22 Mart 2021 Pazartesi

Gezi Parkı’na bir günde nasıl el koydular...- Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 Bir Yunus sözü biliyoruz. “Mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi”  

diyoruz. Çoğu zaman “Mal da yalan mülk de yalan” diye devam ediyor, 

mistisizme teslim oluyoruz.  

Kuşkusuz, dünya var olurken bir sahibi yoktu. İnsanlar mülk edinmeyi öğrendiler. Sahip olmaya dayalı bir düzen kurdular. Çit çekilmese de dikenli teller olmasa da gördükleri binalara, boş arazilere “sahibi var” diye baktılar.

Demokrasi yavaş işleyen bir düzendir. Konuşma ve uzlaşma, ilerleyişin motorudur. Dikta rejimleri hızlıdır. Bugün düşünür, yarın yaparsınız.


Cumadan cumartesiye ardı ardına gelen haberlerden biriydi. “Taksim Gezi Parkı’nın mülkiyeti ‘Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı’na geçti” ifadeleriyle duyuruldu. Merkez Bankası Başkanı’nın ya da İstanbul Sözleşmesi’nin bir kişinin isteğiyle değiştiği günün içinde öğrendik. Tarihi şehrin en kalabalık ve tabii yakın zamandaki en tartışmalı meydanının mülkiyeti bir imzayla değişmişti.

GEZİ PARKI VAKIF DEĞİL

Kararı ilk duyduğumda ben de herkes gibi önce “Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı kaldı mı” diye düşündüm. Elbette fiilen ortada yoktu. Bu, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün “mazbut vakıf” dediği şeydi. Osmanlı döneminde kurulmuş, kaybolmuştu. Haliyle bugün bir yönetim kurulu ya da tabelası bulunmuyordu. Vakıflar Genel Müdürlüğü, bütün mazbut vakıflar gibi, bu vakfı da resmi olarak temsil ediyordu.

Bugünkü kalabalığa bakıp aldanmayın. “Dedeme vermişler de almamış” diyoruz ya… 1481-1512 yılları arasında imparatorluğu yöneten Sultan Beyazıt döneminde, sadece Gezi Parkı değil, Taksim Meydanı da boş bir araziydi. Hatta yıllarca öyle de kaldı. “Taksim” adını bile 1731 yılında şehrin su ihtiyacını karşılamak için bu koca boşluğa inşa edilen binadan aldı. 19. yüzyıl başına gelindiğinde, bu alana, kapıkulu askerlerinin topçu sınıfı için  “Topçu Kışlası” inşa edilmişti. Haliyle çoktan vakıf arazisi niteliğini yitirmişti.

Cumhuriyet döneminde de yapılan meydan düzenlemeleriyle bu vakıfsızlık hali sürdü gitti. Çoğu kişi hatırlayacaktır. 2013 yılındaki Gezi Direnişi sırasında, alanla ilgili açıklamaları yapan yönetici Kadir Topbaş’tı. Yani alanın sahibi olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Başkanı.

HER ŞEYE EL KONABİLİR

Peki, nasıl oldu da şehrin en kritik parkı bir anda el değiştirdi?

Cuma günü yapılan resmi açıklama, bu dönüşümü, 2008’de yapılan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 30. maddesine dayandırıyor. Söz konusu madde şöyle: “Vakıf yoluyla meydana gelip de her ne suretle olursa olsun Hazine, belediye, özel idarelerin veya köy tüzelkişiliğinin mülkiyetine geçmiş vakıf kültür varlıkları mazbut vakfına devrolunur.”

Peki, bu maddeye dayanarak Gezi Parkı belediyeden alınıp Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilebilir mi?

Bu sorunun yanıtını İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat’a sordum. Yasayı okuduktan sonra söze “vakıf yoluyla meydana gelmek” diye başladı. “Demek ki bu kanunu uygulayabilmeniz için yapının vakıf yoluyla meydana gelmesi gerekir” diye devam etti. Polat “Mesela Beyazıt Camii böyle bir yapıdır, vakfı kurulmuş, varlığını bu iş için harcamış ve yapıyı meydana getirmiş” dedi. Haliyle basit bir soru soruyordu: “Gezi Parkı ‘vakıf yoluyla’ mı meydana geldi?”

Mahir Polat devam ediyor: “Yasa aslında şunu söylüyor. Bir cami yaptın, bir medrese yaptın ve bunu vakıf yoluyla yaptın. Sonra bu vakıf zaman içinde dağıldı. Eğer bu yapılar bir kamu kurumunun elindeyse, korumak için mazbut vakfa devredilir.”

Peki, bu yasanın uygulaması yeni bir el koyma kültürü mü yaratıyor?

Bu yasa ile bir süredir hedef alınan varlıkların olduğu belediyeyi yöneten Polat şöyle söylüyor:

“30. madde vakıf arazileriyle ilgili değil. Bugüne ulaşmış tarihi binalarla ilgili. Vakıf arsaları konuymuş gibi manipüle ediliyor. Arsadan söz edip onu 310 yıl sonraki binaya, onu da 130 yıl sonra yapılmış bir parka bağlıyorlar. Tarihi İstanbul’un neredeyse dörtte üçü vakıfla ilişkili toprak, arazi, mülktür. Bu şekilde kamu kurumlarının elindeki hemen hemen tüm binaları Vakıflar Genel Müdürlüğü alabilir. Her arsanın, her binanın, her yapının tarihi bir belgede bir vakıfla ilişkisini görebilirsiniz, arayıp bulabilirsiniz. Dolayısıyla bu maddeyi böyle uygularlarsa alamayacakları yer yok.”

YASANIN ÖZÜNE AYKIRI

Görünen o ki mevcut yasa kötüye kullanılarak bir el değiştirme geleneği oluşuyor. Mahir Polat anlatıyor:

“Biliyorsunuz, daha önce Galata Kulesi’ne de bu kapsamda el kondu. Ben orada da anlattım. ‘Galata Kulesi vakıf yoluyla meydana gelmemiştir, bu maddeden faydalanamaz’ dedim. Neden? Çünkü Galata Kulesi’ni Cenevizliler yaptı. Bu kadar basit bir bilgiyi manipüle edip ‘bu bir zamanlar vakıftı öyleyse el değiştirsin’ diyorlar.”

Vakıflar, Osmanlı düzeninin en önemli kurumlarından biriydi. Mülkiyet, bireyin olmaktan çıkıyor, kamuya yönelik bir amaç için kullanılıyordu. Vakıf mallarını korumak için çıkarılan yasanın da aslında bir özü var: Vakıf kültür varlığı olan tarihi eserleri korumak. İki şart var: Bir, vakıf yoluyla meydana gelecek. İki, vakıf kültür varlığı olacak.

Mahir Polat, alınan kararın öze aykırı olduğunu söylüyor:

“Vakıf yoluyla meydana gelmiş şey Gezi Parkı’nda nedir? Vakıflar Genel Müdürlüğü Topçu Kışlası’nı işaret ediyor. Peki, Topçu Kışlası Sultan Beyazıt’ın yaptığı bir yapı mıydı? Hayır, kışla 19. yüzyılda yapıldı. Sultan Selim’in bir devlet kurumu olarak yaptırdığı binadır. Vakıf değildir, askeri binadır. Sultan Beyazıt’tan üç asır sonra yapılmış, vakıf niteliği de olmayan, bugün de ortada olmayan bir binaya dayanarak nasıl bu araziyi alıp Sultan Beyazıt Vakfı’na devredeceksiniz?”

HER ŞEY BİR GÜNDE OLDU

“1914 tarihli bir belgenin fotokopisine dayanarak bunu yapıyorlar. Belgede özetle diyor ki ‘Sultan Beyazıt Han Vakfı’ndan gelen topraklar üzerine bu bina (Topçu Kışlası) yapıldı’. Bakın ‘vakıf kültür varlığı’ vardı demiyor, ‘arsası vardı’ diyor. Arsa, kültür varlığı değildir. Arsa arsadır. ‘Vakıf kültür varlığı olma şartına’ uymaz. Ama 2012’de, önce Topçu Kışlası’na dayanarak burayı kültür varlığı ilan ediyorsunuz. Sonra bir zamanlar bu arazinin Sultan Beyazıt Vakfı’nın arsası olduğunu söylüyorsunuz. Sonunda da parkı vakfa devrediyorsunuz. Bu kadar hukuk ve tarih katliamı olmaz.”

Öyle anlaşılıyor ki işi kitabına uydurmak için yasa sebep kılınıyor. Her şeyin bir günde yapılması alışkanlığı, sadece Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinde değil, her yerde kendisini gösteriyor. Mahir Polat bir günde yaşadıklarını şöyle özetliyor:

“Bir günde olmaz böyle bir şey. Bir günde İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü tek sayfa bir yazı yazıyor. Beyoğlu İlçe Tapu Müdürlüğü de sanki o belgeyi bekliyormuş gibi, bir günde ‘tamam’ diyor, onaylıyor. Gezi Parkı’nı bir günde İBB’den alıp Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devrediyor. Bunun emsali yok.”

Tarihi korumak için çıkarılmış kanunlar, üstünde ağaçların olduğu bir parkı halktan koparmak için kullanılıyor. Halkın oyuyla seçilmiş bir belediye, tam da şehir meydanı için düzenleme yapacakken, kendisini meydansız buluyor. Aynı zamanda sistem, kendisine yasalarla el koymaya ve yeniden dağıtmaya dayalı bir mülkiyet sistemi inşa ediyor.

İnsanın kendi eliyle yaptığı putların esiri olması gibi. Tek kişiye hizmet eden “kutsal yasalar” bir ağaç gölgesine bile “benim” demenize izin vermiyor. Ağaçları dikenler bir gün yasa da yaptığında bütün gölgeler bizim olacak.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

21 Mart 2021 Pazar

Sözleşmeden sonra - Mehmet Kuzulugil / SOL

 Şimdi ister misiniz, ülkemizin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararından bir yıl sonra birileri kameraların karşısına geçip yine sağdan soldan derledikleri istatistiklerle konuşsunlar ve kutlasınlar.



Geçtiğimiz haftalarda AKP'li kadın vekil Atçı'nın "erkekler kadınların 10 katı öldürülüyor" sözleri bütün acayipliğine rağmen tartışıldı. AKP bazı konularda "sinir uçlarına" abanarak kendini ciddiye aldırıyor.

Bu arada Atçı bu "yorumun" ilk sahibi de değil.

Geçtiğimiz yıllarda önce ne idüğü belirsiz eski Taraf yazarı Melih Altınok bu büyük buluşu yapmıştı. Kadınların 10 katı erkek öldürülüyordu. Hatta Altınok BM verilerine başvuruyordu ve 2018'de tüm dünyada öldürülenlerin 10'da 8'inin erkek olduğunu gösteriyordu. Yani birincisi, dünyada bir erkek cinayetleri sorunu vardı, ikincisi ülkemizin durumu bu açıdan daha da kötüydü!

2019 sonlarında Süleyman Soylu da meselenin bir başka boyutunu yakaladı.

Soylu'nun söylediğine göre 2018'de öldürülen kadınların oranı Türkiye'de yüzbin nüfus başına 3,8 idi. Bu sayı Avrupa'da 7!

Soylu da sayıları tezgaha alıp konuştururken "erkek cinayetleri" tarafına gitmemişti pek işin. Yani "erkekler daha çok öldürülüyor canım" deme acayipliğini Soylu üstlenmemişti. O "durumumuzun iyi" olduğunu Avrupa karşılaştırmasıyla ortaya koymayı tercih etmişti.

O günlerde yazmıştım. Tekrar hatırlatmak istedim.

Yayınlanan istatistiklerde "kadın cinayetlerinde durumumuz" hakkında en çarpıcı veriyi ölenlerin değil öldürenlerin sayıları sunuyor.

Kolay antipatikleştirilen, bir "feminist erkek düşmanlığı" olarak resmedilen "erkekler şu kadar kadını öldürüyor" tablosundan söz etmiyorum. Dünyada da ülkemizde de Mavi cüzdanlılar failler tarafında zaten büyük çoğunluğu oluşturuyor.

Ama bu değil.

Daha çarpıcı olan veri şu:

2018 yılında Türkiye'de öldürülen kadınların yüzde 95,5'i...

Yakınındaki kişiler tarafından öldürülmüştü!

BM istatistiklerinde Eş/Duygusal partner olarak tanımlanan fail oranı Türkiye için yüzde 63,5, akrabaların fail olduğu cinayetlerin oranıysa yüzde 32.

Türkiye'de 2018'de öldürülen kadınların tam (TAM!) yüzde 95,5'i sevgilisinin ya da bir akrabasının elinde can vermişti. Dünya ortalaması yüzde 58'ken!

Ve bir sayı daha...

Yine 2018 yılında 279 kadın öldürülmüştü. Bu cinayetlerin faillerinin yüzde 86,5'inin sabıkası yok.

Yani 2018'de öldürülen 279 kadın'dan 241'i, daha önce belki hırsızlık bile yapmamış, yaralama, cinayet gibi suçlara karışmamış kişiler tarafından öldürülmüş. Bu neden önemli? Çünkü bu "kadın cinayetlerinin" gerçekten kadın cinayeti olduğunu, genel olarak suça meyilli, "sicili" olan kişilerin değil bir bakıma "sıradan" insanların, öldürülen kişinin en çok sevgilisi ya da kocası ama belki ağabeyi, belki babası, elbette çok daha az olsa da belki kızkardeşi ya da annesi olan sıradan kişilerin bu cinayetleri işlediğini gösteriyor.

Soylu bir de 2019 sonunda yaptığı açıklamada "vakaların önemli bir kısmında daha önce polise bir başvuru olmadığını" belirtiyor.

Soylu'nun işaret ettiği "gerçek" elbette başka bir şeyle ilgili. 2018 yılı boyunca öldürülen kadınların önemli bir kısmı şiddet gördüklerini ya da yaşamlarının tehlikede olduğunu belirterek polise başvurmuş değil.

Bunun nedenini hepimiz biliyoruz. Daha doğrusu iki nedenini de biliyoruz. Basitçe öldürülen kadınlar arasında daha önce polise başvurmuş olanların sayısının 0 (sıfır) olmamasıyla (olmamasıyla evet!) ilgili. Soylu'nun o zamanlar övündüğü şey aslında şiddet gören, yaşamı tehlikede olan kadınların, devleti, onun güvenlik güçlerini "koruyucu" olarak görmediklerini gösteriyor. İkinci nedeni söylemeye bile gerek yok. Yapılan başvuruların bir kısmının resmilik bile kazanamadığını, daha karakolda başvuranın başvurmaktan vazgeçirildiğini tahmin etmek için karakol görmüş olmak bile gerekmiyor.

Sonuç?

Kadınlar yakınları tarafından öldürülüyor. Öldürülen kadınların çok önemli bir kısmı devletin kendilerini koruyabileceğine zaten inanmamış. (Biliyorsunuz: Bir kısmı da inanmış ve bunun bedelini canlarıyla ödemişler.)

'İstatistik'

Şimdi yobazlar, "İstanbul Sözleşmesi'nin imzalanmasından sonra kadına şiddet olaylarının arttığını" da sürekli tekrarlıyorlar.

İstatistik bilimi, bir teknik olarak toplumsal yaşamın iyileştirilmesinde büyük işlevler üstlenebilir. Ama çok iyi biliyoruz ki, bir istatistik bilimi var, bir de istatistik manüplasyonu.

Şimdi ister misiniz, ülkemizin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararından bir yıl sonra birileri kameraların karşısına geçip yine sağdan soldan derledikleri istatistiklerle konuşsunlar ve kutlasınlar bu kararı.

Mesela "2021 yılı boyunca öldürülen erkeklerin öldürülen kadınlara oranı 11 kata çıkmıştır. İstanbul Sözleşmesi zulmü altında inlediğimiz 2020 yılında bu oran 10 idi." Belki bu tür hokkabazlıklar için 1 yıl beklememiz de gerekmez.

Mehmet Kuzulugil / SOL

Kaynaklar:

https://www.pa.edu.tr/Upload/editor/files/Kadin_Cinayetleri_Rapor.pdf

https://www.unodc.org/documents/data-and-analysis/gsh/Booklet_5.pdf

https://injuryprevention.bmj.com/content/22/Suppl_2/A143.1

Hep sil baştan yeniden! - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET



Yalan yok, acayip canım sıkılıyor. Altı milyon insanın oy verdiği, Meclis’in üçüncü partisi HDP’nin kapatılması için harekete geçildi. Kürt düşmanlığı yeniden hortlatılıyor. Nasıl canım sıkılmasın, biz neden hep geriye gidiyoruz, geleceğe bir türlü adım atamıyoruz?

İçim sıkılırken haydi pazara gideyim diyorum; oradaki çok renklilik sıkıntımı hafifletir, artık ahbap olduğum pazar ahalisiyle bir iki laf ederim. Bir minibüse biniyorum, içeride benim gibi pazara giden kadınlar, işe giden erkekler ve gençler var. Birden gençlerden birinin telefonu çalıyor ve telefonu açan genç Kürtçe konuşmaya başlıyor. Minibüste bir suskunluk, birden içim ürperiyor, “Eyvah, birileri gence saldıracak” diye bekliyorum, düşündüğüm az sonra gerçekleşiyor; bir erkek vatandaş “Burası Türkiye, Türkçe konuş arkadaş!” diyor, bir iki kadın da “Evet, evet” diyerek başlarıyla tasdik ediyor. Genç şaşırıyor, elinde telefon adeta özür diler gibi “Memleketten annem arıyor, Türkçe bilmez” diyor. Suskunluk.

Pazaryerinde iniyorum ama canım hiçbir şey almak istemiyor, hemen oradaki bir kahveye çöküp usuldan ağlıyorum ve içimden sessizce yazımı yazıyorum: Bir ülkede bir küçük oğlan çocuğu yaşarmış, oğlan çocuğunun tek rüyası bir spor ayakkabıymış; çünkü bu spor ayakkabı onu pek bir golcü yapacakmış ama bu ayakkabının fiyatı çok pahalıymış. Mahallede çocuklar, spor ayakkabısı olmadığı için onu oyuna almazlarmış. Küçük oğlan çocuğunun babası işsizmiş, bütün gününü kahvede geçirirmiş, annesi temizliğe gidermiş ve onun kazandığı para, oğlan çocuğuyla birlikte yedi kardeşin anca karnını doyurmaya yetermiş... Bir gün küçük oğlan çocuğunun futbol oynayan arkadaşlarını mahzun mahzun izlerken gören annesi karar vermiş, kefenlik olarak tuttuğu tek altın dişini çektirip oğlan çocuğuna istediği ayakkabıyı almış. Bu oğlan çocuğu Türk müymüş, Kürt müymüş önemli mi?.. O sadece diğer çocuklarla birlikte futbol oynamak istiyor, bir çift iyi ayakkabısı olsun istiyor.

Bu ülkede bir kız çocuğu yaşarmış, annesi doğum üstüne doğum yapınca kız çocuğuna “Artık okul önlüğünü çıkar, çocuklara sen bakacaksın” denmiş. Ardından gelen bütün çocuklara bakmış ve henüz on yaşında yaşlanıvermiş. Kurabildiği tek hayal, iyi bir gençle evlenip kendi çocuklarına bakabilmekmiş. Bu kız çocuğu Türk müymüş, Kürt müymüş önemli mi? Sabah sabah sizlere Kemalettin Tuğcu edebiyatı yapmışım gibi geliyor, haklısınız.. Ancak bu oğlan çocuklarının, bu kız çocuklarının sayısı sanılandan daha fazla ve ne yazık ki hepimizi kuşatan tuhaf ve bence fevkalade tehlikeli gündemin bu çocuklar hiç umurunda değil.

Ve ben müthiş bir hayal kırıklığı içinde, nihayet yüzde 10’luk barajı açan HDP yola düştüğünde neler kurmuştum onları düşünüyorum. Bıraksalardı, kayyımlarla, hapislerle kuşatılmaya çalışılmasalardı yapabilirlerdi, spor ayakkabısı olmadığı için top oynayan arkadaşlarına mahzun mahzun bakan küçük oğlan çocuğu için, henüz on yaşındayken hayallerine kıyılan küçük kız çocuğu için, sosyalist bir söylemi bir zamanlar Türkiye İşçi Partisi’nin yaptığı gibi Meclis’e taşıyabilirlerdi. Bu ülkede yaşayan tüm mazlumların partisi olabilirlerdi. Kadınların partisi olabilirlerdi. İşçilerin partisi olabilirlerdi. Tarımı çökertilmeye çalışılan bu tarım ülkesinde topraksız köylünün partisi olabilirlerdi. Madenleri yabancı şirketlere peşkeş çeken kanunların karşısında durup en kahramanca savaşabilirlerdi. Dipsiz bir kuyuya atılan işsizlerin partisi olabilirlerdi. Binlerce üniversitelinin partisi olabilirlerdi. Benim, sizin, hepimizin partisi olabilirlerdi. Böyle bir partiye hepimizin ekmek ve su kadar ihtiyacı vardı. Bütün bunlar için hem Kürt milliyetçileriyle hem Türk milliyetçileriyle savaşmak gerekirdi. Elbette bu, dağda savaşmaktan daha zor bir şey; yüzlerce yıllık önyargıları kırmak zor iştir ama onlar bu zor işi başarabilirlerdi. Ve hayal bile edilemeyecek bir desteği arkalarına alabilirlerdi. Çabaladılar, binlerce üyeleri içeri alındığında bile kimselerin sesi çıkmadı, onları tek başına bıraktık. Batının, doğunun, kuzeyin, güneyin partisi olabilirlerdi. Ne yazık ki olmadılar, olmalarına izin verilmedi. Bu ülke bir müthiş fırsatı daha kaçırdı. Ama can çıkmayınca umut tükenmez öncelikle bizim Türk, Kürt, Laz, Çerkez hepimizin yıllardır süren ve dönüp kendimizi vuran, şu çok erkekçe söylemi ve davranış biçimlerini değiştirmemiz gerektiği. Evet, analar, bacılar, gelinler... Yola çıkmalısınız; siz küçük kızlarınızın mahzun yüzünü bilirsiniz, ayakkabısız oğlan çocuklarının çektiği utancı da... 

Umut sizde! 

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET


 

20 Mart 2021 Cumartesi

HDP’yi yaşat ki Devlet yaşasın - Miyase İlknur / CUMHURİYET

 

Allah kimseyi Cumhur İttifakı ortaklarının şu an içinde bulduğu duruma düşürmesin. 

Ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Birbirinin himmetine 

muhtaç iki partinin oy toplamı da yüzde 50’yi bulamadığı için, gün aşırı 

manevra üstüne manevra yapıyorlar. Küçük ortak MHP’nin lideri üç ay 

önce “Dön evine, bitsin bu çile” dediği partinin genel başkanına bir ay 

sonra “Projedir, figürandır, kripto damarın ta kendisidir” diyebiliyor. 

Cumhurbaşkanı, yeni anayasa hazırlığı için “Tüm siyasi partiler bu sürecin 

içinde yer almalı” diye çağrıda bulunuyor, bu konuşmanın üzerinden iki hafta 

geçmeden küçük ortağına kurultay jesti yapmak için HDP’ye kapatma davası 

açtırıyor.

HDP’ye kapatma davası açılmasının hukuki değil, siyasi bir eylem olduğuna kuşku yok. Ancak siyasi körlüğe düçar olan Cumhur İttifakı, bu hamle ile kendi ayaklarına ateş ettiklerinin ayırdında bile değil. CMKP’nin içten ele geçirilmesi ve ismini değiştirmesiyle Türk siyaset tarihinde yerini alan MHP, Soğuk Savaş döneminde komünizm tehdidine karşı mücadele ile görevlendirilmişti. 

12 Eylül’de diğer partiler gibi kapatılan MHP’nin devamı olarak kurulan MÇP’nin oy oranı, komünizm tehlikesi ortadan kalkınca, barajı aşacak düzeye ulaşamadı. TBMM’ye temsilci sokabilmek için RP ve Aykut Edibali’nin partisi IDP ile seçim ittifakı yapmak zorunda kaldı. Ta ki PKK terörünün tırmandığı 1990’lara kadar. MÇP’nin yerini alarak yeniden faal hale gelen MHP, bu kez PKK terörüne karşı çekim merkezi oldu. 1980 öncesinde sola karşı sokak savaşı veren MHP, PKK’yi sokakta bulamadığı için, siyasi temsilcisi olarak gördükleri HEP ve onun devamı sayılan Kürt partilerine karşı konumlandırdı kendisini. Her kapatma davası ile adı değişen bu partiler var oldukça, MHP de karşı kamptaki seçmenin desteğini alarak varlığını sürdürebildi. Şimdi HDP de kapatılırsa MHP seçimlerde hangi argümanı kullanacak, doğrusu merak ediyor insan. HDP yaşayacak ki MHP de yaşasın. Bu sayede Devlet Bey de koltuğunu korusun.

DEVLET YENİ DUYMUŞ

Ha, iktidar ortakları HDP’yi kapatarak Kürtlerin sokağa dökülmesini, muhalefet partilerinin birbirine girmesini de düşünmüş olabilir. Ama Kürt seçmen de bu sürede hayli deneyim kazandı. Sokağa dökülmenin bir sorunu çözmediği gibi her dönem iktidarın ekmeğine yağ sürdüğünü gördü. Şen ortakların bir hesabı da HDP seçmeninin seçimi boykot etme ihtimali olabilir. Bence bu olasılığa güvenmeleri hata olur. Zira HDP seçmeni stratejik oy kullanan bir kitle. Baraja takıldıkları dönemlerde bile bağımsız temsilcilerini seçip Meclis’e gönderebilen, son yerel seçimlerde “önder” dedikleri Öcalan’ın çağrısına rağmen sandığa gidip iktidarı cezalandıran bir kitleden söz ediyoruz.

HDP hakkında kapatma davasının yedi yıl önce vuku bulmuş olayların gerekçe gösterilerek açılması, elbette ki seçime yönelik bir hamle. Yoksa şu anda yurtiçinde PKK terörü neredeyse durma noktasına gelmiş. Bulundukları bölgelerde başını dışarı çıkaramaz durumdaki militanlarının sayısının 300’ün altında olduğunu bizzat İçişleri Bakanı Soylu açıkladı. Hendek olayları sırasında kapatma davası açmayan devletin, İsa hesabını yüzlerce yıl sonra gördüğü Museviye soran Hıristiyan gibi davranmasının başka açıklaması olamaz. İddianamede, HDP mitinglerinde, kongrelerinde ve parti binalarında Öcalan posterlerinin asılması da suç delili olarak konulmuş. Açılım sürecinde Öcalan’ın mektubunun devletin izniyle okunduğu Diyarbakır Meydanı’ndaki posterler ünlü Türk büyüklerine aitti herhalde.

ATEŞE RUFAİLER, SEÇİM İŞİNE BAHÇELİ KARIŞIR

Kapatma davası ve “Andımız”ın yasaklanması nedeniyle siyasiler ve meslektaşlarımız birbirlerine “Erken seçim yolda mı” sorusunu yöneltiyor. Bence erken seçimin olup olmayacağını yanlış kişilere soruyorlar. 

Bektaşinin biri, içkinin yasaklandığı IV. Murat döneminde zaptiyelere cebinde dolu şişesiyle yakalanır. Zaptiyebaşı, hınzırca gülümseyerek Baba Erenler’e sorar:

- Erenler bu şişede ne var?

- Su var efendi, başka ne olacak?

- Ver bir koklayalım bakalım su muymuş?

Bektaşi çaresiz şişeyi uzatırken

- Rakı ol ya mübarek! demiş.

Güya kerametiyle suyu rakıya çevirdiğini göstererek yırtacak.

Zaptiyebaşı biraz ötede yanan bir evi göstererek

- Kerametin varsa şu yangını söndür de görelim, der.

Boynunu büken Bektaşi,

- Yok erenler, bizim hükmümüz bunadır. Ateş işine Rufailer karışır, demiş.

Erken seçim işi de Devlet Bahçeli’nin alanına girer. Onun dışında seçimin ne zaman olacağını bilen çıkmaz.

Miyase İlknur / CUMHURİYET

Madem Newroz…- Aydemir Güler / SOL

 2015’te parlamento ve 2019’da İstanbul Büyükşehir seçiminin tekrarını kabullenerek seçme hakkından kopan muhalefetin ilk seçimde AKP’yi düşürme iddiası hamasettir. Newroz'da hamasete yer olmamalıdır.

Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi ve aynı gün HDP’ye kapatma davası açılması bu Newroz’u da bahar müjdecisi olmaktan uzaklaştırdı. Ama politik mücadeleler yoluyla elde edilebilecek sonuçların başka şeylere havale edilmesi zaten saçmadır. 

Bölge halklarımızın Newroz bayramı olsa olsa mücadelenin yükseltilmesi için bir vesile, moral ve umut günü olabilir. 

Baharın gelemediği bir Mart sonunda hiçbir şey gerçek sorunların tartışılmasını hamasetle örtmeye hizmet etmemelidir.

Herhangi bir parti kapatılır mı, kapatılmaz mı? 

Bizim tezimiz -ki TKP’nin 1920’de kurulmasını ülkemizde solun büyük bölümü başlangıç noktası saydığına göre, genel olarak Türkiye solunun tezi de diyebiliriz- gericiliğe siyaset izni verilmemesi yönünde olageldi

“Biz” şeriat ve saltanat özlemcilerine fırsat tanınmamasını savunduk hep. Tarikatların siyasal partilerle ilişkilenmesini suç saydık. 1970’lerde kontrgerilla operasyonlarının bir ayağı da parti olarak örgütlendiğinde, sol MHP’nin kapatılmasını, cinayet şebekelerinin dağıtılmasını talep etti. Her ne gerekçeyle ve maksatla kararlaştırılmış olursa olsun, şeriatçı partilerin kapatılmasında yanlış bir şey yoktur. Laiklik anayasal güvence altında olacaksa, laikliğe kökten karşıt olan bir akım siyasi iktidar yarışına girememelidir. Kimse kusura bakmasın, bu geleneğin üstüne ileride daha fazlası bina edilmek durumundadır; edeceğiz de. İnsanın insanı sömürmesini, egemenlik haklarının ülke dışına devredilmesini savunmak, savaş kışkırtıcılığı, ırkçılık ve şovenizm propagandası yapmak ve bunlar doğrultusunda örgütlenmek siyasi ve hukuki meşruiyet alanının dışında kalacak. Sosyalizm bu sayede ve bu yolla özgürlüğün iktidarı olacak.

İktidarın HDP’ye yönelik saldırısıysa bütünüyle gayrimeşrudur. Hukukun siyaset üstü olduğu temelsiz bir iddiadır; “gerçek hukuk bu değil” türünden yaklaşımların içi boştur. Ama hukukun siyasi iktidarın alelade bir enstrümanı haline getirilmesi, egemen güçlerin yönetilenlere yönelik pervasız saldırısı demektir. Buna sonuna kadar karşı çıkılması gerektiği açık.

AKP’nin, her yeni günü daha fazla sömürü demek olan iktidarını sürdürmek adına attığı adımları mahkûm etmek için AKP’yi de kapsayan bir özgürlük ve demokrasi anlayışına muhtaç değiliz. Kendisi gerici olmayıp da, gericilerin “haklarını” geçmişte savunan herkes yanlış yapmıştır. Nokta. 

Karşı tarafta bu kullanışlılıkları nedeniyle yanlış yapanları takdir edecek kimse yok; bunu geçelim. Asıl önemlisi, sınıflı toplumlarda özgürlüğün bile sınıfsal olduğudur. Örneğin kapitalist bir toplumda demokrasi, ortak paydanın bütün topluma yaygınlaştırılması yoluyla değil, emekçilerin sermayenin gücünü geriletmesiyle, yönetilenler yönetenlerin elindeki silahları eksiltebildiği ölçüde genişler. 

Son paragraf herhalde Gergerlioğlu’nun zamanında Merve Kavakçı’yı savunduğunu söylemesine verilen yanıtı hatırlatmıştır. Şeriatçıda vefa olmadığını ikide bir kanıtlattırmak mı gerekiyor? 

Ama bundan daha önemlisi var. Bu son saldırının nereye gideceğine ilişkin derli toplu bir çerçeve çizemezseniz, ne geri püskürtme ne direnme olanağınız olur. CHP’nin Berberoğlu olayında olduğu gibi Gergerlioğlu’nun da milletvekilliğinin eninde sonunda iade edileceği görüşü, ilk bakışta mantıklı geliyor. Mantıklı olması boş olma durumunu değiştirmiyor. CHP’nin yaklaşımı AKP’nin hamlesinin hedeflerinden birini vurduğunu yansıtmaktadır. Madem karar, önceki örnekte olduğu gibi geri dönecektir, hukuk yolları tükenmiş değildir! Sağcı müttefiklerin ve CHP’nin kendisinin bile HDP’nin kriminalize edilmesine karşı çıkamayacak olması AKP’nin kalkış noktasıydı. Şimdi düzen muhalefeti ne şiş yansın ne kebap diye kıvranırken Gergerlioğlu’nun vekilliğinin bir süre sonra iade edilmesinin ne manası olabilir? 

Kapatma davası da benzer bir durum yaratıyor. Anayasa Mahkemesinin kapatma kararı almasına veya bu davanın sonuçlanmasına pek ihtimal vermeyenler yine ilk bakışta mantıklı görünebilir. Ama ya mesele hukuki prosedürün sonucu değil de, iktidarın karşıt bir partiyi yasaklamasının yalnızca gündeme getirilmesi ise? Kapanır-kapanmaz tartışmasının yürütülmesi bile AKP’ye güç katmıştır.

Böylesi gayrimeşru bir saldırıda dahi iktidara güç katan düzen muhalefetine seçimin tek çare olduğu fikri hâkim. Pot kırma potansiyelinin yüksek olduğunu geçenlerde “bize vaat edilenleri zamanı gelince açıklarız” sözüyle gösteren Pervin Buldan şimdi de partisinin oylarının patladığını ilan etmiş bulunuyor. Sarayda buna kahkahalarla gülünmüş olması yüksek ihtimaldir; süreç zaten oyları saymak gibi formaliteleri ortadan kaldırmaya gitmektedir çünkü!

Saldırının özü halkın seçme hakkına el konması gerçekten. Ama dikkat: İktidar bu yolda düzen muhalefetinin direncini kıra kıra ilerliyor sanılmasın. Şikâyet etmenin ötesinde seçme hakkına gerçekten sahip çıkan bir muhalefet hiç olmadı. Kayyumlarla çalışmayı sürdürerek, 2015’te parlamento ve 2019’da İstanbul Büyükşehir seçiminin tekrarını kabullenerek seçme hakkından kopan bir muhalefetin ilk seçimde AKP’yi düşürme iddiası hamasettir. Newroz'da hamasete yer olmamalıdır.

Aydemir Güler / SOL

19 Mart 2021 Cuma

Çanakkale Savaşı: Şu Boğaz Harbi nedir, var mı ki dünyada eşi? - SOL / Söyleşi

 18 Mart 1915 Çanakkale Savaşı yakın tarihin en önemli olaylarından biri. Bu savaş Türkiye'deki ideolojik mücadelenin de konusu olmaya devam ediyor. Peki Çanakkale'de gerçekte ne yaşandı?

18 Mart 1915 Çanakkale Savaşı yakın tarihin en önemli olaylarından biri. Ömrü kısa süreli de olsa, Dünya Savaşı'nın seyrini değiştiremese de Osmanlı'nın son büyük zaferi. Mustafa Kemal Atatürk'ün savaşta üstlendiği rol, sonrasında kazandığı popülerlik nedeniyle Cumhuriyet döneminin de efsaneleri arasında görüyoruz bu savaşı.

Diğer taraftan bu savaş Türkiye'deki ideolojik mücadelenin de konusu olmaya devam ediyor. Türk sağı tarafından ağırlığı orantısız şekilde abartılarak her zaman Osmanlıcı ideoloji için kullanılmaya çalışılıyor. Bu durumun AKP döneminde daha da artarak devam ettiği görülebilir. Dinci efsanelerle, metafizik uydurmalarla, savaşla ilgili yanlış bilgilerle orada can veren yüzbinlerce Anadolu çocuğunun, fedakarca savaşan genç subayların çabalarına saygısızlık ederek savaşın hep "gökten gelen bir emirle" kazanıldığı anlatılır. Bu bakış aynı emrin savaşın devamında neden gelmediğini, Osmanlı'nın diğer savaşlarda neden yenilip parçalandığını açıklamaz tabii.

Savaşın yıldönümünde bir Çanakkaleli olan, Çanakkale Savaşı üzerine bir kitabı da bulunan1 İstanbul Üniversite Öğretim Üyesi E. Zeynep Suda ile konuştuk.

Suda'ya bu savaşı diğerlerinden ayıran özellikleri, Türk sağının bu savaşla ilgili yaklaşımını ve Türkiye'deki ilericilerin, solcuların, sosyalistlerin bu savaşı nasıl değerlendirmesi gerektiğini sorduk.

Çanakkale savaşını diğer savaşlardan farklı olarak sürekli gündemde tutan, Cumhuriyet döneminde de sahiplenilmesine sebep olan nedenler nelerdir? 

Çanakkale savaşının Cumhuriyet tarihi boyunca özel bir önemi, özel bir yeri var. Bu önem dönemden döneme değişiklik gösterse de Cumhuriyet ideolojisi tarafından Cumhuriyetin kurucu olaylarından biri olarak kabul ediliyor. Bu savaşı dünya savaşlar tarihinde ve Büyük Savaş’ın cepheleri arasında önemli ve farklı bir yere oturtan özellikleri var. Ancak daha da önemlisi çökmekte olan, hasta adam olarak nitelendirilen Osmanlı Devleti’nin 1915 yılında, Osmanlı topraklarında Büyük Savaş’ın çarpışmalarının yaşandığı ilk yılında bu karmaşık savaşı büyük kayıplarla da olsa alnının akıyla kazanmış olması önem taşıyor.

"19. Yüzyıl boyunca ve özellikle de Balkan Savaşları ile kayıplarının görünür olduğu, ekonomik durumun bozulduğu, borcun bini aştığı bir ülkede o dönemin insanları, aydınları için bir zafere çok ihtiyaç duyulduğunu tahmin edebiliriz."

19. Yüzyıl boyunca ve özellikle de Balkan Savaşları ile kayıplarının görünür olduğu, ekonomik durumun bozulduğu, borcun bini aştığı bir ülkede o dönemin insanları, aydınları için bir zafere çok ihtiyaç duyulduğunu tahmin edebiliriz. Bu kazanma ve zafer ihtiyacı Cumhuriyetin kurucu kadroları için de son derece gerekliydi. Savaşlar kaybetmiş, işgale uğramış, siyasi merkezinin çökmüş olduğu bir ülkede, Anadolu’nun bağrında bir kasabada yeni bir başlangıç yapmanın zorlukları kazanım ve zaferlere gereksinim duymaktaydı. Bu nedenle Çanakkale savaşı hem Osmanlı’nın son günlerinde İstanbul ve Anadolu’da bulunan aydınlar ve hem de Cumhuriyetin kurucu kadroları açısından önem taşımaktadır, birçoğu o cephede ya da diğerlerinde bulunmuştur. Mustafa Kemal’in askeri ve siyasi kariyeri açısından da bu cephede rütbesini aşan şekilde üstlenmiş olduğu rol onun sonraki yaşamında önemli bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Ruşen Eşref tarafından savaşın devam ettiği günlerde yapılan röportajın 1930’ların başında ayrıca kitap olarak yayınlanması ve bu anlatının Cumhuriyetin kurucu öğelerinden biri haline gelmesi tesadüf değildir. Mustafa Kemal açısından bu deneyim, kazanma ve kaybetme, ödenen bedeller daha sonraki yaşamında ve kuruluş efsanesinde yapı taşlarından bir tanesini oluşturmaktadır.

Türk sağının bu savaşı Anadolu'daki savaşların, Kurtuluş Savaşı’nın karşısına bir ağırlık noktası olarak koyması ne anlama geliyor, buradan ne umuluyor?

Türk sağının, milliyetçi kesimin bu savaşı farklı bir anlamlandırma çerçevesi olmuştur. Ancak başlangıç noktası birdir: bir çöküşten yükselişe, ulusun şahlanmasına, Türk milliyetçiliğinin zaferine duyulan ihtiyaç. Unutulan ve hiç hatırlanmayan Osmanlı devletinin bu savaştan yenik çıkmış olması, başkentin ele geçirilmesi ve Anadolu’nun işgale uğramasıdır. Türk sağının bu konuya bakışında bütünü göremeyen ve gelişmeleri bütünlüklü bir biçimde değerlendirmeyen yönler vardır. Birkaç önemli argümandan söz edebiliriz: İlki savaşı kazandığımız halde Almanlar yenilmiş olduğu için yenilmiş sayıldığımız efsanesidir. Savaşa girme durumu, o günün koşulları hiç değerlendirilmez. Bir diğeri suçu birilerinin üzerine yıkmaktır. Örneğin İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden, o dönemin iktidarından bu kadar nefret ediliyor olması bununla da ilgilidir. Suçu Talat, Enver ve Cemal’in üstüne atmak işin kolayına kaçmaktır. 19.yüzyıl boyunca yaşanan kayıplar, gerilemeler, ekonominin çökmüş, Düyunu Umumiye’nin vergi gelirlerine el koymuş olduğu, Balkanların kaybedilmiş, İstanbul’a büyük bir göç dalgasının gelmiş olduğu bir durum değerlendirilmez, görülmez. Bu kesimden çoğunlukla dış güçlerin bizi köşeye kıstırdığı, komplocu teoriler duyarız. Oysa bütün bu çalkantılı süreci değerlendirecek farklı bir analitik çerçeveye, farklı bir dünya görüşüne ihtiyacımız vardır.

"Unutulan ve hiç hatırlanmayan Osmanlı devletinin bu savaştan yenik çıkmış olması, başkentin ele geçirilmesi ve Anadolu’nun işgale uğramasıdır. Türk sağının bu konuya bakışında bütünü göremeyen ve gelişmeleri bütünlüklü bir biçimde değerlendirmeyen yönler vardır."

Bir diğer önemli nokta, Türk sağının önemli bir kısmının Anadolu macerasının dışında kalmış olması ile ilgilidir. Onlar bu savaşımı çok riskli, tehlikeli ve adı üstünde bir macera olarak görmüşlerdir. Mustafa Kemal’in peşine takılmak daha sonrasında da Ankara’da, 1930’larda denenen cumhuriyetçi, laik, halkçı çerçeve ile sorunları bulunmaktadır. Kurulan siyasal çerçevenin sorunsuz olduğunu ileri sürecek değilim, ancak yine de bir deneme olarak ve günümüze bıraktıkları ile önemlidir, değerlidir. Türk sağı bu denli radikal adımlar atılmasını riskli bulmuştur. Birçoğunda “eski güzel günlere” dönüş hayali vardır. Bu nedenle Osmanlı dönemi zihinlerde bir uyum, anlayış, birlik ve güç sembolü olarak inşa edilmiştir. Koca imparatorluktan ulus devletin sınırlarına, Misakı Milli sınırlarına, Anadolu’ya çekilmek bir kayıp olarak görülür. Bu kaybın sorumlusu aranır, eski günlere özlem duyulur. Eskide kalmış olan hiç de doğru olmayan bir değerlendirmeyle “altın çağ” olarak hatırlanır ve yeniden inşa edilir.

Çanakkale savaşı bu dönem noktasında bu kesimin de sahiplendiği, savunduğu ve zaferden pay çıkardığı bir olaydır. Ne de olsa vatan korunmuş, İstanbul korunmuş, imparatorluk merkezi korunmuştur. Ancak unutulan bu cephede kazanılan zaferin ömrü kısa olmasıdır. Buradaki askerler başka cephelere gönderilmiş, yorulmuş, savaşlar anlamını kaybetmiş ve asker kaçakları Anadolu’da dolaşmaya başlamış, nihayetinde de Anadolu’ya asker çıkarılması ile siyasi ve askeri durum başka bir evreye ulaşmıştır.

Ama elbette şunu da belirtmek lazım ki Türk sağı kendini Cumhuriyet Türkiye’sinde, Ankara’da da yeniden kurmaya başlamış, Türk milliyetçiliği ve sağcılık orada da kendini yeni dünyanın yeni güçleri ile eklemlenerek yeniden var etmeye girişmiştir.

Emperyalist savaşların karşısında duran, halkların kardeşliğini savunan ilericiler, solcular, sosyalistler bu savaşı değerlendirirken nasıl yaklaşmalı?

Bizim için de önemli ve değerli bir deneyimdir. Hele bir Çanakkaleli olarak benim için kişisel önemi de var. Ama hepimiz için düşünecek olursak, saldıran tarafın o günün dünyasında emperyalist güçlerin bir koalisyonu olduğu, dönemin en gelişkin teknolojisine sahip gemiler ve savaş araçları ile donanmış oldukları biliniyor. Bizde ise 5. Ordu Komutanı Liman von Sanders ve kurmay subaylarının anılarından okuduğumuz gibi birbirinden çok farklı, sanki Fatih zamanından kalmış toplar, mermisi olmayan tüfekler bulunmaktadır. Cepheye ulaşımdan askerin beslenmesine, cephede yaşam koşullarından cephe gerisine, teknolojiye bir yokluklar, yoksunluklar listesi yapılabilir. O nedenle günümüzde savaşın popüler sunumunda cephede günlük asker tayını, kişisel fedakârlıklar, Seyit Onbaşı efsanesi öne çıkmaktadır. Savaşın başında henüz deniz savaşı sırasında efsaneleşen Nusret Mayın Gemisi’nin döşediği mayınların çeşitli denizlerden, kıyılardan toplanmış, daha önce kullanılmış ve başka ülkelerde üretilmiş mayınlar olduğu savaş tarihçileri tarafından ileri sürülmektedir.

Ama bu savaşta bizim için de önemli şeyler bulunmaktadır: Yine fedakarlık, yine halkın içinden gelen genç çocuklar, yine eğitimli ve vatansever insanlar.. Ve elbette iyi eğitimli genç subaylar.. Bu insanların fedakârlıkları sayesinde bu savaş mucizevi bir şekilde kazanılmıştır. Bu savaşta üst rütbeli subaylar ve komutanlar cepheye o kadar yakındırlar ki, birçoğu vurulmuş, yara almıştır. Mustafa Kemal’i koruyan cep saati efsanesinin bununla ilgisi vardır.

Diğer tarafın niye yenildiğini sormak da ilginç bir soru olur. Dezavantajlı bir konum, denizden karaya çıkartma harekâtı ve başka birçok şey sayılabilir. Aslında İstanbul’a götüren bir deniz yolu, bir boğaz olmasa, Batı merkezleri açısından bu cephenin hiçbir önemi yoktur. Bunca insan boşuna hayatını kaybetmiştir, iki taraftan da.. İngilizlerde savaştan kısa bir süre sonra bu anlamsız deneyim yüzünden intihar eden subaylara dair anılar bulunmaktadır. Bu saldırının ve bu savaşın bir meşruiyeti yoktur. Genç çocuklara, işçi çocuklarına çıkartma gecesi, karanlık bir bottan, bilmedikleri bir denize inmek, ölüme gitmek üzereyken cesaret versin diye bir kadeh rom veren bir savaş kültüründen söz ediyoruz. Bu boşlukta kalma durumunu İngiliz komutan Ian Hamilton’ın anılarında da okuyabiliriz.

Bu savaş ve bütün savaşların halk çocuklarının birbirine kırdırıldığı, kazanan ve kaybedenin cephede, savaşın içinde değil, siyasi merkezlerde, hatta savaşın nedenleri üzerine düşünen tarihçi Hobsbawm’ın ileri sürdüğü gibi Londra ve Frankfurt borsalarında kararlaştırıldığı ve bitirildiği bir gerçektir. Yine de günümüz savaşları ile karşılaştırıldığında içinde bir parça da olsa vatan savunması duygusu uyandıran bir savaştır. Bu savaşta o dönemin solcu, komünist insanları da bulunmuştur. Batı cephelerinde de savaş karşıtı, solcu ve komünist askerler vardı ve onların bazıları 1917 yılında cepheye, ölüme gitmeyi reddettikleri için idam edildiler. Bu gençlerin ve komutanların burada yaptıkları gözlemler önem taşımaktadır. Osmanlı’nın bitişi öncesi bir zafere herkesin ihtiyaç duyduğu düşünülebilir. 

Son bir zafere..

SOL / Söyleşi

Paris Komünü'nden modern tıbba öncü bir kadın: Mary Putnam Jacobi - SOL(Kadın)

 İnsanlığın eşitlik ve özgürlük rüyasının gerçek olabileceğinin ilk kanıtı olan Komün, bir yanıyla ABD’de modern tıbbın ortaya çıkmasını sağlayan koşulların da yaratıcısı sayılabilir. 



18 Mart  işçi sınıfının ilk iktidar deneyimi olan Paris Komünü’nün 150. yıldönümü. İnsanlığın eşitlik ve özgürlük rüyasının gerçek olabileceğinin ilk kanıtı olan Komün, bir yanıyla ABD’de modern tıbbın ortaya çıkmasını sağlayan koşulların da yaratıcısı sayılabilir.  Amerikan tıp tarihinin Paris Komünü ile Amerikan modern tıbbı arasındaki bağı unutturma gayretine rağmen, biz bu ilerici öyküyü tarihsel olduğu kadar güncel bir sorumlulukla da hatırlatmak istedik.   

Fransa’nın 1870’de Prusya ile savaşının yenilgiyle sonuçlanması ve III. Napolyon’un tutuklanması İkinci Cumhuriyetin sonu oldu. Paris kuşatması ardından hükümet Ocak 1871'de teslim oldu ve Üçüncü Cumhuriyet ilan edildi. Bu sırada kuşatma altındaki Paris’te savaş ve sert kış koşullarının da etkisi ile işçi sınıfını açlık içindeydi. Savaşa ve açlığa karşı barış için ayaklanan Paris işçi sınıfına askerler ateş açmayı reddettiğinde ise tarih 18 Mart 1871 idi.

Emekçi halkın Paris sokaklarında kurduğu barikatları gören hükümet, Paris’te kendini “güvende” hissetmeyerek Versay’a taşındı. İşçi sınıfı ise kurduğu komünde 72 gün boyunca sayısız devrimci uygulamaya imza attı. 

Kilise devletten ayrıldı, eğitim laik hale getirildi, evsizler evlere yerleştirildi, siyasal örgütlenmelerin önü açıldı, vatandaşlar tartışma ve karar alma süreçlerine dahil edildi. Paris Komünü emekçilerin kendi kaderini nasıl belirleyebileceğinin kanıtıydı. Ancak 21 Mayıs'ta ordunun Paris'e dönmesi ile karşı devrim başladı ve Komün 28 Mayıs’ta sona erdi. Barış, adalet ve eşitlik hayali, emekçi sınıfların eşsiz devrimci deneyimi kana bulanarak sonlandırıldı. Her açıdan etkileyici bu ortam aynı zamanda 19. yüzyıl tıbbının en dikkate değer beyinlerinin yetiştiği yerdi.

Komün günlerinde Paris Tıp Fakültesi’nde bir kadın

Mary Putnam Jacobi, 1842’de Londra’da varlıklı bir ailede doğdu. Altı yaşındayken ailesi ile birlikte babasının ülkesi olan ABD’ye döndü. Eğitiminin ilk yılları evde Viktoryen annesinin sorumluluğunda geçti. Tıp bilimine ilgi duyan Putnam, babasının tıp alanında kariyer yapma fikrini itici bir uğraş olarak görmesine rağmen kararlıydı. Putnam, 1863 yılında New York Koleji Eczacılık Fakültesi'nden mezun olan ilk kadın oldu. Sonraki yıl Pensilvanya Kadın Tıp Akademisi’ni bitirdi. Kısa bir süre Boston’da Çocuk ve Kadın Hastanesi’nde çalıştıktan sonra ABD'de tıp derecesini alabilen ilk kadın olan Elizabeth Blackwell tarafından Fransa'ya gitmeye teşvik etti. Paris o zamanlar tıp biliminin merkeziydi.

Putnam, 1868’de dünyanın en saygın tıp fakültelerinden olan Paris’teki École de Médecine’ne ihtisas eğitimi için kabul edilen ilk kadın oldu, ancak derslere ayrı bir kapıdan girmesi ve önde profesörün yakınında oturması şartıyla. Temmuz 1871'de onur derecesiyle mezun olurken tezi bronz madalya kazandı.

Paris yılları Putnam için sadece mesleki olarak değil siyasal olarak da eşsizdi. Paris Komünü’nün yenilgisi ve özgürlükçü arkadaş çevresine yapılan saldırılar Putnam’ı sarsmış olsa da ihtisas döneminde yaşadığı siyasi uyanış bilime bakış açısını derinden etkiledi. Hikayeler ve politik makaleler de kaleme alan Putnam, Ağustos 1871'de, savaş sonrası iktidara gelen Fransız siyasi liderliğine dair bir rapor yayınladı.

Bilimin toplumsal kurtuluşta rol oynayacağından emindi

Paris Komünü sonlandıktan sonra, 1871 yılının sonbaharında ABD’ye dönen Putnam, New York Kadın Tıp Akademisi’nde profesör oldu. 1872'de New York Kadın Tabipleri Birliği'nin kurulmasında görev aldı ve 1874'ten 1903'e kadar bu kurumda başkanlık yaptı. John Hopkins gibi önde gelen tıp okullarına kadın öğrencilerin kabül edilmesi için hayatı boyunca yılmadan kampanyalar yürüttü. Kadınların tıbba eşit katkı yapabileceğinin güçlü bir savunucusu idi.

Putnam için bilimin ilerlemesi ile kadınların ilerlemesini tek ve aynı amaçtı. Politik makaleler ve hikayeler de yazan Putnam, bedenin biyolojik olduğu kadar sosyal ve politik olduğu düşüncesindeydi. Bu kavrayış Putnam'ı "zamanının en önemli kadın doktoru" haline getirdi.

1876’da “Menstruasyonda Kadınlar İçin Dinlenme Sorunsalı” adlı makalesi ile Harvard Üniversitesi'den ödül aldı. Bu makale Dr. E.H. Clarke'ın “Eğitimde Cinsiyet” adlı kitabına bir yanıt niteliği taşıyordu. Bu kitapta kadınların kısır olmamaları için menstruasyon döneminde fiziksel veya zihinsel herhangi bir faaliyet yürütmemeleri gerektiği ve menstürasyonun kadınları eğitime elverişsiz hale getirdiği iddia ediliyordu. Putnam elbette bu teze karşıydı, anektod niteliğindeki kanıtlara ve geleneksel yaklaşımlara meydan okuyarak titiz bir bilimsel çalışma yürüttü. Mensturasyon döngüsü boyunca kadınlara kas gücü testleri dahil pek çok kapsamlı fizyolojik testler yaptı. Sonuç: “Menstrüasyonun doğasında dinlenmenin gerekliliğine hatta arzulanırlığına ilişkin hiçbir şey yoktur" idi.

Laboratuvar biliminin modern tıp uygulamalarının temeli olması gerektiğini savunan, tıbbın gelişmesi için deneyler yapılmasının ve istatistik kullanımının gerekliliğini ısrarla vurgulayan Putnam kadınların eğitim hakları yanında siyasal hakları için de mücadele etti.

1906’da hayatını kaybeden Putnam’ın kendi hastalığı üzerine “Yazarının hayatını kaybetmesine neden olan beyincik basısına neden olan bir meningeal tümorün erken semptomlarının tanımlanması” adlı makalesi bile onun hayatının her anını üretken ve mücadele içinde geçirdiğinin kanıtı sayılabilir. Biyografisini yazan Bittel’in belirttiği gibi Mary Putnam Jacobi "bilimin bir gün toplumsal kurtuluşta rol oynayacağından emin olarak öldü". Amerikan aydınlanmasında ve modern tıbbın gelişmesinde etkili bu kadının düşünceleri 150 yıl önce Paris sokaklarında atılmıştı.

SOL(Kadın)

Kaynak:

  1. Richard Horton, Lancet, Ocak 2021. Offline: The Paris Commune and the birth of American medicine  https://www.thelancet.com/action/showPdf?pii=S0140-6736%2821%2900086-6
  2. https://en.wikipedia.org/wiki/Mary_Putnam_Jacobi
  3. https://massivesci.com/articles/mary-putnam-jacobi-sufragette-female-doctor
                                                                             

Eskisiyle yenisiyle bazı hurafeler - Mesut Odman / SOL

 Oy verme günü de çeşitli oyunlardan korunaklı değil.



Uzama tehlikesi olduğunu bile bile şu hurafe sözcüğüne ilişkin sözlük açıklamaları ile başlayacağım. Kantarın topunu kaçırmayacağımı umuyorum.

Türkçe Sözlük, bizim artık yerinde yeller esen Türk Dil Kurumu’nun daha o kadar güvenilmez olmamış bir tarihte yayımlanmış ve benim elimdeki bir basımında, bu sözcüğün anlamını “boş inan” olarak veriyor. Aynı kurumun 12 Eylül’ün tırpanından geçtikten sonraki sözlüğünde ise “dine sonradan girmiş boş inanç” karşılığını buluyoruz. Bu kurumun eskiden, 12 Eylül’den falan önce çok iyi olduğunu söylemek istemiyorum elbette. Birçok yararlı çalışmalar yapmıştır kuşkusuz; ama, örnek olsun, dilimize katkısı tartışılmaz bir yazarımızın, Aziz Nesin’in üyelik başvurusunu kabul etmeyişini unutmak ne mümkün!

Üstat Ferit Devellioğlu’nun gerçek bir başvuru kaynağı olan Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat’inde ise aynı sözcüğün karşılığında şunu okuyoruz: “ inanılmaz, uydurma, yalan hikâye ve rivayet”. Yazının başlığında anlatılmak istenen de bu işte.

Ancak, burada durmuyorum ve aynı övgüye değer başvuru kaynağındaki açıklamanın sonrasına da bakıyorum. Oradan, eski bir Arap kabilesinde bu adı taşıyan bir kimsenin, şimdiki deyişlerden biriyle söylersek, böyle atmasyonlarla meşhur olduğunu ve atmasyonlarına da “hadis-i hurafe” denildiğini öğreniyoruz.

Güzel, diyelim ve eskiden yeniye doğru devam edelim.

Hurafe 1

Bir ülkede demokrasi olmazsa, kalkınma da olmaz; çünkü, yabancı sermaye gelmez, gelmeyince geri kalmış ülkenin tasarrufları, onun da ötesinde genel olarak imkânları yetmez; dolayısıyla ne kalkınma olur, ne huzur, ne şu ne bu…

Bunun aslı astarı olmayan bir hurafe olduğu pek çok kez gösterildi, anlatıldı, yaşandı. Gösterilip anlatılması esas olarak kâğıt üzerindedir, ussal kanıtlara dayalıdır; ama yaşanma kısmı insanlarla, kitlelerle ilgilidir; acı çekilerek, mücadele edilerek, ne yazık ki çoğu kez yenilerek yaşanmıştır. Bizim Fatih, Çarşamba günkü yazısında, Latin Amerika’ya ilişkin olarak yeterince ayrıntılı bir döküm vermişti. Zihni açık ve çalışkandır; daha birçok katkısını beklemek yerindedir. Bu tür katkılar insanların olup biteni anlamalarına çok yardımcı olmakla birlikte, öyle bir anlama çabası içinde olanlar için yaşamak ve yaşarken biraz mütecessis davranmak da pekâlâ yetebilir.

Hurafe 2

Bunlar ekonominin durumundan habersizler, iktisat biliminden falan anlamıyorlar; anlayanları da görev başına getirmiyorlar; o yüzden işler sarpa sarıyor. Oysa, iktidar sahipleri, işten anlayanları, liyakatli olanları görevlendirdiklerinde, işler düzelecektir; ne işsizlik kalacaktır, ne enflasyon, ne şu ne bu…

Bu konuda da pek fazla kurama kitaba dayalı kanıtlar getirmeye gerek yok. Sadece göreve getirilenlerin unvanlarına, diplomalarına, şunlarına bunlarına bakmak yeterli olabilir. Bugünkü beceriksiz, iş bilmez, işten anlamaz sanılan görevlilerin mesleki, akademik ve benzeri unvanları hiç de fena sayılmaz. Onların içinde de Amerika’da, Avrupa’da, şurada burada okuyup diploma almış olanlar yok değil. Ancak, sorun şu ki, öyle ilim bilim falan denilenler, hele onların toplumla ilgili olanları, o toplumu oluşturan sınıflardan bağımsız olarak gerçeklik kazanmıyor. Dolayısıyla, o diplomalar, belgeler neyim, tarafsız, nesnel, toplumdaki sınıflardan bağımsız bir güvenilirlik sağlamıyor. Kimin hizmetindeysen, onun çıkarlarını allayıp pullar, güzelleştirir, ortak çıkar konumuna yükseltirsin. Öğrendiklerinden, edindiklerinden yola çıkarak onlar dahil görüp yaşadıklarını sorgulamaya çalışırsan da başına geleceklere katlanmak durumundasın. Katlanacakların, düşünsel bozgunlardan da ibaret olabilir her bakımdan düpedüz yere serilmeye kadar da gidebilir. 

Şöyle de anlatılabilir: Olup biteni açıklamak ve öngörmek yerine ya da ondan çok sömürü olgusunu mümkünse gizlemek, değilse haklılaştırmak üzere kurgulanmış öğretilerle yetiştirilenler arasından sivrilenleri seçip işlendirmek neye yarar? Sömürünün ve sonuçlarının devamından başka…

Hurafe 3

Son yüz yılın en uzun kesintisiz iktidarı olan ve Cumhuriyetin neredeyse bütün kazanımlarını yok eden AKP dönemi son bulunca işler düzelir.  

Böyle bir hurafenin git gide yaygınlaşmaya başlaması şaşırtıcıdır aslında. Şaşırtıcıdır; çünkü, bütün ezilmiş halklar gibi bizim halkımızın da bu tür durumlar karşısında şerbetli olmasına yetecek kadar zengin yaşantıları vardır. Hatta “gelen gideni aratır”  ya da “gelen gidene rahmet okutur” biçiminde söylenen atasözlerinin de onun dağarcığında olduğunu biliyoruz. Hele içinde bulunduğumuz somut durumda, gelmeye aday olduklarını beceriksiz bir şamatayla ilan edenlerin gelmişleri, geçmişleri, geleceğe ilişkin bol keseden vaatleri, onları kulak tırmalayan bir koro halinde yineleyip durmaları karşısında, böyle bir hurafenin yaygınlaşır görünmesini aldatıcı olarak nitelemek yerinde olur. Eğer yerinde değilse, bu yaygınlaşma sürüp giderse, yakın geleceğimize ilişkin öngörüleri anlatmak için hüsran, hayal kırıklığı ve benzeri sözler uygun düşecek demektir. 

Hurafe 4

İlk seçimde halkımız oylarıyla AKP’den kurtulacak ve bütün sorunları bir bir çözülecek, çözüm yoluna girecektir.  

Buraya kadar AKP iktidarından kurtulmakla halkımızın sorunlarının çözüm yoluna girmesinin nasıl bir boş inan olduğuna ilişkin birtakım ipuçlarına yer verildi. Daha fazlasına gerek yok. Sadece, pek çok argümanı özetleyici olması bakımından, öyle bir kurtuluştan sonra iktidarı devralacaklarını ileri sürenlerin, bütün sorunların kökeninde yatan düzenin, bırakalım köklü biçimde değiştirilmesini, az çok kayda değer ölçüde dışına çıkılması yönünde bile herhangi bir söz söylemedikleri belirtilebilir. 

Fakat, sıralarken 4 numaraya denk gelen bu hurafe ile ilgili olarak asıl üzerinde durulması gereken, hâlâ seçimden, elbette “serbest” seçimden söz edilebiliyor oluşudur. Oysa, genel ve eşit oy olarak bilinen evrensel hakkın kayyumlarla, vekil düşürmelerle, parti kapatma girişimleriyle neredeyse yok edildiği bir zamanda, oy verme gününe kadar, o gün ve sayımın da içinde bulunduğu ondan sonraki günlerde neler olabileceğini tümüyle kestirmek mümkün görünmüyor. Tümüyle kestirilemiyor olsa bile bazılarına değinebiliriz; çünkü, benzerlerine bugüne kadar rastlamış durumdayız.

Oy verme gününe kadar olabileceklerin bazıları üzerindeki çalışmaların epeydir başlatılmış olduğunu gösteren işaretler her gün çoğalıyor. Seçim sisteminin en çok oy alan partinin lehine, ama küçük ortağı da kollamayı ihmal etmeyecek biçimde değiştirilmesi bunlar arasında. Bununla birlikte, bu iki amacın her ikisini birden hayata geçirmek zor görünüyor. Zorluğu aşmak için “akla hayale gelmez” deyişinin yetersiz kalacağı yollar bulunması şaşırtıcı olmaz. Yerel düzeydeki seçim kurullarının da iktidar partisinin güdümüne sokulması yönünde tasarılar bulunduğu dillendiriliyor. Merkezdeki seçim kurulunun bileşimi üzerinde oynamalar yapılması da olasılık dışı sayılamaz. Ayrıca, seçmen kütüklerinin ne alemde olduğu, ne tür manipülasyonlara açık bulunduğu, açık değilse açık duruma getirilebileceği de bir başka konu. Seçim propagandaları döneminde olabilecekleri ise hiç akla getirmedik. 

Oy verme günü de çeşitli oyunlardan korunaklı değil. En son anayasa referandumu sırasında, futbol düşkünlerinin “maç devam ederken kural değiştirme” diye adlandırdıkları, belki de demokrasi tarihine böyle bir adla geçecek seçim kurulu kararı hatırlardadır. Nihayet, yok canım daha neler, dedirtecek asayiş olaylarının devreye girmeyeceğini kim ileri sürebilir? Son günlerde artan sokak saldırılarının oy verme günü ve hemen sonraki saatlerle günlerde nereye evrileceğinin ipuçlarını şimdiden göstermeye kalkanlar olursa, onlara paranoyak denebilir mi?

Neyse, uzatmayalım.

Uzatmayalım da sözü bir sonuca, üstelik umut kırıcı olmayacak bir sonuca bağlamak gerekmez mi? Bence gerekmez, her zaman gerekmez. Herkesin aklı fikri var, neden kendi başına sonuca ulaşamasın? Didaktizmin de bir sınırı olmalı; fazlası okuru sıkar, bunaltır. Yazarı bunaltması da ayrı. Sözgelimi, ben bunalmış durumdayım. 

Mesut Odman / SOL        

Çin’de 14’ncü Beş Yıllık Plan - Korkut Boratav / SOL

 UHK’nin Mart 2021 toplantısının ana gündem maddelerinden biri 2021-2025 yıllarını kapsayan 14’ncü Beş Yıllık Plan oldu. Gözden geçirelim. 



Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC’nin) yasama organı olan Ulusal Halk Kongresi (UHK) 5 Mart-11 Mart tarihlerinden Beijing’te toplandı. UHK yılda  ir kere toplanır ve toplantı tarihi, yasama görevi olmayan bir Danışmanlar Meclisi ile eş-zamanlıdır. Bu nedenle Çin siyaset takviminde bu günler “iki oturum dönemi” olarak adlandırılır.  

UHK’nin toplantı (“Genel Kurul”) süreleri bir-iki haftayı geçmez. Ama, bir sonraki oturuma kadar boşluk bırakılmaz. Genel Kurul’un 200 civarında üyeden oluşan Yürütme Kurulu (“Standing Committee”) vardır. İki oturum dönemi arasındaki görevleri bu Kurul devralır. Sürekli toplantı halindedir; yasal düzenlemeleri kesinleştirir. 

UHK’nin Mart 2021 toplantısının ana gündem maddelerinden biri 2021-2025 yıllarını kapsayan 14’ncü Beş Yıllık Plan oldu. Gözden geçirelim1

14’ncü Beş Yıllık Plan: Ekonomik Öncelikler 

UHK’nin ilk oturumuna Başbakan Li Keqiang, Devlet Konseyi (Bakanlar Kurulu) adına 14’ncü Beş Yıllık Plan (2021-2015) taslağını sundu. Bu belge uzun bir başlık taşıyor: “Ulusal ekonomik ve sosyal gelişme için 14’ncü Beş Yıllık Plan’ın ana hatları ve 2035’e dönük uzun vadeli hedefler”.

Bu başlık, sunulan belgede beş yıllık planın “ana hatları”nın içerildiğini ifade ediyor. Ayrıntılar, somut hedefler biçiminde daha sonra yıllık planlarda yer alacaktır. Nitekim Başbakan Li, aynı oturuma, 2021 ulusal ekonomik ve sosyal plan metnini de ayrı bir taslak olarak sundu. Bu belge UHK’da tartışıldı; onaylandı. Beş Yıllık Plan’ın 2021 dilimi (hedefleri) böylece kesinleşti. 

2021-2025 Beş Yıllık Plan’ın bir öncülü de var. Bu, 2015’te ortaya atılan Made in China 2025 programıdır. 13’ncü Beş yıllık Plan’ın imalat sanayiine ilişkin kesiminde yer alan bu sanayi programı, yüksek teknoloji içeren üretim kollarının öncelikli gelişimini hedeflemekteydi. 

Program, robot üretimi ile başlayıp, elektrikli taşıtlarla son bulan; on endüstriden oluşan (ve iki yılda bir revizyondan geçecek) bir liste çerçevesinde uygulanmaya başlamıştı. İlk önce AB Ticaret Komiserliği, Made in China 2025 programını Çin’den kaynaklanan bir ekonomik hegemonya tehdidi olarak algıladı; önlemler tasarlamaya başladı. Trump yönetimi de, Çin’e karşı başlattığı ticaret savaşını, teknoloji alanına taşıdı; genişletti. 

Çin, teknoloji savaşında ilk başta savunmaya geçmiş; Made in China 2025 programını görünürde askıya almıştı. Öyle anlaşılıyor ki, üç yıl sonra bu program güncelleştirilmiş, genişletilmiş ve 14’ncü Beş Yıllık Plan’ın ekonomik önceliklerini belirlemiştir. 

Bu sefer, yapay zeka ile başlayıp, derin yeryüzü, deniz, uzay, kutup araştırma/sondajları (“deep earth, sea, space and polar exploration”) ile son bulan yedi öncelikli alan belirlenmiştir. Yeni liste, önceliklerin bir “sanayi programı” olmanın ötesine; teknoloji ve bilim politikası alanlarına taşındığını   göstermektedir. Yasama Meclisi’ne sunulan Beş Yıllık Plan, “teknolojide kendine yeterlilik, ulusal gelişmenin stratejik bir hedefidir” ifadesini açıkça içermektedir. 

Trump ve AB’nin teknoloji alanına taşıdığı “ekonomik savaş”ın Batı ekonomilerine maliyeti gecikerek anlaşıldı. AB ile Çin arasındaki yatırım anlaşması, Trump’ın yenilgisi kesinleşince, 2020 sonunda imzalandı. Biden Yönetimi ise, Çin’in 2008 sonrasında yürüttüğü kapsamlı altyapı yatırımlarını ve son 5 Yıllık Plan’da yer alan öncelikleri örnek alan arayışları gecikmeden başlatmıştır. 

Nicel Hedefler

Mart 2021 oturumlarında UHK tarafından onaylanan 2021 Planı, bu yıl için “yüzde 6’yı aşan” bir büyüme hedefi belirlemiş. Bu “alt sınır”, IMF, DB ve OECD’nin Çin için öngördüğü yüzde 8 civarındaki büyüme öngörülerine göre ılımlıdır. 

2021’ye ilişkin diğer makro-ekonomik hedeflere de değineyim: Kentsel işsizlik oranı yüzde 5,5’in altına çekilecek; enflasyon yüzde 3 civarında seyredecek; Ar-Ge ve savunma harcamaları yüzde 7 ve yüzde 8,6 oranlarında artacaktır. 

2021-25 dönemi için, ortalama büyüme oranı gibi makro-ekonomik hedefler belirlenmemiş. Başbakan Li, bu yönelişi, “esnekliği koruma” gerekçesiyle savunuyor. Nicel ekonomik hedefler, 2021 örneğinde olduğu gibi yıllık planlarda yer alacaktır. Beş yıllık plan dönemi için gözlediğim tek nicel hedef, “beş yıl sonunda ortalama yaşam beklentisinin bir yıl uzaması” oldu. 

Buna karşılık, UHK Yürütme Kurulu üyelerinden Lin Yifu, Dünya Bankası ölçütlerine göre kişi başına millî gelir düzeyi bakımından Çin’in “zengin ülkeler eşiğine 2025’te ulaşacağını” ileri sürüyor (Global Times, 10 Mart). Son yıllarda iki ekonomi arasında oluşan büyüme makası daralmazsa, toplam millî gelir bakımından Çin’in 2028’de ABD’yi aşacağı Batı çevrelerinde de öngörülmüştür. 

Uzun Vadeli Hedefler

Beş Yıllık Plan taslağının “2035’e dönük uzun vadeli hedefler” de içerdiğine yukarıda değindim. Şi Jinping’in 2012’de yönetime gelmesi sonrasında ÇKP Programı, ÇHC Anayasası ve resmî belgeler, Çin toplumunun geleceği için (bazen “Çin’in yeniden gençleşmesi” ifadesiyle) uzun vadeli amaçlar, arayışlar oluşturmaya başladı. Üstelik çoğunda, “Çin’e özgü sosyalizm” terimini koruyarak; bazen de açarak, genişleterek…

Bu tutum, Trump ve Pompeo ikilisini, doğrudan doğruya ÇKP’yi hedef alan ideolojik bir soğuk savaş saldırısına yöneltmişti. İlk belirtilere göre, Biden da (üslup değişikliği içinde) aynı eğilimi izleyecektir. 

14’ncü Beş Yıllık Plan’ın “uzun vadeli hedefleri” ve Mart toplantısında tartışılması, bunları tarihlendiren, bazen yıldönümü kutlamalarıyla birleştiren; bir anlamda “ütopya”lar içeren   bir dil kullanıyor.

Yüz yıl öncesini anan iki yıldönümü, ÇKP tarihiyle ilgilidir: Parti’nin 100’ncü kuruluş yıldönümü, 2021’dir.  Yıl boyunca anılacak; 23 Temmuz’da törenlerle kutlanacaktır. Bu yıldönümü için belirlenen “mutlak yoksulluğun yok edilmesi” hedefinin gerçekleştiği Mart toplantılarından önce duyuruldu. 

İkinci yüzyıllık yıldönümü ÇKP liderliğindeki ÇHC’nin 100’ncü kuruluş yılı olan 2049’dur. ÇKP programı ve 14’ncü Beş yıllık Plan bu tarih için, “müreffeh, güçlü, demokratik, kültürel olarak gelişmiş, ahenkli bir sosyalist toplumun inşası” hedefini belirlemiş.

ÇKP’nin kuruluşu ile iktidara gelmesi arasında 48 yıllık bir fark var. Kutlanacak yıldönümlerinin orta noktası da 2035’tir.  14’ncü Beş Yıllık Plan, bu tarihi de kapsıyor: “2035’e gelindiğinde Çin, sosyalist modernleşmeyi büyük ölçüde başarmış olacaktır. Sosyalist modernleşme Batılı benzerlerinden farklıdır ve Çin halkının ulaşabileceği bir hedeftir. Bu tarihte Çin, temel teknolojilerde çığır açabilen, en yenilikçi ülkelerden biri olacaktır.”  

Biliyorum ki sosyalist arkadaşlarım, devrimci gençler, bugünkü Çin’deki kapitalistleşmeye bakarak itiraz edecek; ÇKP’nin bu söylemini “bu nasıl bir sosyalizm?” diye sorgulayacaktır. Elbette haklıdırlar. 

Üstelik, Beş Yıllık Plan Taslağı’nda geleceğin sosyalizmine ilişkin şu tasarım da yer alıyor: “Akıllı, paylaşılmış, ahenkli ve yeni bir dijital hayat, robot garsonları ve yüksek derecede otomatikleşmiş park yerlerini içerecektir.” (Xinhua, 5.3.2021)

Bu “tüketimci” ütopyanın bugünkü kapitalizmden etkilendiği açıktır. Yine de hoş görelim. En azından “paylaşılmış” bir tüketim dünyasını özlediğini dikkate alarak…

Üstelik, “sosyalist” sözcüğünde ısrar eden, “Batılı benzerlerinden farklı” olduğu  vurgulanan bu gelecek tasarımı, ABD, AB yöneticilerini, patronlarını bu kadar tedirgin ediyorsa, şimdilik bizlere “devam et” demek düşer. 

***

Not: Yazılarıma bir ay ara veriyorum. Nisan’da buluşmak üzere…

Korkut Boratav / SOL

  • 1.Ana kaynaklar, ÇKP’nin yarı-resmî İngilizce gazetesi olan Global Times ve Xinhua haber ajansıdır.