Şiddet karşıtı cesur bir yüreğin ardından...- Zülal Kalkandelen


Hırsızların, çıkarcıların, yağmacıların ve kötülerin cirit attığı bu diyardan, hassas ama şiddet karşısındaki direnciyle güçlü, çok iyi yürekli ve cesur bir insan geçti.


Belki onu tanımadınız, adını duymadınız; neler yaptığını, neleri dert edindiğini, başına neler geldiğini bilmediniz...

32 yaşındaydı.

Üniversitede hayvan sağlığı üzerine çalışırken, hayvanlar üzerinde yapılan vahşi deneylere ortak olmak istemedi; ilkesel olarak uygulamalı derslere girmeyi reddetti.

Mezbaha vahşetine gözleriyle tanık olduğunda, hayvancılık sektöründeki zulmü desteklemek istemedi; vegan oldu.

2011’de Şırnak’ta yaşanan olaylarda ordunun öldürdüğü katırlar için mücadele etti. Çabaları sonuçsuz kalıp katırlara yönelik katliam devam edince vicdani ret kararını açıkladı. Bu yüzden hakkında dava açıldı. Eğitim, çalışma, seyahat, konaklama gibi birçok hakkı ihlal edildi, hesapları bloke edildi. Üst üste idari para cezaları verildi. 

Gezi Parkı Direnişi sırasında polis şiddeti yüzünden yaralanan ve hayatını kaybeden hayvanlarla ilgili hak ihlallerini gündeme getirmek istedi. Bunun için Gezi Parkı’nın merdivenlerinde 28 Eylül 2013’te basın açıklaması yapmak isterken çok sert bir polis saldırısı ile karşılaştı. Onunla birlikte 14 kişi gözaltına alındı. 

Bu olaydan altı yıl sonra hakkında “terör soruşturması” başlatıldı...

Tüm ayrımcılıklara, baskı ve sömürüye karşıydı. Hem insan hakları hem de hayvan hakları için ses çıkaran bir akvistti. LGBTİ hareketi ve cinsel suçlarla mücadeleye de omuz verdi, ırkçılığa karşı durdu.

Henüz çok gençti ama kısa hayatında bu devlet onu çok yordu. Yaşam hakkını ve doğayı savunmak için seferber olan sevgi dolu bir insandı, ona “terörist” muamelesi yapıldı.
Beş gün önce vicdani ret konusunda açılan davada hâkim karşısına çıktı. “Vicdani ret Türkiye’de hak olarak kabul edilmese de taraf olduğumuz uluslararası sözleşmelerde anayasamıza göre bu sözleşmeler dikkate alındığında bir haktır ve kimse hakkını kullandığı için cezalandırılamaz” dedi. Dava 14 Ocak’a ertelendi...

Ve aradan bir gün geçtikten sonra bir gece kalbi durdu...

O benim mücadele arkadaşımdı...

Hayvan özgürlüğü için yaptığımız birçok eylemde yan yana durduğum,
Hayvan Hakları Yasası’nın çıkarılması için TBMM’de çırpınan,
Genç yaşına rağmen yasaları hukukçulardan iyi bilen çalışkan dostumdu...

2018’de içinde 25 bin canlı hayvanın olduğu ölüm gemisi Brezilya’dan Mersin’e doğru yola çıktığında verdiğim mücadelede yanımda o vardı. Ankara’daydı; bir gün telefon etti, Mersin’e gideceğimi duyunca, “Yalnız kalma Zülâl, geleyim mi?” dedi.

Ne iyi olur” dedim ama ikimizin o andaki parası iki kişinin yol ve seyahat masraflarını karşılamaya yetmedi. Hayvan özgürlüğü aktivisti dostumuz Yeşim Nurova yetişti yardıma. Onun desteği ile gittik Mersin’e.

Onunla ilgili çok anım var ama aklıma en çok Mersin’de gemiden indirilen hayvanların mezbahaya götürülüşünü görüntüleme çabamız geliyor.

Limana alınmadığımız için, çok rüzgârlı bir günde çevre yolunun üzerindeki bir köprünün üzerine çıkmıştık. Bir ucunda o, diğer ucunda ben... O, gelen TIRı bağırarak haber veriyor; ben diğer uçta durup video kaydediyordum.

İkimizin de gözyaşları içinde olduğu bir an sordu: Sence biz bu dünyada niye böyleyiz?
Bizim şiddet eşiğimiz çok düşük. Sen, ben ve bizim gibilerin aklı, vicdanı ve ruhu şiddeti reddediyor” dedim.

O, bu kokuşmuş düzenin karşısında, bir anarşist ve hayvan özgürlükçüsü olarak, tahakküm ilişkilerini ve şiddeti mümkün olduğunca kendisinden uzak tutmaya çalışıyor ve hayatını kimseden emir almadan, hiçbir otoriteye itaat etmeden, kimseyi öldürmeden yaşamak istiyordu...
Bu dünyadan böyle bir insan geçti. Yaptıklarıyla insana, hayvana ve yeryüzüne sadece iyilik getirdi. Dik durdu.
Adı Burak Özgüner’di.

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

Fatma el-Fihri: Tarihte iz bırakan bir kadın - Tarkan Tufan / duvaR

Ortaçağ Avrupa toplumlarının henüz karanlıkta olduğu bir dönemde, 9. yüzyılda yaşayan bir kadın, zamana meydan okuyan eşsiz bir eğitim ve entelektüel gelişim merkezi kurdu. Kuzey Afrikalı bir Müslüman kadının her yaştan, sosyal sınıf ve inançtan insanlara açtığı böylesi bir kurum, toplumu hakkındaki olağanüstü vizyonu ve bilginin yayılmasına dair yenilikçi zihniyetinin kanıtıydı.


DUVAR – Fatma el Fihri, tam ismiyle Fatima bint Muhammed el-Fihriye el-Kureyşiye, dünyanın en eski ve sürekli çalışan eğitim kurumunu, yani Karaviyyin Üniversitesi’ni kurmasıyla tanınan Faslı bir kadındı. El Fihri, günümüz Tunus’unda bulunan, Kayravan kasabasında, M.S. 800 civarında dünyaya geldi.
Kureyş adlı bir Arap kabilesinden olması nedeniyle, Fatma el-Fihri el-Kureyşiye biçiminde anılmaktaydı. Ailesi, Kayravan’dan yola çıkıp günümüzde Fas sınırları içerisinde kalan Fes kentine giden bir göç kervanına katıldı. Fes, fırsatlarla dolu kalabalık bir şehirdi ve sıkı bir çalışmanın ardından, ailesi zengin olmasa da babası Muhammed El-Fihri, Fas’ta başarılı bir tüccar oldu.
İYİ EĞİTİMLİ KIZ KARDEŞLER
Fatma ve kız kardeşi Meryem, çocukluk ve gençlik dönemlerinde iyi bir eğitim aldı ve İslam hukuku, fıkıh ve hadislerin yanı sıra, Muhammed peygamberin hayatıyla ilgili diğer eserler hakkında öğrenim gördü. 14. yüzyıl tarihçisi İbn ebu-Zaraa’nın kaydettiği durumlar dışında, kişisel hayatı hakkında çok az şey biliniyor. Bu durum büyük ölçüde El-Karaviyyin Kütüphanesi’nin 1323’te büyük bir yangın neticesinde zarar görmesinden kaynaklanıyor.
Ailesinin Fes’e yerleşmesinden bir süre sonra Fatma evlendi. Babası, erkek kardeşi ve kocasının peş peşe ölümlerinden sonra, Fatma ve kız kardeşi Meryem, babalarının tüm servetini devraldılar. Böylesine büyük bir parayı miras alan Fatma ve Meryem istedikleri her şeye ulaşabilirlerdi, ancak onlar servetlerini toplum yararına harcamayı tercih ettiler.
Fes kentine, çoğu İspanya’daki Müslüman nüfustan oluşan birçok mülteci yerleşmişti. Kentteki Müslüman nüfusu fazlasıyla artmıştı ve mevcut camiler büyüyen nüfusun ihtiyacını karşılayamıyordu. Bunu fark eden Meryem, 859 yıllında Endülüs Camii’ni inşa ettirdi. Fatma ise, 859-860’lı yıllarda bir cami fikriyle yola koyulsa da neticede el-Karaviyyin Üniversitesi’ni kurdu. Binanın inşaatını bizzat yönetti ve 859 yılının Ramazan ayındaki ilk inşaat gününden iki yıl sonra, bina tamamlanana dek oruç tutmaya yemin etti.

DÜNYANIN İLK ÜNİVERSİTESİ
Fatma el-Fihri, Kral Yahya ibn Muhammed’in gözetiminde 845 yılında yapımına başlanan bir caminin yapımını devralmak için babasından kalan parayı kullandı. Daha sonra burayı yeniden inşa ettirdi ve çevresindeki arazileri satın alarak boyutunu iki katına çıkardı.
İnşaat projesi Fatma tarafından bizzat denetleniyordu. Caminin mimarisi abartılı süslemelere sahip olsa da, el-Fihri, temelde mütevazı bir yapı inşa etmek istiyordu. Cami binasının inşaatı 18 yıl sürdü. Faslı tarihçi Abdülhadi Tazi’ye göre, el-Fihri, projenin tamamlanmasına kadar oruç tuttu. Tamamlandığında içeri girdi ve dua etti.
El-Karaviyyin Üniversitesi, Fatma’nın kız kardeşi Meryem’in yaptırdığı el-Endülüs Camii ile yan yana inşa edildi. Bu Üniversite, binlerce yıllık geçmişe sahip Oxford veya Cambridge’den yüzlerce yıl önce kurulmuştu.
Fatma el-Fihri 880 civarında öldü. Öldüğü günlerce, kurdurduğu kütüphane ve üniversite birkaç yıldan beridir eğitim vermekteydi.

ÖNEMLİ BİR MİRAS
1900’lerin başlarında, ülkede bulunan seçkin kesimin çocukları Fas’taki yeni Batı tarzı enstitülere gönderilmeye başlandıktan sona ise üniversitenin etkinliği çarpıcı bir şekilde azaldı. Yüzyıllar boyunca, el-Karaviyyin Üniversitesi, Müslüman dünyasında kilit bir manevi odak ve eğitim merkezi işlevi görmüştü.
Medrese, başlangıçta dini öğretilere ve Kuran ezberlenmesine odaklanmıştı; ancak daha sonraları Arapça dilbilgisi, müzik, tasavvuf, tıp ve astronomi eğitimine de yöneldi. Bununla birlikte, okul 1947 yılına dek devletin eğitim sistemine dahil edilmedi; 1957 yılında fizik, kimya ve yabancı diller bölümleri açılırken, 1963’te modern devlet üniversitesi sistemine katıldı.
Üniversite, çoğu açıdan, öğrenci yapısından öğretim tarzına kadar hâlâ oldukça geleneksel bir yapıda. Yaşları 13 ilâ 30 arasında değişen öğrenciler, metinleri okurken bir şeyh çevresinde yarım daire şeklinde oturuyorlar. Okul hem lise hem de üniversite düzeyinde diploma veriyor.
El-Karaviyyin’de bulunan kütüphane dünyanın en eskilerinden biri olarak kabul ediliyor. Kısa süre önce Kanada-Faslı mimar Aziza Chaouni tarafından restore edildi ve Mayıs 2016’da yeniden hizmete açıldı. Kütüphanenin 4000’den fazla el yazmasını içeren koleksiyonu, 9. yüzyıldan kalma bir Kuran ve en eski hadislerin oluşturduğu yazmaları da içeriyor.
Fatma el-Fihri, dünya genelinde tanınan, dünyaya sistematik bir eğitim sistemi sunarak bilime yeni bir yuva veren, tarihin akışında etkileri sonradan ortaya çıkacak parlak bir fikri hayata geçiren ilk insandı ve ardında derin bir iz bıraktı. Günümüzde, yalnızca eğitimin önemini gören biri olarak değil, açık ve öncü bir bakış açısıyla yaşayan, bıraktığı eserlerle anılmayı fazlasıyla hak eden bir insan olarak hatırlanıyor.
El-Karaviyyin Üniversitesi, kuruluşundan sonraki yüzyıllarda eğitim üzerinde derin bir etkiye sahip olmasının yanı sıra, tarih boyunca sayısız ünlü isimler çıkardı. Birkaç önde gelen Müslüman âlimin yanı sıra, üniversite bünyesinde önde gelen Yahudi ve Hıristiyan şahsiyetler de yetişti. Endülüslü diplomat ve coğrafyacı Hassan el-Wazzan (Leo Africanus), Yahudi filozof Moses ben Maimon (Maimonides), İslami filozof İbn Rüşd (Averroes), tarihçi ve düşünür İbn Haldun ve Sufi şair ve filozof Ibn Hazm bu üniversitede eğitim almıştı.
Tıp bilgini İbn Beja, gramerci Ben Ajrum, Hollandalı Oryantalist ve matematikçi Jacob van Gool ve Tasavvuf düşünürü Muhammed el-Cezire ile M.S. 999 ile 1003 arasında Papa olan ve kullandığımız Arap rakamlarını Avrupa’ya yaymasıyla bilinen Aurillaclı Gerbert de el-Karaviyyin’de eğitim aldığına inanılıyor.
Ortaçağ Avrupa toplumlarının henüz karanlıkta olduğu bir dönemde, 9. yüzyılda yaşayan bir kadın, zamana meydan okuyan eşsiz bir eğitim ve entelektüel gelişim merkezi kurmuştu. Kuzey Afrikalı bir Müslüman kadının her yaştan, sosyal sınıf ve inançtan insanlara açtığı böylesi bir kurum, toplumu hakkındaki olağanüstü vizyonu ve bilginin yayılmasına dair yenilikçi zihniyetinin kanıtıydı.
Tarkan Tufan / duvaR

Kaynaklar:

Tatavla’dan Galata’ya tatlı su getiren bani: Gülnuş Sultan - Aynur Tekin

Karaköy Perşembe Pazarı’na çeşmeler ve su yolları yaptıran Gülnuş Sultan, bu çeşmelerden akan tatlı suyu bugün Kurtuluş olarak bildiğimiz Tatavla’dan getirtiyordu.











Üsküdar sahilde yükselen Yeni Valide Külliyesi’nin ya da Karaköy Perşembe Pazarı’nda bulunan tarihi çeşmelerin banisi (kurucusu) Rabia Gülnuş Emetullah Sultan, 1640-1715 yılları arasında yaşadı.Haseki ve valide sultanlık yaptığı 16. yüzyıl sonunu ve 17. yüzyıl başını kapsayan dönemde finansmanını kendi bütçesinden karşıladığı pekçok yapı inşa ettirdi.

2014-2015 akademik yılında doktora sonrası araştırma programı için Oxford Üniversitesi’ne giden Gaziantep Üniversitesi Öğretim Üyesi Muzaffer Özgüleş, Osmanlı tarih anlatısında hak ettiği yeri bulamayan Gülnuş Sultan üzerine yaptığı araştırmaları kitaplaştırdı.
(Muzaffer Özgüleş)
Muzaffer Özgüleş, 2003 ODTÜ Elektrik Elektronik Mühendisliği mezunlarından. Mühendis olarak çalıştığı yıllarda mimarlık tarihine olan ilgisini net bir biçimde keşfetmiş ve kendi deyimiyle ‘gemileri yakarak’ mühendislik hayatına son vermiş. “Zamanımın büyük bir bölümünü sevmediğim bir şeye harcamak bana acı veriyordu” diyor.
(Galata Yeni Cami: Günümüze ulaşamayan Galata Yeni Cami’nin Henry Aston Barker’ın 1800’da çizdiği İstanbul panoramasındaki detayı. (Kaynak: İstanbul Deniz Müzesi)
Mimarlık tarihi üzerine gerçekleştirdiği profesyonel çalışmalarının ilhamını, Mimar Sinan’ın eserlerine yaptığı kişisel gezilerden alıyor. Mimarlık tarihi üzerine akademik okumalara başlıyor ve ardından İstanbul Teknik Üniversitesi’ne başvuruyor: “Burada benim en büyük şansım, farklı bir alandan gelmeme rağmen İstanbul Teknik Üniversitesi’nin doktora programına kabul edilmem oldu. Yaptığım bazı çalışmalar vardı, jüri bu çalışmaları beğenip beni kabul etti” diyor. Özgüleş, alan değiştirmenin dışarıdan göründüğü kadar kolay olmadığını belirtiyor ve ekliyor: “İlk yılları biraz zordu, maddi olarak zor zamanlar geçiriyorsunuz. Bunu söylemem şart çünkü başkaları da kalkışabilir.”
Doktorasını İTÜ’de tamamlıyor ve doktora sonrası araştırma programı için 2014-2015 akademik yılında Oxford Üniversitesi’ne gidiyor. Gülnuş Sultan’ın banilik faaliyetlerini anlattığı “The Women Who Built the Ottoman World: Female Patronage and the Architectural Legacy of Gülnuş Sultan” kitabı da bu dönemin ürünü. Gülnuş Sultan’ın tarih anlatısında hak ettiği yeri bulamadığını söyleyen Özgüleş’le, Gülnuş Sultan’ın imar faaliyetlerini, siyasal ve sosyal hayata etkilerini konuştuk.
Öncelikle Gülnuş Sultan kimdir, Osmanlı tarihinde nasıl tanınır?
Gülnuş Sultan IV. Mehmet’in eşi, II. Mustafa ve III. Ahmet’in annesi. İşin acı tarafı Osmanlı haremindeki bütün kadınlar gibi köle olarak kaçırılan ve ailesinden koparılarak çocuk yaşta hareme getirilen kişilerden biri. Gülnuş da Girit’in Resmo şehrinde doğan ve sözlü tarih çalışmalarından bildiğimiz kadarıyla Ortodosk inancına bağlı bir papazın kızı. Girit o yıllarda Venedikliler’in hakimiyetinde. Osmanlı, Resmo’yu Venedikliler’den alıyor ve Gülnuş Sultan da bu sefer sonucu İstanbul’a getiriliyor.
Bir erkek çocuk doğurana kadar tüm diğer kadınlar gibi haremde kaybolup gidiyor. Dolayısıyla biz Gülnuş Sultan’ı, ilk erkek çocuğu Mustafa’yı doğurmasıyla tanıyoruz, öncesini bilmiyoruz maalesef. Resmolu, Ortodoks kökenli, asıl adının da Evmenia olduğu biliniyor.
Gülnuş Sultan üzerine çalışmaya nasıl karar verdiniz?
Tarihçilerin pek çoğu Osmanlı tarihinin tümüyle erkeklerin saltanatında ilerlediğini yazar çizer. “Kadınların Saltanatı” denilen şey olumlu değil olumsuz bir ifadedir. “Kadınlar entrikalar çevirmiş ve Osmanlı da bu sebeple düşüşe geçmiştir” gibi bir algı vardır. Tarihe baktığımızda ve üzerine biraz okuduğumuzda bunun böyle olmadığını görüyoruz. Doktora tez konumu belirleme sürecinden kısa bir zaman önce okuduğum bir kitap vardı. Lucienne Şenocak hocanın Hatice Turhan Sultan kitabı. Hatice Turhan Sultan, Gülnuş Sultan’ın kayınvalidesi ve Eminönü’ndeki Yeni Cami’nin banisi. Tarihi akışa baktığımızda Gülnuş Sultan, Hatice Turhan Sultan’dan hemen sonra geliyor. Arada bir tane daha valide sultan var ama o biraz gölgede kalmış. Daha doğrusu valide sultanlık yaptığı süre sadece üç yıl olduğu için etkili olamamış.
Gülnuş Sultan’ın hasekilik ve valide sultanlık dönemi 17. yüzyılın sonunu ve 18. yüzyılın başını kapsıyor. Osmanlı’nın 1683’deki 2. Viyana Kuşatması hezimetinden sonra gelen bu dönem, tarihçilerin daha az ilgi gösterdiği bir dönem. Mimarlık tarihi anlamında da boşluklar var.
Mesela Gülnuş Sultan Üsküdar’daki Yeni Valide Külliyesi ile biliniyor, o kadar. Oysaki Kamaniçe’den Mekke’ye kadar çok farklı yerlerde eserler yaptırdığını görüyoruz. Yani burada bir boşluk var. Beni harekete geçiren de biraz bu oldu. “Arşivlere yönelirsem buradan güzel malzeme çıkar ve bunların sonuçlarını değerlendirebilirim” diye düşündüm.
Banilik faaliyetlerinde, siyasal ve sosyal hayatta etkili bir isim olmasına rağmen Gülnuş Sultan’ın “kadınlar saltanatı” dediğimiz yere dahil edilmediğini görüyoruz. Bunun sebepleri üzerine neler söylenebilir?
(Osmanlıca Belge: Gülnuş Sultan’ın Kethüdası Mehmed Efendi’nin Gülnuş Sultan’a mektubu. Galata’daki su yollarıyla ilgili Gülnuş Sultan’ın sorularına yanıt veriyor. (Kaynak: Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, TSMA E. 0101 002 024)

O dönemin tarihi yeterince araştırılmadığı için giremedi diye düşünüyorum. Gülnuş Sultan iki farklı padişahın annesi, bu durumda bir kişi daha var o da Kösem Sultan. Hürrem kadar hasekiliği de uzun sürmüş bir kadın, Gülnuş Sultan. Banilik anlamında epeyce yapısı var ve siyasete de dahil olduğunu biliyoruz.
Osmanlı tarihinin toprak kayıpları yaşadığı ve kendisini artık Avrupa’dan üstün değil Avrupa’yla eşit görmeye başladığı bir geçiş döneminde yaşıyor. Bu dinamikler o döneme ilgiyi azaltmış ve dönemin belgelerine yeterince bakılmamış. Uzun süre valide sultanlık yaptığı için oğullarından daha tecrübeli ve sadrazam atanmasından yeni bir sefere çıkılmasına kadar pek çok hayati konuda oluru alınıyor.
Gülnuş Sultan’ın banilik faaliyetlerini hangi eserleri üzerinden biliyoruz?
Gülnuş Sultan’ı bize en net bir şekilde gösteren eseri Üsküdar’daki Yeni Valide Külliyesi. Onun en önemli ve en bilinen eseri bu. Yeni Valide Külliyesi, Gülnuş Sultan’ın ölümünden birkaç yıl önce tamamlanıyor.
Bunun öncesinde pek bilinmeyen eserleri var. Bana en şaşırtıcı gelenlerden bir tanesi İstanbul’un merkezinde, Karaköy’de Perşembe Pazarı’nda yapılan Galata Yeni Cami’nin pek bilinmemesi. Galata Yeni Cami’nin çevresine üç tane çeşme yaptırıyor Gülnuş Sultan ve var olan iki çeşmeye de içme suyu sağlıyor. Bununla beraber Galata’ya yeni su yollarıyla su sağlıyor. Bence bu Galata Yeni Cami kadar büyük bir hayrat. Çünkü o dönemlerde Galata, daha yeni gelişen ve yeni Müslümanlaşan bir semt. Bu çeşmelerin maliyetine baktığınız zaman oradaki cami kadar masraf yapıldığını öğreniyorsunuz. Biz bakınca sadece çeşme görüyoruz, ufak bir yapı diyoruz ama asıl onun ardında çok uzaktaki bir kaynaktan getirilen ve yeraltından döşenen bir su yolu var. Bu da büyük bir maliyet. Galata’ya gelen su zamanın kaptanı deryasının hibe ettiği bir araziden sağlanıyor ve bugün Kurtuluş diye bildiğimiz Tatavla’dan getiriliyor, düşündüğünüzde az bir mesafe değil.
Çok bilinmese de Edirne’de bir çeşmesi ve yine su yolları var. Kastamonu’da ve Menemen’de onarımını yaptırdığı bir cami ve çeşmeler var. Üç tane kiliseden dönüştürülen camisi var. Bu da yine çok sembolik; fethedilen bir toprakta ilk yapılan şeylerden bir tanesi oranın kiliselerini camiye dönüştürmek oluyor. Bunlara genellikle padişahın ve sadrazamın isimleri veriliyor. Ama bunun birkaç tane istisna örneği var. Kösem Sultan’ın ve Hatice Turhan Sultan’ın adına camiye dönüştürülen kiliseler var; ama onlar valide sultanken bu kiliseler camiye dönüştürülüyor ve onların ismi veriliyor. Gülnuş’un adına ilk camiye dönüştürülen kilise ise hasekilik dönemine denk geliyor. Bu da kendi içinde prestijli bir şey. Bugünkü Ukrayna sınırlarında kalan Kamaniçe’de bir Katolik kilisesine adı veriliyor. Çünkü ilginçtir ki o sefere katılıyor Gülnuş Sultan, valide Sultan’ın ya da haseki Sultan’ın kalkıp ordu ile birlikte sefere katılması görülmüş bir şey değil. Hatta Savaşa katıldığı için o da bir nevi gazi oluyor ve kendisine böyle bir jest yapılıyor.
Daha da ilginci Gülnuş Sultan ikinci oğlu Ahmet’i sefer sırasında doğuruyor. İkinci bir Kamaniçe seferi var ve hamileyken sefere gidiyor. Ahmet, İstanbul’da ya da Edirne’de değil, şimdiki Bulgaristan sınırında kalan bir kasabada doğuruyor. Bu da çok sıradışı.
Banilik faaliyetleri Mekke’ye kadar uzanıyor diye biliyoruz. Mekke’de hangi yapıları inşa ettiriyor ve o dönemde bu yapıların nasıl bir önemi var?
Çünkü Mekke prestijli ve anlamlı bir yer. Mekke ve Medine halkına hizmet de çok önemseniyor. Çünkü Osmanlı oranın koruyucusu olarak anılıyor.
Mekke’de hasekilik döneminde bir hayrat yaptırıyor. Dikkat çekici olan taraf Mekke’de imaret ve etrafında başka kurumlar da yaptırması oluyor. Bunun geliri de Mısır’daki tarlalarda yetişen hububat gelirinden sağlanıyor. Böyle bir hayır ağı kurmuş yani. Bu ağı kurabilmesi Hürrem kadar etkili bir kadın sultan olabilmesiyla mümkün. Bunu başka kim yapmış derseniz, evet bir tek Hürrem yapmış.
‘GALATA’DAKİ ÇEŞMELERİN SUYU ACIYMIŞ’
Gülnuş Sultan’ı özel kılan şeylerden biri de onun mimari kararlara doğrudan etki ediyor olması diyebilir miyiz?
Ben biraz bu açıklığı doldurduğumu söyleyebilirim. Mesela Lucienne hoca yazdığı kitapta “kadınların mimari faaliyetlerini biliyoruz ama ne kadar dahil oluyorlar, parayı onlar mı veriyor, oğulları mı, mimari özelliklere onlar mı karar veriyor yoksa başkaları mı?” diye soruyor ve “bunları bilmiyoruz” diyordu. Ben yaptığım bu çalışmada “biliyoruz, çünkü bunların belgesi var” diyebildim.
O belgeler şunu gösteriyor bize, Osmanlı toplumunda kadınlar özellikle saraylı kadınlar halkın arasına karışıp bir inşaatın başında duramıyorlar. Onlar yerine kethüdaları o işleri yapıyor. Gülnuş Sultan’ın mimari anlamda en aktif olduğu dönemde kethüdası Mehmed Efendi. Onunla yazışmaları, Topkapı Sarayı arşivinde bulunuyor ve bu belgeler süreci net bir şekilde ortaya koyuyor. Görüyoruz ki Gülnuş Sultan, her aşamada etkili. Yapının ne olacağına karar veriyor, bütçesinin ne olacağına karar veriyor, yapı tamamlandıktan sonra kitabeye yazılacak şiirle bile ilgileniyor, onay veriyor.
Mesela Galata’daki hayratla ilgili kethüdasına hesap soruyor ve “Bana bazı şikayetler geliyor. Bu Galata’daki çeşmelerin suyu acıymış, içilmiyor” diyor ve Tatavla’daki kuyulardan tatlı su getirilene kadar sürecin takipçisi oluyor. Çünkü su yolu yaptırmak ve su getirmek tebaası için çok önemli bir hizmet. Bu yüzden suyun içilebilir olması çok önemli.
Gülnuş Sultan bu yapıların finansmanını nereden sağlıyor?
Tüm yapıları, kendi kesesinden finanse ediyor. Bu sadece Gülnuş Sultan’a özel bir şey değil, diğer kadın baniler de aynısını yapmıştır. O dönem Osmanlı sürekli yenilgiler alırken, fethedilen yeni toprak yokken padişahlar kalkıp bir cami yaptıramıyor. Çünkü böyle bir şey halk ve ulema tarafından israf olarak görülebiliyor. Dolayısıyla saltanat camisi yaptırma işi o dönemde 100-150 yıl kadar erkeklerden kadınlara geçiyor. O yüzden biz Kösem Sultan’ın Çinili Külliyesi’ni, Hatice Turhan Sultan’ın Eminönü Yeni Cami’sini ve Gülnuş Sultan’ın Üsküdar’daki Yeni Valide Külliyesi’ni görüyoruz. Ta ki I. Mahmut 1755 yılında Nuruosmaniye’yi yaptırana kadar, biz hep kadın banilerin camilerini görüyoruz.
Bahsettiğim gibi valide sultanın ayrı bir kesesi var. Devletten aldığı bir maaşı var, ama ayrıca hasları, yani gelir kaynağı olan toprakları da var. Masraflarını oradan karşılıyor ve vakfetmek istediği zaman da bu haslardan vakfediyor.
Gülnuş Sultan’ın yaptırdığı bazı camiler ve çeşmeler hep oğullarına mal edilmiş, hatta bazıları “Bu yapıyı Gülnuş Sultan adına oğlu yaptırmış” diye biliniyor. Ama alakası yok, bunlar tamamen Gülnuş Sultan’ın kendi parasıyla yaptırdığı eserler.
Peki kethüdası ile yaptığı yazışmalara bakarak mimari üsluba da müdahil olduğunu söyleyebilir miyiz?
Her yapı için olmasa da Galata Yeni Cami için bunu söyleyebiliriz. İnşaattan önce dönemin baş mimarı bir keşif defteri hazırlayıp Gülnuş Sultan’a sunuyor. Hangi malzemelerin kullanılacağı ve maliyetin ne kadar olacağı konusunda. Galata Yeni Cami eski bir Katolik Kilisesi olan San Francesco’nun yerine yapılıyor. Bu kilise 1696’daki Galata yangınından zarar görüyor ve Galata Yeni Cami de aynı yere yapılıyor. Bu yüzden burası bana çok ilginç ve çok özellikli gelir. Üst üste iki anıtsal yapı burada yaşamış. Baş mimar, sunduğu raporda “buradaki taşlar, sütunlar, demir gergiler tekrar kullanılabilir” diye bir döküm sunuyor. Bir de aynı belgede, “sultanımızın istediği şekilde Arap Camisi planında ve kırma çatılı caminin yaklaşık maliyeti şudur” gibi ifadeler var. Anlıyoruz ki Gülnuş Sultan özellikle böyle bir yapı sipariş etmiş ve baş mimar da bunu yerine getirmiş.
En son inşa ettirdiği Üsküdar’daki Yeni Valide Külliyesi’ni de açılışı öncesinde görmek istiyor. Gülnuş Sultan gelip yapıya bakabilsin diye sokaklar kapatılıyor, hiç kimsenin geçişine izin verilmiyor. Camiye geliyor ve yapıyı kontrol ediyor. Bu iki örnekten yola çıkarak mimari üsluba etki ettiğini söyleyebiliriz.
Aynur Tekin / duvaR





Şanı büyük Tayyip Paşa "Suriye'den çıkmam" diyor! - Arslan BULUT

Suriye'ye, 2006 yılında şimdi profesör olan Şam'da Uluslarararası Şark Merkezi Türkiye Masası Başkanı Doç. Dr. Mehmet Yuva'nın davetiyle gitmiş ve dönemin başbakanı Muhammet Naci Otri ile görüşmüştük.

Suriye, huzurluydu. Şam, hareketli ve mutlu bir şehirdi.

Otri, Yahya Kemal'in "Bizim musıkımizin öz piri" diye takdim ettiği büyük Türk bestecisi Itri'nin torunuydu ve bunu iftiharla belirttikten sonra sorularımızı cevaplandırmıştı.

Otri, sorularımız üzerine şöyle demişti:

"Suriye ve Türkiye olarak, aynı tehditlerle meydan okumalarla karşı karşıyayız.
Bize göre Suriye ve Türkiye'nin milli menfaatleri bir arada düşünülmelidir.
Açık ve samimi konuşalım. Halklar hata yapmaz, hükümetler yapar. En büyük sorun halkların hayır dediğine hükümetlerin evet demesidir.
Biz artık Türkiye-Suriye'yi bir bölgesel coğrafya olarak görüyoruz. Hatta şöyle diyoruz: Bütün Suriye Türkiye'nindir. Bütün Türkiye Suriye'nindir.
Biz, artık böl-yönet anlayışını birlikte aşarak yerle bir etmek durumundayız.
Hem Türkiye hem Suriye tarafında yaşayan Kürt kardeşlerimiz, emperyalistler tarafından satın alınarak, hem Türkiye'ye hem de Suriye'ye karşı kullanıyor.

ABD yönetimi tarafından bir süre önce basına bir harita sızdırıldı. Türkiye'nin doğu ve güneydoğusundaki önemli bir bölgeyi Kuzey Irak'ta kurulmak istenen kukla Kürt devletine dahil etmişler.
Aynı şekilde Suriye'nin doğu bölgesini de 'Özgür Kürdistan'a vermişler.
Yine Suriye'nin önemli bir parçasını ise Lübnan sınırları içerisinde göstermişler.
Görüldüğü gibi, her iki ülkeye yönelik tehditler ortaktır.
Bizlere dayatılmak istenen bu hain planların önüne geçebilmek için her iki ülkenin güçlerini birleştirmesi ve ortak hareket etmesi artık kaçınılmaz bir zaruret haline gelmiştir."
                                                             ***

Suriye, olayları böyle değerlendirirken, Türkiye ne oldu da kendi bindiği dalı keserek, ABD'nin Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde Suriye devletine karşı muhalifleri silahlandırarak bu ülkenin parçalanmasına hizmet etti?

Suriye de buna karşılık, PYD'yi serbest bıraktı ki arada tampon bir bölge oluşsun ve Türkiye oyalansın...

Sonuçta ne oldu? İki ülke de birbirine zarar vermiş oldu!

Türkiye dışında ABD, Rusya ve İran, Suriye'ye girdi. Kazanan ABD ve Rusya oldu!

Şimdi Batılı ülkeler hatta Rusya bile Türkiye'nin Suriye'de El Bab, Afrin, Tel Abyad ve Resulayn'ı askeri ve idari olarak kontrol etmesi karşısında, "işgalciler"in Suriye'yi terk etmesini istiyor!


Tayyip Erdoğan da bu yaygaraya karşı "Burada son terörist bölgeyi terk etmedikten sonra biz bu işi bırakmayız. Bu işin bir boyutu... İkinci olarak, diğer ülkeler buradan çıkmadıktan sonra biz buradan çıkmayız. Biz Suriye'nin birliğine, beraberliğine ve bütünlüğüne taraftarız. Asla parçalanmasını da istemeyiz. Bunların hiçbirinin burada sınırı yok ama bizim burada sınırımız var. 911 kilometre Suriye sınırı var. Oysa burada ne Rusya'nın ne ABD'nin ne de İran'ın sınırı var. Sadece Irak'ın biraz sınırı var. Bizim Adana Mutabakatı gibi bir belgemiz var. Bu terör örgütleri temizlenmedikçe, Adana Mutabakatının bize vermiş olduğu yetkiyle buradaki duruşumuzu aynen devam ettireceğiz." dedi.

                                                            ***

Çok iyi de, Otri'nin yıllar önce söylediği gibi asıl yapılması gereken, Türkiye ve Suriye'nin dayatılmak istenen bu hain planların önüne geçebilmek için güçlerini birleştirmesi ve ortak hareket etmesi değil mi?

Erdoğan'ın sözleri "Şanı büyük Osman Paşa, Plevne'den  çıkmam diyor"u hatırlatıyor.

Fakat bu marşın uyarlamasının bir yerinde de "Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?" deniliyor…


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Öne Çıkan Yayın

"İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor" + İki manşet ve pis bir iş - EVRENSEL-

" İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor"-Yücel Özdemir- İsrail’in Ortadoğu’da yaptıklarını en iyi Almanya Başbakanı Friedrich Merz’...