Yeni Bir Cumhuriyet’e Doğru: Cumhuriyet Deklarasyonu - SOL

 Dayanışma Meclisi, 29 Ekim dolayısıyla 'Yeni Bir Cumhuriyet’e Doğru: Cumhuriyet Deklarasyonu'nu yayımladı.


29 Ekim'e doğru "Yeni Bir Cumhuriyet’e Doğru: Sermayenin Cumhuriyetinden Emeğin Cumhuriyetine" başlıklı çok sayıda önemli rapor yayımlayan Dayanışma Meclisi, 29 Ekim'de ise Cumhuriyet Deklarasyonu'nu yayımladı.

"Bağımsız, halkçı, kamucu, laik bir Cumhuriyet için Deklarasyon" başlığını taşıyan deklarasyonda "Bugün gelinen noktada, Cumhuriyet’in 100. yılına doğru gidilirken, Türkiye son derece kritik bir eşikten geçmekte, koyu bir karanlığa doğru sürüklenmektedir. Türkiye’yi bu karanlıktan, ancak meselelerin köküne inen, o meseleleri kökten çözmeyi hedefleyen ve idare-i maslahatçılık yapmayan, topyekûn bir dönüşüm iradesi, yeni bir Cumhuriyet fikri çıkarabilir. İhtiyacımız olan şey, bu irade ve fikir etrafında bir araya gelmek, omuz omuza vermek, Yeni Cumhuriyet için elimizi taşın altına sokmaktır. Bağımsız, kamucu, halkçı, laik bir Cumhuriyet bizim azmimiz ve kararlılığımızla kurulacaktır!" denildi.

Deklarasyonun tam metni şöyle:

Aydemir Güler
Barış Terkoğlu
Enver Aysever
Fatih Yaşlı
Oğuz Oyan
Orhan Gökdemir

Bağımsız, halkçı, kamucu, laik bir Cumhuriyet için Deklarasyon

Bugün Cumhuriyet’in kuruluşunun 97. Yıldönümü, ancak bugün ortada varlığı kutlanabilecek bir Cumhuriyet bulunmuyor. 

Türkiye sermaye sınıfının emek düşmanlığıyla, sol düşmanlığıyla, halk düşmanlığıyla kendilerine açtığı kapılardan girenler rejimi değiştirdiler, Cumhuriyet’i yıktılar. 

Bugün Cumhuriyet’in kurumları, değerleri, ilkeleri ayakta değildir; bunlar ilga edilmiştir ve yerlerine fiili bir dinci rejimin kurumları, değerleri, ilkeleri konulmuştur. 

Cumhuriyet’i yıkanlar, yani Türkiye sermaye sınıfı ve dinci gericilik, el ele vererek, kamuculuk, halkçılık, bağımsızlık, laiklik gibi değerleri ayaklar altına almışlar, Türkiye’yi piyasacılığın ve dinciliğin cenderesine sokmuşlardır. Piyasacılık ve dincilik, Türkiye’yi boğmakta, bizi soluk alamaz hale getirmekte, nefessiz bırakmaktadır. 

Cumhuriyet’i yıkanlar, onunla birlikte ekonomiyi, sağlığı, adaleti, hukuku, eğitimi de yıkmışlar, Türkiye toplumunun geleceğini ve umutlarını çalmışlardır. 

Cumhuriyet’i yıkanlar halkımızı yoksulluğa, açlığa, işsizliğe, sefalet ücretlerine, sigortasız, sendikasız, güvencesiz bir çalışma yaşamına mahkûm etmişlerdir. 

Cumhuriyet’i yıkanlar, dış politikada attıkları hayalci ve mezhepçi adımlarla Türkiye’yi hem emperyalizme daha da bağımlı kılmışlar hem de emperyalist müdahalelere daha açık hale getirmişlerdir. 

Cumhuriyet’in olmadığı yerde yurttaş yoktur, tebaa vardır, kapı kulluğu vardır. 

Cumhuriyet’in olmadığı yerde yurttaş hak ve özgürlükleri yoktur, baskı vardır, despotizm vardır. 

Cumhuriyet’in olmadığı yerde aydınlık yoktur, karanlık vardır. 

Cumhuriyet’in olmadığı yerde bağımsızlık yoktur, buyruk alma vardır. 

Bunları dile getirmek yani rejimin değiştiğini ve Cumhuriyet’in yıkıldığını söylemek, ne her şeyin bittiğini söylemek ne de umutsuzluğu beslemek anlamına gelmektedir. 

Aksine, gerçek bir mücadele verebilmek ve gerçekten umutlu olabilmek için, önce verili durumun gerçekçi bir şekilde tespit edilmesi gerekmektedir. 

Mevcut durum, bize yeni bir Cumhuriyet için mücadele edilmesi gerektiğini göstermektedir. 2020 Türkiye’sinde, gerçek bir siyasal mücadelenin ancak yeni bir Cumhuriyet kurma iradesini büyüterek, bu iradeyi yükselterek mümkün olduğu bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. 

Türkiye’nin bugün en öncelikli ihtiyacı, kurucu bir iradeyi güçlendirmek, yükseltmek, büyütmek ve bu kuruculuğun ilkelerini, değerlerini, ayağını basacağı zemini ve hedeflerini, doğru bir şekilde ortaya koyabilmektir. 

Yeni Cumhuriyet, bağımsızlık, kamuculuk, halkçılık, laiklik sütunları üzerinde yükselecek, emekçi halk tarafından yönetilecek ve emekçi halkın çıkarlarını gözetecek, Türkiye’yi dinciliğin ve piyasacılığın kıskacından kurtaracak, izleyeceği planlı kalkınma ve sanayileşme modeliyle hızlı bir şekilde işsizliği önleyecek, yoksulluğu azaltacak, refahı artıracaktır. 

Yeni Cumhuriyet, tekellerin, kartellerin, holdinglerin halkımızı soymasına, üretilen zenginliğin bir avuç para babasının elinde toplanmasına izin vermeyecek; halk, kendisinden çalınanları, fabrikaları, limanları, madenleri, dereleri, sahilleri bizzat kendisi geri alacak, kamulaştıracak, kendisi kontrolü edecektir. 

Yeni Cumhuriyet’te ekonomi sermayenin değil, toplumun, halkın çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda yönetilecektir. Bunu sağlayabilmek için kalkınma ve sanayileşme planları hazırlanacak, bu planlar doğrultusunda öncelikli alan ve sektörler belirlenecek, buralarda devlet eliyle yeni işletmeler, yeni fabrikalar kurulacaktır. Planın hazırlanmasından işletmelerin yönetimine uzanan bir genişlikte demokratik bir model uygulanacak, çalışanlar karar alma süreçlerinin aktif parçası olacaktır. 

Yeni Cumhuriyet, çalışmayı temel bir yurttaşlık hakkı, anayasal bir hak olarak tanıyacak ve istihdam politikalarını buna göre belirleyecektir. Yeni Cumhuriyet’te kimse işsiz kalmayacak, gençler iş bulma kaygısıyla değil, geleceklerinden emin bir şekilde yaşayacaklardır. Yeni Cumhuriyet’te tarım kooperatifler aracılığıyla örgütlenecek, Türkiye’nin gıda alanında kendine yeterliliği tesis edilecek, tarımla sanayi arasında gerekli bağlantılar kurulacak, devlet tarafından desteklenen tarımsal üretim planlı ekonominin bir parçası haline
getirilecektir. 

Yeni Cumhuriyet, eğitimi, sağlığı, sosyal güvenliği, konutu, kamusal birer hizmet olarak görecek ve herkes için ücretsiz, eşit hale getirecek, parası olanın değil yurttaş olan herkesin bu hizmetlere ulaşmasını sağlayacaktır. Kamu yararı ve kamuculuk, toplumsal yaşamın temel kurucu ilkesi olacaktır. 

Yeni Cumhuriyet’te, emekçi halkımızın çocuklarının en iyi eğitimi görmesi için kamu bütçesinden eğitime gereken pay ayrılacaktır. Çocuklarımız okullarda çağdaş, bilimsel, aydınlık bir müfredatla, yurttaşlık bilinciyle ve insanın insanı sömürmediği bir dünyanın öncüleri olarak eğitilecek, öğretmenlerimiz ay sonunu nasıl getireceklerini değil, çocuklarımızı en iyi şekilde nasıl yetiştireceklerini düşünecektir. 

Yeni Cumhuriyet’te bütün yurttaşlarımız sosyal güvenlik kapsamına alınacak; tedavi, ameliyat, ilaç da dâhil olmak üzere sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanacak; hastanelerimiz, hastalarını müşteri olarak gören şirketler olarak değil, halk sağlığı adına çalışan kamu kuruluşları olarak iş görecektir. Sağlık çalışanlarımız hastaneleri hep birlikte yönetecek, kendileri için gereken insani koşulları yine kendileri belirleyecektir. 

Yeni Cumhuriyet sağlığı toplumsal bir mesele olarak ele alacak; sağlığın sosyalizasyonuna, bu bağlamda önleyici ve koruyucu sağlık hizmetlerine öncelik verecek, böylece tedavi edici sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi ve etkinleştirilmesi de sağlanacaktır. Yurttaş ve hasta müşteri olmaktan çıkarılacak ve toplumsal sağlığın birer parçası olacaktır. Toplum sağlığının korunması işyerlerinden, fabrikalardan, tarlalardan, yani üretimden başlayarak örgütlenecektir. Sağlık işgücü, bilimsel ve aydınlanmacı bir perspektifle, toplumcu bir bilince sahip olarak yetiştirilecektir. 

Yeni Cumhuriyet, kentlerimizi rant alanları olarak değil insanca bir yaşamın parçası olarak görecek, kentler nefes alamadığımız beton yığınları olmaktan çıkarılacak, barınma sorunu yurttaşlık hakkına dayalı ve ekolojik bir perspektifle ele alınacaktır. 

Yeni Cumhuriyet, dinin siyasete her türlü müdahalesini ve din ticaretini engelleyecek, dinci gericiliğin üzerinde yükseldiği sosyal, siyasal, iktisadi bataklığı kurutacak, tarikat ve cemaatlerin önüne set çekecek ve bunların yurttaşlarımızı istismar etmesine hiçbir şekilde izin vermeyecektir. 

Yeni Cumhuriyet’te kadınlar, çalışma yaşamından siyasete, hayatın her alanında yerini alacak; kadınlar üzerindeki dini, siyasi, cinsiyetçi her türlü baskı mekanizması ortadan kaldırılacaktır. 

Yeni Cumhuriyet’te Türkler, Kürtler, tüm etnik, dinsel azınlıklar eşit hak ve özgürlüklere sahip yurttaşlar olarak, barış içerisinde bir arada yaşayacaklardır. Tüm yurttaşlarımız Yeni Cumhuriyet’te herhangi bir ayrımcılığa, tehdide ya da baskıya maruz kalmadan ve can güvenliği kaygısı duymadan ülkemizin asli ve eşit unsurları olarak yaşamlarına devam edecek, farklı kültür ve diller zenginliğimizin bir parçası olacaktır. 

Yeni Cumhuriyet, Türkiye’yi NATO’dan çıkartacak, Amerikan üslerini kapatacak, bağımsızlığımızı engelleyen her türlü açık ya da gizli anlaşmayı iptal edecek, emperyalizmi Türkiye’den kovacaktır.

Yeni Cumhuriyet, bağımsız bir dış politika izleyecek, tıpkı iç politikada olduğu gibi dış politikada da emekçi halkın çıkarlarını gözetecek, komşularıyla iyi geçinecek, barışı ve silahsızlanmayı savunacak ama kendisine yönelik her türlü emperyalist tehdidi bertaraf edecek bir caydırıcılığa sahip olacaktır. Bunun için toplumun bir bütün olarak yurtseverlik ve bağımsızlık bilinciyle yurt savunmasına katılması sağlanacaktır. 

Yeni Cumhuriyet uluslararası arenada emperyalizme karşı direnen halklarla dayanışma içerisinde olacak, kaynakların eşit biçimde ve tüm insanlığın yararına kullanılması için mücadele edecek, halklar arasında dayanışma örgütlerinin kurulmasına öncülük edecektir. 

Bugün gelinen noktada, Cumhuriyet’in 100. yılına doğru gidilirken, Türkiye son derece kritik bir eşikten geçmekte, koyu bir karanlığa doğru sürüklenmektedir. Türkiye’yi bu karanlıktan, ancak meselelerin köküne inen, o meseleleri kökten çözmeyi hedefleyen ve idare-i maslahatçılık yapmayan, topyekûn bir dönüşüm iradesi, yeni bir Cumhuriyet fikri çıkarabilir. 

İhtiyacımız olan şey, bu irade ve fikir etrafında bir araya gelmek, omuz omuza vermek, Yeni Cumhuriyet için elimizi taşın altına sokmaktır. 

Bağımsız, kamucu, halkçı, laik bir Cumhuriyet bizim azmimiz ve kararlılığımızla kurulacaktır! 

SOL

Mızrak çuvala sığmıyor - Taner Timur / BİRGÜN

 

Bugün Türkiye’de biçimsel demokrasiyi bile yok eden gelişme, aslında yeni Anayasa ve başkanlık rejimi değildir; bunların dahi yok sayılmasıdır. Cumhur İttifakı içerdeki çöküntüyü hayali “dış zaferler”le perdelemeye çalışıyor ve bu da krizi daha da derinleştirme potansiyeli taşıyor.

AKP’NİN CUMHURİYETLE HESAPLAŞMADAKİ MOTİVASYONU

Bu “motivasyon”u aslında AKP’nin otoriter lideri R. T. Erdoğan’ın açıklaması gerekiyor; fakat o da bu konuda hayli ketum davranıyor; ayrıntılı açıklamalara girmiyor. “Davamız” diyor, “Yeni Türkiye” diyor, “2023 vizyonu” diyor, ama bir türlü bunların içeriğini anlatmıyor.

Tabii Tayyip Bey’in dünya görüşünün Sünni İslam temelinde şekillendiği herkesin malumu; üstelik kendisinin geniş bir dinî referans çerçevesi de var. Fakat ortaya açıkça -örneğin İhvan, Cemaat-i İslamî vb gibi- doktriner bir tavır koymadı, ya da İzzetbegovic gibi “İslami Manifesto”lar kaleme almadı. Zaten buna uygun bir birikiminin olmadığı da anlaşılıyor. Yine de bazı şeyleri açıkça söylemenin henüz zamanı gelmediği izlenimini veriyor; nitekim geçenlerde yaptığı bir konuşmada “fikri iktidarlarını” hâlâ kuramadıklarını bile söyledi. İşte bu durumda bizlere de, on sekiz yıllık konuşma ve uygulamalara bakarak değerlendirmeler yapmak ve “iktidar” olamayan “fikir” ve “paradigma”nın ne olduğunu sorgulamak düşüyor.

Başından başlayalım: Tayyip Bey siyasal şöhretini daha İstanbul Belediye Başkanı iken, Siirt’te okuduğu bir şiirle sağlamıştı. Bu şiirde “minareleri süngü, kubbeleri miğfer, camileri kışla” olan bir Türkiye özlemini dile getiriyordu. Oysa şiir yasalara aykırı bulundu; Erdoğan yargılandı ve halkı “kin ve düşmanlığa tahrik ettiği” gerekçesiyle mahkûm edildi.

Keşke edilmeseydi! Mahkûm edilip, mağdur ve kahraman yapılacağına, keşke halka bu sözlerin pratikte ne gibi bir uygulamalara yol açacağı anlatılabilseydi. O zaman belki de son yirmi yılın siyasal gelişmeleri farklı bir seyir izlerdi. Ben şahsen halkın büyük çoğunluğunun böyle “minareleri süngü, camileri kışla” olan bir Türkiye özlediğini hiç sanmıyorum; zaten tüm istatistikî veriler de bunu gösteriyor. Kaldı ki Tayyip Bey’in kendisi de siyasete bu sloganla değil, “gömlek değiştirdik!” sloganıyla atıldı ve seçimleri de bu bayrak altında kazandı.

Kazandı ama, aslında temel tutkusunda bir değişiklik olmadığı da bir süre sonra ortaya çıktı. Nitekim başbakan olarak iktidarını pekiştirdikten sonra, aynı şiiri, adeta meydan okur gibi Meclis’te de okuyor ve grubu tarafından ayakta alkışlanıyordu. Böylece kesinleşmiş bir mahkeme hükmü yok sayılıyor ve bağımsız yargıya karşı tavır da daha o günlerde ortaya çıkıyordu.

Bu şekilde “gömlek değiştirme”nin bir çeşit taktik olduğu da ilan edilmiş oldu. Nitekim Ergenekon davalarından sonra “askeri vesayet” kaygısı azaldıkça, din siyasetinde katılık da artmaya başladı. Artık ilk yıllarda anahtar mevkilere gelen Mehmet Aydın, Ali Bardakoğlu gibi açık fikirli ilahiyatçılarının yerini, giderek Ayasofya’da kılıç sallayan Ali Erbaş’lar alıyordu. Bu politikanın dış referansları da İhvan, Hamas, Cemaat-ı İslami gibi laikliği reddeden akımlar oldu. Hatta bölgedeki gelişmeleri yakından izleyen batılı uzmanlara göre, AKP, başlangıçta IŞİD gibi ekstremist bir harekete dahi hayli anlayışlı davranmıştı. Çoğu daha önce AKP iktidarını alkışlamış olan bu yazarlardan bazılarının (Alexandre Adler, Patrick Cockburn, P-J Luizard, Olivier Hanne, Samuel Laurent) anlattıklarını yine bu sayfalarda özetlemiştim. AKP’nin Obama rejimiyle, AB ve Batı dünyasıyla, hatta İslam ülkelerinin büyük çoğunluğuyla bağlarını koparan da bu sözde radikal İslamcı oportünizm oldu.

Ne var ki 21. yüzyılda dünyevi değirmenin çarkları artık taktik aldatmacalarla ve yüzyıllar öncesinin öğretileriyle dönmüyor. Bunu geçmiş yıllarda Erbakan da anlamış, başbakan olunca hızla “adil düzen” ütopyasını bir kenara itmişti. AKP iktidarının ise bu alandaki rehberi Özalcı liberalizm oldu. Üstelik bu liberalizm, İhale Kanunu’nda yapılan sayısız değişiklikle gerçek liberalizmden uzaklaşıyor, yandaş KOBİ ve müteahhitler için tam bir rant ekonomisine dönüşüyordu. Bu da AKP “motivasyon”unun dünyevi yüzü oldu. Aslında Özalcılık mirasına dayanan bu dünyevi yüzün, hak, hukuk ve özgürlük konularında duyarlılığı yoktu. Unutmayalım ki Turgut Bey de siyasal kariyerini 12 Eylül Darbesi üzerine kurmuş ve uygulamada da “benim memurum işini bilir!”, “Anayasa bir kere delinmekle bir şey olmaz!” gibi “ilke”ler ortaya atmıştı. Bu “ilke”ler AKP döneminde daha da yaygın bir uygulama alanı buldular.

İşte AKP uygulamalarına hayat veren iki kanat bunlar oldu. Bu “uhrevi” ve “dünyevi” kanatlar, pratikte -tıpkı Osmanlı dönemindeki Hilafet ve Saltanat ikilemi gibi- birbirini besledi ve yönlendirdi. Ne var ki bunlardan ağır basan da -“Ulu Hakan” Abdülhamid özlemi içinde- hep “saltanat” oldu. Oysa varılan noktaya (iktisadi kriz, hukuksuzluk, nefret söylemi) bakılırsa, “saltanat” tutkusunun, sonunda “hilafet” özlemini de yok edeceği günlere hızla yaklaşır gibiyiz.

NASIL BİR CUMHURİYET

Modern cumhuriyetler mutlak monarşilere, hanedan rejimlerine, sömürge imparatorluklarına karşı savaşılarak, güç kullanılarak kuruldu. Tarihte hiçbir “monark” ve “hanedan”ın iktidarı özgür seçimlerle, oy hesabıyla terk ettiği görülmemiştir. Ayrıca, cumhuriyet rejimi, özünde demokratik ilkeler içerse de, bu rejimlere ilk dönemlerde hep otoriter yöntemler damgasını vurdu. Ve böylece demokratik kavga cumhuriyet rejimlerinde de devam etmiştir.

Aslında Türkiye Cumhuriyeti de bu şemaya uygun şekilde kuruldu. 1923 Ekiminde, Meclis komisyonunda hacılar, hocalar şeriat tartışmaları yaparken, Mustafa Kemal Paşa bir sıranın üstü­ne çıkmış ve “Efendiler!”, demişti, “Hakimiyet ve saltanat hiç kim­seye, ilim icabıdır diye, müzakere ile, münakaşa ile veril­mez; kudretle ve zorla alınır. Nitekim Türk milleti haki­miyet ve saltanatı, isyan ederek eline bilfiil almıştır”.

Yine de hedef başlangıçtan itibaren çok partili, demokratik bir rejimdi ve bu hedefe de çeyrek yüzyıl gibi bir toplum hayatı içinde kısa sayılabilecek bir sürede ulaşıldı. Öyle ki bu dönüşümde bir anayasa değişikliğine bile gerek kalmamış, Cemiyetler Kanunu’nda yapılan bir değişiklik yeterli olmuştu.

Ne var ki 1946 yılında demokrasiye sadece şeklen geçilmişti, sosyo-kültürel anlamda geçilmemişti. Sınıflı toplumlarda halk sınıfları iktidar olmadıkça gerçek demokrasiden söz edilemez; oysa 1946’da bankacı Celal Bayar ile toprak ağası Menderes temsilciliğiyle egemen sınıflar iktidara el koyuyor ve bir “banker-yunker” ittifakı siyasal rejimin geleceğini de belirliyordu. Artık demokratik kavga da bu hegemonya altında ve bu hegemonyaya karşı halkçı ve toplumcu güçler tarafından yapılacaktı.

İlginçtir ki bu alanda en büyük kazanım da şeklen tamamen antidemokratik yollarla, 27 Mayıs Anayasası ile sağlandı. Anayasa Mahkemesi; bağımsız yargı; emekçilere sendikalaşma özgürlüğü ve grev hakkı; üniversite özerkliği; basın özgürlüğü; TRT özerkliği vb hep bu anayasa ile hukuk sistemimize girdiler. Sonra da, egemen sınıflar hegemonyalarını yeniden kurunca, makas tekrar geriye işlemeye başladı. Darbelerle Anayasa kırpılıyor, radikal küçük burjuvazi ve emekçilerin sağladığı haklar birer birer geri alınıyordu. Demirel, Özal, Erbakan, Çiller, hepsi de bu konuda ellerinden geleni yaptılar. Üstelik büyük sermaye, “Silahlı Kuvvetler Birliği” adı altında komutanları da yanına almıştı ve “vesayet rejimi” diye şikâyet edilen şey de, aslında, sermaye düzeninin en iyi bekçiliği konusunda askerlerle siviller arasındaki rekabet oldu.

Bu gelişmenin, her akımın kendi hesabına dersler çıkarması gereken ıstıraplı halkaları bulunuyor ve sonunda da “Cumhur İttifakı” adı altında zincirin son halkasının örüldüğü bugünlere geldik. Öyle ki, bugün Türkiye’de biçimsel demokrasiyi bile yok eden gelişme, aslında yeni Anayasa ve başkanlık rejimi değildir; bunların dahi yok sayılmasıdır.

Parlamenter sistemlerde yürütme erklerinin, meclis çoğunluğu sayesinde yasama erkini de kontrol altına almaları sık rastlanan, olağan sayılan bir durumdur. Oysa yargı bağımsızlığı hukuk devletinin temel taşı, “olmazsa olmazı”dır. İşte bugün Türkiye’de rejim krizini de bu alandaki boşluk yaratıyor. Siz yerel mahkemelerin Anayasa Mahkemesi’ni yok saydığı, bir mahkemenin verdiği beraat kararını, devlet başkanının “manevra” sayması üzerine sanığın yeniden tutuklandığı bir ülkede hukuktan söz edebilir misiniz?

59 yıl önce, 1961 Anayasası yargı konusunda şu hükmü (md 133) koymuştu: “Hâkimler azlolunamaz. Kendileri istemedikçe, Anayasa’da gösterilen yaştan önce emekliye ayrılamaz; bir mahkemenin veya kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa, aylıklarından yoksun kılınamaz”. Bugün ise yargıçların kaderinin “Reis”in ağzına bakan bir kurula bağlı olduğu bir rejimde yaşıyoruz ve Cumhuriyet’in yüzüncü yıldönümünü de bu koşullarda kutlamaya hazırlanıyoruz. Ne var ki artık mızrak çuvala sığmıyor; Cumhur İttifakı içerdeki çöküntüyü hayali “dış zaferler”le perdelemeye çalışıyor ve bu da krizi daha da derinleştirme potansiyeli taşıyor.

Taner Timur / BİRGÜN

Rejim ve realite - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET


 Siyasal İslamın liderliği, realiteye çarptıkça hırçınlaşıyor. Çünkü rejimin fiyaskoları biriktikçe krizi de derinleşiyor. 

Çıkış, totaliter fantezilerde aranıyor: “Eğer herkes bizim gibi düşünürse...



İdealizmin dayanılmaz çaresizliği

Siyasal İslamın rejimi yaklaşık 18 yıldır kendini, Gezi olayını saymazsak, hemen hiçbir ciddi muhalefetle karşılaşmadan inşa etmeye devam ediyor. Ancak bu “inşa süreci” bir türlü istikrara kavuşamıyor. Rejim, “inşa sürecinden” bir “yeniden üretim” sürecine bir türlü geçemiyor. Kriz, bu aralıkta derinleşiyor.

Bütün dengeleri hızla bozulan ekonomi finansal bir krize doğru koşuyor. Rejimin ekonomi politikası, umutla halüsinasyon karışımı, adeta “Saldık çayıra Mevlam kayıra” gibi bir şeydir. Dış politikadaki çıkmazlar giderek birikiyor. Irak’ta “yol” tükenmiş, geri dönüş başlamış. Libya ve Doğu Akdeniz “projeleri” Avrupa Birliği’ni, Mısır’ı, İsrail’i, Suudileri, AKP Türkiyesi’ne karşı birleştirdi. Rejim bunlarla da yetinemedi, Ermenistan Azerbaycan anlaşmazlığında, bir “tek millet çok devlet” fantezisinin peşinde ucu açık bir sürece girdi. Suriye ve Libya’dan sonra burada da Rusya ile karşı karşıya geliyor. The Asia Times’a göre “Rusya’nın Belladonna İHA avcı sistemi, Ermenistan üzerinde Türk İHA’larını vuruyor”. Bu sırada, AKP rejimi S-400’leri deneyip ABD ile çatlağı daha da derinleştiriyor. Sonra Fransa’yı yöneten adama “Ruh hastası”... ABD’ye “Sen kiminle dans ettiğinin farkında değilsin” filan...

Peki, ekonomik kriz derinleşirken, dış kaynak bulmak giderek zorlaşırken, TL değer kaybeder ithalatın (enerji, savunma malları, gıda) maliyeti artarken rejim, neden “yedi düvele” meydan okumakta ısrarlı? Bence rejim krizini aşmak için maddi koşulların (içeride kaynak kıtlığı, dışarıda güçler dengesi) koyduğu sınırları imanla aşan bir “fetih” mucizesi arıyor. Niyet etmek, gerçekliğin yerine geçmediğinden, madde sözden önce geldiğinden her yerden eli boş dönüyor. “Ama Karadeniz’de dev enerji kaynakları bulundu” diyorsanız, enerji uzmanı internet sitelerine bakınız. Bir “3. tarafın” (genelde beş büyüklerden biri) doğrulamadığı verilere kimse inanmaya niyetli değil. 

‘Bireyden topluma kadar...’

Rejimi her yerden eli boş dönmeye mahkûm eden bu “pozitivizme”, “materyalizme” düşman bilimsel düşünceyi dine tabi kılmak isteyen akıl, herkes dinci “hakikat rejimini” benimserse bütün sorunlarının yok olacağına inanıyor. Cumhurbaşkanı sık sık “fikri iktidarlarını hâlâ tesis edemediklerini” vurguluyor. Onun gönlünde “Tek tek bireylerden başlayarak toplumun tamamına uzanan fikri iktidar” yatıyor.

Bu, herkesin aynı fikirde olduğu dünya fantezisinde yol, herkesin “dini hakikat rejimini” benimsemesinden, adeta sultan/halife karşısında tüm aykırı seslerin kesilmesinden, “eleştiri kapılarının kapatılmasından” geçiyor. Diyanet İşleri Başkanı da üzerine düşeni yapıyor; toplumu ahirete inananlar ve her türlü kötülüğün kaynağı inanmayanlar olarak ikiye bölmeye başlıyor. Böylece kötülerden kurtularak iyileri bütünleştirmek de inancın gereği ve siyasi-ahlaki bir zorunluluk olarak beliriyor. Eğitim sisteminin de bu salt “ahirete inanlardan” oluşacak organik bir topluma göre toptan ve yeniden yapılandırılması gerekiyor.

Bu sırada dünyada büyük güçler arası rekabet, ekonomik ve teknolojik gelişme, yapay zekâ gibi alanlarda kızışırken, yüksek teknolojiyle artık-değer üretiminin, gıda güvenliğinin, sağlık sisteminin, akılcı-bilimsel planlamanın önemi giderek artıyor. Türkiye’de rejim, bir taraftan buğday, arpa ve mısır ithalatında gümrük vergilerini sıfırlayarak (birçok ülke gıda güvenliği kaygısıyla yerli üreticiyi korurken) kendi üreticisini imha etmeye hazırlanıyor. Diğer taraftan tüm bu jeopolitik rekabet alanlarında, adeta salt ahirete inananlardan oluşan organik bir toplumun “ortak iman” gücüyle var olabileceğine inanıyor. 

Diyanet İşleri Başkanı, inançsızlardan temizlenmiş bir toplum, lider “tek tek bireylerden başlayarak toplumun tamamına uzanan fikri iktidarı” arzuluyor. Bir tarafta totaliter bir toplum arzusu, diğer tarafta “Bizim kitabımızda faşizm yok” iddiası... İdealizm, realite tarafından darp edildikçe bilişsel uyumsuzluk (cognitive dissonance) ve aklın istikrarsızlığı da giderek artıyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET 


Ne BİM ne A101 ne ŞOK, burası başka market - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet


 Çocukluğumun geçtiği mahallede yürüyorum. Evlerin penceresinden Türk bayrakları sarkıyor. Belli ki çoğunluk Cumhuriyeti kutluyor.

Çocukluğumun geçtiği” dedim. Zira biz aslında aşağı mahallede oturuyorduk. Oynayacağımız zaman topumuzu alır giderdik. Okuduğumuz okullar da oradaydı.

Derken her şey zamanla değişti. “Dedeme zamanında bedava parasına vermişler de ‘kim gider oraya’ demiş de almamış” diye anlatılan hikâyelerin arasından lüks binalar yükseldi. Biz oyun oynayacak arsayı artık o kadar bulamıyorduk. Şişman Chevrolet dolmuşlar da çağdışı sayıldıkları mahalleye bizim gibi uğramaz olmuştu.

Mahallenin ortasındaki olaylı bina

AKP iktidarı, en çok okulların kaderini değiştirdi. Kâh binaları alınarak kâh adları değiştirilerek imam hatip yapıldı. Geçen yıllarda eski semtime bir söyleşi için gittiğimde tanıdık bir amca ayağa kalktı. “Bizim mahallede laiklik parayla satılıyor” dedi. “Nasıl” dedim. Çocuklarını imam hatibe göndermek istemeyen ailelerin paraları yoksa kilometrelerce ötedeki okullara çocuklarını götürdüğünü anlattıktan sonra devam etti. “Ama paranız varsa bedelini öder ‘alternatif eğitim’ veren şu okula gönderirsiniz” dedi.

Yürürken bambaşka bir bina gözüme çarptı. “Meşhur bina işte burası” dedim. Eskiden orası apartmanların arasında nefes alınacak bir yeşil araziden ibaretti. TİBAŞ Vakfı Parkı diye biliyorduk. İş Bankası emeklileri için kurulan vakıf, bölgeye bir site yapmış, araziyi de park olarak kullanılmak şartıyla belediyeye terk etmişti.

Üsküdar Belediyesi önce 2003 yılında bir imar değişikliği yaptı. Plan, parkın bir bölümünde inşaata izin veriyordu. Mahallelinin itirazlarının ardından proje mahkemeden dönünce park bir süre daha inşaattan korundu. Ancak 2017 yılında AKP’li belediye parka yeniden el attı.

Ruhsatlar sökülerek, “yapmayın” diye sokağa çıkan vatandaşlar ezilerek, mahkeme kararları hiçe sayılarak koca bir bina dikildi. Öyle ki bir ara “yeni İBB” ile Üsküdar Belediyesi zabıtaları inşaat için karşı karşıya geldi. İşte karşımda duran, 400 metrekare diye başlayıp 1500 metrekare biten dev yapı, parkını korumaya çalışan mahallelinin eylemleriyle sık sık haber olan o binaydı.

Adı solcudan gelen mescit

Peki, bu beton yığını kimindi?

Sahibi” demeyelim. Kendi sitesinde de yazdığı gibi Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı, bu araziyi 49 yıllığına kiralamıştı. Vakıf, Erenköy cemaati olarak bilinen tarikata aitti. “Sosyal kültürel tesis” olarak görünen bölgeye yapılan binayı, “kültür ve gençlik merkezi, mescit ve öğrenci yurdu” yapacağını söyleyerek inşa etmiş, işi böylece kitabına uydurmuştu.

Sahiden de gördüğüm binanın mütevazı girişinde “Şehit Mete Sertbaş Mescidi” yazıyordu. Mete Sertbaş, 15 Temmuz gecesi darbecilerin karşısına dikilerek şehit edilen, Acıbadem Mahallesi’nin solcu muhtarıydı. Belli ki adı binaya verilerek yasaların, ahlakın, vicdanın kabul etmediği işe dokunulmazlık kazandırılmıştı.

Market hangi cemaatin?

Bütün bunları düşünerek yürürken gözüme başka bir şey takıldı. Binanın en değerli, caddeye bakan kısmında bölgenin en büyük marketi vardı. Eğer cemaatleri biraz tanıyorsam bu market tahmin ettiğim gibi olmalıydı.

İçeri girdim. A101, BİM, ŞOK gibi ucuzluk marketlerini pek de andırmıyordu. Jumbo karidesin seçildiği reyonun yanından geçerek glutensiz beslenme ürünlerine ulaşılabiliyordu. Belli ki orta sınıf mahalleli, önünde otomobil parkı da bulunan bu markette, aradığı her şeyi bulabiliyordu.

Tahmin ettiğim”in peşine düşerek birkaç öteberi alıp kasaya gittim. Hak ettiğinden daha az maaş aldığına emin olduğum kasiyerin elinden fişi alıp cebime koydum. Kapıya çıkınca elimdeki telefona üzerindeki bilgileri yazdım.

Tam da tahmin ettiği gibiydi...

“Üst segmente hitap ediyor” denen marketin yönetim kurulu başkanı Latif Topbaş’tı. Market, BİM’in de sahibi olan Topbaş ailesine aitti. Daha yüksek gelir grubuna hitap etmeye karar verdiğinde, BİM’den başka bir markalaşmaya gitmeye karar vermişti.

Evet, Türkiye’nin en zenginler listesindeki Topbaşlar, Erenköy cemaatinin ana finansörüydü. Hatta adını Erenköy semtinden alan cemaati kuran da Topbaş ailesinin önceki kuşağıydı. Vakfın kondurduğu binanın altında ilgisiz görünen market cemaatindi.

Cemaatin market oyunu

Kısacası...

Mahalleli park alanına yapılan cemaat yurdunu tartışıyordu, solcu muhtarın adının verildiği mescidi konuşuyordu, park alanı olsun diye mahalleliye terk edilen bölgeye cemaatin etkinlik düzenleyeceği merkez yapılmasını eleştiriyordu. Ancak görmediğimiz asıl mesele binanın öbür tarafındaydı. Orada, cemaatin üst tüketime hizmet veren koca süpermarketi şıkır şıkır kasayı dolduruyordu.

Belli ki bu kadar kavganın, bunca ısrarın, “kültür merkezi ve yurt” sevdasının altında Acıbadem Caddesi’nde altın yumurtlayan marketi 49 yıl boyunca yok pahasına elde tutmak vardı. Öyle ya birçok camisi olan Acıbadem’de ne göstermelik bir mescide ne bir öğrenci yurduna ne de cemaat etkinliklerinin yapılacağı merkeze talep vardı.

Belediyeye park olsun diye verilen arazide en değerli alan kültür merkezine ayrılmış, orasına görüntüde bir kültür merkezi yapılırken en kritik bölgesine de çok kıymetli bir market yerleştirilmişti. 15 Temmuz şehidinin adı da bu işe alet edilmişti. 

Eminim, tanıyanların da söylediği gibi, Mete Sertbaş yaşasaydı ticaret-siyaset-din sömürüsü üçgeninde dikilen bu menfaat binasına ilk itiraz eden kişi olurdu.

Halk için yeniden Cumhuriyet

Ay yıldızlı güzel bayrağımıza bakarak yürürken markette elleri nasırlı emekçiler aklıma geldi. Vardiya bittiğinde, tüm gün beyaz ışıklarla aydınlatılan o kapalı dünyadan kaçarak evlerine dönüyorlardı. “97 yaşındaki Cumhuriyetimizi delik deşik eden sembol mü arıyoruz, işte bu bina” dedim. Elleri nasırlı emekçileri sömürmek için dini kullanan, siyaseti millet için değil, cemaatler için yapan, çıkarlarına her türlü değeri örtü eden anlayış sanki bu yapıya harç olmuştu.

Bugün değil ama yarın yeniden yaparız...

Cumhuriyetimiz de bayrağımız da milletimiz de daha hür, daha eşit, daha kardeş olur. O gün çocuklarımız da basacağı toprağı binaların arasında aramaktan kurtulur.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Cumhuriyet, Kadınlar ve Edebiyat - ERENDİZ ATASÜ / SOL (Görüş)

 Cumhuriyet neredeyse tamamı okuma yazma bilmeyen bir kadın nüfus devralmıştır. Kimi çok değerli aydın kadınların varlığı bize büyük kitlenin durumunu unutturmamalıdır.

*Osmanlı’nın en büyük hatalarından ikisi, matbaaya ve örgün/yaygın temel eğitime yüzyıllar sürmüş geç kalmışlığıdır. 

Uzak yüzyıllarda, her ülkede kendini göstermiş olan ‘’seçkinlerin kültürü/halk kültürü’’ keskin ayrımını yumuşatan, iki olgu arasında geçişliliği sağlayan, işte bir makine yani matbaa ve bir aydınlanma örgütlenmesi yani yaygın temel eğitimdir.

Ünlü İtalyan film yönetmeni Ettore Scola’nın bir filminde şöyle unutulmaz bir sahne vardır:

Küçük suçlar işlemiş lümpen bir arkadaş grubu birlikte içerler, kafalar dumanlanınca da tutar hep birlikte Verdi’den bir arya söylerler! İşte, "‘Ulusal kültür’ nedir ?’’ sorusuna verilecek en kapsamlı ve esprili yanıt! Osmanlı, musikisini ve divan şiirini, ulusal kültür harcına katamamış, bir azınlık etkinliği olarak kalmalarına yol açmış, ve ülkesini, bir çok dünya kültüründe görebildiğimiz, seçkinlerin kültürü/halk kültürü etkileşiminden doğmuş şaheserlerin oluşabilme imkanından da yoksun bırakmıştır. Bu kısır ortamda, her sınıfın erkeğine göre şanssız durumdaki kadınlar eğitime, düşünsel yaratıcılığa uzak kalmış; onların yaratıcılığı, oya ve kilim desenlerinde, türkü ve manilerde hayat bulmuştur. Tarihimizde ‘’halk ozanı’’ kadınlar mutlaka vardı, fakat Karacaoğlan gibi seyahat edemediklerinden, sesleri köylerinin içinde boğuldu kaldı.

Osmanlı’da geçten geç kız çocuklarının bir miktar da olsa eğitim görmeleri sayesinde yetişen ve bugün adlarını bildiğimiz şair Nigar Hanım, şair Fitnat hanım, şair ve besteci Leyla Saz hanım ve ünlü romancımız Halide Edip Adıvar’ın tümünün seçkin ailelerin kızları olmalarına şaşmalı mı?...


Cumhuriyet aydınlanmasının baş amaçlarından biri, ‘’ulusal kültür’’ yaratmaktır. Cumhuriyet demografik olarak neredeyse tamamı okuma yazma bilmeyen bir kadın nüfus devralmıştır. Kimi çok değerli aydın kadınların -çoğu öğretmen olan, hatta aralarında feministler bile vardır (Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, Metis yayıncılık, 1994)- eş zamanlı mevcudiyeti bize büyük kitlenin durumunu unutturmamalıdır. Cumhuriyetin kültür politikaları, nüfusun yarısının katılmadığı bir ulusal kültürün var olamayacağı bilinciyle kadınların eğitimine büyük ve etkin bir emek harcamıştır. Ayrıca şimdilerde kimilerince iddia edildiği gibi, Cumhuriyet Osmanlının kültür mirasını tümden red etmemiş1, Türkçenin seslerine uymayan ve halk kitlelerine yabancı Arap alfabesinin yerine Latin harflerine geçilmesinden sonra, yazılı ne kadar belge varsa yeni alfabeye aktarılması için büyük bir çaba harcanmıştır. Böylece kentli bir aydın Dadaloğlu’nu, köy kökenli bir aydın Halit Ziya’yı tanıma olanağını bulmuştur. 

Cumhuriyetin kültür atılımı, edebiyat alanında etkilerini göstermekte gecikmez. Bu etkiyi yazarların kökenlerinde, cinsiyetlerinde ve seçilen temalarda açık seçik görürüz:

Yazarlar:

Hemen şunu belirtmeliyim ki, edebiyat biraz da ayrıntılar, ve aykırılıklar sanatıdır; edebiyat üzerine katı yargılara varmak hem zordur hem de doğru değildir; zira her an karşınıza yargınızı yanlışlayan aykırı örnekler çıkabilir. Gene de kimi çok açık seçik durumları saptayabiliriz. Cumhuriyetle birlikte doruğunu Yaşar Kemal’de bulan köy kökenli bir erkek yazarlar dalgasından ve bu dalgayı büyük ölçüde besleyen Köy Enstitüleri'nden elbette söz edebiliriz. Hemen hemen Cumhuriyetle yaşıt olan, ve olgunluk çağlarını ‘960’larda, doruğunu Adalet Ağaoğlu, Nezihe Meriç, Leyla Erbil’de bulan bir kadın yazarlar birikimini ayırt edebilir ve hepsi imtiyazsız ailelerden gelen bu kadınların Cumhuriyetin yaratısı ve başarısı olduğunu saptayabiliriz. İçlerinden kimisinin Cumhuriyete karşı haksız ve yersiz eleştirileri durumu değiştirmez. “Cumhuriyetin kızları’’ arasında, şiirde Gülten Akın ve Sennur Sezer’i unutmayalım. İzleyen isimler, örneğin Füruzan, Pınar Kür, Sevgi Soysal, Ayla Kutlu, İnci Aral, Selçuk Baran, Ayhan Bozfırat, Tomris Uyar, Nazlı Eray, bu satırların yazarı ve daha niceleri hep orta sınıf ailelerin kızlarıdır. ‘980’lerde Latife Tekin’le birlikte, dilimizin kadın isimlerinin yanına köy kökenli bir imza katılacaktır. Bu saptamalar bizi şu görüşe götürür: Kadınların edebiyatımıza katkıları, Cumhuriyet aydınlanmasının ülkedeki yayılmasıyla paralellik gösterir: Şehirden köye doğru ve ülkenin batısından doğusuna doğru azalır. Edebiyat yaratıcılığında açık seçik, deyim yerindeyse bir ‘’demokratikleşme’’ olmuştur, fakat bu demokratikleşme kısıtlıdır. Kısıtlılıkta devletin kültür politikalarındaki yalpalamalarının rolü kanımca büyüktür.

Yukarıdaki çözümlemenin 20. yüzyılın ilk üç çeyreğini kapsadığı ve devletin kültür politikalarında aydınlanmacı rolünü (1950’den sonra yavaş yavaş, ‘980’den sonra hızla) terk ettiği çok yakın tarihi ve aydınlanmaya zıt bir tutum benimsediği bugünü kapsamadığı açıktır. Bugün bambaşka bir makalenin konusu olabilecek bambaşka dinamikler söz konusudur.

Kadın yazarlardan söz açılmışken Cumhuriyetin gençlik çağında bulduğu (yani rejimin yetişmelerinde özellikle önemli bir katkı sağladığı iddia edilemeyecek) iki sıra dışı kadından söz etmemek olmaz: Sabiha Sertel ve Suat Derviş. Sabiha Sertel (1896- 1968) edebiyatçı değildir, aslen bilim insanıdır. Onu basında cesur bir kalem olarak tanırız, Cumhuriyetin toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama çabalarını yürekten destekler, yanlış bulduğu uygulamaları ise ‘’Resimli Ay’’ dergisinde gözünü kırpmadan eleştirir.2 Onun kanımca sosyalist feminist bir yaklaşımla kaleme alınmış yazılarını okumak hem dönemi tanımak hem yazarın dünya görüşünü kavramak açısından bilgilendiricidir. 

Suat Derviş (1905- 1972) benzer bir dünya görüşünün temsilcisi olarak hem basında hem edebiyatta belirir. Siyasi görüş ayrılıklarının edebiyatçıların birbirini takdir etmelerini engellemediği o yıllarda Marksist Suat Derviş’i dönemdaşı edebiyatçılar, örneğin Ahmet Haşim, Behçet Necatigil yüreklendirmişlerdir. Her ne kadar kendisi, Marksizmi benimsemeden önce yazdıklarını küçük görmüşse de kendine haksızlık etmiştir. Her zaman kişiliklerin derinine inebilen, her zaman sınıfsal açıdan bakabilen bir yazar olmuştur.3 Niçin eski deyimle ‘’piyasa romancısı’’ addedilip unutuşa terk edilmiştir? Onu günümüzde gün ışığına yeniden çıkaranların feministler olduğu sanırım kaydedilmelidir. Suat Derviş’in unutulması, Türkiye solu için, kültür ve toplumsal cinsiyet eşitliği bağlamında, üzerinde düşünülmesini gerektiren bir örnektir. 

Konular:

Yinelemekte yarar var, ‘’edebiyat’’ın çok yönlülüğü gereği, ilgili her görüşün bir bakıma öznel kalacağı, mutlak bir nesnellik iddiası taşıyamayacağı, yazar ve okur tarafından peşinen kabul edilmelidir. Edebiyat matematik değildir. Sonuçta yazarlardan kalan yaşamları değil yapıtlarıdır, bir açıdan önemli olan sadece yapıttır; doğru. Ancak gerçek edebiyat yazarları (gelir için yazanları değil, yazmazlarsa kişilik bütünlüğünü sürdüremeyecek olanları kastediyorum) konu seçmezler, konu onları seçer. Bununla sadece kişisel deneyimlerini aktarırlar demek istemiyorum; başkalarının acılarını kendi acıları gibi hisseden, başkalarının suçlarının ağırlığını kendi vicdanlarında taşıyan insanlardır onlar. Onları idealize etmek de istemiyorum. Kimi yazarlar öyle kusurlar taşırlar ki onları yakından tanımak okur için düş kırıcıdır. Sadece duygu ve seziş duyargaları ayrıksı özellikler taşıyan kimselerdir, onlar. İşte bu noktada, yazarın kimliği, kökeni, kişiliği, yaşam aşamaları, bilinçli seçimleri ve doğal yönelişleri önemlidir; bu saptama da doğru.

Konumuza dönecek olursak, Cumhuriyetle birlikte edebiyat yaratıcılığının, birkaç seçkin ailenin sınırlarını aşıp tüm topluma -homojen bir yayılma gösteremese de- mal olmaya başlaması ile konularda büyük bir genişleme ve çeşitlenme gözlenir. Romana ve hikayeye yukarıda değinildiği üzere köy hayatı (Yaşar Kemal, Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Dursun Akçam,vs.); işçilerin ve kenar mahalle insanlarının yaşamları (Orhan Kemal, Sabahattin Ali) girmiştir; Doğu ve Güneydoğu bir sorunsal olarak belirmeye başlamıştır (Esma Ocak, Bekir Yıldız). Giderek bireyin iç sancıları, cinsel bunalımlar, açmazlar (Demir Özlü, Yusuf Atılgan) edebiyatta belirir. “Aydınlanma’’nın önemli bilimsel metinleriyle tanışan yazarları, iç sancıyla toplumsal hayatın etkileşimi uğraştırmaya başlamıştır (Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay). 

Toplumsal ve siyasal dalgalanmaların edebiyata yansıması elbette sürmektedir. 1960 anayasasının özgürlükçü ortamında, Türk aydınları ciddi anlamda ilk kez Marksizmle tanışmaktadırlar; yazarın vicdanı onu ezilen, sömürülen insanın yanında durmaya çağırmaktadır. Çok büyük bir yazar, yaman bir kişilik analizcisi ama tamamen sınıf körü bir insan olan Halit Ziya’nın duruşu çoktan terk edilmiştir. Gene büyük bir yazar ve şefkatli bir insan olan Reşat Nuri’nin ezilenlere merhametli yaklaşımı, artık yeterli değildir. Elbette yüreği solda çarpan büyük hikayecimiz Sait Faik’in ezilen ve dışlananlarla özdeşleşmesi unutulmamalıdır.

Buraya kadar tek bir kadın ismi andım (Esma Ocak). Konularda ise hiç “kadın’’ dan bahsetmedim. Oysa 20. Yüzyıl ortalarında, Türk edebiyatı bize unutulmaz kadın kahramanlar armağan etmiştir: Ör. Meryemce (Yaşar Kemal), Irazca (Fakir Baykurt). İkisinin de doğurganlık çağını çoktan kapatmış yaşlı kadınlar olmaları rastlantı mı? Cinsel bir varlık olarak genç kadınların özenle çizilmiş portresi nerededir? Elbette gerçekçi yazar, gerçek hayata eğilmektedir ve dönemin köy toplumunda etkin rol oynamak genç kadının haddi değildir; öyleyse o, yaşamda olduğu gibi edebiyatta da, köşelerde silik soluk kalmaya mı yargılıdır? Oysa kenarda kalmış insanların da birer iç dünyaları vardır! Yirminci yüzyıl ortası Türk edebiyatına bir kuş bakışı, erkek kalemlerin pek çoğunun, nüfusun yarısının psikolojilerinden habersiz olduklarını, bunu da bir sorun olarak görmediklerini ortaya koyar. (Esma Ocak ile Bekir Yıldız’ın Güneydoğu hikayelerinin karşılaştırılması, yazarın cinsiyetinin önemi konusunda aydınlatıcıdır. Elbette toplumsal cinsiyet rollerini hiç sorgulamamış bir yazarın!)

Burada bir parantez açıp Reşat Nuri’yi (ör.Feride ve diğer kahramanlar), Sabahattin Ali (çeşitli kahramanlar), Orhan Kemal (ör. Cemile) ve Necati Cumalı’yı (ör.Zeliş) ayrı düşünmek gerekebilir. 20. Yüzyıl başında Halit Ziya gibi -sınıf körlüğünü bir kenara koyacak olursak- erkek ya da kadın, romanda rolü önemli ya da önemsiz – tüm karakterlerin ruh durumlarına derinlemesine vakıf olabilen bir kurucu yazar yetiştirmiş Türk romanının yüzyıl ortalarında kadın konusundaki körlüğü toplumumuzun Cumhuriyet devrimine rağmen “kadın’’a yaklaşımı üzerine bizi düşündürmelidir. Kadına körlük yalnızca köy sosyolojisiyle sınırlı değildir; kent kökenli, kentli konularla ilgili, erkek kahramanlarını yaratırken kılı kırk yaran ve elbette büyük yazarlar olan Ahmet Hamdi Tanpınar’da ve Oğuz Atay’da da görülür.

20. yüzyıl Türkiye’sinin toplumsal değişimleri kadınların yaşamlarına ve iç dünyalarına nasıl yansımıştır? Yanıtı, dönemin erkek yazarlarında boşuna aramayalım; 20. yüzyıl ortasından itibaren varlıklarını hissettiren kadın yazarların verimlerine bakmalıyız. Köy hayatında, erkeklerin baskın ama ilgisiz bakışları altında kadınların hayatı nasıl yaşadıklarını, örneğin köyden kente göçü nasıl deneyimlediklerini kavrayabilmek için de Latife Tekin’in ‘’Sevgili Arsız Ölüm’’ünü beklemeliyiz.

‘Göç, Cumhuriyetten önce ve sonra toplumumuzun derin yaralarından biri olmuştur. Füruzan’da Rumeli göçmeni yalnız ve imtiyazsız kadınların çetin yaşam mücadelelerini görürüz. Kafkas göçünün, savaş acısının kadınlardaki etkilerini Ayla Kutlu büyük bir başarıyla dile getirir. “Cumhuriyet kızlarının’’ yurttaş sayılmayı nasıl deneyimledikleri Nezihe Meriç’in “Korsan Çıkmaz’’ında, Erendiz Atasü’nün “Dağın Öteki Yüzü’’nde dile gelir. Bu kızlar gün gelecek sosyalizm ile tanışacaklardır : Adalet Ağaoğlu’na, Nezihe Meriç’e ve özellikle Sevgi Soysal’a baş vurmamız gerekecektir. Öte yandan Adalet Ağaoğlu, Cumhuriyet kızının içsel bunalımlarını toplumsal yana ağırlık vererek anlatacaktır. Leyla Erbil’in özellikle “Kalan’’ ve “Tuhaf Bir Erkek’’ adlı yapıtlarında, bir kadının yaşamında neredeyse bir tarihçeyi dile getirebilmesi ilginçtir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, iki yüzlü cinsel ahlakın, kadınların yüklendiği ilave sorumlulukların ve çektikleri haksız acıların, kadınlar tarafından dile getirilebilmesi, toplumun belli bir olgunluğa ulaşabilmesine bağlıdır. “Cumhuriyet Kızlarının’’ içsel bunalımlarını bireysel açıdan veren kalemleriyle cinselliğe dokunabilen ilk cesur yazarlar Pınar Kür ve Sevgi Soysal’dır (“Yürümek’’). Onları İnci Aral izler (“Ölü Erkek Kuşlar’’). Duygu Asena’nın, konuya -kapsamı orta sınıflarla sınırlı kalsa da - dosdoğru yaklaşımı da kaydedilmeli.

Günümüz kadın yazarları arasında kadın sorunlarıyla özellikle ilgilenen Mine Söğüt, Seray Şahin gibi örneklerin, toplumun şanssız kesimlerinden, günümüz terimiyle “prekarya’’dan yana laik ve aydınlanmacı tutumları ümit vericidir.

ERENDİZ ATASÜ / SOL (Görüş)

  • *.Daha kapsamlı bilgilenme için, bknz :Erendiz Atasü‘’Edebiyatımızdaki kadın imgelerinde Cumhuriyetin iz düşümleri’’, ‘’İmgelerin İzi’’ Can yayınları, 2003, s.25-49
  • 1.Cumhuriyetin ilk müzesi, o döneme kadar harap haline terk edilmiş Topkapı sarayıdır. Ayrıca alaturka müzik yasaklanmamış, sadece kısa bir süre devlet radyosunda icra edilmemiştir. Saz heyetleri ve ses sanatçılarının müziklerini icra ettikleri gazinolar büyük kentlerin müzik odaklarından en ücra kasabalara kadar varlıklarını korumuştur.
  • 2.Sabiha Sertel konusunda ayrıntılı bilgilenme için bknz : Sabiha Sertel,’’Roman Gibi’’, anılar, Can yayınevi, (ilk baskı 1969); Yıldız Sertel, ‘’Annem Sabiha Sertel kimdi, Neler yazdı’’ Can yayınları 2018; Sabiha Sertel’in ‘’Resimli Ay’’ dergisindeki yazıları için, bknz: Nakleden Zafer Toprak, ‘’İnkilap ve Travma’’, Doğan Yayıncılık, 2019, s. 168, s.331-36, s.381-83, s. 170- 177
  • 3.Suat Derviş üstüne bilgilenme için, bknz: Liz Behmoaras, ‘’Suat Derviş, Efsane Bir Kadın ve Dönemi’’, Remzi Kitabevi, 2009; Erendiz Atasü, ‘’Türk Romanında Bir Gezinti’’, Can yayınları, 2019, ‘’Suat Derviş’in Masum ve Tutkulu Suçluları’’ s. 61-90, ‘’Aşk ve Sınıfsal Şizofreni’’, s. 83-90; ‘’Suat Derviş Edebiyatı: Yıldızları Seyreden Kadın’’, (KADIN YAZARLAR SEMPOZYUMU :SUAT DERVİŞ -YENİ YÜZYIL ÜNİVERSİTES 2013) bildirilerinden hazırlayan : Günseli Sönmez İşçi, İthaki yayınları, 2015


2002 Kasım’da Merkez’in daha çok parası, ülkenin daha az borcu vardı: 18 yıllık yıkım - Ozan GÜNDOĞDU / BİRGÜN

AKP, iktidara geldiğinde ülkenin 113,9 milyar dolar dış borcuna karşılık, Merkez’in kasasında 27,1 milyar dolarlık rezervi vardı. 18 yılda Hazine’ye 62,3 milyar dolar özelleştirme geliri girdi, dış borç 307 milyar dolar arttı. Bugün 421 milyar dolar dış borca karşılık, Merkez’in kasasında 16,8 milyar dolar kaldı.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) Eylül ayına ilişkin “Uluslararası rezervler ve döviz likiditesi” verilerini yayımladı. 

Rakamlar gittikçe kötüleşiyor. Merkez’in döviz varlıkları eylül ayında önceki aya göre yüzde 6,3 azalarak 36,3 milyar dolara, altın cinsinden rezerv varlıkları yüzde 3,7 gerileyerek 41,8 milyar dolara indi.

Böylece altın ve döviz toplamından oluşan resmi rezerv varlıkları, eylülde bir önceki aya göre yüzde 4,9 oranında azalarak, 83,7 milyar dolardan, 79,7 milyar dolar seviyesine geriledi. 

Sadece 1 ayda 4 milyar dolar çöpe gitti. Aylık gelişme bu şekilde takip edilirken, geçmişten günümüze rezerv varlıklarındaki değişmeler diğer ekonomik göstergelerle birlikte değerlendirildiğinde, ekonomik yapının güçsüzlüğü de ortaya çıkmış oldu. 

Eylül ayı itibariyle Merkez'in kasasındaki para AKP'nin iktidara geldiği Kasım 2002'den daha az. Ancak borç daha fazla, elde kalan varlıklar da geçmiş 18 yılda satılmış durumda. 18 yıllık AKP döneminin bilançosu son derece ağır.

***

• Fabrikalar, limanlar satıldı, 62,3 Milyar dolarlık özelleştirme geliri elde edildi.
• 113,9 milyar dolarlık dış borç 421 milyar dolara çıktı, yani 307 milyar dolar borç kullanıldı.
• Bu kadar parayla ülkenin her karış toprağından bereket fışkırması gerekirdi, her yerde işsiz ordusu var.
• Bu kadar parayla Merkez’in rezervlerinde ülkeye 2-3 yıl yetecek para olması gerekirdi, rezervlerde 2002’den az para kaldı.
• Dolar 8,20, Avro 9,60 oldu, hükümetten ses yok, halk endişeli, kasada para yok, her hanenin borcu gırtlakta.

***

Rezervler 2002’nin gerisinde

2020 yılı Merkez'in rezervleri için kabusa döndü. Ocak ayında swaplar hariç 82,6 milyar dolar olan rezervin yüzde 79'u 9 ayda eridi, elde kalan 16,8 milyar dolarlık tutar AKP'nin iktidara geldiği 2002 Kasım ayından daha az.

2002-kasim-da-merkez-in-daha-cok-parasi-ulkenin-daha-az-borcu-vardi-18-yillik-yikim-797996-1.

AKP, 2001 krizinin etkilerinin düzelmeye başladığı 2002’nin Kasım ayında iktidar oldu. Merkez Bankası'nın verilerinde o tarihe dönüldüğünde bankanın rezervlerinde 27,1 milyar dolar rezerv olduğu görülüyor. Bugün ise kiralık rezerv denen swaplar çıkarıldığında elde kalan rezerv varlıkların değeri 16,8 milyar dolar. Sadece 2020 yılı değerlendirildiğinde Ocak ayında swap hariç rezerv varlıkların değeri 82,6 milyar dolardı. Bu yılın ilk 9 ayında her 100 dolarlık rezervin 79,6 doları yok olmuş durumda.

***

Dış borç artıyor, kasada para yok

2002-kasim-da-merkez-in-daha-cok-parasi-ulkenin-daha-az-borcu-vardi-18-yillik-yikim-797997-1.

Bir ülkenin rezerv yeterliliğini ölçmenin birden çok yolu var. Ölçüm yapılırken rezervlerin kısa ve uzun vadeli dış borca oranı veya yıllık ithalata oranı gibi göstergeler inceleniyor. 2002 Kasım ayıyla bugün karşılaştırıldığında karamsar tablo gözler önüne seriliyor.

AKP’nin iktidara geldiği 2002 Kasım’da 27,1 milyarlık Merkez Bankası rezervine karşılık 113,9 milyar dolarlık dış borç bulunuyordu. Bu haliyle dış borcun yüzde 23,8’i kadar Merkez Bankası rezervi mevcuttu.

Bugün itibariyle swap hariç 16,8 milyar dolarlık rezerve karşılık 421 milyar dolarlık dış borç bulunuyor. Yani, rezerv varlıkların değeri dış borcun yüzde 4’üne kadar gerilemiş durumda.

***

İthalat arttı ancak rezervler azaldı
Rezerv yeterliliğindeki önemli bir gösterge, rezervlerdeki paranın 1 yıllık ithalatın ne kadarını karşılayıp karşılamadığında gizli. AKP’nin iktidara geldiği 2002 Kasım ayında 27,1 milyar dolarlık rezerve karşılık 2001 yılı toplam ithalatı 40,5 milyar dolardı. Kasadaki rezervler 1 yıllık ithalatın yüzde 67,9’una yetiyordu.
2018 yılı toplam ithalatı ise 231,1 milyar dolar. Kasada ise swap hariç 16,8 milyar dolar rezerv var. Kasadaki rezervler 1 yıllık ithalatın sadece yüzde 7,2’sine yetiyor.

62,3 milyar dolar çarçur edildi

1986’dan 2002’ye kadar hazinenin kasasına giren özelleştirme geliri 8,1 milyar dolar oldu. 2003’ten itibaren AKP hükümetleri elde kalan tüm kamu varlıklarını satışa çıkardı. AKP dönemi boyunca bu satışlardan devletin kasasına 62,3 milyar dolar girdi. Bu para da harcandı. Bugün elde kalan varlıkların tümü Türkiye Varlık Fonu’na toplanıyor ve bu varlıklar teminat gösterilerek borçlanılıyor. TVF’yi Sayıştay denetleyemediği için toplam borcun ne olduğu bilinmiyor.

Ozan GÜNDOĞDU / BİRGÜN




 

'Yedi düvele karşı savaş': Dışarıdaki krizi içerideki krizin üstüne örtmek - Fatih Yaşlı / SOL


 Türkiye’nin Suriye’de, Libya’da, Doğu Akdeniz’de ve genel olarak dış politikada getirildiği iflas noktasına dair tek kelime edilmiyor.

İktidar partisinin emperyal hevesler adına dış politikada el yükselttiği her meselede ve izlediği neo-Abdülhamitçi sözde denge siyasetinde dikişler tam anlamıyla ve üstelik eş zamanlı olarak patlamış durumda. 

Suriye’den ve İdlib’den başlayalım. İdlib’deki gözlem noktalarından Suriye ordusunun kuşatması altında kalanların teker teker boşaltılmaya başlandığına dair haberleri geçtiğimiz hafta okumuştuk. Rusya bir süredir bu noktalara ikmal yapılmasında zorluk çıkartıyor, bir an önce boşaltılması için Türkiye’yi sıkıştırıyordu. Suriye devleti de, hem sivil halk protestolarıyla hem de birtakım askeri manevralarla bu noktalar üzerindeki basıncı artırıyordu. 

Nihayetinde İdlib’in kuzeyine doğru bir çekilme başlamış durumda ve TSK’nın burada konuşlandırılacağını, pazarlıkların da İdlib’in kuzeyi üzerinden yapılacağını görebiliyoruz. Ancak dün Rusya’nın Türkiye-Suriye sınırında Feylak el Şam adlı Türkiye’ye yakın cihatçı örgütlerden birini onlarcasını öldürecek şekilde vurmasını bu pazarlıkların hiç de kolay geçmeyeceğinin bir işareti olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Suriye’nin de ilerleyen zamanlarda İdlib’de yeni bir askeri operasyon başlatması bu bağlamda hiç de şaşırtıcı olmayacak. 

Üstelik anlaşılan o ki, birkaç gün önce balistik füzelerle Cerablus’u vurmasının ardından bu sefer de sınırdaki cihatçıları vuran Rusya, Türkiye’ye sadece İdlib mesajı vermiyor. Bu mesajın bir boyutunda Karabağ’daki Azerbaycan-Ermenistan savaşında Türkiye’nin oynadığı rol ve bu savaş üzerinden bölgedeki etkinliğini artırma çabası, diğer boyutunda ise Libya’daki karşı karşıya geliş bulunuyor. Üstelik Rusya her ikisinde de yeni-Osmanlıcı Türk dış politikasının ABD ile gizliden iş tutmaya çalıştığını görüyor.

Suriye’de durum buyken ve İdlib macerasında yeni bir perde açılıyorken, yeni-Osmanlıcı dış politika Libya’da da büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. İç savaşın taraflarının Cenevre’deki görüşmeler sonrası ateşkes için bir uzlaşmaya varmış olmalarından memnuniyet duymayan tek bir ülke var, o da Türkiye. Zaten Erdoğan da ateşkesle ilgili olarak “çok uzun süreceğini sanmıyorum” diyerek tavrını ortaya koymuş durumda.  

Yeni-Osmanlıcı dış politika Libya’da bütün yatırımını İhvan üzerine yapmışken ve bunun üzerinden de Mısır’la, Rusya’yla, Fransa’yla ve Körfez ülkeleriyle karşı karşıya gelmişken, şimdi Mısır’ın ve Rusya’nın öncülüğünde kurulan bir masa söz konusu ve bu masada Türkiye bulunmuyor.     

Anlaşma, yabancı güçlerin ülkeyi üç ay içerisinde terk etmesini öngörüyor ve bu nedenle de masadan dışlanmanın varacağı yerin sahadan da dışlanma olma ihtimali hayli yüksek. Üstelik Libya petrolleri için el ovuşturulurken, artık onun da hayalden öteye gitmeyeceği, Fransa ve Rusya’nın ortak girişimlerine bakarak anlaşılabiliyor. 

Yeni-Osmanlıcılık için ateşkes anlaşmasından doğabilecek başka bir sorun ise “Mavi Vatan” söylemi üzerinden Libya’daki Sarrac hükümetiyle imzalanan Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması’nın boşa düşme ihtimali. Yani yeniden merkezi bir hükümet kurulmasına doğru gidilen süreçte bu yeni hükümet tarafından bu anlaşmanın geçersiz olduğu yönünde bir açıklama gelebilir ki, Doğu Akdeniz’de zaten kendini yapayalnız bıraktırmış olan Türkiye’yi bütünüyle boşa düşürebilecek böyle bir gelişme hiç şaşırtıcı olmaz. 

Hem Suriye’de hem Libya’da, Rusya’ya karşı ABD’ye sürekli gizlice “gel gel” yapılmasına rağmen, ABD’den bu çağrıya karşılık da bir türlü gelmiyor. Gelme ihtimali de pek mümkün görünmüyor, çünkü ABD hem seçimler nedeniyle kendi iç siyasetine gömülmüş durumda hem de S-400’lerin test edilmesini kendi savunma konseptine bütünüyle aykırı buluyor. Dolayısıyla aynı anda hem S-400’leri test edip hem de Rusya’ya karşı ABD’ye yeniden partnerlik önermenin, hele hele bir de “hadi uygulayabiliyorsanız uygulayın yaptırımları” diye efeleniyorken, herhangi bir karşılığı bulunmuyor.

Bir yandan bunlar olurken, öte yandan ise Avrupa ile İslamcılık üzerinden yeni bir kavgaya tutuşuluyor ve üstelik bu sefer sadece Fransa değil, cami baskını meselesi üzerinden, Erdoğan’ı her daim kollayıp gözetmiş olan Merkel’in Almanya’sı da hedef alınıyor, her iki ülke de faşistlikle suçlanıyor. Öyle ki bizzat Erdoğan’ın ağzından Fransız ürünlerinin boykot edilmesi çağrısı yapılabiliyor, köprüleri atma riski göze alınabiliyor. Böylece Macron Fransa’sı ile bir süredir çeşitli başlıklarda devam eden kavga, neredeyse tüm Avrupa’yı karşıya alacak biçimde yeni bir boyuta taşınıyor.

Durum buyken ve “Avrupa’ya karşı İslam dünyasının lider ülkesi” imajına, hilafet sevdasına oynanıyorken “İslam dünyası”nda ve Arap coğrafyasında neler oluyor peki? Yeni-Osmanlıcılık, Arapların Osmanlı’ya dair hafızasını tazeliyor ve yükselen Arap milliyetçiliği ve İhvan karşıtlığıyla birlikte başta Suudi Arabistan olmak üzere Türk mallarına yönelik bir boykot dalgasının başladığına tanıklık ediliyor. Fransa’dan resmi olarak bir boykot çağrısı gelmemesine rağmen “onların yaptığı gibi biz de onları boykot edelim” denirken, Suudi Arabistan’ın öncülüğündeki gerçek boykota karşı ise şu ana kadar tek bir kelime dahi edilemiyor.

Büyük kumar 

“Normal” şartlarda ya da “normal” bir ülkede, dış politikada böylesi bir sıkışmışlık söz konusuyken ve bu tabloya bir de içerideki ekonomik kriz, işsizlik, yoksulluk, hayat pahalılığı eklenmişken, iktidardaki partinin birtakım geri adımlar atması, muhalefetin de el yükseltmesi gerekir öyle değil mi? 

Evet aslında öyle olması gerekir ama bizde öyle olmuyor. Rejim inşa eden bir parti olarak AKP ve rejimin tepesindeki Erdoğan, “durursak düşeriz” mantığıyla hareket ediyor ve ömrünü uzatmak için dış politikayı iç politikaya tahvil etmeye, toplumun ve siyasetin üzerine de milliyetçiliği ve İslamcılığı boca etmeye, elbette ki muhalefetin büyük katkısıyla, devam ediyor. 

Bu çok büyük bir kumar ve iktidarın altını oyma potansiyeli de hayli yüksek ama iktidar adeta bütün bir dünya aynı anda üzerine gelsin, bütün sorun başlıklarında kriz derinleşerek çatışmalı bir ortama evrilsin istiyor, çünkü içinde bulunduğu durum bu riski almasını gerektiriyor. 

Dış politikadaki bütün başlıklarda dikişlerin patlamasının iktidar tarafından sırf iç politika için bilinçli bir şekilde organize edildiğine dair bir komplo teorisinden bahsetmiyorum elbette. Ama dış politikadaki krizin, iktidar tarafından içerideki krizin üzerini örtmek için bir fırsat olarak görüldüğü rahatlıkla anlaşılabiliyor. 

Dışarıdaki kriz hamaset marifetiyle, milliyetçilik marifetiyle, dincilik marifetiyle, içerideki krizin üzerine örtülebiliyor. Örnek mi? Dolar’ın sekiz lirayı, Euro’nun dokuz buçuk lirayı geçtiği, yani insanların alım gücünün sıfırlandığı böylesi bir ortamda “Fransız mallarına boykot” müsameresi sergilenebiliyor, halkla dalga geçilebiliyor.  

“Yedi düvele karşı savaş” iddiası hem ekonomik krizinin nedenini “ekonomimize saldırıyorlar” söyleminde somutlaşan bir şekilde dış güçlere bağlamaya yarıyor, hem de başta ekonomi olmak üzere ülkenin gerçek sorunlarını konuşmayı engelliyor. 

İktidar milliyetçilik ve dinselleşme rüzgârları üzerinden yelkenlerini doldurmaya çalışırken, en ufak bir aykırı ses bile “vatana ihanet, bölücülük, devlet düşmanlığı” vb. sözlerle boğuluyor, duyulmaz hale getiriliyor.

“Yedi düvele karşı savaş verilen”, ülkenin bekasının, yani varlığının tehdit altında olduğunun iddia edildiği bir yerde, kimse, üstelik siyaset seçim fetişizmiyle yüklü olduğu halde, seçimleri, seçimlerin nasıl yapılacağını ya da yapılmayacağını konuşamıyor. Bu da iktidara en uygun zamanda seçime gitme ile hiç seçime gitmeme gibi son derece geniş bir alanda hareket edebilme imkânı veriyor.

İktidarın dış politikadaki her sorunu içeriye tahvil etme ve ülkenin bekası ile kendi bekasını eşitleme, oyunu buradan kurma stratejisine karşı muhalefet ne yapıyor peki? 

Ne yaptıklarını biliyoruz. Dış politikanın siyaset üstü olduğu yalanına sığınarak ve “milli çıkarlar” adı altında iktidara kuyruk olunuyor, anında hizaya geçiliyor. Türkiye’nin Suriye’de, Libya’da, Doğu Akdeniz’de ve genel olarak dış politikada getirildiği iflas noktasına dair tek kelime edilmiyor. “Milli çıkarlar” adı altında Türkiye’nin maceradan maceraya atılmasına, uçurumun eşiğine getirilmiş olmasına ciddi bir itiraz getirilmiyor, gelinen nokta topluma anlatılmıyor.  

Peki ne yapılıyor? Yapılan şey belli: Akıllı uslu bir şekilde, fetiş haline getirilmiş sandık bekleniyor, mevcut ittifakların hiç değişmeyeceği düşünülüyor, iktidarın kendi içine çökeceğinden, seçimlerin normal şartlarda yapılacağından, seçim sonuçlarının tanınacağından son derece emin bir şekilde gidişatın ve iktidarın kurduğu oyunun izlenmesine devam ediliyor.

İhtiyaç duyduğumuz siyaset 

Oysa Türkiye’nin iktidara “senin bekan Türkiye’nin bekası değildir” diyen bir siyasete, iktidarın “ben gidersem Türkiye’yi götürürüm” meydan okumasına rest çeken bir siyasete, iktidarın “milli çıkar” dediği şeyin kendi çıkarlarından ibaret olduğunu gözler önüne seren bir siyasete, hamasetin, milliyetçiliğin ve dinciliğin kör ettiği gözleri açacak bir siyasete ihtiyacı var. 

Bunu ise artık iflas etmiş olan düzen muhalefeti değil, ancak sol yapabilir, ancak sosyalistler yapabilir, ancak yeni bir düzen, yeni bir cumhuriyet iradesini ortaya koyanlar yapabilir. Eğer bu olmazsa, eğer bu yapılmazsa, dışarıya karşı veriliyormuş gibi yapılan ama aslında içeriye, Türkiye toplumuna karşı açılmış olan bu savaş böyle sürer gider ve kazanan da, mağlup da asla değişmez.   

Fatih Yaşlı / SOL

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...