10 Şubat 2021 Çarşamba

21. yüzyıl Enternasyonalleri ve yeşillendirilmiş kapitalizm - Serap Demir / SOL(GELENEK)

 Her ne kadar olabildiğince parlak şekilde ambalajlansa da bütün bunlar, sosyal demokrasinin iktidarda olduğu yıllara özlem duyan bir romantizmden öte gitmiyor.

Kapitalizmin krizde olduğu, sermaye cephesinin ideologlarının ve siyasetçilerinin de ayırdında oldukları bir gerçek. Bu kriz, emperyalist sistemin aktörlerinin oluşturduğu birliklere de yansıyor. Avrupa Birliği’nin yaklaşık on yıldır içinde olduğu kriz, özellikle pandemiyle birlikte birliğin geleceğinden duyulan endişeleri artırmış durumda. Bu, Avrupa solunda birtakım yan yana gelişleri ve ittifakları da beraberinde getiriyor.

Sosyal demokrasinin soldan konuşması da kriz anlarında işçi sınıfına uzlaşmacı kimi yollar önermesi de yeni değil. Sosyal demokratların işçi sınıfına ilk ihanetinin lekesini üzerinde taşıyan II. Enternasyonal’den bu yana Sosyalist Enternasyonal, bu geleneğin en istikrarlı sürdürücüsü oldu. Türkiye’den CHP ve HDP’nin de parçası olduğu bu oluşumun, isminde geçen sosyalizmle uzaktan yakından ilgisinin olmadığı bir gerçek. Sistemin krizi pandemiyle birlikte daha da derinleşince, sosyal demokrasi de inandırıcılığını artırmak için daha radikal, daha soldan kimi söylemlere ihtiyaç duydu. Bu ihtiyacın doğurduğu en son icat, geçtiğimiz Mayıs ayında kuruluşu ilan edilen İlerici Enternasyonal (İE)1. İçinde dünyanın çeşitli ülkelerinden akademisyenler, bakanlar, aktivistler ve oyuncuların yer aldığı İE Yönetici Kurulu’nda Türkiye’den de iki üye var: Yazar Ece Temelkuran ve HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü.

Peki yenisiyle eskisiyle Avrupa solunda ortaya çıkan tüm bu oluşumlar, sistemin içinde olduğu krize nasıl yaklaşıyor? Her şeyden önce yaşanan kriz, yapısal bir kriz mi yoksa yanlış politikalar mı dünyayı bu noktaya getirdi? Bu soruya verilen yanıtlar, haliyle ortaya konan çözümleri de belirliyor. Örneğin, bir eylem planı ve programı olmasıyla övünen İlerici Enternasyonal’in ortaya attığı “Yeşil Yeni Düzen”, iddialı bir çıkışla takipçilerini kapitalizmin ötesini hayal etmeye çağırsa da gerçekte daha yeşil, daha katılımcı ve daha adil bölüşümlü bir kapitalizmden başka bir şey vadetmiyor. Üstelik yeşil bir yeni düzene geçmek için, seçimler dışında “yeni” bir araca da gerek duyulmuyor. Hatta o kadar ki bu düzene çağrı için kullanılan sloganlar bile yeni değil, sosyalizm müktesebatından aşırma: “Dünyanın bütün ilericileri birleşin!” ya da “Ya enternasyonalizm ya yok oluş”. İyi güzel de “yeni” bunun neresinde? İşte bu yazıda, yenisiyle eskisiyle varolan bu tarz sol birlikteliklere ve bu birlikteliklerin nereye düştüklerine, kurdukları liberal düşlere ve bu düşlerin ne oranda yeni olduklarına biraz daha yakından bakacağız.

II. Enternasyonal’in mirasçısı: Sosyalist Enternasyonal

19. yüzyılda işçi sınıfının siyasi temsilcileri, Sosyal Demokrat İşçi Partileri adı altında mücadele ediyordu. Komünist hareket ile sosyal demokrasi arasındaki ayrışmanın kökeni, 1. Dünya Savaşı yıllarındaki Zimmerwald Konferansı’na dek uzanıyor. 20. yüzyılın başında Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi, yalnız işçi sınıfı içinde kitlesel bir güce değil, Reichstag’da (Alman Parlamentosu) da koltuklara sahip. Ama bu ağırlığını, savaşa karşı II. Enternasyonal’de alınan işçi sınıfının kardeşliğini ve barışı savunma kararını sürdürmekte değil, savaş lehine oy vererek Alman burjuvazisinin yanında saf tutmakta kullanıyor. Bu işbirlikçi ihanete, kısa süre sonra Fransız ve Belçikalı sosyal demokratlar da ekleniyor. Lenin, savaşı destekleyen bu tutuma karşı olanlarla 1915 yılında Zimmerwald Solu’nu örgütleyerek II. Enternasyonal’den kopuşu başlatıyor. Aynı yıl Avrupa’da sosyal demokrasi, artık çoktan düzene soldan eklemlenerek devrimciliğini yitirmiş, işçi sınıfının sözcülüğünden tüm ulusun sözcülüğüne geçiş yapmış halde. 1916 yılına gelindiğinde ise II. Enternasyonal tüm itibarını yitirerek çözülüyor.

İki savaş arası dönemde herhangi bir birlikteliğe ihtiyaç duymayan sosyal demokrasi, SSCB’nin galibiyetiyle sonlanan II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde yeniden sahneye çıkıyor. Bu kez Soğuk Savaş döneminde Sovyetlerden esen rüzgârı göğüslemek için. 1946 yılında İngiltere’de toplanan konferansta Enternasyonal’in yeniden kurulmasına karar veriliyor ve 1951’de Sosyalist Enternasyonal (SE) ismiyle kuruluş gerçekleştiriliyor. Aslında bu kuruluşa, yeniden kuruluş demek daha doğru. Çünkü SE, gerek dünya üzerinde sosyal demokrasiden liberalizme uzanan yelpazedeki partileri bünyesinde toplamasıyla, gerek de güncel gelişmelerde takındığı uzlaşmacı tutumlarla tam da II. Enternasyonal geleneğinin sürdürücüsü.

Ülkemizde yıllarca uluslararası konferanslarında CHP’lilerin yaptığı konuşmalar vesilesiyle gündeme gelen SE, geçtiğimiz yıllarda adının geçtiği haber kategorisini çeşitlendirdi. Örneğin, 2016 yılında HDP’nin de danışma statüsüne geçtiği oluşum, İŞİD’e karşı mücadelesinde PYD’yi tanımasıyla CHP’lileri zor durumda bıraktı. Derken, 2017’de SE Genel Sekreteri Luis Ayala, CHP’nin “hak ve özgürlük mücadelesine destek olmak için” İstanbul’a gelerek Adalet Yürüyüşü’nün bir kısmına katıldı. Son olarak geçtiğimiz günlerde organize suç örgütü lideri Çakıcı’nın Kılıçdaroğlu’nu tehdit etmesi üzerine SE, Kılıçdaroğlu’na dayanışma duygularını iletti.

SE’nin dünya ölçeğindeki açıklamalarından bir kısmıysa şöyle: Birleşmiş Milletler’in kuruluşunun 75. yılını kutlamak, iklim sorunlarına karşı acil harekete geçme çağrıları yapmak ve forumlar organize etmek, Romanya Sosyal Demokrat Partisi’nin galip geldiği seçim sonuçlarına ve demokratik sürece saygı göstermesi için Başkan Iohannis’e çağrı yapmak, Biden’ın seçim zaferini tebrik etmek. Bu kadarıyla Enternasyonal, dünya üzerindeki gelişmeleri sosyal demokrasiye olan mesafeleriyle ölçerek not veriyor. Ama dahası var. Geçtiğimiz günlerde Maduro’nun lehine sonuçlanan Venezuela seçimlerinin gayrimeşru olduğunu ilan eden SE; Maduro’yu diktatör, 2019 yılındaki darbe girişimini destekleyen ABD yanlısı muhalefetiyse ülkenin demokratik gücü olarak tanımladı.2 Yaptıkları açıklamada da vurguladıkları gibi, Venezuela seçimleri konusunda yan yana düştükleri diğer özneler şunlar: 2019 darbesi sırasında ABD güdümündeki Juan Guaido’ya destek açıklaması yapan Latin Amerika ağırlıklı Lima Grubu, ABD ve Avrupa Birliği gözlemcileri. Bu bize, SE’nin kimi söylemlerinde emperyalizmle ortaklaşabileceğini gösteriyor.

Daha İyisi, Daha Yenisi… Aslına Bakarsanız Selefinin Aynısı: İlerici İttifak

2013 yılında Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SDP) öncülüğünde bir grup, Sosyalist Enternasyonal’den koparak İlerici İttifak isminde yeni bir oluşum kurdu. SPD’nin Genel Sekreteri Sigmar Gabriel, bu ayrılığa SE’nin içindeki demokratik olmayan siyasi hareketlerin varlığını gerekçe gösterse de ayrılığa daha çok mali sebepler yol açmışa benziyor. Zira 2016’dan bu yana tutuklu olan HDP Eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’a 2019 yılında siyasi cesaret ödülü vermesinden hatırlayacağımız İlerici İttifak, CHP ve HDP de dahil, SE içindeki partilerin neredeyse tamamını içeriyor. İpleri koparansa, 1 milyon avro tutarındaki yıllık üyelik aidatını iptal etme kararı oluyor. Bu tutar, dünya üzerinde 120 üyesi bulunan SE’nin mali gücüne işaret etmesi açısından kayda değer. Bu finansal gücün liberal düşünceyi beslemek üzere kimi dernek ve vakıflara aktarıldığı bir gerçek. Bu vakıfların, elinde Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht başta olmak üzere yüzlerce Alman komünistinin kanını taşıyan Friedrich Ebert gibi hainlerin ismiyle anıldığı ise bir başka gerçek ve ayrı bir yazının konusu.  

İttifakın işleyişinin ve hedeflerinin anlatıldığı “Kılavuz İlkeler” metninde, ilerici partiler olarak 21. yüzyılı demokratik, sosyal ve ekolojik bir ilerlemenin yüzyılı yapmayı amaçladıkları yazılı. Ulaşmak istedikleri ilerici düzenin çerçevesi şöyle çiziliyor3:

Makul işler yaratmak ve işsizlikle savaşmak, artan toplumsal eşitsizliklere karşı adil gelir dağılımını veya servetin yeniden dağılımını ve cinsiyet eşitliğini güvence altına almak, LGBTIQ hakları adına ve tahammülsüzlük ve ırkçılığa karşı mücadele etmek, sınırsız ve kural tanımayan mali piyasaları net düzenlemelerle sınırlamak, vergi sahtekarlığıyla mücadele etmek, iklim değişikliğini gerektirdiği aciliyetle kontrol altına almak ve sürdürülebilir ekonomik, sosyal ve ekolojik gelişmeyi teşvik etmek, barışı ve insan haklarını küresel kamu değerleri olarak güvence altına almak, çokyanlılığı yükseltmek, silahsızlanmayı savunmak ve kitle imha silahlarının yaygınlaşmasını durdurmak, ve son olarak açlık ve yoksulluğu ortadan kaldırmak.”

Hemen şunu söyleyelim; yukarıdaki metinde sıralanan sorunlara yaklaşımların, büyük sermaye gruplarınınkinden hiç farkı yok. Örneğin cinsiyet eşitliği ile ilgili hazırlanan kısa videoda, daha yüksek eşitliğin ekonomide daha çok büyümeyi beraberinde getireceği vaat ediliyor. Koç Holding de cinsiyet eşitliği konusunda benzer yaklaşıma sahip. Konu sermayeden açılmışken, tam bu noktada mücadelenin kime karşı verileceğini soralım. Sorunun cevabına dair her arayış, uzlaşma, diyalog ve işbirliği kavramlarına çarpıyor. Bunun ardında, sosyal demokrasinin uzlaşmacılığı ve düzenle kavgalı olmayışı kadar, bilinçli bir tercih de saklı. Bu bilinçli tercih şu: Savaşa, silahlanmaya, işsizliğe, ırkçılığa kimin ya da neyin yol açtığını söylemeksizin tekrarlanan mücadele vurgusu, mücadeleyi “tarafsızlaştırarak”, iyi veya kötü, olumlu veya olumsuz kavramlar arasında geçen bir laf kalabalığına indirgiyor ve içini boşaltıyor.

Kavramlar zeminine taşınan içi boşaltılmış bu mücadelenin yöntemi, bir asırdır tekrar edilmesine rağmen hala kulaklara absürt gelen şu terane: “Birbirimize karşı değil, birlikte çalışarak, güçlü bir küresel eşgüdüm ve ilerici koalisyon yaratarak”. İttifakın ajandasına baktığımızda düzenlenen forum ve toplantılarda, yukarıdaki başlıklarda ortaklaşmak yanında başarılı seçim kampanyaları yürütmeyi de gündeme aldıklarını görüyoruz. İttifak siyasi parti ağırlıklı bir bileşime sahip. Örneğin, Avrupa Parlamentosu’ndaki sosyal demokrat partilerin oluşturduğu Sosyalistler ve Demokratlar Grubu (S&D) da İttifak’ın üyesi. Bu yine, ittifakın verip verebileceği tek somut mücadelenin seçim düzleminde olabileceğini akla getiriyor.  

Özetle İlerici İttifak seçim zaferleriyle gelecek daha adil, daha yaşanılası, daha iyi bir kapitalizm vaat ediyor. Zaten ittifakın sloganı da bu: “Daha iyisini yapabiliriz.” Daha iyinin teminatı, iktidarın hukuka tabi kılınması, uluslararası hukukun güçlendirilmesi ve uygulanması, Birleşmiş Milletler’in küresel düzenin yüce bir timsali olarak kabul edilmesi. SE’nin politik çizgisinin yeniden ambalajlanmış bu hali, emperyalist düzenin hukukla terbiye edilebileceği fikrinden ötesi değil. Bugün sosyal demokrasinin Türkiye’deki ayağı da yargı reformları veya güçlendirilmiş parlamenter sistemle ülkenin sorunlarının çözülebileceğini iddia ediyor. Bir belirsizliğe doğru giden sisteme hukukla çeki düzen vermek, bugün sosyal demokrasinin en büyük vaatlerinden biri. Bu vaadin gerçek olamayacağını tarih bize defalarca kez kanıtladı.

Sütten Ağzı Yanmayanlar: Avrupa Sol Partisi

Avrupa Parlamentosu’ndan çıkan bir diğer benzer oluşum, Avrupa Sol Partisi (ASP). Parlamentoda yer alan Yeşiller/Sol Grubu’ndaki 11 partinin öncülüğünde kurulan ASP’nin içinde Türkiye’den Sol Parti (geçmişteki ÖDP), Yunanistan’dan Syriza ve İspanya’dan Podemos da yer alıyor. İlan ettikleri manifestoda “Demokratik, sosyal, çevreci, feminist, barışçı, başka bir dünya, başka bir Avrupa'yı, dayanışmanın Avrupası'nı kurmak”tan söz eden ASP4, tüm Avrupa düzeyinde uygulanacak ortak bir istihdam rejimi talep ediyor. Asgari ücret, çalışma saatleri, emeklilik, grev hakkı konusunda tüm Avrupa için standartlar belirlenmesini talep etmek, emeğin Avrupa’da serbest dolaşımını kabul etmeyi gerektiriyor. Kurumlarının kontrol ve hareket mekanizmalarının artırılmasıyla güçlendirilmiş bir Avrupa Birliği’nin, Avrupa’da sınıf mücadelesi ve işçilerin çıkarlarının savunulması için avantajlar taşıdığı söyleniyor. Ama unutulan Avrupa Birliği ülkelerinin kendi içinde de eşitsiz olduğu. Örneğin, bu eşitsizlikler sürerken Avrupa Birliği’nde tek bir asgari ücret belirlenirse, bu emekçilerin aleyhine sermayeninse lehine olacak.

Geçtiğimiz yıl İspanya’nın Malaga kentinde toplanan ASP’nin 6. Kongresi “Kapitalizmin üstesinden gelerek halkın Avrupası’nı inşa etmek, barışı güvenceye almak ve gezegeni kurtarmak için: Sola Git, Avrupa’yı Resetle” başlığını taşıyor. Kongre raporu5, liberal solun Avrupa değerlendirmesini anlamak için işlevli bir belge. Ekonomik ve finansal krizlerin tetiklediği işsizliğe, yoksulluğa, iklim krizine ve Trump’ın hızlandırdığı silahlanma yarışına işaret edilen girişte, neoliberal politikaların söylediğinin aksine Avrupa’nın kaynak anlamında zengin bir kıta olduğu ancak bu zenginliğin eşit bölüşülmediği vurgulanıyor. 2008 krizinden bu yana finansal kapitalizmin ve tasarruf bankalarının kayıplarının bedelinin kemer sıkma politikalarıyla halka ödetildiği ve üretici güçlerin mülkiyetinin dünyada bir avuç kişinin elinde toplanmasının daha iyi bir dünya önünde en büyük engel olduğu belirtiliyor. Bunlara karşıysa, enerji, ulaşım, su tedariği, sağlık ve bakım gibi temel sektörlerin kamu hizmetine geçmesi, vergilerin tüm Avrupa’da daha adil biçimde yeniden düzenlenmesi, evsizliğe ve kiraların yükselmesine karşı mücadele edilmesi, tüm Avrupa’da çalışma biçiminin işçiler lehine standardize edilmesi ve Avrupa Birliği’nin neoliberal politikalara zemin hazırlayan iç metinlerinin değiştirilmesi öneriliyor.

Tüm bunlar sözümona Avrupa Birliği’nin kurumlarıyla, Avrupa Birliği’nin içinde mücadele ederek gerçekleşecek. Oysa kapitalizmi tümüyle karşısına almayan ve Avrupa Birliği’nden kopmadan verilen bir mücadelenin başarıya ulaşamayacağı, Yunanistan’daki Syriza deneyiminden öğrenilmiş olmalıydı. Yunanistan’da yeni istihdam yaratma, IMF’ye rest çekme, yurttaşların banka borçlarını silme vaatleriyle iktidara gelen Syriza’yı, o zamanlar hem Türkiye’de hem de dünyada pek çok sosyal demokrat coşkuyla alkışlamıştı. Ancak bu coşku uzun sürmedi. Bugünse Syriza’dan hafızalarda kalan, Avrupa Birliği’nin kemer sıkma politikalarına tam boy teslimiyeti ve Yunan sermayesi lehine yaptığı reformlar...

21. Yüzyıl Liberallerinin “Toplum Sözleşmesi”: Yeni Yeşil Düzen

Liberal sol cenahta ortaya çıkan bir başka aktör de İlerici Enternasyonal. 2018 yılından beri kuruluş hazırlıkları sürdürülen İlerici Enternasyonal (İE), geçtiğimiz Mayıs ayında kuruluşunu ilan etti. İçinde akademisyenler, yazarlar, aktörler, insan hakları ve iklim değişikliği aktivistleri ve politikacıların yer aldığı Danışma Meclisi’nde oldukça medyatik isimler var. Bunlardan bazıları: ABD’li dilbilimci Noam Chomsky, bir başka ABD’li düşünür Cornel West, Hırvat düşünür Srećko Horvat, New York Times yazarlarından Naomi Klein, “Yağmuru Bile” ve “No” filmlerinden hatırlayacağımız aktör Gael García Bernal, ABD’li aktör John Cusack, geçtiğimiz yıl Akdeniz’den geçerek Avrupa’ya ulaşmaya çalışan göçmenleri kurtarmak için gemiyi izinsiz olarak İtalya’ya yanaştıran Sea Watch isimli örgütün kurucusu kaptan Carola Rackette, “Arap Baharı, Libya Kışı”, “Üçüncü Dünya Üzerinde Kızıl Yıldız” gibi kitapların yazarı Vijay Prashad, İzlanda Başbakanı Katrín Jakobsdóttir ve Türkiye’den HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü ve yazar Ece Temelkuran.

Oluşumun öncüsü, ASP’nin başarısız deneyi Syriza hükümetinin Maliye Bakanı olan ve Çipras’ın Troyka’nın yaptırımlarını kabul etmesi üzerine hükümetten istifa eden Yannis Varufakis. Varufakis Syriza hükümetinden istifa ettikten sonra Avrupa’da Demokrasi Hareketi 2025 (DiEM25) isminde bir oluşum kuruyor. Oluşum, çünkü DiEM25 kendisini bir parti olarak değil, geniş bir koalisyon olarak tanımlıyor. Bu koalisyon, siyasi yelpazede kendisini sağ-sol görüşün bir tarafı olarak nitelemeyi reddediyor. Bu denli çizgisizlik, geleneksel sol partilerin dahi Varufakis’e şüpheci yaklaşmasına yol açıyor. DiEM25 hareketi ile 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde başarısız olan Varufakis, şimdi 2025’teki seçimleri hedefliyor.6 Bu anlamda hem DiEM25’in hem de İE’nin Avrupa Birliği’ne bakınca görmek istediği, 2008 krizi öncesindeki Avrupa.

Ama yalnız Avrupa ile iş bitmiyor. 2018 yılında Varufakis, ABD’den Demokrat Partili Bernie Sanders ile kafa kafaya vererek İlerici Enternasyonal fikrini olgunlaştırıyor. Zamanla İngiltere’den İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn’in de eklenmesiyle ekip tamamlanıyor ve “Dünyanın bütün ilericileri birleşin” diyen İE yola çıkıyor.

Amaç ilerici bir koalisyonla, dünyayı bir avuç diktatörün ve oligarşinin elinden geri almak. Yani temelinde sermaye ile bir dertleri yok, ama Amazon’un CEO’su Jeff Bezos’la, Microsoft’un kurucusu Bill Gates ile dertleri var; burjuva demokrasileriyle bir dertleri yok, Trump, Modi, Bolsonaro gibi zıvanadan çıkmış otoriterlerle dertleri var; piyasayla dertleri yok, yeşil olmayan bir piyasa ile dertleri var. Tıpkı, AKP ile değil Erdoğan’la, sermaye sınıfıyla değil beşli çeteyle derdi olan Türkiye sosyal demokrasisi gibi. İE ile aralarındaki tek fark, bizimkilerin gezegeni o kadar dert etmemesi.

Şimdi İE’nin değerlendirmelerine biraz daha yakından bakalım. Enternasyonal’in açılışında yaptığı konuşmada Noam Chomsky, bugüne dair sorun tespitini şöyle yapıyor7:

“Dünyanın önündeki en büyük üç problem artan nükleer savaş tehlikesi, çevresel felaket tehlikesi ve demokrasinin gerilemesi. Sonuncusu kulağa yersiz gelebilir ancak öyle değil. Gerileyen demokrasi, bu korkunç üçlemenin önemli bir kolu. İlk iki tehlikeden kurtulmak için tek umut, vatandaşların müzakere, politika oluşturma ve doğrudan eylem süreçlerine katıldığı, yaşayan bir demokrasidir.”

Chomsky’nin de konuşmasında özetlediği gibi, bu bakış açısına göre bugün dünyadaki problemlerin iki kaynağı var: Biri Trump, Modi, Bolsonaro ve Ortadoğu’daki aile diktatörlüklerini de içine alan otoriter rejimler; diğeri de 80’lerde Reagan ve Thatcher’la birlikte gelen neoliberal politikalar. Bu ikisini gerici enternasyonal olarak nitelendiren İE, bunun karşısına da kendisini konumlandırıyor. Bu noktada dünyadaki sınıf mücadelesinin nerede cereyan ettiğini Chomsky’den okuyalım:

"Bu güçlerden biri, uzun zamandır faydasını bir hayli gördükleri neoliberal küresel sistemin daha yoğun gözetim ve denetim içeren, çok daha şiddetli bir versiyonunu inatla inşa etmeye çalışıyor. Diğeri ise adalet ve barış dolu bir dünya isterken, enerji ve kaynakların küçük bir azınlığın talepleri yerine insan ihtiyaçlarına yönlendirilmesinden yana. Bu, birçok karmaşık boyuta ve ilişkilere sahip olan bir çeşit küresel sınıf mücadelesi. Eğer insanlık deneyinin kaderinin bu mücadelenin sonucuna bağlı olduğunu söylersek hiç de abartmış olmayız.”

İE, “Küreselleşmeye karşı Enternasyonalizm” sloganını bu konuşmadan çıkarmış olsa gerek. Ama maalesef bu bağlamda kullandıkları tek slogan bu değil. Bir de “Ya Enternasyonalizm Ya Yokoluş” var8. Burada yalnızca sosyalizmin sloganlarına el attıkları yetmiyor, her zamanki gibi Marksizm’in müktesebatını da tahrif ediyorlar. Dünyadaki otoriterleşme elbette mücadele edilmesi gereken bir olgu. Ancak bu otoriterleşmeye yol açanın sermayenin ihtiyaçları olduğu gerçeği görmezden gelindiğinde, geriye içi boş bir demokrasi mücadelesi kalıyor. Sınıflar mücadelesi, işçi sınıfı ve burjuvazi zemininden, diktatörler ve demokratlar zeminine çekiliyor; sosyalizmse bir alternatif olmaktan çıkarılıp yerini reformizme bırakıyor.

Tüm bu tespitlerden çıkansa, Bernie Sanders’ın üzerine seçim kampanyası inşa ettiği “Yeni Yeşil Düzen”. Bu anlatı ilhamını, 1929 Büyük Buhranı sonrası ABD ekonomisini yeniden rayına oturtan ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in Yeni Düzen söyleminden alıyor. Böylece İE, 2008 krizinden bu yana kendisini bir türlü toparlayamayan Avrupa Birliği ekonomisini, Roosevelt’in ekonomi politikasını biraz daha yeşillendirerek düzeltmeyi vadediyor9. Bu düzenin ana hatları, gelirden bağımsız karbon vergilendirmesi, çok uluslu şirketlerin ödeyeceği kurum vergisi, Yeşil “Manhattan Projesi”10, ve Keynes’in 1944’te önerdiği Uluslararası Parasal Mahsuplaşma Birliği. Anlayacağınız İE, sloganlar konusundaki “yaratıcılığını” programının ana hatlarında da sürdürüyor. O kadar ki, Marshall Planı doğrultusunda 1948 yılında kurulan OEEC’den (bugünkü ismiyle OECD - Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü) ilhamla, aynı kısaltmayla kodlanacak olan, Acil Çevre İşbirliği Teşkilatı (Organisation for Emergency Environmental Cooperation - OECC) kurulması öneriliyor.

Yine İE bünyesinde oluşturulan Küresel Borç Adaleti Çalışma Grubu, hazırladığı raporda yoksul ülkelerin hanehalkı, şirket ve devlet borçlarındaki adaletsizliği gidermeyi amaçladığını belirtiyor. Bunu yapmanın yolu ise, IMF ve Dünya Bankası tarafından uygulanacak reformlar. Bu reformların içinde özelleştirmelerin derhal durdurulması çağrısı da var; ama şimdiye kadar yapılan özelleştirmelerin ne olacağı sorusunun yanıtı yok.

Gelelim Chomsky’nin de konuşmasında değindiği, katılımcı bir demokrasinin nasıl sağlanacağı meselesine. Varufakis konuşmasında bunun yolunu şöyle tarif ediyor:

“Bir çalışan-bir hisse-bir oy ilkesini düşünelim. Şirketler hukukunu, her çalışanın eşit bir ortak olacağı, alınıp satılamayan (ve maddi karşılıkları farklı) bir hisse ve bir oya sahip olacağı şekilde değiştirmek, 19’uncu asırda genel oy hakkı ne kadar radikaldiyse, bugün o kadar radikaldir. Erken dönem anarko-sendikalistlerin öne sürdüğü bir fikir olan; çalışan-ortaklara şirketin genel kurullarında oy kullanma hakkı tanınması ile ücretler ve kârlar arasındaki ayrım ortadan kaldırılır ve sonunda demokrasi yeni dijital işbirliği araçlarıyla iş yerine girer – aksi takdirde demokratik olarak yönetilen kurumsal-sendikalist bir firmanın beklentilerini engelleyecek tüm verimsizlikleri ortadan kaldırmak için hazır bekleyecek şekilde. Firmaların demokratikleşmesinin yanı sıra, hisse senedi piyasalarının yok olmasına neden olacak, birleşme ve devralmaları finanse etmek için devasa borç ihtiyacını ortadan kaldıracaktır.”

Kapitalizm aynen kaldıktan, yani üretimin amacı toplumsal ihtiyaçları karşılamak değil de sermaye sınıfının kârlılığını artırmak olduktan sonra, işçilerin genel kurullarda oy hakkının olması neyi değiştirecek? Olumlu anlamda hiçbir şeyi, ama olumsuz anlamda epeyce bir şeyi. En başta, sermaye sınıfının ve işçilerin birbirine zıt, uzlaşmayan çıkarları, gerçekliğin aksine bir yanılsamaya dönüşecek. İşçiler, kendilerine verilen hisseyle sınıfsal çıkarlarını unutacak ve kendilerini şirketin bir parçası, patronun kârı artırma eğiliminin ortağı gibi hissedecekler. Ellerindeki bir hisseyle kârlılığı artırmak için daha çok çalışan işçiler, daha çok sömürüldüklerinin farkında bile olmayacaklar. Böylece örneğin üretimi artırmak için daha çok fazla mesai kararının altında doğrudan işçilerin imzası olacak. Bu, işçilerdeki yabancılaşmanın içselleştirmeye dönüşmesine de neden olacak. Artı-değer mekanizması aynen dururken bu içselleştirme, işçi sınıfının başına örülebilecek en büyük çoraplardan biri. Çünkü işçi kendi sömürüsüne ortak edilmiş ya da sömürü işçiler nezdinde meşrulaşmış olacak. Bu sermaye sınıfı için, ideolojik, sınıfsal, pratik, kârlılık, kısaca her anlamda büyük kazanım. Varufakis bu noktada haklı, bu tam da işçi sınıfının içini boşaltmak için bulunmuş bir icat, sahiden yüzyılın icadı! İşte 21. yy’da liberal sol böyle icatlar peşinde.

Öte yandan insanın aklına şu soru geliyor: Her şey bir yana, tüm bunlar nasıl olacak? İE, her ne kadar diğer oluşumlardan farkını bir programa ve ortak eylem planına sahip olması olarak ifade etse de, bu eylem planında çeşitli kampanyalara imza vermek dışında bir şey yok. Bunlardan en güncel olanı, tüketimi artırmak için icat edilmiş bir gün olan Kara Cuma’da çalışanlarına kötü davranan Amazon’u, sitesini hiç ziyaret etmeyerek bir günlüğüne cezalandırmaktı. Amazon’un bir günlük kârı düştü, hadi bu zararın Amazon için sadece ufak bir sıyrık niteliğinde oluşunu bir kenara koyalım, bunun işçilere nasıl bir faydası olacak? Amazon’un bir günlük kâr düşüşünün acısını çıkarmak için işçileri daha çok çalıştırmayacağının tek teminatı Amazon işçilerinin örgütlü direnişi. Gelgelelim oldukça “demode” olan bu tarz mücadele yöntemleri İE’nin pek umurunda değil. Ve dahası bir günlük protesto eyleminin Kara Cuma’dan sonraki günlere hiçbir bakiyesi yok. Amazon yine kâr etmeye, işçiler yine insanlık dışı koşullarda çalıştırılmaya devam edecek. Tıpkı hisse-oy önerisinde olduğu gibi, burada da esas sorunu, sömürüyü ortadan kaldırmaya dönük bir niyet yok.  

Peki, hadi üretime odaklanmak, işçi sınıfını örgütleyip direnmek pek demode, dijital çağa hiç uygun değil, mücadeleyi üretimde değil de tüketim alanında vermeye yönelik cinfikirlilik çok mu yeni? Hiç de değil. İlk büyük ihanetlerinden beri sınıf uzlaşmacı çizgi, aslında dönüp dolaşıp aynı fikirleri yeni ambalajlarla kakalıyor. Tüketimi bir tür mücadele alanı haline getiren bu pratiği, Bernstein’ın 20.yy’ın başında can-ı gönülden savunduğu tüketim kooperatifleri pratiğinden hatırlıyoruz:11

"Fakat endüstri işçileri için kooperatif bir yandan ticaretteki sömürüye karşı koyabilme olanağı sağlarken, öbür yandan da özgürlük mücadelesini pek çok açıdan kolaylaştıran olanaklar sunuyor. Tüketim kooperatiflerinin işçiler için lokavt gibi sıkışık zamanlarda nasıl bir dayanak oluşturduğu artık genelde biliniyor. Lokavta uğrayan madencilerin, dokumacıların ve makine işçilerinin büyük İngiliz tüketim kooperatifleri tarafından nasıl desteklendiğini gösteren klasik örneğe, üretim kooperatiflerinin de işçilerin hayat standardı için verdiği mücadeleye son derece yararlı olduğunu ekleyelim.”

Bernstein’dan bu yana reformistlerin terk edemediği şey, kapitalizm. Terk edecek gibi de görünmüyorlar. Önerileri hep aynı, sömürüyü tümüyle ortadan kaldırmak yerine, işçi sınıfını kötünün iyisine razı etmek. Üretim araçlarına sahip olmak yerine, ihtiyaçlarımızı hep birlikte satın alalım ki aracılar aradan çıksın, ucuza gelsin, nihayetinde biraz daha iyi yaşamlar sürelim, yetsin.

Ama yetmez. Her ne kadar İE takipçilerini kapitalizmden daha ötesini hayal etmeye davet etse de bu programdan üzerine sosyal devlet sosu dökülmüş kapitalizmden başka bir şey çıkmaz. Kapitalizmin ötesine geçmek adına zerre gerçekçiliği olmayan bu programın uygulanması, önce Avrupa Birliği’nde sonra da tüm dünyada ilericilerin iktidara gelmesine bağlanmış. Bunun da tek yolu seçimler. Peki bir kez daha Syriza deneyiminin aynı şekilde tekrarlanmayacağının garantisi ne? Bunun tek garantisi, yukarıda da söylediğimiz gibi işçi sınıfının örgütlülüğü. Ama her bir başlığa yer olan İE’nin heybesinde, bu başlığa yer yok.12 Bunca absürtlükte yine de sormak lazım: Sermaye sınıfı bu tavizleri vermeyi, örneğin daha çok vergi ödemeyi, özelleştirmeleri durdurmayı, kârlarının bir kısmını çevreci politikalara aktarmayı neden kabul etsin? Bu sorunun bir cevabı yok, herhalde o noktada da uzlaşmanın, diyalogun, karşılıklı hoşgörünün gücüne inanılıyor. Tam bu noktada da İE’nin Rönesans düşünürlerinden “ilham” alması gerekecek, çünkü böylesi bir programın bir tür Hobbescu Toplum Sözleşmesi ön kabulü olmadan hayata geçmesi imkânsız. Toplum Sözleşmesi, ilk olarak Thomas Hobbes tarafından ortaya atılan ama John Locke ve Rousseau tarafından da farklı versiyonlarıyla kullanılan bir soyutlama. Buna göre, insanlar toplum ortaya çıkmadan önce kaotik bir doğal durum halinde yaşıyorlar. Hobbes bu doğal durumu, bireysel çıkara dayalı, anarşik, apolitik bir durum olarak tarif ediyor. Ve insanlar bu anarşiye son vermek için bir araya gelerek, kimi bağlayıcı kurallarla bir toplum sözleşmesi yapıyorlar ve devlet ortaya çıkıyor. Devlet anarşiyi sona erdirip düzeni sağlarken, karşılığında insanlar da özgürlüklerinden vazgeçmiş ama huzura kavuşmuş oluyorlar. Bu, devletin toplumsal bir uzlaşıyla ortaya çıktığına dair bir soyutlama. Oysa tarihsel materyalizm, toplumu içinde uzlaşının aksine çatışmayı barındıran bir yapı olarak ele alıyor. 21. yüzyıl liberalleri ise, toplumun temelinde yatan uzlaşmaz çelişkiyi göz ardı ederek, reformist programlarını toplumsal bir uzlaşıyla uygulayabileceklerini düşünüyor olmalılar. Yaklaşık dört asır önce Hobbes’un ortaya attığı “Toplum Sözleşmesi” ne kadar soyutsa, bugün de İE’nin çözüm yolu o kadar soyut. Zira bunun nasıl gerçekleştirileceğine dair akla gelen başka hiçbir şey yok. Sınıf uzlaşmacılığının yeni ütopyası: Kapitalizmin insanlığı soktuğu bu “doğal durum”dan, ilericilerin kurucu iktidarında geçilecek “Yeni Yeşil Düzen”e...

Kaleyi içten fethetmek mümkün mü?

Bahsettiğimiz tüm bu oluşumların manifestolarından eylemlerine sayısız ortak noktaları var. En belirgin olanı, kapitalizmle olan uzlaşmacılıkları. Ne sermaye düzeniyle ne de patronlarla bir dertleri var; sadece bazı aşırılıkları törpüleme derdindeler. Bu, sistemin içinde olduğu krizi birtakım yanlış politikalarda görmelerinden kaynaklanıyor. Neoliberal politikalar ve aşırı sağcı partilerin dünyayı bu noktaya getirdiğini düşünüyorlar. Çözümse sosyal devlete geri dönüş, vergi adaletiyle sağlanacak bir yeniden bölüşüm ve otoriterlerden arındırılmış, güçlendirilmiş bir demokrasi. Kısaca, Avrupa Birliği’yle, IMF’siyle, Dünya Bankası’yla biraz daha çekidüzen verilmiş bir kapitalizm.

Buraya giden yöntemse, kurdukları geniş ittifaklarla Avrupa Birliği sınırları içinde seçim zaferleri elde etmek ve büyük benzerlikler taşıyan reformist programlarını uygulamak. Bir nevi kaleyi içten fethetmek. Ama sandık galibiyeti varsayılsa bile kale, sömürü mekanizmasıyla, sermaye sınıfı, aktörleri, kurumlarıyla olduğu gibi yerinde duracak. Ve bu durum, liberal solu hiç rahatsız etmiyor. Aksine, kalenin surlarını biraz tahkim ederek sorunları çözebileceklerini düşünüyorlar. Bu düşüncenin altındaysa, içten içe “Avrupa demokrasisi”ne duyulan güven yatıyor. Oysa dem vurulan “demokrasi”, Avrupa Birliği’nin işleyişinde bile yok.

Aslına bakarsanız tüm bu reform taleplerinde yeni bir şey de yok. Her ne kadar olabildiğince parlak şekilde ambalajlansa da bütün bunlar, sosyal demokrasinin iktidarda olduğu yıllara özlem duyan bir romantizmden öte gitmiyor. Diğer taraftan, bu geçmişe dönüş, liberal sol için bir nostalji olarak da kalmaya mahkûm. Çünkü dünyada 50’li-60’lı yıllardaki sosyal devlet uygulamalarının mimarı sosyal demokratlar değil, Sovyetler Birliği’ydi. Sosyalizmden esen eşitlik rüzgarları, kapitalist dünyayı temel haklar ve kamusal hizmetler konusunda birtakım tavizler vermeye zorladı ve o özlenen “refah devleti” yılları bu sayede var olabildi. Şimdi ise, güçlü bir sosyalist odağın yokluğunda burjuvazinin sınıfsal eğilimlerini bir kenara bırakıp yeniden taviz vermesi için hiçbir sebep yok.   

Son olarak tüm bu oluşumlarda en çok göze çarpan şey: sınıf uzlaşmacılığı ve geniş koalisyon. Her ne kadar kapitalizmi kötüleseler ve sosyalizme sempatiyle yaklaşıyormuş gibi bir izlenim verseler de içlerinde yer almak için hiç de sosyalist olmak gerekmiyor. Kapıları neredeyse aşırı sağcı olmayan herkese açık. Partiler, dernekler, düşünce kuruluşları, insanlar… Herkes bu oluşumların içinde yer alabiliyor. Yeter ki, Trump veya Erdoğan destekçisi olmayın, ya da Amazon’un daha çok kâr etmesini savunmayın.

Tüm bu ortak özellikler, Erdoğan karşıtlığında cisimleşmiş Millet İttifakı muhalefetine oldukça benziyor. Bir kere, kimseyle kavga etmeyen, herkese kucak açan, tümüyle uzlaşma üzerine kurulmuş olan mücadele yöntemleri birbirine oldukça benziyor. Yine belli ki, Kılıçdaroğlu’nun yalnızca AKP yandaşı beşli çeteyi kapsayan kamulaştırma talebi, ilhamını dünyadaki sosyal demokrasinin programından alıyor. Sermayeyi toptan karşısına almadan sadece sınıfın yaramaz çocuklarını cezalandırmak, aslında insanların tepkilerini soğurmak için olabilecek en iyi yöntem. Yine hem ittifakın sözcülerinin hem de eskinin AKP’lisi şimdinin muhalifi Babacan’ın konuşmalarında dillendirdiği, güçlendirilmiş parlamenter sistem, hukukla terbiye edilmiş bir iktidar, yargı reformları, adil bir vergilendirme sistemi yazıda bahsi geçen tüm oluşumların neredeyse ortak talepleri. Ve bu talepler her ne kadar emekçilerden yana gibi görünseler de asıl amaç adlı adınca kapitalizmin restorasyonu. Ancak bu taleplerin sahiplerinin görmezden geldiği bir gerçek var ki, o da tüm bu kuralsızlığın, hukuksuzluğun, hızlı işletilen süreçlerin, özelleştirilen kamusal hizmetlerin sermayenin talepleri doğrultusunda gerçekleştiği, bugün gelinen yere sermayenin istekleriyle gelindiği. Dolayısıyla ne neoliberal politikalar, ne de otoriter liderler gökten zembille inmedi; her ikisi de bu düzenin içinden çıktı. Ve bu düzen sürdükçe de ne aşırı sağcılık bitecek ne de kapitalizmin krizleri. Liberal solsa tüm bunları yanlış politikalara bağlamaya ve geçmişe özlem duymaya devam edecek. Bir yönüyle bu geçmişe de mahkumlar, çünkü geleceğe dair kapitalizmden başka tahayyülleri yok. Bugün geleceğe dair tek söz edebilecek olanlarsa, kapitalizmden ötesini görebilen komünistlerden başkası değil.

Serap Demir / SOL(GELENEK)

9 Şubat 2021 Salı

Ankara'da soygun sürüyor: 'Sayacın süresi doldu' dediler, 'güvence bedeli' aldılar -

 Doğalgaz dağıtım şirketi Başkantgaz abonesi yurttaşların fatura borcu olmamasına rağmen gazı kesildi. Şirket 'süresi doldu' dediği sayacın değişmesi gerektiğini söyleyerek 'güvence bedeli' aldı.

Ankara'da Gökçek döneminde başlayan doğalgaz soygunu sürüyor. 

Doğalgaz dağıtımının özelleştirilmesi süreci öncesi Melih Gökçek döneminde yurttaşlara 300 dolar karşılığında zorla kartlı sayaçlar satılmış, yurttaşların haberi dahi olmadan “arıza” bahanesiyle sayaçlar değiştirilmişti. 

300 doların 150 doları sayaç bedeli olarak alınmış, yani sayaçlar yurttaşlara zorla satılmıştı.

Gökçek’in abonelerden topladığı bu paranın nereye kullanıldığı hiçbir şekilde açıklanmazken, toplanan tüm paralara rağmen BOTAŞ’a neredeyse hiç ödeme yapılmadığı da ortaya çıkmıştı. Hatta özelleştirme bedelinin bir bölümü bu borcun ödenmesi için kullanılmıştı.

Yurttaşların bu kez de "sayaçlarının süresinin dolduğu" söylenerek yüzlerce lirası alınıyor. Üstelik fatura borcu olmamasına rağmen haber verilmeden gazı kesilen yurttaşlar mağdur edilirken, yeni sayaç bağlanması için de 1 hafta süre veriliyor. 

'Birden gaz kesildi, sözleşmemin süresi dolmamıştı'

Evinde doğalgaz olmasına rağmen mağduriyet yaşayan bir yurttaş soL'a ulaşarak, sözleşmesinin dolmamasına olmasına karşın dün doğalgazının "sayacı değişmesi gerekçesiyle" otomatik olarak kesildiğini söyledi. Eşi hematoloji hastası olan ve Sincan'da oturan yurttaş, 900 liraya yakın tekrar ödeme yaptığını söyledi:

"187'yi aradım, 'Biz ilgilenmiyoruz' dediler. Etimesgut'taki Başkentgaz şubesine gitmemiz faturalıya geçeceğimiz söylendi. Haber vermeden gazımız dün kesildi. Otomatik sayaç kendini kilitlemiş, onlar kesmedi. Sayacın zamanı doldu deniyor ama zaten aslında 2 yılı var. Benim sözleşmem var, burda ilk alanlardanım. Bizi 'faturalı kart'a tekrar geçirdiler ve bu nedenle 'güvence bedeli' istediler. Onu da yatırdık. Kontürlü gibiydi önceden, bu sefer de 'dayacınız ömrünü tamamladı faturalıya geçilecek' diyorlar. 

'Gökçek döneminde 300 dolar vermiştik, şimdi de 900 liraya yakın para ödedim'

Bizi zorunlu bırakıyorlar. 300 dolar da Gökçek zamanında vermiştik onlar da gitti. 655 lira alınacak diyorlar. Harç pulu vs diye benden 900 liraya yakın para aldılar. Başkengaz'ı aradım doğru düzgün bilgi vermediler. '7 gün içinde açılacak' dediler. Eşim hasta evde ama eski usule döndük. Küçük tüp açık şu anda. Kışın ortasındayız. Yıl 2021, perişanlık diz boyu. Çağ atlatıyorlar bize böyle işte."

                                                               ***

Ankara’dan bir soygun hikayesi: Doğalgaz sayaçları…

Önce Melih Gökçek döneminde yurttaşların mekanik sayaçları neredeyse haber dahi verilmeden ön ödemeli sayaçlarla değiştirildi ve bunun karşılığında 300 dolarlık bir bedel alındı, şimdi de Başkentgaz tarafından bu sayaçlar mekanik sayaçlarla değiştiriliyor ve yurttaşların gazı kesilerek 593 liralık bir bedel tahsil ediliyor. Ankara’da doğalgaz soygunu kesintisiz sürüyor.

Ankara’da yurttaşlara yönelik doğalgaz soygunu yıllardır kesintisiz biçimde devam ediyor. Doğalgaz dağıtımının özelleştirilmesi süreci öncesi Melih Gökçek döneminde yurttaşlara 300 dolar karşılığında zorla kartlı sayaçlar satıldı.

Yurttaşların haberi dahi olmadan “arıza” bahanesiyle sayaçlar değiştirildi, 300 dolarlık bir fatura çıkarıldı.

Bu 300 doların 150 doları sayaç bedeli olarak alındı, yani sayaçlar yurttaşlara zorla satıldı.

Gökçek’in abonelerden topladığı bu paranın nereye kullanıldığı hiçbir şekilde açıklanmadı, üstelik toplanan tüm paralara rağmen BOTAŞ’a neredeyse hiçbir ödeme yapılmadığı ortaya çıktı.

Hatta özelleştirme bedelinin bir bölümü bu borcun ödenmesi için kullanıldı.

Baştan sona hukuksuzluk

Sonra şirketlerin EPDK’ya yaptığı baskı sonrası dağıtım şirketlerine yeni bir gelir kapısı yaratmak adına sayaçların değiştirilmesine yönelik bir olanak tanındı.

Başkentgaz, bu değişimi ön ödemeli, yani kartlı sayaçların mekanik sayaçlarla değiştirilmesi şeklinde uygulama kararı aldı.

Tüketici Hakları Derneği, EPDK’ya bir başvuru yaparak, “tüketicinin sayaç değiştirmeye zorlanamayacağı” ifadesinin açıkça yer aldığı yönetmeliğe dikkat çekti. EPDK da bu yönetmeliği kabul etmek durumunda kaldı.

Ancak EPDK şirketlerin dayatması sonrası 2016 yılında bu kararını değiştirdi ve şirketlerin sayaçları değiştirmesinin önünü açtı.

Yani var olan yönetmelik yurttaşların aleyhine olacak şekilde değiştirildi.

Üstelik bu düzenleme, Ölçü ve Ayarlar Kanunu’nda şirketlerin yapması gereken sayaç bakımlarının da askıya alınmasına olanak tanıdı.

Yani şirketler kendi sorumluklarını yerine getirmeyecek, sayaçlar “arızalıysa” 14 yılı geçtiği için değiştirecek, sayaç arızalı değilse bile 20 yılı geçtiyse yine istediği gibi sayacı değiştirebilecekti.

'Mahkemeler artık aleyhte karar veriyor'

Hukuksuz sayaç düzenlemesine karşı uzun yıllardır mücadele veren Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı Turhan Çakar, bu konuda mahkemelerin yurttaşların lehine birçok karar verdiğini ancak bu kararların uygulanmadığını, üstelik son dönemde verilen kararların aleyhte gelmeye başladığına dikkat çekti.

"Son yıllarda mahkemeler ret kararları vermeye başladı. Bu kararlarda şirketlerin etkili olduğunu düşünüyoruz. Açıkça mevzuata aykırı kararlar veriyor mahkemeler" diyen Çakar, "Hakem heyeti tüketici lehine ve doğru kararlar veriyor. Başkentgaz, bu kararın iptali için dava açıyor, yerel mahkemeler genellikle yurttaşların aleyhine, şirket lehine karar veriyor" ifadesini kullandı.

Anlamsız bir kurum: Kamu denetçiliği kurumu

Kamu Denetçiliği Kurumu, Kızılay üzerinden Ensar Vakfı’na bağış skandalıyla gündeme gelen Başkentgaz’la ilgili bir başvuruyu geçtiğimiz Mart ayında değerlendirmiş, kurum, dağıtım şirketinin abonelerine bir tercih hakkı tanımadan mekanik sayaç kullanmaya zorlamasının, hukukun genel ilkelerine aykırı olduğunu ifade etmişti.

Kurumun aldığı bu kararı dikkate almayan Başkentgaz, istediği gibi sayaç değişimi yapmaya devam ediyor.

Son olarak bu uygulamaya maruz kalan bir yurttaş, yaşadıklarını soL’a anlattı.

'Hiçbir bildirim yapmadan gazı kapadılar, tek seçenek 593 lirayı ödemen dediler...'

Sayaçta bulunan gazın azalması sonrası karta yükleme yaptığını, ancak yaptığı bu yüklemenin kartı sayaca okutmasına rağmen görünmediğini, bir arıza yaşandığı düşüncesiyle aradığı Başkentgaz’dan sayacının 20 yılı geçtiği için gaz alımına kapatıldığı yanıtı aldığını aktaran yurttaş, şöyle konuştu:

Bana tek seçeneğimin 593 liralık güvence bedelini ödemek olduğu söylendi. Bunun ardından mekanik sayacın takılması sonrası yeniden gazı kullanabileceğim aktarıldı. 

Karta yüklediğim gazı da kullanamamam nedeniyle gazım bitmek üzereydi, mecburen bu ücreti denkleştirip yatırmak zorunda kaldım.

Yani hem hiçbir bildirim yapmadan gazımı kesmiş oldular hem de 593 liralık bir ücret aldılar.

(SOL)



8 Şubat 2021 Pazartesi

FAHRETTİN 451- Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 

Dokuz dolar elli sent: Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 romanının taslağını yazmak için kiraladığı daktiloya ödediği para.

Bradbury, arkadaşıyla yürüyüşe çıkmıştı. “Bir polis arabası durdu ve bir memur çıkarak ne yaptığımızı sordu” diye anlatıyor devamını. “Havayı soluyoruz, konuşuyoruz, tartışıyoruz, yürüyoruz” yanıtı aldı. Elbette yanıt, polisin pek hoşuna gitmemişti. Kısa sorgunun ardından “Pekâlâ” dedi polis memuru, “Bir daha yapmayın!

Yürümenin yasaklandığı ve bütün yayaların suçlu sayıldığı” öyküsünü o günün siniriyle yazdı. Sonra ardı ardına öyküler ve bir sıçrama. Kitapların yakalanıp yakıldığı distopya, Fahrenheit 451, işte bu yolculukta çıktı.

Kitapların yakıldığı bir dünya mı? Elbette Bradbury de o günün gelmeyeceğinin farkındaydı. Kitap; gerçeğin, hikâyenin, bir anlatının simgesiydi. Ağza, ele, göze vurulan mühür Fahrenheit 451’di. O da zaten şöyle anlatıyordu: “Eğer dünya öğrenmeyenlerle, bilgisizlerle dolmaya başlarsa, kitapları yakmak zorunda kalmazsınız, değil mi?

Bradbury’nin ömrü yetse, bugün Türkiye’de herkesin konuştuğu ama kimsenin bir şey söylemediği, gürültülü suskunluk düzenini parmağıyla gösterecek, “Fahrettin 451” diyecekti.

Şipşak YAŞ’lar ne anlama geliyor?

Haberlerin, mesajların, manşetlerin ortasında günlerdir aynı soruyu soruyoruz. “Nedense” yanıtı vermiyoruz.

Nasıl oldu da FETÖ operasyonları başladıktan 6 yıl sonra, 15 Temmuz darbesinden 4 yıl sonra, Kara Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı’na bir Fethullahçı getirildi. Hükümet medyası bile haklı olarak “Kim korudu” diye sordu. Öyle ya, Tuğgeneral Serdar Atasoy itirafçı olmuş, rütbesini Fethullah Gülen’in taktığını, örgüt içinde kod adının “Servet” olduğunu itiraf etmişti. Gelgelelim, bilinmeyecek iş de değildi. Atasoy, 15 Temmuz gecesi verilen talimata “Emredersiniz komutanım” yazmış, adı yakalanan örgüt belgelerinde yer almıştı. Buna rağmen hem 2016’da hem 2017’deki incelemelerden hasarsız çıkabilmişti. Gelgelelim hakkındaki soruşturmalar bir bir kapatılırken, hızlı yükselişi son YAŞ’ta (Yüksek Askeri Şûra) ordunun İstihbarat Başkanlığı ile taçlanmıştı. Yüzlerce albayın, hatta Atasoy’un koltuğuna gerçekte oturacak ismin de emekli edildiği hatırlanırsa, yükseliş tesadüf değildi.

Biçim değil, “öz”…

Dün, YAŞ toplantılarının sürelerine baktım. Hızla kısalmış görünüyordu. Öyle ki bir zamanlar günler süren YAŞ’lar, 15 Temmuz’un ardından 1 saat 20 dakikaya düşmüş, 2020 YAŞ’ı ise bu açıdan tarihe geçmişti. “Tarihin en kısa şûrası” haberlerine konu olan toplantı, sadece 45 dakikaydı. “Nasılsınız”, “Ne içersiniz”i bir yana bırakırsak bu, YAŞ’ta herhangi bir şeyin konuşulmadığı, tartışılmadığı anlamına geliyor.

Peki, neden?

Sebebi basit. Geçmişte 15 şûra üyesinden 13’ü askerdi. Darbeden 10 gün sonra, 25 Temmuz 2016’da yayımlanan KHK ile 10 hükümet üyesine karşılık 5 asker olarak değişti. 15 Temmuz 2018 tarihli kararnameyle Cumhurbaşkanı dışında YAŞ, 7 hükümet üyesi ve 4 asker üye haline geldi. Yani 8’e 4 üstünlükle YAŞ’ın hâkimi tartışmasız hükümet oldu. Böylece iktidar ne isterse o oldu. “Sevmek bir ömür sürer YAŞ 45 dakika”nın sırrı buradaydı.

YAŞ’ta Akar damgası

Tekrar 2020 Ağustos YAŞ’ının haberlerine, yorumlara baktım. “Hulusi Akar damgası” öne çıkıyordu. Hatırladınız mı? O kararları en çok “15 Temmuz kahramanları” olarak bilinen eski Özel Kuvvetler Komutanı Korgeneral Zekai Aksakallı ve eski 2. Ordu Komutanı Orgeneral Metin Temel’in emekli edilmesiyle konuşmuştuk. İki askerin Akar’la gergin olması nedeniyle, kararlar Akar’ın imzası olarak okunmuştu. Eski Genelkurmay Başkanı yeni Savunma Bakanı olan Akar’ın, TSK’ye şekil vermesi kimse için sürpriz de değildi. Özetle, Serdar Atasoy’un terfi ettiği şûradaki Akar damgası genel kabuldü.

Peki, süreç nasıl işliyor? Elbette her kurum gibi TSK’nin de teamülleri var (ya da vardı). Bir beden, atardamarın yanı sıra toplardamar ile de işliyorsa, TSK sistemi aşağıdan yukarıya da işleyen sistemle çalışıyor. Yani önce komutanlıklarda; askerlerin FETÖ bağlantılarına, disiplin ya da sağlık gibi konulara bakılarak terfi-emeklilik listeleri hazırlanıyor. Ardından Genelkurmay Başkanlığı’nda toplanan listelere şekil verildikten sonra, Savunma Bakanı’na sunuluyor. Savunma Bakanı, Cumhurbaşkanı ile “son hali”ni veriyor. Haliyle YAŞ, fiilen Hulusi Akar ve tabii Erdoğan’ın son kararlarına el kaldırmak için toplanıyor.

Komutanlık belli ki farkında

Serdar Atasoy için hem bağlı olduğu Kara Kuvvetleri Komutanlığı hem Genelkurmay Başkanlığı emekli edilsin demiş olabilir mi? Buna rağmen Savunma Bakanı ve Cumhurbaşkanı arasında son hali verilen liste, terfi şeklinde çıkmış olabilir mi?

Bu sorunun da yanıtı var. Şöyle anlatayım…

Haberlerde Atasoy’un “MİT’in ankesör tespiti” ile fark edildiği yazdı. Yanlış da değil. Ankesörlü telefonlardan FETÖ’nün mahrem imamlarının askerleri aramasının tespitine dayanan soruşturmada, en kritik görevi MİT yapıyor. Ama yazılanlar eksik… Aslında öncesi de var.

Atasoy’un bugün kullandığı numaralar incelendiğinde FETÖ emaresi bulunamadı. Ancak Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda, Atasoy’un FETÖ ilişkilerine dair genel bir kanaat vardı. Bunun üzerine müşterisi olduğu bankalara, elektrik ya da su aboneliğinin olduğu kurumlara bakıldı. Eskiden kullandığı telefon numaraları açığa çıkarıldı. Bu numaralar MİT’e gönderilerek inceleme yapıldığında, FETÖ bağlantıları deşifre oldu.

Yani Serdar Atasoy’un tespiti, aslında Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın girişimiyle başladı. Öte yandan; Kara Kuvvetleri Komutanı Ümit Dündar’ın, Atasoy’un atamasının yapılmasına rağmen onu bu göreve başlatmadığı bilgisi de söylediğimizi doğruluyor. Atasoy’un emekli edilmesi kararı, Akar ve Erdoğan aşamasında terfiye dönmüş görünüyor.

Skandalın baş sorumluları

Kestirmeden “YAŞ kararlarının altında imzası olan herkes bu işin sorumlusudur” diyebilirsiniz. Ama Milli Eğitim Bakanı’nın ya da Adalet Bakanı’nın, YAŞ üyesi olduğu için Atasoy skandalının sorumlusu olduğunu söylemek, haksızlık olur. Onların önlerine gelen listeye el kaldırdığı malum. Bir FETÖ’cünün Türk ordusunun istihbarat sırlarının başına getirilmesinin, 2020 yılında bile örgüte devlet sırlarının anahtarının verilmesinin sorumlusunu bulmak için, büyük bir zekâya gerek yok. Bu kararın Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın ve tabii Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın inisiyatifiyle alındığı, bu skandalın baş sorumlusunun iki isim olduğu çok açık.

Yandaş ya da muhalif, sağcı ya da solcu, cahil ya da entelektüel konuşuyor, yazıyor da… “Fahrettin 451 düzeni”; günlerdir “o olmuş, bu olmuş” diye meselenin etrafından dolaşmamız ama esastan bahsetmememiz için var.

İsmini kâğıdın tutuşma sıcaklığından alan romanda, kitapları ezberleyerek geleceğe bırakanlar ne diyordu: Bize ne yaptığımızı sordukları zaman onlara, hatırladığımızı söyleyebilirsiniz. İşte uzun vadede kazançlı olacağımız nokta burası. Bir gün, o kadar çok şey hatırlayacağız ki…

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET


Genç çiftçi köyleri boşaltıyor - Ozan GÜNDOĞDU / BİRGÜN


 

2013’ten bu yana ülke nüfusu yüzde 9 artarken köy nüfusu yüzde 11 azaldı. Memleketin köylerine ölü toprağı serpilmiş durumda. 35 yaş altındaki genç çiftçiler akın akın kentlere göç ediyor ve ucuz işgücü talebini besliyor. Son 8 yılda köylerde yaşayan 100 çiftçinin 22’si tarımı bırakarak kente göç etti.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan “Adrese dayalı nüfus kayıt istatistikleri” köyden kente göçün devam ettiğini gösterdi. Verilere göre 2013’te 6 milyon 633 bin olan belde ve köy nüfusu 2019’da 6 milyon 3 bine, 2020’de ise ilk kez 6 milyonun da altına inerek 5 milyon 878 bine geriledi. Buna göre Türkiye nüfusunun yüzde 9 oranında arttığı 2013-2020 arasında köy nüfusu yüzde 11,4 azaldı.

Peki göç edenler kim ve neden göç ediyorlar? Göç yolunun sonu yine İstanbul’a mı çıkıyor? Yakından incelediğimiz veriler bir yandan da halkın içinde bulunduğu sosyal krizi de tüm yönleriyle ortaya koyuyor.

GENÇLER GÖÇ EDİYOR, YAŞLILARIN DURUMU KÖTÜLEŞİYOR

Köylerin durumuna ilişkin en çarpıcı veri, köy nüfusunun dramatik biçimde azalmasıysa, en az onun kadar çarpıcı diğer gelişme de, göç edenlerin yaşı. Verilere göre yaşlı köy nüfusu artarken, gençler köyleri boşaltıyor. 65 yaşının üzerindeki köy nüfusu 2013’te 896 binken, 2020’de 1 milyon 49 bine çıkarak yüzde 17 oranında yükseldi. Buna karşılık 65 yaş altı köy nüfusu 2013’te 5 milyon 737 binken, 2020’de 4 milyon 828 bine geriledi. Üstelik nüfusun yaşı azaldıkça kentte yaşama isteği de artıyor. 2013’te 35 yaşın altında köy nüfusu 3 milyon 500 bin kişiyken, 2020’de 2 milyon 717 bin kişiye düşmüş durumda. Başka bir hesapla 2013 ile 2020 arasında köylerde yaşayan 35 yaş altındaki her 100 kişiden 22’si kente göç etti.

1927’DEKİ KÖY NÜFUSU BUGÜNÜN 2 KATIYDI

İlk nüfus sayımının yapıldığı 1927’den bu yana geçen 93 yılda ülke nüfusu 13,6 milyondan 83,6 milyona yükseldi ancak köylerde yaşayan nüfus neredeyse yarı yarıya azaldı. 1927’deki köy nüfusu 10,3 milyonken 2020’de bu sayı 5,9 milyon. Ancak bu durum özellikle AKP dönemindeki boşalan köyler gerçeğini yeterince açıklayamıyor. Zira Cumhuriyet tarihi boyunca köyden kente göç devam etse de köy nüfusu kendi içinde artmaya devam ediyordu. Böylece 1927’de 10,3 milyon olan köy nüfusu 2000 yılına gelindiğinde 23,8 milyona yükselmişti. Başka bir ifadeyle kente göç devam etse de köyler yaşamaya devam ediyordu. Ancak özellikle AKP dönemiyle beraber uygulanmaya başlayan IMF politikaları küçük çiftçiliği bitirerek tarımı büyük şirketlere emanet etmeyi amaçladı. Böylece 21’inci yüzyılla beraber köy nüfusu azalmaya başladı. 2000’de 23,8 milyon olan köy nüfusu 2012’de 17,2 milyona geriledi. O yıl yürürlüğe giren büyükşehir yasası ile binlerce köy mahalle haline getirilerek kentlere bağlandı. Bu nedenle 2012’de 17,2 milyon olan köy nüfusu 2013’te 6,6 milyona geriledi. (Bu nedenle karşılaştırmayı 2013-2020 arasıyla sınırlı tuttuk.)

GENÇ ÇİFTÇİLER, KENTTE UCUZ İŞGÜCÜNE DÖNÜŞÜYOR

genc-ciftci-koyleri-bosaltiyor-839052-1.Sorunun bir boyutu sosyolojik olsa da, kente göçün nedenlerinin altında küçük çiftçiliğin tasfiye edilmesi yatıyor. Genç çiftçiler neden kente göç edip ucuza çalışmayı tercih ediyor? Bu soruyu Çiftçiler Sendikası (Çiftçi-Sen) Genel Başkanı Ali Bülent Erdem’e sorduk. Erdem, konuya ilişkin çarpıcı açıklamalar yaptı;

► Çoğu köyde okul bile yok, genç çiftçi mecburen kente göç ediyor.
► Tarımdan para kazanamayan çiftçi borçlanmak zorunda. Göçün altında yatan en önemli neden çiftçilerin yüksek borçluluğu.
► Köyler giderek yaşlanıyor. Çalışan genç çiftçi sayısı azaldıkça, yaşlı çiftçiler daha fazla mevsimlik işçi çalıştırmak zorunda kalıyor. Bu da ekonomik sorunları derinleştiriyor.
► Köylerde yaşlı nüfus için sağlık ocağı yok. Köylerdeki yaşlı nüfusun sağlık sorunları görünmüyor.
► Kente göçün sonucunda genç çiftçiler, kentte işçileştiriliyor, ucuz işgücü haline getiriliyor.

DANIŞ: EN TEMEL GEREKÇE EKONOMİK

genc-ciftci-koyleri-bosaltiyor-839053-1.Göç üzerine çalışmalarıyla bilinen Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Doç. Dr. Didem Danış, köyden kente göç davranışının altında yatan en büyük nedenin ekonomik olduğu görüşünü savunuyor.

Danış’a göre sadece kente göç değil, aynı zamanda nüfus artış hızının da azalmasının en önemli nedeni ekonomik bunalım. Bilindiği üzere 2019’da binde 13 olan nüfus artış hızı 2020’de binde 5,5’e gerilmişti. Konuya ilişkin yorumlarını bizimle paylaşan Danış’ın tespitleri şu şekilde;

► Sorun ekonomik, köylerde geçim sıkıntısı çok büyük.
► Kırsal kesimde yaşlanma çok ciddi boyutlara vardı. Gençlerin köyleri boşaltması sonucu köydeki kuşaklar arası dayanışma çöktü.
► Göç edenler eskiden İstanbul’a giderdi, son yıllarda daha çok köyün bulunduğu kent merkezine göç ediliyor. Bunun en temel sebebi İstanbul’daki geçim sıkıntısı.
► Göç edenlerin büyük kısmı kentte hizmet sektörünün ucuz işgücü talebini karşılıyor.
► Göç edenler kentte, köy derneği, whatsapp grupları vb. yollarla kendi köylüleriyle dayanışmayı sürdürüyor.
► 2020’de görülen trend 2021’de de devam edecek. Çünkü ekonomik sorunlar büyüyor.

genc-ciftci-koyleri-bosaltiyor-839054-1.

İSTANBUL’DAN GÖÇ EDENLER DE VAR!

Köyden kente göçün bu zamana dek en önemli adresi “taşı toprağı altın” denen İstanbul’du. Ancak uzun yıllardan sonra ilk kez 2020’de İstanbul’un nüfusu azaldı. 2019’da 15 milyon 519 bin olan megakentin nüfusu, 2020’de 15 milyon 462 bine geriledi. Bu durumun nedenlerini sorduğumuz Doç. Dr. Didem Danış’ın tespitleri şunlar oldu.

1- Ekonomik bunalım yüzünden doğurganlık hızı azaldı.
2- Emekli maaşıyla geçinmenin imkansız olduğu İstanbul’dan Anadolu’ya göç yaşanıyor.
3- Sanayinin İstanbul dışına taşınmasıyla İstanbul’dan özellikle Tekirdağ ve Kocaeli’ne işçi göçü yaşanıyor.

genc-ciftci-koyleri-bosaltiyor-839055-1.

35 YAŞ ALTI KÖYLERİ BOŞALTIYOR

Nüfus verilerine göre 35 yaş altındaki yurttaşlar köylerde yaşamak istemiyor. Sadece 13 yılda köylerin değişen demografisi oldukça çarpıcı. 2007 yılında köy nüfusunun yüzde 60,3’ü 35 yaşın altındayken bu oran 2020’de yüzde 46,2’ye gerilemiş durumda.

genc-ciftci-koyleri-bosaltiyor-839056-1.

NEOLİBERALİZM KÜÇÜK ÇİFTÇİLİĞİ ÖLDÜRÜYOR

Cumhuriyet tarihi boyunca köyden kente göç devam etse de köy nüfusu azalmıyordu. Ta ki, 1980’e kadar. 1980 nüfus sayımına göre 25,1 milyona ulaşan köy nüfusu bir daha bu sayıdan daha büyüğünü göremedi. 1980-2000 arasında kısmen yatay bir seyir izleyen köy nüfusu 2000’li yıllarda küçük çiftçiliği baltalayan IMF politikalarıyla birlikte sert biçimde azalmaya başladı. Son 8 yıl ise köyler için adeta bir yıkıma dönüşmüş durumda. 2012’deki Büyükşehir Yasası’nın ardından kağıt üzerinde 6,6 milyona gerileyen köy nüfusu, o günden bugüne yüzde 11 azaldı.

Ozan GÜNDOĞDU / BİRGÜN

'Gel bakalım Faik!' - Turgay Develi / SOL

 Sayın Kılıçdaroğlu 'Gel bakalım Faik' diyerek kendi ekonomi ekibine de bir çağrı yapsa mesela... Bir peçeteyle istek sorularımı kendilerine iletmek isterim...

Önceki dönemlerde görev yapan üç eski CHP milletvekili olan Metin Lütfi Baydar, Mevlüt Dudu ve Hakkı Akalın'ın, değerli üç eski Genel Başkan Deniz Baykal, Hikmet Çetin ve Murat Karayalçın ile yaptığı, parti içindeki sorunların çözümü temalı görüşmeler, parti tabanında heyecan yaratan iyi niyet beyanı olarak okunmalı.

Bu girişimin, özellikle son 40 yıla tekabül eden zaman diliminde partinin halkçı, toplumcu, devrimci siyasi aksının tasfiye edilmesinin açıkça masaya yatırılarak hak ettiği gibi siyaseten mahkum edilip, kayıkçı kavgasına dönen sen/ben tartışmalarını bitirecek bir sonuca ulaşması için de katkıya ihtiyacı var.

'Nasıl bir sonuç bekleniyor?' ya da 'Nasıl bir sonuç çıkabilir?' soruları ise can alıcı. Benim umudum, değerli eski Genel Başkanların, tarihi fırsatların kaçırıldığını, halkımızın yoksullaşmasına neden olan yasaların altına bizzat imza atıldığını, partinin bu yanlış politikaların ve halkın yoksullaşmasının aracısı yapıldığını kabul etmeleri; kendilerine danışan değerli milletvekillerine de teşekkür edip, "Bizim yap(a)madığımızı sizler yapın" diye tembihleyip, kendilerini de zamanın/tarihin yargısına bırakılmasını istemeleri. 

Adını andığım üç eski Genel Başkan, elbette, Ankara siyasetinin geçmişteki labirentlerinin haritasına sahip olmakla beraber, bu güç ve yetkiyi kullanarak partiyi iktidar perspektifine oturtup hedefe ulaşabilecek bir kapasite yaratamadıklarından dolayı, parti içi ilişkileri açısından ve bizim nezdimizde de kişilikleri değerli olmakla birlikte, siyaseten düşkündürler.

Hepsinin ayrı ayrı ve birden çok sebebi var tabii ki... Sayın Baykal Türkiye'yi neoliberalizme teslim eden Kemal Derviş'i önce milletvekili ardından da genel başkan yardımcısı yaparak partiyi teslim edişinin, Sayın Karayalçın da aynı amaca hizmet eder şekilde, ülkemizi açık pazar haline getirip, sömürü zincirinin önemli bir halkası olan Gümrük Birliği anlaşmasına neden imza koyduğunun özeleştirisini vermediler. Her ikisi de, sadece bu iki gerekçeyle bile, yurttaşlarının karşısındaki tarihi sorumluluklarından kurtulamazlar.

Polemik yazısı niyetinde ya da partiden gidenlerin niye gittiğini, kalanların niye kaldığını tartışacak değilim.

Bugünün içeriksiz tartışmalarına da uzağım ama "Gel bakalım Muharrem" diye çağrıldığı kürsüden Cumhurbaşkanı adaylığı açıklanan Muharrem İnce'nin, daha üç ay öncesinde yapılan 36. Kurultay'da yaptığı konuşmada, "CHP'nin Genel Başkanı, doğal Cumhurbaşkanı adayıdır. Bundan kaçamaz. Yok böyle bir şey." diye feveran ederken; bu kez, bir önceki konuşmayı canlı olarak dinleyen binlerce partilisinin önünde yüz seksen derecelik tam karşıtı bir konuşma ile "Sayın Genel Başkanım hep söylediniz parti başkanından Cumhurbaşkanı olmaz, parti üyesi Cumhurbaşkanı olmaz, bunu hep söylediniz, ben de bu görüşünüze hep katıldım" diyerek konuşuvermesi, partilileri şaşkına çevirmiş ama 'seçim zamanı susmak gerek' diye seslerini çıkaramamışlardı. Sayın İnce de bunun öz eleştirisini vermeli.

Sayın Kılıçdaroğlu'nun, "Gel bakalım Muharrem" çağrısı, Sayın İnce'ye karşı kişisel bir kabalık. Sayın İnce bundan alınmakla haklı. Ancak birlikte çalıştığı arkadaşlarına bu şekilde seslenmesi bir yakınlık belirtisi sayılabilir. Her halükarda, bu tarz içeriksiz tartışmalar pratikte bir fark yaratmıyor, pek bir yere de varmıyor.

Ne eski Genel Başkanlar, ne partiden giden ya da gidecek olanlar veya şu anda yönetimde olanlar, partinin iktidar hedefine ulaşmasını kolaylaştırıcı bir etki yaratamıyor.

Ama ülkemizin yaşadığı sorunların temelinde, hali hazırda parti yönetiminde bulunanların izlediği politikaların bulunduğu da gün gibi aşikar.

Bugün Genel Başkanlık koltuğunda oturan Sayın Kılıçdaroğlu'nun 2 Şubat'ta yapılan çiftçi buluşmasındaki konuşması bunun izlerini taşıyor.

Sayın Kılıçdaroğlu'nun "Patatesin maliyeti 1 lira ama üretici yarısına satamıyor. TMO niye çiftçiyi desteklemiyor? Ziraat Bankası niye düşük faizli kredi vermiyor? Tarımımızı dışarıya bağımlı hale getirdiler. İlacı, gübreyi çiftçiye ucuza ver, üretsin."  sözleri doğru olmasına doğru da, Türkiye'yi buna mahkum eden, bu siyaseti savunan ekipteki en önemli kişiyi, Sayın Faik Öztrak'ı hemen yanında tutmaya da devam ediyor.  

Zaten, Sayın Öztrak da bu konuşmadan sadece bir gün önce, kendisinin o dönemdeki sorumluluğunun ve ülkenin bu hale gelmesindeki rolünün unutulduğunu zannettiğinden olsa gerek, "Çiftçi, tohum, mazot, gübre fiyatlarının altında ezdiriliyor. Gübre için sadece bu yıl 1 milyar dolardan fazla para ödedik. Gemlik Gübre özelleştirilmiş, Samsun Gübre özelleştirilmiş." diye konuşmuştu. 

Hatırlanacaktır, başta Sayın Kılıçdaroğlu, Öztrak, Böke ve diğer ekonomi kurmayları 2002-2008 Ak Parti iktidar dönemini başarılı buluyor ve yine dönemin ekonomi Bakanı Ali Babacan'ı, Derviş'in de beğendiği gibi yere göğe koyamıyorlar.

Lafı uzatmanın bir anlamı yok.

Sayın Kılıçdaroğlu "Gel bakalım Faik" diyerek kendi ekonomi ekibine de bir çağrı yapsa mesela... 

Bir peçeteyle istek sorularımı kendilerine iletmek isterim:

1- Toprak Mahsülleri Ofisi'nin görev tanımını niye değiştirdiniz? Girdi maliyetlerini arttıran, çiftçinin ekememesine, ektiğini ise maliyetine bile satamamasına neden olan, alım garantili taban fiyat politikasının sonunu getiren değişiklikleri yapan sizler değil misiniz? Çiftçiye kimi şikayet ediyorsunuz?

2- Ziraat Bankası'nın kuruluş amacı olan, üretici ve çiftçinin düşük faizli ya da faizsiz kredilerle desteklenmesini sağlamak olan görevini yapmasını niye yasayla engellediniz? 

3- Gübre-ilaç ve tohum zinciri oluşturarak üreticiyi koruyan tarım birliklerini kaldırarak üreticileri piyasanın insafına neden terk ettiniz?

4- İGSAŞ gibi, Gemlik gübre fabrikası gibi, çiftçinin girdi fiyatlarını düşürmesine yardım eden fabrikaları neden sattınız? Girdi fiyatlarını artırıp çiftçinin üretememesine yol açan bu yasaları niye çıkardınız, bunlarla kimlere hizmet ettiniz? 

Hatırlatayım, 600-650 milyon dolar tutarında kaynağa sahip olan Gemlik Gübre Sanayi, 83.1 milyon dolara peşkeş çekilmişti. 2002 yılı kârı 13,5 milyon dolar olan, varlıkları arasındaki limanının tek başına 50 milyon dolar değeri olan 2300 işçinin çalıştığı İGSAŞ ise, Petrol İş sendikasının verilerine göre 500 milyon dolar değeri varken, sadece biri peşin ödenecek 5 taksitte toplam 50 milyon dolara satılarak yok edilmişti.

Sorulara yanıt vermesi gereken sadece sayın Faik Öztrak değil elbette. Sayın Kılıçdaroğlu, MYK üyelerini şöyle karşısına oturtup, "Yıllarca, kapatılmalı, vakıf olmalı, CHP'yle olmuyor, yeni parti kuralım diyen sizdiniz. Partiyi size teslim ettim, gidenlere de dur demedim. İstediğinizi milletvekili, Belediye Başkanı, meclis üyesi yaptım. Kefil olup Belediye Başkanı, meclis üyesi yaptırdığınız isimlerin kimi mafya soruşturmalarından, kimi rüşvetten içeri alınıyor, özeleştiri bile vermiyorsunuz. İstifa etmeyi düşünüyor musunuz?" dese nasıl olur sahi? 

Hem eski genel başkanlar, hem şimdiki yönetim; hem dün gidenler hem de şimdi heybesini toplayanlar aynı oyunu oynayan tiyatronun, vasat karakterleri; yok birbirlerinden farkları.

Oy, gönül ve emek verenler bu tiyatroya daha ne kadar katlanır bilemem.

Turgay Develi / SOL

7 Şubat 2021 Pazar

Medrese, üniversite ve demokrasi kavgası - Taner Timur / BİRGÜN

 

Üniversite sadece öğrencilerin dersleri izleyerek bilgi edindikleri, kişiliklerini geliştirdikleri bir kurum değildir. Aynı zamanda gençlerin bir arada yaşadığı, dostluklar kurduğu, ortak idealler geliştirdiği bir ortamdır. Bu nedenle sınıf çıkarlarını aşan, baskı ve zulme en çok direnenler de onlar ve onlarla aynı ruhu taşıyan hocaları olur.

Fransızlar, tarihlerinin 1789 Devrimi’nden önceki dönemini “Eski Rejim” olarak adlandırırlar. Çağdaş Fransa, o tarihte, Bastille’in zaptı ile başlayan bir “yeniden yapılanma” sürecine girmişti. Bizde ise çağdaş Türkiye’nin temelleri 1923 yılında atıldı ve yarı-sömürge konumundaki Osmanlı Devleti o yıldan itibaren “Eski Rejim” sayılmaya başladı.

Ne var ki tarih düz bir çizgi üzerinde ilerlemiyor ve devrimleri sık sık karşı-devrimler izliyor. Böylece, Fransa tarihinde Thermidor’lar, Brumaire’ler yaşandı. Bizde ise demokratik gelişme sık sık darbelerle kesintiye uğradı ve varılan noktada da mevcut iktidar Cumhuriyet’in 100'üncü yıldönümünü “Eski Rejim”i canlandırma çabaları içinde kutlamaya hazırlanıyor.

Fransa, 19'uncu yüzyılda yirmi yılını III. Bonapart diktası altında geçirmişti; bizler ise 21'inci yüzyılda III. Abdülhamid rejimini önlemeye çalışıyoruz. Yeni Anayasa ile adeta “Saltanat” yetkileriyle donatılan Cumhurbaşkanı bunu da yetersiz buluyor, kavramları tersine çeviriyor ve artık kendisini “devrimci”, 1923-1950 yıllarını da uzatmalı bir “eski rejim” dönemi sayıyor.

Sayıyor ve karalıyor. Daha geçenlerde, TÜBİTAK ve TÜBA bilim ödülü töreninde, AKP’nin öğretim alanındaki başarılarını “ilim ve irfan medeniyetine sahip çıkma”sıyla açıklıyor ve “daha önceki dönemlerde kısır ideolojik bakış açılarıyla kurulan tüm bariyerleri kaldırdık” diyordu. Yeni dönemde ise binlerce bilim insanının sorgusuz sualsiz üniversiteden uzaklaştırıldığı, mahkemelere sevk edildiği, hatta -12 Eylül cuntasının bile yapmadığı şekilde- başka yerde çalışmaları da engellendiği unutulmuştu. Bu yüzden çaresiz kalan, intihara sürüklenenler bile olmuştu.

“Yeni Rejim”in yükseköğretim anlayışı buydu ve bu anlayışla Başkan Erdoğan medreseleri de övebiliyordu. İmam hatiplilere yaptığı bir konuşmada “Açık konuşuyorum” diyordu, “Osmanlının son dönemlerinde ülkenin en önemli ilim ve irfan kaynakları olan medreselerin yozlaşması büyük sıkıntıya yol açmıştır. Cumhuriyetle birlikte bunların toptan kaldırılması ise daha büyük bir kayba ve boşluğa neden olmuştur” (10 Mayıs 2016). “Yozlaşmış”, hatta Abdülhamid döneminde -Ş. Mardin’in ifadesiyle- “asker kaçakları için bir sığınak” haline gelmiş medreselerin bile bugün övgü konusu olması gerçekten ibret vericiydi. (Türkiye’de Din ve Siyaset, 2004, s. 50).

***

Her toplumsal kurum tarihi bir gelişmenin ürünüdür ve nitelikleri de toplumsal evrim ve devrimler sarmalında şekillenir. Bu bağlamda “üniversite” de Ortaçağ’da doğdu ve din adamları yetiştiren, ilim ve ilahiyatı tekelinde tutan bir kurum olarak şekillendi. Bu “Karanlık Çağ”da özgür akıl kutsal dogmaların esiri olmuş, Eski Yunan düşünürleri bile bu anlayışla okunmaya başlanmıştı. Hıristiyan üniversiteleri de, İslam medreseleri de bu zihniyetle Aristo’yu “Muallim-i Evvel” ilan etti ve düşüncelerini dondurarak klişeleştirdiler. Ve bu “sentez”i zorlayan, felsefeyi savunan, özgür akıl lehinde tezler geliştiren İbn Rüşd gibi düşünürler de sonunda lanetlendi, mahkûm edildi, sürgüne yollandı. Kelam ve fıkıh, özgür düşünceye geçit vermiyordu.

***

F. Engels “ilahiyat, zamanla ya özgür bir felsefeye dönüşür ya da kör bir inanç haline gelir” demişti (1844). Düşünce planında Batı’yla İslam dünyası arasındaki farkın anahtarı tam da bu sözcüklerde yatmaktadır. Bunu ilk anlayanların ve bu yönde köklü bir dönüşüme yol açan düşünürlerin başında da Descartes geliyordu.

Descartes (1596-1650) Cizvit okullarında okumuş ve inancına da sadık kalmış bir düşünürdü. Yine de “Metafizik Meditasyonlar”ında ilahiyatçılara sesleniyor ve onlara “aklınızı kullanın” diyordu. Ona göre ilahi gücü kavramanın en sağlıklı aracı ancak özgür akıl ve kuşkucu düşünce olabilirdi. Ne var ki Sorbon’lu ilahiyatçılar onu dinlemediler ve Kilise de kendisini aforoz etti.

Yine de sonunda kazanan Descartes oldu. Akılcılık, Sorbon’da olmasa bile özgür akademilerde, “salon”larda, sivil toplum kuruluşlarında giderek ağır basıyordu ve Aydınlanma yüzyılı da bu tohumların yeşermesiyle hayat buldu. Descartes’dan yüz yıl kadar sonra, Diderot, ilahiyat sultasından kurtulamamış Sorbon’u eleştiriyor ve ilk modern üniversitenin planını yapıyordu. Yeni üniversite, “bir ulusun bütün çocuklarına fark gözetmeden kapılarını açan” ve “evrensel bilimi kucaklayan” bir kurum olacaktı.

***

Diderot, “yeni üniversite”nin Fransa’da, mutlak monarşi altında kurulabileceği konusunda iyimser değildi ve bu yüzden de planını “aydınlanmacı” eğilimler sezdiği II. Katerina’ya yollamıştı. Yanıldığı nokta da bu oldu. Aslında bir kültür devrimi yaşayan ve yüksek öğrenimde akılcılığa elverişli koşullar yaratan ülke Rusya değil, Almanya’ydı. Ve bu ülkede üniversite kavgasının başını da Immanuel Kant çekiyordu.

Kant (1724-1804), bir üniversite mensubuydu ve kavgasını da üniversite bünyesinde yürütüyordu. Ona göre üniversiteyi kökten değiştirmek, bunun için de önce bu kurumlarda ilahiyat yerine özgür felsefeyi egemen kılmak lazımdı. Bu bir “Fakülteler kavgası” idi ve bu başlık altında bir de kitap yazdı (1798). Felsefede “üstün bir emir makamı” olmadığı için, felsefe fakültesi, ilahiyatçıların sultasından kurtarılmalı ve “sadece akıl tarafından konulmuş yasalara uyacak biçimde” yapılanmalıydı. Ana fikir buydu. Bu fikir 19'uncu yüzyılın ilk yıllarında tüm filozoflar tarafından tartışıldı ve son noktayı da Wilhelm von Humboldt koydu.

Bir dil bilgini ve siyaset adamı olan Humboldt, kapitalizmin hızla geliştiği bir toplumda yaşıyordu ve bu gelişmeye Fransız devriminin siyasal ilkeleri ile Alman romantizmi ve felsefesi kavramlarıyla bakıyordu. Alman romantizmi kendisini Eski Yunan’a, Alman felsefesi de Kantçı rasyonalizme ve idealizme götürüyordu. Sermaye birikimi ve burjuva hegemonyasının önüne geçilemezdi; ne var ki “ideal üniversite” yine de maddi üretimin, verimlilik ve kâr dürtülerinin esiri olmamalıydı. “Humboldt Üniversitesi” 1809 yılında, Almanya’da, bu anlayış üzerine kuruldu ve ilk “modern üniversite” olarak da diğer Batı üniversitelerine örnek oldu. Sınıflı toplumlarda uğruna savaşılması ve aşılması gereken bir ideal teşkil ediyordu.

***

Berlin’de Humboldt Üniversitesi kurulurken Osmanlı Devleti’nde II. Mahmut hükümdardı. Denilebilir ki bu sultanın saltanat yılları (1808-1839) Osmanlı tarihinde en köklü dönüşümün yaşandığı yıllar oldular. Bir yandan “Tercüme Odası” kurularak, Arapça, “bilim dili” olma tekelini kaybediyor; dahası, batılı ülkelere öğrenci gönderilmeye başlanıyor, fakat öte yandan da, devlet, Yeniçeri ordusunu -ıslah edeceğine- katlediyor ve “Nizam-ı Cedid” batılı uzmanların ve subayların eğitimine emanet ediliyordu. Böylece girilen dönemde Tanzimat paşalarının başarıları da “Doğu Sorunu” adı verilen oyunda sergiledikleri ustalığa endekslendi. Osmanlı Devleti’nde yüksek öğrenimde “medrese”den “darülfünun”a geçme çabaları bu koşullarda başladı.

***

Bu konuda ilk girişim 1845’te oldu. Bir “Maarif Meclisi” kurulmuş ve Mustafa Reşit Paşa’nın telkiniyle bir de “Darülfünun tasarısı” hazırlanmıştı. Yeni kuruluş için İtalyan mimar G. Fossati’ye bir de bina ısmarlandı. Ne var ki bağnaz ulema Müslüman gençlerin gayrimüslimlerle bir arada okumasına karşı çıkıyor, üstelik binanın Ayasofya Camisi civarında açılmasını da şiddetle kınıyordu. Bu yüzden işler uzadı, araya Kırım Savaşı ve mali sıkıntılar girdi ve ancak 1869’da 49 maddesi bir “Darülfünun” kurulmasına ayrılmış bir “Maarifi Umumiye Nizamnamesi” hazırlanmasıyla yeni bir adım atılabildi.

Yeni kuruluşa bin kadar öğrenci başvurmuş, programa iddialı dersler konmuş, bina da hazır hale gelmişti. Yine de açılış biraz gecikerek 1870 Ramazanı’nın ertesine sarktı. Medreseli öğrencilerin çoğu cami dışındaki zamanlarını “cerre giderek”, yani yurdun dört bir yanında vaazlar vererek geçiriyorlardı. Hayatlarını böyle kazanıyorlardı; dönmelerini beklemek lazımdı.

Zamanın Maarif Nazırı Safvet Paşa’nın “Medrese-i İlmiye” dediği yeni kuruluş o sırada İstanbul’da bulunan İslam reformisti Cemaleddin Afgani’nin bir konferansıyla açıldı. Oysa bu, muhafazakâr ulemayı hoşnutsuz kılan bir olaydı. Üstelik, Mürşit, konferansında peygamberliği “sanat” gibi sunmuş, ulemayı büsbütün öfkelendirmişti. Nitekim muhalefet giderek arttı ve bu ikinci girişim de kısa süreli oldu. “Darülfünun” üç yıl sonra, 1873’te kapatılıyor, fakat Osmanlı üniversitesinin öyküsü bununla da bitmiyordu.

Aslında Medrese-i İlmiye kapatılırken Galatasaray Sultanisi bünyesinde yeni bir girişim başlamış, yeni okula müdür tayin edilen Sava Paşa’nın deyimiyle “fidanlığa yeni bir tohum” ekilmişti. Üstelik artık dersler de herkese açık konferanslar (!) olmaktan çıkarılarak düzenli hale geliyor ve Darülfünün’a hukuk, fen, edebiyat alanında yeni birimler ilave ediliyordu.

Ne var ki üç yıl sonra tahta çıkan Abdülhamid’in bunlara ihtiyacı yoktu. Kendisi, ülkeyi, daha sonra en ateşli muhalefet yuvaları haline gelecek olan Harbiye, Tıbbiye ve Mülkiye kadrolarıyla yönetebilirdi. Böylece 1881 yılında Darülfünun-u Sultani’nin derslerine son verildi.

Yine de, yirmi yıl kadar sonra, kısmen artan muhalefeti yatıştırmak amacıyla, kısmen de Said Paşa’nın telkini ve “imaj politikası” baskısıyla yeni bir tecrübe başlayacak, bu kez de “Darülfünun-u Şahane” sessiz sedasız devreye girecekti. Bu son girişim, İkinci Meşrutiyet atmosferinde az çok yenilenmiş bir zihniyetle, 1933 reformuna kadar varlığını sürdürecektir.

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı'dan ikiliklerle dolu, felsefecilerle kelamcıların, hukukcularla fıkıhcıların bir arada yaşadığı bir miras devraldı. İstanbul Üniversitesi Cumhuriyet’in onuncu yılında, 1 Ağustos 1933’te açılırken, Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip şunları söylüyordu: “Bugün kuruluşu başlayan İstanbul Üniversitesi’nin dünkü İstanbul Darülfünunu ile hiçbir münasebeti yoktur. Üniversite yeni bir müessesedir. Ananesi kendi ile başlayacaktır!”.

***

Şimdi bu tarihi parantezi kapatalım ve günümüze gelelim. Gerçekten de bu son günlerde, Üniversite sorunu Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar vesilesiyle gündeme oturmuşken, 88 yıl önce söylenmiş bu sözleri nasıl yorumlayabiliriz? Üniversitemiz gerçekten de kendi ananelerini yaratabildi mi? Bugün hangi sorunlarla karşı karşıya bulunuyor?

Aslında tarihi ve toplumsal bir kurum olan üniversiteler üç farklı kategoriden oluşurlar: öğretim üyeleri, öğrenciler ve idari görevliler. Bu haliyle toplumun bir parçasını teşkil ederler ve temel sorunları itibariyle de sosyal kavgaların bir parçası olurlar. Böylece kuruma hâkim yönetim ve insan/toplum bilimleri anlayışı, genellikle egemen sınıfların parası, baskısı ve zorlaması ile biçimlendirilmeye çalışılır. Buna direnenler ise iktidarın baskısı, yaptırımı ve zulmüyle karşılaşırlar.

Üniversite bir bilim yuvasıdır; fakat yine de üniversite bünyesinde en hayati unsuru öğrenci kitlesi teşkil eder. Nihayet bilim üniversite dışında, araştırma kurumlarında, özel laboratuarlarda da yapılabilir; ama öğrencisiz bir üniversite tasavvur edilemez.

Üniversite sadece öğrencilerin dersleri izleyerek bilgi edindikleri, kişiliklerini geliştirdikleri bir kurum değildir. Aynı zamanda gençlerin bir arada yaşadığı, dostluklar kurduğu, ortak idealler geliştirdiği bir ortamdır. Bu nedenle sınıf çıkarlarını aşan, baskı ve zulme en çok direnenler de onlar ve onlarla aynı ruhu taşıyan hocaları olur. Zaten diktatörlerin, zalimlerin sık sık hedefi olmaları da bu yüzdendir. Hep provokatörlerin, hırslı hocalarının, teröristlerin aleti olmakla suçlanır, takibata uğrarlar; fakat özgür akla, bilime ve ilerleme fikrine öncülük yapanlar ve bu nedenle geleceğe de damgasını vuracak olanlar yine bu gençler arasından çıkar. Zamanla içlerinden bir çoğu da “gençlik idealleri”ni terk ederek paranın, şöhretin ve kudretin cazibesine kapılsa bile!

Tarih üniversitelerde devrimci atılım örnekleriyle doludur. 19'uncu yüzyıl devrimleri en canlı simgesini ressam Delacroix’nun ünlü tablosundaki öğrencide bulmuştu. Bizde de ilk kez Meşruti bir anayasa ilan edilirken medrese öğrencileri Abdülhamid’i değil Mithat Paşa’yı destekledi ve gösteriler yaptılar. Aynı şekilde 20'nci yüzyılda Mayıs-68 kıvılcımları da üniversite kampuslarında atıldı ve yepyeni idealler dünyayı sarstı.

Peki, sonra?

Sonra devrimci atılımları karşı-devrimci darbeler izledi ve hiçbir yerde de özgür, adil ve müreffeh bir toplum düzeni kurulamadı. Tam tersine, insanlık, iklim değişikliği, nükleer silahlar, pandemi ve yoksulluk belaları karşısında çaresiz kalmış rejimlere mahkûm edildi. Bu durumda, hala özgürlük savaşçılarını ve üniversite gençliğini suçlayan ve susturmaya çalışanların, en azından geçmişteki karşı devrim girişimlerinin bugün nasıl anıldığını hatırlamaları gerekmez mi?

Söyler misiniz, bugün, yakın tarihte zulme uğramış, zindanlarda çürütülmüş, darağaçlarına yollanmış devrimci demokratlar mı saygıyla anılıp yüceltiliyor, yoksa onları “anarşist”, “terörist”, “hain” gibi yaftalarla ezen gerici cuntalar ve hükümetler mi?

Taner Timur / BİRGÜN

Not: Üniversiteler tarihi "Toplumsal Değişme ve Üniversiteler" (İmge, 2000) başlıklı kitabımda ayrıntılı şekilde anlatılmıştır.

Kel başa şimşir tarak: Yeni anayasa - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet


Yüksek politikadan hiç anlamam ama 3 darbe yaşamış bir dinozor olduğumdan durup dururken acayip sorular sorarım. 

Şimdi de öyle yapıyorum: Sevgili arkadaşlarım, bu yeni anayasa yapma fikri kimden çıktı? 

Yüksek politika bilmiyorsam da arada takip ederim, efendim bu muhteşem fikir önce iktidarın ortaklarından birinin başı altından çıktı. Bu kişi, MHP’nin değişmez başkanı, derin devletin sevgili kulu Devlet Bahçeli. 

Bu fikri ortaya atan adam, üç gün önce Boğaziçi öğrencileri için şöyle dedi: Sırtlarını ajanlara ve karanlık çevrelere dayamış olanlar evlat değil, başı ezilmesi gereken zehirli yılanlardır. 

Şimdi binlerce anne babanın evlatlarına “başları ezilmesi gereken zehirli yılanlar” benzetmesi yapan birinin ortaya attığı yeni anayasa yapma fikri, tüm partiler tarafından, bırakın partileri milyonlarca yurttaş tarafından nasıl benimsenebilir? 

Dinozor olduğum için hafızam kuvvetlidir, aşağıda paylaştığım afişin resmi kırk yıldır milliyetçilerin ve dincilerin hiç değişmediğinin, aksine giderek azgınlaştığının ispatıdır.

HDP’nin üst düzey yöneticilerinin yeni anayasa fikrine sıcak baktıklarını görünce tepem iyice attı. Kısaca şöyle diyorlar: “Partiler bir araya gelsinler, samimiyetle demokratik bir anayasa yapalım.” Eh yani bu ülkenin İçişleri Bakanı bakın neler söylüyor: “Bizim geçmişimizde LGBTİ+ gibi şeyler var mıdır, var da biz mi bilmiyoruz? Bunları Türkiye’yi parçalamak için dış güçler destekliyor. Bu toprakların en büyük gücü İslamdır.” 

Önce İçişleri Bakanımıza bir yanıt vereyim: Padişahların başucu kitabı Bahname’yi okuması yeter. Şimdi böyle bir İçişleri Bakanı’nın olduğu bir yerde demokratik, eşitlikçi bir anayasa yapılabilir mi? 

Ben mi fazla şüpheciyim? 

21 Mart’ta 2013 yılında Diyarbakır’da Nevruz kutlaması vardı ve devletin izniyle Abdullah Öcalan’ın bildirisi okunacaktı. Oradaydım, bir milyona yakın insan güneşli bir günde nevruz alanında toplanmışlardı. Beni Abdullah Öcalan bildirisinden çok, insanlar etkilemişti. Röportaj yaptığım bir kadın; eşi dağda yeni ölmüştü, iki çocukla birlikte kayınbabasında kalıyordu ve umutluydu, çocuklarının geleceğinden umutluydu. Bir başka yaşlı adam; torunu tarladayken seken bir kurşunla ölmüştü ve bana şöyle seslenmişti: “Bağışlamayı hep birlikte öğreneceğiz.

Nevruzun ertesinde Güneydoğu değişmeye başladı, yurtdışındaki insanlar topraklarına geri dönüp üretime geçti, türkü barlarda Kürtçe, Türkçe türküler söylendi ve sonra birileri özerk bölgeler ilan etti. Devlet ne yaptı, uyduruk hendekleri bahane ederek Cizre’de, Diyarbakır Sur’da, Silopi’de onlarca genci öldürdü. Yaşlıları da! 

Yeni anayasayı bu iktidar mı yapacak, yapmayın!

Bakın bu iktidar apartman tepelerine keskin nişancı yerleştirmesini fazlasıyla sever. 

Ben onları ilk kez Silopi’de bir apartmanın tepesinde görmüştüm, tanınmamak için şemsiyeyle dolaşan yol göstericimiz: “O keskin nişancı var ya şimdi senin elindeki kuş dövmesini bile görüyor.” 

Gerçekten korkmuştum, şimdi bu keskin nişancıları Boğaziçi Üniversitesi’nin yakınlarındaki apartmanların tepesine yerleştirdiler. O keskin nişancılar tek bir emirle gencecik çocukları öldürebilirler. Tıpkı Cizre’de yaptıkları gibi. Şimdi bu iktidar mı demokratik, eşitlikçi bir anayasa yapacak?

Ben uzun zamandır kendimi kandırmaktan vazgeçtim. Tamam, başımızı aşağı eğmeyeceğiz ama kuru umut da karın doyurmuyor. Elbette bu yüzyılda ülkemize demokratik, eşitlikçi, kurumlara saygılı bir anayasa yakışır. Bu yatak odamıza, yediğimiz içtiğimize karışan tek adamlığın bitmesi, Meclis’in yeniden işlev kazanması, hukuk kurallarının işlemesi anlamına gelir ki ben bu iktidarın böyle bir anayasaya asla izin vermeyeceğini düşünüyorum.

Ben mi ne diyorum? Edip Cansever imdadıma yetişiyor: 

Dağılmış pazaryerlerine benziyor şimdi istasyonlar/

Ve dağılmış pazaryerlerine memleket” 

ve insanlar çürük de olsa çocuklarına elma yedirmek için tezgâhların altında canlarını dişlerine takıp çürük elmaları toplamaya çalışıyor..

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet