BOĞAZİÇİ’NİN BUZ TUTTUĞU GÜNLER. Bir yol gider Üsküdar’dan Beşiktaş’a - Ahmet Eken / 1+1 FORUM

Meteoroloji idaresi kışın İstanbul için mutad uyarılarını yine yapıyor, kar ve soğuk geliyor diyor. Bazen bu tahminler ürküttüğü kadar netice vermese de, bazen de şehirde hayat iptal olabiliyor. İstanbul’un karakış tarihinde kısa bir gezinti…
                      Fotoğraflar: Cengiz Kahraman, 1929 Kışı –Bir Şehir Efsanesi

Meteoroloji uzmanlarına göre İstanbul’un değişik hava akımlarının farklı yönlerde koridor oluşturduğu bir yerde bulunması ve doğal yapısının karmaşık olması gibi nedenlerden dolayı, şehrin iklimi de bu karmaşık yapıyı yansıtıyor. Yayıldığı bölgede genel olarak üç ayrı iklim tipinin, yani Akdeniz Bölgesi’nin ılıman, Karadeniz kıyılarının nemli ve iç bölgelerin karasal ikliminin özelliklerini görmek mümkün. Bu farklı iklim tiplerinin etkileri bazen art arda görüldüğü gibi, bazen de yan yana görülebiliyor. Bu nedenle İstanbul, Marmara bölgesindeki öbür illerden biraz daha farklı klimatolojik olayların yaşandığı bir yer. Ve yine bu nedenle sabah az gelen palto, öğleden sonra yük haline gelebiliyor.
Ancak, sonuç olarak İstanbul iklimi ılıman, orta derecede yağış alan bir yer. Yaşanan bazı istisnai olaylar zaten adı üstünde istisnai oldukları için ılıman tanımlamasını yalanlamıyor.
Çok konuşulan ve endişe yaratan iklim değişikliğine gelince, eğer denilenler doğru çıkarsa, o zaman kaçacak delik arayacağız! Ancak, yazının konusu bu değil. Anlatacaklarım olup bitmiş olaylar.

Bizans’ta buzlu günler

İstanbul, karlı bir şehir değil. Kısa süreli kar yağışları olsa bile genellikle bir müddet sonra kesiliyor ve genel olarak mevsim normallerini yaşamaya devam ediyoruz. Ancak, bazen böyle olmamış. Kuzeyden öyle soğuklar gelmiş ki, yağan kar durmak bilmemiş, sadece kara değil, deniz de donmuş. Dönemin tarihçileri olanları yazdığı gibi, dönemin şairleri de en zarif üslûplarıyla tarih düşürmüşler. Olabileceği kadar gerilere gidip şu yaşananlara bir bakalım.
“Tarihen sabittir ki Bizanslılar döneminde birkaç kere Boğaz’ın donduğu olağanüstü soğuklar yaşanmış ve Asya’dan Avrupa yakasına yürüyerek geçilmiştir…”
Ancak, daha sonra, uzun bir zaman bu konuda tarihçilerin eserlerinde bir bilgi okumuyoruz. “Tarih Boğaz’ın donmasını ancak 739’da saptar. Bu olay kısa bir süre sonra 753’te yinelenir” diyen doğabilimci Tchihatchef, şöyle devam ediyor: “Felaket 755’te bir kez daha görülür. Karadeniz, İstanbul ve Çanakkale boğazları buzla kaplanmıştır. Yedi yıl sonra (şiddetli soğuklar bir kez daha geri gelir.) Patrik Nikephoros 762 kışının İstanbul’daki korkunç sonuçları hakkında bize ilginç bilgiler verir. Sonbaharın başında olağanüstü soğuklarla kış geliverdi; tüm sular dondu ve bu dönüşümün sadece tatlı sularda değil, tuzlu deniz suyunda da ortaya çıkışı kent sakinlerini derinden etkiledi. Böylece yaklaşık 100 millik (150 km) bir mesafede, Karadeniz en kuzeydeki bölgelerde görülene benzeyen bir buzla kaplandı… ayrıca o kadar inanılmaz boyutta kar yağdı ki, buzun üstü dokuz metre kalınlıkta bir tabaka ile örtüldü. Bir süre sonra (buz) çok sayıda kütleye bölündü… Rüzgârla sürüklenen pek çoğu Boğaz’a hücum etti ve suyolunun tüm kıvrımlarını doldurup Avrupa sahilini Asya’ya bağladılar, iki kıta arasında öyle bir ulaşım yolu oluşturdular ki artık Boğaz’dan yaya olarak geçiliyordu… Karadeniz bir sonraki yüzyılda yeniden donmuştur.”
Ancak, bu donmalar hakkında elimizde yeterli bilgi bulunmadığını söyleyen yazar, 1011 yılında Boğaz’ın yeniden buzlarla kaplandığını belirtiyor. Bu tarihten sonra iki yüzyıl boyunca Bizanslı yazarlar, benzer bir olguya değinmiyor.
Bizans İstanbul’unda son donma olayı 1232 yılında, İmparator III. Dukas zamanında yaşanmış. Çok sıcak bir yazın ardından gelen sert kış ve donma Boğaz’ı kapamış.

Boğaz’dan yürüyerek geçmek

Bu olaydan sonra dört yüzyıl boyunca İstanbul’da başka bir donma olayı görmüyoruz, ancak 1621 senesinin ocak ayında, şiddetli soğuklar denizin donmasına neden olmuş.  Tarihçi Joseph Von Hammer (1774 - 1856), İstanbul ve Boğaziçi adlı kitabının “Rüzgârlar, Sıcaklar ve Soğuklar” başlıklı bölümünde şu bilgiyi veriyor: “Tarihen sabittir ki Bizanslılar döneminde birkaç kere Boğaz’ın donduğu olağanüstü soğuklar yaşanmış ve Asya’dan Avrupa yakasına yürüyerek geçilmiştir. Türklerin ilk defa Bizans İmparatorluğu’nun bazı şehirlerini kuşattığı 923 ve 934 yılları arasında, Romanus idaresi döneminde ve Türklerin Dukas yönetiminde 1252 yılında ilk anlaşmayı yaptıkları yıl olağanüstü soğuklar yaşamış, 401 yılında Arcadius rejimi sırasında da deniz yirmi gün boyunca donmuştu. Constantine Copronymus hükümdarlığı döneminde deniz yüzen bir buz haline gelmiş. Ve on yıl sonra 763’de deniz karadan yüz adım ötesine kadar ta şehrin surlarına kadar yükselen yüzen buz haline gelmişti.”
Neşati doğal afet için “Be medad dondu bin otuzda soğukta derya /  Üsküdar ile Sıtanbul arası dondu kamu”, Haşimi Çelebi de “Yol oldu Üsküdar’a bin otuzda Akdeniz dondu” dizeleriyle tarih düşmüşler.
Doğabilimci Pierre de Tchihatchef (1808-1890), 1864 yılında yayınlanan ve Hammer’in çalışmasıyla aynı adı taşıyan kitabında, Haliç ve Boğaziçi’nin buzlanmasını daha ayrıntılı olarak inceliyor. Karadeniz bölgesindeki soğumaya paralel, nadir de olsa görülen bu donma vakalarını kronolojik olarak anlatan yazar, bazı antik dönem yazarlarının Karadeniz ve civarında yaşanan donma olaylarından söz ettiğini alıntılarla gösterdikten sonra, bunlardan Ammianus Marcellinus’un MS 401 yılında, Karadeniz’in neredeyse tamamen donduğunu, Marmara Denizi’nde de dev buzdağları gördüğünü ifade ediyor.
Şubat başında Haliç’in ve Boğaziçi’nin buzlarla kaplandığını, Üsküdar ile Beşiktaş arasında insanların yürüyerek gidip geldiklerini, kıtlık ve pahalılık olduğunu anlatıyor. Bir başka tarihçi Na’imâ da, 15 gün boyunca kar yağdığını, soğuğun şiddetinden denizlerin baştanbaşa donduğunu, ancak akıntı ortasında biraz açıklık olduğunu söylüyor. Bu bilgileri kendisine borçlu olduğumuz Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları adlı kitabında “Zahire gemilerinin işlememesi sonucunda da İstanbul’da tam bir kıtlık yaşandı ve 75 dirhemlik (bir dirhem eşit 3,2 gr) ekmek bir akçeye, etin okkası 15 akçeye fırladı” diyor. Neşati, bu doğal afet için “Be medad dondu bin otuzda soğukta derya /  Üsküdar ile Sıtanbul arası dondu kamu”, Haşimi Çelebi de “Yol oldu Üsküdar’a bin otuzda Akdeniz dondu” dizeleriyle tarih düşmüşler.

Haliç’te buz ovası

Bir başka şiddetli kış 1755 yılında yaşanmış ve Haliç donmuş. İnsanlar, Hasköy’den Eyüp’e yürüyebilmişler. Bu kış için Tchihatchef, “sadece Haliç’in tamamını değil, Boğaz’ın güneyindeki bir bölümünü de kaplayan sürekli bir buz örtüsünün suyolundan epey içeri uzandığını ve belki de kuzey rüzgârının etkisine çok açık olan Kuzey ağzına dek ulaştığını düşünmek yerinde olacaktır” diyor.
Aradan 68 yıl geçer ve İstanbul kıyıları ve Haliç bir kez daha donar. Ancak bölgede donan sadece İstanbul değildir. Karadeniz’in kuzey kesimi de buzlanmıştır. Bu donma olayından 16 yıl sonra benzer bir olay yeniden yaşanır. Ve artık gazeteler olduğu için, oralara haber olacaktır: “Haliç’in tersaneye ve daha ileride Kâğıthane’ye uzanan kesimleriyle Humbaracı Kışlasının Feshane’ye bakan bölümü buz ovasına dönüştü.” Tarih: 14 Şubat 1849.
1862 yılının kışı da hayli sert geçmiş, Rusya’yı ve Karadeniz havzasını etkileyen soğuklar buralara kadar uzanmış ve ocak ayının başlarında Haliç köprüye kadar donmuş.
20. yüzyılda da buzlar İstanbul’u ihmal etmemiş ve 1929 ve 1954 yıllarında Tuna nehrinden gelen buzlar Boğaziçi’ni kaplamış. Ancak devir fotoğraf devri olduğu için fotoğrafçılar bu olayı güzelce görüntülemişler. Böylece onca buzlanma arasında bu buzlanmalar, fotoğrafları çekilen ilk vakalar olarak tarihe geçmiş!

Ahmet Eken / 1+1 FORUM 
KAYNAKÇA
Joseph Von Hammer, İstanbul ve Boğaziçi, cilt.1, çev. Senail Özkan, Türk Tarih Kurumu, 2011
Pierre de Tchihatchefİstanbul ve Boğaziçi, çev. Ali Berktay, İş Bankası Kültür Yayınları, 2019
Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, Oğlak Yayınları, 1999
Meral Avcı, “Doğal Yapı”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 1993
Eşher Berköz - Gül Kocaaslan, “İklim”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 1993
Fotoğraflar: Cengiz Kahraman, 1929 Kışı –Bir Şehir Efsanesi, İş Bankası Kültür Yayınları, 2007

Türkiye nasıl tampon oldu?(Silivri'den 5. mektup) - Barış Terkoğlu

Milli siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam ve öz şudur: Milli sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak millet ve memleketin gerçek saadet ve refahına çalışmak... Genellikle milleti uzun emeller peşinden yorarak zarara sokmamak... Medeni dünyadan, medeni, insani ve karşılıklı dostluk beklemektir.
Atatürk, Nutuk’ta “milli siyaset”i böyle tanımlıyor. Adresini ise Meclis olarak gösteriyor. Öyle ya; TBMM, Cumhuriyetten tam üç buçuk yıl önce kuruldu. Vatan savaşa savaşa olduğu kadar, konuşa konuşa da kurtuldu. Adı bile tartışıldı. Kurultay mı, şûra mı, meclis mi? Basit ama başındaki Türkiye adı bile yenilikti, açılıştan 9 buçuk ay sonra eklendi.
Şimdi Meclisimiz 100 yılı aştı. Sınırlarımızda mülteciler Yunanistan’a doğru koşarken, iktidar “açtık kapıları” diye bağırırken, ordumuz İdlib’de bir ileri bir geri giderken sormadan edemiyorum: Biz kuruluşta konuştuk da 100 yıl sonra neden konuşamıyoruz ya da dinlemiyoruz?
Erdoğan niyetini söylemişti
Günlerdir AB ile imzaladığımız Geri Kabul Anlaşması’nı ve Meclis’te kabulünü sağlayan tutanakları okuyorum. Perşembenin gelişi, değil çarşambadan, 6 sene önceden belliymiş.
16 Aralık 2013’te imzaladığımız anlaşma, görüntüde Türkiye üzerinden Avrupa’ya göçü önlemeyi hedefliyor. Özünde ise Avrupa’nın mülteci yükünü Türkiye’ye devrediyor. Zaten imza atıldığı gün Başbakan Tayyip Erdoğan da “Biz Avrupa’ya yük olmaya değil, yük almaya gidiyoruz” diyerek safça ama açıkça niyetini anlatıyor. Nihayetinde anlaşma, 6 yıl boyunca Avrupa’nın kendisine gelen göçmenlerden işgücünü değerlendirebileceklerini seçip, gerisini Türkiye’ye göndermesine yarıyor. İnsan hakları sözleşmeleri gereği, göçmenleri çıktıkları ülkelere gönderemeyen Avrupa, onları Türkiye’de depoluyor. Çanakkale’den Bodrum’a tüm göç yollarını kapatan Türkiye, İdlib kriziyle patlıyor. Peki, Türkiye’ye ne vaat ediliyor? 2017 sonunda Türk vatandaşlarına vizesiz Avrupa. Aslında tüm AB adayı ülkelere verilen bu hakkı da alamayan Türkiye, 6 yıl boyunca “tampon devlet” rolüyle cezalandırılıyor. Savaştan, yıkımından, yoksulluktan kaçan mültecilerin insani hakkını gasp ederek Türkiye’yi onlar için hapishane yapan politikayı AB hazırlayınca, sivil toplum örgütleri de cılızlaşıyor. Sonunda mülteciler sınıra yığarak “yallah Avrupa’ya” diyen zavallı dış politika ile yüzleşiyoruz.
Ancak sömürgeler imzalar
Gelelim tutanaklara...
Anlaşmanın tartışması 19 Haziran 2014 tarihinde öğleden sonraki oturumla başlıyor, 25 Haziran 2014 akşamı saat 19.55’te bitiyor.
Neler mi söyleniyor?
Faruk Loğoğlu (CHP): Türkiye, sayıları giderek artacak yasadışı göçmenlerin barındığı ve uzun süreler kalacağı bir ülke haline gelecektir. Buna karşılık, vize kolaylığı en erken üç buçuk yıl sonra devreye girecektir. O da farklı koşullara ve AB tarafının yapacağı değerlendirme ve karara bağlı olacaktır .(...) Bu anlaşmayı geri çekin, eksiklikleri gidermek için AB ile masaya yeniden oturun ve yeniden müzakere edin, biz de size yardımcı olalım ve konuyu ulusal çıkarlarımız doğrultusunda tekrar değerlendirelim.
Tunca Toskay (MHP): AB en önemli sorunlarından bir tanesini hiçbir maliyete katlanmadan çözüyor, biz de göçmenler için depo ülke olma niteliğini kabul etmiş oluyoruz. Size şu kadarını söyleyeyim. Avrupa’da bu, Almanya’da özellikle, çok tartışıldı. SPD’de İçişleri Bakanlığı yapmış olan Otto Schiff şunu söyledi: “Acaba Kuzey Afrika’da bir ülkeyi razı etsek, orada geniş kamplar yapsak, bu yasadışı göçmenleri oraya göndersek mümkün olur mu?” Şimdi ona gerek kalmadı. Türkiye gönüllü olarak “Belki bana vize muafiyeti verirler” diye bunları almayı kabul ediyor.
Erol Dora (HDP): Türkiye’deki yetkililerin geri kabul anlaşmasını iç kamuoyuna AB ile vizelerin kaldırılması olarak lanse etmeleri; AB’nin de bu anlaşmanın göçmenlerden ucuza kurtulma olduğunu kendi kamuoyuyla paylaşmakta sakınca görmemesi, insan haklarının gerek dış politik pazarlıklarda ve gerekse iç politikada iktidar yarışına kurban edilme çabasının görünür bir kanıtı niteliğindedir.
Oğuz Oyan (CHP): Vize servisi diyaloğu tamamen ucu açık bir diyalogdur. Oysa geri kabul anlaşması hemen şimdi yürürlüğe girmektedir. Yani aradaki bu kadar büyük orantısızlık ancak bir sömürge ülkesiyle o hâkim ülke arasındaki bir anlaşmada olabilirdi.
Aldatmaya alışmışsınız
Osman Korutürk (CHP): Okumuyorsunuz, bakmıyorsunuz, dinlemiyorsunuz, bu anlaşmaları yapıyorsunuz. Bu anlaşmayla alacağınız yükün altından çok zor kalkacağınızı, bu yükün altına hepimizin de birlikte girmekte olduğumuzu burada ben bir kez daha söylüyorum. Kayıtlara, tutanaklara geçiriyorum. Lütfü Tükkan (MHP): AB birtakım fonlar verecekmiş. Diyor ki siz benim çöplüğüm olun ama ben de size fonlar vereceğim. Türkiye’nin hani ekonomisi bu kadar iyiydi?
Hasip Kaplan (HDP): Geri kabul sözleşmesi neo-kolonyalist bir sözleşmedir arkadaşlar. (...) Avrupa’ya giden mültecilerin yüzde 65’i Türkiye üzerinden gidiyor arkadaşlar. Türkiye bir geçiş ülkesidir. Ve Türkiye üzerinden giden herkes yakalandığı zaman Türkiye’ye gönderilecektir. Bütün masrafı Türkiye yüklenecektir.
Faruk Bal ( MHP): Sayın Bakanım, AB bu vizeyi kaldırmayacak. AB, “Türkiye’yi üye olarak almayacağız, bunu nasıl söyleyeceğiz” diye çırpınıyor. Ama siz aldatılmaya ve kandırılmaya alışmış bir parti olarak aldatılmaya devam etmek istiyorsunuz. (...) Mesele gayet net. AB; Libya’dan, Tunus’tan, Fas’tan gelen, safra olarak gördüğü kişileri ağırlıklı olarak Türkiye’ye postalayacak.
Mahmut Tanal (CHP): İnsan Hakları Komisyonu üyesiyim. İtalya’ya gittiğimiz zaman şu söylendi bize: “Teşekkür ediyoruz size. Bu göçmenlerle ilgili sözleşmeyi imzalıyorsunuz, bu göçmenlerden kurtuluyoruz.
Celal Dinçer (CHP): Göçü önleme sorumluluğu, anlaşma ile Türkiye’ye verilmektedir. AB’ye anlaşmanın yürürlüğe girmeden önce göç edenleri Türkiye’ye yollama hakkı vermektedir. 5 yıl önce göç etmiş kişileri bile...
Alim Işık (MHP): Gelin, hep beraber, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni güce kavuşturacak dayanışma içerisinde buna “hayır” diyelim. Bugün bunu imzalarsanız, yarın başka şeyi size dayatacaklar.
Depo, tampon, sömürge
Sayfalar dolusu tutanağın özeti böyle... Kimi kızan, kimi yalvaran tondaki ricaları iktidar dinlemedi. Göçmen krizinin abartıldığını, Türk vatandaşlarının 2017 yılı sonunda Avrupa’da vizesiz gezeceğini anlattılar. 6 yıl boyunca göçün önlenmesine Suriye meselesinin çözümsüzlüğü de eklenince kriz, muhalefetin bile tahmininin ötesine geçti. 6 yıl önce muhalefetin deyimiyle “depo, tampon, sömürge” olmak kabul edilirken, 6 yıl sonra “Ey Yunanistan” demek, hafızası olmayanlara zafer diye satıldı.
Sonunda bağırsaklarınızın patladığı bir yemeği ziyafet diye anlatabilirsiniz. Yeter ki sizin için masal anlatmaya hazır adamlarınız olsun.
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Dünyaya 'el yıkamayı' öğreten komünist - Gamze Erbil

Yeni koronavirüs salgını nedeniyle ‘ellerimizi nasıl yıkamamız gerektiğini’ konuşurken asepsinin yani ellerin hastalığı taşımaması için yıkanması gerektiğinin ‘mucidi’ Ignaz Semmelweis yeniden dünyanın gündeminde.

Salgın başladığından beri “elleri 20 saniye sabunla ovuşturarak yıkama” uyarılarını dinlerken konunun google tarafından bu şekilde hatırlatılması insanlık için olumlu bir şey çünkü “el yıkama” denildiğinde Semmelweis'in “trajik hikayesi” pek de hatırlanmak istenmiyor. Çünkü yaşadığı dönemde bulguları bir türlü hak ettiği bilimsel itibarı kazanmıyor ve kapitalizm, tutuculuk ve dışlanma karşısında bilimin nasıl çaresiz kalabileceğini gösteren hikayelere fazla meraklı değil.
El yıkama buluşu “koruyucu hekimlik” bahsine dokunduğu için de aslında sistemin yine pek meraklısı olmadığı bir konu. Bırakın el yıkama işlerini dini ritüelleriyle çözsünler… Tıp tarihindeki hikayesine ne gerek var değil mi?

Ancak, önünde sonunda hekimliğin tedavi etmekten ibaret bir alan olmadığı, hastalığı sağaltan pratik kadar önemli bir unsurunun önleyici pratik olduğu tamamen gözardı edilemiyor. Çünkü türümüz bu olmadan yapamaz ama olabildiğince sistematiğinden çıkarılarak ve şirketlerin ve küresel organizasyonların ortaklığında düzenlenen kampanyalarla yürütülüyor bu çalışmalar. İlk Küresel El Yıkama günü 2008'de 15 Ekim'de başlatılmış, bir dizi adım atılmış. Bu konuda bir site de açılmış: https://globalhandwashing.org. Ancak Semmelweis'in hikayesi fazla gündemde değil ortamlarda.

SEMMELWEIS REFLEKSİ
Yıllar sonra itibarı iade edilen* ve hatta ismi “yeni bir bilgi ya da kanıtın, yerleşik norm, inanç ya da paradigmalarla çeliştiği için refleks olarak reddedilmesi” durumunu tarif etmek için Semmelweis refleksi ya da Semmelweis efekti şeklinde kullanılmaya başlanan bu komünist hekimin hikayesini bugünlerde bir kez daha görünür hale getirmek gerekiyor.

ALTIN ÇAĞIN ÖNCÜ HEKİMLERİNDEN
Alman asıllı Macar hekim Ignaz Semmelweis, “döneminin insanı” olarak niteleniyor ve o dönem hekimlerin altın çağı olarak görülüyor. Çünkü artık hekimler kadavralar üzerinde bilimsel çalışmalar yapıyor ve açıklamalarını “kötü hava şartları ya da kötü ruhlar” üzerine kurmuyor.
Döneminin insanı, Semmelweis önce hukuk alanına yöneliyor ancak daha sonra sağlıkta uzmanlaşmayı seçiyor. Hekimlik eğitiminden sonra Viyana Hastanesi'ndeki doğum kliniğinde çalışmaya başlıyor, kadavralar üzerinde araştırmalarını sürdürürken, klinikteki lohusa humması vakaları ve yaşanan ölümler üzerine yoğunlaşıyor.

Daha sonra bilimsel keşfinin temel bulgularını aktardığı “The etiology, concept, and prophylaxis of childbed fever” (Lohusa ateşinin etiyolojisi, kavramı ve profilaksisi) makalesinde de belirttiği şekilde, konuyla ilgili bir dizi gözlem ve deney yapıyor.

Hastanenin iki doğum kliniği var ve bunlardan birinde lohusa hummasının sebep olduğu ölümlerin diğerine nazaran daha fazla olduğu görülüyor. Ölüm oranlarındaki bu farkın nedeni üzerine bir dizi hipotez geliştiriyor; yatakların konumu, kliniklere bakan hekimlerin (bu klinikler başlangıçta kadın ve erkeklerin baktığı klinikler olarak ayrılırken daha sonra birinde hekimler, diğerinde hemşireler hasta bakıyor) özellikleri, sokak doğumlarıyla kliniklerde yapılan doğumlardaki ölüm oranları vs.

'MİKROP'UN İLK NÜVESİ
Ancak Semmelweis'ın asıl buluşunu yapmasını sağlayan kıvılcım, 20 Mart 1847'de hastanedeki bir adli tıp hekiminin ölüm nedenini öğrenmesiyle parlıyor. Tıp öğrencileriyle adli çalışmalarını sürdüren Profesör Jacob Kolletschka, daha önce otopside kullanılan bir bıçağın eline saplanması sonucu hastalık kaparak ölüyor. Kolletschka'nın ölüm hikayesinde, lohusa humması ölümlerinin benzeri semptomlarını okuyan Semmelweis klinikler arasındaki ölüm oranlarının farklılığının açıklamasını buluyor: Birinci klinik, otopsiye giren tıp öğrencilerinin taşıdığı çürük bedensel organik cisimler (faul animal organic matter) nedeniyle daha fazla ölümün yaşandığı kliniktir.

Hekimlerin altın çağı olsa da dönem “mikrop” kavramının oluşmadığı bir dönem; Semmelweis bu cisimleri germ (mikrop) olarak adlandırıyor, ancak buluşu o dönem “Semmelweis refleksi”nin kabul gördüğü bir dönem olmadığından bu refleksin kurbanı oluyor.

EL YIKAMANIN ÖNLEYİCİ NİTELİĞİ
Semmelweis, tıp otoritelerine bir türlü kabul ettiremediği için ilerletemediği bu buluşun ardından, ölümleri engellemek için yöntemler geliştiriyor. Önce klorlu sıvı, daha sonra maliyeti nedeniyle kireçli sıvı kullanımını uygulayarak ölüm oranlarının düşüşünü gösteriyor. Otopsiye giren hekimlerin, hamile ve lohusalarla temasında kireçli suyla ellerini yıkamaları, ölüm oranlarında gözle görülür düşüşlere neden oluyor.

Yine de bu uygulama önerisi kurumsal bir prosedür haline getirilemiyor. Semmelweis'ın buluşu uzun süren tartışmalara neden oluyor. Bir açıklamaya göre, tıp camiasında kimi hekimler kendilerinin (henüz tanımlanamamış) bir şeyleri hastalara taşıdığı fikrine öfke duyuyor.

Ama biz meselenin bundan ibaret olmadığını, sonraki dönem verdiği mücadelede Semmelweis'ın buluşunun insanlığa malolmasının yalnızca tıp alanının tutuculuğu değil, komünist kimliği nedeniyle de engellendiğini biliyoruz.

Dönemin öncü bilim insanlarından Semmelweis, bu dışlanmanın ağır yükünü taşıyamıyor ve girdiği ağır depresyon sonucu akıl sağlığını koruyamıyor. Ölümüne neden olan sürecin nasıl geliştiğine dair karanlık noktalar olsa da, 1865'te bir psikiyatri kliniğine yatırılmasından iki hafta sonra enfeksiyondan öldüğü biliniyor.
Semmelweis'ın buluşu, Louis Pasteur'ün mikrop teorisini doğrulaması, Fransız mikrobiyologlarının araştırmaları üzerinden Joseph Lister'ın hijyen yöntemlerini kullandığı pratiklerin büyük başarılar sağlaması sonrasında yaygın kabul görüyor.

KAPİTALİZMİN İADE-İ İTİBARI
Evet, “Semmelweis'in buluşunun önemi ölümünden sonra anlaşıldı” ve adını taşıyan üniversite (Budapeşte'de tıp ve sağlıkla ilişkili diğer disiplinleri kapsayan Semmelweis Üniversitesi), müze ve kitaplık (Budapeşte'deki evi bugün Semmelweis Tıp Tarihi Müzesi) klinik (Viyana'da bir kadın hastanesi olan Semmelweis Kliniği) ve hastaneler (Miskolc'da Semmelweis Hastanesi) yapıldı. Heykelleri dikildi.

Oysa yaşadığı dönemde verdiği mücadelenin doğru tarihinin yazılması ve kendi kimliğine uygun şekilde hatırlanması için, bağlandığı ideallerin gerçeklik bulduğu bir toplumsal düzen kurulması gerekiyor. Verdiği mücadelenin karşılığının pratikte hayat bulduğu bir sağlık sistemini kuracak bir toplumsal düzen.

İyi ki yaşadın, iyi ki “el yıkamayı” öğrettin Semmelweis yoldaş!

Gamze Erbil / SOL

'Altı bin çalışanın hepsi evde şu an, ne olacak bilmiyor' - Pınar Öğünç

Bu virüs olayı Türkiye'de patlak vermeden önce bir önlem alınmamıştı, sonra da sadece müşterinin kendi bardağına kahve uygulamasını kestiler. Maske, eldiven, dezenfektan talebinde bulunmuştuk. Temizlik için verilen eldivenleri mağaza dışına çıkartamazsınız diye mail geldi. O kadar.


26 yaşındaki S.D. altı yıldır Starbucks’ta çalışıyor. Aklında sorular… Acaba önlem alınmayan haftalar boyunca virüs kaptı mı? Risk grubunda olmasına rağmen çalışmaya devam eden annesiyle birlikte aileyi geçindirdiği için, şunu da bilmek zorunda: Acaba artık işsiz mi?

Şu an işsiz miyim bilmiyorum. Beyaz yakalıların geldiği bir plaza mağazasında çalışıyorum. Korona virüsünün birinci gününde bizim plazada kimse kalmadı. Kuryeler, bilgisayarını eve götürmek isteyenler; sadece bunlar. Ciro yarıya indi zaten. Sağlık Bakanlığı’nın kafeteryalarla ilgili kararıyla da kapandı. Hazırlık yapın falan diyen olmadı. Her gün kapanışı yaptığımız yedi buçukta haber geldi. Mağaza dışındaki kimseye belli etmeden, kaos ortamı yaratmadan mağazayı kapatmamız istendi. Vardiyamızın dışında bir de iki buçuk saat mesai yaptık, her şeyi topladık. Ama mağazayı tamamen mi kapatıyoruz bilmiyoruz. Masa, sandalye, makineler, her şey naylonlandı. Beş yüz Starbucks var Türkiye’de, altı bin çalışanın hepsi şu an evde, ne olacak bilmiyor. Kimse bir açıklama yapmıyor. Sağdan soldan duyduğumuz, Starbucks’ın acil durum paketi varmış böyle durumlar için. Tecrübeme dayanarak, belki bu ayki maaşımız yatırılır diyorum ama daha evde kalırsak fazlasını yatıracaklarını düşünmüyorum.

Bu virüs olayı Türkiye’de patlak vermeden önce bir önlem alınmamıştı, sonra da sadece müşterinin kendi bardağına kahve uygulamasını kestiler. Maske, eldiven, dezenfektan talebinde bulunmuştuk. Temizlik için verilen eldivenleri mağaza dışına çıkartamazsınız diye mail geldi. O kadar. Bir sürü insanla muhatap oluyoruz, virüslü birine temas edersek binlerce kişiye bulaştırabiliriz, ailemize taşırız diye kendi aramızda konuşuyorduk. Eğer kapatılmasaydı imza kampanyası başlatacaktık ücretli izin için. Ama Bakanlık demeseydi emin ol kapatmazlardı, öyle devam ederdi.
Ailemle yaşıyorum, bir abim, okuyan bir kızkardeşim var. Babam kalp hastası, çalışmıyor. Annemle ben geçindiriyoruz evi. Annem bir yemek şirketinde çalışıyor. Aslında risk grubunda, kalp ritim bozukluğu da var. Bir de nişanlıyım, ekim sonu evleneceğiz. O da Starbucks’ta çalışıyordu, beşinci senesinde askere gitmek için ayrıldı. Evlilik hazırlıkları da benim üzerime bindi yani. Maaş yatacak mı bakacağım, sonra gündelik olur, başka bir şey olur iş bakacağım mecburen. Bu süreçte iş bulmak ne kadar mümkün bilmiyorum ama bir şekilde bu eve de yemek girmesi gerekiyor.

18 yaşımda Burger King’de çalışmaya başladım ben. İki sene dayanabildim, o da mecbur olduğum için. Çok uzun saatler çalışıyorsun, gecen gündüzün belli değil, iğrençti. Oradan sonra bir tanıdık vasıtasıyla Starbucks’ta başladım. Bu altı yılda beş lokasyon değiştirdim, senin bir yerde çok uzun çalışmanı istemedikleri için, ihtiyaç olan mağazaya göre yerini değiştirirler. Körleşmemen, farklı profiller görmen için de yaparlar bunu. Mağazalar arasında da uçurum farklar olabiliyor tabii. Plaza mağazalarıyla mesela Kadıköy gibi cadde mağazaları asla bir değildir. Cadde mağazasında sirkülasyon fazladır, daha yorucudur. Plazada sürekli aynı tipleri görürsün. İş yükün bir tık daha azdır. Genel olarak, insanlar giriş-çıkış saati belli, bir de maaşı günü gününe yatıyor diye Starbuckslarda çalışmayı tercih eder. Çalışanlara bakın, krediyle, bankayla uğraşanlardır çoğu. Beni de orada tutan buydu, ben de dört sene kredi ödemek zorunda kaldım.
Kimse haftada beş gün on saat ayakta durup da, milletin ağız kokusunu çekip de işimi seviyorum, bayılıyorum falan diyemez. Ben onlardan değilim. En çok yıpratan şey insan tribi. Kahve biraz keyif işidir, kimse mecbur olduğu için içmez. Ama gelip de senin üzerinde egosunu tatmin etmeye çalışan insan sayısı çok fazla. Bir senedir plazada çalıştığım için CEO’dur, müdürdür, böyle tiplerle muhatap oluyorum. Kadıköy’de fakir bir insanın kahve içmesinden farklı oluyor tabii. Onların egoları, beklentileri, sen onları mutlu etmek zorundaymışsın gibi davranmaları insanı yıpratıyor. Starbucks politikası da var; karşındakini mutlu etmek zorundasın, ben sana bu yüzden eğitim veriyorum diyor. İşe girerken böyle protokol imzalıyorsun. Kendine güveniyor musun, psikolojin bunu kaldırabilir mi, diye soruyorlar baştan. “Zaten eğlenceli bir çalışma ortamımız var, gerilip de insanlara kötü davranacağın bir ortam değil” diyorlar. Sonra başka bir şeye sürükleniyorsun. Psikolojin sağlam değilse, sinirlerine hakim olamıyorsan illa ki patlıyorsun. Böyle çıkan çok gördüm. “Ben mutlu değilim ki insanları nasıl mutlu edeyim” deyip ayrıldılar.
Bana da oldu tabii. Kendimi tutamayıp söylüyorum da. Uzun süredir çalışıyorum, bir güven var tabii bana. Mesela benim baristam müşteriyle tartışma yaşadığında çocuğun modunu bozmamak için araya giriyorum. Tecrübesiz birini ezmelerine izin vermem, ben muhatap olurum. Susmuyorum, susamıyorum daha doğrusu. Çalıştığım ortam düşünce yapıma, aileme her şeye ters; biz insanlara yardım etmeyi, insanları ezmemeyi öğrendik. Kapitalist bir firmada çalışıyorsun, adamların temeli Amerika. Gerçi hak yemede, hukuksuzlukta Amerikalılar Türkiye’deki işverenlerin eline su dökemez. Türkiye Starbucks bir Arap firmasına ait, ama CEO’su Türk.
Bütün bunları görüyorsun ama bir taraftan işe yeni girenlerin eğitimlerine de katılıyorum, o kadar insan yetiştirmişim, gidemiyorum. Ne bileyim mağaza müdürü bir çocuğu ezmeye başlamadan benden geçmiş oluyor, gözü açılıyor. Mağaza müdürleri de çok modeldir, sanki şirket babasının, sanki maaşı on bin lira… Abi sen taş çatlasa benden bin lira fazla alıyorsun, aynı şartlarda çalışıyorsun, anneni babanı sen de benim kadar görüyorsun. Sana da girdiğinde bu muamele yapıldı, aynısını sen niye başkasına yapıyorsun? İnsanları ezmenin, mobbingin allahını gördüm.
Nikahtan sonra tazminatımı alıp ayrılmayı düşünüyordum zaten. Biliyorsunuz kadınlar tazminatını ancak bu şekilde alabiliyor. Evlenmeden çıkarsan içeride kalıyor. Böyle gerçekten. O tazminatla kendime küçük bir kafe, çaycı gibi bir şey açmayı düşünüyordum. Nişanlımla birlikte açacaktık yani. Üniversite sınavına bir daha girme hedefim vardı. Sürekli çalıştığım için altyapım yok, dershaneye gitmemişim, köşede bucakta ne kadar soru çözersen… Altı kere girmişimdir sınava, ancak geçen sene barajı aştım. Hemen iki senelik dışarıdan kayıt yaptırdım ki en azından öğrenci akbili alabileyim. En büyük hayalimi sorarsan hukuk okumak, hâlâ da istiyorum bunu. Belli bir süre kapanırsam yaparım. Çalışırken çok zor. Bu iki yıllığa da nasıl girdim biliyor musun, az insan varken test kitabını tezgâha koyuyordum, iki soru çözüyorum bir latte veriyorum, bir soru, bir filtre kahve. Ne yapayım?
(Konuştuğumuz gün 359 vaka, 4 ölüm açıklanmıştı.)
*Gezegeni saran bir virüsün birkaç ay içinde yarattığı bu öngörülemez olağanüstü halin, kapitalizmin hâlihazırdaki eşitsizliklerini görünür kıldığından, derinleştirdiğinden ve bundan sonra hiçbir şeyin aynı kalamayacağından konuşuyor çok insan. Kalamayacak mı gerçekten? Neden kalmasın ki? Varlığını, her veçhesiyle sömürgeciliğe, cinsiyetçi iş bölümüne ve tam da derin bir eşitsizliğe borçlu bu düzen kötücül bir virüs gibi ruhlarımızı ve bedenlerimizi sarmışken “iyileşmek” nasıl mümkün? Kadınlar, erkekler, işçiler, memurlar, işsizler, beyaz yakalılar, mavi yakalılar, “yaka” devri değişti diyenler, serbest çalışanlar, evde çalışanlar, hâlâ çalışanlar, zorla çalıştırılanlar, karantinadakiler, geleceği göremeyenler, gördüklerinden yorgun düşenler anlatıyor. Neden bu uzun yazı dizisine başladık? Çünkü birbirimizin sesini, derdini duymaya, diğerinin dermanında kendimizinkini aramaya ihtiyaç var.
Pınar Öğünç / duvaR.
(Çizim:Murat Başol)

‘Ben dünyaya doğmakla hata yapmışım’ - İPEK ÖZBEY


Öyle çileli bir hayat ki onunkisi, o eski Türk filmlerinin içinden çıkmış gibi vuruyor insanı...

Tarih 15 Haziran 2017... Yer Bebek Otel’in kafesi...
Denize nazır bir masada Muhterem Nur’u bekliyorum. 
Hayatını “Ömrümce Ağladım’ adıyla kitap haline getiren Gülşen İşeri ve yardımcısıyla birlikte içeri giriyorlar. Kırmızı ojesi, kırmızı ruju, beyaz fuları, inci kolyesi ve siyah gözlükleriyle kapıdan adeta “star” girişi yapıyor. 
Kitap henüz çıkmamış, ilk önce benim söyleşimde anlatacak hayatını, sonra da Gülşen’in kitabından okunacak detayları...
Biraz sohbet ediyoruz, sonra teybi çalıştırıp Türk kahvesi eşliğinde söyleşiye başlıyoruz. Bir dönem sinemanın, sahnelerin yıldızı anlattıkça gözlerindeki yaşlar da kelimelerle birlikte boşanıyor. Öyle çileli bir hayat ki onunkisi, o eski Türk filmlerinin içinden çıkmış gibi vuruyor insanı...
Düşünsenize karşınızda oturan, bir zamanlar milyonların alkışladığı kadın, gözlerini size dikmiş, “Ben dünyaya doğmakla hata yapmışım veya beni doğuran hata yapmış” deyiveriyor. 
Annesi Şira, okul zamanında hocasıyla arkadaşlık kuruyor. Hoca evli... Hamile kalan Şira’ya sahip çıkmıyor. Dedesi, Kosova’dan geliyor ve Şira’yı hamileyken şarap mahzenine kapatıyor. Doğum yapana kadar camı penceresi olmayan o yerde soğuğa mahkûm yaşıyor. Sonra sancısı tutuyor, Olga -Muhterem Nur’un gerçek ismi- işte o mahzende doğuveriyor. Dede geliyor ve ebeye “Bunu karların ortasına bırakın, hayvanlar yesin” talimatı veriyor. Anne ölüyor. Ebe, camiye bırakıyor Olga’yı. Kimse almayınca, geri gelip bebeği kendi evine götürüyor. Sonra Manastır’dan Havva biraz para karşılığı alıyor bebeği. Olga iki yaşındayken Havva da ölüyor. Bu kez teyzesi yanına almaya karar veriyor. Okula başlarken nüfus cüzdanı oluyor, adı da Muhterem...

OKULU BİTİREMİYOR...

Her şey o kadar talihsiz ki... Bir pazar günü teyzesinin Rami’de oturan arkadaşına gidiyorlar. Inşaat bölgesi... Çocuklarla sokağa oynamaya çıkıyor. Saklambaç oynuyorlar. Henüz 12 yaşındayken Muhterem Nur, tecavüze uğruyor. 
Bunu anlatırken gözyaşlarını tutamıyor sanatçı. Çok utandığını, istediği halde okula gidemediğini anlatıyor.
Bitmiyor... Teyzesinin kocası da tecavüze kalkışıyor... 
Erkeklerden nefret ediyor. 18 yaşına kadar bir tek erkek yanına yaklaşsın istemiyor. 
Sonra bir gün gazetede “artist aranıyor” ilanı görüyor. Kendi sözlerinden okuyalım: “Otobüse bindik, gittik. Ağa Cami önünde bir adamla karşılaştık. Bir sağıma bir soluma baktı, “Çok güzel burnunuz var” dedi. Korktum. Eyvah beni kaçıracaklar diye düşündüm. Adam dedi ki, “Ben sanatçıyım, senaryom var”. Ertesi gün giyinip tek başına film şirketine gittim. Ve filmlerde oynamaya başladım.”

‘BUNU DÜZELTECEĞİM’

Hayatına Memduh Ün giriyor. Birçok filmde birlikte çalışıyorlar. Şöhretini kaybetmekten ölesiye korkuyor. “Artist dergisinden Recep Ekicigil, “Evlendin diye dergiye kapak olursun, çok iyi reklamın olur” diyerek onu evliliğe ikna ediyor, “Benim hoşuma gitmeyen varlık budalası biriydi” diyor. Evleniyor ama ayrılıyor. 
Peki, siz hiç mutlu olmadınız mı diye soruyorum: 
“Olmam mı” diyor: “Müslüm ile geçen her günüm güzeldi...”
Aslında Müslüm Gürses’ten şiddet görüyor, kaburgalarını dahi kırıyor. Muhterem Nur kararlı, “Kafamı gözümü de kırsa ben bunu düzelteceğim!” diyor. 
İki acılı insan birlikte aşıyorlar sıkıntıları... 33 yıl boyunca birbirlerinin her yarasına merhem oluyorlar. 
Müslüm deyince gözleri dolan, anılarında dolaşırken “Çok seyahat ederdik” diyerek dudaklarının kenarına özlem dolu bir gülücük konduran Muhterem Nur, geçen günlerde hayata veda etti. 
Mezarının başına gidip “Beni de yanına al” diye dua ettiği Müslümü’ne kavuşmuş olmasını ve en önemlisi acılarının son bulmuş olmasını dileyelim...
İpek Özbey / CUMHURİYET

Küba'nın tıptaki başarısının bir özeti: 'Sağlık'lı sosyalizm - Kavel Alpaslan

Küba, 2015 verilerine göre GSMH'sının yüzde 10.57'sini sağlığa aktarıyor. Bu oran yüzde 10'luk Avrupa ortalamasının üzerinde. Devrimden sonra Küba'da sadece 6 bin doktor bulunuyordu. Bunların da yarısı Castro güçleri Havana'ya girdikten sonra bavulunu toplayıp ülkeyi terk etmişti. 2014 verilerine göre Küba'da her 10 bin yurttaşa 67.2 doktor düşüyor. Bu rakamı dünyada geçebilen iki ülke var: Katar (2.5 milyon nüfus) ve Monako (38 bin nüfus).


Karayip Denizinde küçük bir ada, yarım asrı aşkın bir süredir ağır ABD ambargolarıyla boğuşuyor. Tüm bunlara rağmen nasıl oluyorsa sağlık araştırmalarında ve kamu sağlığında her zaman adı ilk anılan ülke oluyor. Küba, yurttaşlarına sağladığı baştan sonra ücretsiz sağlık sistemi ve dünyayla paylaştığı devrim yaratan sağlık araştırmalarıyla oldukça yakından tanıdığımız bir ülke.

Hal böyle olunca korona gündeminde de ilk akla gelen ülkelerden birinin Küba olmasına şaşmamalı. Geçtiğimiz günlerde Kübalı ilaç üreticisi BioCubaFarma’nın Başkanı Eduardo Martinez Diaz’ın korona virüsü için 22 ilaç garantisi vermesi basında büyük yankı uyandırmıştı. Onca ilaç şirketinin açıklaması varken Küba’dan gelen görüşler neden daha fazla dikkatimizi çekiyor dersiniz? Arkasında yatan sebep sadece bu ülkenin sağlık alanında iyi bir sicile sahip olması mı dersiniz?
Şöyle bir geçmişe gidip Küba’nın daha önceki açıklamalarına bakalım. 2012 yılında Küba Genetik Mühendislik ve Biyoteknoloji Merkezi’nin direktörü Verana Mizo, ‘AIDS hastalığına yol açan HIV virüsüne karşı geliştirilen bir aşının insanlar üzerindeki denemelerine bu yıl içinde başlanacağını’ açıklıyor. Üç yıl içinde aynı Küba, anneden çocuğa geçen AIDS’i önleyen ilk ülke olarak tarihe geçiyor. Bu buluşu Dünya Sağlık Örgütü (WHO) “Virüs’ün aktarımını yok etmek, ulaşılabilecek en büyük kamu sağlığı başarılarından birisidir” ifadeleriyle kayda geçiriyor. Bahsettiğimiz başarı, her yıl dünyada 1.4 miyon HIV virüsü taşıyan kadının ve doğacak çocuklarının yaşamını doğrudan etkiliyor. Tabii ki Küba’nın tıptaki tek başarısı bu değil. Mesela ülke 1985 yılında menenjit B hastalığına karşı geliştirilen ilk ve tek aşıya öncülük ediyor. Daha yakın bir zamanda keşfedilen akciğer kanseri aşısı ise bugün kendisine her alanda ambargo uygulayan ABD’de test ediliyor.
RAKAMLARDAKİ GERÇEK
Biraz da rakamlarla ülkenin sağlık sistemini açıklamak gerekirse Küba, 2015 verilerine göre GSMH’sının yüzde 10.57’sini sağlığa aktarıyor. Bu oran yüzde 10’luk Avrupa ortalamasının üzerinde. Devrimden sonra Küba’da sadece 6 bin doktor bulunuyordu. Bunların da yarısı Castro güçleri Havana’ya girdikten sonra bavulunu toplayıp ülkeyi terk etmişti. 2014 verilerine göre Küba’da her 10 bin yurttaşa 67.2 doktor düşüyor. Bu rakamı dünyada geçebilen iki ülke var: Katar (2.5 milyon nüfus) ve Monako (38 bin nüfus). Üç ülkenin zenginliği karşılaştırıldığında aradaki fark tarif edilmezken tıpta Küba’nın bu farkı inanılmaz bir şekilde kapatıyor olması, ülkeye haklı bir ün sağlıyor. Çünkü Küba diğer çoğu ülkeden farklı olarak kendi yurttaşlarına bu hizmeti ambargo altında ve her koşulda ücretsiz olarak sağlıyor.
Bir diğer konu da Küba’nın tıptaki uluslararası enternasyonalizmi. 2007 verilerine göre ülkenin 103 farklı ülkede çalışan 42 bin sağlık personeli bulunuyor. Nitekim Kübalı doktorların dünya çapındaki başarıları sık sık gündeme geliyor. Örneğin Ebola salgınında Küba, Afrika’da çalışmak üzere binlerce sağlık emekçisi görevlendirmişti. Bu gönüllü çalışmalar ülkenin sağlık alanındaki araştırmalarını kuvvetlendirip Küba’nın tıptaki gelişmelere öncü olmasını sağlayan deneyimleri de yaratıyor. Hatırlayacak olursanız geçtiğimiz aylarda ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) Kübalı doktorlar hakkında istihbarat toplama için para ödülü koymuştu. Küba Devlet Başkanı Miguel Díaz-Canel de Twitter üzerinden haberi paylaşarak “ABD, dünyada hayat kurtaran Küba’ya eziyet etmek için 3 milyon dolara kadar teklif sunuyor. Yanlış düşünceler, yalanlar, alçaklık ve insani değerleri anlamayan emperyal kibir. Bizim tıbbi görevlerimiz Küba’dır” demişti. ABD’nin Kübalı doktorları daha dolgun ücretler karşılığı transfer etmeye çalıştığı bilinen bir gerçek. Ambargo uygulanan bir ülkeye bunun yapılmasıysa trajikomediden ibaret.
Küba’nın daimi olarak tıbbi destek sağladığı coğrafyalardan birisi Venezuela. Burada doktorlar yoksul mahallelerde ücretsiz sağlık yardımı sağlıyor ve Venezuelalı meslektaşlarına eğitim çalışmaları veriyor. Bunun karşılığında yine bir ABD yaptırımı nedeniyle uluslararası pazarda zorluk çeken ülke olan Venezuela’dan petrol yardımı alıyor. Kimileri bu noktayı ‘etik değil’ şekilde değerlendiriyor. Alınteri üzerinden elde edilen haksız kârla sağlığı satın almak vicdanen etik oluyor da yoksulları ücretsiz olarak tedavi ettikten sonra bunun karşılığını almak etik olmuyor öyle mi? Üstelik Küba yanı başındaki dünyanın güçlü ülkesi tarafından ambargoyla karşı karşıyayken bunu yapıyor olmasını eleştirmek sahiden ne anlama geliyor? Kaldı ki en nihayetinde yoksul bir mahalleye ücretsiz sağlık hizmeti sağlanıyor ve bundan daha vicdani ne olabilir?
Daha önce Liberya ve Haiti de misyonlara katılmış bir Kübalı doktor, El Pais’in ‘Ama maaşlarınız diğer doktorlara göre daha az?’ sorusu üzerine şöyle bir cevap veriyor: “Kübalı doktorlar dayanışma ve Hipokrat Yemini’nden kuvvet alıyor. Yabancı misyonlar olmaksızın işimiz düşünülemez. Evet, maaşımız belki düşük ve bu belki bizi yurtdışına itebiliyor. Fakat sadece kendi ülkesine yardımcı olanlardan biri olmak yerine işimizin dünya alemce tanınıyor olmasını görmek bizi gururlandırıyor.”
BAŞARIYA KOLAY YOLDAN ULAŞMAK
Küba’nın nasıl böyle bir başarıya imza attığına dair binlerce araştırma var. Kimisi ‘aile hekimliği’ sistemini, kimisi ‘ABD ambargosunun mecbur bıraktığı koşulları’ kimisyse ‘sosyalist ekonomik sistemi’ vurguluyor. Bunlardan sadece birini önüne koyup başarıya kolay yoldan ulaşmaya çalışanlar da var. Yalnız ‘sosyalizmle’ ya da yalnız ‘aile hekimliğiyle’ bu noktaya gelinemeyeceğini görmek çok zor değil. Şüphesiz her birinin payı var. Bu nedenle ‘gizemli sırrı’ da sağlık alanında çalışan araştırmacılara bırakalım.
Fakat konunun teknik anlamda uzmanı olmasak da önümüzde duran çıplak bir manzara var: Küba’nın araştırma ve istatistiklerdeki başarısı ile halkına, halklara ücretsiz olarak bu hizmeti sunması. Bu ada ülkesinde her ikisi de bir şekilde birine içkin durumda.
Şöyle bir manzara hayal edelim. Virüs ve sermaye, silahlarını hem birbirlerine hem de yoksul halk kitlelerine doğru doğrultmuş durumda. Sermaye hali hazırda emekçileri ücretsiz izin, işten çıkarılma, tehditler, zorunlu çalıştırma gibi kurşunlarla yaralıyor. Düşene bir tekmeyi de virüs atıyor… Bu nedenle emekçiler nişan almakta tereddütte. Fakat kitleler bu üçlü düelloyu bitirecek oldukça etkili mermilere sahip: lamı cimi olmayan ücretsiz kamu sağlık hizmeti. Küba’nın yoksulları artık nükleer başlıkla değil, kamu sağlığıyla düşmanlarını vurabiliyor. Bugün Küba’nın sahip olduğu cephaneliğine hayran gözlerle bakıyor olmamız da tam olarak bundan ibaret.
Kavel Alpaslan / duvaR.

Virüs de sınıfsal - AYDEMİR GÜLER

Marksizme göre her şey sınıfsaldır. Marksizmden sapma gösteren akımlar, bu noktada istisna ararlar ve bulurlar: “Tabii ki sınıfsallık çok önemlidir, ama bazı şeyler de sınıflara indirgenemez.” Bizim ezberimiz her şeyin sınıfsal olduğuna dayanıyorsa, sapmalarımızın ezberi de bu genellemenin reddine veya delinmesine dayanır.

Her şeyin sınıfsal olduğunu savunmak, çoğunlukla entelektüel ve politik cesaret işidir. Savaşın, doğanın kirletilmesinin veya salgın hastalıkların, insanları, ait oldukları sosyal sınıflardan bağımsız biçimde toptan olumsuz etkilediğini düşünmek için çok neden bulunabilir çünkü. O kadar ki, başka insanlar yaşamlarını yitirirken kimilerinin savaş istemesine akıl sır erdiremeyebilirsiniz. Bunu bir akıl tutulması sayanlarımız çıkabilir. Ve madem öyle, o an için savaştan yana olanlar dahil, insanların tamamını savaşın zararlı olduğuna ikna etmeyi de mümkün görebiliriz. 

Virüs salgınını fırsata çevirebiliriz demiş bir ahlaksız! Deli olmalı. Kuşkusuz ahlaksız… Ama herkes deli veya ahlaksız olamayacağına göre, bunun bir saçmalık olduğuna “insan” ikna edilebilir. Havanın kirletilmesi de öyle. Kendi yurttaşlarının, çocuklarının hayatını da karartacak uygulamalara yönelmeye değer mi?

Çok uzun zaman önce, ütopyacı sosyalistler vardı. Bunlar sömürünün olmadığı bir düzende istisnasız herkesin daha mutlu olacağına inanmakla kalmıyor, herkesi buna inandırmanın mümkün olduğuna da inanıyorlardı. Aklın yolu birdi. 
Ancak bir tane değil, ne kadar sınıf varsa, o kadar da akıl vardı! Ütopyacılar sömürüden sebeplenenleri ikna edemediler. On yıllar, yüz yıllar geçti. Akıl dışı kapitalizmin ömrü uzadı da uzadı. 

Kapitalizmin ömrü uzadıkça her şeyin sınıfsal olduğunu savunmak da bir cesaret işi olmaktan çıkar. Geçtim çoktandır paralı askerden ordu dizen emperyalist merkez ülkeleri, Türkiye bile artık bu yola girdi. Sivil hayatta askerlikten alacağı parayı aklının ucuna bile getiremeyecek yoksul çocuklarını, uluslararası paralı katil piyasasında iş arayan İslamcı veya başka türden teröristleri bir araya getirmeyi AKP döneminde Türkiye de öğrendi! Savaşın bedavadan SİHA reklamına yaradığı çıplak gözle görülüyor. Savaşın bir başka ülkenin petrolüne el koymak için yapıldığı ilan ediliyor… Bu savaşın sınıfsal bir karakter taşıdığını söylemek için ne Marksist olmak gerekiyor, ne de allame.

Eskiden böyle değildi. Kapitalizm yaşlandıkça sınıfsal özü örten yapraklar birer birer dökülüyor ve geriye bir rezalet kalıyor.


Devletin perşembe günü toplanan o koskoca zirvesinin patronlarla dolu olmasında şaşacak bir şey yok. Salgına ayrılacak kaynakların bu patronlara akıtılacak olmasında da… Ama buraya kadarı akademik bir tartışma konusudur. Acaba daralan ekonomiyi, şirketlerin sahiplerini destekleyerek mi canlandırmak mantıklıdır; yoksa aynı zamanda tüketici olan emekçilerin alım gücünü desteklediğinizde mi sonuç almanız daha olasıdır? Bu tartışma her krizde gündeme gelir. Tartışmanın sonucunu ise akıl belirlemez. Hangi sınıfın gücü fazlaysa onun aklı doğrultusunda yola devam edilir. Üstelik işçi sınıfının aklı bu arada adım adım kurulmak zorundadır. İşçiler yönetilmekte, kapitalistler yönetmektedir çünkü. Yönetenler yönettiklerinin aklını da biçimlendirecek araçlara sahiptir. İşçilerin ise partileri vardır bir tek. 

Lafı uzatmayalım; zirvede geliştirilen program patron yanlısı, tamam. Ama bu toplantı sırasında reisin ön sırada oturan bir patrona dönüp “ne o, hoşuna gitti di mi” diye takılması ve gülüşmeleri başka bir şeydir. Bu, kapitalizmin ömrünün lüzumsuz derecede uzadığının kanıtıdır. Yaprak salgında veya başka bir rüzgârda uçar gider. Geriye olmadık rezaletler kalır. 

Böyle rezaletlerin olması da rastlantısal değildir. O değil de başkası kürsüye çıksa daha iyisini, daha hoşunu yapamayacaktır. Çünkü sömürü düzenini yönetenler sömürdüklerinin insan olduğunu, onların da kendilerince bir akıllarının bulunduğunu, bir de, bir Partileri olabileceğini hiç düşünemez olmuşlardır. Tek tek yönetenlerin yaşından bağımsız olarak temsil ettikleri, adına hareket ettikleri, adına espri yaptıkları düzen çok ama çok yaşlanmıştır çünkü. 

Emekçileri yok sayarak devam edebileceklerini varsaymaktadırlar. Virüs salgını belki onların da yakınlarını, sevdiklerini vurabilir. Ama fark etmez, onlar için “fırsata çevirmek” sınıflarının aklı, sınıflarının dilidir. Bunu değiştiremezler. 
Her şey sınıfsaldır. İnsanlığın ve bizim ülkemizin doğal afetlere, hastalıklara, savaşlara bu denli kırılgan hale gelmesi de sınıfsaldır. Uğradığımız zarar da sınıfsal bir dağılım gösterecektir kaçınılmaz olarak. 

Ve çözüm de sınıfsal olacaktır. Farklı sınıflar aynı gemiye sığmaz. Aynı gemide değiliz. 

Türkiye işçi sınıfı sadece salgına karşı değil, salgını saldırı fırsatına çeviren yaşlı, yoz, ahlaksız bir düzene de direnmek durumunda. Direneceğiz.

Aydemir Güler / SOL

Eski bir yazı: Suriye felâketinden haberler - KORKUT BORATAV


Coronavirüs, dünya çapında bir toplumsal bunalımın habercisi midir? Sağlık alanında odaklanarak ve ekonomileri de sarsarak… 

Medyadan Türkiye ekonomisi üzerindeki uzantılarını soranlar oluyor. “Henüz çok erken” diye geçiştiriyorum. Gerçekten de öyle. Batı’daki ilk tepkileri ve sonuçları günü gününe izlemeden Türkiye öngörüleri anlamsızdır.

Bu durumda, Türkiye için önemini, önceliğini koruyan Suriye konusuna dönmek istedim. Güncel haberlerin yokluğunda eski bir yazıyı yeniden yayımlıyorum. 

Aşağıdaki yazı Mayıs 2015’te sendika.org sitesinde yayımlanmıştı. O tarihte IŞİD Irak’ta güçlenmiş; Musul’u ele geçirmişti. Suriye’de ise İdlib eyaleti Türkiye’nin desteklediği cihatçı güçler tarafından işgal edilmiş; Lazkiye’nin, giderek Şam’ın da düşmesi gündeme gelmişti. 
Beş ay sonra Rusya, Suriye hükümetine askerî destek verdi; Suriye savaşının kaderi tamamen değişti. 

Yazı, “Suriye batağında Türkiye” serencamının evveliyatına göz atıyor. Yeni bilgi yok; kapsamlı bir tarihçeyi uzmanlara bırakalım. Yine de hatırlatmak yararlı olabilir. 

***

Aralık 2011’de Cezayir İşçi Partisi Türkiye’den beni ve üç sosyalist aydını bir konferansa davet etti. Cezayir’e olası bir ABD/Avrupa müdahalesine karşı uluslararası bir dayanışma amaçlanmaktaydı. Cezayirli yoldaşlarımız, Libya’da Kaddafi rejimini yıkan Batılı müttefiklerin yeni hedefinin ülkeleri olmasından endişe etmekteydi. Doğu sınırından Cezayir’e geçen mültecilerin bir müdahale vesilesi olarak kullanılma olasılığından söz ediliyordu.

Bizler de, benzer bir tehdidin Suriye-Türkiye sınırında da geçerli olduğunu toplantı gündemine getirdik. Birlikte hazırladığımız bir karar taslağını sunma ve önerme görevi bana verildi. Katılımcılara “Türkiye’de hükümet çevrelerinin sınırın Suriye tarafında bir tampon bölge oluşturma” tasarımını hatırlattık ve bu konuda bir karar metni önerdik. Konferans’ta kabul edilen bu metni (kısaltarak) aktarıyorum: “Konferansımız Suriye halkının, toplumlarını demokratikleştirme özlemi ile dayanışma içindedir; ancak, bu özlem vesile edilerek emperyalist güçlerin ve taşeronlarının  siyasî ve askerî müdahaleler yoluyla Suriye’de rejim değişikliğini hedeflemesini lânetlemektedir.”

***

Daha sonra “Suriye’ye müdahale” üzerinde birkaç yazı yazdım. Örneğin,  ABD istihbarat örgütlerine akıl hocalığı yapan Stratfor’un “Suriye’deki petrol rezervleri Libya’daki boyutta olmadığı için ABD ve Avrupa büyük çaplı bir askerî müdahaleye kalkışamaz. Buna karşılık Ürdün ve Türkiye’nin sınırlarında uçuşa yasak bir tampon bölge oluşturulması uygun olur” önerisine dikkat çektim.

Sonra da, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un danışmanlarından bir profesörün (Anne-Marie Slaughter’in) Türkiye’yi küstah bir üslupla göreve çağıran yazısını tartıştım: “Büyük güç olma hevesine kapılan devletler, bunun gerektirdiği yükleri de kabul etmelidir. Bu iddiada olan Türkiye ise, gerçekten fark yaratacak önlemleri almayı hep ertelemektedir. Suriye’nin Türkiye sınırında yasak bölgeler oluşturulmalı; bunlara müdahale halinde Türkiye devleti, kara kuvvetlerini Suriye’ye yollamayı düşünmelidir.”

Bu, Suriye’ye “Amerikan askerlerinin değil, taşeronların (öncelikle de Türklerin) postalları ayak basacak…” senaryosudur. Bugün de tekrar gündeme gelmiştir. 
İktidar, tek başına bu adımı atmaktan çekindi. Buna karşılık Türkiye’yi cihatçı eşkıyanın bir üssü haline dönüştürdü. Eylül 2012’de “Esad üç ayda gidecek; Şam’da Emevi Camisi'nde namaz kılacağız” hayallerine savruldu. Beklenti tutmadı. Ama, dokuz ay sonra Reyhanlı’daki kanlı saldırı ile karşılaşıldı.

Buna karşılık Türkiye’nin yurtsever, barışsever, solcu aydınları AKP’nin Suriye’ye karanlık, kanlı müdahalelerini teşhir ettiler; eleştirdiler. Bunların arasında Barış Derneği ile Adalet İçin Hukukçular’ın Aralık 2013 tarihli Suriye Halkına Karşı Savaş Suçları başlıklı raporunu özellikle hatırlatmak isterim. Ayrıntılarıyla açıklanan savaş suçları nedeniyle Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın Yüce Divan’da yargılanmalarını öneren Rapor, resmi çevrelerce “suskunluk komplosu” ile geçiştirildi ve böylece suçlamalar bir anlamda (örtülü olarak) kabul edilmiş oldu.

***

Peki, bu arada ABD ne yapmaktaydı? Obama, kimyasal silahlar bahanesi ile Şam’a hava saldırısı tehdidini, Rusya’nın tepkisi ve Esad’ın uzlaşmacı tavrı sonunda geri çekti. Bir yıl sonra ortaya çıkan IŞİD saldırılarına, Irak’ta ve (Esat’ın örtülü onayı ile) Suriye’de hava harekâtı ile karşılık verdi. Güya Türkiye’nin de desteğini aldı. 

Ne var ki, birkaç gün önce ortaya çıkan bir Pentagon İstihbarat Raporu, IŞİD’in ABD’nin bilgisi altında oluştuğunu; Suriye’deki Cihatçı Sünni güçlerin ise ABD, Türkiye ve Körfez devletlerinin elbirliğiyle geliştirildiğini ileri sürüyor.

12 Ağustos 2012 tarihli Pentagon Raporu’nu Nafeez Ahmed’in 22 Mayıs 2015 tarihli Insurge-Intelligence sitesinde  yayımlanan yazısından elde edebiliyoruz. 
Pentagon Raporu’nun Obama Yönetimi’ne sunulduğu; ancak (en azından şimdilik) bir politika belgesi olarak görülemeyeceği anlaşılıyor. Yine de, Irak-Suriye coğrafyasındaki gelişmelere ilişkin bilgi veriyor ve olasılıkları (en azından Pentagon açısından) değerlendiriyor. 

Nafeez Ahmed’in aktardığı bilgi şudur: Suriye’deki Cihatçı Sünni güçlerin fiilen özerk bir bölge (“Selefî Prensliği”) oluşturması ABD, Türkiye ve Körfez devletleri tarafından sonuna kadar desteklenmektedir. 

Değerlendirilen olasılık ise şudur: Bu gelişmenin bir İslam Devleti biçimini kazanarak Irak’ı kapsaması, ABD’nin bölgesel çıkarları açısından tehlikelidir. 

***

Şimdi gelelim ABD-Körfez ve Türkiye arasındaki “şer ittifakı”nın Suriye’deki son hamlesine… Türkiye medyası haberleştirdi; ancak ek ve yeni bilgiler içeren üç Batılı kaynağa başvuracağım: Desmond Butler, Huffington Post, 7 Mayıs; Carmen Gentile, DefenseOne, 21 Mayıs ve Shamus Cooke, Countercurrents, 22 Mayıs. 
İdlib’i ve çevresini ele geçiren ve çok sayıda sivil Aleviyi öldüren “Fetih Ordusu”, aslında, Nusra ve Ahrar el Şam birliklerinden oluşmaktadır. İkisi de El Kaide’ye bağlı gruplardır. ABD gibi Türkiye de Nusra’yı terörist bir grup olarak tanımlamaktadır; ancak, adları verilmeyen Türk yetkililere göre, “yabancı Cihatçılara değil, yerel güçlere dayandığı için Nusra yakın bir tehlike olarak görülmemektedir ve bu nedenle ona müdahale edilmemektedir.” 
Suudi Arabistan ve Türkiye İdlib’de ortak bir komuta merkezi kurmuştur ve  artık açıkça Suriye hükümetine karşı savaşmaktadır.”  Bu savaşın kritik bir anında “ABD hava kuvvetlerinin desteği gerekebilecektir. Bu da Obama Yönetimi’nin sivilleri koruma vesilesiyle uçuşa yasak bir bölge ilanı ile sonuçlanabilecektir.” (Shamos Cooke) 

***

Bu sonuncu senaryoya dikkat ediniz: IŞİD’e karşı savaş, Irak sorunudur. Suriye hükümetine karşı Cihatçı/İslamcı çetelerin sürdürdüğü savaşa ise, ABD’nin hava, Türkiye’nin kara kuvvetleri (“Türk postalları”) destek verecektir. 

Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının da sorma hakkı oluşuyor: İdlib’de Türk “personel”in yönettiği veya katıldığı bir “komuta merkezi” var mıdır? Çarpışmalara katıldılar mı? Katılacaklar mı? Kimlerden oluşmaktadır? TSK, MİT veya başıbozuk “özel kuvvetler” mi?

Bu bilgiler, sorular, er veya geç, “hangi yetkiyle?” sorgulamasına bağlanmak zorundadır. 

“Giderek sıradanlaşan anayasal ihlallerden biri daha” diye geçiştiremeyiz. Zira, doğrudan doğruya Türkiye’de bir şiddet ve kıyım dalgasını başlatacak özellikler taşımaktadır.

Suriye’ye müdahale, faşizme geçiş sürecinde bir dinamit fitilidir. Ateşlenmesini önlemek zorundayız.  

Korkut Boratav / SOL

Öne Çıkan Yayın

Çok şey söyleyip bir şey anlatmama sanatı! -Mehmet Y. Yılmaz /T24-

Cumhurbaşkanı “altı doldurulmamış sözlerle sürece sahip çıkıyormuş gibi görünme” konuşmalarını hep yapıyor. Ama esasen hiçbir şey söylemiyor...