Kargo emekçilerinin kısa tarihi: Arabalar eskidi, elbiseler yırtıldı - HAKAN AYDIN / SOL

 Piyasanın öncü müfrezelerinden kargo sektörünün emekçilerinin kısa tarihi, piyasa ekonomisinin acımasızlığına iyi bir örnek oluşturuyor.


Kargoculuk; Türkiye’de 1980 sonrası yükselen piyasanın öncü müfrezelerindendir. Kapitalist enformasyonun olabildiğince beslediği tüketim ilişkilerinden itki alarak büyümektedir. Reklamlar sattırır, bankalar borçlandırır, halk internet üzerinden satın alır, kargocular da taşır…

Kargo şirketleri; neo-liberalizmin yıldızı olan hizmet sektörünün yükseldiği, plaza işletmeleri de denen ofis işletmelerinin yaygınlık kazanmaya başladığı ve tüketim kültürünün olabildiğince desteklendiği 2000’li yıllarda “kaliteli” hizmet üretecekleri iddiası ile piyasadalardı. 

2013 yılında PTT kadrolarının bir kısmının emekli edilip kalanının sözleşmeli statüye taşınmasına kadar görece yüksek ücret ve iyi sosyal haklar sunma iddiasıyla nitelikli personelleri bünyelerinde topladılar. Aynı süreçte; bir kargo şirketine mobilya ve büyük elektronik eşya taşıtamaz, küçük gönderilerinizi getiren kargo aracından iki personelin birlikte indiğini görürdünüz. Çalışanların kıyafetleri düzgün, araçları temizdi, ürününüzün akıbetini bir telefon ile rahatlıkla öğrenebilirdiniz. Yani; yeter sayıda emekçiyi bünyesinde barındırırdı. 

Güzel günler kısa sürdü

2013 yılında çıkarılan 6475 sayılı kanun ile PTT’nin kadrolarını azaltıp, çalışan personeli sözleşmeli statüye, ücretlerini de performans sistemine bağlamasının ardından kargo şirketleri birden maliyetlerinin ne kadar yüksek olduğunun farkına vardılar! Önce araçlardaki personel sayısını bir kişiye, şubelerde çalışan personel sayısını yarıya düşürerek çok yüksek bir oranda kârlılık sıçraması ile sermayelerini büyüttüler. Her bir araçtan ve ofisten gönderilen emekçilerse işsizler ordusuna başka bir deyişle yedek iş gücüne katıldılar.

Benzin fiyatları ve kiralar yükseliyor, araçların bakım ve onarım giderleri artıyorken kargo şirketlerinin yüksek kârlılığı sekteye uğruyordu. Kargo şubelerini taşeron işletmelere ihale etmeye karar verdiler. Franchising denilen; kendi tabelalarını koydukları küçük işletmelere, yine kendi standartlarını taahhüt altına aldıkları bir sözleşme imzalattırarak; kira, araç, benzin, telefon, bakım-onarım ve kargo çalışanlarının ücretleri ile sosyal haklarını yüklediler. Taşıma başına para ödeyeceklerdi ancak her durumda maliyetlerini iyi düşürmüşlerdi. Bu; kargo şirketlerinin ikinci kârlılık sıçraması oldu. Sektördeki KOBİ’ler sömürü zincirine eklendiler.

2010’lu yıllar işlerken üzerinde kargo şirketlerinin amblemlerini taşıyan araçların eskidiği, kargo emekçisinin kötü kıyafetlerle çalıştığı gözden kaçmayacaktı. Kargo şirketleri kâr sıçramaları yaparken, taşeronlar; en az personelle, en az personeli en düşük ücretle ve neredeyse yok denecek sosyal haklarla çalıştırarak para kazanacaktı. 

Kargo şirketleri; kendisi gibi hizmet sektöründe bulunan internet şirketlerinin, bakkalda satılan üründen buzdolabı, mobilya ya da bilgisayarlara uzanan yelpazesindeki ürünleri taşımak, ciro ve kârlılıklarını yükseltecek anlaşmalar yaparken, “yükleme, boşaltma, depolama, istifleme, aktarma ve gönderilene teslim etmek gibi hizmetleri” yerine getirmek ise yoksullaşmış kargo emekçisine kalacaktı.

Kargo şirketlerinin yaptıkları anlaşmalar ve koydukları hedefler büyürken; az sayıları, yıpranmış arabaları ve kısıtlı olanaklar ile her birimizin evine ürün ulaştırmaya çalışan kargo emekçileri, işlerin yoğunluğunu kaldıramaz hale geldiler. Öğle tatillerini iptal ettiler. Bazen teslim edilmesi gereken ürünlerin ağırlığından, bazen yanlış yazılan adresler yüzünden müşterilerini kendi telefonlarından arar oldular, geç de olsa ürünleri teslim ederken mesaileri uzamaya başladı. Pandemi döneminde Pazar günleri çalıştırıldılar. Bu arada kırık, dökük ürünlerin sorunları ile kapıda ödeme anlaşmasıyla gönderilen ürünlerin tahsilatlarıyla uğraştılar. Bazen de; yoğunluğa yetişemediler, ürünleri zamanında teslim edemediler. 

Şirketler, tutanaklar… 

Tutanak yediler, gerektiği gibi çalışmamakla suçlanarak eleştirildiler, mobinge maruz kaldılar. Sektör, en fazla iş bırakılan sektörlerden biri haline geldi. Yetmedi! Direnebilenler, evlerini geçindirmek için çalışmak zorunda olanlar ise artık direkt olarak müşterilerinin hedef alanına girdiler. Yoğun iş temposu ve iş yetiştirme baskısının yanı sıra kapılarda ya da telefonlarda azarlandılar, hakarete uğradılar, dövüldüler ve artık öldürülüyorlar! Ekmek parası kazanmak ile aç kalmak arasındaki kalmanın yarattığı kâbus onları “yaşamı sorgular” hale getirdi. Sermaye, çalıştığı yerde yaşamlarına kadar sömürdüğü emekçileri, kendisinin bulunmadığı yerde safralarına bırakıyordu: “Tüketiciler”, parayla insanı satın aldığını düşünenler! Artık, bu düzene dayanamayan emekçiler tek tek intihar ediyorlar. Bu düzen, kapitalizm öldürüyor!

Geçtiğimiz günlerde bir kargo emekçisinin dramını okuduk. Haber; bir kargo çalışanı olan 40 yaşındaki Mehmet Ali İbin’in teslim edeceği kargonun üzerindeki adresin hatalı olması nedeniyle alıcıyı arayarak ona kargoyu elden teslim etmeyi önerdiğini, kargoyu teslim alması gereken müşterininse "nasıl adresi bulamazsınız" diyerek önce bağırdığını, buluştuktan sonra da İbin'i darp ederek ölümüne sebep olduğunu, anlatıyordu. 

Bundan tam bir ay önce yayınlanan bir haber de; yine bir kargo emekçisi olan Furkan Celep, daha 18 yaşındayken, sosyal medyaya bıraktığı bir not ile yaşamına son vermişti. Celep, “Bir araba, bir ev uğruna yıllarımı harcamak istemiyorum. Hem içten hem dıştan yıpranıyorum” yazarken yaşamdan hiçbir beklentisinin kalmadığını, bir başka ifadeyle; yaşamın anlamsızlığını dile getiriyordu. Sermayenin ablukası altındaki bu yaşamda, emeği ile yaşayan insanlara hiçbir şey bırakılmadığını anlatıyordu. 

Emekçiler birer birer ölürken; gazete haberlerinden daha ötede bir anlam aramaya şiddetle ihtiyacımız var. Yaşamlarımız; sermaye şirketlerinin kâr hırsına, sermaye düzeni iktidarlarının zorbalığına ve gericiliğine feda ediliyor. Bunun anlamı, sömürüdür! Emeğimizin sömürüsü, duygularımızın sömürüsü, ihtiyaçlarımızın sömürüsü, yaşamlarımızın sömürüsü…

Ölmemeliyiz! Örgütlenmeli ve bu düzeni değiştirmeliyiz.

HAKAN AYDIN / SOL

Bidenomics Trumponomics’e karşı - Hayri Kozanoğlu / Birgün

 


Trump ve Biden’ın bütünlüklü bir ekonomik programları yok. Amerika 3 Kasım seçimlerine gelir ve servet dağılımı uçurumlarının hiç görülmedik ölçüde açıldığı bir ortamda giriyor. Biden, Trump ve yandaşları tarafından ülkeye sosyalizm getireceği zırvalığıyla suçlanıyor .

Covid-19 vaka sayılarının büyük bir artış sergilediği bir konjonktürde ABD başbakanlık seçimlerine gidiyor. Geride bıraktığımız haftada 442 bin yeni vakayla Temmuz sonundan beri en yüksek artışla karşılaşıldı.

Son düzlüğe girilirken kamuoyu yoklamalarında Biden açık ara önde bulunuyor. Trump ise umudunu Florida, Ohio, Pensilvanya, Wisconsin, Michigan gibi kritik eyaletleri kazanarak, daha az oy alsa bile Amerikan seçim sisteminin azizliğiyle koltuğunu korumaya bağlıyor. Geçmiş seçimlere baktığımızda 1976’da Gerald Ford, 1980’de Jimmy Carter, 1992’de baba George Bush’un ekonominin sıkıntılı olduğu süreçlerde seçmenden ikinci dönem için onay alamadığını görüyoruz.

Bu yazıda Bidenomics diye adlandırılan Joe Biden’in önerdiği ekonomi politikalarını, rakibi Donald Trump’ın Trumponomics performansıyla karşılaştıracağız. İsterseniz ayrıntılara girmeden önce Amerika’daki toplumsal tabloya bir göz atalım.

Servet Dağılımı Uçurumu Derinleşiyor

Öncelikle Amerika 3 Kasım seçimlerine gelir ve servet dağılımı uçurumlarının hiç görülmedik ölçüde açıldığı bir ortamda giriyor. Ekim başında Amerikan Merkez Bankası’nın açıkladığı verilere göre, ülkenin 330 milyonluk nüfusunun altta kalan yüzde 50’si kişi başına 12.600 dolar, toplam 2.08 trilyon dolar servete sahipken, en zengin yüzde1 kişi başına 10.4 milyon dolarla 34.2 trilyon dolar bir serveti kontrol ediyordu.

En zengin 50 Amerikalı şahsiyetin mal varlığı toplumun yoksul yüzde 50’sinin toplam serveti kadar. Covid-19 pandemisinin patlak vermesiyle birlikte piyasaya 3 trilyon dolar pompalanması borsaları havalara uçurdu. Salgın ortamında teknoloji şirketlerinin ürünlerine rağbetin artması da buna eklenince Amazon’un Jeff Bezos’u, Microsoft’in Bill Gates’i; Tesla’nın Elon Musk’ı gibi şahsiyetler servetlerine servet katmayı sürdürdüler.

Nüfusun yüzde1’i doğrudan veya fonlar aracılığıyla borsanın yüzde 52.4’üne, sonraki yüzde 9’u ise yüzde 35.8’ine sahip. Dikkat çeken bir nokta da, emek piyasasına yeni katılan gençlerin ülkenin zenginliğinden pay alamamaları. Milenyum kuşağı olarak adlandırılan 1981 ile 1996 arasında doğanlar, işgücü içerisinde 72 milyon kişi ile en büyük ağırlığa sahip kesim. Buna karşın ülkedeki servetin sadece yüzde 4.6’sı onlara ait. Bir bakıma çocukların mutlaka ebeveynlerinden daha yüksek yaşam standardına sahip olacakları varsayımına dayanan Amerikan Rüyasının sonuna gelinmiş bulunuyor. Gençler daha geç ve daha zor ev sahibi olabildikleri gibi, çoğunlukla kariyerlerinin önemli bir kısmında öğrencilik sırasında aldıkları borçları geri ödeyebilmek derdiyle cebelleşiyorlar.

Sosyalizm Fikrine Rağbet Artıyor

YouGov adlı anket şirketinin araştırmasına göre ise, 2020 Eylül itibarıyla yaşı 16 ila 23 yaş arasını kapsayan Z kuşağı mensuplarının sosyalizme sempati duyanlarının oranı son 1 yılda yüzde40’tan yüzde49’a tırmanmış. Tüm yaş grupları göz önüne alınınca da, sosyalizme destek oranı yüzde 36’dan yüzde 40’a yükselmiş.

“Ekonomik sistemin kapitalizmden uzaklaşarak bütünlüklü bir değişimini” onaylayanlar Milenyum kuşağında yüzde 8 artışla yüzde 60’a; Z kuşağında ise yüzde 14’lük sıçramayla yüzde 57’ye ulaşmış. Ne yazık ki başkan adaylarının ekonomik programlarını incelediğimizde ufukta o özlenen değişimin izine bile rastlanmıyor.

Amerika’da sosyalizme yakınlık duyanların büyük çoğunluğunun Marksist ideolojiye de, sosyalizmin değişik versiyonlarının ayrıntılarına da yeterince vakıf olmadıkları, konuya naif bir duyguyla yaklaştıkları pekala söylenebilir. Muhtemelen de içinde yaşadıkları piyasa toplumunun aşırılıklarını gözlemleyerek, kapitalizme ilişkin “bundan kötüsü olamaz!” şeklindeki kanaatlerinin bir sonucu olarak sosyalizme sıcak bakıyorlar. Yine de rahatlıkla kapitalizmin inandırıcılığının zayıfladığını, ideolojik hegemonyasını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz.

Yeni Yeşil Anlaşma Neydi?

Kendisini “sosyalist” diye adlandıran Demokratik Parti’nin başkan adayı Bernie Sanders’in görüşlerinin sosyalizmden çok Avrupa sosyal demokrasisine yakın olduğunu biliyoruz. Zaten Sanders özendiği modelin İsveç ve Danimarka gibi İskandinav ülkelerinde uygulandığı açıkça dile getiriyordu.

Ama en azından Amerika’da sola bir eğilim olduğu, Sanders’in de bu rüzgarı arkasına aldığı görüldü. İsterseniz bu noktada Sanders’in de onay verdiği, bir anlamda programatik açılımını temsil eden Yeni Yeşil Anlaşma’yı (New Green Deal) kısaca bir hatırlayalım.

14 sayfalık metnin temel özelliği iklim değişikliği ile ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri birlikte ele alması ve ortak bir çözüm önermesidir. Yeni Yeşil Anlaşma 1) ABD’de nitelikli, yüksek ücretli istihdam yaratmayı, 2) Tüm ABD halkına görülmemiş düzeyde ekonomik güvenlik sağlamayı, 3) Sistemik adaletsizliklere karşı harekete geçmeyi öneriyordu.

Söz konusu programın toplumun en savunmasız kesimleriyle, işçi sendikaları, işçi kooperatifleri, sivil toplum kuruluşları, akademi ve iş alemiyle şeffaf ve kapsayıcı bir süreçle geliştirilmesini öngörüyordu. Ne yazık ki, parti içi ve parti dışı bin bir hileyle Bernie Sanders’ın önü kesildi ve sol bir program en azından 2020 başkanlık seçiminde halkın önüne gelme şansını yitirdi.

Trumponomics Neyi Temsil Ediyordu?

Şimdi gelelim Trump ve Biden’in ekonomi anlayışlarına. Baştan söyleyelim, her ikisinin de tahmin edilebileceği gibi bütünlüklü bir ekonomik programları yok. Ancak adet olduğu üzere isimlerinin ses uyumu da yatkın olduğu için Clintonomics, Abenomics gibi Bidenomics ve Trumponomics’den söz edilebiliyor.

Trump’ın ekonomi stratejisi aslında 3 ayak üzerinde yükseliyordu: zenginlere ve şirketlere yönelik vergi indirimleri, deregülasyon denilen kamunun ekonomideki düzenleyici rolünü daha da zayıflatma çabası ve dış ticaretin Dünya Ticaret Örgütü üzerinden liberalizasyonu çizgisini terk ederek zayıf ülkelerin bileğini bükme operasyonuna dönüştürme hamlesi.

Trump’ın ekonominin büyüme hızını yüzde4’e çekme iddiası da tutmadı, pandemi öncesi 3 yıl yüzde 2.4 ortalama ile kapatıldı. Vergi indirimlerinin yatırımları canlandıracağı, kendisini fazlasıyla finanse edeceği yolundaki “arz yönlü ekonomi” anlayışını da pratik doğrulamadı; bütçe açıkları GSYH’nin yüzde 4.4’ünden yüzde 6.3’üne tırmandı (The Economist 17 Ekim 2020).

İşsizlikteki düşüş eğilimi de aslında kendinden önce başlayan bir sürecin sonucuydu. “Gig ekonomi” denilen Uber’de taksicilik, çeşitli platformlarda parça başı iş yapma türü sigortasız güvencesiz “esnek istihdam” pratiklerinin yaygınlaşması ile “manşet işsizlik” oranı aşağı çekilebilmişti. Borsanın yükselişi büyük ölçüde vergi indirimlerinin şirket karlarını kabartmasından ve düşük faiz ortamının yarattığı elverişli finansal koşullardan kaynaklanıyordu. Yoksa yatırımlarda ivme sağlanamamış, verimlilik artışı da tatminkar bir düzeye ulaşamamıştı.

Covid-19 ortamında can havliyle yapılan kişi başına 1.200 dolar yardım ve Federal devletin eyaletlerin işsizlik ödemelerine haftada 600 dolar eklemesi gibi uygulamalar açıkça Trump gibi bir sağcıdan beklenmeyecek cömertlikteydi. Böylelikle özellikle alt gelir gruplarının harcama kapasitesi artırılarak ekonominin korkulduğu ölçüde daralması frenlendi. Nitekim IMF’nin son Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’nda 2020’de Avro bölgesi ekonomisinin yüzde 8.3 küçülmesi öngörülürken, bu oran ABD’de yüzde 4.3 ile sınırlı kalıyor.

Bidenomics ne Anlama Geliyor?

Joe Biden, Trump ve yandaşları tarafından ülkeye sosyalizm getireceği zırvalığıyla suçlanıyor. Kendisinin Demokratik parti standartlarında bile geçmişte sağ kanatta yer aldığı herkesçe biliniyor. Zaten adaylık sürecinde tüm stratejisini sadece Bernie Sanders’in değil, dolu dizgin giden finansallaşma sürecini dizginlemeye yönelik bir takım önerileri bulunan Elizabeth Warren’in partiyi aşırı sola çekeceği iddiası üzerine oturtmuştu. Zaten The Economist dergisi “Bidenomics” kapaklı sayısında, Biden’a yönelik sosyalist suçlamalarını, “herkes için sağlık, nükleer enerjinin yasaklanması ve istihdam garantisi” gibi sol fantezilerden uzak durduğunun altını çizerek çürütmeye çalışıyordu (The Economist 3 Ekim 2020).

Aslında Biden, Trump’ın uçukluğu nedeniyle kendisine oy verme olasılığı bulunan sağcı Cumhuriyet parti seçmeninin gözüne girme çabasıyla, yazının girişinde vurguladığımız sol-kamucu fikirlerin toplumda karşılık bulmasının yarattığı sempatiyi devşirme arzusu arasında gelgitler yaşıyor. Ancak oturduğu asıl eksenin, “kapitalist aklın” gereğini yapmak; zayıflayan kurumsal yapıları güçlendirmek, IMF raporlarından da gözlenebileceği gibi pandemi ortamında sıkışan ekonomiye kamunun altyapı yatırımlarıyla can suyu vermek, dış ticarette ılımlı serbestleşme mesajlarıyla Uluslararası Liberal Düzen’i restore etmek olduğu söylenebilir.

Biden’in vaatlerinin biraz ayrıntılarına inince şu noktalar dikkat çekiyor:

♦ Gelir vergisini yüzde 37’den yüzde 39.6’ya çekmeyi, kurumlar vergisini yüzde 21’den yüzde 28’e yükseltmeyi öneriyor. Bu durum zenginlerin pek hoşuna gitmese de, yine de önceki yüzde35 kurumlar vergisi oranının altında bir düzeye işaret ediyor.

♦ Covid-19 testlerinin parasız yapılmasını, virüsten etkilenen her kişiye ücretli izin verilmesini programına alıyor. Big Pharma denilen dev ilaç şirketlerinin dayattığı fahiş fiyatları denetim altına almaktan söz etse de bunun nasıl uygulanacağını somutlamıyor.

♦ Wall Street’e, finans oligarşisine yönelik dizginleyici hiçbir niyet taşımıyor.

♦ Teknoloji devlerine, onların aşırı karlarına, tekelci pozisyonlarına da pek ilişmiyor. Sadece söyleminde, “Amazon daha fazla vergi ödemeli” tarzı anekdotlara rastlanıyor.

♦ Enerjiye 2 trilyon kaynak ayırmaktan, yenilenebilir enerjiye ağırlık vermekten, elektrikli araba imalatını desteklemekten dem vuruyor. Ancak nükleer enerjiye karşı olmadığı gibi, petrol ve doğal gaz şirketlerine, son dönemde öne çıkan hidrolik kırma (fracking) teknolojisine de tavır almıyor.

Son söz: İyi ki Amerikan seçmeni değilim. Çünkü 3 Kasım’da bir oyum olsa Trump gibi pespaye bir şahsiyete karşı tavırsız kalmayı kabullenemez, buna karşı Biden gibi sağcı bir düzen figürüne destek çıkmayı da içime sindiremezdim…

Hayri Kozanoğlu / Birgün

Cumhuriyeti yeniden kazanmak - Ali Sirmen / Cumhuriyet

 İki gün sonra 29 Ekim. İki gün sonra Cumhuriyetin 97’nci yılının kutlanmasını engellemek üzere çeşitli manevralar yapılacak, dolaplar çevrilecek, çeşitli yöntemlerle kutlamalar yasaklanacak, Cumhuriyetçiler ile kimi güçler arasında belki de çatışmalar yaşanacak. Sanki kendi bağımsızlık ve özgürlük tutkusunu inatla savunmaya çalışan bir halk ile işgal kuvvetleri karşı karşıya gelmiş gibi olacak.



Kimileri eski Cumhuriyet bayramlarını, şenlikleri, fener alaylarını anımsayacaklar hasretle. “Ne güzel günlerdi, nasıl da coşkuyla kutlardık o eski bayramları şimdi ne oldu bize!” diye hayıflanacaklar.

Ne olduğunu uzun uzun irdelemeye gerek yok. Kısaca söyleyiverelim:

- Cumhuriyet kayıp gitti elimizden, dolayısıyla kutlanacak bir şey kalmadı ortalıkta.

- O eski Cumhuriyet bayramları başkaydı, çünkü o cumhuriyet başkaydı.

Şimdi bugün resmen egemen olan bu cumhuriyet, o cumhuriyet değil.

Evet, o cumhuriyet bu cumhuriyet değil.

29 Ekim 1923’te ilan edilen cumhuriyet, kulu yurttaşlaştıran bir cumhuriyetti.

Bugün egemen olan cumhuriyet ise yurttaştan tekrar kula dönmeye ahdetmiş bir cumhuriyettir.

***

O cumhuriyet, tarikatlar şıhlar, şeyhler, cemaatler cumhuriyeti değildi. Kendi insanını laik, aydınlanmacı bir eğitimle yetiştiren bir cumhuriyetti. Bu cumhuriyet ise çocuklarını, hikmeti kendilerinden menkul dervişlere, bilime inanmayan tarikat hocalarına teslim eden bir cumhuriyettir.

O cumhuriyet aydınlanmacıydı.

Bu cumhuriyet karanlığa koşmakta.

O cumhuriyet özgürlükçüydü.

Bu cumhuriyet biattan yana. O cumhuriyet “hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir” derdi.

Bu cumhuriyet, “en hakiki murşit tarikat şeyhdir”, diyor.

O cumhuriyet bağımsızlıkçıydı, antiemperyalistti.

Bu cumhuriyet ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin ortak başkanlığına, eşgüdümüne taliptir.

O cumhuriyet ile bu cumhuriyet birbirinin tamamen zıddıdır.

Kısacası o cumhuriyet bu cumhuriyet değildir.

Bir zamanlar fener alaylarıyla coşkuyla kutladığımız, az zamanda büyük işler başardığımız o cumhuriyeti biz kurmuştuk.

Ve kendi kurduğumuz o cumhuriyeti yine başkası değil bizzat biz kaybettik.

Bu gerçeği görmek zorundayız ki yeniden cumhuriyeti kurmaya soyunabilelim.

Bu kez de işimiz, tıpkı o cumhuriyetin kurulması sırasında olduğu gibi güçtür. Hatta içeride mücadele etmek zorunda kalacağımız karanlık güçler “düveli muazzama”nın bütün taleplerini de yeniden önümüze süreceklerine göre ilk defakinden daha da güç olacaktır.

Ama bu güçlüğü ileri sürmenin zamanı geçmiştir. 

***

Zamanında bağnazlığın bu cumhuriyetini kuracak olanların temsilcileri karşımıza çıkıp bütün suçlamalarını haykırdılar, işbirliği yapacakları bütün güçleri teker teker saydılar.

Biraz uyanık olsaydık, onların taşeronluğunu üstlendikleri yıkım işini asıl gerçekleştirebilecek güce sahip olanların sarıklı softalar olduğunu bilip görmemiz, başta laiklik olmak üzere Cumhuriyetin bütün kavramlarına daha büyük bir azimle sahip çıkmamız gerekirdi. İkinci cumhuriyetçiler, bütün oyunu açıkça gözümüz önüne serdiler, olayı iyi okuyamadığımız için yanıldık. İkinci cumhuriyetin gelebilip, gelemeyeceğini tartışaduralım, ikinci cumhuriyet geldi oturdu.

Evet, bugünkü cumhuriyet ne ise ikinci cumhuriyet de odur.

Milli Eğitim politikasından, ekonomiden dış politikaya kadar her alanda ikinci cumhuriyet ile bugünkü cumhuriyet aynıdır.

Bugün 29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyetten geriye kutlanacak, hiçbir şey kalmamıştır. 

Şimdi ancak onu yeniden kurmaya çalışabiliriz. Bu da birincisinin kurulmasından daha da güç olacaktır. Ama onu da o zaman, daha o cumhuriyeti elimizden kaydırmadan düşünmeliydik.   

Ali Sirmen / Cumhuriyet

'SAİK' hangi saikle kurulmakta? - Oğuz Oyan / SOL

AKP bir sermaye iktidarı olabilir; ama sermayenin desteğini aldığı sürece bu rolünü sürdürebilir. 

İlgili Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK) 14 Ekim’de 68 sayılı olarak Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. “Sanayileşme İcra Komitesi hakkında CBK” başlığını taşıyordu. Bu komiteye “SAİK” kısaltması uygun görülmüştü (m.1) ”Yerli üretimin ve teknolojik kabiliyetlerin geliştirilmesi amacıyla” kurulduğu söyleniyordu (m. 1 ve 2).

Peki, bazılarının ne işe yaradığı bir muamma olan bol sayıdaki Cumhurbaşkanlığı kurullarına bir yenisinin eklenmesinden öte bir şeyler var mıydı? Vardı. SAİK, daha yönetiminin oluşumundan itibaren diğerlerinden farklılaştığını adeta gözlere sokuyordu. Diğer kurullarda olduğu gibi Komite başkanı Cumhurbaşkanı olacaktı, tamam; ancak diğer kurullardan farklı olarak, “Cumhurbaşkanının görevlendireceği Cumhurbaşkanı Yardımcısı” (hani ilerde birden çok “yardımcı” olursa diye) bu komiteye icabında başkanlık edecekti. Neden bir CB Yardımcısı? Çünkü SAİK üç bakan ve sadece bir yüksek bürokrattan (ki o da bakan eskisidir) oluşuyordu: Sanayi ve Teknoloji Bakanı, Hazine ve Maliye Bakanı, Ticaret Bakanı ile Strateji ve Bütçe Başkanı (m.4). Yani bir ekonomi kabinesi kurulmaktaydı. 

Peki, bu yeni kurula bunca önem verilmesinin nedeni neydi? 18 yıldır sanayileşme ve teknolojik gelişme alanında ciddi bir adım atmamayı, hatta sanayinin GSYH içindeki payını geriletmeyi becermiş bir iktidarın artık bunu telafi etme düşüncesi mi? Yoksa ekonominin içine girdiği çıkmazdan, ithalat bağımlılığından, kaynak sıkışıklığından kurtulabilmek için gecikmiş bir atılım, bir huruç harekâtı mı planlanmak isteniyordu?  Gerçi her ikisi için de “geçmiş olsun” deyip geçebilirdik; ama Komitenin görev ve yetkilerini düzenleyen 4. Maddeye ayrıntılı bakınca işlerin farklı bir şekil alabileceğini sezmemek mümkün değildi.

Özel şirketlere yeni bir müdahale aracı mı?

İlgili CBK’nın 4. Maddesinin üçüncü fıkrasında sayılan bazı görev ve yetkiler kısmen sıradan sayılabilir; onlara değinmeyeceğiz. Ancak bu maddenin üçüncü fıkrasının (e), (f) ve (h) bentlerinin üzerinde dikkatlice durulmaya değer.

e) “Ülke için kritik öneme sahip şirketlerin ortaklık yapılarında, yurtiçi üretimin sürekliliğini ve ulusal güvenliği riske atabilecek değişikliklere ilişkin yapılacak işlemlerde karar almak” (abç). Şimdi, birincisi, Çin gibi kapitalist temelli ancak “sosyalist vizyonlu” kalkınma modeli izleyen ülkelerde (özellikle yabancı şirketlerin yerli şirketleri ele geçirme hamlelerine karşı) bu tür müdahalelerin bir anlamı ve uygulanabilirliği olduğunu kabul etmek gerekir. Ama neoliberal sistem içinde kalan bir otokratik ülkede bunun farklı anlamları aranacaktır. Kaldı ki, ikincisi, şimdiye kadar AKP yönetiminin bu tür kaygıların çok uzağında olduğu, hatta tam tersine, stratejik şirketlerin yabancı sermayenin eline geçmesini teşvik edici özelleştirme politikaları izlediği bilinmektedir. 50 milyon dolar gibi sembolik bir fiyatla Sakarya tank-palet fabrikasına Katar ordusunun yarı yarıya ortak edilmesi (aslında yönetiminin devredilmesi), aslında bu maddedeki düzenlemenin tam aksi kutbunda yer almaktadır. Demek ki amaç başka yerde aranmalıdır.

f) “Yurtiçinde üretilecek öncelikli ürünlere yönelik, ilgili tüm kurum ve kuruluşları bağlayıcı rol haritaları oluşturulmasına ve uygulanmasına ilişkin kararlar almak”(abç). Türkiye’de 1961 sonrasındaki planlama deneyim ve uygulamalarının bile böylesine sert bir müdahaleciliği öngörmemiş olduğunu not etmekle yetinelim. Burada iktidarın ekonomideki bir sıkışmışlığının ve çaresizliğinin işaretlerini görmek mümkündür aslında; ama bununla sınırla olamayacağını da…

h) “İmalat sanayi firmalarının sermaye yapılarının güçlendirilmesi, gerektiğinde şirket birleşmelerinin özendirilmesi, verimliliği artıracak politikaların tasarlanması ve ürün çeşitliliğinin artırılması için kamu uygulamalarını yönlendirici kararlar almak” (abç). İlk iki Birinci madde için söylenenler burada da geçerlidir.

Aslında, üçüncü fıkranın “sıradan” saydığımız maddelerinin bile, bu üç maddeyle birlikte ele alındığında, genel bir müdahaleci zihniyet doğrultusunda kullanılabilecek olduğu farkedilebilir.

Bazı olasılıklar

Özel şirketlere sol bir vizyonla müdahale edilmesini savunuyor olabilirsiniz. Bu, bugünden çok farklı bir güçler dengesini gerektirir. Ama buradaki durum farklı. Bugüne kadar görece bağımsız bir sanayileşme-kalkınma stratejisine hiç sahip olmamış, sermayenin en mutemet iktidarı olarak temayüz etmiş ve bunun için gerekirse devlet zoru kullanmış bir iktidar türü, özel şirketlere bazı durumlarda devlet müdahalesini bir düzenleme olarak getiriyorsa, bu konuyu sıkı bir değerlendirme ve izleme sürecine almak gerekir. İzlemeyi mecburen zamana bırakmak zorundayız. 

Peki, yukarıdaki ön değerlendirmelerimize eklenecek ne var? İktidarın doğası bilindiğine göre, böylesine kapsamlı yetkilerin son derece keyfi kullanımlara müsait olduğunun öncelikle vurgulanması doğru olacaktır. İktidar eline yeni bir sopa (hatta bu defa çivili sopa) almaktadır. “Şirketlerin ortaklık yapılarına” müdahalenin, “gerektiğinde şirket birleşmelerini özendirmenin”, “öncelikli ürünlere yönelik, ilgili tüm kurum ve kuruluşları bağlayıcı rol haritaları oluşturmanın”, sermaye açısından öyle hafife alınacak tarafı yoktur. Nitekim TÜSİAD başkanı Kaslowski tepkisini hemen göstermiştir. Şimdilik alçak perdeden yapılsa da bu tepkinin bütün TÜSİAD dünyasını sardığını, ama şimdilik kapalı kapılar ardında kaldığını tahmin etmek zor değildir.

İktidar sermaye kesimine adeta şunu söylemektedir: Ben sizin her isteğinizi fazlasıyla yerine getirdim, ancak sizler ekonomiyi ve dış ticareti düzeltecek üretim kararlarını, teknolojik atılımları, buna göre şirket yapılanmalarını yeterince yetkinleştiremediniz. Şimdi işler iyice kötüye gidiyor ve bana bu badireden çıkış için bazı tutamaklar gerekiyor. Bunun için gerekirse müdahale de ederim. Buna göre işbirliğine açık olun.

AKP bir sermaye iktidarı olabilir; ama sermayenin desteğini aldığı sürece bu rolünü sürdürebilir. Ancak şimdi iktidarın sermayeden istediği, onun “ruhundan” başka bir şey değildir. İktidarla özel ilişki geliştiren sermaye kesimi dışındakiler bundan böyle diken üzerinde oturacaktır. Sermaye, bu talepleri sineye çekemez. Şimdilik süreci izleyecektir. Ama iktidardan gerilimi tırmandırıcı hamleler gelirse, tepkisiz kalması beklenemez. Bu tepkilerin büyük bölümü dolaylı olacaktır ve bugünden işlemeye başlayabilir: Bazı yatırım kararlarını ertelemek, yeni yatırımları ülke dışına taşımak, uluslararası ortaklıkları arttırmak, dışarıya sermaye transferine hız vermek, yeni bir siyasi seçeneğin oluşmasına daha fazla destek vermek, vs. 

İktidar neye güveniyor?

İktidar bloğu, sermayeye bol kepçe teşvikler verdiğini söylerken haksız değil elbette. Şimdi “bunun diyetini isterken haksız mıdır” tarzı bir kayıkçı tartışmasına girmeksizin şu teşviklere ilişkin yeni bütçeden örnek verelim. Malum, bütçenin tahsil edilmeden hediye edilen “vergi harcaması” kalemi esas olarak sermaye yönlü teşviklerden oluşmakta. 2021 bütçesinde bu teşviklerin toplam büyüklüğü 230,8 milyar TL’yi buluyor. Aynı bütçenin toplam vergi gelirleri tahmini 922 milyar TL olduğuna göre, vergi harcaması denilen indirim ve istisnaların vergi gelirlerine oranı yüzde 25 olmakta. 

Şimdi bunu bir adım daha öteye götürelim. 2021 yılında tahsil edilmesi beklenen Kurumlar Vergisi hasılatı sadece 112 milyar TL’den ibaret. Yani sermaye ödediği Kurumlar Vergisi’nin iki katını aşan bir vergi harcamasından yararlanmış olacak!.. (Sadece Kurumlar Vergisi üzerinden yapılan vergi harcaması ise 49,4 milyar TL’dir ve bunun bu vergiden sağlanacak gelire oranı yüzde 44’tür).

Gelir Vergisi 2021 yılı gelir beklentisi ise 200,6 milyar TL’dir. Demek ki sermaye kesimi, ödenen Gelir Vergisi toplamından bile daha fazla sermaye harcamasından yararlanacaktır. Ancak Gelir Vergisi’nin asgari yüzde 60’lık bölümü ücretliler tarafından ödenmektedir. Kalan yüzde 40’ın tümünü sermaye hesabına yazsak dahi (ki bunun içinde kira, mevduattan kesilen stopajlar, telif ücretleri vs de vardır), sermayenin “payı” 80 milyar TL’yi geçmeyecektir. Oysa bırakalım 230 milyar liralık toplam vergi harcamasını, Gelir Vergisi üzerinden 2021’de yapılacak indirim ve istisnaların tutarı bile 91 milyar TL’dir. Demek ki sermaye, oluşan Gelir Vergisi yükünün üzerinde bir vergi harcamasından yararlanmaktadır!

2021 yılı için bütünü görmek açısından, tümünü özel sermayenin ödediğini varsaydığımız (ki kamu şirketlerinin Kurumlar Vergisi ödemeleri önemsiz değildir) Kurumlar Vergisi toplamı ile sermayeye atfettiğimiz Gelir Vergisi payını toplasaydık, (112+80=) 192 milyarlık bir tutara ulaşırdık ki, gene sermayeye dönük vergi harcaması toplamına ulaşamamış olurduk!

İşte böylesine bir vergi adaletsizliği düzenini ancak AKP türü kararlı bir sermaye iktidarı sürdürebilir sonucuna varabiliriz. Kaldı ki, vergi teşvikleri işin sadece bir bölümüdür. Sigorta primi teşvikleri, kredi teşvikleri ayrı başlıklardır. Kamu ihale düzeni, geçiş vs. garantilere ve dövize dayalı yatırımlar, imar rantları, kamu taşınmazların yağmalanması, bugünlerde gündeme gelen yeni enerji teşvikleri ve benzerleri AKP düzeninin tamamlayıcı parçalarıdır. İktidarın güvendiği de budur. Adeta yeniden “ne istediniz de vermedik” noktasındadır. Ama ilk seferinde bunun ters teptiğini görmüştük.

Bu nedenle bizim derdimiz sadece AKP iktidarıyla sınırlı olamaz. Bir AKP düzeni gider bir başka sermaye düzeni gelir. Bu yüzden sadece sermaye iktidarını süpürmekle yetinilemez. 

Oğuz Oyan / SOL


Belirsizlik içinde arayışlar hızlandı(1)-‘Yeni model’ arayışları ve Çin(2)-Yeni ekonomi modeli ve siyaset(3)-Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

 

Belirsizlik içinde arayışlar hızlandı(1)-19 Ekim 2020

Finansal kriz (2007/08), neo-liberalizmin bir “kriz yönetim modeli” olarak tükendiğini gösteriyordu. Bu modelin yetiştirdiği entelijansiya (üniversiteler, medya) IMF ve Dünya Bankası gibi modeli düzenleyen kurumlar, uzun bir süre bu gerçeği kabullenemediler. Son IMF- Dünya Bankası toplantısı, Covid-19 şoku altında artık kabul etmek zorunda kaldıklarını düşündürüyor. 

Yeni ‘model’ arayışları

Şimdi, IMF- Dünya Bankası, gelişmiş ülkelerin hükümetlerine bütçe disiplinine takılmayın, borçlanmaktan korkmayın, kamu harcamaları ve yatırımlarıyla toplumun en muhtaç kesimlerini, ekonominin büyüme üzerinde çarpan etkisi yaparak kendi kendini ödeyebilecek sektörlerini, “altyapı” sistemlerini, yeşil ve yenilenebilir enerji yatırımlarını destekleyin diyor. Kısacası IMF- Dünya Bankası, neo-liberalizmin yerine, 1930’larda “Büyük Bunalım” içinde şekillenen, kapitalizmin II. Dünya Savaşı’nı izleyen “altın çağında” egemen olan modele benzer politikaları, “yeni” kriz yönetim modeli olarak öneriyor.

Ancak, bu “yeni” modelin, borçlan-harca yöntemiyle krizi yönetir ve ötelerken aynı anda daha da büyütmemesi için, kamu harcamalarının ve yatırımlarının, ekonominin “kronik üretkenlik durağanlığı” sorununu çözmesi (artık değer üretme kapasitesini canlandırması), buna bağlı olarak çalışan kesimlerin tüketim kapasitesini (toplam talebi) artıracak ücret düzeyini ve gelecekte borçların ödenebilmesini güvenceye alması gerekiyor. Kısacası, kriz yönetme modeline ek yeni bir “sermaye birikim rejimi” de gelişemezse, siyasi-ekonomik sistem (liberal demokrasi ve piyasa ekonomisi) gelecekte çok daha büyük bir borç yüküyle, çok daha büyük bir finansal kriz (tüm toplumsal etkileriyle birlikte) riskinden kurtulamayacak.

Kimi gelişmeler var ama…

Son yıllarda özellikle bilişim alanında, teknolojik gelişmelerdeki hızlanma, artıkdeğer üretimi biçimlerinde (emek süreçlerinde - üretilen malların cinsinde, tüketim tarzlarında) kimi dönüşümlerin başladığını düşündürüyordu. Dijitalleşme, gayri maddi emek biçimlerinin kullanımında, simgesel ürünlerin üretiminde, tüketimin düzenlenmesinde bir seri yenilik getirmişti. Bu gelişmeler üzerinde yeni bir işçi sınıfı şekillenirken geleneksel sanayilerde işçi sınıfı dağılıyor, çalışanların bir kısmı gelişmelere uyum sağlarken bir kısmı da “prekariat” ve “lümpen proletarya” saflarına katılıyordu. İşçi sınıfının bu iki kesimi arasında gelir-refah düzeyi, “realite algısı” arasındaki fark giderek artıyordu. İklim krizi ve Covid-19 salgını bu dönüşümleri hızlandırdı.

Ağlara bağlı yeni çalışma/üretim biçimleri, (“GİG ekonomisi”), evden çalışanlar ve çalışamayanlar ayrımı, kimi sermaye gruplarının evden çalışmaya, sanal ortamın piyasa koşullarına uyum sağlamaya başlaması; evden çalışmanın “yalnızlaştırıcı” etkilerine karşı yeni yöntemler geliştirme çabaları, “emek süreçlerinde” yeni olasılıklara işaret ederken işçi sınıfı içindeki yarılmayı daha da derinleştirmeye başladı.

Diğer taraftan, bu “yeni” kriz yönetim modeli ve emek süreçlerindeki gelişmeler, aşılması zor, potansiyel olarak da “patlayıcı” iki sorunu gündeme getiriyor: 1- Devletlerin kamu harcamalarıyla ekonomide yaratacakları tüketim kapasitesinin, finans kaynaklarının, uluslararası serbest ticaret sistemi içinde ekonomi dışına sızarak başka (hatta rakip) ekonomilerin güçlenmesine hizmet etmesi nasıl önlenecek? 2- Dijitalleşmeyle, yeni emek biçimlerinin etkisiyle genişlemekte olan prekariat ve lümpen proletarya kesiminin huzursuz bir “nüfus fazlasına” dönüşmesi nasıl önlenecek? Geçen yüz yılın ilk yarısında, bu iki sorun birleşerek ekonomik korumacılığa, devlet kapitalizmine, merkezi planlamaya, totaliter rejimlere, savaşlara yol açmıştı. 

Karşımızda, yine “süreç olarak faşizm”, büyük güçler arası rekabetin körüklediği, her an genelleşme potansiyeli taşıyan yerel savaşlar var. Bunlara ek, hızlanarak derinleşen bir “iklim krizi” ve bir Covid-19 şoku... Şimdi ya tarih kendini çok daha geniş çaplı, yıkıcı biçimlerde tekrarlayacak. Ya da insanlık tarihi kapitalizmin ufkunun, iklim krizinin, pandemi risklerinin ötesine taşımaya başlayacak. Zaman ise henüz umuttan yana işlemiyor.

                                                              ***

‘Yeni model’ arayışları ve Çin(2) - 22 Ekim 2020

Bir “kriz yönetim modeli” olarak neo-liberalizm, finansal kriz (2007/08) ile tükenmişti. Son IMF - Dünya Bankası toplantısından çıkan öneriler “yeni bir model” arayışının hızlandığını gösteriyor. Bu öneriler, “yeni model arayışlarının”, Çin’in giderek daha çok hissedilen etkileri altında şekillendiğini düşündürüyor.

Covid-19 zamanında ekonomi...

Geçen hafta The National Interest dergisinde, Harvard Economics’ten Prof. Graham Allison, IMF ve CIA’nın ülkelerin ekonomilerini karşılaştırırken artık GSMH yerine daha hassas bir ölçü olan “Satın Alma Gücü Paritesi”ni (PPP) kullandıklarına işaret ediyordu. Bu ölçü, bugün dünyanın en büyük ekonomisinin, artık ABD değil, Çin olduğunu gösteriyor. Pazartesi günü Financial Times, bu yılın III. üç aylık döneminde, bütün gelişmiş ülkeler şiddetli bir ekonomik daralma yaşarken, Çin ekonomisinin yüzde 4.9 oranında büyüdüğünü aktarıyor. 

Çin’in bu sanayide güçlü üretim artışına, tüketim harcamalarına dayalı büyüme oranı iki duruma işaret ediyor. Birincisi: Çin devleti Covid-19 ile mücadelede tüm merkez ekonomilerinden çok daha başarılı. Bu nedenle ekonomik toparlanması diğer ülkelerden önce ve güçlü biçimde başladı. İkincisi, bu performans, Çin ekonomisinin, önde gelen ülkelerin ekonomik devinimleri arasında, “yapısal kriz” içinde yaşanmakta olan senkronizasyonu kırarak bir anlamda sürüden ayrıldığını düşündürüyor. Kapitalizmin tarihi, bu “sürüden ayrılma” durumunun, yeni bir “ekonomik model” ile birlikte geliştiği durumlarda potansiyel olarak yeni bir lider ve hegemonya adayının varlığından söz edilebileceğini düşündürüyor. Bu duruma, Çin’in dünyadaki toplam ticareti, yabancı kredi ve yardım stoku içinde gittikçe artan payını, savunma harcamalarında ve teknolojik gelişmedeki hızlanmayı, pandemi sırasında diğer ülkelere gönderdiği sağlık malzemesi ve personel yardımını da ekleyebiliriz. Bu “sürüden koparak öne geçme” durumuyla, geçen yüzyılın ilk yarısında öne çıkmaya başlayan ABD’nin konumu arasında da bir paralellik kurabiliriz. 

‘Çin modeli’ ve ‘yeni model’ önerileri

IMF - Dünya Bankası önerileriyle, Çin’in bir süredir izlediği ekonomik model arasında önemli benzerlik var. Devlet kapitalizmi ve (belli bir merkezi planlama çerçevesinde) özel sektör işbirliğine dayanan Çin ekonomisinde, büyüme eğilimi, bir The New York Times haberinde vurgulandığı gibi finansal spekülasyondan, hizmet sektöründen çok, güçlü bir sanayi üretimine, diğer bir değişle “artık-değer” üretme kapasitesine dayanıyor. NYT, Çin şirketlerinin, dünya, elektronik tüketim malları, kişisel korunma sağlık ürünleri ihracatında en büyük paya sahip olduğunu vurguluyor. Otoyol, hızlı tren yolu gibi altyapı alanlarında büyük yatırımlar ve iç pazarda giderek hızlanan tüketim, Çin’in ekonomik toparlanma hızına büyük katkı yapıyor. Çin, 2008’de 500 büyük şirket için 29 şirket ile 6. sırada yer alırken bu yıl 124 şirket ile ABD’yi geçerek birinci sıraya yerleşti.

CNN, dev ABD şirketlerinin “tedarik zincirlerinin”, beklentilerin aksine, Çin’den ayrılmaya niyetli olmadığını, Çin’e yönelik yabancı sermaye yatırımlarının da bu yıl yüzde 6 oranında arttığını aktarıyor.

Covid-19 ve meşruiyet

Covid-19 salgını, beklentilerin, ABD’de ve birçok Avrupa ülkesinde yaşananların aksine, Çin’de Başkan Ji’nin, genel olarak rejimin, meşruiyetine zarar vermemiş (The Diplomat, 09/10/2020). Çünkü rejim yerel düzeyde yöneticilere yönelik eleştirilere büyük ölçüde olanak sağlıyor, bu eleştirilere olumlu tepki veriyor, sosyal medya mecralarında bu alanda canlılığı teşvik ediyor. Böylece, halkın hoşnutsuzlukları merkezi değil, daha hızlı sonuç alabildikleri yerel yönetimler üzerinde yoğunlaşıyor. Merkez sorun çözücü olarak beliriyor.

İkincisi: Çin yönetiminin, iç pazara ağırlık vermeye başlaması, tüketim gücü hızla artan orta sınıfın beklentileriyle çakışıyor. Bu orta sınıf, özellikle de gençler, içeride ekonomik gelişmelerden hoşnutlar; ülke dışından gelen eleştirilere karşı da şiddetli bir savunma refleksi sergiliyorlar.

Çin yönetiminin denetlediği kültür endüstrisi hem bu milliyetçiliği hem de toplumsal hiyerarşiye, görevlere ve sorumluluklara vurgu yapan Konfüçyüs düşüncesini yaymaya özellikle önem veriyor. 

                                                             ***

Yeni ekonomi modeli ve siyaset(3)- 26 Ekim 2020

Son pazartesi yazımda, IMF-Dünya Bankası’nın 1980’lerden bu yana dayattıkları neo-liberal dogmaları bir kenara bırakarak, 1930’larda “Büyük Bunalım” içinde şekillenen, kapitalizmin II. Dünya Savaşı’nı izleyen “altın çağında” egemen olan modele benzer politikaları, “merkez ülkelere”, “yeni” kriz yönetim modeli olarak önerdiğini yazmıştım. 

IMF modeli-Çin modeli

IMF-Dünya Bankası, gelişmiş ülkelerin hükümetlerine bütçe disiplinine takılmayın, borçlanmaktan korkmayın, kamu harcamaları ve yatırımlarıyla toplumun en muhtaç kesimlerini, ekonominin büyüme üzerinde çarpan etkisi yaparak kendi kendini ödeyebilecek sektörlerini, “altyapı” sistemlerini, yeşil ve yenilenebilir enerji yatırımlarını destekleyin diyordu. Kısacası IMF-Dünya Bankası devlete, ekonomik süreçlerde, kaynakların dağılımında yönlendirici, hatta karar verici olmayı öneriyor. Bu yeni model, hem yatırımlar ve sanayi politikası alanlarını hem de talep yönetimi (ücret ilişkisi) alanlarını devlet müdahalesine açıyor; ister istemez planlama konusunu gündeme getiriyor.

Çin devleti son aldığı kararlarla, “İkili Dolaşım” olarak tanımladığı bir ekonomi politikasını uygulamaya koymuştu. “I. Dolaşım”, ulusal ekonomide üretimin, tüketimin dış piyasalara bağımlılığının azaltılmasına, sağlık sisteminin (Covid-19 etkisi) güçlendirilmesine yönelik bir strateji. Bu strateji, teknolojik gelişmeye, “araştırma ve geliştirme” alanlarına, eğitime büyük mali desteği içeriyor.

Çin devleti bu stratejiyi merkezi planlama ve “Çin tarzı finansallaşma” (sermaye hesaplarının ve mali kaynak dolaşımın yakından denetlenmesi ve yönlendirilmesi) ile yönetiyor.

II. Dolaşım”, uluslararası ekonomik, teknolojik ilişkilere yönelik bir strateji. Dikkatle bakınca “II. Dolaşım”ın, “I. Dolaşım”ın gereksinimleriyle bağlantılı olduğu görülür: Ulusal ekonominin hammadde, enerji, teknoloji ve gıda gereksinimlerinin güvenceye alınmasını, üreteceği (ne de olsa kapitalist üretim tarzı) kriz eğilimlerini (sermaye, mal ve nüfus fazlasını) dışlaştırmayı kolaylaştıracak politikaları içeriyor. Kısacası, doğal kaynaklara ulaşmaya, sermaye, mal, nüfus ihracını kolaylaştırmaya, ticaret yollarının güvencesini sağlamaya yönelik, büyük güçler arası rekabet ve emperyalizm konusu alanına giren politikalardan söz ediyoruz.

... ve ‘demokrasi’

Çin’in “I. ve II. Dolaşım” stratejilerine, güçlü bir merkezi-bürokratik devlet yapısı, “sermayenin” ve vatandaşlarının günlük yaşamını, sağlık da olmak üzere birçok alanı çok gelişkin teknolojik araçlarla yakında izleyebilen totaliter bir denetleme, veri toplama, “disiplin ve cezalandırma rejimi” eşlik ediyor. Devlet, hem kendi vatandaşlarına hem de dünyaya, ekonomik büyümenin, gelişmenin, virüslere ve küresel ısınmaya karşı mücadelenin başarısının güvencesi olarak, siyasi istikrarı, toplumsal harmoniyi, “bilimsel-teknolojk” düşüncenin önemini vurgulayan bir “hikâye” anlatıyor. Uluslararası yatırım bankası Brigewater’ın CEO’su ve yatırım müdürü Ray Dalio’nun “Değişen dünyada Çin’in yükselmesine gözlerinizi kapamayın” başlıklı yazısında (Financial Times, 23/10/2020) Çin modeline düzdüğü övgülere bakınca, bu “hikâyenin” Batı’da yankılandığı görülüyor. Bu “hikâye” Çin’in uluslararası alanda lider ve hegemonya adayı bir ülke olarak yükselme sürecine eşlik ediyor.

Merkez ülkeler, bu I. ve II. Dolaşım stratejilerine, bunlara uygun rejimlere yabancı değildir. Bu stratejiler, ilk sanayileşme aşamasında (Ha-Joon Chang, Kicking away the ladder -Merdiveni tekmeleyip devirmek-, 2002), iki dünya savaşı arası “Büyük Bunalım” döneminden 1970’lere kadar, değişik oranlarda geçerli oldu. Kapitalizmin kriz döneminde, kimi zaman faşist biçimler de sergilediler. Genişleme dönemindeyse görece “demokratik” bir ortamda “refah devleti” uygulamalarına yol açtılar.

Bu “model”, ulusal kendine yeterlilik, planlama, istikrar ve harmoni anlatan bir hikâye ile birlikte, ekonomik, ekolojik ve büyük bir sağlık krizinin ortasında, büyük güçler arası rekabet ortamında yeniden gündeme geliyor. Şimdi, Robert Kaplan’ın, neo-liberal küreselleşmenin krizi başlarken yazdığı “Demokrasi yalnızca bir an mıydı?” (The Atlantic, 12/ 1997) makalesi üzerinde yeniden düşünmek gerekiyor.

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Yasaklanan kitapta neler var? - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 

Başkalarının günahlarını konuşmak ne güzel değil mi? Kendi ayıplarımıza sırtımızı dönüp başkalarını ayıplamak... Ah şu sohbet “sen de...” diye başlayan noktaya gelmese!

Günlerdir Enver Altaylı’dan İYİ Parti’ye, Soğuk Savaş Gladyosu’ndan FETÖ’ye, Ümit Özdağ’dan Buğra Kavuncu’ya  tartışıp duruyoruz. İyi mi oluyor? 

Elbette. 

Madem Türkiye arınacak, öyleyse topuk nasırından tırnak batmasına her şeyi konuşalım. 

Çok değil, 80 yıl önce Nazilerin saflarında savaşacak kadar gözünü karartmış sözde milliyetçileri emperyalist operasyonlar için kullanan, sözde solculardan çeşitli sıfatlarla en radikal Sovyet karşıtı yaratan, sözde İslamcılardan Müslüman toplumları sömürecek projeler üreten düzen, 50 yıl sonra tek boyutlu olabilir mi? Her kurumu, her partiyi, her cemaati, toplum adına karar veren her kişiyi konuşalım. 

İyi de bütün bunları söyledikten sonra bir gelişme oluyor, “O iş o kadar kolay değil” diyorum.

CHP’nin toplatılan kitabı

Neden mi?

Önümde cuma günü verilmiş bir mahkeme kararı var. Ankara 5. Sulh Ceza Hâkimliği imzasını taşıyor. “Bu çağda olur mu” diyorsunuz ama bu, bir kitap hakkında verilen toplatma kararı. CHP’nin hazırladığı “21 soruda FETÖ’nün Siyasi Ayağı” kitabına basım, dağıtım, satış yasağı getirilirken, eldeki kitaplara da devlet tarafından el konuluyor.

Kararı kim talep etmiş diye bakıyorum. Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın isteğiyle gerçekleştiğini anlıyorum. Meğer CHP’nin kitabına “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”ten soruşturma başlatılmış. Toplatma da üstüne gelmiş.

FETÖ’nün siyasi ayağının anlatıldığı bir kitap nasıl olur da halkı tahrik edebilir diye eminim siz de soruyorsunuz. Karar şöyle yanıt vermiş: “Kitap içeriğinde yer alan yazı, yorum ve görsellerin bir siyasi partinin başkanının anlatımları olarak ortaya konulmak suretiyle diğer bir siyasi partiye mensup kişileri, kamu görevlilerini ve Cumhurbaşkanı’nı silahlı bir terör örgütü olan FETÖ/PDY ile ilişkilendirmesi şeklindeki eylemin farklı seçmen kitlesi bulunan iki ayrı partinin temsilcilerini ve seçmenlerini kin ve düşmanlığa tahrik edebilecek nitelik taşıması...

Yani mahkeme diyor ki: CHP’nin AKP’nin FETÖ bağlantılarından bahsetmesi suçtur!

Akıl almaz kararın özeti böyle. 

Kitapta yazanlar uydurma mı?

Toplatma kararıyla birlikte daha çok merak ettiğim yaklaşık 50 sayfalık kitapçığa bakıyorum. 

Kapağında Erdoğan’la Gülen’in sohbet ederken çekilmiş meşhur fotoğrafı var. Montaj mı? Hayır, değil.

İçinde “FETÖ’nün amacı, 1- Devletin tüm kılcal damarlarına sızmak. 2- Devletin tüm kamu kurumlarını, sonra da devleti ele geçirmek” diyor. Doğru mu? Evet, doğru.

Devamında şöyle tanım yapıyor: “Bir esnaf; devlete FETÖ’cü vali tayin edebilir mi? Hayır! Bir çiftçi; devlete FETÖ’cü müsteşar tayin edebilir mi? Hayır! (...) Atayamaz! Yetkisi yoktur! O halde FETÖ’nün önünü açan siyasi otorite, FETÖ’nün siyasi ayağıdır.” 

Eksik diyebilirsiniz, ama yanlış mı? Hayır.

FETÖ’nün faaliyetleri devlet tarafından izleniyor muydu” sorusunu soruyor. Yanıtını da veriyor. Mesela 3 Nisan 1991 tarihli MİT’in “Fethullah Gülen’in CIA bağlantıları” olduğunu anlatan raporundan bahsediyor. Mesela eski MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un 1 Ekim 1999’da yaptığı “Milli Eğitim’le gençlik, İçişleri’yle devlet içinde kadrolaşmayı, adaletle kendilerine yönelik bir durum olursa bunu önlemeyi, sanayi ile de parayı kontrol etmeyi hedefliyorlar” açıklamasını hatırlatıyor. FETÖ ile ilgili her şeyin konuşulduğu 2004 MGK’sini anlatıyor. Dönemin Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in “Gelen yazıyı dosyasına kaldırmaya karar verdik” sözlerini alıntılıyor. Bunlar gerçek mi? Gerçek.

6110 sayılı yasa değişikliğiyle Yargıtay’a 160, Danıştay’a 51 FETÖ’cü atanmasından; TSK’ye yapılan yasal ve siyasi müdahalelerle FETÖ’cülerin hızla yükselmesinden, 12 Eylül 2010 referandumuyla örgütün vurduğu darbeden, FETÖ TSK’de kuyruğundan yakalanmışken 26 Haziran 2009’da kurtaran yasa değişikliğinden; Kozmik Oda açılırken siyasi iktidarın verdiği destekten bahsediyor. Bunların hepsi yaşandı mı? Yaşandı.

Kitap, 17 Aralık’tan sonra bile Fehmi Koru’nun Pensilvanya’ya gönderilerek barışılmaya çalışılmasının hikâyesini anlatıyor. Uyduruyor mu? Hayır.

15 Temmuz darbe girişimine kadar hükümete defalarca uyarı yapıldığını, buna rağmen darbeci generallerin taltif edildiğini söylüyor. Doğru mu? Kesinlikle.

Tayyip Erdoğan’dan Berat Albayrak’a, Süleyman Soylu’dan Binali Yıldırım’a AKP’nin önde gelen isimlerinin 17-25 Aralık öncesinde FETÖ’ye ve lideri Gülen’e övgü konuşmalarına yer veriyor. Bakıyorum, hepsi hatta daha fazlası var mı? Var.

Eski savcılar ne yazmıştı?

Kısacası... 

Mahkeme “AKP’lileri tahrik edebilir” diyerek 2014 öncesine ait FETÖ hafızasını silen tarihi bir karar aldı. Siyasi helvadan yapılmış 17-25 Aralık putunu her şeyin önüne koydu. Böylece sadece siyasi iktidarı memnun etmekle kalmadı, örgütün 30 yıllık eylemlerini de aklamak için büyük bir adım attı.

Üstelik...

Bizzat Cumhurbaşkanı çıkıp “Bu yapıya destek olduk, bunlara yardımcı oldum, hem Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum, Rabbim de milletim de bizi affetsin” diye özeleştiri yaptığı halde, savcılık “yok böyle bir şey” diyor. 

Üstelik...

Bir zamanlar bizzat Ankara Başsavcılığı’nda yazılmış FETÖ Çatı İddianamesi’nde şu satırlar hâlâ duruyorken:

Örgüt ayrıca TSK kademesinin tamamını mümkün olan en kısa sürede ele geçirmek maksadıyla, generalliğe terfi için albaylıkta bekleme süresini 4 yıla indirerek henüz şûra sırası gelmeyen mensuplarını terfi havuzuna dahil etmiştir. Son olarak, kendisine müzahir elemanların en az bulunduğu 1988 ve daha önceki yıllarda mezun olmuş subayları TSK’den tasfiye etmek için üç devreyi birden toplu olarak emekli edecek ve hizmet süresini 28 yıla indirecek kanuni düzenlemeleri siyasi otoriteye yaptırabilmiştir.”

Daha fazlası anlamına gelebilecek şunlar yazıyorken:

Türkiye, sırf Fethullah Gülen cemaatinden olmanın kamuda atama ve yükselmede yeterli tek kriter olduğu bir dönemi yaşamıştır. Bu örgütlenme dini bir cemaat sanılarak devletin bütün sistemi ve siyasal iktidarlar tarafından kuruluşundan beri korunup kollanmıştır.”

Bunları yazan savcıların artık yerlerinde olmadığını, yerlerine “yenileri”nin geldiğini ve “fazla ileri giden kitaplar”ı yasaklattıklarını söylersek bence her şeyi daha iyi anlarsınız!

Bir gece Ümit Özdağ’ın yaptığı konuşma sayesinde İYİ Parti’den açılan bahis bizi Enver Altaylı’nın Fethullah Gülen’e yazdığı mektuba, Altaylı’nın 15 Temmuz gecesi görüştüğü halihazırdaki AKP’lilere kadar götürmüştü. Savcılık talebiyle mahkeme “FETÖ o kadar da değil!” demiş oldu. AKP Genel Başkan Yardımcısı’nın dediği noktaya döndük: “Emniyet’e sızdılar, yargıya sızdılar; siyasete ise sızmayı hiçbir zaman düşünmediler!”

Şu suç ortaklığı ne güçlü bir duygu. Aşkı bile yaya bırakır. Baksanıza, kendini kendine sığınak yapıp kendini kendinde bile kaybettirebiliyor.

 Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Toplumun cesareti siyasetin önünde-Güven Gürkan Öztan / BİRGÜN

 Erdoğan, partisinin Kayseri İl Kongresi’nde Fransız Cumhurbaşkanı Macron’u ağır sözlerle eleştirdi ve akabinde Fransız hükümeti Türkiye Büyükelçisi’ni “istişarelerde bulunmak üzere” Fransa’ya geri çağırdı. Bu şüphesiz Erdoğan’ın fevri bir çıkışı olmasının çok ötesinde, başka ülkeler ve liderleri bağlamında sıkça tekrarlanan bir iktidar taktiği. İçeride yaşanan ekonomik sorunların kaynağını “dünyaya kafa tutmaya” bağlayan ve böylece iktidarın kemik tabanını bir süreliğine teselli eden ancak son tahlilde götürüsü getirisinden fazla olan bir taktik bu. Üstelik muhatapları nezdinde inandırıcılığını da günden güne yitiriyor.

İktidarın muhalefete yönelik böl-parçala-birbirine düşür taktiği de büyük bir süratle devam ediyor. İnce’nin yola çıkışını ekranlarından canlı veren, Altan Tan’ın HDP eleştirilerini manşete çıkaran iktidar medyası, geçen hafta da İyi Parti’de Özdağ’ın fitilini ateşlediği tartışmayı gündemin ilk sırasında tuttu. İktidar sözcülerinin tartışmaya balıklama atlaması ve parti içi çekişmeyi körüklemesi rastlantı değildi. Zira yerel seçim sürecinden başarıyla çıkan ve oylarını arttıran İyi Parti hem iktidar kanadı tarafından hem de muhalefet açısından hızla kilit aktör konumuna yerleştirildi.

AKP-MHP blokuna alternatif arayan liberal sağ eğilimler İyi Parti’yi merkez sağın temsilcisi olmaya doğru iterken partideki küskün ülkücüler doktriner milliyetçi yanı ağır basan bir konumda kalmak için ısrar ediyor. Bir yanda hukukun üstünlüğü, haklar ve özgürlükler derken bir yanda bozkurt işaretleri, otağ ziyaretleri objektiflere yansıyor. Partide şahsi beklentileri tatmin edilmeyen kimi isimler ise kameralar önünde kavga ederek iktidarın değirmenine su taşıyor. İyi Parti’nin kendisine biçilen “oyun kurucu” role ideolojik ve örgütsel olarak hazırlıklı olmaması ona yönelik operasyonlar için iktidara elverişli bir zemin sunuyor.

Tüm risklerine rağmen İyi Parti’nin odağında olduğu merkez sağın restorasyonu projesine CHP yönetimi ikna olmuş gibi duruyor. CHP yerel seçimler öncesinde dikkat çeken muhalefet blokunun stratejisini belirleyen aktör olma özelliğini tamamen terk etmese de İyi Parti’nin, bilhassa da Akşener’in görünür olmasını yeğliyor. Bu tercihin arkasında iki kabulleniş var. İlki sağ seçmenin niceliksel olarak üstün olduğu tezi, ikincisi ise muhalefette yer alan yeni sağ partilerin bu sayede “demokrasi ittifakı” içinde tutulabileceği varsayımı.

Kurtuluşun merkez sağda olduğu iddiası popülerlik kazandıkça Babacan’ın ve Davutoğlu’nun da sesi daha çok duyulur hale geliyor. Her ikisi de iktidar ortağı MHP’ye yönelik sert eleştiriler dile getiriyorlar. Üstelik Erdoğan’a karşı defansta olma halinden de adım adım uzaklaşıyorlar. Ancak Babacan’ın CHP ve İyi Parti ile kurduğu ilişkide Davutoğlu’ndan daha avantajlı olduğu bir gerçek. Seçime doğru Deva ve Gelecek partilerinin kendi oy potansiyellerinden çok daha yüksek bir pazarlık payına ulaşabileceklerini tahmin etmek zor değil.

İktidar bloku ve muhalefet, iç dizilişlerinde hizayı tutturmak ya da karşı tarafın hizasını bozmak için hamleler yapadursun gözden kaçırdıkları bir dizi gerçek var. İktidar zannediyor ki muhalefetteki fay hatlarını harekete geçirirse sandık zaferini garantiye alır. İnce “Memleket Hareketi” başlatıyor seviniyorlar, Sarıgül parti kuracak deniyor ellerini ovuşturuyorlar, İyi Parti’de biri birini FETÖ’cü ilan ediyor şevke geliyorlar. Ancak bu heyecan boşuna…

Kendi elleriyle getirdikleri bu sistemde işler başka türlü yürüyor. Muhalefet ne denli parçalanırsa parçalansın iktidarın ümit ettiği sonuç ortaya çıkmıyor.

Çünkü muhalefetin herhangi bir bileşenine kendini yakın hisseden bir seçmen şu konjonktürde sandığa küsmez ya da gidip AKP-MHP adayına oy atmaz.

Muhalefetin en büyük yanılgısı ise parlamenter sisteme “pürüzsüz” dönülebileceğini ve merkez siyasetin ihyasının toplumsal beklentileri karşılayabileceğini zannetmesi. Halbuki toplumun talepleri ve cesareti kurumsal siyasetin çizdiği sınırların çok ötesinde. Bunun için uzağa gitmeye gerek yok. Bakanların sosyal medya mesajlarının altına yazılanlara ya da AK gençliğin “sen kimsin?” videosu altındaki eleştirel yorumlara bakmak yeterli.

2013 Haziran’ında çok duyduğumuz bir söz vardı, korku eşiği aşıldı deniyordu. Bombalar, katliamlar, ölümler sonrasında OHAL ve KHK’ler o aşılan eşiği geri getirmişti. Bugün ise açlık, yoksulluk, işsizlik, geleceksizlik girdabında hapsolan milyonlar bir kez daha korku eşiğini aşıyor. Madencisinden esnafına, gencinden emeklisine herkes cesaretle ve ısrarla sahici bir düzen değişikliği istiyor. Siyasetin bu gerçeği görmesinin ve ona göre adım atmasının zamanı geldi.

Güven Gürkan Öztan / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...