıyor, en büyük yağma başta doğalgaz ve petrol olmak üzere yeraltı enerji kaynakları üzerinden yürütülüyor...

Kuzey Afrika'da dünyanın en önemli yeraltı kaynaklarına sahip olan Libya'nın iç savaşa sürüklenerek yağmalanması ve lideri Kaddafi'nin de yağmacılığın taşeronu tetikçiler tarafından linç edilmesinin yanıtı da burada...

Dünyanın birçok coğrafyasında sorunlar büyürken, başta petrol ve doğalgaz olmak üzere enerji kaynaklarıyla ünlü Irak ve Libya'nın halka huzur getirileceği iddiasıyla iç savaşa sürüklenmesi de herhalde rastlantı olarak görülemez...

Ve yine önümüzdeki 50 yıl içinde petrolden daha değerli olacak su kaynaklarının iki önemli hattı, Dicle ile Fırat'ın geçtiği bir coğrafyada "Arap Baharı" safsatasının dayatılması da bir rastlantı olmamalı...

Peki, yeraltı kaynakları üzerinden yürütülen işgalcilik Irak ve Libya'nın yağmalanmasından sonra bitti mi acaba?.. Ne yazık ki değil...

Özerlik planı mı?..
ABD, Avrupa Birliği ve emperyalist yandaşları Irak'tan sonra, aslında yeraltı kaynakları bakımından önemli coğrafyalardan bir olan İran'ı gözüne kestirmiş, ancak ABD'yi "büyük şeytan"  olarak nitelendiren ve İsrail'e her fırsatta tehditler yağdıran mollaların kolay lokma olmadığını anlamışlardı...

Yeraltı ve yerüstü yağmacılığı işte bu yüzden hedef değiştirmiş ve namlular Suriye'ye çevrilmişti...

Her ne kadar Arap ülkeleri içerisinde Irak, Libya, Suudi Arabistan kadar enerji kaynakları konusunda zengin olmasa da, Suriye de bu gerekçeyle işgale uğradı...
Rastlantılara dikkat çekmişken, uçsuz bucaksız tarım alanları ve doğal kaynaklar bakımından oldukça varlıklı olan Suriye'de yağmacılığın tetikçileri olarak görevlendirilen terör örgütlerinin cirit atması da rastlantı sayılmamalı.

İşte o güçlerin petrol uğruna hareket ettiğini gösteren bazı açıklama ve eylemler üzerinde ısrarla düşünülmesi gerekiyor...

Tesadüf mü şimdi; son günlerde Rusya'dan sonra ABD'nin de muhatap aldığı ve Trump'ın telefonla görüşerek övgüler yağdırdığı "Mazlum Kobani" kod adlı PKK'lı ile ilgili vahim paylaşımlar?..

PKK militanına sosyal medya üzerinden seslenirken,"Mazlum Kobani ile konuşmamdan zevk aldım. Ben de Kürtlerin yaptıklarını takdir ediyorum. Belki de Kürtlerin 'petrol' bölgesine gitme zamanı gelmiştir" diyen Trump neyi ifşa etmiş oldu acaba?..

İşte bu sorunun yanıtı dün ajanslara yansıdı... Bakınız, işgalciliğin asıl hedefinin "petrol" olduğunu bir kez daha kanıtlayan yeni plan ajanslar üzerinden nasıl duyurulmuştu:"Pentagon, Suriye'nin doğusunda, IŞİD'ten geri alınan ve Suriye Demokratik Güçleri'nin (SDG) denetimindeki petrol sahalarının korunması amacıyla asker ve zırhlı araç göndermeyi planlıyor... ABD Savunma Bakanı Mark Esper, IŞİD'in petrol sahalarına erişmesini engellemek için Deyr Ez Zor'daki pozisyonlarını güçlendirici bazı adımlar atacaklarını, bunun bazı mekanize güçleri de içereceğini söyledi..."

Şimdi asıl soruyu soralım; Amerika, Irak'ı işgal ederek Kuzey Irak'ta petrol sahalarını devrettiği peşmergelerden özerk bölge yaratırken, Kürt devleti planının ikinci özerk bölgesini de Suriye petrollerini PKK/ YPG'ye teslim ederek mi oluşturacak?..


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

Üç dönem, üç dış politika, üç parti - DENİZ YILDIRIM

AKP 17 yıldır iktidarda. Bu 17 yılı iktidarın dış politika stratejileri çerçevesinde üç dönem altında ele almak mümkün.

Birinci dönem, partinin özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında radikal İslam imajına karşı ılımlı İslam modeli olarak Batı’da kendisini sunması, onay araması ile başlıyor. Bu süreç, ABD’nin Irak işgali ile Ortadoğu’ya yerleşmesine ve o zamanki adıyla Büyük Ortadoğu Projesi gibi projelere destekle de taçlanıyor. Amerikan askerlerinin Türkiye toprakları üzerinden komşu Irak’ı işgaline olanak verecek bir tezkerenin Meclis’e getirilmesi (neyse ki geniş bir muhalefet cephesi sayesinde engellendi), bu dönemde iktidarın dış politika tercihlerini özetleyen en önemli göstergelerden birisi.

Öyleyse birinci dönemi, ABD’nin Ortadoğu tasarımında yer bulma ve bu sayede emperyal merkezlerden de onay alma arayışı niteliyor. Kuşkusuz bunda, henüz devlette yeterince yerleşememiş olmanın getirdiği zayıflıkları uluslararası destek ve ittifaklarla telafi etme arayışının da etkisi var. Ordu içindeki Amerikan karşıtı damarın tasfiyesine dönük operasyonlar da bundan bağımsız değildi. Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin liberal bir ittifak dili etrafında, “biz değiştik” demek için de araçsal kılındığını hatırlarsak; bu ilk dönemi Pragmatik Batıcılık olarak adlandırmak mümkün.

İkinci dönem; özellikle Davutoğlu doktrini olarak bilinen Stratejik Derinlik ya da popüler adıyla Yeni Osmanlıcılık stratejisiyle nitelenebilir. Neydi bu strateji? Ortadoğu’da ABD’nin Irak işgali sonrasında eski düzen sarsılmıştı. Bir güç boşluğu oluşmuştu. Bu süreç Arap Baharı ile Suriye’ye de sıçramıştı. Bu güç boşluğunda Türkiye, emperyalist merkezlerin Ortadoğu tasarımıyla çelişmeden ama bu alanı kendi bölgesel hegemonya hevesleriyle de doldurarak “aktif müdahale” aşamasına geçebilirdi. Proje Suriye’de sınandı. “Yurtta barış, dünyada barış” doktrininin yerini, komşu devletteki rejim değişikliği sürecine katılan, “iç politika ile dış politika kaynaştı” diyerek bunu aklamaya çalışan, Şam’da Cuma namazı hayalleriyle geçmişi “yeniden ihya etme”yi hedefleyen Yeni Osmanlıcılık projesi aldı.

Ülkeyi yönetenler, “her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldık” sözünü de bu dönemde söyledi. Açılım süreci de bu Yeni Osmanlıcı projenin bir parçasıydı. Böylece birinci dönemin liberalizmini, ikinci dönemin ümmetçiliği tamamladı. Ancak sonuçta iç savaş derinleşti, Suriye cihatçı çetelerin elinde bir derebeylik düzenine geçti; bütün büyük güçlerin oyun sahasına dönüştü ve Türkiye sınırında kanton modeliyle fiilen özerkleşmiş devletçikler kuruldu. Yeni Osmanlıcılık genişleyeyim derken, yani Dimyat’a pirince giderken eldeki bulguru tehlikeye soktu. Üstüne bir de Rus uçağı düşürüldü, Rusya ile ilişkiler çıkmaza girdi.

Pragmatik Batıcılık, Yeni Osmanlıcılık ve şimdi
Üçüncü dönem açısından dönüm noktası 2015’teki seçimlerdi. Açılım bitti; ilerleyen aylarda Davutoğlu istifa ettirildi. Bu süreçte 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi de yeni bir kırılma yarattı. İktidarın darbe girişimini Batılı merkezlerle, özellikle de ABD ile ilişkilendirmesi; diğer yandan Rusya ve İran’ın darbe girişimine karşı iktidarın yanında tutum alması Pragmatik Batıcılıktan Pragmatik Doğuculuk aşamasına doğru bir kırılma yaratmaya başladı. Pragmatik Doğuculuk; çünkü artık AKP Batı için ilk dönemdeki işlevselliğini yitirmişti. Yani emperyalizme karşıtlıktan değil;
emperyalist tasarımlar içindeki rolü aşındığından makas değiştirdi. Ayrıca Suriye denkleminde oyun kuruculuk rolü Doğu güçlerine, özellikle de Rusya ve İran’a kaymıştı.
Zira aynı süreçte Rusya, Suriye üstünden Ortadoğu’da ve aslında Akdeniz’de tarihsel olarak en etkili devrini yaşamaya başladı. Esad devrilmedi; Suriye toprakları çetelerden arındırıldı ve Ortadoğu’da AKP’nin ilk dönemindeki Amerikan hâkimiyeti önemli oranda aşındı. Amerika, bölgede en önemli yeni müttefiki olarak PYD’yi silahlandırdı. Bu ortamda üçüncü dönemi, Rusya ile zorunlu yakınlaşma ve yine bu çerçevede de güvenlik merkezli milliyetçilik ideolojisi niteler hale geldi. Öyle ki, BBC Türkçe’nin  derlemesine göre Erdoğan ve Putin, 15 Temmuz 2016’dan bu yana 24 kez yüz yüze ve 65 kez telefonla görüştü. Bu yüz yüze görüşmelerin çoğunluğunun  Rusya’da gerçekleştirildiğini söylememize '67erek yok.

Son Suriye operasyonu ve Soçi Mutabakatı, genişlemeci ikinci dönemden, güvenlikçi üçüncü döneme geçişin de simgesi. Bu açıdan bir zaferden ziyade, iktidarın birinci ve ikinci dönemdeki yanlışlarının; yanı başımıza Amerika ve Rusya güçlerinin yerleşmesinin yarattığı olumsuz durumun, yine bu güçlerin onayını da gözeterek telafisiydi aranan.

İlginçtir; AKP şimdi üç partiye ayrılıyor. Bir yanda Gül ve Babacan önderliğindeki Pragmatik Batıcı kanat; diğer yanda Davutoğlu önderliğindeki Yeni Osmanlıcı çizgi ve geriye kalan, Rusya ile yakınlaşan, mecburen “Yeniden Asya” açılımından söz eden bir AKP. 

Ayrışmayı bir de bu dış politik dönemlere ve çizgilere göre yorumlasak iyi olmaz mı?

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

Şili’yi uzaylılar işgal etti! - ERHAN NALÇACI

Şili’deki bir haftayı geçen halk ayaklanması esnasında Devlet Başkanı Pinera’nın eşinin “Biz istila altındayız, adeta bir uzaylı istilası” sözleri basına sızdı.


Ama bu sözü bir burjuvanın zengin hayal gücüne bağlamayın, aslında çok bilinçli bir sınıf korkusunun işareti. Çünkü hemen arkasından “Ayrıcalıklarımızı kısmak ve başkalarıyla paylaşmak zorunda kalacağız” dediği duyulmuş.

Şili Devlet Başkanı Sebastian Pinera ülkenin en zenginlerinden biri. Daha önce uçak şirketinin dahi olduğu söyleniyor. Sağcı ve bir yerde Pinoşet’in politikalarını devam ettiren bu siyasetçi sadece burjuvazinin temsilcisi değil, doğrudan Şili sermaye sınıfının önde gelen bir üyesi.

İşi kimseye bırakmamış anlayacağınız.

İki hafta önce bu köşede 2020’de iktisadi kriz, IMF anlaşmaları, bölgesel savaşlarla dünyanın çok karışacağını yazmıştık. Daha 2020’yi beklemeden Lübnan ve Şili arka arkaya patladı.

Şili çok ilginç ve diğerlerinden farklı bir ülke.

Bir kere kayda değer bir dış borcu yok, IMF ile anlaşmak şöyle dursun, Latin Amerika ülkeleri içinde en zenginlerinden biri. Kişi başına ulusal gelir Türkiye’nin neredeyse üç katı.

Ama Şili’nin başka bir sorunu var.

Onu emperyalist dünyanın zayıf halkası yapan başka bir sorun.
Toplumsal eşitsizliklerin en fazla olduğu ülkelerden biri Şili.
Şili emekçilerinin ürettiklerine “uzaylı olmayanlar” el koyuyor!
Şili emekçi sınıflarının bu toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için 1970’te büyük bir hamle yaptığını biliyoruz. Sosyalist Allende’nin seçimle iktidara gelmesi ve bakır madenleri başta olmak üzere kapsamlı bir kamulaştırmaya gitmesi eşitsizliklere karşı açılmış bir savaştı.

Şili sermayesinin ve ABD emperyalizminin yanıtı 1973’te düzenlenen vahşi ve kanlı darbe oldu.

Emekçi sınıfların örgütlü gücünün askeri darbe ile çözülmesi sermaye için Şili’yi bir cennete çevirdi. Fabrikaları, hastaneleri, okulları kapsayan özelleştirme dalgası toplumsal eşitsizlikleri çok daha fazla artırdı.

Şili aynı zamanda eğitim eşitsizliğinin en fazla görüldüğü ülkelerden biri.
Öğrencilerin en yoksul olanları devlet okullarına gidiyor. Emekçi çocuklarının bir kısmı kısmen devlet tarafından desteklenen özel okullara, zengin çocukları özel okullara devam ediyor.

Sağlık sisteminde de çok benzer bir eşitsizlik yaratılmış durumda. Devlet hastaneleri çok zayıfken, insanları soyan dev bir özel hastane sistemi oluşmuş.
1973’ten beri birikmiş olan toplumsal öfke bir açık bulup bir volkan gibi püskürüyor. Çoğunlukla eğitimdeki eşitsizlikler nedeniyle olaylar öğrencilerden başlıyor.

2010-2014 arasında yine Pinera Devlet Başkanıydı ve 2011’de büyük bir öğrenci isyanı kendini gösterdi. “Eğitim de her şey gibi alınır, satılır, bedavaya olmaz” diyen Pinera’ya karşı ayaklanma hızla büyüdü.

Polisin acımasızca öğrencilerin üzerine saldırdığı olaylarda aşağıda fotoğrafı olan 16 yaşındaki Manuel Gutierrez Reinoso öldürüldü.

Şili’nin bir diğer geleneği ise işçilerin hızla olaylara karışması. Bakır madeni işçileri “çocuklarımız için savaşıyoruz” diyerek greve çıktılar.

2018’de kadınlar Katolik Şili’de ayrımcılık nedeniyle ayaklandılar.

Bir haftadır ise elektriğe %9, metro biletlerine %4 zam yapılması üzerine çıkan ayaklanma sürüyor.

2018’de kadınlar Katolik Şili’de ayrımcılık nedeniyle ayaklandılar.Bir haftadır ise elektriğe %9, metro biletlerine %4 zam yapılması üzerine çıkan ayaklanma sürüyor.
Bu sefer polisin saldırısı ile yetinmediler, Pinoşet’ten bu yana ilk kez asker kentlere indi. On sekiz kişinin öldüğü söyleniyor.

Pinera zamları geri aldığını ilan etmesine rağmen uzaylılar geri çekilmediler ve genel greve çıktılar.

Görüldüğü gibi –hatta çok iyi bildiğimiz gibi- %4-%9 elektriğe, yola zamma rağmen birçok ülkede emekçiler bir süre için hareketsiz kalabiliyorlar.
Şili’yi eşitsiz gelişimin odağına koyan bu eşitsizlikler üzerinde yükselen sınıfsal öfke.

Ama Latin Amerika şu makûs talihini yenmek zorunda. Artık günümüzde “burjuva devrimi”, “demokratik devrimi” diye bir şey kalmadı.

Şili sermayesine baksanıza, emekçileri “uzaylılar” yerine koyuyor. Emekçileri biçmek için iyi bahane. Burjuvazi bir sınıf olarak ortadan kaldırılmadığı sürece yenilgi kaçınılmaz.

Bu nedenle bugün bir ülkede eşitsiz gelişimi tamamlayan en önemli unsur iktidarı isteyen bir işçi sınıfı partisinin var olup olmadığıdır.

Şili’de ve dünyanın pek çok yerinde bu altın kuralın sınanacağı bir döneme giriyoruz.

Erhan Nalçacı / SOL

Esenyurt Üniversitesi - Murat Ağırel

Bir süredir İstanbul Esenyurt'ta, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın adının da karıştığı bir kriz yaşandığını öğrendim.

Araştırdım.

Ulaştığım bilgileri kamuoyuna aktarmak görevim.

Esenyurt Belediye Meclisi'nin Eylül ayı ilk toplantısında, Emlak İstimlak Müdürlüğü'nün bir teklifi gündeme geldi ve teklif ile ilgili oylama yapıldı. Oylama yapılan konu, bir vâkıfa, üniversite yapması için tahsis edilen arazinin tahsisinin iptaliydi.

Esenyurt Belediye Başkanı CHP'li Kemal Deniz Bozkurt, deyim yerinde ise oylama öncesi adeta isyan etti ve çağrıda bulundu, "Oyunuzu ya geçmişte 1.2 milyar TL iş yapmış bir firma ile o belediyenin başkanına vereceksiniz, ya da 160 bin çocuğun geleceğine vereceksiniz, karar sizin!" dedi.

Neden böyle söylemişti?

Anlatacağım…

Yapılan oylamada, MHP çekimser kalınca, AKP'nin oyları yetmedi. İlerleyen günlerde tahsisin iptali ile ilgili konu tekrar meclise gelecek. Konunun tüm muhatapları ile görüştüm. Önce olayı anlatmaya ardından da muhatapların cevaplarına gelelim.

AKP döneminde Esenyurt Belediyesi, Nakipoğlu ve Gürlek Ailelerinin kurduğu, Yeşilköy 2001 Eğitim Sağlık ve Kültür Vakfı'nın, Belediye'ye üniversite yapmak istediğini bildirmesi sonucunda tüm siyasi parti temsilcileri ile bir araya gelerek ortak bir karar aldı. İlçede bulunan 25 dönüm araziyi 25 yıllığına bedelsiz olarak vakfa tahsis etti. Tahsis şartlarından biri üniversitenin ismi "Esenyurt" olacak diğer şart ise Esenyurt sınırlarından çıkmayacaktı.

Süreç şöyle başlıyor…


Üniversite kurma çalışması için Belediye Başkanı Kadıoğlu, yardımcısı Emin Batmazoğlu'nu görevlendiriyor. Bütün işleri ile Emin Batmazoğlu ilgileniyor ve 3-4 ay gibi bir sürede tüm izinler alınıp bina kiralanıyor. 18 Haziran 2013 yılı Resmi Gazete'de, Esenyurt Üniversitesi'nin kuruluşu ilan ediliyor. Üniversite, Yalova Üniversitesi hamiliğinde 2013-2014 tarihlerinde Esenyurt Üniversitesi adı ile eğitim öğretim hayatına başlıyor.

Vakıf, üniversite binasının kirasını ödeyemediği için mülk sahipleri tarafından icraya verildi. Nakipoğlu ve Gürlek Aileleri, Belediye Başkanı ile görüşüp durumu bildirdi. Bu durum üzerine o dönem Belediye Başkanlığı görevinde bulunan Necmi Kadıoğlu, Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan'ın da onayını alarak vakıf yönetimine girdi. Vakıfa giren sadece Belediye Başkanı değildi tabi.

Aynı dönemde Esenyurt Belediye Başkan yardımcısı olan Emin Batmazoğlu, Fatma Altındal Bayat, Sebahattin Fidan, Esenyurt Belediyesi İnsan Kaynakları ve Eğitim Müdürü Müge Doğan, Necmi Kadıoğlu'nun oğlu Ahmet İsmail Kadıoğlu da bulunuyor. Vakfa sonradan Özyurt A.Ş.'nin sahibi Orhan Özyurt da katılıyor.

Kiralanan binada sorun çıkıyor ve başka bir binaya geçiliyor. Üniversitenin yeni kiraladığı bina Özyurt Maden A.Ş.'ye ait. Yani, vakıf yönetiminde bulunan Orhan Özyurt'a ait. Üniversite eğitim hayatına halen burada devam ediyor.

Ücretsiz tahsis edilen araziye ise 8 yıl boyunca herhangi bir çivi çakılmıyor. İşler Necmi Kadıoğlu'nun 2017 yılında Belediye Başkanlığı görevini bırakması ile karışıyor. Kadıoğlu'nun istifa etmesi ile Başkanlık görevine Ali Murat Alatepe geliyor.

Bu dönemden sonra vakıfta işler yolunda gitmemeye başlıyor. 2018 yılı Sayıştay'ın Esenyurt Belediyesini denetlemesi sonucundan bahse konu tahsis edilen arazinin "Çevre ve Şehircilik Bakanlığı" oluru alınmadan tahsis edildiği için tahsisin iptal edilmesi isteniyor.

Diğer yandan YÖK de, kampusun kurulmasını istiyor, reklam giderlerinin fazlalığını ve yüksek kiralara dikkat çekiyor. Vakıf seçimlerden birkaç ay önce Esenyurt Belediyesi'ne kampus inşaatının yapılması için "imar durum belgesinin" verilmesini istiyor.

Bu yazıya uygunluk verilmiyor.

Vakıf yönetiminde de alınan karar ile mütevelli heyeti Başkanı Orhan Özyurt oluşan maddi yükü tüm yöneticilerin beraber üstlenmelerini istiyor. Bu duruma Emin Batmazoğlu ve Fatma Altındal Bayat şerh koyuyor. Vakıf yönetimine girerken kendilerine verilen sözün bu olmadığı bilgi birikimlerini sermaye olarak kullanılması şartını baştan söylediklerini belirtiyor.

Tam bu süreçlerden sonra vakfa ait İstanbul Esenyurt Üniversitesi mütevelli heyetinde bulunan Emin Batmazoğlu ve vakıf mütevelli heyeti üyesi Fatma Altındal Bayat'tan flaş bir talep geliyor. İki isim, 31 Mart yerel seçiminden önce, Esenyurt Belediye Başkanlığı'na bir talepname göndererek arazinin kendilerinden alınmasını istiyor.

Bu talep işleme alınmıyor ve bekletiliyor. Seçimleri AKP'nin kaybetmesi ve CHP'nin kazanması sonucunda Esenyurt Üniversitesi ve belediye arasında yazışmalar devam ediyor. Belediye kaynaklarından öğrendiğim kadarı ile bu arazinin ısrarla istenilme sebebi işe şu; Esenyurt nüfusu 500 binin üzerinde. Genç nüfus oldukça fazla. Mevcut okullar yeterli değil. Kapasite şu anda çok dolu. Sınıflar 50-60 kişi mevcutlu. Başkan bu araziye Dünya'da ilk olacak olan "Liseler Kampüs Bölgesi" yapmak istiyor. Tüm liseleri burada toplamak istiyor. Bu bölgeye yakın metro duraklarının da yapılacak kampüs alanlarından veya yakınından geçmesi için çalışmalar, görüşmeler yapmış. Amacı şehir içindeki liseleri boşaltıp bu bölgeye taşımak, boşalan lise okul binalarına da kalabalık ilk ve ortaokul çocuklarını yerleştirmek. Bu sayede de sınıf mevcutlarını ortalama 30 kişiye düşürmek.

Burada bahsedilen genç sayısı tam 160 bin!

Sonuç olarak tahsis iptali belediye meclisinde MHP'nin çekimser, AKP'nin ret oyu ile gerçekleştirilememiş.

Dikkat çeken bir nokta daha var.

Özyurt Maden AŞ ile Esenyurt Belediyesi arasında uzun süreli bir iş bağı var. Özyurt Maden A.Ş., 2010 yılından Necmi Kadıoğlu'nun istifa ettiği tarih olan 2017 tarihine kadar Esenyurt Belediyesinden toplam değeri 335 milyon TL olan 8 ihale almış.
İBB dahil tüm İstanbul İlçe Belediyelerinden aldığı ihale toplamı ise 347 milyon TL. Tüm İstanbul toplamı 683 milyon TL...

Ben konunun muhatapları ile görüşme yaptım.

Önce Özyurt Maden A.Ş.'nin sahibi Orhan Özyurt ile görüştüm.
Necmi Kadıoğlu ile birlikte vâkıfa katıldığını, 2015 yılında Mütevelli Heyeti Başkanı olduğunu anlattı. Kendilerinden önceki vakıf yönetiminin, taahhütlerini yerine getiremediği için vakıftan ayrıldıklarını söyledi. "Biz geldik yönetime, kurduk" ifadelerini kullandı.

Aldığı ihaleleri tek tek sayınca, "Eksikler var. Adana Antalya gibi yerlerden de işler aldım ben. Birçok proje yaptım" yanıtını verdi.

Üniversiteden ekonomik bir kazancı olup olmadığı sorusuna ise net bir cevap verdi:
"Nasıl olur? YÖK bizi sıkı şekilde denetliyor. Harcadığımız her kuruşa kadar denetleniyoruz. Varsa bir hata devlet üniversiteyi vakıftan alır hamisi Yalova Üniversitesine verir. Bir üniversite kurmak için 150 milyon TL parayı bloke etmeniz lazım. Bunun üçte birini de nakit geri kalanını gayrimenkul olarak göstermeniz lazım. Üniversiteden vakıfa hiçbir kaynak aktaramazsınız."

Orhan Özyurt, "Belediyenin üniversite yapılması için ücretsiz tahsis ettiği araziye haciz koydurdunuz mu?" sorusuna ise "Benim belediyeden 60 milyon TL alacağım var. Bunun için haciz kararı aldırdım doğru" karşılığını verdi.

Özyurt, üniversitenin içerisinde bulunduğu binanın kendisine ait olmadığını söylüyor. Özyurt, "Bunlar siyasi çekişme. Tahsisi iptal ederler ise mahkeme süreci var" diyerek de uyarıyor.

Tüm bu ifadelere karşılık Esenyurt Eski Belediye Başkanı Necmi Kadıoğlu ile de konuştum.

Neden vakfa girdiğini sordum. "Vakıf yetkilileri, bazı durumlardan bahsettiler beni de hamilik için yönetime davet ettiler işlerin daha kolay yürümesi için. Cumhurbaşkanımızın da onayını alarak yönetime yardımcılarım ve Orhan Özyurt ile birlikte katıldık" diyerek yanıt verdi.

"Burada bu konuyu siyasete alet ediyorlar" diyen Kadıoğlu, "Ayrılmak istiyorum artık yönetimden. Cumhurbaşkanımızın yakınlarından çıkmamam yönünde bir görüş var" gibi dikkat çeken ifadeler de kullandı.

Ve Belediye Başkan Yardımcısı Emin Batmazoğlu ile de görüştüm tabi.
Kurulması için çabaladığı üniversiteye arazinin tahsis edilmesinin iptali için başvurmasının nedenini sordum.

"İyi işler yaptık. Hatalarımız da oldu. Bilerek bir yanlış yapmadık" diyerek söze başlayan Batmazoğlu, projenin her aşamasında bulunduğunu belirterek şunları söyledi: "Vakıf ve Üniversite Mütevelli Heyetine de Cumhurbaşkanının talimatı ile girdik. Orhan Özyurt vakıf yönetimine girebilmek için çok çabaladı. Üniversiteyi Orhan beyin sahibi olduğu binaya taşıdık. Üniversite, Orhan beye yüklü bir şekilde kira ödemektedir. Bu kiraların yüksek oluşu YÖK raporlarında da mevcuttur. Başta ben maddi bir kaynak sunamayacağımı ancak bilgi ve fiziki desteği sonuna kadar vereceğimi söyledim. Kuruluş amacının dışına çıkıldı. Yanlış olan bazı durumlardan dolayı tahsisin iptal edilmesi için Belediye'ye dilekçe verdim."

Tarafların anlattıkları bu şekilde.

Tabi takdir kamuoyunundur fakat…

Benim dikkatimi bir şey çekti. "Dünya 5'ten büyüktür" diyerek hesap soran koskoca Cumhurbaşkanı, Esenyurt'taki bir okul için neden bu kadar uğraşıyor?
Anlamak mümkün değil…



Murat Ağırel / YENİÇAĞ

Yahudileri ve Hıristiyanları...- MİNE SÖĞÜT

O afişleri, ceplerinden para harcayıp özene bezene reklam panolarına asan sevgili Konyalı gençler;
Size üzücü bir haberim var.
Uyarı için çok geç kaldınız.
Birkaç yüzyıl, hatta birkaç bin yıl kadar falan geç.
Çünkü atalarınız Yahudileri ve Hıristiyanları, Hinduları ve Paganları, Süryanileri ve Budistleri, Alevileri ve Yezidileri, Zerdüştleri ve Bahaileri falan zamanında hep dost edindiler.
Tarihte birbirlerini düşman belleyenlerin ve birbirinden dost edinmeyenlerin çocukları, doğmaya fırsat bulamadılar.
Siz, bugün Hıristiyanları ve Yahudileri dost edinmeyelim isteyenler ve bu fikre de kutsal kitaplardan referanslar verenler;
Birbirini öldürmekten eninde sonunda vazgeçenlerin...
Din üzerine din değiştirenlerin...
Anlaşmalar imzalayıp birlikte bayramlar kutlayanların...
Hep beraber yolculuklara çıkanların...
Ortaklıklar kuranların...
Birbirine kız alıp oğlan verenlerin...
Korkunç savaşların ardından sulhu güvenli bilenlerin...
Ve bu sayede hayatta kalarak soyunu daha az kayıpla sürdürenlerin torunlarısınız.
Atalarınızın zaman zaman başka dinden, başka ırktan insanları dost edinmesi sayesinde, bugün şans eseri yaşamaktasınız.
Bu arada...
Sanmayın ki zamanında birbiriyle savaşanlar birbiriyle hiç sevişmediler.
Hepinizin damarlarında farklı tanrılara inanmış, farklı tanrıları sevmiş ve farklı tanrılardan korkmuş sayısız dede ve ninenin kanı var.
Düşman bellemeye heveslendiğiniz her kimse, üzgünüm, ama onunla da damarlarınızda, isteseniz de istemeseniz de aynı kan akar.
Daha da fenası aklınız, tarih boyunca düşman bellediklerinizle, aynı “iyi” ve “kötü” şeylere yatar.
Sorsanız onların bazıları da, sizden dost olmaz sanırlar.
Onlar da kendi kitaplarında yazan nice şeyi tehlikeli bir akılla yorumlarlar.
Çoktan rafa kalkması, tarih, felsefe, sosyoloji vesaire kitaplarının arasındaki yerini alması gereken kutsal kitaplardan özensizce söküp alınan cümlelerle kadim kılmaya çalışılan bu düşmanlıklar;
Önce sizi ve onları...
Sonra çocuklarınızı...
Ve sonra da çocuklarınızın çocuklarını nesiller boyu yakar da yakar.
O yüzden aklınızı başınıza toplayınız; Ve o dini kitaptan şuursuzca yırtıp aldığınız sayfayı usulca yerine geri koyunuz.
Sonra kapalı dünyanızdan dışarı çıkıp kendinize bir Hıristiyan dost bulunuz.
Bir Hinduyla iş ortaklığı yapınız.
Bir Yezidiyle uzun bir yolculuğa çıkınız.
Bir Yahudiye hızla âşık olunuz.
Sonra o kitabı tekrar okuyunuz.
Bazı kitaplara ilk okuyuşta inanırsınız; aynı kitabı ancak tekrar tekrar okuduktan sonra anlarsınız.
İnandığınız kitapta;
Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.
Onlar birbirlerinin dostudurlar.
Sizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır.
Allah zalimler topluluğunu doğru yola eriştirmez” yazıyor olabilir.

Düşünün, tekrar okuyup, bu kez anlayacağınız kitapta kim bilir neler yazıyor olabilir?

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -6 Temmuz 2025-

Siyaset Bilimci Prof. Dr. Cangül Örnek: “Türkiye uzun erimli bir seçimsizleştirme sürecinde”- Elif Ekin Saltık- Siyaset Bilimci Cangül Örnek...