3 Şubat 2021 Çarşamba

Ne yaparsanız yapın bu abluka dağıtılacak - BİRGÜN

İktidarın hedefindeki Boğaziçi Üniversitesi’nde atanmış Rektör Bulu’ya karşı direniş sürerken polis Ankara’da ve İstanbul’da yapılan eylemlere müdahale etti. En az 150 kişi gözaltına alındı.

İKTİDARIN bütün karalama ve hedef göstermelerine rağmen Boğaziçi Üniversitesi’nde direniş sürüyor. 158 yıllık üniversiteye AKP’li Melih Bulu’nun ‘kayyum rektör’ olarak atanmasını kabul etmediği için polisin sert müdahalesiyle gözaltına alınan 159 öğrenciden 98’i serbest bırakıldı, eylemlere katılan on öğrenci hakkında ise yeniden gözaltı kararı verildi. Önceki gün gözaltına alınan kişilerden bir bölümü adliyeye sevk edilirken dün de Ankara ve İstanbul’da 150’ye yakın kişi gözaltına alındı.

AKADEMİSYENLER VAZGEÇMİYOR

Atanmış Bulu’ya karşı her gün rektörlüğe sırtlarını dönerek protesto düzenleyen Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyeleri eylemlerini dün de sürdürdü. “Aşağı bakmıyoruz, kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz” pankartı açan akademisyenler, ‘159’ öğrencinin gözaltına alınmasına atıfla ‘159’ yazılı dövizlerle rektörlüğe sırtlarını döndü. Öğrenciler ise polis ablukası altındaki kampusa Genel Bilgi Taraması (GBT) işlemi sonrası alındı.

İstanbul Emek, Barış ve Demokrasi Güçleri’nin Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine destek vermek amacıyla Kadıköy Rıhtım’da yapmayı planladığı eylem ise İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “müsamaha yok” ifadesinin ardından Kadıköy Kaymakamlığı ‘salgın bahanesiyle’ yedi gün boyunca ilçe genelinde yürüyüş ve gösterilerin yasaklandığını duyurdu. Eylem öncesi Kadıköy de üniversite gibi polis ablukasına alınırken üniversitelilerin Beşiktaş’tan Kadıköy’e geçmesi engellenmeye çalışıldı. Boğaziçi Üniversitesi otobüs durağında bekleyen öğrencilere kimlik kontrolü yapıldı. Beşiktaş’a gitmek isteyen öğrencilerden en az 2’si gözaltına alındı.

HAK ARAMAYA TAHAMMÜL YOK

Kadıköy Rıhtım’da Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerine destek olmak ve Bulu’yu protesto etmek isteyenlere polis müdahale etti. Biber gazı ve plastik mermi kullanan polis, en az 77 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltına alınan bir kadın, “Boğaziçi’ndeki rektörü istemeyen öğrencilere destek olduğum için götürülüyorum” dedi. “Asla aşağı bakmayacağız” ve “Direne direne kazanacağız” sloganları atılırken polisin bir sivil polisi de gözaltına almaya çalışması dikkat çekti. Emek ve Demokrasi Güçleri polis müdahalesine rağmen Kadıköy’de bir basın açıklaması yaptı: “Siyasal bir iş haline, adeta bir görev haline getiren İçişleri Bakanlığı, belediye başkanlıkları dahil ülkemizde kayyum politikasını uygulamaya devam ediyor. Bugün üniversitelerde rektör atamaları da seçilmişlere uygulanan kayyumun bir başka boyutu; çünkü burada seçime de müsaade ettirmiyor, seçim de yaptırmıyor” ifadeleri kullanıldı. Öğrenciler yerlerde sürüklenerek gözaltına alınırken Kadıköy sokaklarına dağıldı, evlerden ‘tencere-tava’ sesleri ile destek geldi.

***

LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nü kapattılar

CUMHURBAŞKANLIĞI İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Boğaziçi Üniversitesi LGBTİ+ Çalışmaları Aday Kulübü’nün kaldırıldığını açıkladı. “Kutsal değerlerimizi ayaklar altına almaya çalışanlara karşı üniversite yönetimi meşru bir tasarrufta bulunmuştur” diyen Altun, “Olay bundan ibaret” ifadesini kullandı. Altun’un paylaşımının altına pek çok sosyal medya kullanıcısı itirazda bulunarak, durumun manipüle edilmeye çalışıldığını söyledi. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyeleri Olcay Akyıldız, Cemre Baytok, Can Candan, Feyzi Erçin, kadın araştırmaları ve LGBTİ+ kulüplerinin odasının kilidinin Bulu’nun isteğiyle değiştirildiğini duyurdu. Öte yandan aralarında Kaos GL ve SPoD’un da yer aldığı 12 LGBTİ+ derneği, “Onur yürüyüşlerimiz, yüzümüzü eğmemizi söyleyenlere karşı aşağı bakmama mücadelesidir. Aşağı bakmayacağız çünkü yukarıda hepimizin özgürleşmesinin olmazsa olmazı gökkuşağı var” açıklaması yaptı.

***

Rektör Bulu istifa etmeli

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki eylemlere ilişkin açıklama yaptı, AKP'li Rektör Melih Bulu'nun istifa etmesi gerektiğini söyledi, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, şu açıklamayı yaptı: “Boğaziçi Üniversitesi’nde de güzel çocuklarımız okuyor. Girmek kolay değil, çok başarılı olmanız lazım. Üniversiteye bir kişiyi atıyorsunuz. Üniversite kabul etmiyor. Olması gereken ne? Kimse beni kabul etmiyor, 'Büyüklük bende kalsın, ayrılayım' demesi lazım. Aksi takdirde kaos çıkıyor, kaosa izin vermemek lazım. Öğrenciler istemiyor, öğretim üyeleri de istemiyor. Bir aydan fazladır bir yardımcı dahi bulamadı, o zaman çekilmesi lazım."

***

Öfke her yerde

Hatay: Kentte protestoların merkezi ise Köprübaşı oldu. Aşağı bakmayacağız sloganları eşliğinde gerçekleştirilen basın açıklamasında, Melih Bulu’nun istifası istendi.

Antalya: Attalos Meydanı’nda açıklama yapıldı. Antalyalı öğrenciler, gözaltındaki öğrencilerin serbest bırakılmasını ve Melih Bulu’nun derhal istifa etmesi gerektiğini dile getirdi.

Muğla: Datça Demokrasi Platformu Cumhuriyet Meydanı’nda açıklama yaptı. Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi Kardelen Çukadar, “Öfkemiz dün Boğaziçi Üniversitesi’ndeydi, bugün her yerde” dedi.

Aydın: Kentteki Emek ve Demokrasi Platformu, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin serbest bırakılmasını talep etti. Açıklamada, “Aşağı bakmayacağız” denildi.

Eskişehir: Adalar’da toplanan öğrenciler, “Ali İsmail Korkmaz’ın şehri Eskişehir’den Boğaziçi Üniversitesi’nde direnenlere selam olsun” ifadesini kullandı.

İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Tınaztepe Kampüsü girişinde bir araya gelen öğrenciler, gözaltıları protesto etti, Daima başımız dik, başımızı öne eğmeyeceğiz” dedi.

***

Nefret söylemi içeren tweetlerine kısıtlama

TWITTER, eski ABD Başkanı Donald Trump’a uyguladığı yöntemin benzeri biçimde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun nefret söylemi içeren tweetlerine yaptırım uyguladı. Twitter, Soylu’nun “4 LGBT sapkını gözaltına alındı” ifadelerinin ardından kısıtlama kararı aldı. Bakan Soylu, dün de nefret suçu içeren bir tweet attı. Tweetine “Tuzağa düşmeyin” diye yazan Soylu, açıklamasında iki kez "LGBT sapkını" ifadesini tekrar etti. Aynı ifadelerin tekrarlanması ardından Twitter, bu tweete de aynı biçimde kısıtlama uyguladı.

***

‘Dini hassasiyet' yalanı

İKTİDAR, Boğaziçi Üniversitesi’nde direnen öğrenci ve akademisyenleri ‘dini hassasiyetler’ bahanesiyle hedef alırken polis bir öğrencinin başörtüsünü takmasına izin vermedi. Güney Kampus’ta önceki gün yapılan eylemde gözaltına alınan öğrencilerden birinin ‘kötü muamele’ye uğradığı tutanağa yansıdı. Tutanağa göre kadın öğrenci yaşadıklarını şöyle anlattı: “Bir kadın polis beni kolumdan tutarak yerde sürükleyince başörtüm açıldı. Sonrasında gözaltına almak için bana ters kelepçe yaparak başımı yeniden örtmeme müsaade etmedi.” Polisin kendisine hakaret ettiğini öne süren kadın öğrenci tutanakta, “Başımı örtme isteğime ‘Ben örteceğim senin başını, başını öne eğ görürsün sen’ dedi. Otobüse bindikten sonra da muamele devam etti” diye belirtti.

***

Boğaziçi Üniversitesi’nin abluka altında olduğuna dikkat öğrenciler ve akademisyenler, “Kayyum rektör Bulu’ya geçit vermeyeceğiz” derken özerk üniversite için mücadele vurgusu yaptı

RIFAT OKÇABOL: İktidar yazık ediyor

EMEKLİ Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Rıfat Okçabol: İktidar ve yandaşları yazık ediyorlar. Boğaziçi Türkiye’nin seçkin öğrencilerinin olduğu bir üniversite. Onları harcıyorlar. AKP iktidarı istediğini rektör atıyor. Öğrencilerin ve akademisyenlerin de buna tepki göstermesi, istememesi suç değil. Öğrenciler de akademisyenler de demokratik haklarını kullanıyorlar. İnsanlar belediye başkanı, muhtar vb. seçiyor ama üniversitede akademisyenler rektörünü seçemiyor. Bu kabul edilemez bir mantık. İnsanlar kendi özlük haklarını korumaya çalışıyorlar. İktidar istediğini atamayı içine sindiriyor da atanana tepkiyi sindiremiyor.

***

Doç. Dr. Yunus Emre: İtiraz etmekte çok haklılar

DOKTORASINI Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde tamamlayan CHP İstanbul Milletvekili Doç. Dr. Yunus Emre: Boğaziçi’nde yaşananlar, ülkedeki demokrasi sorunundan bağımsız değerlendirilemez. Melih Bulu’nun ataması; liyakat ve özgürlük açısından çok problemli bir olay… Türkiye’de rektörler geniş yetkilere sahip. Öğretim üyelerinin akademik özgürlüğünü yok edebilir. İnsanların üniversiteden kopmalarına neden olabilir. İtiraz edilmekte haklı… Bu olay, ülkenin en iyi üniversitelerinden birine yapılan partizan atamaya öğrencilerin tepkisi. Bize burada muhalefet olarak düşen, dayanışma ve ihtiyaçları yerine getirmek… Ayrıca bu konuyu gündemde tutmaktır; öğrencilerden, öğretim üyelerinden rol çalmak değildir.

***

Turgut Keskintürk: Tüm Türkiye için direniyoruz

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Araştırma Görevlisi Turgut Keskintürk: Akademik personel olarak endişeliyiz. Arkadaşlarımız gözaltına alınıyor. Biz Boğaziçi’ndeki direnişimizde tüm Türkiye’de akademik özerkliği savunuyoruz. Boğaziçi tarihinde ilk kez pek çok öğrencimiz polis tarafından gözaltına alındı. Ki bundan bir ay önce Melih Bulu öğrencilerin yanına inerek öğrencilere ve akademisyenlere zarar gelmeyecek yönünde teminat vermişti. Sözünü tutmadı ve 159 öğrenci gözaltına alındı. Bu en temelinde bir akademik özerklik meselesi. Kendi kendimizi yönetebilme meselesi.

***

Beşir Özgür Nayır: Z kuşağınının manifestosu

Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü Araştırma Görevlisi Beşir Özgür Nayır: Boğaziçi’ndeki direniş öğrencilerin demokratik haklarını aradığı bir barışçıl direniş. Baskı altında hakkımız olan direnişimizi yürütmeye çalışıyoruz. Z kuşağının kendini manifesto etme şekli olarak okuyabiliriz bunu. Öte yandan Boğaziçi Üniversitesi hocaları birlik halinde yapılan atamaya karşı direniyor. Bu insanlar uzun zamandır bu kurumda olan ve kültürünü bilen ve korumak isteyen insanlar. 80 darbesi sonrası Boğaziçi akademisyenlerinin yaptığı gibi demokratik ve barışçıl bir şekilde hakları olanı istiyorlar.

***

Akademisyen Zeynep Gambetti: Atamanın meşru olmadığını onlar da biliyor

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Emekli Öğretim Üyesi, Doç. Dr. Zeynep Gambetti:

4 haftadır öğrencisiyle, mezunuyla, hocasıyla, sendikasıyla direniyoruz. Çok farklı mecralardan direniş örgütlüyoruz. Bunlardan en önemlisi rektörle ilişkiyi kesmek, tamamen izole olmasını sağlamak. 32 bölüm rektörle işbirliği yapmayacağını açıkladı. Akademisyenler olarak her gün saat 12’de rektörlüğe arkamızı dönerek nöbet tutuyoruz. Hava koşulları ne olursa olsun bu eylemimize devam ediyoruz. Eğer bir iktidar, kendi atadığı rektörü üniversiteyi ablukaya alarak, damlara keskin nişancı koyarak tutmaya çalışıyorsa kendi de bu atamanın meşru olmadığını biliyor demektir. Boğaziçi’nde gerçekleşen direniş sadece bir rektör meselesi değil elbette. Bu Türkiye’deki üniversitelerin baskı ve tek tipleştirme eğilimine karşı verdiği mücadelenin bir parçası. İktidarın uyguladığı politikalarla üniversitelerin içi boşaltıldı. Bu gidişata karşı 2016’dan beri verilen mücadelenin bugün Boğaziçi ayağı yaşanıyor. Ancak hem iktidarın sivil toplumu ve muhalif güç ve kurumların tamamını sindirme çabasına karşı, hem de üniversitelerin üniversite olmaktan çıkarılmasına karşı bir direniş bu. Polis şiddetini kabul etmiyoruz.

***

Bu ses üniversiteleri yeniden kuracak

SOL Genç’ten direnişe ilişkin yapılan açıklamada şunlar dendi:

“Boğaziçi bileşenlerinin haklı ve güçlü direnişiyle birlikte gençliğin bunca birikmiş, biriktikçe günyüzüne çıkmış talepleri, iktidarın bu haklı taleplere yönelik asabiyetiyle karşı karşıya geldiğini görüyoruz. İktidar yoğun polis müdahaleleri, din üzerinden kutuplaştırma çalışmalarıyla bu direnişi etkisiz kılmaya çalışıyor. Direnişin özündeki demokratik üniversite talebi mücadele hattı olarak öne çıkıyor. Tam da burada öğretim üyelerinden öğrencilere ve çalışanlara uzanan bir üniversite bütünlüğündeki kolektif direnişin kalıcı ve örgütsel bir forma doğru evirilmesinin demokratik üniversite mücadelesinin temeli olacağından hiç kuşku yok.

Özgür, bilimsel, laik ve demokratik bir üniversite mücadelesini büyüterek kendi yolumuzu açacağız. Gençlik içinde daha örgütlü, daha bütünlüklü bir direniş hattıyla hem demokratik üniversite hem de demokratik memleketi birlikte kurmak için beraber yürüyeceğiz. Sokaklarda, üniversite kampüslerinde yükselen ses, üniversiteleri yeniden kuracak, özerk üniversite ve demokratik Türkiye’yi inşa edecek sestir. SOL Genç olarak, tüm üniversitelerde üniversite bileşenlerinin söz ve karar sahibi olacağı bir hayatı kurmak için birleşerek mücadele edeceğiz.”

***

Kayyuma karşı çıktık diye gözaltına alındık

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden Sol Genç üyesi Burkay Avcı: Boğaziçi’ndeki eylem, memleketteki muhalefet potansiyeli olarak ortaya çıktı. Direniş, Boğaziçi öğrencileri ve diğer öğrencilerin desteği ile ilerliyor. Üniversite öğrencileri barışçıl eylemlerini sürdürürken AKP’nin provokasyonları oluyor. AKP tarafından gerek polisle gerek başka tarikatlar ve radikal İslamcı gruplar eliyle öğrenciler düşman ilan edilmeye çalışıyor. 159 öğrenci gözaltına alındı. Bazıları otobüsten indiği anda alındı. Bir kısmı güney kapısı önünde uyarı ve ihtar yapılmadan alındı. Gözaltı araçlarında da hakaret, darp gibi çeşitli saldırılara maruz kaldık. Bu bir işkencedir. Mimar Sinan Üniversitesi’ne de geçen sene kayyum rektör atandı. Biz bu atama rektörlüğe karşıyız. Kayyum Rektör tarafından demokratik olmayan atamalar yapıldı, kulüpler kapatıldı. Bu ve benzer sebepler nedeniyle ben Boğaziçi’ne destek veriyorum.

***

Akademik özgürlük için mücadeledeyiz

Boğaziçi Bilişsel Bilim Yüksek Lisans Öğrencisi Uğur Kan: Kayyumlar bizim ülkemizde yeni değil. OHAL döneminde başlayan ve giderek sertliği artan bir yöntemle bu süreç devam ediyor. Buna yönelik çeşitli örnekler var. Boğaziçi’ndeki mücadele de tüm bu kayyumlara yönelik. Bu yüzden bu mücadele akademik özgürlüğün mücadelesidir. Bugün ülkenin dört bir yanında tüm üniversitelerle dayanışma içerisindeyiz.

***

Üniversitemizi biz yönetmek istiyoruz

İsmini vermek istemeyen Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü öğrencisi: Biz yaklaşık bir aydır okulumuzda bir direniş sürdürüyoruz. İktidar tarafından atanan kayyuma karşı direniyoruz. Boğaziçi’nin kültürü, geleceği, akademik özgürlüğü ve sağlıklı bilgi üretebilme ortamını tehdit eden bir durumla karşı karşıyayız. İktidarın baskıcı uyulamalarını sürdürmek isteyen bir kayyum var. Biz düşüncelerimizi baskılanmadığı, güvenli olduğumuz, ifade özgürlüğünün sağlandığı bir üniversite istiyor ve tüm kayyumlara karşı çıkıyoruz. Kapımızda bir aydır duran bir polis ablukası var. Okulumuza girerken polisin varlığı ve tacizleri doğrultusunda rahat hissedemiyoruz. Polis tarafından barışçıl eylemimiz baltalanmak istendi. Arkadaşlarımız okulun içinde gözaltına alındı. Bulu’nun atandıktan sonra ilk iddialarından biri kimseye zarar gelmesine izin vermeyeceği yönünde olmuştu. Bunu sağlayamadığı gibi ifade özgürlüğü geleneğini de baltalamaya yönelik ifadelerini gördük. Kulüp kapatıldı. Arkadaşlarımız için endişeliyiz. Uygulanan gözaltılarla ifade özgürlüğünü bastırma operasyonu yapıldı. Bu tüm tutuklama ve gözaltılar hukuksuzdur.

Melih Bulu’yu tanımıyoruz ve istifasını istiyoruz. Öte yandan kayyumluk düzenine de karşıyız ve demokratik bir ülkede yaşamak istiyoruz. Bu nedenle de atanmış değil seçilmiş rektör istiyoruz. YÖK’ün kapatılmasını talep ediyoruz. Üniversitemizi biz yönetmek istiyoruz.

(BİRGÜN)


 

‘İçkiye yasak İslamcı iktidarın sembolü’ - SOL

 İçmeyi eve kapatma isteğinin arkasında toplumun seküler alanının daraltma niyeti var. Daraltıyorlar. Buna karşın dinsel alanı da hızla genişletiyorlar.

Almanya için hazırlanmış bir rakı reklamı sosyal medyada bir duygu patlamasına yol açtığı sıralarda iktidar alkollü içki ve tütün ürünlerine yeni yasaklar getirmeye hazırlandığını açıkladı.

Yılbaşında da hatırı sayılır bir vergi zammı yapmışlardı hepsine. AKP iktidarının en kolay yüklendiği iki "laik" gelenek tütün ve içki.  Ülkede içki etrafında koparılan fırtınayı yakınlarda bir "rakı kitabı"nın editörlüğünü üstlenen Orhan Gökdemir'e sorduk...

Alkole ve sigaraya yeni yasaklar geliyor? Sizce nedir bundan amaç?

Halk sağlığı olmadığı çok belli. Öyle olsa sağlık sistemini parasız yapar, şehir hastaneleri ucubelerini inşa edip şehir içindeki ulaşılabilir sağlık kuruluşlarının kapısına kilit vurmazlardı. Ya da açlığa, yoksulluğa izin vermezlerdi. Alkole ve sigaraya yasak, ülkedeki İslamcı iktidarın en sembolik işlerinden biri. Halk sağlığı kavramının arkasına saklanarak yapıyorlar bu işi, üstelik büyük vergiler elde ediyorlar. Tütün ve alkollü içeceklerden alınan vergi Osmanlıda gayrı Müslimlerden alınan vergiye dönüştürüldü. Burası çok açık.
Bir de dil ile ilgili problemimiz oldu böylece. Alkolü tatmaktan söz etmiyorum, alkol saf haliyle tadılabilecek bir şey değil zaten. Alkol diye kodlanan şey alkollü içki. Onun da bin türlüsü var. Mayalanarak elde edilenler bira ve şarap gibi ayrı bir tür. Damıtılarak elde edilenler, rakı ve brendi bu kalemdendir, ayrı bir tür. Ama türü ne olursa olsun alkol içkinin içinde azınlık. Birada 4,5, şarapta 12,3, damıtılmış içkilerin çoğunda 40, rakı da 40-45. Onları da sulandırarak içiyorsunuz ve içindeki alkol miktarı yüzde 10-15’e iniyor. Dolayısıyla “alkol almak” gibi bir eylem imkansızdır. Onu ancak damar yoluyla yapabilirsiniz. İçinde türlü şeylerin yanında alkolün de olduğu şeye ise içki diyoruz biz. Dolayısıyla onu içmek eylemi de alkol almak değil içki içmek. Alkol alma, siyasal İslamcı dili. Özenle kaçınılmalı…

Yakınlarda bir rakı kitabının editörlüğünü yaptınız. Nasıl kitaba ilgi?

Bilmiyorum. Kestim yayıncısıyla ilişkimi. Israrlı uyarılarıma rağmen kapağa rakı lafını koyduramadık. Tuhaf bir adla yayımlandı. Üstündeki resmin de rakı olduğunu anlamak için epey bir dikkatli bakmanız gerek. Halbuki yazarı Eczası Haydar Rıfat Rakıcılık koymuş adını. Evde iptidai şartlarda rakı yapımının yöntemini anlatıyor. 1926’da arap elifbası ile yayımlanmış. Cumhuriyetin ilk yıllarında basılmış bir rakı kitabıdır. O yönüyle bile dikkate değerdir. 

Fakat 1926’daki işleri bugün yapmak cesaret istiyor artık. Yayınevi hangi saikle rakıdan kaçındı bilmiyorum. Belki başka gerekçeleri vardır. Ama sonuçta bunlar iklim meselesi. İçmeyi günahtan suça dönüştürmeye çalışıyor iktidar. Haliyle rakı ve giderek içme işi politik bir eyleme dönüşüyor ne yazık ki. Halbuki gerçekten de sağlık için zararlı içki. Az içmek, kararını bilmek gerek. 

Almanya için hazırlanmış bir rakı reklamı çok duygulandırdı izleyenleri. Ne dersiniz?

Evet, “eski Türkiye”ye yapılan göndermeler duygulandırdı daha çok. Kuşkusuz kadınların daha özgür, içmenin daha kolay olduğu bir ülkeydi eskisi. Ama onun da ağır sorunları vardı. Ayrıca içmek eylemi o kadar yüceltilecek, törenselleştirilecek bir şey değil. Bir iki bardak her şartta içersiniz, müzik ve meze olursa şahane olur ama olmasa da içersiniz. Sıkıntı olmaz. Kadınlar için ise içmek bir özgürlük işareti değildir tek başına. O olsa olsa genel özgürlük havasının bir esintisi olabilir.
 
Duygu kısmı ise AKP iktidarında hepsini birlikte kaybetmemizden kaynaklanıyor. Kayıplarımıza değil, kendimize ağlıyoruz. Türk halkı düşürülmüştür, mesele budur. 

Ayrıca halkımızın içki ile ilişkisi salt içmekten ibarettir. Onu bir kültür düzeyine çıkaramamıştır. Zaten reklamdaki hava da 1960’lı yılların yerli filmleri havası. Sadri Alışık, ıskartaya çıkmış bir kayığın gölgesinde kızıyla içiyor havasında her şey. İçki bilmeden tüketebileceğiniz bir şey değil. Öyle olduğunda alkol almaya dönüşür iş. İçtiğini bilirsen içtiğin içki olur. Demek istediğim şu, reklamı yapılan rakı markası en standart olan rakı türü. Esası şekerpancarı. Belki bir miktar üzüm türevi olabilir içinde. Ayrıca ucuz rakıları belli bir oranda metil alkol katıldığı vaki. Yani bizdeki damak tadı rakının en kötüsünde bakiye. Halbuki iyi rakı salt üzümden elde edilir. Yaş üzüm rakısı böyledir. Kuru üzüm de olabilir ama esası üzümdür. Böylece tadı da kokusu da farklılaşır. Farkları anlamaya başladığınızda içki de bir kültüre dönüşür.

Nereye gider bu içki baskısının sonucu?

Gidebileceği yere epey yakınlaştı zaten. İçki sokaktan evlere kaydı. Hem daha çok evlerde içiliyor artık hem de evlerde üretiliyor. İktidar da bunu istiyor zaten, evde için içecekseniz diyor. İran’a bakın, Türkiye’nin geleceğidir. Yasakladılar içmeyi ama bu içmeyi engellemedi. Evlerin çoğunda ev yapımı içki var. Yasak şişeden sürahiye geçişle sonuçlandı İran’da. Bizde de benzer bir yere doğru gidiyor. 

İçmeyi eve kapatma isteğinin arkasında toplumun seküler alanının daraltma niyeti var. Daraltıyorlar. Buna karşın dinsel alanı da hızla genişletiyorlar. Bize içkinizi evde için diyene artık siz niye ibadetinizi evde yapmıyorsunuz diye soramıyoruz. Bundan daha tehlikeli bir sonuç olur mu?

Bu baskıdan evde içerek içkiyi evde üreterek kaçıp kurtulamayız. Tek çıkış yolu var bu baskılardan kurtulmanın. Örgütleneceksiniz ve iktidar sahiplerine sınırlarını göstereceksiniz. Yoksa reklamlara bakıp kederlenmekten başka çare yok. 

SOL


Yurttaşa yasak, turiste Bakanlık'tan 'Rakı Mezesi' reklamı

Turizm Bakanlığı, yabancılara yönelik 'Rakı mezesi tavsiyesi' yayınlarken ülkede 'meyhane' kelimesinin yasaklanması konuşuluyor.

Bugün alkollü içki satışı konusunda yeni yasakların geleceği ve "Meyhane" kelimesinin kullanımın yasaklanacağı duyurulurken Kültür Bakanlığı'na ait gastronomi sitesindeki "Meze kültürü" sayfası dikkat çekti.

Sayfada 'meze'nin Rakı'nın "keyfini çıkartırken" yanında ağızı tatlandırmak için tüketildiği bilgisi yer alırken Rakı "anason aromalı, Türklere ait bir içecek" diye tanıtıldı. Rakının bir alkollü içki olduğu bilgisine yer verilmedi.

'Genç nesil mezeyi başka içeceklerle tüketiyor'

Sayfada ayrıca mezenin artık "genç nesil tarafından rakısız tükediliği" ifadesi de yer alırken şöyle denildi: "Günümüzde her türlü içecekle mezelerin tadına varılabilir. Özellikle genç nesil genellikle şarap içerken mezenin tadını çıkarmayı sever. Aslında Türk şarapları da meze sofrasına harika bir eşlik eder."

Meze tanımı: Küçük tabakta servis edilen herhangi bir şey

Bakanlık mezenin "küçük tabaklarda servis edilen herhangi bir şey" olduğunu ifade ederken, seçtiği ilk on meze arasında mercimek köftesine de yer verdi.

Bakanlık 5 sıcak, 5 soğuk mezeye "en iyi 10 meze" listesinde yer verirken, bakanlığı tavsiye ettiği "mezeler" sırasıyla şöyle:

  • Soğuklar

  1. Fava
  2. Mercimek köftesi
  3. Deniz börülcesi
  4. Ezme
  5. Çerkes tavuğu
  • Sıcaklar

  1. Paçanga böreği
  2. İçli köfte
  3. Pastırmalı humus
  4. Karides güveç
  5. Balık kokoreç                                
SOL

2 Şubat 2021 Salı

Zamansız şehir Safranbolu - Birgül Çay / BİRGÜN

 

Safranbolu bir müze kenttir. Çoğu 18’inci, 19’uncu yüzyılda inşa edilmiş yapılarda dönemin kültürü, ekonomisi, sosyal değerleri her bir yapı taşında adeta zamandan apaçık bir mektup gibi okunabilmekte.

Süha Arın’ın kamerasından gördüm ilk Safranbolu’yu. Belgesel şahane görüntüler ile başlıyor, Macide Tanır’ın sesinden Cezmi Tahir Berkin dizeleri dökülüyordu. ‘Yoluma gül serperdi, her gün eteklerinden, gönlümün üzerinde, bir tül duvaktı zaman. Sonra neden neşemin, büktü bileklerinden, neden beni yollarda, böyle bıraktı zaman…’

Ah Safranbolu, günler yavaş, yıllar hızlı geçer, sen korkma. Senin sokaklarının endamı, evlerinin çehresi, pencerelerinin kirpikleri vardır. Onlar senin yıkılmaz kalelerindir. Varsın zaman senden esirgesin merhametini. O geçer sen ise akıllarda hanımelleri kokuları arasında nasıl da zarifçe, nasıl da güzel bir kent olduğun ile kalırsın.

Anadolu’nun Batı Karadeniz’idir burası. Homeros’un Paflagonya’sının bir parçası. Hititleri, Frigleri, Selçukluları, Bizans’ı, Roma’yı, Candaroğullarını ve Osmanlıyı misafir etmiş. İstanbul’a 395, Ankara’ya 220 kilometre mesafede. Havalimanı yok. Tren ise ‘Kömüre Giden Demiryolu’ projesinde bir durak olması ile daha 1930‘larda şekillenmeye başlamıştı. O gün bugün yerin altından, güne hasret madencinin alın teri yüklenir vagonlara. Zonguldak, Bartın, Karabük arası yolcu trenleri de hâlâ aktif ve nefis bir yoldur burası. Raylar metal bir yılan gibi kıvrılır doğanın kucağında.

Safran derler, mor bir çiçek verir ismini bu kente. Çok değil 1858’de, İngiltere’ye neredeyse 10 ton safran ihraç eden topraklar, şimdiyse 25 kilogram hasada hasret. Ekilecek alan, işleyecek el neredeyse yok denecek kadar azaldı. Ekim sonu, kasım başı belki eski günlerin görkemi değil ama yine de çok güzel bir hasat şenliği var.

Müze kent

Safranbolu bir müze kenttir. Çoğu 18’inci, 19’uncu yüzyılda inşa edilmiş evler, çeşmeler, hanlar, hamamlar, kent anıtları ile 1994’te girdi UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne. Buranın alametifarikası bu yapıların ayrı ayrı noktalarda değil belirli bölgeler içerisinde ve bütünlüklü korunması. Dönemin teknolojik ve mimari gelişimi, kültürü, ekonomisi, sosyal değerleri her bir yapı taşında adeta zamandan apaçık bir mektup gibi okunabilmekte.

Kent 3 ayrı kısımdan oluşur. Bağlar, Kıranköy ve Eski Çarşı. Hemen herkesin de 2 evi vardır burada. Yaz oldu mu herkes ‘Bağlar’a çıkar.’ Şehrin en yüksek yeridir burası. Orta kısım Kıranköy bölgesi. 1872’de yapılan Aya Stefanos Kilisesi camiye çevrilmişse de vaktiyle buradaki yoğun Rum varlığının ve Yunan mübadelesinin dipdiri tanığı. Bugün modern hayat burada sürüyor. En alt kısım ise Tarihi Çarşı, kendi deyimleri ile Eski Çarşı. Safranboluların ikinci evleri burada, soğuk kışların bu korunaklı mevkiinde.

Safranbolu evleri

Siz burada saygıyı, birbirinin ışığını kesmeyen evlerde görürsünüz. Ahşap ve taşın ustalıkla birleşmesinde, ucunda geyik boynuzu asılı oluklu kiremitli çatılarında, kapı tokmaklarındaki ince işçilikte tepeden tırnağa zarafet akar. Tavanlar odanın sahibine göre değişse de pek zarif oymaları ve dahi kalem işleri ile süslenmiştir.

Eski Çarşı Yeni umut

Eski çarşının bir ucunda Hıdırlık, diğer ucunda Hükümet konağı (bugün Kent Müzesi), çift başlı kartalın iki başı gibi, iki ayrı yerden heybetle yükselir kentin üzerine. Her ikisinden de kent tüm güzelliği ile gözükür. İnce kaya Su kemeri, yerden 60 metre yüksekte ve 116 metre uzunluğunda. Suyun akışı dengelensin diye kanyonun üzerinde taşları ile 3 kez kıvrılarak geçer. Kanyonun üzerine cam bir teras yaptılar, birde kanyonun içinden yürüyüş parkuru. Kanyon hem yukarıdan hem aşağıdan çok güzel.

Cinci Hanı ise Safranbolu’da görmezseniz olmaz mekânlardan. Kilidi ve anahtarı demir işçiliğinin güzel bir örneği. Bugün restoran ve otel. Cinci hamamı ise halen aktif ve halen çok güzel.

Dahası doğası…

Evleri ile meşhursa da Safranbolu doğal güzellikleri ile çok göz alıcıdır. Yenice Ormanları Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) tarafından ‘Acil olarak korunması gereken 100 sıcak nokta’dan birisi olarak seçildi. Anıt ağaçların bulunduğu arboretum alanı mevcut. Bulak Mencilis mağarası ve Tokatlı Kanyonu’da emin olun övgüyü en az evleri kadar hak ediyor.

***

Ne yiyelim?

Çevik Köprü Restoran’da kuyu kebabı, Safranbolu tarihi fırından simit ve bükme. Yayım, Safranbolu’nun sevilen tatlarından. Aslında bildiğiniz erişte, üzerine ceviz ve tereyağı ile servis ediliyor. Etli yaprak sarma, perohi, safranlı pilav, Rum mantısı gene yöresel tatlardan. Zerde ve Yörük köyünde ev baklavası Safranbolu’nun ödül almış tatlıları.

***

Nerede kalalım?

Safranbolu pek çok konak bugün otel ya da pansiyon olarak kullanılmakta, fiyatlar oldukça makul. Tarihi çarşıda ve Bağlar bölgesindeki konaklarda keyifle kalabilirsiniz.

Birgül Çay / BİRGÜN

Osmangazi Nükleer Santralı - Özgür Gürbüz / Birgün

 Üstünden geçsek de geçmesek de ücretini ödediğimiz Osmangazi Köprüsü, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ekonomik modelinin bir sembolü oldu. Şirketlere zarar etmeyeceği bir iş fırsatı yaratan modelde zarar etme şansı sadece halka veriliyor. Örnekler saymakla bitmiyor. İstanbul’daki üçüncü köprü, İstanbul Havalimanı, Gebze-İzmir Otoyolu…

Verilen olmadık garantilerle şirketler beklediğinden fazla para kazanıyor, riske girmiyor, olan ise vergisini zar zor ödeyen halka oluyor. Bu “çılgın projelerin” sonuncusu da Mersin-Akkuyu’da yükseliyor.

Türkiye, Rusya Federasyonu ile 12 Mayıs 2010’da Mersin'de nükleer santral yapımı için bir anlaşma imzaladı. Anlaşmanın 10. maddesinin 5. fıkrasında, santralın ürettiği elektriğin yarısının 15 yıl boyunca 12,35 sentten (ABD Doları) alınması kararlaştırıldı. Aynı Osmangazi Köprüsü anlaşması gibi. Rus şirkete, elektriğe ihtiyacımız olsa da olmasa da santralın ürettiği elektriğin yarısını alacağız sözü verildi.

Zaten elektrikte fazla var. Türkiye'nin elektrik üreten santrallarının kurulu gücü 2020 sonunda 95 bin megavatı geçti. Oysa, en yüksek talebin olduğu gün oluşan anlık talep 49 bin 852 megavat. Makina Mühendisleri Odası, yedek kapasite düşünülse bile 30 bin megavatlık arz fazlası var diyor. 2023’e yetiştirilmeye çalışılan ilk ünite çalışmaya başladığında Türkiye'de elektrik fazlası daha da artacak.

Anlaşma TL üzerinden de yapılmadı. İmzalar atıldığında dolar kuru 1,52 TL idi. Bugün dolar kuru 7,33 TL. Nükleer santralden alınacak elektriğe şimdiden 5 kat zam geldi. Türk Lirası kazanan ve elektrik faturasını Türk Lirası ile ödeyen herkes santral biter ve şebekeye elektrik vermeye başlarsa bu zamdan etkilenecek.

Halbuki, 2020 yılında serbest piyasada elektrik fiyatı 3,5 sente kadar (2020 yılı Piyasa Takas Fiyatı ortalaması) indi. Yani, bugün piyasadan 3,5 sente alabildiğiniz elektriği iki yıl sonra Akkuyu’dan yaklaşık dört katına almak zorunda kalacağız.

Dahası var. Hükümet birkaç gün önce, 31 Aralık 2025’e kadar yenilenebilir enerji kaynaklarınca üretilecek elektriğe verilecek alım garantilerini açıkladı. Alım garantisi nükleerde olduğu gibi dolar üzerinden değil Türk Lirası ile verildi. Garanti süresi nükleerden daha az tutuldu; 15 değil 10 yıl denildi. Ve alım garantisi için belirlenen fiyat da nükleerden çok daha ucuz. Güneş ve rüzgar için alım garantisi 32 kuruş, bugünün kuruyla 4,3 dolar sent olarak belirlendi. Bu ne demek? Hükümet rüzgardan, güneşten 32 kuruşa alacağını bildiği elektriği nükleerden 90 kuruşa alacak demek.

Sanayicisinden, evinde elektrik tüketene, herkes elektrik fiyatlarının pahalılığından yakınırken, anlaşılamaz nükleer enerji sevdası yüzünden aynı elektriğe üç kat fazla para vereceğiz. İhtiyacımız olmasa da ödeyeceğiz. Dolar kuru artarsa daha çok ödeyeceğiz. Kullanmasak da, daha çevrecisini, ucuzunu bulsak da yine Rus şirkete 3-4 katını ödeyeceğiz.

Mersin’de nükleere dur demezsek bu ülkenin sadece çevresini, yaşamı değil ekonomisini de tehlikeye atan bir başka “Osmangazi Köprümüz” daha olacak. Deli Dumrul’un rüyası gerçek olacak. Osmangazi Nükleer Santralı hepimizi batıracak.

Özgür Gürbüz / Birgün


Tarihi anlayamamak - Oğuz Oyan / SOL

 Tarımın asıl sorunu onun dışa bağımlı yapısıdır. Ama dışa bağımlılık eğer iktidar partisinin de belirleyici özelliğiyse, salt tarıma odaklanarak gidilebilecek yol pek sınırlıdır veya hatta hiç yoktur.


Tarihe bunca meraklı olup da tarih bilincinden bunca uzak bir toplum bulmak zordur. Öyle olunca da tarihe, hurafeler ve çarpıtılmış anlatılar üzerinden bakışın önü alınamayacak, siyasal İslamcı iktidarın üst kademeleri de hem kendi sığlıkları hem de kendi siyasi/ideolojik konumlanmaları gereği bu çarpıklığın çoğaltanı olacaklardır. 

Bu siyasetçiler, 21. yüzyılda yaşadıklarını ve kapitalist bir ekonomiyi yönettiklerini bile zaman zaman unutarak, Cumhuriyet-öncesi ve hatta Tanzimat-öncesi değerlerin savunuculuğuna yani tarih-dışılığa savrulmaktadırlar. Bu savrulmalar iç ve dış  siyasetteki demagojik söylemlerle, neo-Osmanlıcılık özentileriyle de sınırlı kalmamaktadır. 2017'deki kapsamlı Anayasa değişikliğinin genel gerekçesinde, dış politikada büyük güçler arasında oynamaya özendikleri Abdülhamid'vari tahterevalli siyasetinde veya son zamanlarda gıda fiyatları için yeniden piyasaya sürülen bir tür dolaylı "narh" ("gıda fiyatları alarmı" veya "erken uyarı sistemi") uygulamasında tekrar tekrar karşımıza çıkarılmaktadır.

Kapitalizm-öncesinin uygulamaları

Fiyat enflasyonuna karşı polisiye önlemlere başvurmanın tarihi kapitalizm öncesine gider. Aslında kapitalizm öncesinin antik ve feodal toplumlarının, nasıl başa çıkacaklarını bilemedikleri fiyat artışlarıyla inzibati önlemler yerine iktisadi araçlarla mücadele etmeleri beklenemezdi. Fiyatlara bir tavan koyarak sınırlamanın adı Osmanlı'da "narh" sistemiydi (bu bazen bir taban koymak veya fiyatları sabitlemek şeklini de alabilirdi). Bu sistem feodal lonca sisteminin de bir gereğiydi ama fiyat artışlarının ekonomik ve sınıfsal dengeleri sarsacak boyutlara çıktığı dönemlerde (örneğin 16. yüzyılın Osmanlı toplumunda), daha bir sıkılıkla uygulanmaya çalışılırdı. 

Narh sistemi İslami bir kurum değildi. Hatta, erken İslamiyet döneminde narh uygulamalarına, Hz. Muhammed ve ilk halifelerin iyi gözle bakmadıkları nakledilir (Bkz. "Narh" maddesi, İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı). Üreticiden çok tüccar kimlikleri öne çıkan İslamiyetin ilk kurucularının bu tutumları yadırgatıcı değildir; ama gene de bu konu fıkıfta tartışmalı olarak kalmış ve birçok İslam toplumunda narh uygulamalarına gidilmiştir.

Ne var ki bu tür narh uygulamaları Ortaçağ İslam toplumlarıyla veya diğer Ortaçağ toplumlarıyla sınırlı değildi. Pre-kapitalist dönemin en büyük ve en yapılanmış devleti olan Roma İmpatorluğu'nun geç döneminin ilk imparatoru olan Dioklesianus (284-305), 301 yılında "Maksimum Kararnamesi" ile tarihin bilinen en kapsamlı fiyat kontrolleri sistemini başlatmıştı. Kararnameyle, yüzlerce mal ve hizmetin fiyatı ve hatta ücretler için bir maksimum (tavan) belirlenmekteydi. Gerçi bu tür fiyat kontrolleri sonuçta Antik/Ortaçağ devletlerinin gücünün hissedildiği merkezi bölgelerle sınırlı kalır, etkisi pek tartışmalı olur ve genellikle de ikili fiyat ve piyasa yapısına yol açardı. (J. İmbert, H. Legohérel, Histoire de la Vie Economique, s.156).

Aslında, Antikçağ ve Ortaçağ toplumlarında fiyat artışlarının asıl nedeninin, kıymetli maden esasına dayalı paranın değerinin aşınmasına bağlı olduğu bilinmiyor değildi. Ama paranın ağırlığının azaltılması veya ayarının değiştirilmesi (bileşimindeki altın veya gümüşün oranının azaltılıp mesela bakır eklenmesi), devletin mali açıklarını karşılamak üzere başvurduğu bir devalüasyon veya gizli vergilemeydi. Geç Roma döneminde fetihlerle dış artık-ürüne (ve kıymetli madenlere) el koymanın sınırlandığı, buna karşılık Roma'nın ithalatçı kimliğinin süregeldiği düşünülürse, gündelik paranın ayarıyla oynamanın bir de değerli maden rezervlerinin azalışıyla da bir bağlantısı bulunmaktaydı. Zaten nasıl ki Roma'da el konulan değerli madenlerin bedeli ayarı bozuk paralarla ödeniyorduysa, Osmanlı'da da kıymetli maden oranı yüksek akçeler toplanır, yerine düşük ayarlı akçeler verilirdi. 

Günümüze gelirsek...

Pre-kapitalist ve kapitalist ekonomileri aynı düzlemde karşılaştırmaktan sakınmak gerekir. Ama bir benzerliğin altını çizmeden de geçmeyelim: Nominal (itibarî) para sistemlerine sahip kapitalist ekonomilerde de ulusal paranın değer kaybı her zaman fiyatlarda enflasyonist bir etki yaratır. Şimdi RTE ekonomisinde peşpeşe kışkırtılan döviz krizleri sonucunda TL'nin 2018'de yüzde 35, 2020'de ise yüzde 25 (yani enflasyon oranlarının üzerinde) değer kaybına uğramasının, dönüp gelip fiyatlar genel düzeyini etkilememesi mümkün müydü? (Nitekim TCMB raporları da bu ilişkiyi -RTE'ye rağmen- vurguladılar hep!). 

Şimdi, 2021 yılının ilk ayında TL dövize karşı değer kazanmış olabilir ama geçen yıldan aktarılan etkileri nasıl yok sayabiliriz? Başka açıdan, geçen yıl ithal edilen ve stokları bu yıla devreden tarımsal girdiler ve nihai ürünlerin yüksek kura bağlı yüksek fiyatlarını geriye sarabilir miyiz?

Öte yandan, mesele yalnızca kur yüküyle sınırlı değildir. Pandemi döneminde birçok tarımsal ürünün uluslararası ticarete konu olan bölümü azalmış, bazı ürünlerde (örneğin ayçiçeğinde) üretim daralmaları nedeniyle fiyatlar dolar temelinde sıçramıştır. Petrol fiyatlarının halen geçen yılın ortalamasını aşan düzeyini ve benzeri etkenleri de hesap dışı bırakmamak gerekir kuşkusuz.

Ama Türkiye'nin tarıma ilişkin sorunları çok daha dallı budaklı ve yapısaldır. Temel sorun, Türkiye'nin ulusal bir tarım politikası olmaması ve 2000 yılı sonrasında IMF/DB'nın "yapısal uyum" politikalarıyla birlikte tamamen gıda ve girdi tekellerinin insafına terkedilmiş olmasıdır. Örneğin Türkiye'nin yağ açığı AKP öncesinden geliyor olabilir, ama Türkiye'nin dünya ayçiçek ticaretinin üçte birini ithal eden bir ülke konumuna gerilemesi, IMF/DB/AKP ortak icraatı sonucudur. Sorunu sadece ayçiçek yağı üretimi bakımından değil, toplam bitkisel yağ üretimi bakımından ele almak gerekir. Dolayısıyla sorun sadece ayçiçek üreticisinin kooperatif birlikleri olan Trakyabirlik ve Karadenizbirlik'in zayıf düşürülmesinden ibaret değildir. Pamuk üreticisini koruyan ve pamukyağı üretiminde söz sahibi olan Tariş Pamukbirliği, Çukobirlik ve Antbirlik'in piyasa dengeleyici rollerinin tarihe karışması, pamukyağı fabrikalarını bile elden çıkarmak zorunda bırakılmalarıdır. Mısır ve soya yağı üretimlerinde de telafi edici üretim düzeylerine ulaşılamamasıdır. Bu yağlık bitkilerin hepsinde ithalata bağımlı olunmasının ve dış ticaret açığının büyümesinin bir sonucu da, Türkiye'nin bu ürünlerden elde ettiği hayvan yeminin de aynı miktarda azalması ve yem ithalatının da büyümesidir.

Ezcümle, tarımın asıl sorunu onun dışa bağımlı yapısıdır. Ama dışa bağımlılık eğer iktidar partisinin de belirleyici özelliği ise, salt tarıma odaklanarak gidilebilecek yol pek sınırlıdır veya hatta hiç yoktur. Hele marketleri baş sorumlu ilan eden bir iktidarın aldatmacasına kapılarak oyalanmak, boş işlerle meşgul edilmeyi milli spor sayanlara özgü olmalıdır.

Oğuz Oyan / SOL

1 Şubat 2021 Pazartesi

Her nedense... - Deniz Tütengil Mazlum / BİRGÜN

 

Duayen gazeteci Abdi İpekçi’nin silahlı saldırı sonucu katledilmesinin bugün 42’nci yılı. Ancak tıpkı Uğur Mumcu’nun katledilmesi gibi İpekçi cinayetinin arkasındaki güçler de karanlıkta. 41 yıl önce babası Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil’i suikast sonucu kaybeden Deniz Tütengil Mazlum, aydın cinayetlerine dair BirGün’e yazdı...

7 Aralık 1979 sabahı İstanbul İçlevent otobüs durağı yakınında bir cinayet işlendi. Öldürülen kişi, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyoloji Kürsüsü’nün başkanı Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil’di. Öldürülen kişi, benim babamdı.

Resmî kayıtlara göre, kimliği meçhul dört şahıs ateş açtıktan sonra, olay yerinde “Ne Amerika, Ne Rusya, Herşey Bağımsız Demokratik Türkiye İçin. Savaşımız Sürecektir. Anti-Terör Birliği” yazılı bir kağıt bırakarak, çalıntı bir araçla kaçmıştı. Araç sahibinin ve olay tanıklarının ifadelerini alan polis, birçok şüpheliye ulaştı ancak yüzleştirmeler sonunda, faillerin kesin olarak tespit edilemediği bildirildi.

“Sağ kesim ile ilgili yapılan operasyonlarda” yakalanan Yılma Durak’ın 30 Ekim 1980’de verdiği ifade, olayı netleştirir nitelikteydi. Durak, Ülkücü Gençlik Derneği Ocak Başkanı Recep Öztürk’ün, babamın öldürülmesinden bir gün önce kendisine üniversiteden bir hocanın öldürülmesini planladığını söylediğini, kendisinin de bunu onayladığını belirtiyor, daha sonra da Recep Öztürk’le yaptığı konuşmada, babamın “onlar tarafından” öldürüldüğünü öğrendiğini ekliyordu.

Cinayetin işlenmesinden yaklaşık üç yıl sonra, İstanbul Emniyet ve Merkez Komutanlığı I. Şube Müdürü Tayyar Sever imzalı yazıda, Yılma Durak’ın beyanı üzerine, “Tütengil’in faili olduğu anlaşılan Recep Öztürk, daha önce birçok öldürme ve yaralama suçlarından ötürü Sıkıyönetim Komutanlığına sevk edilmiş, ancak her nedense tahliye edilmiştir. Tahliyesini müteakip yurt dışına kaçtığı için, gerek Tütengil, gerekse yeni belirlenmiş olaylardan ötürü sorgusu yapılamamıştır...Yılma Durak ise, ...Sıkıyönetim Komutanlığına sevk edilmiştir.” deniliyordu. Aynı soruşturma kapsamında adı geçen başka kişiler de vardı.

Bunların da, cezalandırılmak şöyle dursun, izleyen yıllarda “her nedense” milletvekili, hatta bakan olarak görev yaptıklarını görmek, öfke ve acımızı daha da derinleştirdi.

FAİLİ MEÇHUL DEĞİL, BİLİNİYOR

Tütengil cinayeti tetikçiler anlamında “fail meçhul” değil. Failler biliniyor, hatta yakalanıyor da, ancak meçhul olan bunların neden hesap vermeden salıverildiği. Nasıl olup da aklandığı ve sonradan kimler, hangi odaklar tarafından ülkenin yönetimine katılan kişiler arasına karıştırılarak saygınlaştırıldığı. Meçhul olan bu katilleri kimlerin azmettirdiği. Soruşturma dosyasının hangi karanlık eller tarafından ortadan kaldırılıp kaybettirildiği.

Bir öğretmenin oğlu olan babam Tütengil, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne asistan olarak girdiği 1953 yılına kadar, ilk görev yeri olan Antalya Lisesi’nden sonra sırasıyla Kepirtepe ve Aksu Köy Enstitüleri ile Diyarbakır Lisesi’nde felsefe öğretmenliği yapmış, öğretmenlik mesleğini çok yücelten ve seven bir kişi. Akademik hayata atılıp İktisat Fakültesi’ni de bitirdikten sonra, 1960 yılında doçent, 1970 yılında profesör olan bir bilim insanı. Binlerce öğrencinin yetişmesine katkıda bulunmuş, sevilen, sayılan bir hoca. Yurtsever, demokrat, sözüne güvenilir, disiplinli ve son derece çalışkan, zamanı kullanma konusunda çok titiz, alabildiğine alçakgönüllü bir insan. Hiçbir çifte standart tanımayan bir insansever, duygulu, duyarlı, çok iyi yürekli, nazik bir kişi, verdiği bir sözü yerine getirmediğine bir kez olsun tanık olmadığım bir baba. Her konuda uygarca tartışıp konuşabileceğiniz, insanı “adam” yerine koymayı bilen, yerinde eleştirileriyle yaşama yön ve anlam katan bir bilge kişi.

Türkiye’nin böyle değerli bir yurttaşını; çok iyi yetişmiş, sevilen ve dürüst nice insanını ortadan kaldırmak kime, ne yarar sağlamıştır? Bu sorunun yanıtını vermeye çalışırken akla ilk gelenler, siyasal cinayetlerin ülkeyi istikrarsızlaştırmak, antidemokratik yönetimlere bahane ve ortam hazırlamak, insanları yılgınlığa sürüklemek için işlendiği. Ancak bunlar da bu karanlık emelleri tümüyle aydınlatmaya ve anlaşılır kılmaya yetmiyor.

HAFİFLEMEYEN BÜYÜK ACI

Babam meslek hayatının daha başlarında küçük bir not defterine şöyle yazmış: “Benden yarına kalacak olan, namusluca yaşanmış bir hayat, çocuklarım ve kitaplarım olabilir. Sorumluluğumu hiçbir zaman unutmamalıyım.” 58 yaşında öldürüldüğünde, geride tertemiz bir hayat, yüzlerce makale ve kitap, ağabeyim Kaya ile bana da kuşkusuz, onun çocukları olmanın onurunu bıraktı. Ama bir de, hafiflemeyen, büyük bir acı.

Adlarını saymakla bitmeyecek nice değerli ve namuslu insan bu ülkede sanki hiç yaşamamış, sanki hiç öldürülmemiş gibi unutulup gidecekse; Türkiye “her nedense” bu karanlık geçmişin üstüne sünger çekmeye, katilleri korumakla kalmayıp yüceltmeye de devam edecekse, bu acının dinmesi mümkün değildir.

Deniz Tütengil Mazlum / BİRGÜN

Geçen hafta aldığım ölüm haberi - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Dışarıdaki ılık hava baharın geldiğini haber veriyor. İçerisiyse soğuk. Bursa’da, morgda bekleyen cenaze Zeki Müren’in. İçeri uzun boylu bir adam giriyor. Yaşlanmak güzelliğinden pek bir şey kaybettirmemiş. Yanında oğlu var. Gözündeki yaşı saklayarak eğiliyor. 

Zeki Müren’in alnından öpüp son vedasını yapıyor.

Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak.

Salgın günlerinde ne kadar çok dinledik, ne çok söyledik. Pek çok kişi eserin Zeki Müren’e ait olduğunu sanır. Oysa 1973 yılında, 41 yaşındayken trafik kazasında ölen Mustafa Seyran’a ait. Müren ile özdeşleşmesi, onun yaşıyormuş gibi söylemesiyle ilgili olabilir mi? 41 yaşında bir trafik kazasında kaybettiğimiz Seyran’ın, sanki hayata veda ediyormuş gibi öldüğü yıl yazdığı şarkı, Müren’in de yaşamının hasretini anlatıyor gibi.

‘SAPKIN’ DENİLEN MÜREN’İN TEK AŞKI

Geçen hafta (26 Ocak) kaybettiğimiz tarih yazarı Radi Dikici’nin ölüm haberini alınca telefonuma baktım. Dikici’yle 14 Ocak’ta konuşmuştuk. Ben aramıştım, Dikici’nin Müren biyografisindeki “Kürşat Bey”in öyküsünü sormuştum. O anlatmıştı. Müren’in hayatının aşkı üzerine bir program yapmak için sözleşmiş, kapatmıştık. “Önümüzdeki hafta kontrollerim var” demişti, ben öleceğini düşünemedim.

Kim miydi “Kürşat Bey”?

Tam 2 yıl önce (31 Ocak 2019) Zeki Müren’i Bursa’da sıkışmış hayatından çıkarıp, politik gücünü de kullanarak Türkiye’ye mal eden Demokrat Parti kurucusu ve yöneticisi Hayri Terzioğlu’nun hikâyesini bu köşede yazmıştım. Bugünkü İçişleri Bakanı’nın siyasi geleneğinin sembollerinden Terzioğlu, Bursa’da kırmızı takunyalarıyla sokağa çıktığında “sapkın” denilen Müren’i alarak İstanbul’a getirmiş, ona ev tutmuş, okula yazdırmış, öğretmenlerinin, şoförünün ve bakıcılarının parasını ödemiş, sosyeteye sokarak ünlü yapmıştı. Terzioğlu ile Müren arasındaki “sıra dışı” ilişkiyi günlüklere, tanıklara, anılara dayanarak Zeki Müren biyografisinde anlatan Radi Dikici’ydi. 27 Mayıs’ın ardından Terzioğlu düşerken, Müren kendi yolunda devam etmişti. Hayatı boyunca bilmediğimiz sayıda ilişki yaşamakla birlikte, 1962’de başlayan ilk ve tek aşkı dönemin ruhuna uygun şekilde bir genç subaydı.

RADİ DİKİCİ ‘KÜRŞAT BEY’İ ANLATTI

Gazeteci ağabeyimiz Mete Akyol, 1987 yılında Müren’e “hiç sırılsıklam âşık oldun mu” diye sormuştu. Müren ise “8 sene, 1962’den 70’e kadar, büyük bir sarhoşluk içinde bir aşk yaşadım, Allah bana bir daha öyle aşk nasip etmesin” diye yanıt veriyordu. “Çok uzaklara Kanada’ya gittiler, o yokluğun etkisinden kolay kolay kurtulamadım” diyor ve ne kadar acı çektiğini “hayatta öylesine bir aşka ikinci kez katlanabileceğimi düşünemiyorum, onun için âşık olmak için değil, olmamak için Tanrı’ya yalvarıyorum” sözleriyle anlatıyordu. Müren, “karşınızda on bin kişi var ve siz sadece o bir kişiyi düşünerek okuyorsunuz” diye ifade ediyordu “sevgilim, ne zaman kavuşacağız” diye defalarca söyleyerek gözyaşları içinde bitirdiği şarkıların öyküsünü.

Radi Dikici, 14 Ocak’ta konuştuğumuzda “Kürşat Bey”i sorunca anlatmaya başladı:

“Kürşat Bey öldü. Esas adı ‘Kürşat Bey’ değil tabii. Bir takma isim bulmak zorunda kaldım, mecburdum. ‘Kürşat Bey’, Zeki Müren’den ayrıldıktan sonra hostes bir hanımla evlendi. İki de çocuğu oldu. Adanalıydı. Ordunun iyi bir pilotuydu. Sonra hava yollarında pilotluk yaptı.

Aslında çapkın bir adamdı. Ama Zeki Müren ne yaptı ne etti, kendisine bağladı. Ama tabii sonra çok pişmanlık duydu. Ayrıldıktan sonra iki arkadaş gibi oldular, inanın izah edilebilir gibi değildi. Kürşat’ın kim olduğu önemli değil, konu ya da öykü önemli.

Kürşat Bey, daha sonra bir sorun olmasın, başkasının eline geçmesin diye, (Müren’in) kendisine yazdığı mektupları getirip Zeki Müren’e verdi.”

Dikici, konuşmamızda önemli bir ayrıntı daha veriyordu. Türk müziğinde yalnız icracı değil, birçok eserin de sahibi olan Müren, “Kürşat Bey”den koptuktan sonra beste yapmayı bırakmıştı. Aşkın bitişi onu üretmekten alıkoymuştu.

KASADAN ÇIKAN MEKTUPLAR

Telefonu kapattıktan sonra anılara baktım. Zeki Müren’in evinde 25 yıl geçiren, onun eli kolu olan Bedriye Gençoğlu, “Kürşat Bey” ile Müren’in aşkının bitişinin başlangıcını şöyle anlatıyordu:

1970 yılına gelince, kaçınılmaz bir şey oldu, ilişkileri duyuldu. Kürşat Bey’in arkadaşları kendisini ikaz etmişler. ‘Onlar seni atmadan önce istifa et’ demişler. O da istifa etti.

Kürşat Bey” ailesinin de desteğiyle yaşamını değiştirdi. Türkiye’yi terk etti, Kanada’ya yerleşti, sivil pilotluk yaptı. Türkiye’ye geldiğinde zaman zaman Zeki Müren’i ziyaret ediyordu. Ancak artık iki ayrı hayatları vardı. Yine de tanıklar, Müren’in onu her gördüğünde ağladığını anlatıyor. Hatta TRT’de yayımlanan belgeselde sorulunca önce konuşmaya başlamış, ardından gözleri dolunca “bu konuyu kapatalım” demişti. “Benim içimde yanan ateş var” diyen Müren’in aklına düşen bir kıvılcım bile yangını hatırlatmaya yetiyordu.

İkimizin de saçları ak öyle durup bakışacağız” anını ancak yukarıda anlattığım gibi Bursa’da morgda yaşadılar. Dönemin bir başka tanığı Ümran Bir, Zeki Müren’in ölümünün ardından olayı şöyle anlatıyor:

“Zeki Müren öldüğünde kasasında hiçbir şey çıkmamış, sadece Kürşat Bey’e yazdığı aşk mektupları. Kürşat Bey, ne olur ne olmaz diye, Zeki Bey yaşarken ona yazdığı tüm mektupları iade etmişti.

‘AŞKIN KENDİSİ HASTALIK’

Dün, Müren’in 25 yıl önceki cenazesinin görüntülerini izledim. Türk bayrağına sarılı tabutunun başında bir imam mahşeri kalabalığa konuşuyordu:

İnsan ne zaman ölür? Denir ki unutulduğu gün ölür. Nice insan var ki yaşarken ölü, nice ölenler vardır ki öldükten sonra diri. Zeki Müren adının, nice eserlere konu olacağı düşüncesiyle, onun öldükten sonra da yaşayanlardan olacağına inancım tamdır.

O eserlerden birinin sahibi Radi Dikici de geçen hafta bu dünyaya veda etti. Onunla “Kürşat Bey”i de Zeki Müren’i de daha çok konuşacaktık. Olmadı. O da ardında başta Bizans tarihini inceleyenler olmak üzere unutulmaz eserler bıraktı. Yazayım ve “unutturmayayım” diye bir notla bana gönderdiği Müzeyyen Senar biyografisi hâlâ kütüphanemden bana bakıyor.

Sen beni unutmuş, içim kupkuru, benim gönlümde hâlâ o arzu...

Bizim bir salgınla, hastalıkla hatırladığımız şarkıyı, Müren “aşkın kendisi hastalık” dediği ruh haliyle söylüyordu. Jerome de “aşk, hepimizin geçirmek zorunda olduğumuz kızamık hastalığı gibi” dememiş miydi zaten? En çok akılda iz bırakan bir hastalık...

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

İstanbul'da 111 dönümlük tarım alanının imara açılmasına karşı mücadele büyüyor(SÖYLEŞİ)-YAVUZ KARAMAHMUTOĞLU-SOL

 Beykoz’da AVM, otel ve cami yapılacak ormanlık alanın imara açılmasına karşı bölge halkı ve üniversite öğrencileri kampanya başlattı. Gelişmeleri ve mücadele sürecini Beykoz Dayanışması'yla konuştuk.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İstanbul Beykoz’da 111 bin metrekarelik tarım alanını imara açarak 'ticaret alanı' ilan etti.

3 yıl önce hakkında ÇED süreci başlatılan alan, projenin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Diyanet İşleri Bakanlığı’ndan çıkan kararla “kamu yararına kullanılabilir” statüsü kazanmasıyla tekrar imara açıldı. 

Karar 7 Ocak tarihli Resmi Gazete'de yayımlandı. 

Alışveriş merkezleri, konaklama tesisleri ve 3 bin metrekarelik camiyi içeren projenin, 2. Dereceden doğal sit alanı üzerinde yapılması planlanıyor.

Bin 443 ağaç bulunan parselin 61 bin metrekaresine 2 katı geçmeyecek AVM, otel, çarşı finans kurumu gibi ticari birimler inşa edilebilecek. Söz konusu arazi, daha önce ormana yapılması gündeme gelen 553 adet villa projesinin ortasında bulunuyor.

Ormanlık alanın imara açılmasına karşı da bölge halkı ve üniversite öğrencileri imza kampanyası başlattı. 

Beykozdaki son durumu, gelişmeleri ve bundan sonraki mücadele sürecini Beykoz Dayanışması'dan Ece K. ve Yeşim B. ile konuştuk. 

Beykoz’da ormanlık alanın imara açılma sürecinde neler oldu kısaca anlatabilir misiniz?

Yeşim B: Daha önce burası tarımsal niteliği korunacak alan olarak ilan edilmişti. Daha sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 553 villa projesi için ticaret alanı ilan edildi. Halktan tepki görünce geri çekildi. Şimdi cami projesi eklenerek Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan " Kamu yararı vardır." diye onayını alıp yeni bir rant projesi başlattılar.

'Dilekçe ve imza vermeye davet ediyoruz'

ÇED süreci üç yıl önce başlatılmış. Bakanlık 2018'de proje dışına çıkarılan 111 bin metrekarelik tarım arazisi için yeni plan hazırlayarak askıya çıkardı. Bu yeni adıma dönük nasıl bir süreç işletiyorsunuz?

Ece K:  İmara açılan bölgede doğal yaşam alanında yaşayan büyük memeli hayvanlar, çeşitli ağaç türleriyle kaplı bir orman var. Bu yeni proje ve ÇED raporu üzerine öncelikli hedefimiz imar kararının iptali üzerine çalışmak oldu. Bu sebeple hem imza kampanyamızda hem de İBB’ye sunacağımız dilekçelerde ÇED raporuna itirazımızı dile getiriyoruz ve mevcut alanda imarın başlamaması için mücadele yürütüyoruz. Her bir vatandaşı da hem bölge halkından hem de Türkiye’nin dört bir yanından Beykoz Ormanlarını korumak için dilekçe ve imza vermeye davet ediyoruz. Hukuki olarak 8 Şubata kadar itiraz hakkımız var bu sebeple ilk olarak itirazlarımızla kararın iptali için mücadele etmekteyiz. Hukuki yolları sonuna kadar kullanacağız ve bahsi geçen 111 bin metrekarelik alanda imarı başlatmamak için elimizden gelen her şeyi yapmaya hazırız. 

'Tarımsal niteliği korunacak alan” olarak belirlenmiş durumda. Parsel için yapılan plan değişikliğinin raporuna göre parselin tarım dışı kullanılabilmesi için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan 'kamu yararı' kararı alınmış. Bu da bir tür kılıf. AKP'li patronlara özel imar planı gibi duruyor. Bu proje Beykoz'da nasıl bir tehlike oluşturuyor? 

Yeşim B: Beykoz İstanbul' un son yeşil kalan alanlarından biri. Geçmişten beri patronların gözünü buraya diktiğini görüyoruz. Önce  Sümerbank Fabrikası (Deri ve Kundura), sonra Şişecam ardından Tekel Fabrikaları satıldı. Şimdi yeşil alanları bir bir betonlaştırıp zenginlere satıyorlar. Amaçları belli Beykoz'un her bir toprağını, her bir yeşilini halkın elinden alıp zenginlere vermek. Aynı zamanda bu arazi 21 farklı canlı türüne ev sahipliği yapıyor. Buradaki ağaçların yok olması demek. Burada yaşayan canlı türlerinin de yok edilmesi demek. Patronlar ve devlet maalesef karına bakıyor. Buna sadece Beykoz'da yaşayanlar, öğrenciler ve halk bir araya gelerek engel olunabilir.

'Yok edilmesine müsade etmeyeceğiz'

Bölge halkı ve Beykoz'da okuyan üniversiteliler çok tepkili. Beykoz Dayanışması olarak bir imza kampanyası başlattınız. Bundan sonra neler yapmayı planlıyorsunuz?

Ece K: Beykoz halkı ve üniversiteliler olarak Beykoz ormanlarını korumak için büyük bir mücadeleye başladık. Üniversiteliler olarak kendimizi sorumlu hissediyor ve mücadele içinde etkin rol oynuyoruz. Hali hazırda Beykoz Çevre Dayanışması olarak change.org üzerinden başlattığımız ve birçok insanın desteğini gördüğümüz bir kampanyamız var. Bunun yanı sıra İBB Planlama müdürlüğüne iletmek üzere dilekçe hazırladık ve hazırladığımız dilekçelerde karara itiraz ediyor, imar izninin kaldırılmasını talep ediyoruz. İlerleyen günlerde Beykoz’da yerel halk ile görüşerek karar hakkında bilgilendirmek ve desteklerini almak niyetindeyiz. İtirazlarımız kabul edilmemesi halinde mücadeleden asla vazgeçmeyeceğimizin de özellikle altını çizmek isterim. Beykoz’un yeşilini, hayvanların doğal yaşam alanlarını AVM , otel gibi rant kaynakları yüzünden yok edilmesine müsade etmeyeceğiz.

Yeşim B: Öncelikle dayanışmanın yerel ayağı olarak dernek, sendika, muhtarlar dahil tüm yerel durumu taşımak. Şimdi bir dilekçe hazırlığındayız. Bu karar geri alınana kadar gerekli tüm çalışmaları yapacağız.

YAVUZ KARAMAHMUTOĞLU-SOL(Söyleşi)