29 Ocak 2021 Cuma

Bir OECD raporunda gezinti - Korkut Boratav / SOL

 

OECD, 2018 ve sonrasında Türkiye’de izlenen 'çapaçul', çelişkili ekonomik uygulamaları eleştiriyor; AKP iktidarına, 'fabrika ayarlarına, yani 2002’de devraldığın neoliberal politikalara dön…' diyor.

OECD Ocak 2021’de Türkiye ekonomisi hakkında bir rapor yayımladı (OECD Economic Surveys: Turkey Overview). Son yılların ve korona salgını sonrasının ekonomik çalkantılarını, politikalarını ele alan kapsamlı, önemli bir rapor…

Dünya Bankası ve IMF’nin Türkiye raporlarından olumlu bir özelliğiyle farklılaşıyor: Çok sayıda Türkçe araştırmaya, kaynağa referans veriliyor. TTB’nin korona salgınına ilişkin yayınları gibi eleştirel olanlar da dahil… Rapor’un makro-ekonomik tespit ve öngörüleri üzerinde bir gezinti yapalım.  

Son yılların yapısal dengesizliği

Rapor, ekonomimizin bugünkü yapısal dengesizliği üzerinde bir tespit yapıyor:

“Türkiye ekonomisinin temel yapısal dengesizliği çözülmelidir: Büyüme, fazlasıyla iç talep tarafından sürüklenmektedir.  Ekonomi tam çalışma eşiğine yaklaştıkça cari işlem açığı da genişlemektedir.” 

“Dış kaynaklara bağımlılığın kökeninde küresel finansal kriz sonrasında uluslararası fon akımların bollaşması yatıyor. Bu ortamda iç talepte hızlı artışlar fiyatları baskı altına alır; enflasyonu tırmandırır, kalıcı kılar; ulusal para değerlenir, rekabet gücü aşınır.” 

“2018’de olduğu gibi ödemeler dengesi güçlüklerini izleyen döviz kuru şokları kalıcı çözüm getirmemiştir. 2020’deki kur ayarlamasının sonucu da hâlâ belli değildir” (s.27).

Bu tespitler geçerlidir.  Bunları ayrıntılı olarak bu köşede, başka yerlerde inceledim.  Burada yer alan “uluslararası finansal akımların bollaşması” ifadesi ne anlama geliyor? 2008-2009’daki finansal krizin son aşamasında, Batı merkez bankalarının başlattığı trilyonlarca dolarlık parasal genişleme… 

Bu aşırı likidite, çevre ekonomilerine de taştı. Türkiye’ye de 2010-2014’te 250  milyar dolar civarında yabancı sermaye girdi. Dış kaynak girişleri böylece devam etseydi Türkiye’de büyümenin “fazlasıyla iç talep tarafından” sürdürülmesine gerek duyulmayacaktı.?   Dönüm noktası 2013’tür. FED, likidite genişlemesini   yavaşlatacağını duyurur; bu niyet, iki yıl içinde uygulanır; uluslararası piyasalara taşınır. Türkiye’ye de dış kaynak akımları yavaşlar: 2015-2018’de yabancı sermaye girişleri, önceki  dört yılın yarısına iner.

Dış kaynak akımları zayıflayınca, AKP iktidarı, parasal yöntemlerle iç talebi pompalamaya yöneldi. OECD Raporu, 2018 ve sonrasında neoliberal reçeteleri çiğneyen; ekonomiyi zorlayan bu yöntemleri eleştiriyor (bk. ss.17-27). 

Ama, bir soruyu yanıtsız bırakıyor: İç talep → büyüme → sürdürülemeyen dış açık bağlantısını içeren bu yapısal dengesizlik nereden kaynaklanmıştır? Yanıt daha eskiye gidiyor: 2002 sonrasındaki canlı yabancı sermaye girişleri ile neoliberal politikaların bileşkesinden…

İlk günah: AKP’nin 'Lale Devri'

AKP’nin “Lale Devri”, 2003-2007 veya 2003-2011 yıllarını kapsar: Büyüme, dış kaynak girişlerine teslim edilmiş; makro-ekonomik politikalar 2002’de devralınan neoliberal  ilkelere bağlı kalmıştır. 

OECD Raporu, bu döneme övgüyle değiniyor: 

“Tamamen serbestleşmiş sermaye hareketleri ve dalgalı döviz kuru rejimi, Türkiye ekonomisine geçmiş yirmi yıl boyunca büyük yarar sağladı. Bu sayede büyük miktarda dış kaynak ülkeye geldi ve makro-ekonomik şoklara karşı uyum sağladı. Ne var ki, serbest sermaye akımları iç kredi çevrimini de besler ve ekonominin iniş-çıkışını küresel risk iştahına duyarlı kılar” (s.44). 

Bu övgü, sınırsız serbest sermaye hareketlerine ilişkin bir “itirafı” da içeriyor. Kilit ifadeye dikkat: “Küresel risk iştahına duyarlı, iniş-çıkışlı bir ekonomi…”   Bu tespit, ekonominin kısa dönemli kaderini, finans kapitalin spekülatif öğelerine (“risk iştahına”) teslim etme anlamına gelir. “İştah” yükselirken coşkulu; azalırken, son bulurken durgunlaşan, krizlere sürüklenebilen ekonomiler…

Rapor, bu çevrimin yansımalarını Türkiye ekonomisi için hesaplamış: Net sermaye girişleri ile millî gelirin büyümesi arasındaki bağlantı (korelasyon) katsayısı 1999-2010 arasında yüksek (+0,54); son dönemde (2016-2019’da) düşük (+0,22) çıkmaktadır (s.44).  

Bu son dönem, “risk iştahı”nın, dış kaynak hareketlerinin zayıfladığı yıllardır. Bu olumsuzluk AKP iktidarı tarafından iç talep pompalanarak aşılmaya çalışılıyor; ama büyüme canlanamıyor. OECD Raporu, bu dönemin politikalarını yanlış; sonuçlarını ağır buluyor: Kişi başına gerileyen millî gelir, sürdürülemeyen cari açıklar, döviz krizleri… 

Zira, daha ciddi bir frenleme de oluşmuş: AKP’nin Altın Çağı, aynı zamanda Türkiye ekonomisinin dinamizmini tüketen kalıcı bir etkene de yol açmıştır: Ekonominin büyüme potansiyeli aşınmış; sermaye akımlarının canlandığı dönemlerde dahi Altın Çağ’ın büyüme tempolarına dönmek imkânsızlaşmıştır. 

Ekonominin dinamizmi, büyüme potansiyeli geriliyor

OECD raporu da AKP iktidarının ikinci yarısında Türkiye’nin büyüme potansiyelinin gerilediğini tahmin ediyor: 2010-2020 arasında bu eğilim yüzde 4,5’ten 3,5’e inmiştir (s.28, Şekil 11.4).  IMF de Türkiye için 2025’e kadar yüzde 3,5’lik bir büyüme temposu öngörmektedir. 

OECD Raporu’nda, ayrıca, 2020-2022 yılları için Türkiye’nin büyüme tahminleri yer alıyor (s.8, Tablo 1). Yıllık öngörüleri sırayla ve yüzde olarak verelim: -0.2 →  +2,6 → +3,5...   Dünya ekonomisinde “normale dönüş”ün beklendiği 2021-2022’de Türkiye’de öngörülen ılımlı büyüme ilgi çekicidir.  

Önümüzdeki yılın yüzde 3,5’lik büyüme kestiriminin, OECD’nin Türkiye için tahmin ettiği orta dönemli büyüme potansiyelini yansıttığı anlaşılmaktadır.

Korona krizi Batı merkez bankalarını yeniden, 2009’u aşan tempolarda parasal genişlemeye yöneltti. Bu yılın başında finans kapitalin “risk iştahı” yeniden yükseldi; çevre ekonomilerine finansal akımların canlandığı haberleştirildi. 

Kısacası, OECD, Türkiye için dış kaynak akımlarından bağımsız bir olguyu belirliyor: Türkiye ekonomisinin orta dönemli dinamizmi (büyüme potansiyeli) aşınmıştır. Ufukta durgunluk vardır.  

Durgunluk, toplumsal bunalım, yapısal bozulma…

Büyüme potansiyeli, Türkiye ekonomisi “olgunlaştığı” için mi düşüyor? Rapor, Türkiye’nin temel ekonomik göstergelerini OECD ortalamaları ile karşılaştırıyor. (s.6). Ülkemizin tüm göstergeleri (üyelerinin yarısı “yükselen ekonomi” olan) OECD ortalamasının açık-ara gerisindedir. Göstergelerden birine, 15 yaş üstü nüfusun istihdam oranına göz atalım: Türkiye %45,7; OECD: %57,6…

Türkiye’nin büyüme potansiyelindeki gerilemenin 21’nci yüzyılda ekonomi yönetimine damgasını vuran neoliberal modelden kaynaklandığını defalarca tartıştım. Son örnek: “2021’de Ekonomi: Olasılıklar, Seçenekler” Sol Haber, 8 Ocak 2021…

Önümüzdeki yıllarda ekonominin kaderinin iniş-çıkışlı yüzde 3,5’luk bir büyüme temposuna bağlanması, bugünkü toplumsal bunalımı kalıcı hale getirir. İstihdam oranındaki erime ile ağırlaşan; geniş işsizlik oranlarında ortaya çıkan; halkımızın günlük yaşamını ağırlaştıran bir toplumsal bunalım… 

OECD Raporu, korona salgını içinde daha da ağırlaşan toplumsal göstergeleri, Türkçe eleştirel kaynaklara da referans vererek ayrıntıyla inceliyor. Dahası, durumun giderek bozulacağı, 2020-2022 öngörülerinde de gösteriliyor. Bu üç yılın dar işsizlik oranlarına bakalım: %13,2 → %13,7 → %14,5… 2020’de küçülen ekonomi, iki yıl sonra %3,5’lik bir büyüme temposuna yönelmekte; işsizlik oranları yine de yükselmektedir. 

Niçin? Olgunlaşmamış Türkiye ekonomisinde var olan “astronomik” emek rezervlerini ve işsizliği  yüzde 5’in altında bir büyüme temposu ile eritmek mümkün olmadığı için…  OECD Raporu, kronik toplumsal bunalımın salt göstergelerini  tespit ediyor; çözümlemiyor… 

Üstelik bu yazının başında OECD Raporu’ndan aktardığım temel yapısal dengesizlik, yani “potansiyel büyüme eşiğine yaklaştıkça yükselen cari işlem açığı” da devam edecektir. Ekonomi 2020’de küçülürken dahi dış açık verecek; büyümenin başladığı  sonraki iki yılda da cari açık/millî gelir oranı yükselecektir: %4,6 → %4,8…

***

OECD, 2018 ve sonrasında Türkiye’de izlenen “çapaçul”, çelişkili ekonomik uygulamaları eleştiriyor; AKP iktidarına, “fabrika ayarlarına, yani 2002’de devraldığın neoliberal politikalara dön…” diyor.

Solda yer alan iktisatçılar, “piyasalara geçici rahatlama getirir; yapısal bozuklukları, toplumsal bunalımı kalıcı kılar…” diyor. 

Temel çözümleri ise kendi aramızda tartışıyoruz.  

Korkut Boratav / SOL

28 Ocak 2021 Perşembe

Ipsos: Her üç kişiden biri 'Ekonomi daha kötüye gider' diyor - BİRGÜN

Ipsos'un "Türkiye Barometresi Yeni Yıl Raporu - 2021" araştırmasına göre, ağustos ayından itibaren koronavirüs  salgını ve ekonomi ülkenin en önemli sorunu sıralamasında ilk sırada yer aldı. 

Rapora göre, her üç kişiden biri 'Ekonomi daha kötüye gider' diyor. 

Her dört kişiden üçü enflasyonun düşmeyeceğini veya artacağını düşünüyor.

Ipsos’un her yeni yıla başlarken tekrarladığı araştırmasına göre, ülkenin en önemli sorunu arasında ilk sırada ekonomi ve yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgını yer alıyor.

Ipsos, "Türkiye Barometresi Yeni Yıl Raporu - 2021" sonuçlarını açıkladı.

Rapora göre, ülkenin şu anki durumundan memnuniyet ve yakın gelecekteki durumuna dair beklentilerde gençlerin umutsuzluğu dikkat çekiyor.

Araştırmaya göre, 2018 ikinci yarısından beri ülkenin şu anki durumundan memnun olanların oranı yüzde 30 civarında seyrederken 2019 yılının sonu itibarı ile yüzde 24’e gerilemişti, 2020 yılında ise tekrar yüzde 30’lara ulaştı. Gençlerin memnuniyet seviyelerinin de beklentilerinin de diğer yaş gruplarına göre daha olumsuz olması dikkat çekti.

ipsos-her-uc-kisiden-biri-ekonomi-daha-kotuye-gider-diyor-834738-1.

ÜLKENİN EN ÖNEMLİ SORUNU SALGIN VE EKONOMİ

Ipsos'un aktardığına göre, salgın öncesinde ülkenin en önemli sorunu ekonomiydi. Mart ayından itibaren bu durum değişti ve Covid-19 salgını özellikle nisan ve mayıs aylarında açık arayla ülkenin en önemli sorunu haline geldi. Mayıs ayında başlayan kademeli normalleşme ile haziran ayında ekonomi yeniden ilk sıraya yükseldi. Vakaların tekrar artış göstermeye başladığı ağustos ayından itibaren ise salgın ve ekonomi ülkenin en önemli sorunu sıralamasında ilk sırada yer aldı.

ipsos-her-uc-kisiden-biri-ekonomi-daha-kotuye-gider-diyor-834739-1.

HER ÜÇ KİŞİDEN BİRİ 'EKONOMİ DAHA KÖTÜYE GİDER' DİYOR

Rapora göre, her üç kişiden biri 'Ekonomi daha kötüye gider' diyor. Her dört kişiden üçü enflasyonun düşmeyeceğini veya artacağını düşünüyor.

ipsos-her-uc-kisiden-biri-ekonomi-daha-kotuye-gider-diyor-834740-1.

HARCAMA BÜYÜMESİ SON 2 YILIN ALTINDA

Rapor kapsamında Ipsos Hane Tüketim Paneli’nden yıllık sonuçlara da yer verildi. Buna göre hane içi hızlı tüketim ürünleri harcamaları ciro olarak yüzde 16.3 büyüdü ancak harcama büyümesi son 2 yılın altında kaldı.

Pandeminin etkisiyle birlikte haneler bu sene daha seyrek alışverişe gitti, alışverişe gitme sıklığında yüzde 11’lik bir düşüş görüldü. Öte yandan alışveriş başında düşen harcama 2020 yılında yüzde 14.7 artış gösterdi.

"EKONOMİDEKİ SORUNLAR HAYATI DERİNDEN ETKİLEMEYE DEVAM EDİYOR"

Türkiye Barometresi Yeni Yıl Raporunu değerlendiren Ipsos Türkiye Üst Yöneticisi (CEO) Sidar Gedik, "Salgın öncesinde ülkenin en önemli sorunu ekonomiydi. Mart ayında bu durum değişti ve Covid-19 Haziran ayına kadar en önemli sorun olarak kamuoyu tarafından belirtildi. Haziran ayında kadim problemimiz ekonomi yeniden ilk sıraya yükseldi. bu kadar can alan korkunç bir salgında bile ekonomideki sorunlar hayatı derinden etkilemeye devam ediyor, bu resimden ekonominin giderek vatandaş için daha da yakıcı bir sorun olmaya başladığı sonucunu çıkarıyorum. Bu tespitte salgının ekonomiyi doğrudan vuruyor olmasının da etkisi yüksek. Her dört kişiden üçü, salgının kişisel ekonomisi için tehlike oluşturduğunu belirtiyor" değerlendirmesini yaptı.

Araştırmanın künyesi hakkında da şu bilgilere yer verildi:

"Türkiye Barometresi Yeni Yıl Raporu hazırlanırken Türkiye Barometresi Araştırması ve 

Koronavirüs Salgını ve Toplum Araştırması baz alınmıştır. Her iki araştırma da Ipsos’un 

finansmanında Ipsos’un Sosyal Araştırmalar hizmet birimi tarafından 

gerçekleştirilmiştir. 2020 Türkiye Barometresi Araştırmasının sahası Kasım – Aralık 

2020 tarihlerinde yüz yüze görüşme yöntemi ile gerçekleştirildi. 12 IBBS bölgesinden 

seçilen 15 ilde gerçekleştirilen çalışmanın örneklem sayısı 1300 ve araştırmanın hata 

payı %95 güven aralığında +/- 2,5’tur. Koronavirüs Salgını ve Toplum Araştırması Mart 

2020’den bu yana haftalık olarak gerçekleştirilmektedir. Araştırma Online görüşme 

yöntemi ile gerçekleştirilmekte ve örneklem aylık 800 görüşmeden oluşmaktadır. 

Araştırmanın hata payı %95 güven aralığında +/- 2,5’tur."

BİRGÜN

Zenginliğin kara deliği İstanbul - OZAN GÜNDOĞDU / BİRGÜN

 


TÜİK, ülkenin gelir haritasını çıkardı. Toplam gelirin yüzde 30,7’sinin elde edildiği İstanbul devasa nüfusuna rağmen kişi başına düşen gelirde de yine birinci oldu. Kentteki gelir uçurumu öyle bir boyutta ki, İstanbul’da elde edilen gelir eşit bölüşülse her 4 kişilik aileye aylık 28 bin 932 lira düşüyor.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2019 yılına ilişkin iller bazında gayrisafi yurtiçi hasıla verilerini yayımladı. Rakamlar hem kişisel hem de bölgesel gelir dağılımında yaşanan uçurumu gözler önüne seriyor. 81 ilden biri olan İstanbul, ülkenin her 3 liralık gelirinin 1’ini yaratıyor. Megakent yıllar içinde siyasal İslamcıların da amaçlarına uygun biçimde bir kara deliğe dönüşmüş durumda. Anadolu’da ve İstanbul’un merkezlerinde geniş kesimler karın tokluğuna şükrederken, bir zamanlar “Anadolu Kaplanları” olarak anılan İslamcı sermaye çevreleri de İstanbul’a taşınmaya başladı. İşte iller bazında GSYH göstergelerinin arka planı…

İstanbul kara delik gibi Anadolu’nun gelirlerini yutuyor

Türkiye’de tüm ekonomik kesimler 2019 yılı boyunca 4 trilyon 320 milyar lira gelir elde etti. Bu gelirin bir kısmı ücretlilerin maaşları ve yevmiyeleri, bir kısmı patronların karları, bir kısmı ise kira faiz gibi sermaye işletmecileri tarafından elde edildi. Ancak söz konusu 4 trilyon 424 milyar liralık gelirin yüzde 30,7’sine karşılık gelen 1 trilyon 327 milyar lirası İstanbul’da elde edildi. Başka bir ifadeyle Türkiye’nin her 3 liralık gelirinin yaklaşık olarak 1’i İstanbul’da kazanıldı.

Gelir dağılımı megakent için uçuruma dönüşmüş durumda

İstanbul en az 16 milyonluk nüfusuyla, ülke halkının yüzde 19’unun ev sahibi konumunda. TÜİK verilerine göre kentte kişi başına düşen gelir 2019 itibariyle yıllık 86 bin 798 TL. Bu haliyle sadece elde ettiği toplam gelir itibariyle değil, aynı zamanda kişi başına düşen gelir itibariyle de İstanbul ülkenin en zengin kenti. Ancak diğer yandan da gelir dağılımının en adaletsiz olduğu kentlerin de başında İstanbul geliyor. 86 bin 798 liralık gelir 4 kişilik aile için düşünüldüğünde böyle bir ailenin cebine yılda 347 bin 192 lira, aylık ise 28 bin 932 lira girdiği hesaplanabilir. Peki megakentte 4 kişilik ailelerin kaçı ayda 28 bin 932 lira kazanıyor? İstanbul aynı zamanda açık farkla ülkenin en büyük işçi kenti. Ücretlilerin yarıya yakınının asgari ücret civarında gelir sahibi olduğu düşünülürse 4 kişilik bir ailede 2 kişi asgari ücretle çalışsa dahi ele geçen para 5 bin liradan biraz fazla. Buna karşılık kişi başına düşen gelirin 28 bin 932 liraya denk gelmesi, küçük bir azınlığın el koydukları zenginlikle ortalamayı yükseltmesinden kaynaklanıyor.

Türkiye ortalamasından 34 bin lira daha zengin

Öte yandan Türkiye’nin kişi başına düşen gelirinin yıllık 52 bin 316 TL olduğu düşünülürse İstanbul’daki kişi başına düşen gelir Türkiye’nin 34 bin 483 lira üzerinde.

Ağrı’dan 5 kat zengin olan kent emekçilerin cehennemi

İstanbul’da kişi başına gelirin yüksek olması kenti daha pahalı hale getiriyor. Kira ve faturaların asgari ücretin yarısından fazlasını oluşturduğu kent tarım ürünlerini Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden temin ediyor. Lojistik ve aracılık faaliyetleri nedeniyle kentteki gıda fiyatları da Anadolu’dan daha pahalı. Hal böyle olunca İstanbul’un zenginliği küçük bir azınlığın olurken, milyonlar için megakent bir cehenneme dönüşüyor.

Buna karşılık en yoksul il ise kişi başına düşen gelirin yıllık 16 bin 727 lira olduğu Ağrı olarak kaydedildi. Bu haliyle İstanbul’daki kişi başına gelir, Ağrı’nın tam 5,4 katına denk geliyor.

Finans sermayesinin başkenti İstanbul

Toplam gelirin yüzde 30,7’si İstanbul’da elde ediliyor. Ancak bazı sektörlerde bu oran çok daha yüksek. Toplam gelirin kara deliğine dönüşmüş olan kent, finans sermayesinin başkenti haline gelmiş durumda. Verilere göre ülkedeki tüm finans ve sigorta işlemlerinden 137,9 milyar lira gelir elde edilirken, bu paranın yüzde 58’ine karşılık gelen 80,3 milyar lirası İstanbul’da elde edildi. Bu sektörün gelirlerinin yüzde 42’si geri kalan 80 il tarafından bölüşüldü.

***

En zenginle en yoksul arasında uçurum var

TÜİK verilerine göre kişi başına düşen yıllık gelirde en zengin ve en yoksul 5 il şu şekilde:

İstanbul: 86 bin 798 TL

Kocaeli: 81 bin 228 TL

Tekirdağ: 70 bin 788 TL

Antalya: 60 bin 632 TL

İzmir: 60 bin 554 TL

TÜRKİYE: 52 bin 316 TL

77- Adıyaman: 22 bin 454 TL

78- Bitlis: 22 bin 180 TL

79- Van: 18 bin 708 TL

80- Urfa: 17 bin 465 TL

81- Ağrı: 16 bin 727 TL

***

Ankara’nın batısı gelirin yüzde 76'sını elde ediyor

Türkiye haritasına gelirler ölçeğinde bakıldığında zenginliğin batı illerinde yoğunlaştığını ortaya koyuyor. Haritada Ankara’nın batısında kalan 31 ilin toplam geliri ülkenin toplam gelirinin yüzde 76’sına sahip olurken, geri kalan 50 il gelirin yüzde 24’ünü bölüşüyor. (Ankara’nın batısındaki 31 il; İstanbul, Tekirdağ, Edirne, Kırklareli, Balıkesir, Çanakkale, İzmir, Aydın, Denizli Muğla, Manisa, Afyon, Kütahya, Uşak, Bursa, Eskişehir, Bilecik, Kocaeli, Sakarya, Düzce, Bolu, Yalova, Ankara, Konya, Karaman, Antalya, Isparta, Burdur, Zonguldak, Karabük ve Bartın)

zenginligin-kara-deligi-istanbul-834800-1.

OZAN GÜNDOĞDU / BİRGÜN


Cemaat liderinin mezardan cenazesinin taşınmasında arbede yaşandı.(SÖZCÜ)

 

Kocaeli'nin Kartepe ilçesinde, 6 Kasım tarihinde hayatını kaybeden cemaat lideri ve şeyh olarak tanıtılan Yakup Haşiminin, konut arazisine defnedilen cenazesinin taşınması sırasında olaylar çıktı. Cenazenin taşınmasını istemeyen ve polise direnen tarikat üyelerinden gözaltına alınanlar oldu.

Kartepe Acısu Mahallesinde Gülzar-ı Hacegan İlim, İrfan Derneği adı altında faaliyet gösteren bir cemaatin lideri olan ve şeyh olarak tanıtılan Yusuf Haşimi 6 Kasım günü hayatını kaybetti.
Yusuf Haşiminin cenazesi, türbe yapılacağı gerekçesiyle dergah adı verilen yapının karşısında bulunan konut alanına defnedildi. Şikayet üzerine olay adli makamlara taşındı. Savcılık tarafından cenazenin bulunduğu alandan çıkarılıp mezarlığa defnedilmesine karar verildi.
CEMAAT ÜYELERİ CENAZENİN TAŞINMASINA TEPKİ GÖSTERDİ
Kararın ardından polis ve cenaze hizmetleri ekipleri, akşam saatlerinde mezarın bulunduğu alana gelerek cenazeyi çıkarmak istedi. Mezarın açılıp, cenazenin taşınmasına tepki gösteren cemaat üyeleri ile polis arasında arbede yaşandı. Arbede sırasında çok sayıda kişi gözaltına alındı. Polis ekipleri mahalleye giren cadde ve sokaklarda yolu keserek görevliler dışında kimsenin geçişine izin vermedi.
KENTE GİRİŞLERDE ÖNLEM ALINDI
Cenazenin çıkarılması için çalışmalar başlarken, çevre illerden cemaat üyelerinin Kartepeye gelme ihtimaline karşı kent girişinde güvenlik güçleri tarafından tedbir alındı.
GÜVENLİK ÖNLEMLERİ EŞLİĞİNDE MEZARLIĞA GÖTÜRÜLDÜ
Polis ve mezarlıklar müdürlüğü ekipleri tarafından Yakup Haşiminin mezarı açıldı. Cenaze defnedilmek üzere Kartepe Fatih Sultan Mehmet Mezarlığına götürüldü.
Cenaze aracına çok sayıda polis aracı eşlik ederken, defin sırasında yanında bulunması için bazı cemaat üyeleri de mezarlığa götürüldü. Cenazenin defnedileceği mezarlıkta polis ekipleri tarafından geniş güvenlik önlemleri alınırken, mezarlığa çıkan yollar kesilerek görevliler haricinde kimsenin geçişine izin verilmedi.

(SÖZCÜ)

Sen bu sendikaya üye olma Bülent Ersoy - Alpaslan Savaş / SOL

Müzisyenler ve sahne emekçileri belki köklü bir sendikal örgütlenme geleneğine sahip değiller ama buna rağmen iz bırakmış denemeleri, sonuç almış deneyimleri var.

Güvencesiz çalışma, milyonlarca emekçi için hâkim çalışma rejimi haline geldi. Güvencesizlik, artık sadece kayıt dışılık ile tanımlanmıyor. Bu rejim ücret, çalışma süresi ve işin sürekliliğinde belirsizlik üzerine kurulu. Kuralsızlığı dayatıyor. Giderek daha fazla iş ve meslek grubunu içine alıyor. Ve tek bir dayanağı var, o da örgütsüzlük.

Kuşatmayı en fazla yaşayan meslek gruplarından biri de müzisyenler ve sahne emekçileri. Onlar için güvencesiz çalışma koşulları, pandemide ağırlaşan yaşam koşullarına dönüşmüş durumda. Örgütsüzlüğün, yalnız kalmanın bedelini çok ağır ödüyorlar.

İyi haber ise hafta başında Birlik Sendikası’ndan geldi. 

Müzik emekçileri Birlik Sendikası’nda örgütlenmeye başladı. Sendika, okullu-alaylı tüm müzisyenlere, rodi, tonmayster ve tüm teknik ekip çalışanlarına çağrı yaparak onlara kapısını açtı.1

Sendikanın çağrısına eşlik eden ve aynı zamanda bir müzik öğretmeni olan müzisyen Kardelen Pınar, içinde bulundukları durumu şöyle özetliyor:

“Bir müzik emekçisi olarak sigortasız çalıştırılmaktan, ‘nasılsa bir saat çalacaksınız’ denip ücret pazarlığı yapılmasından, istihdam olanaklarının yetersizliğinden, sevdiğimiz işi yaptığımız düşüncesiyle yaşadığımız emek sömürüsünün görmezden gelinmesinden ve pandemiyle birlikte ‘acaba biz ülkenin vatandaşı mıyız, bu ülkede var mıyız’ sorusunu sormaktan çok sıkıldım”2

Müzik emekçilerinin içinde bulunduğu durum bundan daha açık ifade edilemezdi sanıyorum. Belli ki bu örgütsüzlük sürdürülemez durumda. Sıkılmakla kalmamak, harekete geçmek gerekiyor.

Aslında bu açıdan tarihsiz bir topluluk değil müzik emekçileri. 46’da İstanbul Sendikalar Birliği bünyesinde kurulan onlarca sendikanın arasında, içlerinde müzisyenlerin de bulunduğu bir Güzel Sanatlar Kol ve Kafa İşçileri Sendikası da var örneğin. Dönemin Sıkıyönetim Komutanlığı’nın meşhur 16 Aralık kararları sonucu diğerleriyle birlikte kapatılan bu sendikanın ömrü birkaç haftayla sınırlı kalıyor.

47’deki sendikalar yasasından sonra ilk deneme ise 1950 yılına rastlıyor. Müzisyenlerin kurmak istedikleri sendika dönemin Çalışma Bakanlığı tarafından “işçi statüsünde olmadıkları” gerekçesiyle reddediliyor. Bir yıl sonra, bu girişim İstanbul’da “Hafif Batı Musikisi Mensupları Sendikası”nın kurulması ile başarılıyor. Bu sendika, bilinen ilk müzisyen sendikası olarak tarihe geçiyor.

1975 yılında bu kez Ankara’da Türk-İş tarafından bir sendika kuruluyor. Adı “Hafif Batı Müziği Sanatçıları Sendikası” olan bu sendika 12 Eylül sonrası kendini feshedip TOLEYİS’e katılana kadar doğrudan müzik ve sahne sanatları alanında üye kaydediyor, örgütleniyor.

12 Eylül öncesi örnekler içinde belki de en çarpıcı olanı DİSK’in etkisiyle İzmir’de yürütülen müzisyen ve sahne emekçileri örgütlenmesidir. Dönemin Türkiye Maden İş Sendikası İzmir Bölge Temsilcisi Vural Atis’in yürüttüğü bu müzisyenler sendikası örgütlenmesi İzmir’de şaşırtıcı örnekler ortaya çıkarıyor. En başta da İzmir Enternasyonal Fuarı’nda…

Fuarın meşhur gazinoları var. Manolya'da Zeki Müren, Göl Gazinosu'nda Muazzez Abacı, Ekici'de Bülent Ersoy…

Her birinde sahne alan bu ünlülere İzmir’den pek çok müzisyen ve sahne emekçisi eşlik ediyor. Atis’in sendika girişimi işte esas olarak fuarda çalan ve sahnede çalışan bu müzisyenler arasında örgütleniyor.

Ne kadarı gerçek ne kadarı efsane olduğu, kulaktan kulağa yayılmış olması nedeniyle bilinemez ama prova sırasında hatalı nota basan kemancıya tokat atan Bülent Ersoy’un arkasında çalmama kararı alan müzisyenler İzmir’de sıklıkla anlatılır. 

Ersoy ancak o kemancıdan özür diledikten sonra yeniden sahneye çıkabilmiştir. Kemal Türkler öldürüldüğünde, düğün salonları dâhil hiçbir yerde canlı müzik çalınmaması o müzisyenlerin kararıdır. Dönemin tanıkları, Atis ve arkadaşlarının Basmahane’nin gayrı meşru pavyonlarında bile örgütlenme çalışmaları yaptıklarını, sendikaya üye kaydettiklerini anlatıyor.

Evet, müzisyenler ve sahne emekçileri belki köklü bir sendikal örgütlenme geleneğine sahip değiller ama buna rağmen iz bırakmış denemeleri, sonuç almış deneyimleri var.

Şimdi salgının katladığı sorunların da etkisiyle yeni bir sendikada, Birlik Sendikası’nda yeni bir deneyim için kolları sıvadıkları anlaşılıyor.

Yolları açık olsun.

Yazıyı yine onlarla ama bu kez Amerika’dan bir örnekle bitirelim. Madison Square Garden’da Pete Seeger’ın 90’ncı doğum günü konseri. Sahnede müzisyenler New York City İşçi Korosu ile birlikte Seeger’ın “Union Maid” şarkısını söylüyor. Şarkının nakaratı şöyle: “Beni korkutamazsın, ben sendikaya bağlıyım. Ben sendikaya bağlıyım, ölene kadar”.

Şarkıyı sonuna kadar keyifle dinlemenizi öneririm. Şarkının sonunda müzisyenlerin sendika kimlik kartlarını havaya kaldırarak seyircileri selamlama sahnesini ise kaçırmayın.

Alpaslan Savaş / SOL



Libya’da hedef tutmadı, müteahhitlerin gözü Azerbaycan’da - Emre deveci / SÖZCÜ

 

Türkiye’nin askeri olarak aktif olduğu ülkelerden Libya’da müteahhitler alacaklarını tahsil edemezken, 2021 için gözler savaş sonrasında Dağlık Karabağ’daki yeniden inşa projeleri için Azerbaycan’a çevrildi. Müteahhitler, Körfez açılımı da istiyor.




Türk inşaat sektörü, yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da oldukça aktif. Ankara’nın dış politikası, yurt dışı müteahhitlik işlerini de yakından ilgilendiriyor.

Bu durumun bir örneği de Azerbaycan. Dağlık Karabağ savaşının sona ermesinin ardından Türk müteahhitler gözlerini bu ülkeye çevirdi.

Türkiye Müteahhitler Birliği'nin (TMB) yayımladığı ocak bülteninde “Dağlık Karabağ’da ortaya çıkacak ihtiyaçlar ile yeniden imar çalışmalarında Türk müteahhitlerinin aktif rol üstlenmeleri ve Azerbaycan ekonomisine en iyi şekilde katkıda bulunmaları önümüzdeki yılın öncelikleri arasında yer almaktadır” denildi.

Ticaret Bakanlığı verilerine göre, Türk müteahhitler Azerbaycan'da 2019'da 556 milyon dolar, 2020'de 343 milyon dolarlık ihale aldı. 2020’de Türk müteahhitlerin parasal olarak en çok ihale aldıkları 11. ülke Azerbaycan oldu. Bu ülkede 19 proje üstlenildi.

BEKLENTİLER YÜKSEK

Sozcu.com.tr'ye konuşan TMB Başkanı Mithat Yenigün, 2021'de bu rakamın artmasını ve Karabağ'daki yeniden inşa projelerinden önemli pay almayı beklediklerini dile getirdi.

1972-2020 döneminde Türk müteahhitler yurt dışında 418,6 milyar dolarlık proje üstlenirken, Azerbaycan'ın toplam içindeki payı oransal olarak yüzde 3,5, miktar olarak 14,8 milyar dolar oldu.

AZERBAYCAN'A SİLAH İHRACATI ÜÇE KATLANDI

Ankara, Bakü'ye Dağlık Karabağ savaşı sırasında tam destek verirken, Türkiye'nin Azerbaycan'a silah ihracatında da ciddi artış kaydedildi.

Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) verilerine göre, 2020'de savunma ve havacılık sanayisinin toplam ihracatı pandeminin de etkisiyle yüzde 16,8 gerileyerek 2,3 milyar dolar oldu.

Bu dönemde söz konusu sektörün Azerbaycan'a ihracatı ise yüzde 194 artışla 261 milyon dolara yükseldi.
2020'de savuna ve havacılık ihracatında ilk sırayı 784 milyon dolar ile ABD alırken, Azerbaycan ikinci sıraya yükseldi.

TEKFEN VE KOLİN İHALE ALDI

2021 yılıyla birlikte Azerbaycan'dan inşaat ihalesi haberleri de gelmeye başladı. Tekfen Holding, 13 Ocak'ta KAP'a yaptığı açıklamada, holdingin bağlı ortaklığı Tekfen İnşaat’ın 218 milyon euro proje tutarlı Azerbaycan Merkez Bankası yönetim binası inşaası sözleşmesini imzaladığını duyurmuştu.

Dünya gazetesinden Kerim Ülker bugünkü haberinde, Kolin İnşaat'ın Karabağ'da 29,4 milyon dolarlık otoyol yapım ihalesini aldığını yazdı.

AKP hükümetine yakınlığıyla bilinen ve son beş yılda yurt içinde 24,8 milyar TL’lik ihale alarak bu alanda Kalyon İnşaat’ın hemen ardından ikinci sırada yer alan Kolin İnşaat’ın daha önce Azerbaycan’da aldığı dört otoyol inşaatı daha bulunuyor.

Hükümete yakın bir diğer sermaye grubu Demirören Holding de, Azerbaycan'ın milli piyango şirketi Azerlotereya'yı devralmak üzere Bakü yönetimiyle anlaşmıştı.

YURT DIŞI MÜTEAHHİTLİKTE İLK SIRADA RUSYA VAR
2020'de üstlenilen 14,4 milyar dolarlık yurt dışı projelerden yüzde 31,9'luk payla 4,6 milyar dolarlık bölümü Rusya'da alındı. 1972-2020 döneminde de yüzde 20,1'lik pay ve 84 milyar dolarlık payla ilk sırada yer aldı.

LİBYA'DA HEDEFLENEN OLMADI

Türkiye'nin yurt dışındaki ilk müteahhitlik ihalesini aldığı ülke olan ve 2011 yılında Muammer Kaddafi devrilene kadar da yurt dışı müteahhitlik ihalelerinde hep ilk sıralarda yer alan Libya'da ise işler istendiği gibi gitmiyor.

Muammer Kaddafi döneminde üstlenilen inşaat işlerinden kalan borçların yanı sıra savaş sırasındaki makine ve teçhizat kayıpları da telafi edilemedi.

TMB verilerine göre, Türk müteahhitlerin Libya'da yaptıkları işlerden 1,5 milyar dolarlık hak ediş alacağı var. 1,3 milyar dolarlık makine ve teçhizat ülkedeki savaş sırasında yok oldu ve bu zararın telafi edilmesi bekleniyor.

Bunlara ek olarak, müteahhitlerin Libya'da kazandıkları ihaleler için Türk bankalarından aldıkları 1,2 milyar dolarlık teminatlar da duruyor ve bankalara yıllık 50 milyon dolarlık komisyon ödeniyor.

TMB'nin bülteninde, Libya’da Türk inşaat firmalarının sorunlarının çözümü için 2020 yılı Ağustos ayında başlatılan süreçte henüz sonuç alınamadığı belirtildi.

Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan ve Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti Planlama Bakanı Tahir El-Cuheymi tarafından Ankara’da imzalanan Türkiye-Libya Mutabakat Zaptı kapsamında, Türk firmalarının Libya işveren idareleri ile geçmişten kalan sorunlarının müzakere edilmesi ve çözüme kavuşturulması için belirlenen sürenin yıl sonunda dolduğunu aktaran TMB, durumu şöyle anlattı:

“Bu süreçte, Türk firmaları tarafından yazılı başvuruda bulunularak görüşme talep edilmesine karşın Libya idarelerinden birkaç istisna dışında herhangi bir geri dönüş alınamamış; müzakereler için idarelerce Ulusal Mutabakat Hükümeti Başkanlık Konseyi’nin Türk firmalarının projeleri için tahsis edeceği özel fonun beklendiği öğrenilmiştir.”

MÜTEAHHİTLER SUUDİ AÇILIMI BEKLİYOR

TMB bülteninde dikkat çeken bir talepse Körfez ile ilgili oldu. “2021 yılı için en fazla iş potansiyeli taşıyan ilk üç pazarı yaklaşık 40 milyar ABD Dolarlık proje portföyleriyle Suudi Arabistan, Nijerya ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) olarak açıklamıştır” bilgisinin aktarıldığı bültende Suudi Arabistan'a ilişkin şu ifadeler yer aldı:

“Toplam proje tutarı açısından Suudi Arabistan, Orta Doğu ülkeleri içinde (Irak’ın ardından) ikinci, tüm pazarlar arasında da altıncı ülke konumunda olması nedeniyle önem taşımaktadır. Türkiye aleyhine oluşturulan algının bertaraf edilmesi, özellikle Suudi Arabistan pazarında yaşanan sıkıntıların giderilmesi her zamankinden önemli hale gelmektedir.”

2019’da 19,7 milyar dolar olan yurt dışı müteahhitlik sektörü hizmetleri, 2020’de 14,4 milyar dolara gerilerken, düşüşte pandeminin yanı sıra Suudi Arabistan ve BAE’nin Türk müteahhitlere karşı uyguladığı boykot etkili olmuştu.

Emre deveci / SÖZCÜ

27 Ocak 2021 Çarşamba

Nâzım Hikmet ve Cemal Süreya’nın kesişen yaşam öyküleri - Şükrü Aslan / BİRGÜN

 

Geçtiğimiz günlerde Nâzım Hikmet’in doğum, Cemal Süreya’nın da ölüm yıldönümleri nedeniyle, Türkiye’nin bu iki şairi üzerine bir kez daha hatıralar, bilgi ve etkinlikler paylaşıldı. 

Bu anmaların çok değerli olduğu kuşkusuz, çünkü hem Nâzım hem de Cemal Süreya yakın tarihimizde derin izler bırakmışlardır.

Nâzım Hikmet ve Cemal Süreya birbirlerinden uzak coğrafyaların çocuklarıydı; birisi Selanik, diğeri de Dersimliydi. Yaşıt da değillerdi, Cemal Süreya dünyaya gözlerini açtığında Nâzım 29 yaşındaydı. Nâzım’ın hayatında cezaevi baskın bir yer tutar, buna karşılık Cemal Süreya’nın hayatında cezaevi tecrübesi olmadı. İki şairin hayatlarındaki benzemezliklere karşın kesişen öyküler de var. İkisi de Cumhuriyet’le kurulan politik sistemin mağduru oldular. Söz konusu sistem Nâzım’ı komünist fikirlerinden dolayı hapiste; Cemal Süreya’yı ise amacı ‘dil ve kültür birliğini sağlamak’ olan İskan Kanununa göre sürgünde tuttu. Nâzım, daha iyi bir dünyada yaşamayı arzu eden fikirlerinin; Cemal Süreya da içine doğduğu ve hâkim sistem tarafından ‘sorun’ olarak tanımlanan kültürel-etnik kimliğinin bedelini ağır biçimde ödedi.

İkisinin yaşam öykülerindeki kesişmeler ilginçtir. Ne Cemal Süreya ailesi ile birlikte seyahat hevesiyle Erzincan’dan Bilecik’e gitti ne de Nâzım, aynı hevesle SSCB topraklarına. İkisinde de sistemin getirdiği mecburiyetler vardı. 1947 yılında 5098 Sayılı Yasa ile isteyenlerin yeniden memleketlerine dönebileceklerine dair düzenleme yapıldığında, Cemal Süreya’nın annesi artık hayatta değildi ve sürgün edildikleri Bilecik’te toprağa verilmişti. Babası da 1957’de hayatını kaybedecek ve aynı yerde toprağa verilecekti. Cemal Süreya için artık pratik bir anlamı kalmasa da sürgünün bittiği yıl, Nâzım için ‘özgürlük kampanyaları’nın başladığı dönemdi. Nâzım, hapisten o kampanyanın sonunda çıktı ve o da yeniden içeri girmemek için gittiği Moskova’da; anavatanından uzaklarda hayatını kaybetti.

Atilla Coşkun’un yazdığına göre (Cem Yayınları, 2002) Nâzım, ilki 1925’te olmak üzere 11 kez yargılanmış; neredeyse iki yılda bir mahkemeye çıkmak zorunda kalmıştı. 1938 yılında hakkındaki son yargılama ile otuz dört yıla yakın ağır hapis cezasına mahkûm edilmiş; 13 yıl aralıksız olarak İstanbul, Ankara, Bursa, Rize ve Çankırı illerinde askeri-sivil cezaevlerinde tutulmuştu. Davalarının konusu genelde ya komünistliğe tahrik ya da kanunun cürüm addettiği fiili övmek ile ilgiliydi. Bunlar, rejimin mutlak otorite politikası nedeniyle açılan siyasi davalardı. Farklılıklara-muhalefete imkân tanımayan 1930’lu yılların milliyetçi politik iklimi, sadece Nâzım için değil, isimsiz pek çok muhalif için böyle ölçüsüz sonuçlar doğurmuştu.

Cemal Süreya’nın öyküsünde Nâzım’a isnat edilen suçlamalar yoktu ama ailesi, aynı sistemin kurmaya çalıştığı ‘kültürel birliğin’ dışındaydı. Etnik-inanç kökleri nedeniyle birliğin dışında kalanları dağıtmak için hükümet iki yıl çalışmış ve bir kanun çıkarmıştı. Kanun uyarınca sadece Pülümür’den 778 aileden 4066 nüfus yerlerinden edilmiş; batının köylerine, her köye bir aile gelecek şekilde ‘serpiştirilmişlerdi.’ Pülümürlü Hüseyin ile Erzincan’ın Karatuş köyünden Gülbeyaz (nüfustaki adı Güllü) hanım; aralarında Cemal Süreya’nın da olduğu çocukları ile bu yasa kapsamında Bilecik’e gönderilmişlerdi. Cemal Süreya’nın ‘Bir yük treninde açtım gözlerimi’ ile başlayan dizeleri bu öyküyü o kadar içeriden-dokunaklı anlatır ki başka söze gerek bile yoktur. Sürgünün nedenini-bağlamını öğrenmek isteyenlere 1934 yılında çıkarılan 2510 Sayılı İskan Kanununu baştan sona okumalarını öneririm.

Nâzım Hikmet ve Cemal Süreya aynı yüzyılın tanığı ve o yüzyılda kurulan politik sistemin mağduru oldular. İkisinin de şiirinde bu öykünün izlerini aramak bir sarraf titizliği gerektirir. Kanaatime göre sosyolojik öyküsü esas olarak hala yazılmamış olan Cumhuriyet de o yüzyılın ürünüdür. Cemal Süreya ve Nâzım’ın öyküleri Cumhuriyet tarihini anlamak için de çok özel bir deneyimdir. Tam da bu bağlamda, Türkiye’nin iki büyük şairini anarken hayatlarının kesişen bu öykülerini, Cumhuriyet’e halel gelmesin kaygısıyla atlamak, herhalde bir yarım anma sayılabilir, çünkü bir yarım anlatıdır.

Şükrü Aslan / BİRGÜN

Bu koşullarda gidilecek bir seçimde… - Fatih Yaşlı / SOL

 İktidar bir yandan en iyi bildiği işi yapıp ittifakları dağıtmaya oynar ve yasal düzenlemelere hazırlanırken, öte yandan “seçimle gitmeme konsepti”ne uygun adımları atmaya devam ediyor. 

İktidarın mütemadiyen “seçimler zamanında, yani 2023’te yapılacak” dediği, muhalefetin ise erken seçim istiyormuş gibi yapmaktan öteye gitmediği bir konjonktürde, yine de Türkiye siyasetinin biricik gündemini seçimler oluşturuyor.

Böylesi bir konjonktürde, taraflar karşı ittifakları dağıtmayı ve yanlarına yeni müttefikler çekmeye çalışmayı öncelik haline getirmiş durumda. Bunun için de birbirlerinin içine oynuyor, müttefikler arası ilişkileri sarsmaya, ittifakları çatırdatmaya çalışıyorlar. 

Siyasetin bütünüyle sandığa endekslendiği, muhalefetin de büyük katkısıyla sokağın öcüleştirildiği, toplumsal muhalefetin bulunmadığı, siyasal alanın iyice daraldığı ve sadece oy hesabı yapılan bir siyasi atmosferde aksi mümkün olabilir mi ki zaten? 

Olamıyor ve siyasetin gündelik formu da “dar alanda kısa paslaşmalar yapmak”tan öteye gitmiyor, gidemiyor.  

Peki bir erken seçim olur mu? Bu sorunun yanıtını verebilecek olan özne, bugün her şeye rağmen iktidar. Evet, AKP-MHP zayıflıyor, güç kaybediyor doğru ama muhalefet halen daha iktidarı erken seçime zorlayabilecek bir güce sahip değil; böyle bir niyetinin olduğu da zaten ayrıca şüpheli. 

Bu nedenle, seçimin ne zaman yapılacağını iktidarın tercihleri belirleyecek. Eğer iktidar, “siyaset ekonomiyi önceler” diye düşünerek, örneğin Irak’ta bir PKK operasyonu ya da benzer bir “milli hadise” eşliğinde baskın seçimi tercih ederse, bu sene içerisinde bir erken seçim görmemiz olası. 

Yok eğer iktidar, pandeminin zayıflamasını, dünya ekonomisindeki ve buna bağlı olarak Türkiye ekonomisindeki göreli toparlanmayı bekler, faizleri yeniden düşürebileceğini ve böylece tüketim olanaklarını artırabileceğini, işsizlik ve enflasyonda ise bir nebze de olsa bir iyileşme yaratabileceğini varsaydığı bir ortamda seçime gitmeyi isterse, seçimin en erken 2022’de gerçekleşeceğini söyleyebiliriz.

İkinci olasılık şu an daha güçlü gibi görünüyor ama her ne olursa olsun, yani ister bu yıl içerisinde ister gelecek sene ya da zamanında yapılsın, bir kez daha esas meselenin seçimlerin ne zaman yapılacağından çok ne şekilde yapılacağı olduğunun söylenmesi ve görülmesi gerekiyor. 

Türkiye siyasetinde bir yandan seçimden başka bir şey konuşulmazken, öte yandan ise yapılacak seçimlerin seçimden başka her şeye benzeyeceğine ve bunun adına “serbest seçimler” denemeyeceği gerçeğine dair derin bir sessizlik var. Sadece iktidar değil muhalefet de bu sessizliğin taşıyıcısı durumunda üstelik.   

Oysa Türkiye’de gerçek anlamıyla “serbest seçimler”in yapılmasının ve serbest seçimler aracılığıyla iktidarın el değiştirmesinin bizzat iktidar eliyle imkânsızlaştırıldığı görülmedikçe sandığa hapsedilmiş siyasetten çıkış ve dolayısıyla iktidardan kurtuluş mümkün olmayacak.

Karşıda devletleşmiş bir parti, bağımsız olma niteliğini yitirmiş ve iktidarın uzantısı haline gelmiş bir yargı, ortadan kaldırılmış bir kuvvetler ayrılığı, propaganda makinesi olarak çalışan bir medya ve “iç düşman” konseptine uygun olarak düzenlenmiş bir güvenlik aygıtı var. 

Durum buyken, tüm bunlar yokmuşçasına “serbest seçimler”den bahsetmenin ve “her şey çok güzel olacak” demenin herhangi bir anlamının bulunmadığı ortada.  

Dahası, stratejiyi sadece bugünkü mevcut ittifakların değişmeden devam edeceği, buraya iktidarın herhangi bir müdahalede bulunamayacağı ve bulunduğunda da sonuç alamayacağı üzerine yapılan matematiksel hesaplar, yani % 51’in cepte olduğu iddiası üzerinden kurmanın da herhangi bir karşılığı yok. 

Saadet, İYİP, DEVA, Gelecek, bunların hepsinin iktidarla konuşmaya ve uzlaşmaya teşne oldukları herkesin malumu. Saadet’in buradaki “zayıf halka”yı teşkil ettiği ve tam da bu nedenle Erdoğan’ın buraya oynadığı, Saadet’i Cumhur İttifakı’na katmanın hesaplarını yaptığı son ziyaretlerine bakarak kolayca anlaşılabiliyor. 

Ayrıca HDP’ye yönelik bir kapatma davasının da tüm bu oy hesaplarını alt üst etme ihtimali hayli yüksek; çünkü öyle bir davanın mahkeme salonlarının ötesine geçmesi ve bunun üzerinden bir milliyetçi histeri dalgası yaratılması, seçimlere de o dalga eşliğinde gidilmesi hiç de zor olmayacaktır.

Bunlara bir de seçim yasasında yapılacak değişiklikleri, dar ya da daraltılmış bölge yöntemiyle seçime gidilmesini ekleyelim. Bu, MHP’ye kontenjan vekillik verilerek itirazlarının bertaraf edilmesi ihtimalini hesaba katarak söyleyecek olursak, Cumhur İttifakı’nın Meclis çoğunluğunu bir kez daha garantilemesinin önünü açacak. 

Peki mesele sadece ittifaklar mı ya da seçim sistemi mi? 

Elbette ki değil. İktidar bir yandan en iyi bildiği işi yapıp ittifakları dağıtmaya oynar ve yasal düzenlemelere hazırlanırken, öte yandan “seçimle gitmeme konsepti”ne uygun adımları atmaya devam ediyor. 

İstenildiği kadar “reform”dan bahsedilsin, Anayasa Mahkemesi üyeliğine hülle yöntemiyle yapılan atama ve böylece AYM’de çoğunluğa ulaşılması bu adımlardan sadece biridir ama mesele tabii ki sadece bununla sınırlı değildir. 

Geçtiğimiz günlerde çıkarılan bir cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, olası bir toplumsal kalkışmada polise ve istihbarata ordunun sahip olduğu silahları kullanma yetkisinin verilmesi tam da bu konseptin bir parçası olarak görülmelidir. Üstelik buna SADAT tipi yapılanmalar, 15 Temmuz darbe girişiminden beri kayıp olan silahlar, bekçi yasasında yapılan düzenlemeler ve ülkücülerin yeniden sokağa salınması da eklenmelidir.

Sadece bunlar değil, Müyesser Yıldız’ın 24 Ocak tarihli “Genelkurmay Başkanlığı Tasfiye mi Ediliyor” isimli yazısında anlatılan yeni kanun teklifine bakarak, Genelkurmay başkanlığının sahip olduğu neredeyse bütün yetkilerin Savunma Bakanlığı’na, dolayısıyla iktidara devredilmek istendiği görülebiliyor. 

Buradaki meselenin basitçe asker üzerindeki sivil kontrolü artırmak olmadığının anlaşılması ve silah devri yetkisiyle birlikte bu kanun teklifinin birlikte değerlendirilmesi, gidişatın nereye doğru olduğunun anlaşılması bakımından büyük önem taşıyor. 

Velhasıl, sopa, topluma vurulmak üzere, elde hazır tutuluyor. 

Bu noktada, ABD’deki yönetim değişikliğinden ve AB ile yaşanan gerilimden medet ummanın da herhangi bir gerçekliği olmadığını görmek gerekiyor. Biden yönetiminin S-400’ler üzerinden iktidarı terbiye etmek, hizaya çekmek isteyeceği muhakkak. AB de başta Doğu Akdeniz olmak üzere çeşitli başlıklar üzerinden AKP’yi sıkıştırmaya devam edecek, doğru. Ama tüm bunlar, Batının “Türkiye’nin demokratikleşmesi” gibi sahici bir derdi olmadığı için, eninde sonunda bir pazarlığın konusu olacak. 

S-400’lerin ne yapılacağından Suriye’ye, mülteci sorunundan İran’ın nükleer programına, Uygur meselesinden Rusya’nın Karadeniz’de sıkıştırılması için atılacak adımlara kadar uzanan genişlikte bir pazarlık sürecini izleyeceğiz ve iktidar tüm bu pazarlıklarda ömrünü uzatmak için ne yapması gerekiyorsa onu yapacak. 

Peki tüm bunları niye yazıyoruz? Umutsuzluğu, karamsarlığı, ataleti büyütmek, beslemek adına mı? 

Elbette ki hayır! 

Tüm bunları yazıyoruz, çünkü ortada kolay bir çözümün olmadığını, kolaycılığın bizi bir yere götürmeyeceğini, buradan sahici bir umut çıkmayacağını görmek gerekiyor. 

Yazıyoruz, çünkü bütün stratejiyi ne tarihi ne de nasıl yapılacağı ve hatta yapılıp yapılmayacağı belli olmayan bir seçim üzerine inşa etmenin ve buna dair yanlış hayallere kapılmanın hepimize faturası olacak.

Yazıyoruz, çünkü rakibin aynı anda hem oyuncu hem hakem olduğu ve kuralları istediği gibi değiştirebildiği bir oyunu hiçbir itirazda bulunmaksızın oynamaya devam etmenin sonuçlarının neler olabileceğini, iktidarın bir beş yıl daha kazanması durumunda yaşanabilecekleri ve o yenilgi hissinin boyutlarını tahmin edebiliyoruz. 

“Bir şey yapmaya gerek yok, kendiliğinden gidecekler”, “kriz var, bu iş bitti”,  “toplumu kutuplaştırmamak lazım”, “oyuna gelmemek gerekiyor” sözlerinde somutlaşan pasif ve sadece sandığa endeksli muhalefet tarzı, bilinçli bir şekilde gerçekliğin üzerini örtüyor, gerçekliği görmemizi engelliyor. 

Gerçekliğe gözünü kapayarak bir yere varmak ise mümkün görünmüyor.

Fatih Yaşlı / SOL  

Fethiye Orman Müdürlüğü'nden ilkokul çocuklarını bile güldürecek açıklama - Yeniçağ

 Muğla’nın Fethiye ilçesinde yeni imar affı beklentisi ile hareket eden şahısların, bölgede kaçak inşaatlar yaparak doğayı talan ettikleri haberi gündem olmuştu. Fethiye Orman Müdürlüğü’nde konu ile ilgili yapılan açıklamada, “İnşaatı yapan biz değiliz, kişiler” ifadelerini kullanıldı.

Muğla’nın Fethiye ilçesinde yeni imar affı beklentisi ile yılbaşının ardından inşa edilmeye başlanan çok sayıda kaçak yapı, bölge halkının tepkisi ile karşılaşmıştı. 

İnşaatların doğaya zarar verdiğini belirten bölge halkı, Fethiye Orman Müdürlüğü’ne konuyu bildirdiklerini ancak ‘Vatandaşın suç işleme hakkı var’ cevabını aldıklarını belirtmişti. 

Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi’ne de aktarılan konu ile ilgili bugün yeni gelişmeler yaşandı.

Muğla Postası’ndan Neval Çolak Arslan’ın haberine göre olaylarla adı geçen Fethiye Orman İşletme Müdürlüğü’nden, “Vatandaşlarımıza karşı böyle bir şekilde yaklaşımımız olmadı. Bizim oraya gidip inşaatı durduracak yetkimiz yok. Biz gereğini yaptık. Savcılığa bildirdik, dava devam ediyor, belediyeye de bildireceğiz” açıklaması geldi.

“BUNLARIN DIŞINDA YAPACAK BİR ŞEYİMİZ YOK”

Fethiye Orman İşletme Müdürlüğü’nden gazetemize yapılan açıklamada, bölgede kaçak inşaatlar yaparak doğayı talan eden kişilere yönelik suç zaptı düzenlenerek, savcılığa bildirildiği kaydedildi.

Konuya ilişkin verilen bilgi şöyle:

“Fethiye Orman İşletme Müdürlüğü olarak bu olayın üzerine 21 Mayıs 2020 tarihinde C.İ. adına 2 bin 288,46 metrekarede üzerinden bir suç zaptı düzenlenerek, savcılığa bildirildi.

Savcı davayı açtı, mahkemesi devam ediyor. 30 Aralık 2020 D.T. adına aynı yerde 379,38 metrekare üzerinden zabıt düzenlenerek, savcılığa bildirdi. 21 Ocak 2021 tarihinde yine D.T. adına bu sefer Bin 45,10 metrekare üzerinden suç zaptı düzenleyerek, savcılığa bildirildi. Bu son gönderilen suç zaptının davası açılmamıştır.

Diğer 2 dosyanın davası devam ediyor. Sonuç artık savcılık ve mahkemenin vereceği kararda. Belediyeye suç zaptı yazacağız. Belediye tarafından mühürlenmesini bekleyeceğiz. CİMER’e de suç zaptımızı ve şikayetimizi bildirdik. Şu aşamada bunlar dışında yapacağımız bir şey yok.”

Yeniçağ