Terörle yargılayan terör - Barış TERKOĞLU / CUMHURİYET

Korku, iki ucu keskin bir bıçak mı? Korkutanın kendisi de bir başka korkunun sahibi mi?

Natascha Kompusch kaçırıldığında 10 yaşındaydı. Bodrum katındaki hapisliği 6 ay sürdü. Delirmek üzereydi. Sapığı Wolfgang Priklopil, üst kata çıkmasına izin verdi. Televizyon izlemesine ve gazete okumasına iki yıl sonra müsaade etti. Kabullenilmiş gardiyan-tutsak ilişkisi öyleydi ki birlikte dışarı çıktıklarında Natascha kurallara uyuyordu. Hep kaçmayı düşündü. Ama içine yerleşmiş “öldürülme korkusu” buna engel oldu. 8. yılında yani 18 yaşında, korkusunu yendi ve kaçtı. Rehinesi elinden kaçan Wolfgang’ın korktuğu başına gelmişti. Trenin altına atlayarak intihar etti. Teslim olan da teslim alan da korkunun farklı yüzlerini içinde taşıyordu.
Cumhuriyet’in “Susmayacağız” yazan tek kelimelik manşetine bakıyorum. Hemen altında iki başlık var. Biri “Korkutamazsınız”, öbürü “Yıldırma politikası”. Sözlüğü açıyorum: “Terör” kelimesinin karşısında “yıldırma, korkutma” yazıyor. Demek; çoğu zaman kanla, bombayla, silahla andığımız terör aslında, korkutma ve yıldırma eylemi. Yani Cumhuriyet’e terör soruşturmaları açanlar, aslında ellerindeki araçlarla terör kelimesinin içini dolduran eylemleri yapıyor. Korkutmaya, yıldırmaya çalışıyor.
“Yargıyla terör olur mu?” demeyin. FETÖ iddianamelerinde bakın ne yazıyor: Örgüt, son yıllarda adeta bir ‘korku imparatorluğu’ oluşturmayı başarmıştır. FETÖ dönemi yargısı böyle suçlanıyor. Bir zamanlar kumpas davalarında sanıkların yaptığı tarifin, bugünün iddianamelerinde yazdığını görüyoruz.
Peki, FETÖ’nün yarattığı “korku imparatorluğu”nun yerine yenisini koyanlara ne diyeceğiz?
Fotoğrafa terör davası
Cumhuriyet gazetesi ile yolumuz iki farklı dönemde iki farklı terör soruşturmasıyla kesişti.
Birincisi FETÖ dönemi...
2008 yılında Ergenekon davasının başlamasına bir ay vardı. Yine bir ramazan ayıydı. Kumpas davasını hazırlayan polisler, Beşiktaş’taki özel yetkili savcılığın yakınındaki iskeleye tekneyle geldiler. Adliyenin savcı ve hâkimleri de tekneye bindi. Hep birlikte Boğaz gezisi yaptılar. Ardından Kandilli’deki iskeleye yanaştılar. Topluca yürüyerek sahildeki korunun içinde bulunan restorana oturdular. Oturma planı önceden ayarlanmıştı. Ergenekon davasını yönetecek mahkeme başkanının iki tarafına soruşturmayı hazırlayan FETÖ’cü polis müdürleri yerleşmişti. Ezan okununca oruçlarını açtılar.
İftar, aslında bir tür ikna turuydu. Yemeğin fotoğraflarını organizasyonu düzenleyen polislerin fotoğrafçısı çekti. Ardından katılımcıların her birine günün anısına fotoğraflar dağıtıldı.
Bu tuhaf akşamın fotoğrafları elden ele dolaştı. Bazı gazetecilere kadar ulaştı. Ancak hiç kimse yayımlamaya cesaret edemiyordu. OdaTV hiç düşünmedi. Haberi ben hazırladım. Ardından FETÖ mahkemelerine ilk darbeyi vuran fotoğrafları yayımladık. Kamuoyunda çok ses getirdi. Ancak hâlâ hiçbir gazete yayımlamaya cesaret edemiyordu. Biri hariç: Cumhuriyet.
Elbette FETÖ savcıları boş durmadı. Haber değeri olan, hatta bu nedenle gazetecilik ödülleri alan haber için “bir suç” buldular. “Kamu görevlilerini terör örgütlerine hedef gösterme” suçlamasıyla dava açtılar. Haberde ne terör ne de hedef gösterme vardı. Ama yargı hesaplaşmalara meze yapılmıştı. O kadar ki dava başladığında duruşmaya gelen mahkeme başkanı, fotoğraflardaki hâkimlerden biriydi. Kendi fotoğrafı için karar verecekti.
O gün sanık sandalyesinde ben ve Cumhuriyet’in yazıişleri müdürü (Güray Öz) oturuyordu. Savcılar, hâkimler, polisler, AKP-FETÖ medyası üzerimizde tepindi. Ancak yıllar sonra haberin değeri anlaşıldı. Bazı “büyük gazete”ler, “biz yayımlayamamıştık” itirafında bulundu.
FETÖ sanığı FETÖ savcısı
İkincisi daha yakın...
Cumhuriyet gazetesinin önceki yönetimine ve yazarlarına açılan FETÖ davasıyla ilgili. Soruşturmayı yürüten ve gözaltı operasyonları yapan savcı Murat İnam’dı. FETÖ soruşturması yapan savcı İnam, aynı zamanda FETÖ davasının sanığıydı. Örgüt üyeliği dahil birçok suçlamadan hapsi isteniyordu. En önemlisi, İnam’ın yargılandığı davanın konusu usulsüz dinlemelerdi. Yani “korku imparatorluğu” denilen eylemin esası. Murat İnam, benzer durumdaki savcıların aksine ihraç edilmemişti. Hatta görevde kalması için oy kullanan iki HSK üyesi de bir süre sonra FETÖ davalarının sanığı olmuş, görevden alınmıştı. “Birileri” FETÖ sanığı İnam’a “olur mu” denilen FETÖ soruşturmalarını yaptırıyordu.
Barış Pehlivan OdaTV’de dünyanın her yerinde haber değeri taşıyan bu olayı gündeme taşıdı. Öyle tartışma yarattı ki AKP’den bile “keşke başka savcı görevlendirilseydi” açıklamaları geldi.
Ancak tuhaf bir şey oldu. Barış Pehlivan yanımda otururken telefonu çaldı. Arayan polisti. İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nın ifadeye çağırdığını haber veriyordu. Suçlama tanıdıktı: Kamu görevlilerini terör örgütlerine hedef göstermek.
Olay duyulunca Meclis’te tartışma çıktı. CHP’liler Adalet Bakanı’na “sizin bile eleştirdiğiniz olay nasıl terör olur” diye soruyordu. İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, FETÖ’den yargılanan kendi mensubu olunca, “bizimkine dokunmayın” diyerek gazetecilere savaş açmıştı. Tepkiler büyüyünce savcılık geri adım attı. “Gelmenize gerek yok” denildi ve soruşturma bitti. “Terör” suçlamasının “korkutmak ve yıldırmak” için kullanıldığı öyle açığa çıkmıştı ki mızrak çuvala saplanmıştı.
Korkutan da korkuyor
Kilisenin “sapık” dediklerini cezalandırmak için kurduğu engizisyonun terörünü biliyoruz. “Keşiş savcılar”, “sapık”ları ararken, tüm halk hafiyelik etmekle yükümlüydü. Mahkemeye düşen suçlu sayılırdı. Suçsuz olan bunu ispatlamalıydı. İftiralar da yargılamanın parçasıydı. “Sapık” dedikleri bazen başka inançlar, bazen bilim insanları, kimi de yazarlar oldu. Bugün Roma’da Giardino Bruno’yu yaktıkları yerde, dönemin devleti tarafından desteklenen dinci teröre, geçenlerin lanet okuduğu Bruno heykeli var.
Cumhuriyet’te Alican Uludağ’ın, Hazal Ocak’ın, Seyhan Avşar’ın, Zehra Özdilek’in haberlerine açılan “kamu görevlisini terör örgütlerine hedef gösterme” soruşturmaları bize tanıdık geldi. Yargılayanlar değişse de bir zihniyet kendini farklı isimlerle sürdürüyor.
Don Kişot’ta yazdığı gibi: “Korkunun pek çok gözü var, yeraltındaki şeyleri bile görür!” Emin olun, terörle korkutan terör sahipleri de korkuyor!
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Kılıçdaroğlu’na sorular! - Enver Aysever / CUMHURİYET

İçinde bulunduğumuz korku tünelinden çıkmanın iki yolu var: Geçmişi doğru tahlil edip, belleği diri tutmak ve geleceği sağlıklı oluşturacak bilimsel ölçülere dayalı kurguyu yapmak.
Siyaset: “Nasıl bir yaşam istiyoruz” sorusuna yanıt vermekle yükümlüdür. Maalesef liberal düzen siyasetçinin bu soruya dürüst yanıt vermesine engeldir. Popülizm, çıkarcılık esir alır onu. “Dengeli olmak zorundayız” türü söylemlerle topluma sürekli yalan pompalanır. Yığınların buna itirazı olmaz. İkiyüzlü siyasetçiye tepki göstereceğine insanlar, yazık ki, aydınları hedef tahtasına oturtur!
İnsanımız sorulardan ürker! Fikrini söylemek güven işidir. Bizde “ifade özgürlüğü” yoktur, iman edilsin ister iktidarlar. “İktidar” deyince, irili ufaklı tümünü anlayın. Ev, kışla, okul, apartman, mahalle, şehir, devlet hepsi...
***
Bir süredir Kılıçdaroğlu’nun farklı kesimlerle konuşmak savıyla verdiği söyleşileri izliyorum. Doğrusu seçilen kişileri, takınılan tutumları: “Birbirimizi anlayalım, kutuplaşmayı bitirelim” naifliğinde görmüyorum.
Geçen gün üç gazeteciyle(!) olanı izledim. Soranlar eski Yeni Şafak yazarı Ahmet Taşgetiren, Taraf sorumlusu (eski genç siviller önderi ve kendi demesiyle kullanışlı aptal) Yıldıray Oğur ve “Kabataş yalanı”nı ilk ortaya atan Elif Çakır’dı. Ana muhalefet liderini sorguya çektiler.
Her işin bir ölçüsü vardır! Bu isimler söyleşi isterler, diyeceğim olmaz. Ama siz, hiç mi bellek sahibi değilsiniz, ülkenin bu hale gelmesinde, gazetecilerin zindanlarda çürümesinde, demokrasinin aldığı hasarda bu isimlerin, çalıştıkları kuruluşların rolünü unuttunuz mu?
***
Hukuk, hesap verebilirliğin güvencesidir. Hesap, siyasetçi için sandıktır önce. Orada kazanır, kaybeder. Eğer ortada suç varsa bağımsız mahkemeler sorumludur. Bir de etik ölçüler vardır. Her mesele mahkemede çözülmez, bazen zindandan daha beterdir “sokağa çıkacak yüzü olmamak”.
Terazi bir kez bozulursa, artık orada adalet kalmaz. Hukuk siyasallaştı, kimseler güvenmiyor. Sandık hâlâ var, lakin son yerel seçimde gördük “bir şey olmamışsa bile mutlaka bir şeyler olmuştur” düzeyinde. Elimizde kalan tek olanak etik değerlerimiz.
Soruyorum, Yalanları mahkemelerce onaylanmış, siyasi öngörüleri hep yanlış çıkmış, hatta kendilerini mahkûm etmiş kişileri muhatap alarak onlara meşruiyet kazandırmış olmuyor musunuz? O süreçte mahpus yatan insanlara borcunuz yok mu? Ölenlerin ailelerine?
Tuhaf memleket; hesap vermesi gerekenler, hesap soruyor!
***
Birlik beraberlik” cümleleri kâğıt üstünde güzel duruyor da, peki ya hakikat böyle midir? Cemevi basanlara, kilise kapısı kıranlara, cinsel yönelimi farklı olanları hedefe koyanlara, cenazeye tahammülü olmayanlara, eskinin Fethullahçısı olup şimdi komşusunu öldürmek isteyenlere de yarın anlayış gösterecek misiniz?
Söz ettiğim kincilik değildir. Keşke Sayın Kılıçdaroğlu sorsaydı Elif Çakır’a;
Siz Kabataş yalanından dolayı vicdan azabı duyuyor musunuz? Eğer o gün 6-7 Eylül olaylarında olduğu gibi bir katliam yapılsaydı, hesabını verebilir miydiniz” diye.
Ya da Oğur’a;
Bavulla servis edilen belgelerle gazete yaptınız, yüzlerce insanın zindanda çürümesine, ölmesine neden olduğunuz hiç mi mahcubiyet duymuyorsunuz” diye.
Bütün bu olanlar, “kandırıldık” diyerek geçiştirilebilir mi?
Bir de Taşgetiren azarlar gibi “Sosyal demokratlar kendine çekidüzen versin” diyor. Neden “Bir dakika önce sen yazdıklarının hesabını ver” demediniz?
***
Öyle acayip bir dönem ki, Çubuk’ta yakılarak öldürülmek istendi Kılıçdaroğlu, şaka değil bu, ortada ne iddianame var ne tutuklu kimse!
Soruyorum: Yarın sizi yakmak, öldürmek isteyenleri de affedecek misiniz?
***
Siyaset cesaret işidir, risk almayı gerektirir. Ankara Barosu haklı kavgaya girdi, konu netameli olduğu için herkes suspus oldu. İktidar bunu fırsat bilerek tüm meslek örgütlerini hedefe koydu. Yeni düzenleme yaparak yandaş odalar yaratacak.
Halk TV başta olmak üzere tüm muhalif basına ceza yağıyor. Yarın lisans iptaline gitmek için tezgâh hazır, hedef belli. Daha geçen hafta Cumhuriyet muhabirleri yaptıkları haklı haberlerden dolayı yine adliyedeydi.
Soruyorum: Son hedef CHP’yi kapatmak olacaktır. O gün bunu haber yapacak basın kuruluşu bulamayacaksınız. Hakkınızı arayacak meslek örgütleri de kalmamış olacak. Bu sürecin yaratılmasına taş döşeyenlerle kol kola olarak nasıl bir siyasal başarı elde etmeyi umuyorsunuz?
***
Kılıçdaroğlu’nu çok zamandır tanırım. Gazeteci ayırt etmeden herkesin karşısına çıktı. Önden soru istemedi. Buraya kadar tamam...
Ama sırtında bunca yükü olan kişilerle karşılıklı oturup konuşmak, tam da bu düzeni meşrulaştırmak değil midir?
Enver Aysever / CUMHURİYET

Turizmde normalleşme mayası tutar mı? - SOL

Salgın sonrası normalleşme açıklamaları devam ederken, turizm sektörü hem işsiz kalan turizm emekçilerinde, hem de ülkeye döviz girdisi yapacağı beklentisiyle ekonomiyi takip edenlerde beklenti yarattı. Ancak tablo 2021'in turizm açısından işlerin kolayca yoluna girmeyeceğini gösteriyor.


Koronavirüs salgını turizm sektörünü derinden etkilemeye devam ediyor. Küresel çapta bir turizm krizi yaşanırken ülkeler sezonun ne zaman açılacağına dair öngörülerde bulunmaya çalışıyor. Turizmde halihazırda dünyanın en güçlü ülkesi İspanya’nın bu yıl turizm sezonunu açmayacağı söyleniyor. İtalya’nın iç pazara dönük bir turizm planı yaptığı biliniyor. AB ülkelerinin “Avrupa içi turizm” seçeneğini benimseyeceği dile getiriliyor. Ülkelerin koyduğu seyahat yasaklarıyla birlikte önemli oranda azalan uluslararası uçuşların ne zaman normale döneceği ise bilinmiyor.  
2019’da 52 milyon gibi rekor bir sayıda ziyaretçi ağırlayan, yıllık 35 milyar dolar civarında turizm gelirine sahip bir ülke olarak Türkiye’de ise salgın vakalarının ortaya çıkmaya başladığı Mart ayından itibaren turizm sektöründe faaliyet gösteren işletmelerin yaklaşık yüzde 80’inin kapatıldığı belirtiliyor. DİSK'e bağlı Dev-Turizm İş Sendikası’nın 27 Nisan tarihli raporuna göre 'daha şimdiden kafe ve restoran gibi işletmelerin yüzde 40'ının iflas ettiği' kaydediliyor.
STR Global verilerine göre Mart ayındaki otel doluluk oranı, geçen yılın aynı dönemine göre yaklaşık yüzde 60 oranında azalarak yüzde 28,6 olarak kaydedildi. Toplam oda sayısı üzerinden oda başı elde edilen gelirlerde geçen yıla oranla yüzde 58,5’lik bir düşüş yaşandı. Türkiye Otelciler Birliği (TÜROB) Avrupa'da Mart ayındaki otel doluluk seviyesinin 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana en düşük seviyeye ulaştığını vurguluyor. Bu yıl bir milyona yakın erken rezervasyon satışı gerçekleştiren acenteler ciddi boyutta ileri tarihli rezervasyon iptalleriyle karşı karşıya kalmış durumda. Haziran ve Temmuz ayında açıklanacak TÜİK verileriyle salgının bilançosunu daha net bir şekilde görmek mümkün olacak.
Sektörün gidişatı bu durumdayken Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un uzunca bir süre sessizliğini koruması tepki çekmişti. Bir süre sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı "Ekonomik İstikrar Kalkanı" paketi ile turizm emekçisinin esamesinin okunmadığı bir dizi tedbir duyurulmuş oldu. KDV, SGK primi, konaklama vergisi, irtifak hakkı gibi ödemeler 6 ay boyunca ertelendi. İç havayolu taşımacılığında 3 ay süreyle KDV oranı yüzde 18’den yüzde 1’e indirildi. Nakit akışı bozulan firmaların bankalara olan kredi anapara ve faiz ödemeleri asgari 3 ay ötelendi ve ilave finansman desteği sağlandı. Nisan, Mayıs ve Haziran aylarında temerrüde düşen firmaların kredi siciline, “mücbir sebep” notu düşülmesi sağlandı. Bu tedbirler patronlar tarafından yeterli bulunmasa da biraz olsun “yüzlerini güldürdü”.

Turizmde yeni normal: Güvencesizlik ve sömürü

Patronlar cephesinde paket üstüne paket açıklanırken turizm işçileri salgının ilk günlerinden itibaren ücretsiz izin dayatmasıyla, keyfi işten çıkarmalarla, ağır mobbingle karşı karşıya kaldı. İşçiler kıdem, ihbar tazminatları dahi ödenmeden kendilerini kapının önünde buldu. Tam anlamıyla bir işçi kıyımı yaşandı. Hukukun bu süreçte resmen askıya alınmış olması işçilerin hakkını arayabileceği yasal zemini de ortadan kaldırmış oldu.
Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek koronavirüs nedeniyle sadece Antalya'da turizm sektöründe 125 bin kişinin işinden olduğunu dile getirdi.
Turizm sektöründe Antalya’da 900 bin, Türkiye genelinde yaklaşık 3 milyonu aşkın işçi çalışıyor. 2019 yılında bu işçilerin yalnızca 1.7 milyonu kayıtlı çalışmaktaydı. Tarım dışı sektörlerde çalışan 3 milyon kadar kayıtsız işçinin önemli bir bölümünün turizmle bağlantılı iş kollarında çalıştığı biliniyor.
İşten çıkarmaların sözümona yasaklandığı Nisan ortasına kadar turizm patronları alan temizliğini çoktan yapmıştı. Elit World Otel Grubu ücretsiz izin yasalaşmadan önce binlerce işçisini onaylarına gerek duymaksızın mail yoluyla ücretsiz izne çıkardı. Hilton, Grand Hyatt, Radisson Blu, Fairmont, The Stay, Wynham, Side Lilyum, Titanic, Marriot ve daha adını sayamadığımız birçok otel kaos ortamından faydalanarak ücretsiz izin fırsatçıları arasına katılmakta gecikmedi.
Hükümetin açıkladığı kısa çalışma ödeneği uygulaması en başından itibaren turizm işçisinin mağduriyetini gidermekten uzaktı. Sezonluk turizm işçileri ve sayıları 1.5 milyonu bulan göçmen işçiler kısa çalışma ödeneği için gerekli şartları sağlayamadığından bu ödenekten yararlanamadı. Göçmen işçiler zaten salgın öncesinde de kayıtsız, güvencesiz ve her türlü haktan mahrum olarak çalıştırılıyordu.
Her ne kadar Nisan ayında Kısa Çalışma Ödeneği’nin kapsamı genişletilerek askıdaki personelin ödenekten faydalanabileceği “müjdelense” de sektörde kayıtsız çalışmanın bu denli yaygın olması bu uygulamanın da işlerliğini boşa düşürdü.
Kadrolu çalışan çoğu turizm emekçisi de sektörün doğası gereği farklı farklı iş yerlerinde kesintili olarak çalıştıkları için 450 gün şartını sağlayamadı ve bu ödenekten mahrum kaldı.
Ücretsiz iznin yasallaştırılmasıyla birlikte kısa çalışma ödeneği başvurusu turizm patronlarının lütfu haline gelmiş oldu. Sonuç olarak turizm emekçileri sadaka denebilecek bir ücrete mecbur bırakıldı.
Açıklanan normalleşme haritasına göre otellere maksimum yüzde 60 doluluk izni verilerek tesislerin kapasitesinin yarı yarıya düşürüleceği söylenirken doluluk oranlarınınsa uzunca bir süre eski seviyesine dönmesi beklenmiyor. Turizmde istihdam sorununun çözülmesi, emekçilerin yaşadığı mağduriyetlerin giderilmesi bu koşullarda pek mümkün görünmüyor.

Krize ilaç çabası: Sertifikasyon Sistemi

Türkiye’de iç pazarın canlanacağı beklentisiyle Haziran ortasından itibaren turizm sektöründe normalleşme adımları atılacağı dillendirilmeye başlandı.  Kendisi de bir turizm patronu olan Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy turizmde yoğunluk için Temmuz ayını işaret etti. Ersoy, YKS ile LGS’nin Haziran’da yapılacağını hatırlatarak iç turizmde doluluğun Temmuz ayının ilk haftasında başlayacağını beklediklerini söyledi. 
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun İngiliz, Alman ve Rus mevkidaşları ile görüşerek Türkiye'nin pandemi ile mücadelesini ve normalleşme sürecindeki “başarısını” anlattığı, sektör temsilcilerine de ilk aşamada dış hatlarda 19 ülkede 22 noktaya uçuşların başlayacağının aktarıldığı belirtiliyor.
Geçtiğimiz günlerde ise Bakan Ersoy başkanlığında kurulan ‘Türkiye Turizm Hijyen Standartları Kurulu’ tarafından, otellerde tüm bulaşıcı/salgın hastalık risklerine karşı “üst düzey bir savunma sistemi” oluşturulacağı ve bir sertifikasyon sisteminin devreye sokulacağı “müjdelendi”. Bu kapsamda otel lobisinden odalara, çalışanların alacağı eğitimden açık büfe ve restoranlara, havuz ve plajdan toplantı odalarına, doluluk oranlarına kadar bir dizi önlemden bahsediliyor. Patronlara can simidi olarak sunulan ve allanıp pullanarak vitrine çıkarılan bu sertifikasyon sistemiyle birlikte alınacak tedbirlerin salgını önlemek konusunda ne ölçüde yeterli olacağı tam bir muamma. Salgının başlarında az sayıda personelle çalışan otellerde bile hastalık yayılabilmiş, hatta ölümler yaşanmıştı.

İş güvenliği uzmanları ne diyor?

Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz İş Güvenliği uzmanı Semra Güner Celep şunları aktarıyor:
“ Turizm işletmelerinde hijyen her zaman önemli bir konu başlığıydı. Ancak içinde bulunduğumuz koronavirüs salgınının yaşandığı şu günlerde hijyenin ve normal dezenfeksiyonun üzerine bir de koronavirüs dezenfeksiyonunun devreye girmesini zorunlu kıldı. Virüsün şimdiye kadar görülmemiş düzeyde bulaşıcı olması Turizm işletmelerinin açılabilmesi için yeni ve aktif önlemlerin alınmasını gerektiriyor. Turizm Bakanlığı’nın bir grup bakanlık ile ortaklaşa hazırladığı Covid-19 virüsünün bulaşmasını önlemeye yönelik usul ve esaslar uygulanması zor koşullar içeriyor. Üstelik maliyet de önemli bir unsur. Çünkü önlemlerin tamamı yeni maliyet kalemleri ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla bu maliyeti üstlenecek ve sürekliliğini sağlayabilecek işletmeler sertifika sahibi olabilecek. “Sertifikalı işletmelerdeki bu uygulama sürekliliğini kim ve nasıl denetleyecek?” sorusu yetkililerce yanıtlanmaya muhtaç.
Tabii bu önlem ve uygulamalar ne derece koruyucu olabilecek onu da henüz değerlendirmekte zorlanıyoruz.
Şu an bir grup otelde sağlık çalışanlarının kaldığını biliyoruz. Bu uygulama, minimum düzeyde emekçi bulunduran ve risk düzeyi düşük olan bu işletmeleri de söz konusu emekçiler açısından, yüksek riskli işyerleri konumuna getirdi. Doğal olarak, dezenfeksiyon uygulamasının ve izolasyonun önemli olduğu bu koşullar bir taraftan da ilerisi için yani işletmelerin misafirlere açılacağı dönemler için önemli veriler içeriyor.
Otel kapısından giren her misafirin potansiyel vaka olduğu varsayılarak uygulama yapılması şimdilik zorunlu görünüyor, hem emekçiler, hem de misafirler için. Örneğin “boşaltılan oda, önlemler uyarınca 12 saat boyunca boş bırakıldıktan sonra dezenfekte edilmeli ve temizlenmelidir” kuralı uygulanabilir ve koruyucu bir önlem olarak görülmektedir. Tabii çalışanın da temizlik için maske dışında koruyucu gözlük, özel giysi, eldiven gibi kişisel koruyucu donanım kullanarak oda temizliğini yapması gerekiyor.
Ancak, restoran, kafe, toplantı salonu ve havuzların açılması durumunda önlemlerin koruyucu olacağını düşünmek zor. Covid-19 hastası bir misafir ateşi yokken otele girmesi ile başlayacak süreç, bütün önlemler alınmış olsa dahi oldukça meşakkatli olacaktır. İşte bu nedenlerle misafirlerin yalnızca odalarında kalacağı ve odalarında yiyip içeceği bir uygulama başlangıç için çok daha akılcıdır. Sağlık Bakanlığı’nın yayınladığı temaslı çizelgesinde yeralan uyarıları dikkate alınca da görüyoruz ki restoran ve kafe gibi insanların toplu olarak bir arada bulunduğu alanlarda kişi yükünün azaltılması risk düzeyini azaltabilir ancak kökten ortadan kaldırmaz.
Bütün bunların yanı sıra, işe geliş gidişlerde toplu taşıma araçlarını kullanmak zorunda olan emekçilerin durumu önemlidir. Zira, Covid-19 hastalığına yakalanmış ama henüz belirti göstermeyen, hasta ya da taşıyıcı olduğunu bilmeyen insanlarla yapacağı yolculukta herhangi koruyucu önlem alması imkansızdır. Ortamda hasta insan olduğunda, toplu taşıma araçlarında fiziksel mesafe kuralı uygulansa, insanlar maske ve eldiven kullansa dahi bütün bunların yeterli olmadığını yine Sağlık Bakanlığı’nın temaslı çizelgesindeki veriler doğrultusunda rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu kadar korumasız bir şekilde işe gelmiş bir çalışanın yalnızca ateşinin ölçülerek işe giriş yapıyor olması ne kadar yeterli olabilir? Çalışanlarını servis araçları ile işe getirip götüren işletmeler (servis araçlarında gerekli önlemlerin alınması durumunda) -nispeten- daha koruyucu görülebilir.”
Her ne kadar bir normalleşme havası yaratılmaya çalışılsa da yurttaşların salgın koşullarında otellere rağbet gösterip göstermeyeceği de belirsizliğini koruyor. Üstelik sertifikasyon sistemiyle kapasitenin yarı yarıya düşecek olmasının konaklama fiyatlarını da yukarı çekmesi bekleniyor.
MÜSİAD ve Uluslararası Helal Turizm Derneği tarafından hazırlanan, turistlerin hijyen beklentilerinin ve tatil konusuna yaklaşımlarının ele alındığı bir rapora göre şu an yalnızca yüzde 27'lik bir kesim tatile gitme konusunda kararlı görünüyor. Her üç kişiden birinin "2020 sezonu bitmeden bir otelde kalarak tatil yapmayı planlıyor musunuz?" sorusuna hayır yanıtını vermesiyse hijyen manifestolarına rağmen yurttaşlar açısından otelsiz tatil seçeneğinin çok daha ağır bastığını gösteriyor. Bu koşullarda turizmde normalleşme mayasının tutması oldukça şüpheli görünüyor.
'Henüz bizi çağıran yok'
Otellerin ilerleyen dönemde belirli kriterlerle hizmet başlayabileceklerinin açıklanmasıyla uzun süredir askıda olan ve geçinmekte zorlanan Antalya'daki otel emekçileri de  işbaşı tarihlerini beklemeye başladı. Fakat durum işçilerin beklediği gibi ilerlemiyor, Antalya'daki görüştüğümüz otel işçileri Oğuz  ve Resul boş boş beklemeye devam ettiklerini söylediler. 
İşçilerin çoğu, oteller hizmete başlasa dahi az sayıda personelin işbaşı yapabileceğini düşünüyor. Oğuz ve Resul yüzde 60  müşteri kapasiteyle çalışacak olan otellerin az müşteriye az personel mantığıyla hareket edeceği düşünüyor ve işe dönmek konusunda pek umutlu değiller.

SOL

Geçen yıl restore edilen 150 yıllık tarihi bina tasarım ödülü kazandı - Yazgülü Aldoğan / CUMHURİYET

Geçen yıl Ayvalık Zeytin Hasadı günlerinde kalma fırsatı bulduğum tarihi Cunda Despot Evi’nin mimarisine ve masalsı dekoruyla restorasyonuna hayran kalmıştım.


Boş vakitlerimizde Cunda sokaklarında dolaşmak yerine otelden ayrılamadım, fotoğraf çekmek ve bu güzel ama harap olmuş binanın nasıl aslına sadık kalınarak restore edilmiş olduğunu gözlemlemek için. Ve dün gelen bir haber: “Bu yıl 107 ülkeden 105 farklı kategoride tasarımların değerlendirildiği ‘A’Design&Competition Ödülleri’ yarışmasında KHG Mimarlıktan Dr. Mimar Işıl Gençoğlu’nun imzasıyla restore edilen Cunda Despot Evi ‘Altın Ödül’ kazandı. Adayları, tasarım dünyasının önde gelen akademisyenleri, yaratıcı tasarım profesyonelleri ve tecrübeli girişimcilerden oluşan uluslararası jüri değerlendirdi.”
Ayvalık’ın incisi Cunda’nın bu özel yapısının 150 yıllık bir tarihi var. Adını yaptıran din adamından alan bina, Osmanlı döneminde hükümet binası, Kurtuluş Savaşı sırasında da öksüzler evi olarak kullanılmış. Sonraları çok uzun süre metruk halde kalmış.
Yatırımcı İsmail Polat tarafından 2015 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan kiralanıp tarihi dokusu korunarak her biri birbirinden farklı 28 odalı bir butik otel haline getirilmiş.
İtalya’dan aldığı bu “Altın Ödül”le yeni dönem turizmde sosyal mesafe kurallarını rahatça uygulayabilecek konumuyla misafirlerini bekliyor Cunda Despot Evi.
Yazgülü Aldoğan / CUMHURİYET

Devletle millet arasındaki ‘illet’: Meslek odaları! - Tarık Şengül / BİRGÜN

Son günlerde iktidarın hedefinde TMMOB, Türk Tabipler Birliği ve Barolar var. İktidar, kriz derinleşirken muhalif seslere her gün biraz daha tahammülsüz hale geliyor. Cumhurbaşkanı talimatıyla, sözünü ettiğimiz meslek örgütlerine yönelik yeni düzenlemelerin yapılacağı, alternatiflerinin yaratılacağı ve hatta tasfiye edilecekleri konuşuluyor.

Meslek örgütlerine yönelik baskının gerekçesi açık, tartışılacak bir şey de yok. Ancak yapılmak istenenin tarihsel bir perspektife oturtulması, önümüzdeki dönemin anlaşılması açısından önem taşıyor.

Tarihsel olarak mesleklerin ve meslek örgütlerinin, siyasi otorite ile dini kurumlar etrafında doğduğunu ve sonrasındaki gelişmelerinin de bu yapılar karşısındaki konumlanışları çerçevesinde şekillendiğini söyleyebiliriz. Batıda dini kurumların, toplumsal ve ekonomik yaşamdaki merkezi konumlarını yitirmesi boşalan alanın modern devlet tarafından doldurulmasıyla sonuçlanırken, aynı sekülerleşme süreci, mesleklerin özgün ve görece özerk nitelik kazanıp örgütlenmesine de olanak sağlamıştır.

Durkheim, her şeye muktedir dini kurumlar gibi seküler devletin de baskıcı bir güce dönüşebileceği uyarısında bulunur. Bu nedenle başka mekanizmalar yanında devletle toplum arasında, her iki alana da ait olmayan dengeleyici ikincil kurumlara ihtiyaç vardır. Görece özerk ve kendine ait etik kodlarıyla meslek kuruluşları, “dengeleyici güç” olarak arada oluşan bir boşluğu doldururlar. Durkheim, bu rolün aynı zamanda toplumsal yaşamın moral düzenlemesi açısından da önemli olduğunu vurgular.

Aynı değerlendirmede Durkheim, ekonomik alanda yaşamı düzenleyen kilise ve loncaların, kapitalist girişimciliğin yükselişine paralel olarak etkisizleştiğini ancak bu boşluğun meslek örgütleri türü yapılar tarafından doldurulamadığına işaret eder ve bu durumun ciddi maliyetleri olduğunu vurgular.

Çok farklı bir tarihten gelse de Cumhuriyet, aydınlanma ve sekülerleşme sürecinde benzer bir çizgiyi izledi. Durkheim’in toplumla devlet arasında işaret ettiği alanı, meslek odaları, son derece ciddi mücadeleler verip bedeller ödeyerek doldurdular. 1960’ların ikinci yarısından günümüze sözünü ettiğimiz meslek örgütleri, çalışan sınıfları esas alan muhalif bir duruş sergiledi. Son dönemin emek karşıtı politikaları, meslek odalarının muhalefetini daha da belirgin hale getirdi.

Meslek örgütleri her ne kadar Durkheim’in altını çizdiği denetim görevini yapıyor olsalar da geldiğimiz noktada iktidar, milletle arasına giren toplumcu meslek örgütlerine illet olmuş durumda; onları devreden çıkarıp, milletle doğrudan kucaklaşmak istiyor. Böylesi geniş kucaklaşmada milleti saracak kollar içinse, tarihsel bir ironi sayılabilecek biçimde Diyanet işleri Başkanlığına işaret ediliyor. Geçtiğimiz dönemde Diyanet’e ayrılan rekor bütçelerin gerisinde böylesi bir görevlendirme var. Bunun en çarpıcı örneğini de pandemi konusunda TTB ile yarışan Diyanet açıklamalarında gördük.

İronik çünkü Durkheim’in öngörüsü tersine çevriliyor ve bu kez meslek örgütleri, dini kurumlarca ikame ediliyor.

Buradan ne çıkar sorusu için, Durkheim’in ekonomi alanına ilişkin değerlendirmesinde işaret ettiği boşluğun Türkiye’de yarattığı sıkıntılara bakmak yeterli! Türkiye ekonomisi kontrolsüz biçimde bir çöküntüye doğru giderken, orada meslek odalarının üstlendiği türden eleştiriyi üstlenecek kurumlar yok. Yakın zamanda Merkez Bankası’nın hizaya sokulmuştu. İşveren örgütlerinin ise ses vermek gibi bir huyu zaten yok! İşte tam da o boşlukta Türkiye ekonomisi savruluyor.

Kısaca, daha genel bir düzlemde Durkheim’in çıkarımlarını yaptığı 1890’ların gerisine düşen bir projeyle karşı karşıyayız ve doğal olarak orada, meslek örgütlerine de yer yok!

Tarık Şengül / Birgün

Theodore 'Teddy' Roosevelt: Ayı Teddy’nin isim babası, Amerikan emperyalizminin büyük sopası (II) - Serdal Bahçe / SOL

Teddy sayesinde küresel bir emperyalistin sahip olması gereken yetileri deneyerek ve yanılarak öğrenen Amerikan emperyalizmi onun sayesinde yeni bir yeteneğe de kavuştu; olası rakiplerden birinin çok güçlenmesini engelleyecek denge politikasını ve buna aracılık edecek arabuluculuk rolünü maharetle uygulamak.

McKinley direnemedi ve İspanya’ya savaş ilan etti. Teddy yıllardır aradığı fırsata kavuştu, bakan yardımcılığından hemen istifa etti. Binbaşı ilan edildi ve kendi gönüllü birliğini kurmaya başladı. Atlı birliğine Rough Riders (Sert Süvariler diye de çevrilebilir, Kovboylar diye de) adını verdi, seçmeleri 1000 kişi geçti. Birliğin teçhizatı bağışlarla karşılandı, bağış yapanlar arasında Amerika’nın tekelci kapitalistleri, yani o zamanki adlarıyla Hırsız Baronlar da (örneğin J.P. Morgan) vardı. Süvariler, Teddy ve tekelci kapitalistler, sanki hep birlikte Lenin’i teyit eder bir halleri vardı. Ancak süvarilerin hepsi Küba’ya sevk edilemedi, bir bölümü gitti. Adları süvariydi ancak atları da gemilere alınamadı, çünkü yer yoktu. Sadece 

Teddy atıyla gitti. Böylece süvariler zorunlu olarak bitli piyadeye dönüştüler.  Küba’da yardımcı kuvvet pozisyonundaydılar. Aslına bakarsanız İspanyol emperyalizminin ahı gitmiş vahı kalmıştı. Kettie ve San Juan tepeleri alınırken Süvariler çok iyi savaştılar piyade olarak, bir tek Teddy atlıydı. Adamlarını çok iyi idare etti. Sonunda Santiago düştü. İspanyollar hemen teslim oldular. Ancak teslim olmadan önce Santiago açıklarındaki Amerikan Donanmasından özel bir istekte bulundular. Amerikan donaması en azından kıran kırana bir savaş görüntüsü vermek için Santigao açıklarına birkaç top atışı yaptı. İspanyollar böylece çarpışarak yenilmiş gibi göründüler. Bu arada Pasifik donanması da Filipinli direnişçilerin desteğiyle Filipinler’i kolayca ele geçirdi. Bakanlardan biri bu kısa ve çok kârlı savaşı “muhteşem küçük savaş” diye adlandıracaktı. Muhteşem küçük savaşta ABD cephede sadece 1600 kayıp verdi (bunun birkaç mislini ise malarya, sarı humma ve ishal alıp götürdü, emperyalizm herkes için ölüm demektir). ABD barış görüşmelerinin sonucunda Küba’yı koruması altında bir bağımsız ülke yaptı (gerçi Küba’da zaten uzunca bir süredir savaşan isyancılar barış görüşmelerine bile davet edilmediklerinden şikayet ettiler ama olsun. Emperyalizmi zamanla tanıyacaklardı). Diğer yandan direnişçilerin uğruna onca kan döktükleri bağımsızlığı Filipinler’e yar etmedi, onu resmen ilhak etti. İspanyollarla uzunca süredir savaşan devrimciler, bu defa Amerikan emperyalizmiyle savaşmaya başladılar. Önce McKinley sonrasında ise Teddy Filipinler’in bağımsızlık isteğine karşı şu sıradan emperyalist tezi terennüm etmekten bıkmadılar: “Henüz kendi kendilerini yönetmeye hazır değiller”. 
Savaş bittiğinde Teddy ülkede en çok tanınan ve en çok sevilen politikacıydı, atının üstünde süvari üniformasıyla çekilmiş fotoğrafları ülkenin her yanında elden ele dolaşıyordu. Teddy artık Amerikan iç politikası için bir zorunluluktu, bu nedenle özgürdü.  Nitekim ondan, söylemlerinden ve tavırlarından hoşlanmayan Cumhuriyetçi Parti’nin patronları onu çaresizce eyalet seçimlerinde New York eyaleti için aday yaptılar. Seçimleri açık ara kazandı. Eyalet valisi Teddy kolları sıvadı ve partiye danışmadan kendi programını uygulamaya başladı. Önce büyük şirketlerin, tekellerin yolsuzluklarını eyalet çapında engelleyecek yasal ve idari bir çerçeve oluşturmaya çalıştı. Bu Cumhuriyetçilerin politikasına aykırıydı, çünkü parti tarihsel olarak Kuzey Doğulu büyük kapitalistlerin partisi olagelmişti. Teddy duracağa benzemiyordu. Çalışanların örgütlenme haklarını ve sosyal şartlarını iyileştirecek adımlar attı, yoksullar için programlar başlattı. Bu da büyük kapitalistler için, Cumhuriyetçiler ve hatta demokratlar için bile tehlikeliydi. Dönem bu adımların daha da tehlikeli etkilere sahip olmasına yol açacak bir dönemdi. 
Kısa bir ara evrelim. ABD iç politikasında sosyalizmin tarihsel zayıflığından dem vurulur her zaman, ancak bu tezi ileri sürenler 19. Yüzyıl’ın son çeyreği ile 20. Yüzyıl’ın ilk çeyreği arasında ABD’de yaşanan şiddetli emek-sermaye çatışmasından bihaberdirler. Bu çatışma yer yer iç savaş formuna büründü ve geride pek çok iz bıraktı (örneğin 1 Mayıs’ı miras olarak bıraktı). Bu dönemde hem anarşizmle harmanlanmış sendikalizm hem de sosyalizm hızlı bir gelişim gösterdi. Bu azap ve ıstırap dolu mücadele dünyanın her coğrafyasından liboşun takdirini kazan Amerikan demokrasisini yarattı, ya da başka bir ifadeyle güdük Amerikan demokrasisini Amerikan işçi sınıfının mücadelesi yarattı.  
Teddy iki güç odağından hep nefret etti, biri Hırsız Baronlar, yani büyük tekelci kapitalistler, diğeri ise anarşizme ve sosyalizme teslim olmuş ve yoldan çıkmış işçi sınıfı. Çalışanlara yönelik reformlarının bu ikincisinin toplumsal tabanını yok edeceğini umdu hep. Bu reformlar ve tröst ve kartel karşıtlığı halk sınıfları nazarında Teddy’yi ilahlaştırdı. Yüzyılın dönüm noktasındaki Başkanlık seçimleri Cumhuriyetçi partinin patronlarına ondan kurtulmak için bir fırsat verdi. Onu görünüşte onurlandıracak ancak etki alanını iyice sınırlandıracak sinsi bir plana imza attılar. Yeniden başkanlığa aday olan McKinley’in yanına onu başkan yardımcısı olarak eklediler. ABD’nin idare ve yürütme yapısı içinde başkan yardımcılığı prestijine rağmen pek etkisiz bir pozisyondu. Aslında başkan yardımcısı yedek oyuncu gibiydi, başkanın başına bir şey geldiğinde anayasal olarak başkan olurdu. Böylece Teddy etkisiz olacaktı ama gözde ve göz önünde olmaya devam edecekti. Ancak bununla ilgili tartışmalar sürerken parti yöneticilerinden biri atıldı:” Farkında mısınız, bir deliyle Beyaz Saray arasında sadece bir hayat var” dedi.  Çok düşük de olsa böyle bir şey olasılık dahilindeydi tabii. Ancak tarih sanki o şom ağızlı parti yöneticisini haklı çıkaracak şekilde aktı; Başkan William McKinley bir fuara katılmak için gittiği Buffalo’da 14 Eylül 1901’de anarşist bir eylemcinin suikastına kurban gitti, ABD tarihinde katledilen üçüncü başkan oldu.  Teddy yemin ederek görevi devraldı. 
ABD tarihinin en genç başkanı olmuştu, başkan olduğunda 42 yaşındaydı. Olmayacak olan olmuştu. Parti yönteminin, muhalefetteki Demokratların, Hırsız Baronların ve hatta sosyalistlerin nefret ettikleri adam artık başkandı. Teddy Amerikan emperyalizminin küresel hurucunu başlatabilirdi artık. 
Başkanlığının ilk dönemlerinde Filipinler’de sürmekte olan isyan ciddi bir baş ağrısı yarattı. İspanyollar gitmişti, ancak Filipinli direnişçiler bu defa da ABD’ye karşı gerilla savaşı veriyorlardı. ABD kirli savaş ile ilgili stajını Filipinler’de yapmaktaydı (ileride burada öğrendiklerini başka yakın bir coğrafyada, Vietnam’da test etme imkanı bulacaktı). İsyan sonunda bastırıldığında binlerce Filipinli ölmüştü. Basının liberal ve sosyalist kanatları sürekli Amerikan askerlerinin yaptığı işkencelerden dem vurmaktaydı, kamuoyunda ciddi bir rahatsızlık vardı. Örneğin Amerikan askerlerinin uyguladığı standartlaşmış bir işkence yöntemi yazılı basında sürekli teşhir edilmekteydi. Yakalanan direnişçi veya direnişle iltisaklı olduğu düşünülen kimseye galonlarca su içirilirdi, sonra karnı iyice şişen mahkum karın tarafından hunharca dövülürdü, taa ki çözülünceye ya da karnı patlayıncaya kadar. Teddy sonunda baskılara direnemedi ve buna müsaade etmeyeceğini belirterek Filipinler’e müfettiş gönderdi. Uzunca bir süre süren soruşturmanın ardından bir çavuş, iki de er mahkemeye çıkarıldı. Tüm o vahşet ve hunharlık alt kademeden üç askere ihale edilmiş ve Amerikan vicdanı rahatlamıştı. 
Tekrar edelim, çelişkiliydi, komikti ve trajikti. Örneğin bir yandan onu Amerikan emperyalizminin büyük sopası haline getirecek bir donanmayı tavizsiz bir şekilde oluşturmaya başladı diğer yandan içeride ciddi bir anti-tröstcü ve anti-tekelci mücadele verdi. Önce demiryolları tröstünü sonra da Rockefeller’ın petrol tekeli Standart Oil’i dize getirdi uzun bir mücadelenin ardından. Çalışanların ve yoksulların durumlarını iyileştirecek pek çok adım attı. Ancak grevlerde sosyalist ve anarşistlere karşı oldukça acımasızdı. Amerikan tarihinin gördüğü en doğa dostu yasaları çıkardı (çevrecilik sıfatını Al Gore’dan daha çok hak ettiği açıktı). Ancak orman alanlarını tarıma açtı. Amerikan topraklarındaki en el değmemiş yerler olan ulusal parkların çoğunu o kurdu. Kadın hakları konusunda oldukça aktifti (garip ama toplumsal cinsiyet eşitliğine yürekten inanıyordu). Ancak grevdeki kadın işçilere bozguncu gözüyle baktı. Çelişkiliydi. 
Sonunda donanma belirli bir büyüklüğe ulaşınca büyük sopa politikası başladı. 1823’de ilan edilen ancak ABD’nin gücü tam yetmediği için o vakte kadar hayata tam olarak geçirilemeyen Monroe Doktrini onunla ve büyük sopasıyla hayat buldu; Amerikan emperyalizmi tüm Amerika kıtasını Avrupalı emperyalistlere kapattı. Bu arada tüm dikkatini ABD’nin emperyalist başkanlarının sürekli hayalini kurdukları ve Atlantik ile Pasifiği birbirine bağlayacak kanal projesine yoğunlaştırdı. Bu kanal Amerikan emperyalizminin küresel müdahaleleri ve ekonomik çıkarları için elzemdi. Çünkü Pasifik ile Atlantik arasında yapılacak bir deniz yolculuğunu yaklaşık 13 bin kilometre kısaltacaktı (kanal yok iken gemiler Güney Amerika’nın en güney ucuna, Horn Burnu’na kadar gitmek zorundaydı diğer okyanusa geçebilmek için). Kanal için önce Fransızlar uğraştı ama beceremediler. Teddy işi sıkı tutmaya kararlıydı. Önce kanalın Nikaragua’da açılabileceği düşünüldü (Nikaragua çoktan yol getirilmiş bir muz cumhuriyetiydi çünkü), ancak uzmanlar volkanik aktivitelerin kanalın güvenliği için büyük bir tehlike oluşturacağını bildirince bu plandan vazgeçildi. Geriye bir tek olasılık kaldı; Panama. Ancak küçük bir sorun vardı; Panama Kolombiya toprağıydı. Kolombiya ise diğer Latin Amerikalı kardeşleri gibi istikrarsız ve güvensizdi. Bağımsızlık sonrası başını iç savaşlardan ve darbelerden bir türlü kaldıramamıştı. Dolayısıyla insanlığın en büyük projelerinden birini Kolombiya’ya emanet etmek intihar gibi görünüyordu. Yani en azından resmi ağızlar bunu söylüyordu, ancak aynı resmi ağızlar aslında çok büyük kâr getirecek kanalın fukara bir ulusa mal edilemeyecek kadar değerli olduğunu söylemeyi unutuyorlardı. Yapılacak şey basit idi; Panama Kolombiya’dan koparılacaktı. Ama nasıl? Amerikan emperyalizmi deneme yanılma metoduyla öğreniyordu.
Teddy otobiyografisinde kumpastan habersiz olduğunu iddia etse ve bundan sorumlu olanlara nefret kussa da onun yönetimi altında hazırlandı kumpas. Bir grup pervasız Amerikalı işadamı para ile Panama’ya gittiler ve orada kimi buldular bilinmez, ayrılıkçı bir isyan çıktı hemen sonrasında.  Kolombiya müdahaleye yeltenince ayrılıkçıların hamisi olduğunu çabucak ilan eden Amerikan emperyalizmi daha sonra defalarca yapacağı gibi deniz piyadelerini gönderdi, çaresiz ve yoksul Kolombiya bu oldubittiye razı oldu hemen. Kanal inşaatına başlandı, bittiğinde Teddy başkan değildi. 
Teddy sayesinde küresel bir emperyalistin sahip olması gereken yetileri deneyerek ve yanılarak öğrenen Amerikan emperyalizmi onun sayesinde yeni bir yeteneğe de kavuştu; olası rakiplerden birinin çok güçlenmesini engelleyecek denge politikasını ve buna aracılık edecek arabuluculuk rolünü maharetle uygulamak. 1905 Rus-Japon Savaşı bu yetinin test edilmesi için ilk fırsatı sundu. Savaşı kazanan Japonlar savaşın bir an önce bitmesini istiyorlardı, ancak arabuluculuk için alengirli işlerde uzmanlaşmış ve kaşarlanmış Avrupalı emperyalistlere güvenmediler, Teddy’e başvurdular. O da seve seve kabul etti. Teddy iki tarafı masaya oturttu ve usta işi bir arabuluculuk yaptı. Anlaşama Japonların fazla semirmesine, Rusların da fazlaca ezilmesine izin vermeyen bir anlaşmaydı. Böylece denge tesis edilmişti. Aynı türden bir fırsat bu defa 1907’de, Almanya ile Fransa’yı kafa kafaya getiren Fas krizi sırasında ortaya çıktı, ve devreye yine Teddy girdi; Amerikan emperyalizmi ustalık aşamasına geçmeye hazırlanıyordu. 1906’da Nobel Barış Ödülü’nü aldı (bu ödülü ilk alan ABD başkanıydı, ikincisi ise Carter olacaktı, 2002 yılında aldı).  
Savaşı her zaman pek sevdi Teddy. Emperyalistler arasındaki mücadele I. Dünya Savaşı’nın çıkmasına yol açtı. Ancak komedi bitmişti, trajedi başlıyordu. Dört oğlu da savaşa gittiler (demek ki o zamanlar başkan çocukları da gidermiş savaşa). Oğullarından Quentin savaş pilotuydu, uçağı 1917’de Fransa semalarında vuruldu ve düştü. Oğlunun ölümü onu mahvetti, bir türlü kendine gelemedi. Onu çok sevdiği savaş ve doğumunda çok emek harcadığı canavar, emperyalizm öldürmüştü, trajediydi. Çok üzgün ve mutsuz bir adamdı artık. Sagamore Hill’deki evinde 5 Ocak 1919’da uykusunda öldü. 61 yaşındaydı. Oğlu Archie diğer kardeşlerine telgraf çekti ve şöyle dedi: “Yaşlı Aslan öldü”.  
Serdal Bahçe / SOL

Korona Salgını, Trump ve Çin - Korkut Boratav / SOL

Trump Çin karşıtı kampanyayı seçim stratejisinin merkezine taşıdı; rakibine “Beijing Biden” sloganı ile saldırmaktadır. Demokrat Parti’de ise Çin karşıtı güçlü bir akım vardır. Biden da bu akıma  uydu; rakibini “Çin’e karşı yumuşak olmakla” suçlayarak karşı saldırıya geçti.



Kapitalist dünya sisteminin merkezinde, önemli diğer ülkelerin bir çoğunda neo-faşist liderler iktidardadır. İktidarları tehlikeye girince ülkeleri, bazen de tüm dünya için tehlikeli olabiliyorlar. 
Örnekler artıyor. Bugün en tehlikelilerinden biri olan Donald Trump üzerinde duracağım. 

Çin korona’yı yaymakla suçlanıyor 

3 Kasım 2020’de ABD Başkanlık seçimi var. İki büyük partinin adayları yarışıyor. Bilineni tekrarlayayım: Cumhuriyetçi Donald Trump ile Demokrat Joe Biden… 
Son anketler Biden’in önde olduğunu gösteriyor. Korona salgınının Başkan’ı yıprattığı anlaşılıyor. Trump neo-faşistlere özgü bir tepkiyle, aleyhindeki bu olguyu bir fırsata çevirmeye çalışıyor: Salgın sorumluluğunu  bir dış düşmana yıkmak… “Dış düşman” ise, salgının patlak verdiği Çin…  
Trump salgına karşı ilk tepkisini 30 Ocak’ta gösterdi. O tarihte koronavirüs ABD’ye uğramamış; Çin’de odaklanmış;  Wuhan kenti karantinaya alınmıştı. Trump “bu olayın bizim için iyi bir sonuç vereceğini düşünüyoruz…” dedi. Binlerce ölüme açılan bir salgından “iyi bir sonuç” nasıl umulabilir? Çin ekonomisinin sarsılacağı ve ABD’ye karşı göreli durumunun, pazarlık gücünün zayıflayacağı beklentisi olsa gerektir. 
Çin salgını çabuk atlattı. Bir ay içinde koronavirüs ABD’ye geldi; hızla yaygınlaştı. Trump önce önemsemedi; salgın yönetimini eyaletlere yıktı. Durum ciddileşince, salgını “Çin virüsü” olarak adlandırdı; ABD’ye yayılmasında Çin’i sorumlu gösterdi; hesap sorulabileceğini belirtti. Çin’e karşı tazminat davalarının açılmasını tetikledi. 
Giderek saldırılarının dozunu artırdı. 27 Nisan’da “virüsün Wuhan’daki bir laboratuvardan kaynaklandığını ortaya koyan gizli kanıtlar” gördüğünü ileri sürdü. Kanıtları soran basın mensuplarını “açıklamaya yetkili değilim” diye yanıtladı.
Böylece Çin karşıtı kampanyayı, dolaylı olarak bir biyolojik savaş suçlamasına taşıdı: Salgın Wuhan Viroloji Laboratuvarı’ndan yayılmıştır… 

Soğuk harbe doğru tehlikeli adımlar

Trump’ın Çin’e dönük desteksiz suçlamaları, ABD’ye özgü ırkçı “sarı tehlike” söylemini ve Asya’lılara karşı şiddet eylemlerini tetikledi. Batı’nın sağcı siyaset ve medya çevrelerini de etkiledi; Çin’in “bir şeyleri gizlediğine dönük” kuşkular yaygınlaştı. 
Trump Çin karşıtı kampanyayı seçim stratejisinin merkezine taşıdı; rakibine “Beijing Biden” sloganı ile saldırmaktadır. Demokrat Parti’de ise Çin karşıtı güçlü bir akım vardır. Biden da bu akıma  uydu; rakibini “Çin’e karşı yumuşak olmakla” suçlayarak karşı saldırıya geçti. 
Böylece seçim sonrasında ABD’nin tehlikeli bir soğuk savaş çizgisine sürükleneceği anlaşılmaktadır.   
Niçin “tehlikeli” diyorum? ABD’nin büyüklü-küçüklü müttefikleri arasında da benzer liderler var. Son on yılda Orta-Doğu’da milyonları aşan ölümlere bunlar yol açtı. Biyolojik savaş senaryoları koronavirüs sonrası dünyasını zehirli ortama sürükler; neo-faşizmin yerleşmesini kolaylaştırır. Sonumuz hayırlı ola… 

Korona salgınının kaynağı?

Triconinental  Institute for Social Research,  korona salgınında Çin’e dönük suçlamaları “China and the Coronashock” başlıklı 28 Nisan tarihli dosyasında değerlendiriyor. Konuyu ayrıntılı olarak izlemek isteyenler bu belgeye ulaşabilirler. 
Bu dosyada yer almayan birkaç ek bilgiyi okurlarımla paylaşmak istedim.
İngiltere’nin önde gelen Tıp dergisi The Lancet’in editörü Richard Horton, Global Times ile yaptığı  bir  röportajda  (2 Mayıs) şunları söylemiş: 
“Virüsün kaynaklarını kavramak ve bunları bilimsel olarak incelemek, komplo teorilerinin düşüncelerimize bulaşmasını önlemek için büyük önem taşır.” 
“İlk hastayı belirlemek artık anlamlı değildir. Kaynağın kavranması ise, virüsün bir hayvandan insana nasıl geçtiğini ve hayvanlardan insanlara yayılmayı önleyebilmek için önemlidir. Çin bu salgını istemedi; sorumlusu değildir; salgın nedeniyle suçlanması yanlıştır. Bunun yerine salgının tekrarlanmaması için Çin yetkilileri ile ortaklaşa çalışmalıyız.”
Norton’un kastettiği “komplo teorileri”nden biri, salgının kaynağı olarak Wuhan viroloji laboratuvarını suçlamaktadır. Açıkladığı bilimsel  tespit ise bu söylentinin karşıtıdır. Son salgına yol açan ilk Cov-2 virüsü bir hayvandan bir insana taşınmış, insanlar arasında yaygınlaşması böyle başlamıştır. Adlarını içeren “hangi hayvan; hangi insan?” sorusu, yani ilk halka   ise belirlenmemiştir ve fazla önemli değildir.
    
Wuhan viroloji laboratuvarındaki “yarasa kadın”
İlk Cov-2 virüsünü ilk hastaya taşıyan ilk hayvan bulunamayacak; ama “hangi hayvan türü” araştırmaları önem taşımaktadır. Önde gelen adres de açıklanıyor: Trump’ın suçladığı laboratuvar, tam adıyla Wuhan Viroloji Enstitüsü.    
ABD’nin ünlü popüler bilim dergisi Scientific American bu konuda ilginç bir makale yayımladı (27 Nisan): Çin’in ‘Yarasa Kadını’, SARS’tan Yeni Koronavirüs’e Dönüşen Virüsü Nasıl Yakaladı?”.  Makalenin daha uzun bir alt-başlığı da var: “Wuhan’da virolojist Şi Zhengli yarasa mağaralarında düzinelerce SARS-benzeri ölümcül virüs tespit etti. Uyarıyor: Oralarda çok daha fazlası var.” 
Makalenin başında dergi editörlerinin bir açıklaması da var: “Bu makale ilk olarak Scientific American’ın 11 Mart tarihli  internet sayısında yayımlandı. SARS Cov-2’nin Şi Zhengli’nin Çin’deki laboratuvarından çıktığı söylentilerine karşı güncelleştirilmiştir ve derginin Haziran 2020 sayısında yer alacaktır.”
Makalede öğreniyoruz ki virolojist Şi Zhengli, 16 yıl boyunca yarasa mağaralarında bu memeli hayvancıkların kanlarından virüs örnekleri toplamakta; bunları Wuhan laboratuvarına taşımaktadır. (Şi’nin mağaralardaki yarasalarla fotoğrafları dergide yer alıyor.) Meslektaşları arasında “yarasa kadın” olarak anılmaktadır. 
Wuhan’da 30 Aralık’ta tespit edilen ilk korona hastalarında yeni bir virüs şüphesi doğuran bulgular, Viroloji Enstitüsü’ne aktarılıyor. Şi, ilk başta “bizim laboratuvardan mı?”  endişesine kapılıyor; Wuhan’daki yedi hastadan alınan kan örneklerindeki koronavirüs türlerini  ayrıştırıyor; laboratuvarında korunan yarasa kan örnekleriyle karşılaştırıyor; aynı türden olmadıkları belirleniyor.
Şi, hastalardaki virüs türlerinin genetik yapısının Yunnan Eyaleti’nde “nal-yarasası” diye bilinen yarasalardaki koronavirüs ile %96 oranında çakıştığını  7 Ocak’ta belirliyor. Sonuçlar  tıp dergisi Nature’ın 7 Şubat tarihli internet sayısında yayımlanıyor. Bu yeni virüse SARS CoV-2 adı veriliyor. Daha sonraki 4500 genetik inceleme aynı sonucu veriyor: Hastalık tek bir canlıdan (Şi’ye göre Yunnan’daki bir yarasadan)  bir insana aktarılmış; daha sonra insandan insana taşınarak yaygınlaşmıştır.    

Wuhan laboratuvarına ABD katkısı

The Lancet, Scientific American, Nature gibi Batı’nın saygın tıp ve bilim dergilerinde yer alan bulgular, yorumlar, elbette ABD’nin yetkili  istihbarat ve sağlık çevrelerince de izlenmekteydi. Bu çevreler, Trump’ın Wuhan Laboratuvarı’na odaklanan Çin-karşıtı komplo senaryosunu bu yüzden desteklemedi.
Bu arada ilginç bir bilgiye daha ulaştım: ABD’nin Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Ulusal Enstitüsü ile Wuhan Viroloji Enstitüsü  arasındaki işbirliği… 
Bir laboratuvar kazası nedeniyle ABD’deki virüs araştırmalarına 2014’te son verilmiş; bu araştırmaların sürdürülmesi (ve lisansı) bir yıl sonra Wuhan’daki Viroloji Enstitüsü’ne devredilmiş. Sözünü ettiğim “yarasa kadın” Şi’nin laboratuvarına da bu iş için ABD hükümetinden 3,7 milyon dolar ödeme yapılmış (Christina Lin, Asia Times, 22 Nisan; Mail Online, 3 Mayıs). 
Bu bilgiyi daha ilginçleştiren bir ayrıntı da var: 2015’te Wuhan laboratuvarı ile anlaşmayı yapan Amerikan Enstitüsü’nün o tarihteki direktörü Dr. Anthony Fauci’dir. Fauci salgın sonrasında ABD’de oluşturulan Koronavirüs Görev Kurulu’nun başına getirilmiştir. Trump’ın hezeyanlarına karşı sonunda konuşmak zorunda kaldı: “Bu virüs laboratuvar değil, hayvan (örneğin yarasa) kaynaklıdır” (SCMP,  5 Mayıs). 
***
Kapitalist dünya sisteminin hegemonya mücadelesinin bir ucunda Trump gibi kara cahil, neo-faşist sosyopatlar yer alıyor; benzerleri ile birlikte geleceğimizi karartıyor. Beni bu çatışma ilgilendiriyor. 
Korona salgını bu çatışmaya eklenince bu yazıda bilgi sınırlarımı aşan konulara girdim. Gerektikçe uzmanların bilgeliğine sığınmak üzere… 
Korkut Boratav / SOL

Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -19 Haziran 2025-

İsrail yardım ve şarj noktalarında toplanan Gazzelileri hedef alıyor: Bir günde 69 Filistinliyi katletti -soL- Gazze’deki Sağlık Bakanlığı’n...