İstanbul atlasında bir rüya: Butik Katia (Röportaj) - BERKEN DÖNER

Madam Katia en çok Beyoğlu için endişeli olduğunu söylüyor: “Burası Pera’ydı… Grand Rue de Pera’ydı… Bir defa hiçbir İstanbullu’nun bunu unutmaması gerekiyor. Bir zamanlar Pera’ya şapkasız çıkmanın mümkün olmadığını hemen herkes duymuştur fakat bunun yanı sıra dükkanlar da tertemizdi, şıktı. Kötü, bakımsız hiçbir dükkan yoktu."


Madam Katia ile bordo taftadan bir şapka vesilesiyle tanıştığımda on sekiz yaşındaydım. O günü hiç unutamam. Dükkanın içinde bir düğün sebebiyle bir araya gelmiş son derece şık hanımefendiler vardı. Onlardan çekindiğimi hatırlıyorum. Fakat hiç de korktuğum gibi olmadı. Madam Katia bana çok sıcak, çok ilgili davranmıştı. Bir süre sonra özgüvenim yavaş yavaş yerine geldi. Madam Katia ile aramızda o gün başlayan, zamanla çok güzel bir dostluğa dönüşen bir ilişki oluştu. Ben aradan geçen on iki yıl boyunca sayısız defa Hacopulo’daki o rüyalardan çıkıp gelen dükkanı ziyaret ettim, bordo taftanın üstüne yepyeni şapkalar ekledim. Bir gün olsun o ilk heyecanı yitirmedim. Dükkanda çok şık bir endam aynası vardır ki bir zamanlar Madam Katia’nın Aznavur Pasajı’ndaki çocukluk evini süslermiş, o aynadan bakınca hayat hep daha güzel göründü bana. Kışsa, dışarda yağmur varsa Madam Katia ıhlamur içer, sevgili eşi Bay Aleko sade kahve sever. Bu vakitler genellikle elinde “düğüne yetişecek” bir vualet vardır. Mavi gözleri yorulana kadar iğneyi batırır çıkarır, batırır çıkarır, batırır. Dışarda Hacopulo’nun podima taşlarına vuran yağmur sesi, içerde sabun, lavanta karışımı bir koku. Baharsa masasında muhakkak bir mor sümbül, frezya… En son tasarladığı şapkayı anlatırken, “Eğer yandan takarsan Kate Middleton, geriye doğru takarsan Greta Garbo olursun” demişti. Artık ona da siz karar verin. Hadi gelin Hacopulo’nun yollarını beraber yürüyelim, Butik Katia’dan içeri süzülelim. 

AZNAVUR PASAJI’NIN ŞAPKA TASARIMCISI: MADAM EVA
Madam Katia, şapka tasarlamaya çocukluğunda başlamış. Okulu da Beyoğlu’nda olduğu için okul çıkışlarında annesi Madam Eva’nın şapka dükkanına gelirmiş.  “Annem Madam Eva, 1911 İstanbul doğumlu. Hayatını şapka tasarlayarak kazanırdı. Bu mesleğe 12 yaşındayken, bir Fransız hanıma çıraklık yaparak başlamış. 18 yaşında kendi dükkanını açmış. Annemin işleri yoğundu. Çünkü o zamanlar İstanbul’un seçkin aileleri sokağa şapkasız çıkmazdı. Tabii bu işler hep aynı yoğunlukta sürmedi. Bazı zamanlar çok az iş alırdı. O zamanlar gelinlik dikerdi. Sonra yeniden şapkaya döndü. Ben de ona yardım ederdim. Zaten çok yetenekliydim ve severek yapardım her işi. Örneğin kız kardeşim benim kadar sevmezdi. Çok fazla ilgilendiğim zaman da annem derslerime engel olur düşüncesiyle çok kızardı. Annem bana ve kız kardeşime en küçük yaşımızdan itibaren şapka takmasını, kullanmasını öğretti. Benim için yaptığı 5-6 yaşlarımda kullandığım şapkalar var. Biz dantellerin içinde doğduk. İpek ve tüllerde büyüdük. Aznavur Pasajı’nda şapkacıların, terzilerin yanı sıra nakışçılar da vardı. Alyanak kardeşler”in nakış atölyesi oldukça ünlüydü” . 1986 yılında hayatını kaybeden Madam Eva’nın portresi dükkanın en özel yerini süslemeye devam ediyor.  Madam Katia’nın annesinin ilk dükkanı Aznavur Pasajı’ndaymış. Aslında bu dükkan aynı zamanda evleriymiş. O yıllarda Aznavur Pasajı şapka tasarımcılarıyla ünlüymüş. Madam Eva’nın şapka atölyesinde de 45 kişi çalışırmış.

O dönemler Beyoğlu’nda çok sayıda şapkacı varmış; Madam Trophe, Madam Kristin, Madam Margrit, Marinet, Pier, Filipuçi, Fransua d’Apola, Sotiropulos… Madam Eva ise bu şapkacıların içinde geleceğe kalanlardan. Daha sonra şimdiki dükkanın olduğu Hacopulo Pasajı’na taşınmışlar. Madam Katia, günümüzde Hacopulo Pasajı’nın görkemli zamanlarının son tanığı olarak biliniyor. Pasajla beraber anıldığı için de oldukça mutlu. Bir zamanlar onu mutlu eden çok değerli komşuları olduğunu söylüyor: “Bu pasajın 1870’lerde yapıldığı düşünülüyor. İstanbul Rum cemaatinin önde gelen isimlerinden, doktor ve milletvekili Bay Hacopulo’dan alır ismini. Pasajın ilk yılllarıyla günümüzdeki halinin yakından uzaktan hiçbir ilgisi yok. Bir defa dükkanlar farklı, hayatlar, insanlar farklı.  Tuhafiyecileri ünlüymüş; Marino, Yan, Acaryan, Kosmi… Valantin Kardeşler berbermiş. Pasajın erkek terzileri de ünlüymüş; Foskolo, Barbagello, Marengo…Pasajın en önemli isimlerinden biri olarak Madam Eitenne Touzet söylenir. Madam Eitenne, kadın iç çamaşırı mağazası sahibiydi. Paris karyolalarını satan Neyrat bu pasajdaydı.  Annemin gençliğinde de meşhur tuhafiyeciler Hacopulo Pasajı’ndaymış. Pol Antikasis, Mihal Kaotsies isimlerini hatırlıyorum. Başka isimler de vardı. Örneğin peruk yapımcısı Edward Lekeciyan, manifaturacı Vincent Tıngır, ütücü Demosten Valsamakis… Ben de bu dokunun nispeten korunduğu zamanları hatırlıyorum.1964 yılında 37 numaralı bu dükkana, Hacopulo Pasası’na geçtik.  Moda evleriyle, dantelcilerle, kemercilerle dolu bir pasajdı. Her dükkanın içi çok şık ve bakımlıydı diyebilirim. İnce çorap satan dükkanlar çok nadirdi ve bu pasajdaydılar. Boğaziçi’nin, Moda’nın kibar hanımları ince çorap almaya buraya gelirdi. Yakınlarda kaybettiğimiz fotoğrafçı Ara Güler’in babası Dacat Güler’in eczanesi de Hacopulo’daydı. Masal yıllarıydı o zamanlar. Şimdi ise çok tehlikeli bir hal aldı. Özellikle son yıllardaki toplumsal olaylardan dükkanım çok etkilendi. Maalesef bu kötüye gidişi durduramıyoruz. Pek çok müşterim keşke Nişantaşı’na taşınsanız diyor ama bu dükkan bir sembol. Burayı bırakamam” .
‘MUSEVİ DÜĞÜNLERİ VE GAZİ KOŞUSU BENİM İÇİN ÇOK DEĞERLİDİR’
Madam Katia, annesinin genellikle milletvekili eşlerine, İstanbul’un ünlü ailelerine şapkalar tasarladığını hatırlıyor. Belgin Doruk ve Türkan Şoray da annesinin önemli müşterilerindenmiş. Annesi, en son yeşil fötr bir şapkayı Sezen Aksu için tasarlamış. Madam Katia annesinden devraldığı dostluklara yenilerini de eklemiş. “Şapka demek Katia demek” diyecek kadar Madam Katia’nın işlerine hayranlığını belirten Vitali Hakko’nun yeri ise apayrı.  Son yıllarda diziler için de epey şapka tasarlayan Madam Katia şöyle anlatıyor: “Pek çok ünlü müşterim var. Ajda Pekkan, Ebru Şallı, Bülent Ersoy, Pelin Batu, Hande Ataizi ünlülerden aklıma gelen ilk isimler. Kate Middleton ise benim gözümde şapkayı en iyi taşıyanların başında gelir. Fakat Musevi düğünleri ve Gazi Koşusu için hazırladığım şapkaların önemi ayrıdır. Çünkü her ikisinin de başlıca aksesuarı şapkadır, hak ettiği değer verilir. Ben asla bakımsız, bayağı bir insana şapka satmam. Nasıl kullanılacağı muhakkak sorarım. ‘Pantolonumla, kazağımla, mantomla kullanacağım’ diyorlar. Abiye şapka mantoyla gider mi hiç! O zaman onlara ‘kusura bakmayın, böyle kullanmanıza izin veremem’ diyorum. Tabii çok kızıyorlar ama maalesef öyle. Şapka takmak bir kültür işidir”. Madam Katia şapka malzemelerini annesinden öğrendiği gibi başta Paris olmak üzere Avrupa’dan getirtiyor. Genellikle kadife, saten, ipek organze kumaşlarla çalışıyor. Hiçbir zaman Çin malı kumaşlarla çalışmıyor. Bütün şapkaların modellerini kendisi tasarlıyor. Fakat yoğun bir emekle tasarladığı şapka modellerinin kopya edilmesinden dolayı oldukça kızgın. 300’den fazla kendi tasarladığı model var. Bu nedenle şapkaların fotoğraflarının çekilmesine izin vermiyor. Dükkandaki şapkalar satılmıyor. Sipariş verdikten sonra, önce başınızın ölçüsü alınıyor. Bir süre beklemeniz gerekiyor. Bu sürede şapkaların kalıbı hazırlanıyor, kesiliyor, dikiliyor… 
Madam Katia,  şapka kullanımı konusunda da çok değerli ipuçları veriyor: “Uzun ve süslü bir elbiseye asla büyük ve süslü püslü bir şapka olmaz. Sade ve küçük bir şapka olmalı. Kilolu hanımlar orta boylu şapkalar tercih etmelidir. Şapkalar muhakkak kutu içerisinde ve lavantalı sabunlarla muhafaza edilmelidir. Kürk şapkalar da yine kutu içinde ve sabunun yanı sıra tane karabiberlerle birlikte saklanmalıdır.”  
Bir devrin görkeminin ve zarafetinin yakın tanığı olan Madam Katia en çok Beyoğlu için endişeli olduğunu söylüyor: “Burası Pera’ydı… Grand Rue de Pera’ydı…Bir defa hiçbir İstanbullu’nun bunu unutmaması gerekiyor. Bir zamanlar Pera’ya şapkasız çıkmanın mümkün olmadığını hemen herkes duymuştur fakat bunun yanı sıra dükkanlar da  tertemizdi, şıktı. Kötü, bakımsız hiçbir dükkan yoktu. O yıllarda kadınlar sabah-öğle-akşam farklı kıyafetler giyerler, farklı şapkalar takarlardı. Yaşamanın bir zarafeti vardı. Bir gün sevdiğim bir müşterim geldi. Kadıncağız ağlayarak, ‘Markiz Pastanesi’ni gördün mü?’ dedi. Neden biliyor musunuz? Çünkü Markiz’in camına yemek resimleri asmışlardı. Elektronik bantta çorba şu kadar tavuk bu kadar diye yazıyordu. Hiç olacak şey mi bu? Markiz’e gitmek için nasıl hazırlanırdık biz. En güzel kıyafetlerle giderdik. İnci Pastanesi de taşınmak zorunda bırakıldı. Eski dükkanlardan son yıllara kadar direnen kumaşçı Hacı Resul vardı, kapandı. Kelebek Korse kapandı. Eskilerden Şekerci Üç Yıldız kaldı, Diamanştayn kaldı. Artık dükkan sahiplerini tanımıyorum. Zaten eskiden aileler otururdu. Örneğin Mısır Apartmanı’nda en seçkin aileler oturmuştur.” Madam Katia, Beyoğlu’nda kötüye gidişin “6-7 Eylül” le birlikte başladığını, daha sonra bu kötü gidişatın önüne geçilemediğini anlatıyor;  “İstanbul’u İstanbul yapan pek çok aile buradan gitmek zorunda kaldı. Çünkü benim ailem dahil bütün gayrımüslim aileler çok korkmuştu. Neyse ki bizim dükkanımız olaylar sırasında Aznavur Pasajı’ndaydı. Aznavur Pasajı iki Müslüman genç tarafından korunmuştu. Beyoğlu’nda bu şekilde zarar görmeyen az sayıdaki pasajdan biri Aznavur Pasajı’ydı. Fakat ben yine de İstanbul’u çok seviyorum. Avrupa’yı da çok iyi bilirim fakat hiçbir kent İstanbul’la kıyaslanamaz.” 
İlhan Berk, Pera kitabına şöyle yazar;
“Biz Hacopulo Pasajı sakinleri, şapkacı, terzi, düğmeci, kuaför, kurdelacı biz.
Biz Nikol, Yurda, Marika, Ayten , Mıgırdiç, Katia, Küçük İplikçi Kız Loretta biz.
Her gün uyanır bakarız sabah makasımız iğnemiz ipliğimiz.
Her gün bakarız, akşam üstümüz başımız -nasıl da sürer yaşam.
Biz Hacopulo Pasajı sakinleri, şapkacı, terzi, düğmeci, kuaför, kurdelacı biz.”
Ne Loretta kaldı, ne Mıgırdiç… Madam Katia’ya gözümüz gibi bakalım. 
BERKEN DÖNER / duvaR.


Sovyetler İspanyol Gribi'ne karşı - KAVEL ALPASLAN

Sovyetler'in 1918 İspanyol Gribi'yle mücadelesi bugün fazla hatırlanan bir gündem değil. Oysa bugün kan kaybetse dahi ücretsiz sağlık sisteminin doğuşu, tam olarak İspanyol Gribi ve Sovyetler'in bu alanda attığı adımlara çok şey borçlu...

“Öpüşme!” Sovyetler Birliği’nde yayınlanan köklü dergilerden Ogoniok, 1928 yılında kapağına bu sözleri taşır. Dergi kullandığı fotoğrafla gribe karşı önlem olarak ‘öpüşmeme’ çağrısı yapmaktadır. Yıllar içinde iki kadının öpüştüğü bu fotoğraf, ikonik bir hal alır, Rusların selamlaşırken nasıl öpüştüklerine yabancı olanların da dikkatini çeker. Tıpkı Brejnev’in Honecker’e verdiği meşhur öpücük gibi. Bu fotoğrafın alt metniyse göründüğünden biraz daha farklı. Nitekim ülkenin 1918 İspanyol Gribi’yle mücadelesi bugün fazla hatırlanan bir gündem değil. Oysa bugün kan kaybetse dahi ücretsiz sağlık sisteminin doğuşu, tam olarak İspanyol Gribi ve Sovyetler’in bu alanda attığı adımlara çok şey borçlu.

Tarihe en büyük salgın hastalık olarak geçen İspanyol Gribi sonucunda 50 ile 100 milyon insanın hayatını kaybettiği belirtiliyor. Genç Sovyet iktidarının sancılı dönemlerinin yaşandığı Rusya’da bu kayıpların toplamda 3 milyon civarında olduğu düşünülüyor. Dünya nüfusunun neredeyse yüzde 15’i yaşamını yitirirken ilk başta bu kayıplar az görülebilir. Fakat Birinci Paylaşım Savaşı’nın yarattığı yıkım, ardından yaşanan kanlı iç savaş ve doğurduğu kıtlık düşünüldüğünde, salgının insanlar üzerindeki etkisi ‘rakamlardan’ daha fazla olabiliyor.
Bolşeviklerin en üst kademe yöneticilerine kadar bu hastalıktan dolayı yaşamını yitirenler vardır. Sovyetler Birliği’nin ilk başkanı sayabileceğimiz Yakov Sverdlov, 1919 Mart’ında yakalandığı İspanyol Gribi sonucunda yaşamını yitirdi. Üstelik henüz 33 yaşındaydı. Buna rağmen Lenin’in Sverdlov anısına yaptığı konuşma, onun Bolşevikler için ne denli önemli olduğunu, sade bir ‘başkan’ unvanından çok daha iyi açıklıyor:
“İllegal çevrelerin, gizli devrimci çalışmanın, gizli parti çalışmasının özelliklerini hiç kimse Sverdlov kadar bütünlüklü biçimde cisimleştirip ifadeye kavuşturamadı. İçinden geçtiği bu pratik okul sayesinde ve sadece bu sayede Sverdlov ilk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin en ön sıradaki kişiliği mevkiine ulaşabildi; yani geniş proleter yığınlarının en önde gelen örgütçülerinin başında yer aldı. (…) Yakov Mihayiloviç’i yakından tanıyan hiç kimse, onun bitmek bilmeyen çalışmasını gözlemiş olanlardan hiç biri bu konuda tereddüt etmeyecektir: Yakov Mihayiloviç’in yeri doldurulamaz.”
Sverdlov’un ne denli kilit bir isim olduğunu sadece Lenin dile getirmez. Hiç de Sovyet dostu sayılmayacak bir ABD’li antropolog olan Jeanne Guillemin, ‘Anthrax’ isimli kitabında ‘Lenin’in bulaşıcı hastalıklardan korkmasına karşın, ne olursa olsun Sverdlov’u hasta yatağında ziyaret ettiğini’ ve Sverdlov’u ölüm döşeğinde olmasına karşın çalışırken bulduğunu belirtiyor. Lenin’in bulaşıcı hastalıklardan ne derece çekindiği bugün artık hem üzerine tartışması gereksiz hem sağlaması yapılması oldukça zor bir konu. Burada kesin olan şey, Sverdlov’un yıllarca zindanlarda, sürgünlerde, çalışmalarda harap olmuş bedeni solarken Lenin’in ona verdiği önem. Dolayısıyla da kayıbın getirdiği yıkım…
Fakat Sverdlov, hayatını kaybedenlerden sadece biri. Üstelik tek sorun İspanyol Gribi’yle de sınırlı değildir. 1918-1920 arasında tifüsten ölenlerin sayısı 1 milyon 600 bin, erken doğumda ölen bebeklerin sayısı 7 milyon, kıtlığın ve bulaşıcı hastalıklar sonucunda ölenlerinse 15 milyonu geçtiği tahmin ediliyor. Kıtlık yıllarında şöyle diyor Lenin, “Bir kırbaç sallanıyor üstümüze, bit ve tifüs ordularımıza doğru yayılıyor. Yoldaşlar, nüfusun kırıldığı, maddi herhangi bir kaynağın olmadığı, bütün hayatın, bütün halkın hayatının durduğu tifüs bölgelerindeki korkunç durumu hayal edebilmeniz mümkün değil. Bu nedenle biz diyoruz ki, ‘Yoldaşlar, bütün dikkatlerimizi bu sorun üzerine yoğunlaştırmalıyız. Ya bit sosyalizmi mağlup edecek, ya da sosyalizm biti!’”
Ülkenin bu yıkımla karşı karşıya kalması dünyada ilk defa sağlık sisteminin ücretsiz ve merkezi bir hale getirilmesine de ön ayak olur. O günlerde merkezileşmiş bir ücretsiz sağlık sistemi, devletler tarafından benimsenen bir yöntem değildir. Bunun yerine dini ya da özel kuruluşların yaygın olduğunu görüyoruz. Sovyetler Birliği, Ekim Devrimi ve kanlı iç savaşın ardından ilk kez modern kamu sağlık hizmetini hayata geçirir. İlk yıllarda bu haktan faydalananlar doğal olarak merkezi bölgelerdeki yurttaşlar olsa da kısa zamanda yayılır. Lenin görevli hekimlere verdiği talimatlarda önceliklerinin salgın hastalıklar ve açlığın kırdığı bölgeler olması gerektiğini belirtir.
Sovyetler’in merkezi kamu sağlık sistemini yürürlüğe koymasının ardından kimi Batı Avrupa devletleri de bu modelin benzerini izler. ABD işveren merkezli bir sigorta yöntemini benimsese de salgından sonra kimi önlemler alır. 1920’lerin ortasına gelindiğindeyse Sovyetler, geleceğin doktorluk anlayışına dair şöyle bir görüş ortaya koyar: “Sadece iyileştirmek için değil, aynı zamanda önlem yollarını önermek için hastalığı şiddetlendiren mesleki ve toplumsal nedenleri de inceleme yeteneği.” Bir hastalığa yalnızca biyolojik olarak değil, aynı zamanda da sosyolojik olarak yaklaşılması gerektiğini öğreten bu anlayış daha sonra dünyada da yankı buldu.
Elbette modern sağlık sisteminde atılan adımları başlı başına Sovyetler Birliği’ndeki gelişmelerle ilişkilendiremeyiz. Bununla birlikte bugün eğitimden kültüre, çalışma koşullarından sağlık sektörüne… Ücretsiz, toplumsal ve insani hakların birer birer sermaye tarafından gasp edilmesi nasıl neoliberal kuşatmayla ilişkiliyse, Sovyetler’in hatta Sovyetler’den de öte sosyalist düşüncenin yarattığı rüzgarı da görmezden gelemeyiz. Tıpkı Birinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra yaşanan salgınlarda olduğu gibi, bazen en korkunç zamanlar, böylesi insani eksikliklerin fark edilmesi için vesile olabiliyor.
KAVEL ALPASLAN / duvaR.

Kaynaklar ve daha detaylı bilgilerin yer aldığı adresler
Anthrax: The Investigation of a Deadly Outbreak – Jeanne Guillemin

Türkiye’de CİA’set! (I-II-II) - Mine G. Kırıkkanat


(I)

4 Şubat 1949TBMM Genel Kurulu. Dinleyici localarından birden fazla ziyaretçi ezan okumaya başlıyor. Yaka paça dışarı çıkarılıyorlar. Ertesi gün gazeteler, “iki meczup”tan söz ediyor.
1 Mart 1950. İktidar partisi CHP, tekke ve türbelerin kapatılmasına dair 677 sayılı yasayı yürürlükten kaldırıyor. İlk 19 türbeyi açma görevi, nedense Milli Eğitim Bakanlığı’na veriliyor.
14 Mayıs’tan öteye 1950İktidar partisi DP’nin çiçeği burnunda başbakanı Adnan Menderes, “Millete mal olmuş inkılaplarımızı saklı tutacağız” sözüyle mürtecilere diğer inkılapları hacamat edecekleri müjdesini veriyor. TV’lerin olmadığı Türkiye’nin yegâne devlet radyosunda dini programlar başlıyor. MEB, ilkokullarda seçmeli din dersi başlatıyor. Arap harfleri yasağı kaldırılıyor, Arapça Kuran kursları ve imam hatip okullarının temeli atılıyor. Türkçe okunan ezan, Arapçaya döndürülüyor. 
1953’te Köy Enstitüleri kapatılıyor. 
1955MenderesDP Meclis grubuna sesleniyor: “Siz isterseniz anayasayı değiştirebilir, hilafeti bile getirebilirsiniz!”
1957-1959. Seçmeli din dersi, liselere tırmanıyor. Din dersi öğretmeni yetiştirmek için okullar kuruluyor. 
26 Ağustos 1965. Milli Eğitim Bakanı Cihat Bilgehan, “imam hatip okullarını bitirenlerin, ilkokul öğretmeni olabileceklerini” açıklıyor.
1967. Süleyman Demirel, Başbakan. TBMM’de iftar yemekleri başlıyor. 
21 Şubat 1968Milli Eğitim Bakanı İlhami ErtemDemirel başkanlığındaki AP iktidarının Büyük Türkiye hedefini ifşa ediyor: “Hükümetimizin amacı her ilde bir imam hatip okulu açmak!”
1975-1978. Süleyman Demirel, Başbakan. Necmettin ErbakanBaşbakan yardımcısı. İlk ve ortaöğretimde din dersi zorunlu kılınıyor. Olanlara ek, 233 imam hatip okulu daha açılıyor. 
21-25 Aralık 1978. Kahramanmaraş’ta “Allah için cihada” çağrılan Sünniler, tekbir getirerek “Müslüman Türkiye” sloganıyla sokağa dökülüyor. Üç gün boyunca sol parti binaları ve Alevi dernekleri ateşe veriliyor. Çoğu Alevi 111 yurttaş öldürülüyor. Başbakan Demirel, “Bana sağcılar, milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz!” diyor. 
12 Haziran 1979. Necmettin Erbakan, haftalık tatilin cuma günü olmasını, nikâhları müftülerin kıymasını, “mektep”lere Kuran dersi konulmasını talep ettiği konuşmasında, “Bu milletin mektep kitapları niye Allah adıyla başlamaz” diye soruyor. 
4 Temmuz 1980Çorum katliamı. Ölü sayısı 58. Başbakan Demirel, sağcıların solcuları öldürdüğü “Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın!” yorumuyla, Türk İslam sentezinin yaratıkları Müslüman milliyetçilere, yeni hedef olarak Fatsa’yı işaret ediyor. 
22 Temmuz 1980. DİSK’in kurucu başkanı, sendikacı Kemal Türkler öldürülüyor. (Bu cinayetin davası, 2010 yılında zamanaşımından düştü. Davanın sonuncu tutuklu sanığı da serbest bırakıldı.)
7 Eylül 1980. MSP’nin Konya mitinginde atılan sloganlar: “Ya şeriat, ya ölüm/Dinsiz devlet yıkılacak elbet/Anayasa Kuran/Laiklik dinsizliktir.”
10 Ağustos 1981. Bir numaralı darbeci Org. Kenan EvrenÇanakkale’de 12 Eylül darbesinin amacını açıklıyor: “Muhterem din adamlarının elini öpeceğiz!”
1983 yılında, 1739 sayılı yasanın 31. maddesinde yapılan değişiklikle camiden okula geçiş ve imamların okullarda öğretmen olmaları sağlanıyor. 
Mart 1987, Süleyman Demirel konuşuyor: “Siyasetin emrinde din değil, başka hakların kullanılmasına yaptığı gibi, siyaset dine hizmet edecek. Bunda yadırganacak bir şey yok. Tevhidi Tedrisat Kanunu bir semavi kitap değildir. Şayet Kuran kursları ve din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir. Tevhidi Tedrisat Kanunu’dur... Laiklik çiğneniyor diye yapılan tartışmalar, bir yerde din ve vicdan hürriyetinin kullanılmasını baskı altına almaktır.”
28 Aralık 1989. Turgut Özal başbakan. Hükümet, üniversitelerde türbanı serbest bırakıyor. 
2 Kasım 1990Güneydoğu’da “faaliyet” gösteren irticai terör örgütü Hizbullah’tan ilk kez Cumhuriyet gazetesinde söz ediliyor. 
31 Ocak 1990. Prof.Dr. Muammer Aksoy öldürülüyor.
7 Mart 1990. Gazeteci Çetin Emeç öldürülüyor
4 Eylül 1990. Dine yönelik eleştirileriyle tanınan eski müftü, yazar Turan Dursun öldürülüyor.
6 Ekim 1990. Prof.Dr. Bahriye Üçok öldürülüyor
31 Ocak 1991. Turgut Özal, Cumhurbaşkanı. Dini ve dine göre kutsal sayılan gerekçeleri kullanarak halkı devletin güvenliğini ihlal edebilecek hareketlere teşvik ve bu amaçla örgüt kurulmasını suç sayan TCK’nin 163. maddesi kaldırılıyor.* 
Birinci bölümün sonu. Devamı gelecek haftaya...
Ülkemizi ne kadar tanıyoruz?
Okurlarımdan sık sık, 18 yıllık AKP iktidarında geldiğimiz noktaya ilişkin “ülkemi tanıyamıyorum, olanlara inanamıyorum” şaşkınlık ifadesini duyarım. 
Oysa ortada çok şey var, ama şaşılacak bir şey yok.  
Her alanda ekilen biçiliyor ve Türkiye yıllardır şahmerdan darbeleri, balta, kazma, çekiç vuruşlarıyla gözümüzün önünde yıkılıyor.
Biraz sabredin. Yukarıdaki kronolojiyi tamamladığımda, siz de büyük tabloyu görecek, bu ülkeyi kimlerin kimlere sattığını, nasıl amansız bir yenilgiye hazırladıklarını anlayacaksınız.
* İlkini 2009 yılında yayımladığım yukarıdaki tarihçeyi çıkarmakta www.bosnakforum.com’un mükemmel hazırlanmış “karşıdevrim kronolojisi”nden yararlandım.  
(II)
16 Şubat 1992. Doğu Perinçek ve İP’nin dergisi “2000’e Doğru”, “Hizbullah’ı Çevik Kuvvet mi eğitiyor?” başlığıyla çıkıyor. Haberi yazan ve görüntüleyen, derginin Diyarbakır muhabiri Halik Güngen. 
18 Şubat 1992. Gazeteci Halit Güngen öldürülüyor. 
20 Eylül 1992. Gazeteci Musa Anter öldürülüyor. 
22 Ocak 1993. Gazeteci Uğur Mumcu, “İmam Subay” başlıklı ve sonuncu olacak makalesinde, “Dinsel ticaret 12 Eylül 1980 müdahalesinden sonra parasal kaynağa da kavuşarak devlet içinde de köşe başlarını tuttu. 1983 yılında Milli Eğitim temel yasasını değiştirdiler, bugün Harp Okulları yasasını. İmam hatip olarak yetiştirilenler Emniyet müdürü, savcı, yargıç, kaymakam olacaklar, bu yasa değişikliği TBMM’den geçerse subay da olacaklar” diye yazıyor. 
24 Ocak 1993. Gazeteci Uğur Mumcu öldürülüyor. 
17 Şubat 1993. Org. Eşref Bitlis, organize bir uçak kazasında ölüyor. 
2 Temmuz 1993. Sivas’ta Alevi derneklerin düzenlediği Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılan 33 aydın, yakılarak öldürülüyor. Madımak Oteli’ni ateşe veren Sünni mürteciler, yangından kaçanları linç etmeyi beklerken “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu Sivas’ta yıkılacak/Şeriat gelecek zulüm bitecek/Kahrolsun laiklik” diye haykırıyorlar. 
27 Mart 1994. Necmettin Erbakan başkanlığındaki Refah Partisi, İstanbul ve Ankara dahil 22 ilde yerel seçimleri kazanıyor. 
19 Nisan 1994. Necmettin Erbakan konuşuyor: “Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı? Kanlı mı olacak, kansız mı? 60 milyon buna karar verecek...”
10 Kasım 1994. Ankara’dan Anıtkabir’e saldıran “meczup” haykırıyor: “Sizleri Kuran’a davet ediyorum!”
11 Ocak 1995. Yazar ve şair Onat Kutlar öldürülüyor. 
9 Ocak 1996. Bir gün önce göz-altına alınan Metin Göktepe, polislerce dövülerek öldürülüyor. İş insanı Özdemir Sabancı, Haluk Görgün ve Nilgün Hasefe, Sabancı Center’a yapılan terörist baskında öldürülüyor. Katillere kapıyı açan terörist işbirlikçi Fehriye Erdal’ın, eski İstanbul Emniyet müdürü yardımcısı Hüseyin Kocadağ’ın “ricasıyla” işe alındığı söyleniyor. 
28 Temmuz 1996. Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfü Topal öldürülüyor. 
3 Kasım 1996. Bir Mercedes’le bir kamyon çarpışıyor, içinden Hüseyin Kocadağ, Abdullah Çatlı ve Gamze Öz’ün ölüsü, DYP milletvekili ve Kürt aşiret reisi Sedat Bucak’ın dirisi, ama bagajından politikacı/mafya/kontrgerilla işbirliği çıkıyor. Susurluk skandalı patlıyor. 
26 Kasım 1996. Zamanın Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller, Susurluk’ta ortaya çıkan “faili meçhul” eşkıyalığı, “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözleriyle savunuyor. 
11 Ocak 1997. Başbakan Necmettin Erbakan, 51 adet tarikat ve cemaat şeyhine başbakanlık konutunda iftar yemeği veriyor. 
8 Mayıs 1997. Refah Partisi Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Halil Çelik, “Ben kan dökülmesini istiyorum. Demokrasi böyle gelecek, fıstık gibi olacak!” diyor. 
17 Temmuz 1998. İslamcı feminist yazar Gonca Kuriş, Mersin’deki evinin önünden silahlı üç kişi tarafından kaçırılıyor. 
13 Mayıs 1999. Akit gazetesi, baş sayfadan “Halkı köpeğe benzetti” ve “Zorba Kemalist gemi azıya aldı” başlıklarıyla hedef aldığı Prof.Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın fotoğrafını, üzerine çarpı işareti koyarak yayımlıyor. 
21 Ekim 1999. Ahmet Taner Kışlalı öldürülüyor.* 
* İkinci bölümün sonu. Devamı gelecek haftaya. 
Durdurulamayan yıkım 
Seri suikastlar, tıpkı seri cinayetler gibi tümevarım yöntemiyle çözülür, değerli okurlarım. Katilleri ve azmettirenleri; her biri organize cinayetten ibaret suikastların zaman ve mekândaki ortak noktalarından yola çıkarak belirleyebilirsiniz.
Biraz sabredin. Yukarıdaki tabloyu tamamladığımda, siz de Türkiye’deki suikastların ortak noktasını görecek, cinayet ve katliamların ne işe yaradığını ve azmettirenlerin kim olduklarını anlayacaksınız.
Türkiye’nin hâlâ omuzlarında, giderek daha çok sallanarak durduğu dürüst ve ülkesine yararlı insanların en büyük zaafı, zararlıların eseri bu meşum kronolojiyi durduramamak oldu. Ne şahmerdan darbeleri bitti, ne cinayetler, ne de kumpas tutuklamalar. 
İki Barış, bir Murat’a selam olsun!
Oğullarım gibi sevdiğim, araştırmacı gazetecilik başarılarını hayranlık ve takdirle izlediğim Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan ve Murat Ağırel, doğdukları ülkenin aydınlarını ve özgür düşünceyi yok etmek üzerine kurulu vahşi tarihçesine rağmen var oldular, sindirilemediler, dik durdular, mücadele ediyorlar...
Meşum kronoloji bugüne uzatıldığında, son halkasında iki Barış’ın ve muhabir arkadaşları Hülya Kılınç’ın tutuklanması; aslında son kitabı Sarmal yüzünden hedef gösterilen Murat’ın adli denetim koşuluyla serbest bırakılması var. 
Bu son halka, yine uğursuz günlerin habercisi. Ancak...
Gerçekleri gizlemek için gerçekleri söyleyen ve yazanları FETÖ usulü, yargı eliyle taciz ve cezalandırmaya kalkanlar, suikastçı jargonuyla söylemek gerekirse, artık “kendi ayaklarına sıkıyorlar”. 
Artık kimse güvende değil, Türkiye’de. 
Güvenliğimizi yok edenler de dahil.
(III)
21 Ocak 2000. İki yıl önce Mersin’de kaçırılan İslamcı feminist Konca Kuriş’in cesedi, Hizbullah’ın Konya’daki mezar evinden çıkıyor.
2000-2001 arası yapılan operasyonlarda, Hizbullah’a ait mezar evlere, hatta sahillere gömülmüş 60’tan fazla cesede ulaşılıyor. Türkiye’de 1991’den öteye kaybolup ne ölüsü ne dirisi bulunabilen insan sayısı, bu tarihe kadar 543... 
24 Ocak 2001’de Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okan öldürülüyor. 25 Ağustos’ta, iş insanı Üzeyir Garih öldürülüyor.
3 Kasım 2002. AKP iktidar oluyor. 18 Aralık’ta Prof. Dr. Necip Hablemitoğlu öldürülüyor. 
15 Kasım 2003. İstanbul’daki iki sinagoga yapılan İslamcı terör saldırılarında 27 kişi ölüyor. 20 Kasım’da İstanbul’daki İngiltere Başkonsolosluğu ve HSBS Genel Müdürlüğü’ne yapılan İslamcı terör saldırılarında 30 kişi ölüyor. 
5 Şubat 2006. Trabzon’daki Santa Maria Katolik Kilisesi’nin rahibi Andrea Santoro öldürülüyor. 17 Mayıs’ta Danıştay’a saldırı. Yargıç Mustafa Yücel öldürülüyor, dört yargıç yaralanıyor.  
19 Ocak 2007. Gazeteci Hrant Dink öldürülüyor. Trabzon’dan gelen katil Ogün Samast, “Cuma namazını kıldım, vurdum!” diyor. 18 Nisan’da Malatya’daki Zirve Yayınevi’nde biri Alman 3 kişi, Hizbullah usulü bağlanıp boğazları kesilerek öldürülüyor. 22 Mayıs’ta Ankara’nın Anafartalar Caddesi’nde canlı bomba katliamı. 9 ölü, 88 yaralı.   
12 Haziran 2007. Ümraniye’de bir evde bulunan silahlarla, kumpas davalara konu olacak baskın ve gözaltılar başlıyor. 3 Aralık’ta Taraf gazetesi, Gülen cemaati sözcüsü Hüseyin Gülerce’nin “Artık şekilci İslamdan vazgeçip öze bakmalıyız” sözlerinin altına döşediği, İslamda Gülen reformu manşetiyle çıkıyor.
27 Temmuz 2008. İstanbul Güngören’de iki bomba patlıyor. İmza PKK. 18 ölü, 154 yaralı.
8 Eylül 2008. Deniz Feneri davası. 13 Mayıs 2015’te zamanaşımına uğrayacak ve düşecek. Aralarında eski RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın da bulunduğu 20 sanık, serbest.   
20 Ekim 2008. Ergenekon davası başlıyor. Altı yıllık yargı sürecinde 235 sanıktan 71’i tutuklu yargılanacak. 8 sanık tutukluyken ölecek. 7 sanık kansere yakalanacak. 1 Temmuz 2019’da hepsi beraat edecek! 
26 Aralık 2009. Türkiye Devleti’nin en önemli sırlarının korunduğu “Kozmik Oda”ya giriliyor.
31 Mayıs 2010. İsrail’in Mavi Marmara baskını. 9 ölü.
19 Haziran 2010. Taraf gazetesinin “Balyoz darbe planı” kapsamında tutuklanan 365 askerin davası başlıyor. 2012’de 325 sanığın ömür boyu hapse çarptırıldığı dava, 2015 yılında hepsinin beraatıyla sonuçlanacak. 
14 Şubat 2011. OdaTV’ye polis baskını. Soner Yalçın, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu tutuklanıyor. Nazlı Ilıcak’ın “müşteki” sıfatıyla müdahil olduğu 13 sanıklı dava altı yıl sürecek ve sonunda tüm sanıklar beraat edecek.  
23 Şubat 2011. Askeri casusluk ve şantaj davası başlıyor. 29 Ocak 2016’da 16’sı tutuklu 56 sanığın hepsi beraat edecek. 
19 Ekim 2012. Çukurca saldırısı. İmza, PKK. 24 asker şehit, 18 asker gazi. 
11 Şubat 2013. Cilvegöz saldırısı. 14 ölü, 28 yaralı. 11 Mayıs’ta Reyhanlı saldırısı. İmza PYD/PKK. 51 ölü, 150’den fazla yaralı. 
28 Mayıs 2013. Gezi Direnişi başlıyor. Bir aylık sürecin bilançosu 4 ölü, 60’ı ağır 7 bin 832 yaralı.
17/25 Aralık 2013. Aralarında Bakan çocuklarının da bulunduğu çok sayıda VİP, yolsuzluk ve rüşvet soruşturması kapsamında gözaltına alınıyor. AKP iktidarıyla FETÖ çatışması başlıyor. 
19 Ocak 2014. MİT tırları.
20 Temmuz 2015. IŞİD’in Suruç saldırısı 34 ölü, 104 yaralı.
10 Ekim 2015. IŞİD’in Ankara Garı katliamı. 109 ölü, 500’ü aşkın yaralıyla tarihe “Türkiye’nin en kanlı terör eylemi” olarak geçiyor.
22 Mart 2016. Rıza Sarraf, ABD’de tutuklanıyor. 
15 Temmuz 2016. FETÖ/PDY’nin yaptığı iddia edilen başarısız darbe girişimi. Bilanço: 248 şehit, 2196 yaralı. OHAL ilan ediliyor. KHK’lerle 20 bine yakın memur ihraç ediliyor. 50 bin 504 tutuklu, 69 firari var. Kasım 2019’da 1224’ü ağırlaştırılmış müebbet hapis ve 1103’ü müebbet hapis cezası almak üzere toplam 3 bin 838 kişi hapis cezasına çarptırılacak.
19 Aralık 2016. Rusya Büyükelçisi Andrey Karlov öldürülüyor. Siyasal İslamcı olduğu anlaşılan çevik kuvvet polisi katil, olay yerinde öldürülüyor. 2016 yılında, IŞİD, PKK ve TAK’ın bombalı saldırıları sonucunda 350 kişi ölüyor. En fazla can kaybı, IŞİD’in 54 ölüyle sonuçlanan Gaziantep saldırısı. 
1 Ocak 2017. Reina Katliamı. İmza, IŞİD. 39 ölü, 70 yaralı.
29 Mart 2017. Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla, ABD’de tutuklanıyor. Oysa Ekim 2019’da İstanbul Borsa Genel Müdürü olacak, ama henüz bilmiyor...
21 Mayıs 2019. Hapisanelerde hiçbir Hizbullah hükümlüsü kalmadığı, çoğu ömür oyu hapis cezasına çarptırılan 100’e yakın tüm Hizbullah katillerin 2011 yılından öteye peyderpey serbest bırakıldıkları ortaya çıkıyor.
Mart 2020. Araştırmacı gazeteciler Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Murat Ağırel, Hülya Kılınç, Ferhat Çelik ve Aydın Keser tutuklanıyor. 
İç düşman mı yaman, dış düşman mı? 
Yukarıda üçüncüsü yer alan tarih dizini, elbette çok eksik. Ama PKK’nin, FETÖ’nün, IŞİD’in kuklacısının kim olduğunu bilince; dizin eksik de olsa ülkemizi parçalamak ve devleti çökertmek için sittin senedir çabalayan dış güçleri işaret ediyor. Ancak... Aralara yolsuzlukları, hırsızlıkları, eğitimle cahilleştirmeyi, ekonomik talanı, Diyanet yalanını, Suriye ve Libya akınlarını, nafile şehitleri, IŞİD’liler dahil milyonlarca sığınmacı ve yandaş beslemeyi, muhalifleri aç bırakmayı, aydınları ezmeyi, sansürü, hukuksuzluğu, yargıyla zulmü, seçim dalaverelerini ve Türkiye’nin tarımından mal varlığına nasıl, kimlere satıldığını eklersek... Siyasal İslamcı iç güçlerin yıkıcılıkta dış güçlere nal toplattığı açık, hatta kapıları düşmana açan olduğu da söylenebilir.
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Korkmayın! - Tolga Binbay

İnsanın aklına ister istemez Naomi Klein’ın “Şok Doktrini” kitabı geliyor. 2007’de yayınlanan kitabında felaketler kapitalizminin yükselişini ve egemen sınıflara, küresel elitlere “yönetme” sürecinde sağladığı olanakları anlatıyordu. Askeri, toplumsal, bilimsel ve psikolojik olanakları. Bir hafta içinde yaşadıklarımız, dolaylı yoldan izlediklerimiz tam da bu olanakların boyutlarına da işaret ediyor, sanki. 
Kendi adıma, günümüzde, şu son bir iki haftaya damga vuran olaylarda, masa başı mesai ile yazılan senaryolarla, projelerle yol alındığını düşünmüyorum. Böyle masalar vardır. 

Ama dünya, Türkiye, toplumsal düzen, masa başında kotarılamayacak kadar karmaşıklaşmış durumda. Planlar olur, ama planlar asla tutmaz. 

Öbür taraftan her şeyin çok kontrol altında olduğunu söylemek de pek mümkün görünmüyor. Yani ortada planlı ve kontrollü bir “felaket” olmadığı da ortada. Ama yaşananları an ve an izleyip raporlayan “düşünce kuruluşları” da mutlaka vardır. Strateji ve hamleler öneren de... Ama yaşadıklarımız bir film değil. Kurmaca değil. Gerçek. 
Klein kitabında bunun, yani küresel ölçekteki felaketlerin yeni bir yönetim biçimi olduğunu söylüyordu. Ki dün yayınlanan bir söyleşisinde (*) de Koronavirüs’ün “felaket kapitalizminin aradığı mükemmel felaket” olduğunu söylemiş. Yani kapitalizmin yapısal krizini bastırmak için aradığı çok boyutlu bir felaket olduğunu belirtmiş. 

Olabilir mi? 

Yani bu salgın üzerinden kapitalizm küresel ölçekte daha otoriter, kitleleri ölüme gönderebileceği, çeşitli kısıtlamalar ve düzenlemeler getirebileceği bir döneme geçebilir mi? Zor değil mi? Ama öbür yandan bunlara çoktan geçmediğimizi söylemek de mümkün mü?

Göreceğiz.

Ama tüm bunlara uygun biçimde “level level” giden toplumsal-psikolojik bir panik atmosferi yaşadığımız da aşikar. Ve bu atmosfer bir tür “rahat yönetme” olanağı sağlıyor.

Zaten her zerresine kadar atomize edilmiş, her tür dayanışmacı örgütlülüğü elinden alınmış devasa bir kent nüfusu rahatça yönetilebiliyor. Hem olumlu anlamda (işte alınan önlemlere uyulması gibi) hem de olumsuz anlamda (çok fazla güvensizlik ve bilgi kirliliği olması gibi)...

Level level dedim. Bu çağrışım boşuna değil. Yaşadıklarımızda biraz da bilgisayar oyunlarını, kıyamet filmlerini çağrıştıran bir yan var. Her şey çabucak normalize oluyor. Kent merkezlerinin, sokakların boşaldığı, meydanların askeri araçlarla tutulduğu, insanların evlerine, apartmanlarına kapandığı günler bunlar. Bu görüntüler “toplum sağlığı” için ama bir savaş sahnesini ya da son on yılda yüzlercesi çekilen mutasyona uğramış virüs filmlerinden bir kareyi hatırlatmadığını söyleyebilir miyiz?

Benzerlik aşikar olunca insan “oradayız işte” diye düşünüyor. İnsanlığın tüm tarihsellikten kopuk biçimde yok olacağı film sahnesinde. Ama yok öyle bir şey! Yani tarihten, sınıflardan azade bir son da yok! Ve tam da bunlarla ilişkili olarak, boyutları itibariyle insanlık tarihindeki çok ender bir krizin içine yuvarlanıyoruz.
Bir yandan, mesela, tüm abuk sabukluklara rağmen bilim önem kazanıyor. Bilimi yine de şovun, safsatanın içine koyuyorlar ama hemen her platformda bilimin sözü geçiyor. Melekler yok, efsaneler yok, üfürük yok. Üç haftada mesela, aşıların sorgulandığı bir dünyadan aşı icadına koşulan bir dünyaya geçtik. 
Kötü mü?
Bir yandan da işin psikolojik boyutu hızla yayılıyor. Bilime, bilgiye açılan yer kadar endişeye, paniğe, söylencelere de yer açılıyor. Whatsapp grupları vaka ve hastane adından geçilmiyor. Hatta öyle durumlar oluyor ki aynı hastaneden bir sağlık çalışanı, bir doktor “yok öyle bir şey” dese bile inanılmayabiliniyor.

Salgın olasılığıyla birlikte bu psikoloji de yayılıyor. Bilimi, kurumsal duyuruları falan da dinlemiyor. Aynı odaktan yayılan bir kaç olgudan, farklı olgulardan yayılan bir kaç yüz olguya geçtiğimizde bu psikoloji daha öne çıkacaktır. Umarım görmeyiz ama ilk ölüm haberi geldiğinde panik havası toplumu ketlemeye de başlayacaktır. Ve sonra da bu ketlenme hali yeni normal olacaktır. 

Klein bu olasılığın “elitler ve egemenler” için yeni fırsatlar ortaya çıkardığını söylüyordu işte. Zaten 2007 tarihli kitabı bunun üstüne kuruluydu. Söyleşisinde “İşte artık oradayız, o dediğim noktada” demeye getiriyor. Ve krizin psikolojik yanına da dikkat çekiyor.

Olabilir ama tarih sadece bunlardan ibaret olsaydı halen mağara elitlerinin döneminde yaşıyor olurduk. Emin olun düzenleri değişmesin diye uğraşıyor olurlardı. Ama tarihi elitler, küresel egemenler değil sınıflar yapıyor. Özellikle de emekçi sınıflar. İster beğenin, ister beğenmeyin. Şimdi de öyle olacak. Büyük insanlık koleranın hakkından geldiği gibi, koronanın da kapitalizmin de hakkından gelecek. 

Göreceğiz.

Bu nedenle, korkmayın! Ve şunu da unutmayın: geriye, yarınlara sadece örgütlü olanlar ve onların yapacakları kalacak.
Sağlıcakla.

Tolga Binbay / SOL

Bir söyleşi: 2020 başında Türkiye’de sol - KORKUT BORATAV

Ocak 2020’de Cumhuriyet gazetesinden Leyla Kılıç ile bir söyleşi yaptık. Bant çözümlerini gözden geçirdim; gazeteye ilettim. Söyleşi, bazı sorular çıkarılarak ve kısaltılarak 8 Mart Pazar günü Cumhuriyet’te yayımlandı. 

Söyleşinin tümünü aşağıya alıyorum. İki ay önceki tespit ve değerlendirmelerimin bugün de geçerli olduğunu düşünüyorum. 

                 *** 

- Türkiye, uzun yıllardır sağ merkeziyetçi bir bakış açısı ile yönetiliyor. 1980 askeri darbesi sol kesimi hedef aldı. Geçmişte yaşananları düşündüğümüzde solun eksik kaldığı noktalar neler? 
Bugünkü iktidarı artık “merkez sağ” olarak nitelendiremeyiz. Türkiye, İslamcı/neo-faşist bir rejime dönüşme süreci içindedir. İslamcı faşizm gündemdedir; şimdilik tamamen yerleşememiştir. 

Geçmişe kuşbakışı göz atarsak, 12 Mart’ı izleyen yıllarda Türkiye toplumu, parlamenter düzlemde “demokratik sol” CHP’nin, parlamento-dışında devrimci-sosyalist örgütlerin ortak etkisi altında sola yönelmekteydi. 12 Eylül darbesinin ana amacı bu yönelişe son vermekti. Parlamenter sol parçalandı. Parlamento-dışı sosyalist sol çökertildi; toparlanamadı. Darbe, böylece, temel işlevini en az on yıl için gerçekleştirdi. 

- Kendini sol olarak nitelendiren siyasi partilerin oy oranları %50’ye yaklaşmıyor bile. Bunun nasıl değerlendiriyorsunuz?
1980 sonrasında parlamenter sol, iki defa öne çıkacak konjonktürle karşılaştı; ancak fırsatları kaçırdı. Birincisi, 1989-1993 dönemidir. 12 Eylül kayıplarına karşı güçlü bir sendikal mücadele yükseldi; ANAP’ın neoliberal programı halk sınıflarınca reddedildi. SHP 1989 yerel seçimlerinde birinci parti oldu; ancak bu konumunu iki yılda yitirdi. Nedeni, bence, sınıf muhalefetini sürdürmekten kaçınmasıydı. Sosyalist solun çöküntüsü, SHP’yi sola çeken ana etkeni ortadan kaldırmıştı.

İkinci fırsat 2002 seçimlerinde kaçırıldı. Bir yıl önce patlak veren ekonomik krizin toplumsal maliyeti öylesine ağırdı ki seçimler üç koalisyon partisi (DSP, MHP ve ANAP) ile DYP’yi TBMM’den tasfiye etti. Parlamento dışındaki partilerden halk muhalefetini üstlenen iktidara gelecekti. CHP, Kemal Derviş’i partisine aldı; finans kapital ile büyük sermayenin programını devralarak seçimlere girdi. Tek parti iktidarını bu sayede AKP’ye armağan etti. Siyasal İslam’ın on yedi yıllık iktidar dönemi böyle başladı. 

- Toplumda ekonomik, sosyal ve dış politika anlamında sola karşı bir önyargı var mı? Varsa siz bunu neye bağlıyorsunuz? Toplumun önyargılarını aşmak için sol topluluklar ve sol siyasi partiler neler yapmalı? 
“Sola karşı önyargı”, Türkiye’de genellikle bir “Merkez Sol” parti olduğu düşünülen CHP açısından tartışılıyor.

Bu tartışma, “sol nasıl tanımlanmalı?” sorusu ile başlamalıdır. Devrimcilikten reformculuğa uzanan en geniş yelpaze içinde “solculuk”, kapitalizmin bölüşüm karşıtlıklarında emekçi sınıfların saflarında yer almak olarak anlaşılmalı. Bu ölçüt, bugünün dünyasında emperyalizm-karşıtı bir konumu da içerir. 

Bu ölçüte göre bugünkü CHP yönetiminin “sol” içinde yer aldığı söylenemez. 

Sermayenin dünya çapında sınırsız tahakküm programı olan (ve Türkiye emekçilerini de sistematik olarak baskı altında tutan) neoliberalizm ile barışıktır. Güncel ekonomik sıkıntıları eleştirmekle yetinmek sınıfsal (dolayısıyla “sol”) bir muhalefet platformu olamaz. Dünya çapında saygınlığı tükenen, içeriği boş “sosyal demokrat” yaftası, adeta sınıf muhalefetinden, yani “sol”dan uzak durmak için benimsenmiştir; aslında “liberal” nitelemesine uymaktadır. Bu nedenlerle CHP, bugünkü yönetimi ile bir Merkez Partisi’dir. 

1970’li yıllarda halk sınıflarının taleplerini açıkça benimseyen Ecevit, CHP’yi iki seçimde üst üste birinci parti yaptı. Özal’ın neoliberalizmine karşı yükselen işçi sınıfı muhalefet dalgasına uyum sağlayan SHP de 1989’da ilk sıraya yükseldi. Bu tarihsel örneklere bakarsak, CHP’ye karşı bugünkü önyargılar, belki de, bu partinin yeterince “solcu olmaması” nedeniyledir.

Bu tespitler CHP yönetimiyle sınırlıdır. Bu partinin seçmen tabanı, örgütlerinin büyük bir bölümü “solcu”, yönetim ise “merkezci/liberal”dir. Ciddi bir kopukluk söz konusudur. 

- Burjuvazi ve liberallerin, İslamcı faşizmle çıkar ortaklığına teslim olduklarını ve bu deformasyonlara karşı mücadelenin sosyalistlere düştüğünü söylemiştiniz. Sosyalistler neler yapmalı? 
Bugünün Türkiye ortamında siyaset yelpazesinin “Cumhuriyetçi” kanadı nerede yer alıyor?  Bazen “Cumhuriyet kazanımları” diye de ifade edilen aydınlanma değerlerini (başta laikliği) ödünsüz sahiplenmek, savunmak, Kemalist devrimlerin mirasçısı CHP’den beklenir.  Bugünkü parti yönetimi ise, “halkımızın dinî hassasiyetlerini gözetme” bahanesi altında İslamcı uygulamalara, baskılara, anayasal ihlallere karşı mücadeleden ısrarla kaçınmaktadır. Son tahlilde siyasal İslam’ı güçlendiren bu edilgen tavrına rağmen CHP, yine de Merkez-Cumhuriyetçi bir parti sayılabilir. Belki de bünyesine yerleşmiş sembolik Kemalist kalıntılar sayesinde… Hem neoliberalizme savrulması, hem de İslamcı uygulamalara karşı teslimiyeti, CHP’nin Sol-Cumhuriyetçi bir kimlik kazanmasını engellemektedir. 
Bu durumda Cumhuriyet değerlerini militanca savunma görevini sosyalist sol üstlenmiştir. Gözlemler bu tespiti doğruluyor. Devletin ve toplumun İslamcı doğrultuda biçimlenmesine karşı çıkan örgütlerin, hareketlerin dökümünü yapın; sosyalistler öne çıkacaktır. 

İslamcı ideolojinin emekçi, yoksul katmanlarda giderek hâkim olması, sosyalizmin emekçi sınıflar saflarında yaygınlaşmasını da frenlemektedir. Aydınlanmacı önceliklerin sosyalist akımlar tarafından sahiplenilmesinin doğal, zorunlu bir nedeni de budur.

Sosyalist partiler, örgütler parlamenter düzlemde fiilen etkisizdir. Ancak, gençlik, emekçi, halk sınıfları örgütlenmelerinin zaman zaman ön saflarında yer alırlar. Parlamentonun iki büyük muhalefet partisi olan CHP ve HDP’nin milletvekilleri, hatta yönetimleri içinde de sosyalistler daima var oldu. Sosyalizmin, Marksizmin Türkiye’nin düşün alanında küçümsenmeyecek etkisi sürmektedir. 

- AKP iktidarı ve onun getirdiği sağ bakış açısının yapılan son yerel seçimlerde gerilediğini gördük. Türkiye’de solun geleceği açısından umut var diyebilir miyiz? 
AKP iktidarı temsilî demokrasi kuralları çerçevesinde nasıl son bulacak? Yanıt, 2015 Haziran genel seçimlerinde ve 2019 yerel seçimlerinde gerçekleşti: Merkez Cumhuriyetçi (CHP) ve milliyetçi partiler ile Kürt siyasetinin fiili ittifakı ile… 2015’te AKP’ye karşı sert bir muhalefet gerçekleştirmiş olan MHP’nin rolü 2019’da İyi Parti tarafından devralındı. 2015’te HDP lideri Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” söylemi, milliyetçi Türk seçmeninin geleneksel tepkisini aşındırdı. 2019’da da HDP “Millet İtifakı”nı dıştan destekledi.

2019 yerel seçimlerinde Cumhuriyetçi ve sosyalist solun taban örgütlenmesi ve sandıklara militanca sahip çıkması da etkili oldu.

AKP iktidarı ve Saray, iki seçim sonrasında da yenilgiyi benzer hamlelerle yanıtladı: Cumhuriyetçi ve milliyetçi partiler ile HDP arasındaki fiili ittifaka son verecek “karşı saldırılar”… Haziran-Kasım 2015 arasında bu operasyona Kandil’den kaynaklanan “özerklik ilanı ve hendekler” katkı yaptı. 2019’da Saray’ın Suriye’deki askerî operasyonu, iç siyaset önceliği taşıyan bir hamle oldu. CHP ve İyi Parti tarafından 2019 Suriye operasyonuna verilen açık desteğe rağmen HDP’nin temkinli, sağduyulu bir tutum izlemesi dikkat çekicidir.  

AKP / Saray iktidarının “uzatmaları oynadığı” düşüncesindeyim. Temsilî demokrasinin normal kuralları içinde vadesi dolmuştur. İslamcı faşizme kesin geçişi tamamlayacak bir “Saray darbesi” olası mıdır? Öngörü yapamam. “Normal” ortama ilişkin konuşabiliriz. 

Egemen güçler, AKP’den kopmalar sonrasını içeren bir Merkez Cumhuriyetçi, milliyetçi Sağ ve ılımlı İslam koalisyonunun tasarımı içindedir. CHP’nin Merkez’de yer aldığı bu ortamda, sosyalist sol, önemli ve üçlü bir programı savunmak, kısmen üstlenmek durumunda olacaktır: Parlamenter sisteme dönüşün demokratikleşerek gerçekleşmesi; hukuk, eğitim, kamu yönetiminde İslamcı uygulamaların tümüyle tasfiyesi ve emek-karşıtı neoliberal uygulamalara karşı mücadelenin öncülüğü… İlk iki göreve, CHP ısrarla davet edilmelidir. Sonuncu “görev” sola özgüdür; düzen partileri dışındaki mücadele alanını oluşturur. 

Korkut Boratav / SOL

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı+Gündem" -5 Temmuz 2025-

CHP'li belediyelere operasyon sürüyor: Adıyaman, Adana ve Antalya Belediye Başkanları gözaltında CHP'li Adıyaman Belediye Başkanı Ab...