Tuhaf olmayan zamanlar: Bir hakem, bir virüs ve hâlimiz - İsmail Sarp Aykurt

Pandemi günlerinde spor ile eğitim sömürü koşullarının genişlemesi ile yeniden buluşturuluyor. 'Hakem de mi yetiştirmeyeceğiz’ değildir mesele, patronlara ve patron olan bakan ve başkanlara ucuz iş gücü devşirme potansiyelinin arttırılması ve gençlerin hayallerinin belirlenmesinin, daha doğrusu çalınmasının, patronlara bırakılmasıdır.

Korona virüsün esir aldığı yalnızca gündelik yaşamlarımız değil. Ayrıca her şeyi bir virüs ile ilişkilendirmenin de sınırları olduğu açık. Çünkü virüs olmadan da gündelik hayatımızda tutsak ediliyor, adeta tipi değişmek üzere bin bir türlü faşizme maruz bırakılıyorduk. Üstüne eklenen salgın oldu, sömürü koşulları ise tam randımanlı bir şekilde devam ediyor. Kimimiz gitmeye devam ediyoruz ofislere, kimilerimiz ise dijital girdabın içerisinde bir siber proleter. Durum değişmiyor, virüs bir katalizör olabilir, ancak durumun vahameti kapitalizm ile ilişkili.

Spor da bir üst yapı kurumu olarak bu koşullardan rafine kalmadı, kalamazdı. Yeni pozitif vakalar çıktı, buna sporcu ve yöneticiler dâhil oldu ve karantina hali sporda da güncellendi. Önceki yazılarda da bahsi geçmişti, endüstriyel sporun çarkına içkin olan her unsur telekonferanslarda, maaşlarda indirim pazarlığında şu aralar… NBA, Barcelona ya da Manchester United. Bu ticari panayırın en üst segmentinden bir örneklemdir ismi geçenler. Geçmeyenler faaliyet dışı değil, endüstriyel sporda bir ekonomik açmazın işaretleridir bunlar. Bize yansıyan ise fedakârlık psikolojisidir. Yabancı değiliz. Spor, burjuvaların kirli ellerinde yitirilmiştir.

İlk mutasyon futboldadır. Popülerler ön plandadır, büyük paralarla ve büyük paralara oynanır; ama futbol emekçilerinin, amatörlerin ne emekleri ne de aktivitesi kaale alınır. Bir fabrikasyondur bu ve zaman gelir, çoğu emekçi için futbolun kurtarıcı olduğu pozisyon yerini keskin bir kayboluşa ve yoksulluğa bırakır. Durumu bir dip not ekleyerek noktalayalım, tartışılmak üzere. Üzerinde durulması gereken bir başlıktır ve önemlidir, 1999 senesinde şimdilerin emekli futbolcusu Hollandalı P.V. Hooijdonk’un İskoç kulübü Celtic’in haftalık 7000 poundluk ücret artışını geri çevirirken dillendirdiği “Bir evsiz için gayet iyi olabilir ama uluslararası bir golcü için değil” cümlesi endüstriyel sporun profesyonel futbolcu varyantının fotoğrafıdır. 2000’lerde de farksızdır ve fazlasıdır. Evsiz hala evsizdir… Futbol, sıklıkla sınıf atlamaya özendirilen kitlelerin ve çoğunlukla hayal kırıklığı ile sonlanan, çocukluk orjinli bir imgenin bulanıklaştığı bir yapıya dönüşmüştür. Futbola bakarken, bu yönü ile de bakmak gerekiyor. Futbolda da tekelleşme var ve bu tekeller, tatlı hayallerden bir sömürü modeli inşa edip, emekçilerden ordu kuruyor. Olmayı becerenler için gelsin paralar, diğerleri için bir hayal pazarlaması ve belirsiz bir gelecek vaadi…

Futbol bir ilahi tombala mıdır?

İster hakem ol, ister futbolcu ya da sadece taraftar; düşün, torbadan taşları kim çekiyor?


KORONA İLE UĞRAŞIRKEN: YENİ VAAT HAKEM MESLEK LİSESİ
Ülke sınırlarında da yeni bir faaliyetin temeli atıldı geçenlerde. Özetle, korona virüsün gündemi belirlediği spor gündeminde gözlerden kaçtığını düşündüğüm ya da daha doğru bir ifadeyle atlandığına tanıklık ettiğim bir gelişmedir bu. Bir yeni ‘sömürülenler ordusu’ kurma girişimi diyelim adına. Türkiye’de futbolun geleceğini ilgilendiren bir kritik gelişme, hatta zat-ı muhteremlerin ifadesiyle ‘gurur abidesi’ ya da ‘dönüm noktası’ olarak nitelendirdiği bir gelişme bu. 

Bu kez işin içerisinde futbolcular yok. Bu kez futbolun en önemli unsurlarından bir diğeri mevzubahistir. Her hafta kimsenin memnun olmadığı, her haftanın ‘elemanı’ seçilen hakemler…

Futbolculuğun ya da hakemliğin bir meslek olup olmadığı başka konu, ancak hakemliğin öteden beri bir başka meslek ile sürdürüldüğü gerçeğine vakıfız. Aslen polis ama hakem, aslen muhasebeci ama hakem, mühendis ama boş zamanlarında hakem… 

Şimdiki modelde ise Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk ile TFF Başkanı Nihat Özdemir ve Merkez Hakem Kurulu (MHK) Başkanı Zekeriya Alp bir aradalar. Yeni bir projeleri var ve bunun ismi Hakem Meslek Liseleri. Hani, çocuk emeği sömürüsünün, Ensar gericiliğinin, ucuz iş gücünün genel merkezlerinden, şirket okullarından bahsediyoruz. Şimdi bu okullar futbol hakemi yetiştirmek için kolları sıvıyor. Tanışıyoruz.

SALTANAT-I HAKEM VE SAKİN OL ÇEMP
Biraz daha açalım. 
Başlangıçlar son derece parlatılmış ve yeni bir şey varmış gibi sunulur. Burada Türk futbol tarihinin dönüm noktası olacak olan nedir mesela? 

Burada okuyacak olan ve hayalleri olan öğrenciler gerçekten genç işsizliğin bu kadar yoğun olduğu, spor ülkesi olmayan bir ülkede ne tür görevler edinecekler? 

Öğrenciler buraya envai çeşit hayal ile gelirken bunun gelecekteki karşılığı ne olacak? 

Öğrencileri, hangi vitrinde pazarlamaktır, KPSS mağduru mu yapmaktır niyetiniz? 

Bu soruları henüz başlarken sormak durumundayız. Bu okullar için Türkiye, henüz sporcularını verimli bir şekilde istihdam eden, onları yönlendiren, hakemlerine sahip çıkabilen ve onları geliştirmek için yeterli alt yapıya sahip bir ülke olmaktan uzak. Madem tersi geçerli, neden her hafta hakem mevzuları konuşulmak zorunda ve Erman Toroğlu-Bünyamin Gezer sendromuna katlanıyor bu ülke? 

Devşirme, rastlantısal ve plansız sporcu jenerasyonları ile başarı hedefleyen bir ülke olarak hakemliğin meslek liselerine konu edilmesinin muhakkak bazı yeni amaçları olacaktır. Yeni olan, özünde eskidir. Buna ihtiyatlı yaklaşmak gerekiyor. 

Hakemliğe gelince, futbol ile ilgili olan ya da olmayanlar bile bu hakem tartışmalarına teşne… Boş durmadıkları görülüyor. O yüzden gün yüzüne çıkartmak ve izlemek gerekiyor. MEB ile TFF arasında ortaya konan protokoldeki ayrıntılar ise buradan okunabiliyor.

Tüm maddeler içerisinde dikkatle izlenmesi gerekenler olduğu açık ve ‘henüz yeni projelendirilmiş’ olsa da çoğunun altı doldurulmamış durumda olduğu tahmin edilebilir. Amatör liglerde sıra bekleyen o kadar hakem varken ve onlara fırsat eşitliği tanınmazken; ‘profesyonellere’ nazaran çok daha zor koşullarda hayallerinin peşinde koşanlar varken ve sadece futbola olan tutkusu uğruna hakemlik yapanlar bulunurken nasıl olacak bu işler, diye sormadan edilemiyor. 

Hele ki işler, liyakat değil, saltanat usulünde gerçekleştirilirken… 

Çünkü Türkiye’de hakemlik adeta ‘babadan oğula’ geçiyor. Yakın bir zamanda bir gazetede yayımlanan araştırmada, profesyonel liglerde hakemlik yapan 588 hakemden 77’sinin daha önce hakemlik yapanlarla yakın akraba olduğu görülüyor. Üst klasmana çıkmaya aday hakemler arasında yer alan 22 hakemden 8’inin 7 tanesinin babası eski hakem konumunda… Yoksa yine mi bir soyadı fetişizmi yaşanıyor?

Hakem camiasında yaşananlar, her hafta tartışılan hakemlik uygulamaları, bir türlü sağlıklı uygulanamayan Video Asistan Hakem (VAR) sistemi derken, hakemlik yapmak saha içindeki en üst düzeydeki amir olmanın bir tık ötesine geçiyor. Şaka değil, hakemlik bizim ülkede gündem belirliyor, saatlerce, haftalarca… 

Ekonomik bir kriz içerisinde salınan, salgın şartlarında yaşamaya çalışan bir ülkede şu anda amatör olarak hakemlik yapan çok sayıda insan var. Örneğin, İstanbul’da azımsanmayacak bir amatör hakem kitlesi bulunduğu söyleniyor. Bu hakemlerin her birinin alacakları da kimi zamanlar ödenmiyor, bunlar genelde yerel haberlere yansıyor ve amatör hakemler genel bir mağduriyete mecbur ediliyor. 

Bir ilave, Federasyon Süper Lig hakemlerine ciddi rakam ödemeleri (2017-18 sezonunda maç niteliğine göre bu rakam bir orta hakem için 10 bin TL yi bulmuştu) yaparken, amatör hakemler komik rakamlarla maç yönetmeye çalışıyor! Buna bir de vize ücretleri ve harcırahlardaki dengesizlikler ekleniyor. 

Örnek olsun, amatör lig hakem ücretleri bir dönem, kategorilere göre değişse de, 55 ila 240 TL arası maç başına ücret alabiliyordu! Kimi zamanlar zam adı altında 8 liralık bir artışa bile katlanmak zorunda kalan amatör hakemler, başarısız Video Asistan Hakem (VAR) uygulamasına daha çok para harcandığını bilerek isyan ediyorlardı. 

Süper ligin yeşil zemininde yer alan hakemleri geçtik, Riva’daki VAR hakemlerinin oturdukları yerden ciddi miktarlarda (maç başı minimum 4 bin 400 lira) para aldıkları ortaya çıkmıştı. Geçen sene, 27 kez VAR hakemi olarak görevlendirilen Barış Yıldırım’ın 118 bin 800 lira aldığı da konuşulanlar arasındaydı. 2019-2020 sezonu üst klasman hakemler için belirlenen ücretlerin ise maç başına 12 bin TL olarak revize edildiği yansıyordu medyaya.

Tüm bu anlatı içerisinde hakem meslek liselerinin ne yapacağına dair soru işaretleri artıyor. Meslek liselerinin şimdiki hali ile hakemlik arasında kurulan bağ da biraz netlik kazanıyor gibi. Hepinizi Cüneyt Çakır yapamayacağız tabi ama siz yine de gelin bir deneyin… 

Alın size yeni bir virüs daha! Ve yeni bir ticari yapılanma… Ellerinde çok klasik bir araç var; o da sömürmenin yeni araçlarını geliştirmek… Onu yapıyorlar, deniyorlar.

KORONADAN KORUNMAK: YALNIZ KALMAMAK
Bir yanda korona ile mücadele etmeye çalışan insanlarımız, beri yanda gözden kaçırılanlar… Sporun sınıfsallığı çok görünür ve hâkim sınıfın elinde paramparça edilmiş durumda. Ortaklaşa girilen yeni yatırım alanlarından tutun da, ‘sakin ol çemp’ diyerek spor yapan patron soytarılığına kadar geniş bir havzada keyif sürülüyor salgın günlerinde… 

Biz virüsle uğraşırken burjuva boşa geçirmiyor hiçbir anını. Bütün bunları aynı toplumsal ve maddi zeminde tartışmak gerekiyor. Yoksa evinde spor yapan ve sakinlik tavsiye eden burjuvamızın 22 odalı yalısını anlayabilmek kolay olmuyor! 

Virüs insanlığı birleştirmek bir yana sınıfsal ayrım çizgilerinin altını çiziyor. Çünkü burjuva sporu ile işçi sporları da birbirinden farklı. Aynı şeyi yaptığımızı sanmayalım. 

Görülmüyor mu, biri yalısında deniz kenarındaki evinde bisikletiyle keyif çatarken, diğeri zamanı kalırsa mesaisinden kalabalıkta sırasını bekliyor, paslı bir bisiklete binmek için parklarda… İlki bireycidir, bencildir; ikincisi ise kolektivist.

Korona günlerinde sömürü koşulları genişletilmeye devam ediliyor, burjuvalar ve temsilcileri yeni kâr kapıları yaratıyor. Spor ile eğitim sömürü koşullarının genişlemesi ile yeniden buluşturuluyor. Konuştuklarımıza son bir değini gerekir, ‘hakem de mi yetiştirmeyeceğiz’ değildir mesele, patronlara ve patron olan bakan ve başkanlara ucuz iş gücü devşirme potansiyelinin arttırılması ve gençlerin hayallerinin belirlenmesinin, daha doğrusu çalınmasının, patronlara bırakılmasıdır. 
Yoksa bizim iç görümüz, yetiştirmenin ötesidir. Topluma faydalı bir birey olarak geliştirmektir amaç, toplumcu dinamizmi öne çıkarmaktır.
Son olarak; ‘hareket mi faul’, ‘top mu ele gidiyor’ bilmiyorum ve hakem retoriği ile ‘gördüm’ mü denir bilinmez ama, artık bu düzene ve temsiliyetine kırmızı kart çıkartmak gerekiyor. Yoksa bu kurulu düzen bir bütün olarak sporu aşındırırken, hakem meslek liselerinin heyecan dolu yeni adaylarını da bekliyor olacak öğütmek için… 

Kapitalizm her yerde ve alanda bir vandallık gözetiyor. Başımızı iki elimizin arasına alıp düşünmek gerek şimdi. Örgütlenmezsek, bir kitaptaki ifadedeki gibidir artık ‘makus talihimiz’; düğünde kalabalık; taziyede yalnız!

İsmail Sarp Aykurt / SOL

Haydi Abbas vakit tamam - (Alıntı:Nimet Elal Kıskaç paylaşımından)



 "Haydi Abbas vakit tamam" şiirinin hikayesi
Yıl 1941... Cahit Sıtkı askerliğini yedek subay olarak yapmak üzere Edremit Burhaniye’de bulunan birliğine gider. O yıllarda yedek subay sayısı az olduğundan her yedek subaya emir eri verilmektedir. Birliğine gittiğinde bölük yazıcısından künye defterini ister. Sırayla isimlere bakmaktadır bir isim dikkatini çeker.
Abbas oğlu Abbas, sakat ve çolak eli yüzünden çürüğe ayrılmış biridir Abbas. Talim bitiminde askerin yanına gönderilmesini ister. Öğle saatlerinde kapı çalınır. Karşısında civan mert yiğit biri selam çakıp;
*Abbas oğlu Abbas Emret komutatan!.. der.
Aralarında söyle bir konuşma geçer.
+ Nerelisin?
- Memleket Mardin, kaza Midyat komutan
+ Sen benim emir erim olur musun?
- Sen bilir komutan!.
Askere eşyalarını toplamasını ister ve kendi evinin altındaki boş yere taşınmasını ister.
Zamanla askerin zekiliği ve sıcakkanlılığından etkilenir. Abbas her sabah erkenden kalkar Cahit Sıtkı'ya kahvaltı hazırlar. Öğle yemeğini sormadan hazırlar. Tüm ihtiyaçlarını karşıdan bir istek gelmeden düşünüp yerine getirir. Erkenden kalkıp Cahit Sıtkı'nın kıyafetlerini ütüler, hazırlar ve evin temizliğini yapar.

Akşam olunca Cahit Sıtkı'nın sevdiği yemek ve mezeleri hazırlar. Zamanla aralarında komutan asker ilişkisinden daha güçlü bir dostluk bağı oluşur. Bu saf ve temiz Anadolu çocuğundaki sadakat ve temiz yürekten etkilenmiştir Cahit Sıtkı.

Zaman zaman karşısına alıp derleşirken bu Anadolu çocuğunun ruhunda gizli şeyleri keşfeder.
Akşamları rakı sofrası kurup en güzel kızartma ve mezeleri hazırlar Abbas. Aralarındaki duygu bağları güçlenir. Böyle bir keyf gecesi akşamında alkollü Cahit Sıtkı sorar;
+ Sen İstanbul'u bilir misin Abbas?
- Bilir komutanım.
+ Orda bir Beşiktaş var bilir misin?
- Bilir komutan!. Ben orda acemi birlikteydim.
+ Orda benim bir sevgilim var. Sen bana kaçırıp
onu getirir misin?
- Elbet komutan!
Sabah olur Cahit Sıtkı bakar ki, Abbas yeni asker kıyafetlerini giymiş traş olmuş hazırlanmış. Cahit Sıtkı sorar;
+ Hayırdır Abbas neden böyle hazırlık yaptın?
- Ben istanbula gidecek komutan!.
+ Ne yapacaksın sen İstanbul'da?
- Sen söyledi bana. Ben gidecek sana Sevgiliyi
getirecek!..
Gözlerindeki hüznü ve gözyaşlarını gizlemek istercesine arkasını dönüp kapıyı çarpar ve çıkıp gider Cahit Sıtkı. Fakat bu mert askerin, yüreği sevgi dolu Anadolu çocuğunun samimiyeti ve sıcaklığından duygulanır.
Akşam olur. Ağaç altında rakı sofrası kurdurur ve Abbası karşısına oturtur. Birlikte yer içerler ve Cahit Sıtkı o meşhur şiirini kaleme döker.
Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber Sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumanı,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.

(Alıntı:Nimet Elal Kıskaç paylaşımından)

5 trilyon dolar neo-liberalizmi kurtarır mı? - Mehmet Ali Güller

Bir süredir ısrarla koronavirüsü “Çin virüsü” diye isimlendiren ABD Başkanı Donald Trump, bu terimi kullanmaktan pişman olmadığını ancak artık kullanmayacağını açıkladı!
Ne oldu da Trump bunu söylemekten vazgeçti peki? Öyle iddia edildiği gibi Asyalıları incittiğini fark etti de ondan mı vazgeçti? 
Elbette hayır! 

Vazgeçmek zorunda kaldı, çünkü ABD’nin o “kaba emperyalist tavırları” sürdürebilecek pozisyonu sallanıyor…
ABD G7’de yalnız kaldı
Öncelikle Trump’ın “Çin virüsü” terimini artık kullanmayacağını açıklamasının, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile yaptığı telefon konuşmasından sonra geldiğini önemle belirtelim.
Dahası çok önemli G7 ile G20 zirveleri ile bir de BM toplantısı var…
Bu üç toplantının da Trump’ın geri adım atmasıyla doğrudan ilgisi var.
Anlatalım: 
G7 zirvesinden “ortak açıklama” çıkmadı! Çünkü Britanya, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya ve Japonya, ortak açıklama metninde Dünya Sağlık Örgütü’nün “Covid-19” terimini kullanmak istedi. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ise “Wuhan virüsü” tanımında ısrar etti.
ABD, “ırkçı” tutumuyla ortak açıklamayı engellemiş oldu ama aynı zamanda G7’de de yalnız kalmış oldu.
Benzer tablo BM toplantısında da yaşandı. Fransa, BM’de koronavirüsle mücadele için dünyada çatışmaların durdurulması ve yardımlaşma önerisi sundu. ABD, “Wuhan virüsü” denilmediği için öneriyi engelledi. Ancak orada da yalnız kaldı!
Ortak hareket planı
G7’de yalnız kalan ABD, Çin’in de yer aldığı G20 zirvesine haliyle eli zayıflamış girdi. 
İki saat 15 dakika süren “sanal zirve”den beş temel karar çıktı:
1) Küresel piyasalara 5 trilyon dolar sürülecek. 
2) G20 ülkeleri Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) ile çalışacak. 
3) G20 ülkeleri sağlık bakanları, 19-20 Nisan’a kadar “ortak mücadele” için planlarını oluşturacak. 
4) G20 ülkeleri maliye bakanları ve ulusal merkez bankaları ortak bir hareket planı hazırlayacak. 
5) Afrika başta olmak üzere en çok etkilenen yerlere yardım yapılacak.
Şi Cinping’in dört teklifi
G20 zirvesi, koronavirüs sonrasında nasıl bir dünyanın şekilleneceğinin de bazı ipuçlarını verdi.
Zira G20’ye, G7’de yalnızlaşarak gelen ABD ağırlığını koyamadı. Tersine Çin Halk Cumhuriyeti zirveye ağırlığını koydu.
Bunun göstergesi ise Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in zirvede yaptığı şu dört teklifin, alınan kararlara yansımasıydı:
1) Salgınla mücadele kararlılık gerektirir. ,
2) Kontrol ve tedavi için kolektif tepki şart. 
3) Uluslararası kurumlara destek verilmeli. 
4) Makro-ekonomik politikalarda koordinasyon.
Neo-liberalizmin asıl sorunu
Gelelim G20’nin neo-liberal ülkeleri açısından en önemli soruna… 
Şu ana kadar açıklanan paketlerin büyüklükleri şöyle:
ABD Senatosu 2.2 trilyon dolarlık teşvik paketini onayladı. AB’nin lider ülkesi Almanya ise 640 milyar dolarlık bir yardım paketi açıkladı.
Dünya Bankası Başkanı David Malpass önümüzdeki 15 ay için 160 milyar dolarlık mali destek girişimi başlatmaya hazırlandıklarını söylerken, IMF Başkanı Kristalina Georgieva da “IMF olarak, 1 trilyon dolarlık kredilendirme potansiyelimizi üyelerimiz için hazır bekletiyoruz” dedi.
Batı açısından asıl sorun ise şu: Piyasaya 5 trilyon dolar sürmek, 2008 krizinden bile tam olarak çıkamayan neo-liberal sistemi kurtarmaya yetecek mi?
Üstelik de salgının sağlık boyutunun 1.5 yıl, ekonomik boyutunun da 3 yıl süreceği belirtiliyorken…
Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

Hulusi Akar’ın hırkası - Barış Terkoğlu

Bir iniş, bir yokuş. Kara taştan bir büyük binanın önünden geçtiler.
- Burası ne? 
- Bu, işte, bizim karargâh, 
Erkânı Harbiye Riyaseti.
Yakup Kadri’nin Ankara romanında, Selma Hanım’ı gezdiren Binbaşı Hakkı Bey, Milli Mücadele’nin Genelkurmay binasını böyle tanıtıyordu. Milli Savunma Bakanı’nın gömlek ve hırka ile Suriye harekâtını yönetirken verdiği fotoğraf bana o sahneyi hatırlattı. Hulusi Akar, etrafındaki kamuflajlı askerlere talimat veriyordu, Genelkurmay Başkanı ve komutanlar ise geride bir siluet olarak kalmıştı. Tabii ki bir bakanın eskiden Genelkurmay Başkanı da olsa kamuflaj kıyafeti giymesi uygun düşmezdi. Öte yandan kravatla savaş yönetmek de pek ortama uymazdı. Belli ki “savaş yönetme kıyafeti sorunu”na çözüm böyle bulunmuştu.

Bir anormallik yok mu, diye düşünüyorduk. Emekli olduktan sonra haber kanallarına yerleşen askerler de bu konuda pek konuşmuyordu. Neyse ki bizim gazeteden İpek Özbey, emekli General Ahmet Yavuz’a “Bu fotoğraf normal midir” diye sordu. Her zaman aklıselimi söyleyen Ahmet Yavuz, “Bence yanlış yapıyorlar, bu tip bir harekâtı Genelkurmay Başkanı sevk ve idare eder ve harekât merkezlerinde komutanlar görünür” diye yanıt verdi.
CHP’li bakan da yönetebilir mi?
Mesele sadece fotoğraf değil ki... 
100 yıl önce çözdüğümüz bir sorun yeniden karşımızda duruyor. Basit bir şey söyleyeyim. Diyelim oldu ya, bir dahaki seçimde Millet İttifakı kazandı. Oldu ya, mesela Tuncay Özkan da savunma bakanı olarak açıklandı. Özkan, karargâha girip, Hulusi Akar gibi parmağıyla harekâtı yönetmek isterse komutanlar ne diyecek? “Biz sadece AKP hükümetinin bakanından emir alırız, sizden emir almayız” mı diyecekler? Yoksa “Siz de eski bir Genelkurmay Başkanı bulun” diye ricacı mı olacaklar? Hani biz bu işe “askeri siyasallaştırmayalım” diye başlamamış mıydık? Bu fotoğraf, tam da “siyasetin göbeğindeki ordu” kapısını kimse fark etmeden açmadı mı?
Konuştuğum kişi “mecburen” demese “düşünemediler” diyecektim. Öyle ya, askerlikle bağlantısı ara sıra orduevinin önünden geçmek olan televizyon yorumcuları bile “Hava sahasının kapalı olduğu bir bölgede harekât risklidir” diyordu. Kuşkusuz iyi eğitimli askerlerden oluşan TSK’nin komuta kademesi de bunun farkındaydı.
Düşünüyor, tartışıyor ve kapalı kapılar ardında söylüyordu. Ama pek de dinlenmiyordu. 
Dahası da var...
TSK, PKK ile mücadelesi sonucu gayri nizami harp deneyimi olan bir orduydu. 
Suriye’de gayri nizami harp unsuru olarak “bölge gücü” ÖSO yaratılmıştı. Ama bazı sorunlar vardı. ÖSO, savaşma konusunda isteksizdi. İçinde “bizden” özneler olmadan savaşamıyordu. Öte yandan ÖSO’nun karşısında iki düzenli ordu, Suriye ve Rusya vardı. 
Düzenli ordularla savaşan ÖSO, bir başka düzenli ordu olan TSK birliklerinden kopamıyordu.
Gayri nizami harbin en önemli kurallarından biri düzenli ordu ile gayri nizami harp unsurlarının iç içe geçmemesiydi. Sakal bırakan, düzenli nöbet tutmayan, giyimi dağınık milislerin; düzenli ordu düzenini bozması, en bilinen sorundu. İki grubun yakınlaşması, ayrıca dağınık birliklerle savaşan milislerin, düzenli ordu birliklerini hedef haline getireceği bir güvenlik sorunu yaratıyordu. Bu ve daha birçok sakınca TSK komutanları tarafından öngörülmüştü. İdlib’deki harekât haliyle “rasyonel askeri” değil, “siyasi” bir operasyon haline gelmişti. Bu durumda asker komutanların siluet, siyasi bakanın ise “güzel çıkmış mıyım” diyeceği fotoğrafın zeminini doğal olarak yarattı. “Biz 34 şehidi nasıl bir anda verdik” sorusunun bir gün verilecek yanıtı da bu fotoğrafta aranacaktı. Putin’in Moskova Mutabakatı günü bile söylediği “Hiç kimse (şehit olan) Türk askerlerinin yerini bilmiyordu” sözlerinin sırrı da.
Bu bıçağın iki yanı 
100 yıl önce çözdük demiştim ya... 
Sahiden Milli Mücadele yıllarında da bu tartışma yapıldı. Düşünün, Meclis daha bir haftalık bebek. Harbi kim yönetecek diye tartışıyor. “Savunma Bakanı (Harbiye Nazırı)” tezini savunanlar olunca, Mustafa Kemal, Osmanlı’da çöküş dönemine göndermede bulunarak uyarıyor:
Harbiye Nezareti’nin meşgul olduğu vazifeler, ordunun iaşesi, giyimi ve teçhizi gibi hususlardır. Vazifelerine emir ve komuta dahil değildir. Bizim memleketimizde öteden beri Harbiye Nazırları harp harekâtını ve komutayı dahi üzerlerinde bulundurmaktan zevk alırlardı. Onun için memleketimizde bağımsız Erkânı Harbiye Riyaseti yoktur. Doğrudan doğruya Harbiye Nazırı’nın arzusu dahilinde hareket eden bir Erkânı Harbiye Reisi vardır.
Peki, Genelkurmay Başkanı ne yapacak? 
Mustafa Kemal, “Nasıl harp edecek, vatanı nasıl müdafaa edecek ve nasıl hazırlanmak lazım geldiğini düşünür” dediği Genelkurmay Başkanlığı için bu ayırımın neden önemli olduğunu, konuşmasının devamında şöyle anlatıyor:
Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisi, sırf askeri hususlar ile meşgul olur ve böyle bir zatın siyaset meselesine karşı olması, kendisinin kabine ile beraber icabında düşmesini icap eder.
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal, bu bıçağın iki yanını da gösteriyor. Bakanın savaş yönetmesi, savaşı yöneteceklerin siyasetin içinde olması sonucunu doğuruyor:
Efendiler, komutanlar askerliğin görev ve gereklerini düşünür ve uygularken, beyinlerini siyasi görüşlerin etkisi altında bulundurmaktan kaçınmalıdırlar. Siyasetin gereklerini düşünen başka görevlilerin bulunduğu unutulmamalıdır.
Aşk da savaş da kıyafet değildir
Dükkâna giriyorsunuz. Duvardaki çivide asılı ceket tabii ki bakkalındır. Tezgâh başındaki önlük elbette bakkalındır. Ama devlet, bakkal dükkânı değildir. Devleti kuran Mustafa Kemal, Meclis adına harbi yönetme yetkisini ancak kanunla ve belli bir süre tanımlayarak kabul etmişti. Kuruluşun ardından vekil olmak isteyen komutanlara “Ancak üniformanızı çıkarırsanız” demişti. Şimdi devlet, tek kişiye göre tanzim edilen bir bakkala dönüşürken, kurumlar kendi başına işlemiyor. “Başka bir hükümet olursa” ne olacağının yanıtı işte bu nedenle verilemiyor.
Selma ve Binbaşı Hakkı Bey mi? Hakkı Bey’in şahsiyetine değil, harp içindeki üniformalı haline vurulduğunu fark eden Selma Hanım, Kurtuluş’tan sonra Meclis’te iş kovalayan sivil kıyafetli Hakkı Bey’i boşadı. “Her şey, akıl ve irade işidir” diyen Kuruluşçu devrimci Neşet Sabit’e âşık oldu.
Ankara’daki o taş binanın önünden geçerken, aşkın da savaşın da bir kıyafet işi olmadığını artık biliyordu.
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Deniz Poyraz: 'Yeryüzünün sosyalizmden başka bir kurtuluş reçetesi yok' (SÖYLEŞİ) - Emre Falay

Deniz Poyraz’ın öykü dili yalın, çarpıcı, aforizmalardan uzak, yaşamın içinden, hatta yaşamın tam orta yerinde. Poyraz ile 'Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler' adlı öykü kitabına, edebiyata, kültür-sanat alanına, sınıfsal olana ve mücadeleye dair konuştuk.

Deniz Poyraz dergi, gazete ve kitap eklerindeki eleştiri ve makalelerinin yanına 2018 yılında bir öykü kitabı eklemiş oldu ve ne de iyi yaptı. “Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler”de yer alan öykülerin bir bölümü deyim yerindeyse epey sarsıcı. Bazı öykülerin sonuna geldiğinizde ise kimi zaman yazarın bize sakladığı sürpriz nedeniyle, kimi zaman içlerinde barındırdıkları umut, size duyumsatacakları tanışıklık ile kendinizi gülümserken buluyorsunuz. Öte yandan, Deniz Poyraz’ın öykü dili yalın, çarpıcı, aforizmalardan uzak, yaşamın içinden, hatta yaşamın tam orta yerinde.

Deniz Poyraz ile “Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler”e, edebiyata, kültür-sanat alanına, sınıfsal olana ve mücadeleye dair konuştuk.

Merhaba Deniz. Ne yalan söyleyeyim kitaptaki ilk öyküyü (Pul Biber Yangını) okumaya başladığımda beni bir hayal kırıklığının bekleyip beklemediğine ilişkin tereddüt içindeydim. Dışavurumcu bir genç yazar ile mi karşı karşıyayız acaba derken, hem öykünün bütünü hem de kitapta mahalleyi anlatan diğer öykülerin tavrı beni şaşırttı…
Merhaba… Pul Biber Yangını adlı öyküm, kitabın diğer öykülerinden bazı yönleriyle ayrışıyor, doğrudur. Daha hareketli, görece daha akışkan bir yapısı var öteki metinlere nazaran. Şöyle söyleyeyim, öykülerimi kaleme aldığım dönemde, öyküde ve kısmen romanda “dışavurumcu erkek tiplemeleri” epey bir modaydı. Fakat bu erkek karakterlerin hikâyeleri, “yüceltilen ve kutsanan erkeklik anlatıları”ndan öteye varmıyordu. Hakeza, özellikle Gezi Direnişi sonrası büyük sükse yapan popüler edebiyat dergileri de bu tiplemeyi pek sevdi. Söz konusu erkeğin kadın versiyonları da türetildi sonra. Bu temsil, edebiyatta gitgide stereo-tipleşti.

Bunun bu derece kanıksanması, bir yanıyla, aslında toplumsal bir karşılığının olduğuna da işaret ediyordu. İyi veya kötü, bir şeyin yaşamda bir karşılığı varsa, bundan kaçamazsınız; ancak o şeyin neresinde mevzileneceğinizi, ona hangi noktalardan yaklaşacağınızı seçmek size kalmış. Öykümü bu “lümpen delikanlı” tiplemesinin ruh dünyasını çözümlemeye çalışarak yazdım. Ayrıca, “böyle bir karakterle çıkılacak bir yolculuk beni nereye vardırır” gibi bir düşünce içinde olduğumu da hatırlıyorum.

Öte yandan, Pul Biber Yangını’nda kullandığım dili, kurduğum atmosferi beğenen ve diğer öykülerde de bunu talep eden, bunu arayan okurlar oldu. Neticede, ne yaparsak yapalım, söz konusu kurgusal bir metin olunca bir yerden sonra iş öznelleşiyor işte…

'BENİM MAHALLEM BİRAZ KARANLIK'
Yara isimli öykü gerçek anlamda canımı acıttı diyebilirim. Dilersen buradan devam edelim. Edebiyatçıların bir bölümünün bir tür yeni-romantizm içinde, geçmiş “güzel” günlere özlem duyarak ürettikleri pek çok hikâye çıktı karşımıza son yıllarda. Güzel, insani, sevecen, çocuksu bir mahalle kavramı ile birlikte… Senin öykülerindeki mahalle bundan farklı bir yerde. Buradaki tavrını biraz açar mısın?
Bir öykü dosyası hazırlarken hangi öykünüzün ön plana çıkacağını kestiremiyorsunuz. Benim için hepsi bir tabii ama okur Yara öyküsünü diğerlerinden başka bir yere koydu. Bunun farkındayım. Dediğim gibi, böyle şeyleri öngöremiyorsunuz yazarken…

Bu topraklarda doğup büyüyen hemen herkesin zihninde iyi kötü bir mahalle imgesi var. Mahalleden söz açmak, “bilinen bir sokakta kaybolmak” gibi. Yazar, içine doğduğu toplumun bir parçası; yani toplumsal bir kişilik. Dolayısıyla yazdığı şeyler de kolektif hafızanın bir ürünü olabiliyor. Fakat aynı mahalleye doğsak ve aynı devri yaşasak bile bu, aynı ideolojik yapının bileşenleri olduğumuzu göstermez elbette. O yüzden yazarların bir mekânı, zamanı, karakteri ele alış biçimleri farklı. “Benim mahallem” belki biraz karanlık. Kolektif suç ortaklıkları içeriyor. Yarattığı mikro-iktidar alanına tapanlarla, “öteki”ne hayatı zehredenler birbirine komşu. Buradaki tavrım, öykülerimi yazarken hep insana veya topluma dair bir “meseleden” yola çıkmamla ilgili olabilir. Böylece o sevecen ve çocuksu mahalle algısının üstü kazınıyor biraz, altından daha karanlık bir mekân çıkıyor. Mahallenin bu hâli yaşarken değil, yazarken keşfettiğim bir şeydi –ki kendi adıma kıymetli bir keşif oldu.

'SINIFLI DÜNYA DÜZENİYLE YÜZLEŞELİM'
Öykülerindeki küçük insanı tam sevecekken ondan nefret de edebiliyoruz ya da tam tersi. Her durumda anlamaya çalışıyoruz onu. Anladığımız her durum, her karakter okur için de bir yüzleşme çağrısı sanki. Öyküde karakterlerini nasıl kuruyorsun?
Doğrusunu isterseniz, ben hayatımda hiç katıksız iyi veya mutlak kötü birine rast gelmedim. Her türlü duyguya, düşünceye, eyleme meyilli varlıklarız; yeter ki fırsatını bulalım… Dolayısıyla, başkaları hakkındaki yargılarımızı da onlarla kurduğumuz ilişkilenme biçimleri belirliyor bence. Hayatının bir döneminden, en yakınından bile -misal babasından veya annesinden- bir anlığına dahi olsa nefret etmemiş biri var mıdır? “Var” diyen, psikoloji bilimini -tüm o karmaşaları hiçe sayar. Yine de ortada çok ekstrem bir durum, kapanmaz bir yara, olağanüstü bir problem yoksa hiçbirimiz onların tümden yok olmasını dilemeyiz. Fakat burada önemli bir detay var ki, içine doğduğumuz yaygın ideolojik yapı, adeta var oluşumuzdan gelen bazı karanlık noktaları beslemekle mükellefmiş gibi çalışıyor. Dünyaya gelerek, aslında her türden eşitsizliğe ve korkunç bir güvensizliğe de doğmuş oluyoruz. İnsan, en yakınının bir gün en uzak olacağını, en sevdiği dostunun belki günün birinde en azılı düşmanına dönüşeceğini hesap ederek yaşamaya başlıyor ve bu kapitalist ilişkilenme biçimde her birimizin aslında ne kadar yalnız, aciz bireyler olduğumuzu gösteriyor.

Öte yandan, bireyi toplumdan soyutlayıp ona tek başına bir “iyilik” veya “kötülük” atfedemeyiz. Bir insanı faunasından ayrı değerlendiremeyiz. Hem çıkarımlarımız hatalı olur hem o kişiye haksızlık ederiz gibi geliyor bana. Ancak az evvel sözünü ettiğim bu “doğal karanlığımızı” ehlileştirip, türümüzü hem insanlık hem de yeryüzündeki diğer canlı varlıklar için daha zararsız hâle getirmemiz pekâlâ mümkün. Tam bu noktada hem kendi karanlığımızla hem de kendini mutlak bir yazgıymış gibi dayatan sınıflı dünya düzeniyle yüzleşelim isterim. Dayanışma, yoldaşlık, vicdan, eşitlik, hürriyet gibi kavramların etkisinin zayıflamasının kimlerin işine geldiğini iyice bir düşünelim isterim.

Neticede, karakterlerim, böyle bir düzenin içinde kendi yollarını bulmaya çalışıyorlar. Kimi buluyor kimi de karanlık içinde boğulup gidiyor. Gerçekte de öyle değil miyiz?

Buradan yola çıkarak gerçekliği kavrayış biçimi hakkında da konuşmak gerekiyor sanırım. Gerçeğin tek yönlü, değişmez ve mevcut karanlık biçimiyle kavranışı edebiyatımızda da toplumsal varlığından yalıtılmış karakterler yaratabiliyor. Senin yaşayan, canlı karakterlerin ile gerçeği kavrayış biçimin arasındaki ilişki nedir?
Önceki soruya verdiğim yanıtlar burada da geçerli olmakla birlikte, bence bir karakteri “canlı, inanılır, yaşayan, sahici” kılan şey, onun hayatın olağan akışına ve insan tabiatına uygun biçimde hareket edip etmediğidir. Bu sadece realist veya toplumcu gerçekçi yazın için değil; fantastik/bilim-kurgu türüne ait bir edebiyat ürünü veya deneysel bir metin için de geçerli bir kural bence. Çünkü her türlü deneysellik de mevcut insandan veya toplumdan yola çıkarak yapılacak. 

Milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki bir galakside geçecek bir kurgunun karakterleri de yine türümüze ait bir öz taşıyor olacak.

Öte yandan, insan çok boyutlu ve son derece kestirilemez bir varlık. Her hareketi her kararı her refleksi hep binlerce ihtimale gebe. Bu gerçeklik, hayatı hem keyifli kılan hem de karmaşıklaştıran bir durum. Ayrıca bu ihtimalleri yöneten ve yönlendiren bir sürü direnç noktası var her birimizin yaşamında. Ne kadar becerebiliyorum bilemem; ama bir karakter yaratırken bu temel prensipleri es geçmemeye gayret ediyorum.

Karakterlerini ve gerçekliği kavrayışına dair tavrının öykü diline de yansıdığını düşünüyorum. Neredeyse Orhan Kemal yalınlığında bir dil kuruluşun var diyebilirim. Öte yandan televizyonda penguenleri anlatan belgeselin sesi ya da torpido gözünde “Asi ve Mavi” kaseti bulunan Lada araba gibi ince detaylar çıkıveriyor karşımıza. Öykü dilini kurarken nelere dikkat ediyorsun?
Yeni karşılaştığımız bir yazarı değerlendirirken hep “şunun gibi yazıyor, dili bunu andırıyor” deriz. Ben de sık sık yaparım bunu. Bilhassa sevdiklerime, yakınlarıma kitap önerirken… Henüz okumadıkları bir yazardan bahsedeceksem, bildikleri bir yazarı referans göstermek kolayıma gelir. Tabii bu söylediğiniz, benim örneğimi çokça aşan, büyük bir şey. Onur verici, teşekkür ederim… 

Ayrıca Orhan Kemal, önce metinlerinden, sonra aydın ve entelektüel tavrından çok etkilendiğim bir yazar… Hatta “yazar” deyince mesela benim kafamda canlanan da tam olarak bir Orhan Kemal imajıdır.

Dil meselesine gelince, bu biraz “ne yersen o’sun,” önermesindeki gibi bir şey. Okur olarak neyle “beslenmeyi” seviyorsan, yazar olarak da dilin o “beslendiğin” şeye meylediyor yazarken. Bu konuda dikkat ettiğim en önemli husus, karakterin kimliğinin inşası ve bu inşaya güç verecek sözcük kullanımı.

Yeri gelmişken, diyelim bir kitap yazma iddiamız var ve bu süreçte kendi dilimizin ustalarını es geçip devamlı çeviri metinler okuduk. Böyle bir durumda, karakterlerimizin bu toplumdaki hiç kimseye benzememe riski doğar –ki bu evvela kendi toplumu için üreten bir yazarın hiç istemeyeceği bir şey. Adnan Binyazar Toplum ve Edebiyat kitabındaki denemelerinden birinde “başkası gibi yazmanın bir yazarı evrenselleştiremeyeceği”nden bahsediyor. Ben, buradaki “başkası gibi” ifadesini, başka bir kültürün dili ve hafızası olarak algılıyorum. Bu sebeple, “öykü dili” denen kavram üzerine düşünürken, öyküyü hangi dilde yazacaksam o dilin ustalarını ve bıraktıkları mirası esas alıyorum. Dil konusunda dikkat ettiğim şeyler aşağı yukarı bunlar…

Klasik bir soru olacak belki ama beslendiğin kaynaklar nedir? Hem edebi, estetik hem de düşünsel anlamda…
Ben her biri için tek tek yanıtlamaya çalışayım o hâlde. Edebi olarak Refik Halit Karay, Orhan Kemal, Haldun Taner, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oktay Akbal, Melih Cevdet Anday, Peyami Safa, Jack London, Herman Melville, Anton Çehov, Andrey Platonov; estetik anlamda Sevgi Soysal, Latife Tekin, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Cemil Kavukçu, Metin Kaçan, Boris Vian, Georges Perec, Vladimir Nabokov, Thomas Bernhard, J. D. Salinger, Javier Marias, Raymond Carver, John Cheever; düşünsel olarak da Jean-Paul Sartre, Albert Camus ve F. M. Dostoyevski. Bunlara ek olarak, Orhan Pamuk’un çalışma azmi, romancılıktaki disiplini, takıntıya varan detaycılığı ve kararlılığı da bence her yazara ve yazar adayına örnek olmalı.

'DÜNYA ŞİRKETLERİN KÂR SAHASINA DÖNÜŞMÜŞ DURUMDA'
İçinden geçtiğimiz zamanın, yaşadığımız her an, her şeyin ne denli sınıfsal olduğunu bizlere hatırlattığını düşünüyorum. Sınıfsal olan buna paralel biçimde edebiyat ve sanatın içinde yavaş yavaş görünmeye başlıyor sanki. En azından çelişkileri ile… Ancak bu anlatıda sınıfın kendisi henüz bir özne olarak yer almıyor. Bu da içinden geçtiğimiz zaman ile ilintili olsa gerek. Senin öykülerindeki karakterler yaşamlarını ellerine almaya yani özne olmaya çalışıyor diye düşünüyorum. “Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler”in ilk sahnesinde işçi servisinden inen ve artık işsiz olan baba Şevket’in yaşamı belli ki değişecek. Yuğ’da yaşamında anlamlı olanı arayan Özgür, Kâşif’in İsa’sı, Ümmü’sü… Kaderlerini ellerine almaya hazırlanıyorlar. Sence sınıfsal olan ve sınıf, yakın gelecekte anlatımızda kendisine nasıl bir yer bulacak? Bir de dilersen bu soruyu kendiliğinden bir durum olmaktan çıkaralım. Yazarın gerçekliği bu yönde bükmede bir tavrı, sorumluluğu var mı ya da olmalı mı?
Hem bizi hem dünyayı ilgilendiren güncel gelişmeler karşısında sermaye sınıfının tutumunu, bu sınıfın desteğiyle iktidarını sürdürmekte olan sistem partilerinin davranışlarını, aldığı kararları kaygıyla izliyoruz. Bariz biçimde emekçi düşmanı bir tavırla hareket ediliyor. Zaten başka türlüsünü ummak hayalcilik olurdu; burjuva partilerinin eline bakmak, mevcut siyasal düzeni doğru okuyamamakla eş değer bence. Oysa emekçilerin kendi örgütlülüklerinden başka tutunacak dalı olmadığı gerçeği, mülkiyet ilişkilerinin ilk ortaya çıktığı dönemlerden bu yana bilinen ve On Dokuzuncu Yüzyıl’da da “kitabı yazılan” bir şey. 

Ben, tarih boyunca süregelen sömürü sisteminin Yirmi Birinci Yüzyıl’daki iyice azgınlaşan tavrını, emekçi kesimlerin içine itildiği alternatifsiz, örgütsüz yaşantıya bağlıyorum. Bu, yalnız benim dile getirdiğim bir durum da değil sanırım. Kapitalistleri duraksatacak, geri adımlar atmaya sevk edecek bir güç ne yazık ki bugün yok. Dünya, şirketlerin kâr sahasına dönüşmüş durumda. Kapitalist anlamda bir küreselleşmenin de patronlar haricinde kimseye bir fayda sağlamadığı ortada. Patronlar sömürü düzenini yeryüzünün her noktasına yaydıkça, yani sermaye yeryüzünde pislik saça saça özgürce dolaştıkça sömürülenlerin payına zorunlu göçler, salgın hastalıklar, savaşlar, açlık ve yoksulluk düşüyor.

Öykülerimi yazarken, karakterlerimi -sosyo-ekonomik ve kültürel durumları ne olursa olsun- birer laboratuvar faresi gibi ele almamaya; onları yaratırken vicdanla ve anlayışla hareket etmeye gayret ediyorum. Fakat gerçek dünya, kurgudan daha acımasız ve böyle bir tabloda bir emekçinin özne olması, ancak sınıfsal mücadeleye katılımıyla mümkün. Çünkü yüzyılımızı kurgulayan sermayedarlar ve onların devlet görünümlü şirketleriyle orduları, yeryüzü pastasını insafsızca paylaşırken, önerdikleri çiğ “burjuva bireyciliği” dışında özne olup kendimizi gerçekleştirme şansı vermiyorlar bize, vermeyecekler de. Fakat, biz milyonlarız ve ne pahasına olursa olsun kaderimizi kendi ellerimize yazmanın bir yolunu bulmak zorundayız… 

Daha açık bir ifadeyle söyleyelim hadi: Yeryüzünün sosyalizmden başka bir kurtuluş reçetesi yok.

Emre Falay / SOL


DENİZ POYRAZ KİMDİR?
1991’de Lüleburgaz’da doğdu. Lise öğrenimini Lüleburgaz Anadolu Lisesi’nde tamamladı. Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeki mühendislik eğitimini yarıda bırakarak Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne kaydoldu. Mezun olduktan sonra Marmara Üniversitesi’nde Yayıncılık Yönetimi alanında yüksek lisansa başladı.
Eleştiri, makale ve röportaj türündeki çalışmaları Ayrıntı, Duvar, Evrensel Kültür gibi dergilerde, BirGün gazetesinde ve kitap ekinde, ayrıca Bianet, İyikitap gibi çeşitli internet sitelerinde yayımlandı. "Emine’nin Yanında Konuşulmayacak Şeyler" isimli öykü kitabı 2018 yılında İletişim Yayınları tarafından yayınlandı.

Korona bir alt üst oluş çağının kapısını açtı! - Erhan Nalçacı

ABD emperyalizminin en üst düzey yöneticisi olan Trump bir kez daha atıp tutturamadı. Hatırlarsanız, iki ay kadar önce Çin’den başlayıp yayılan yeni koronavirüs salgını için “Havalar ısınınca Nisan’da geçer” demişti.

Şimdi ABD’nin pandeminin yeni merkez üssü olduğu söyleniyor.

Ama Trump atmaya devam etti. Aşağıdaki grafik 20 Şubat ile 11 Mart arasında ABD’deki vaka sayısının roket hızıyla artışını ve Trump’ın konuyla ilgili demeçlerini veriyor.


Şimdi ise durum korkunç. Ülkedeki vaka sayısı 70 bini geçti.

Nisan ayının ortasında her gün 2 bin civarında kişinin yaşamını yitirebileceği ve toplam ölü sayısının ABD’de 80 bini geçebileceği tahmin ediliyor.

Biz bu tabloyu önceden tahmin edebilir miydik?

Evet, edebilirdik. Böylesine bir salgına, bir ülkenin dayanıklı olması için ya sosyalist olması, ya da kamucu devlet örgütlenmesini henüz terk etmemiş olması gerekiyor.

Salgın piyasanın ve sermaye iktidarlarının nasıl emekçi halkı koruyamayacağını, halk sağlığında nasıl doldurulması mümkün olmayan boşluklar bıraktığını çok iyi gösterdi (ABD diye konuşuyoruz ama siz örneğin, Türkiye diye de okuyabilirsiniz).
ABD dünya emperyalist sisteminde tam bir uç örnekti. Dünyaya “demokrasi” taşıyacağını söyleye dursun, tam anlamıyla kendisi bir sermaye diktatörlüğüydü.
Bunu sadece işçi sınıfının tepesine binerek gerçekleştirmedi, dünya sömürüsünden aldığı payın bir kısmıyla geniş bir “orta sınıf” yaratmayı başararak da yapmıştı.

Uzun süredir emekçileri de içeren bu “orta sınıf” çözüldü, ABD geniş bir asgari ücretle çalışan işçiler dünyası haline geldi.

Şu hale bakın, işsizlik maaşı talebinde bulunan emekçi sayısı 300 bine yakınken, pandemi ile birlikte bu sayıya 3 milyon kişi eklenmiş. İşsizlik oranının iyi ihtimalle 2008 krizinde bile görülmeyen bir rakam olan %13’lere çıkacağı söyleniyor.
Kaldı ki ABD’de fabrikalar kapanmadı henüz.

ABD gücünün doruğuna ulaştığı 2. Dünya Savaşı yıllarının sonunda her gün bir savaş gemisini denize indirecek kapasiteye kavuşmuştu.

Şimdi ise acıklı bir durum var:
En çok vakanın görüldüğü New York Valisi “30 bin solunum cihazı gerektiren hasta var, bana 400 tane göndermişsiniz, bari kimin öleceğini siz seçin” diye isyan etti.
Emperyalizmle ilişkisini bir kenara bırakalım, ama Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) bir pandemide önemli işlevleri bulunur. ABD’nin ise ödemesi gereken yıllık ödentiyi DSÖ’ye vermediği ortaya çıktı.

ABD emperyalizmin patronluğu iddiasını bu şekilde sürdürülebilir mi?

Bu arada salgını kendi ülkesinde sınırlandıran Çin zor durumda olan diğer dünya ülkelerine malzeme yardımı yapıyor, salgını uluslararası bağlarını güçlendirmek için kullanıyor.

Birbirinden malzeme çalan AB ülkelerini ise dile bile getirmiyoruz burada.
Pandemi sonrası kimse sakin bir dünya beklemesin! Emperyalist zincirde yeni zaaflar ve kuvvetli yanlar ortaya çıkacak, gerilim yükselecek. Sorunları savaşla çözme eğilimleri, otoriter rejimlerin olasılığı artacak.

ABD bunun sinyallerini veriyor ve örneğin Venezuela yöneticilerini uyuşturucu ticareti ile suçlayarak yeni bir saldırı başlattı.

Şimdiden tarihsel bir dönemlendirme yapmak doğru değil, ama dünyanın yeni koronavirüs pandemisi ile bir alt üst çağına girdiğini söyleyebiliriz.

Bu çağa damgasını kesinlikle vuracak şey sosyalizme geçiştir.

Unutmayın, evde otursanız bile saflara katılmak için yapabileceğiniz şeyler var!

Erhan Nalçacı / SOL

Hoşumuza gitmeyecek bir sınıf mücadelesi: Kolera İsyanları - Kavel Alpaslan / duvaR.

Osmanlı'yı yenen Rus Çarlığı'nda zaferin 'hediyesi' kolera olur... Kolera yayılırken sınıfsal bir tercihte bulunmamış, dükleri, düşesleri, generalleri... Yani 'ayrıcalıklılar'dan da pek çok kişiyi öldürmüştür. Fakat alt sınıflardaki ölüm oranları yüz bin gibi rakamlara ulaşmıştır.


1828-1829 Osmanlı-Rus savaşı, Edirne Antlaşması’yla ve Rusya’nın zaferiyle sonuçlanır. Fakat muzaffer Rus askerleri memleketlerine dönerken cephe hikayeleriyle birlikte kolerayı da yanlarında götürür… Kısa süre içinde yayılan hastalık, Çar I. Nikolay’ın kardeşi Prens Konstantin de dahil yüzbinlerce insanın yaşamına mâl olmuştur. Karantinaya alınan evler, mahalleler ve kentler kâr etmez… Yoksulluk yüzünden salgının asıl çilesini çeken kitleler ayaklanır. Dedikodular sonucunda doktorlar; yoksulluk yetmezmiş gibi baskı yapan toprak sahipleri ve hükümet yetkilileri öldürülür… Hastaneler de dahil olmak üzere yağmalar başlar. Sokaklara egemen olan artık sadece kolera değil, aynı zamanda korku ve öfkenin doğurduğu kaos ve belirsizliktir.

Çar en sonunda halkının karşısına çıkar ve kitleleri ‘sakinleştirir’. Başkent meydanlarında halka yaptığı konuşma, tablolara, heykellere konu olur. Gel gelelim sarayına dönen ‘fedakar’ imparator, ilk iş üzerindeki tüm kıyafetleri ateşe verip uzun sürecek bir banyo yapmayı da ihmal etmez. Oysa Çar’a yardımcı olan sadece hitabet gücü ve sözleri değil, aynı zamanda topları ve tüfekleridir…
Maksim Gorki
Glasgow Üniversitesi’nden Samuel Kline Cohn Jr, koleranın 1830’larda dünyada nasıl bir iz bıraktığını anlatırken Rusya’da yaşananlar hakkında ‘hoşumuza gitmeyecek bir sınıf mücadelesi’ tanımını yapıyor. Sahiden kontrolsüzce hareket edilen bu isyanda ‘hoş’ bulunacak bir yan yok. Rus ve dünya edebiyatının en güçlü isimlerinden Maksim Gorki de 1905 yılında kaleme aldığı ‘Güneşin Çocukları’ adlı oyununda ‘Kolera İsyanları’na farklı bir gözle bakıyor ve aydınların kitlelerle kurduğu ilişkilere değiniyor. Ancak kolera onun için sıradan bir konu değil. Gorki henüz çok küçük bir yaştayken bu hastalığa yakalanır. Bir süre sonra sağlığına kavuşur. Ancak babası, oğlundan kaptığı koleraya yenik düşer ve hayatını kaybeder. Gorki, anılarında anlattığı üzere babasının gömüldüğü gün, yaşı gereği sadece mezarın dibinde gördüğü kurbağaların orada kalıp kalamayacağını düşünse de kolerayı ileride daha farklı bir şekilde değerlendirecektir. Kişisel tecrübeleriyle birlikte 1905 yılında Rusya’da başlayan devrimci süreç, Gorki’nin bu oyunu yazmasında etkili olmuştur.
Ancak biz önce biraz daha detaylı bilgi sahibi olmak için tekrar 19. yüzyıldaki Kolera İsyanları’na gidelim. Güneyden ve doğudan gelen salgın, yavaş yavaş başkent St. Petersburg’u da pençesine almıştır. Bunun üzerine hükümet çok sayıda bölgeyi karantinaya alır. Başkentte 1831 yılında hastalık zirveyi bulduğu zaman günde yaklaşık 600 kişi hayatını kaybetmektedir. Okullar, tiyatrolar, iş yerleri, hükümet binaları… Hepsi kapatılır. Karantina dolayısıyla sokaklarda polisiye tedbirler artarken dedikodular da mahallelerde yayılmaya başlar.
                                         Çar I. Nikolay’ın, halkın arasında konuşurken gösteren bir resim…
Gerçekle yalan kontrolsüz bir şekilde birleşince ortaya korkunç bir manzara çıkar. Kuyuların zehirlendiği fısıltıları yayılırken, doktorlar ve hemşireler ilk kurbanlardan olur. Öyle ki insanların sirkeyle ellerini sık sık yıkamaları önerileri bile ‘doktorların komplosu’ olarak değerlendirilir. Hatta kentte içerisinde kolera hastalarının bulundu bir hastane ateşe verilir, pek çok sağlık çalışanı da korkunç bir şekilde galeyana gelen kitle tarafından katledilir. Sennaya Meydanı’ndan kraliyet güçleriyle çatışmalar devam ederken sert, baskıcı ve tutucu tavırlarıyla bilinen Çar’ın askeri konuşması gerçekleşir…
 Gel gelelim ülkedeki bu kontrolsüz isyan dalgası hemen sönecek gibi değildir. Novgorod bölgesindeki Staraya Russa’da salgından korunmak için alınan önemlerin yetersiz olduğundan şikayetçi olanlar ayaklanır. Hükümetin hastalığı bilerek yaydığından şüphelenenlerin sayısı da hiç az değildir. Burada da pek çok sağlık çalışanı canından olur. Fakat birikmiş öfkenin hedefinde sadece doktorlar yoktur. Hükümet yetkilileri ve toprak sahipleri gibi kesimler de isyancılar tarafından tutuklanır, öldürülür. Ayaklanma bastırıldığında sadece Staraya Russa’da 3 bini aşkın isyancı asker ve köylü, Çarlık güçleri tarafından ya idam edilir ya da sürgüne gönderilir…
Peki tüm bu yaşananları bugün nasıl okumak gerekiyor? Kolera yayılırken sınıfsal bir tercihte bulunmamış, dükleri, düşesleri, generalleri… Yani ‘ayrıcalıklılar’dan da pek çok kişiyi öldürmüştür. Fakat alt sınıflardaki ölüm oranları yüz bin gibi rakamlara ulaşmıştır. New Mexico Üniversitesi’nden Yury V. Bosin de ayaklanmanın sınıfsal boyutuna dikkat çekiyor: Hükümetin karantina ve kontrol uygulamaları, umutsuzluk, korku, tedirginlik ve kızgınlık halkı sokaklara sürüklemiş, en yoksulların hastalıktan en fazla etkileniyor oluşuysa hem üst sınıflara karşı kini hem de doktorlara karşı dedikoduları alevlendirmiştir. Dolayısıyla yaşananları sadece ‘dedikodu’ ya da sadece ‘salgın korkusuyla’ açıklayamayız. At izinin it izine karıştığı bu başıboş ayaklanmanın ardında, ülkedeki yoksulluk ve savaş yorgunluğunun hastalık yaralarını sarmada yetersiz kalması da gözardı edilemez.
Şimdi Gorki’ye geri dönelim… Güneşin Çocukları oyununda ayrıcalıklı aydınların kapılarının dışındaki dünyadan habersiz bir şekilde kurduğu düşleri eleştirir. Dışarıda kapıya dayanmış kolera salgını vardır. Eser, siyasetle ilgili bir aydının burjuva toplumunda bağımsız bilimsel çalışma yapma savının geçersizliği kanıtlanmaktadır. Aynı oyunda, halkın taşıdığı potansiyel güç de duyurulmaktadır. Çalışmalarını bu güçle birleştirmeyen aydın, yenilgiye yazgılıdır.(1)
“Evvelzaman içinde, güneşin ışığıyla yaşantıya baş veren o şekilsiz, bir damlacık albümin nasıl ilkin suyosunu, derken aslan, derken insana dönüştüyse; bir gün gelecek, insanlar, bütün insanlar birleşip görkemli, uyumlu bir örgen kuracaklar. Yani insanlığı kuracağız dostlarım!… Bu örgenin hücreleri insan zekasının geçmişteki şanlı zaferleriyle işte bugünkü çalışmalarımızdan oluşacak. Gün, pir aşkına, gönüllüce savaşma günü!… Adım adım yaklaşıyor, seziyorum, görüyorum, yaklaşıyor o mutlu gelecek. İnsanoğlu durmadan gelişiyor, olgunlaşıyor. Yaşantı bu işte, yaşantının bütün anlamı bu! (…)
Ölüm korkusu var ya… İnsanların yiğit, güzel ve özgür olmalarını engelleyen hep o!… Ölüm korkusu koskocaman, kara bir bulut gibi çökmüş üzerlerine, gölgesiyle kaplamış yeryüzünü, heyulâlar salıyor ortalığa. İnsanları özgürlüğe giden yoldan, ‘bilim’ denen ana yoldan saptırıyor. Yaşantının anlamını şaşırtan derme-çatma, saçma kuşkulara sürüklüyor onları, gerileterek yanılgılara düşürüyor zekayı. Ama biz, bizler, insanlar, yaşantının ışıklı kaynağı güneşin çocukları… biz ki, güneş tarafından yaratılmışız… o kara ölüm korkusunu er geç yeneceğiz! Biz ki, o bilinmezin karanlıklarını yarıp aydınlatan mağrur ve coşkun düşüncelerin yaratıcısı, o enerji, güzellik ve sevinç ummanı, o ruhların diriltici ruhu, kanımızın o ışıklı kaynağı güneşin çocuklarıyız!”(2)
Sevdiğiniz filmleri tekrar tekrar izlerken, en acıklı sahne ekrana gelir. Aslında hikayenin kötü bitecek finalini bal gibi biliyorsunuzdur. Ama insan çoğu zaman kaçınılmaz sonu bile bile, son ana kadar farklı bir senaryonun ihtimaliyle heyecanlanabilir. Rusya’da yaşanan Kolera İsyanları da felaketten doğan başıboş öfkeden medet umulamayacağını gösterir. Fakat acı da olsa kitlelerin neler yapabileceğini de kanıtlar. Gorki ise korku ve tedirginlik dolu bir atmosferde kapalı bir kutuda yaşayan aydınların belli bir yüzyılın meselesi olmadığını, eserini 1905 yılında yazarak gösteriyor…
Kavel Alpaslan / duvaR.

Kaynaklar ve daha detaylı bilgilerin yer aldığı adresler
(1) Oyun Yazarı Olarak Marksim Gorki – Ataol Behramoğlu (Türk Tiyatrosu – Sayı: 423, Yıl: 1977)
(2) Maksim Gorki – Güneşin Çocukları (Can Yücel)
Yury V. Bosin – Cholear Riots of 1830-1831
Samuel Kline Cohn Jr – A class struggle we may not like
https://www.rbth.com/history/331853-why-russians-rioted-against-quarantines

Öne Çıkan Yayın

Çok şey söyleyip bir şey anlatmama sanatı! -Mehmet Y. Yılmaz /T24-

Cumhurbaşkanı “altı doldurulmamış sözlerle sürece sahip çıkıyormuş gibi görünme” konuşmalarını hep yapıyor. Ama esasen hiçbir şey söylemiyor...