9 Nisan 2021 Cuma

7 yıldır inşaatı süren Etlik Şehir Hastanesi için 17 semt polikliniği kapatılacak-(Sarp Sağkal-CUMHURİYET)

 Ankara Tabip Odası, SES ve Dev-Sağlık-İş Şehir Hastanelerinin zararlarına ilişkin bir broşür hazırladı. Buna göre Ankara’da açılması planlanan Etlik Şehir Hastanesi için 6 hastane ve 17 semt polikliniği kapatılacak. Böylece kentteki iki Şehir Hastanesi için toplam 13 hastane, 5 bin 645 yatak, 816 yoğun bakım yatağı kapatılmış olacak.

Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES), Ankara Tabip Odası ve Dev-Sağlık-İş, “Şehir Hastaneleri Gerçeği; Sağlık Hakkı Ablukası” başlığıyla bir çalışma hazırladı.

Çalışmada, şehir hastanelerinin neden olduğu zararlar anlatıldı. Buna göre, şehir hastaneleri sağlık çalışanları için, iş yükünün artmasına, esnek ve belirsiz görev tanımlarına, güvencesizliğe, idari mobbinge, ulaşım sorunlarına ve ödeme sorunlarına, yurttaşlar için ise artan vergilere, ek katkı paylarına, sağlık hizmetlerinin piyasalaşmasına, şehir merkezinde ulaşımı kolay hastanelerin kapanmasına ve kamu kaynaklarının israfına neden oldu.

Çalışmada inşaatı süren Etlik Şehir Hastanesi’ne ilişkin de bilgi paylaşıldı. Buna göre, hastanenin açılmasıyla Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ulucanlar Göz Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Etlik Zübeyde Hanım Hastanesi, Dr. Sami Ulus Hastanesi, Dr. Abdurrahman Yurtaslan Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi ile Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi kapatılacak. Bunun yanında 17 semt polikliniği de devre dışı bırakılacak. Böylece Ankara ve Etlik Şehir Hastanesi için toplam 13 hastane, 5 bin 645 yatak, 816 yoğun bakım yatağı kapatılmış olacak.

‘HALK ÖZELE MECBUR’
Çalışmanın sonuç bölümünde, şehir hastanelerine ilişkin “İddiaların aksine şehir hastaneleri, kamusal sağlık hizmetlerinin niteliğini azaltacak, sağlık ve sosyal hizmet emekçilerine güvencesiz, sendikasız ve ucuz çalışma koşulları dayatacak, taşeronlaştırma sürecini yaygınlaştıracak, sağlığa ayrılan kaynağın bu projelere aktarılmasıyla birlikte bilimsel araştırmalarda gerilemeler yaşanacak, şehirdışına inşa edilen hastanelere yoğun hasta akışı, yoğun trafik sorunu ortaya çıkaracak, erişim zorluğu halkı yakınlarındaki özel hastanelere gitmeye mecbur bırakacak” değerlendirmesi yapıldı.

Çalışmanın öneriler bölümünde ise şunlar sıralandı: “Sağlık hizmetleri toplumun içine gömülü, topluma en yakın, ulaşılabilir yerde sunulmalıdır. Halk için eşit, parasız, nitelikli ve anadilinde sağlık hizmetlerine erişim sağlanmalıdır. Çalışanlar için insan onuruna yaraşır çalışma ortamı, adil ve eşit ücret politikaları hayata geçirilmelidir. Kent merkezinde kapatılan hastaneler üstlendikleri sağlık hizmetlerinin niteliğine, kentin tarihsel dokusuna ve motiflerine göre restore edilerek açılmalıdır.”
(Sarp Sağkal-CUMHURİYET)
***

Aşı bedelleri ve şehir hastanelerine giden kira parası artık tabloda gösterilmiyor.

(Sibel Bahçetepe-CUMHURİYET)

Sağlık Bakanlığı bütçe giderleri tablosunda ilaç şirketlerine ödenen aşı bedelleri ile müteahhitlik şirketlerine ödenen şehir hastanelerinin kira ve hizmet bedelleri artık gösterilmiyor.

Hekimler Ergün Demir ve Güray Kılıç “5 Nisan tarihinde yayımlanan mart dönemine ait mali tabloda bütçe gider türü ayrıntıları ve hangi kaleme ne kadar harcama yapıldığı bilgisi ortadan kaldırılmıştır. Tabloda kaldırılan bütçe gider türünde iki önemli kalem dikkat çekmektedir: Sağlık Bakanlığı tarafından 2020 yılında aşı/ilaç şirketlerine aşılama hizmetleri için öden miktar ile müteahhitlik şirketlerine şehir hastaneleri kira ve hizmet bedelleri için ödenen miktar” dediler. 

2020 Aralık ayı tablosunda aşılama hizmetleri için 1.816.112.284,63 TL harcandığı görülüyor.

Şehir hastanelerinde kiracı olan Sağlık Bakanlığı, müteahhitlik şirketlerine 2018’de 2,2 milyar TL, 2019’da 5 milyar TL, 2020’de 8.7 milyar TL kira ve hizmet bedelleri olarak ödedi. 2021 için de kira ve hizmet bedellerinin karşılığı olarak bakanlık bütçesinde 16.4 milyar TL ödenek ayrıldı. 

ŞEFFAF OLMALI

Dr. Demir ve Dr. Kılıç, özetle şöyle devam etti: “Önce kargo uçaklarıyla aşı gelişleri canlı yayımlandı, daha sonra ise gelen aşı miktarının açıklanmayacağı Sağlık Bakanı Fahrettin Koca tarafından ilan edildi, şimdi ise bakanlık bütçe tablolarında aşıya ödenen miktar kaldırıldı. Gelen aşı miktarı ve ödenen ücret ile yine şehir hastanelerinin kira ve hizmet bedelleri için 25 yıl boyunca enflasyon ve döviz kuruna bağlı olarak müteahhitlik şirketlerine ödenecek miktar artık kamuoyu tarafından bilinmeyecek. Salgında aşı politikası açık ve şeffaf olarak yürütülmelidir. Aşı bedelini siyasiler cebinden ödememektedir. Ücretler vatandaşlardan alınan vergilerden oluşan genel bütçeden karşılanmaktadır. Onun içindir ki her bir doz aşının maliyeti topluma açıklanmalıdır. Vatandaşlar can derdine düşmüş iken AKP iktidarı salgını ranta dönüştürme çabasında. Sayın Koca vatandaştan neyi saklamaya çalışıyorsunuz?”

(Sibel Bahçetepe-CUMHURİYET)

***

Genel Sağlık-İş: Şehir hastaneleri üzerinden yandaş şirketlere ödenen milyar dolarlar gizleniyor.(CUMHURİYET)

Sağlık Bakanlığının 2021 yılı mali tablolarında kira ve hizmet bedellerine yer verilmemesine ilişkin Genel Sağlık-İş Sendikası "Şehir Hastaneleri Üzerinden Yandaş Şirketlere Ödenen Milyar Dolarlar Gizleniyor" başlıklı bir açıklama yaptı.

AKP'nin sağlıktaki "çılgın" projesi şehir hastanelerinin kira ve hizmet bedellerine Sağlık Bakanlığının 2021 yılı mali tablolarında yer verilmiyor.

Genel Sağlık-İş Sendikası, yıllık ödemeleri milyar dolar bulan şehir hastaneleri üzerinden yapılan harcamaların gizli tutulmasına ilişkin bir açıklama yaptı. Açıklamada, "Genel Sağlık-İş olarak Sağlık Bakanlığının bütçe harcamaları konusunda şeffaf olmasını ve hesap vermesini talep ediyoruz" denildi.

Genel Sağlık-İş Sendikası Başkanı Zekiye Bacaksız imzalı açıklamada şöyle denildi:

SANSÜRLEME ÇABASI MI: "16.10.2020 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan kanun değişikliği ile kamu idarelerinde program bütçe sistemine geçilmiştir. 5018 sayılı Kanun’da yapılan değişiklikten önce kamu harcamaları fonksiyonel sınıflandırma düzeyinde sınıflandırılıyordu. Bu çerçeve Sağlık Bakanlığı strateji Geliştirme Başkanlığı internet sitesinde yayınlanan Bütçe Giderlerinin Fonksiyonel Sınıflandırılması Tablolarında, aylık olarak “yap kirala devret” modeli ile yaptırılan şehir hastanelerinin kira ve hizmet bedelleri için ödenen tutar izlenebiliyordu.

Getirilen düzenlemeyle birlikte Bütçe Giderlerinin Fonksiyonel Sınıflandırılması tablolarında “yap kirala devret” modeli ile yaptırılan şehir hastanelerinin kira ve hizmet bedelleri için ödenen tutarlar artık yer almamaktadır. Bütçe Giderlerinin Fonksiyonel Sınıflandırılması tablosunda Yap Kirala Devret Modeli ile Yapılan Hastanelere Yönelik Faaliyetler, Genel Hastane Hizmetleri fonksiyonel kodu içerisinde yer almakta, detaylara yer verilmemektedir. Öte yandan Sağlık Bakanlığı 2020 yılı dönem sonu mali tablolarında da Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) yöntemiyle yapılan şehir hastanelerine ödenen milyarlarca liralık kira bedellerine yer verilmedi.

Sağlık Bakanlığı 2021 yılı mali tablolarında şehir hastanelerinin kira ve hizmet bedelleri için ödenen tutarlara artık yer verilmemesi yıllık ödemeleri milyar doları bulan şehir hastanelerinin kira ve hizmet bedelleri için ödenen tutarları sansürleme çabası mıdır? Genel Sağlık-İş olarak Sağlık Bakanlığının bütçe harcamaları konusunda şeffaf olmasını ve hesap vermesini talep ediyoruz.

16.3 MİLYAR ÖDEYECEK: 2020 yılında şehir hastaneleri kira ve hizmet bedeli için 8,7 milyar TL ödenirken, 2021 yılı bütçesinde şehir hastaneleri için 16 milyar 392 milyon TL ödenek ayrılmıştır. Bu tutarın 6 milyar 415 milyon TL’sini hastanelerin hizmet alımı yoluyla sunduğu hizmetler karşılığı oluşturmaktadır. Sağlık Bakanlığı, 2021 yılında şehir hastanelerinin kira bedelleri için 9 milyar 977 milyon TL ödeyecektir. Şehir hastanelerinin açılmasıyla birlikte kamuya ait onlarca hastane kapatılmasaydı devletin bütçesinden milyarlar şirketlere aktarılmayacak, bu kaynak devletin kasasında kalacaktı.

SÖZÜNÜZÜN GEREĞİNİ YAPIN, YANLIŞTAN GERİ DÖNÜN: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 12 Mart’ta ekonomi reform paketinin detaylarını açıkladığı Ekonomi Reformları Tanıtım Toplantısı'nda, “Ağırlıklı olarak kendi paramızla borçlanacak, Türk Lirası cinsi senetleri kullanacağız" açıklamasında bulunmuştur. Siyasi iktidara bu açıklama çerçevesinde, başta şehir hastaneleri olmak üzere kamu özel işbirliği (KÖİ) adı altında yap-işlet-devlet usulüyle yapılan projelerinde döviz ile kira ve garanti bedellerinin hemen hepsinin dolara endeksli olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Yapılması gereken, zaman kaybetmeksizin bu yanlıştan geri dönülmesidir. Döviz üzerinden borçlanmanın kamu zararı olduğu çok açıktır. KÖİ projeleri ile halkın parası, ülkemizin gelecek 25 yılı ipotek altına alınmaktadır. Bir yandan vatandaşlardan ellerinde tuttukları altın ve dövizleri finans kuruluşlarına götürerek ekonomiye kazandırması çağrısı yapılırken, döviz üzerinden yandaş şirketlere kira ödenmesi akıllara durgunluk vermektedir.

ŞEHİR HASTANELERİ KAMULAŞTIRILMALI: Şehir hastanelerinin sözleşmelerinin bilgileri, “ticari sır” gerekçesiyle açıklanmamaktadır. Bütçeden yandaş müteahhitlere aktarılan milyarlarca dolarlar buzdağının sadece görünen kısmıdır. Şehir hastanelerinin sözleşmeleri ivedilikle feshedilmeli, Sayıştay tarafından tespit edilen kamu zararları tahsil edilmeli ve şehir hastaneleri kamulaştırılmalıdır.

MİLLETİN CEBİNDEN YANDAŞLARIN CEBİ DOLDURULUYOR: Devlet bütçesini büyük zararlara uğratan Kamu Özel İşbirliği yöntemini uygulamaktan vazgeçen siyasi iktidar, şehir hastanelerinin genel bütçeden yapılacağını açıklamıştı. Ancak burada da ihale kanununun deprem, afet gibi önceden öngörülemeyen olağanüstü durumlar için öngördüğü, “21b-Pazarlık” maddesini kullanan iktidar, istediği ihaleyi istediğine vermektedir. Samsun, Antalya, Aydın, Trabzon, Ordu ve Şanlıurfa şehir hastaneleri ihaleleri pazarlık (21/b) usulü ile yapılmış, yine bilindik şirketler kapalı kapılar ardında ihaleleri almıştır. Şehir Hastaneleri ihalelerinin pazarlık (21/b) usulünün kapalı oluşu, açık ihaleye göre kamu kaynaklarının daha çok tüketilmesi dolayısıyla artan kamu zararı demektir. Rekabete kapalı olduğu gibi gizli kapaklı yapılan pazarlık (21/b) usulü ile yapılan ihaleler ile yine yandaş şirketlerin cebi doldurulmakta yine milyarlar milletin cebinden çıkmaktadır." (CUMHURİYET)

                                                                      ***

"Şehir hastaneleri Cumhuriyet tarihinin en büyük kara deliği" (CUMHURİYET)

Şehir hastaneleri için "Cumhuriyet tarihinin en büyük kara deliği" nitelendirmesinde bulunan CHP Balıkesir Milletvekili Fikret Şahin, "18 şehir hastanesinin bir an önce kamulaştırılarak devlet hastanesi statüsünde çalıştırılması" talebinde bulundu.

CHP Balıkesir Milletvekili Fikret Şahin, Meclis'te düzenlediği basın toplantısında, iktidarın, Covid-19 salgınıyla mücadele süresinde şehir hastanelerinin önemine ilişkin söylemlerinin gerçeği yansıtmadığına dikkat çekti. Sayıştayın, şehir hastanelerine ilişkin tespitleri bulunduğunu anlatan Şahin, buna göre, şehir hastanelerinin muhasebelerinin, mevzuata uygun tutulmadığını belirtti.

İTHAL SÖMÜRÜ SİSTEMİ: Şehir hastaneleriyle sağlığın ticari bir alana çevrildiğine işaret eden Şahin, kamunun hizmet vermesi gereken sağlıkta, şirketlerin hizmetlerinin her geçen gün arttığını, yerli ve milli bir sistem yerine ithal bir sömürü sisteminin hayata geçirildiğini söyledi.11 şehir hastanesinin genel bütçeden yapılacağını, 13'ü hizmete geçen 18 şehir hastanesinin ise Yap-İşlet-Devret modeliyle işletileceğini ifade eden Şahin, parti olarak, şirketlerce işletilen şehir hastanelerin kamulaştırılmasını istediklerini dile getirdi.

52 HASTANE YAPILABİLİRDİ : Sağlık Bakanlığı verilerine göre, hizmette olan 13 şehir hastanesi için Ekim 2017- Ekim 2020 döneminde 15 milyar 587 milyon lira ödendiğini aktaran Şahin, "Bunun yerine, 500 yataklı 52 tane devlet hastanesi yapılabilirdi. Böylece 25 bin 978 yatağımız olacaktı. Şu anda Kovid-19 salgınıyla çok daha etkili mücadele etmiş olacaktık." değerlendirmesinde bulundu.CHP'li Şahin, şehir hastaneleri için "Cumhuriyet tarihinin en büyük kara deliği" nitelendirmesinde bulunarak, "Çocuklarımızın üzerine çok büyük yük bindirmektedir. Bu kambur en az 25 yıl daha bu milletin sırtındadır. 18 şehir hastanesinin bir an önce kamulaştırılarak devlet hastanesi statüsünde çalıştırılması uygun olacaktır." görüşünü savundu.

Türkiye'ye ilişkin dünkü Covid-19 salgın verilerine işaret eden Şahin, Covid-19 için kullanılabilecek kamu ve özel hastanelerde toplam 28 bin 353 erişkin yoğun bakım yatağı bulunduğunu, dün itibarıyla bunların yüzde 73,7'sinin dolu olduğunun bildirildiğini anlattı.

Yurttaşların yoğun bakım yatağı bulamadığını anlatan Fikret Şahin, "Sayın Bakan'ın dün akşamki açıklamasına göre, 20 bin 896 yoğun bakım yatağı dolu demektir. Kovid-19 nedeniyle kamunun sahip olduğu tüm yoğun bakım yataklarının hepsi, özel hastanelerin de bir kısmı doludur." diye konuştu.

(CUMHURİYET)



Latin Amerika solu ve iki seçim - Korkut Boratav / SOL

 Latin Amerika Solu yenilgiler dönemini geride bırakmıştır; yükselmektedir. İyimserlik zamanı gelmiştir. 

Ülkemizde ve dünyada hazin gelişmeleri yaşıyoruz; ama karanlığa karşı dayanışma, direnme eylemleri; farklı, güzel ülke ve dünya arayışları da ısrarla süregeliyor. 

Türkiye’de iyimserliğimiz, ülkeyi yönetenlerin perişanlığından, çaresizliğinden, mefluç halinden kaynaklanıyor.  Sancılar artıyor; ama “böyle devam edemeyeceği” de ortaya çıkıyor.

Dünyamızın bugünkü karanlığında olumlu filizlenmeler daha yaygındır. Yakından bakınca görülüyor ki, sermayenin sınırsız tahakkümüne ve bunları pekiştiren faşizmlere karşı mücadeleler sürmekte; zaman zaman sonuç almaktadır.

Ben de dünyamızdaki bu mücadeleleri izlemeye; öğrendiklerimi paylaşmaya çalışıyorum. Geçen yıl Hindistan’da gerçekleşen “tarihin en büyük grevi”… Aynı ülkede, topraklarını, emeklerini uluslararası sermayeye teslim eden yasalara karşı yüzbinlerce köylünün başlattığı, hâlâ sürdürdüğü direnme dalgası… Latin Amerika’da sınıf mücadelelerinin giderek artan kazanımları… 

Bugün de Latin Amerika’ya dönelim.   

20 yıllık kısa bir tarihçe

Latin Amerika’nın 21’nci yüzyılı, dünya sınıf mücadeleleri tarihinin yakın geçmişteki bir laboratuvarı gibidir.  Zaman zaman yazdım; tekrarlayayım: Neoliberalizme karşı ilk direnme dalgasını başlatan coğrafya burasıdır. 2015’e gelindiğinde Latin Amerika’nın yarısı, “açık pembe” ile “kızıl” arasında değişen, farklı renklerde sol iktidarlar tarafından yönetilmekteydi. 

Emperyalizm ve yerli burjuvaziler, askerî (2009 Honduras) ve “sivil” (2012 Paraguay) darbelerle başlayan bir karşı saldırıya geçti. Yöntemler çeşitlendi; 2015-2019 arasında Arjantin’de, Brezilya’da, Ekvador’da, Uruguay’da, Şili’de, Bolivya’da sol iktidarlara son verildi. 

Ne var ki, emperyalizm ile ulusal burjuvazilerin ittifakı kalıcı olamıyor. İlk işaret 2018’de Meksika’da neoliberalizm-karşıtı Lopez Obrador’un başkanlığı kazanmasıdır. 2019, sınıf mücadeleleri canlandığı bir yıl oldu; sonrasında çok sayıda ülke etkilendi. Arjantin’de sol-Peronistler tekrar iktidara geldi. Şili halkının zorladığı bir referandum, açık farkla Pinochet Anayasası’nın kaldırılması ile sonuçlandı.  Bolivya darbesinden bir yıl sonra yapılan seçimlerde Morales’in partisi MAS seçimleri kazandı; darbeciler yargılanmaya başladı. 

Nisan 2021’e gelindiğinde Latin Amerika’da siyaset sarkacı yeniden sola salınmaktadır. Son işaretlere göz atalım: Ekvador ve Peru’da önümüzdeki Pazar seçimler var. Sol iddialıdır. Brezilya’da ise, eski başkan Lula  siyasete dönmüştür. 

Ekvador’da ikinci tur: Sol aday önde

Ekvador seçimlerinin ilk turu Şubat 2021’de yapıldı1. Solcu aday Andres Arauz, yüzde 33’lük oyla seçimi ilk sırada bitirdi. Hafta sonunda neoliberal  politikaları ve ABD ile yakın ilişkileri savunan (ve ilk turda yüzde 20 oy alan) banker Guillermo Lasso’ya karşı yarışacak. 

Bu seçim, bir anlamda, şimdiki başkan L.Moreno ile 2007-2016  döneminde ülkeyi yöneten sosyalist R.Correa arasında yapılıyor. İşin tuhafı Moreno, 2017 seçimine Başkan Correa’nın yardımcısı olarak katılmış;  sol bir programla kazanmıştı. 

Sonrası, bir “ihanet ve kaleyi içten fetih” öyküsüdür: Moreno, önce solcu ilkeleri koruyan Başkan Yardımcısı Jorge Glas’ı azletti; mahkum etti. Correa aleyhine düzmece bir yolsuzluk davası açtırdı; yeniden aday olmasını önledi. Kendisini iktidara getiren programa hızla sırt çevirdi. Dış siyaseti ABD yörüngesine yerleştirdi; ekonomi politikalarını IMF’ye devretti. 

2019’da IMF programına karşı işçi sınıfı ve özgün (“yerli”) halk örgütlerinin sürüklediği bir ayaklanma ülkeyi sarstı. Moreno,  programın bir bölümünü iptal etmek zorunda kaldı. Bir yıl sonra IMF yeniden deveye girecek; başkanlık seçimlerine gidildiğinde Moreno’ya destek yüzde 8’e inecekti.

Seçimlere Correa’nın desteğiyle giren Arauz’un adaylığı uzun süre engellenmeye çalışıldı.  Yepyeni bir parti ile seçime girmek zorunda bırakıldı. İkinci tur, salgın bahanesiyle birçok eyalette olağanüstü hal içinde yapılıyor. 

İlk turu üçüncü sırada bitiren (ve özgün halk örgütü Pachakutik partisinden) Perez, seçmenlerine “boş oy kullanma” çağrısı yaptı.  Ancak, 2019 ayaklanmasını sürükleyen özgün halk çoğunluğunun Arauz’u destekleyeceği öngörülüyor. 

Sivil bir darbe yapılmazsa Ekvador solu bu yıl iktidara dönmüş olacaktır. 

Peru’da seçim: Sol’un güçlükleri 

Otuz milyonluk “orta halli” bir Latin Amerika ülkesi olan Peru, 1990 sonrasında Alberto Fujimori’nin başkanlığı döneminde bir “felaket” yaşadı. 21’nci yüzyılda Üçüncü Dünya’da yaygınlaşacak neo-faşist iktidarların habercisi oldu2

Alberto Fujimori, 1990 başkanlık seçimine partiler dışından aday oldu; seçimi, neoliberalizme karşı “sol” bir söylemle kazandı. Sonraki on bir yıl boyunca tüm seçimleri ve Anayasa’yı değiştiren bir referandumu kazandı; ülkeyi kararnamelerle yönetti. Katı bir neoliberal programa geçti. Aydınlık Yol gerillalarına karşı sürdürülen mücadeleyi iç savaş boyutlarına taşıdı. Yarı-resmî  güvenlik güçleri, “aykırı” muhalefeti kanlı eylemlerle sindirdi.

Fujimori’nin sonunu, “teröre karşı mücadele” bahanesiyle yerleşen baskıcı, kanlı uygulamalar değil;  silah kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti, kara para aklama gibi alanlarda yaygınlaşan ölçüsüz yolsuzluklar getirdi. Başkan, 2001’de ülke dışındayken parlamento tarafından görevden alındı. Yolsuzluk, rüşvet, “yargısız infaz” suçlamalarından yargılandı; 25 yıl hapse mahkûm oldu. Hâlâ cezaevindedir.

Fujimori’nin mirası Peru siyasetinin sonraki yıllarına da damgasını vurdu. Bugün iki alana yansımış olduğu anlaşılıyor: Bir kere yolsuzluk, siyasete yerleşmiş; 2018’den bu yana üç başkanın istifasına; dört eski başkanın mahkûmiyetine yol açmıştır. 11 Nisan başkanlık seçimine aday olan siyasetçilerin bir bölümü de benzer suçlamalarla yargılanmaktadır. Siyasetçilerden nefret yaygınlaşmıştır.  

İkinci yansıma ise, (L. Freriro ve A. Castillo’nun tespiti ile)  “Peru Siyasetinin Sol’dan Korkusu” biçimini almıştır (American Quarterly,  13 Ocak 2021). Her renkten sol, ısrarla “terörizmi desteklemek” suçlaması ile lekelenmekte; sürekli “aklanma ve savunma” konumuna sürüklenmektedir. Bugünkü Türkiye’yi andıran, hazin bir siyasal ortam... 

2021 başkanlık seçimine bu koşullarda giriliyor. Solcu bir programla seçime katılan tek aday Veronika Mendoza’dır. 2016 seçimlerinin ilk turunda yüzde 18 oyla üçüncü sırada yer almıştı. Bu seçimde ikinci tura çıkmasının Peru solu için bir dönüm noktası olabileceği düşünülüyor. 

Lula’nın dönüşü 

24 Mart’ta Brezilya Yüksek Mahkemesi, ülkeyi 2003-2014 arasında, yönetmiş olan Lula da Silva’nın siyasal yasaklarını kaldırdı. Lula’nın yasaklanması, 2016’da temelsiz bir rüşvet suçlaması sonunda hüküm giymesinden kaynaklanmıştı. 

Hükmü veren yargıç Sergio Moro’nun düzmece kanıtlar oluşturmak üzere savcılarla işbirliği yaptığı daha sonra belgelendi; Yüksek Mahkeme Lula’nın mahkumiyetini bu nedenle iptal etti. Ne var ki, aklanma gecikmiş; 2018 Başkanlık seçiminin favorisi olan Lula’nın adaylığı önlenmişti. Faşist Bolsonaro’ya iktidar kapısı bu “sivil darbe operasyonu” ile açılmıştı. 

Bolsonaro’nun korona salgınına karşı duyarsızlığı, Brezilya’yı ağır bir insanî trajediye sürükledi. Son üç yılın tek istikrarlı öğesi, ekonomi bakanlığına yerleştirilen fanatik neoliberal Guedes oldu. 

Yüksek Mahkeme’nin kararından sonra Lula, Bolsonaro’yu suçladı ve adaylığını fiilen ilan etti. Brezilya’nın sosyal alanlarda ve dış siyasette geçmiş kazanımlarının yeniden sahiplenilmesini savundu. 

Anketler, olası adaylar arasında Lula’yı ön sırada göstermektedir. Brezilya burjuvazisinin Bolsonaro’yu feda etmeye eğilimli olduğu anlaşılıyor; ama seçim kazanabilecek liberal bir alternatif şimdilik bulunamamıştır. Silahlı Kuvvetler komutasının Lula’yı engelleme olasılığı da gündemdedir (JACOBIN, 9 Mart).

Kıssadan hisse: Latin Amerika Solu yenilgiler dönemini geride bırakmıştır; yükselmektedir. İyimserlik zamanı gelmiştir. 

Korkut Boratav / SOL

  • 1.Bk. “Ekvador’da Seçim ve Latin Amerika Solu”, Sol Haber, 12 Şubat.
  • 2.Fujimori Perusu’nu Türkiye’nin Faşizmleri ve AKP (İmge, 2’nci Baskı, 2021)’de daha ayrıntılı olarak inceledim.

8 Nisan 2021 Perşembe

Nevzat padişah sen çok yaşa - Alpaslan Savaş / SOL

 İki gün önce pek sevdiği sosyal medyadan konuyla ilgili tivitleri peş peşe salladı. Ne diyelim biz sana Nevzat patron?


Yok, başlık tek adam ya da Saray rejimi göndermesi içermiyor. Geçen gün attığı tivitlerle şirketinde çalışan motorlu kuryelerin ne muazzam imkânlara sahip olduğunu kamuoyuna duyuran Yemek Sepeti patronu Nevzat Aydın’dan söz ediyorum. Hani hakkında büyük başarı hikâyeleri yazılıp yere göğe sığdırılamayan, yerli ve milli, hatta Trabzonlu olduğu için bazılarına göre iki kere milli patronumuz Nevzat Aydın, işte ondan bahsediyorum.

Aslında haftanın sözü edilmesi gereken kişisi Nevzat patron değil, Covid’e yakalanan Ali Koç ile villasının önünde basın açıklaması yapmaya kalkan işçileri yaka paça gözaltına aldıran Tuncay Özilhan olmalıydı. Hani ne bileyim, TÜSİAD KOÇ için “Ali Bey’in Korona olması, Covid’in bir işçi sınıfı hastalığı olduğunu ileri süren sendikal mihraklara verilmiş en güzel yanıttır” gibi bir açıklama yapabilirdi. Hatta bu açıklamaya patronların çalışma koşullarının iyileştirilmesi için hükümetten talepler içeren bir liste ekleyebilir, böylece gerçek mağdurun işten attıkları işçiler değil, Beykoz’daki villasında bu zor günleri geçirmeye çalışan Tuncay Bey olduğunu kamuoyuna anlatabilmiş olurdu.

Belli ki bu hafta TÜSİAD hiç formunda değildi.

Ama yine de devlet var ve onların yetişemedikleri yere ulaşabilmeyi başarıyor. Kâh meclise yeni teşvikler içeren torba yasa yollayıp hasta yatağında yatan Koç’un nefesini açıyor, kâh kaymakam kararıyla baldırı çıplakların Beykoz’un villalar sokağında cirit atmasını önleyip Özilhan’ın kuş sesleriyle huzur bulmasını sağlıyor.

Eskiler “müesses nizam” derdi, şimdiki Türkçe'de kurulu düzen diye geçiyor. Birinin eksikliğini diğeri giderecek ki düzen korunacak.

Aslında kılıfına uydurulmuş suçlarla varlığını sürdüren, bu açıdan da bayağı anarşik bir düzen bu. Mesela işçinin sendikaya üye olması serbest ancak patronun onu işten atarak cezalandırması da serbest. Anayasa 51-53, TCK 118, İş Kanunu, Sendikalar Kanunu, ILO sözleşmeleri vesaire, nereye bakarsan bak bayağı suç üstelik. Ama tüm mesele kılıfına uydurmak. Kılıfın adı ise şu sıralar Kod-29. “Ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranışı nedeniyle işçinin iş akdinin işveren tarafından tek taraflı olarak feshedilmesi” diye tumturaklı bir tanımı var. İki gün önce DİSK açıkladı, salgın boyunca patronlar, bu kılıfına uydurulmuş suçu tam 177 bin kez işlemişler. Üstelik sözde fesih yasağı varken.

Neyse… Bizim Nevzat patron da diğerleri gibi suçuna kılıf bulmakta pek bir mahir. Ama o sendikalaşan işçileri Kod-29 ile tek tek temizlemek yerine daha köklü bir çözüm buldu, sendikaya üye olan tüm işçilerin Çalışma Bakanlığı kayıtlarından üyeliklerini sildirdi. E tabi bunu bir gece yarısı bakanlığın sendika üye veri tabanına gizlice sızarak yapsaydı suç olurdu. Kılıf diyoruz ya, ona şöyle uydurdu; Çalışma Bakanlığı'na, motorlu kuryelerin çalıştığı şirket biriminin SGK sicil numarasındaki NACE kodunda değişiklik bildirimi yaptı. NACE kodu “meslek” kodudur, işyerinin işkolunu belirler. Nevzat patronun yeni meslek kodu bildirimi, motorlu kuryelerin “taşımacılık” işkolundan “Ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar” işkoluna geçmesine neden oldu. İşkolu değişen işçinin, eski işkolundaki sendika üyeliği düşer. Nakliyat-İş Sendikası’na üye olan tüm motokuryelerin sendika üyelikleri böylece silinivermiş oldu.

Hakkında yazılan “başarı” hikayelerinin hakkını veriyor değil mi?

Sendika evrakta sahtecilik dedi. Konu şimdi davalık.

Sonra da hızını alamadığı anlaşılıyor. İki gün önce pek sevdiği sosyal medyadan konuyla ilgili tivitleri peş peşe salladı. Sendikalaşma hakkını çaldığı motorlu kurye çalışanlarına bahşettiği hakları sıraladı:

“Sektör standartlarının ciddi üzerinde maaş.”

“Ciddi üzeri” Nevzat patronun para birimi olsa gerek. Tam olarak kaç lira ettiğini bilemiyorum ama sigortayı ödeyip asgari ücreti gördüğünde “ciddi üzeri” olduğunu tahmin edebiliyorum.

Nevzat patron bununla övünüyor ve ekliyor:

“Performans bazlı sipariş başına ekstra prim ücreti.”

İşte o trafikte vızır vızır aralardan geçen motosiklet görüntülerinin gerçek nedeni. Yetiştiremeyene ceza, fazla cambazlık yapabilene üç kuruş prim.

Devam ediyor Nevzat patron:

“Avrupa standartlarında sektörde benzeri olmayan kapsamda güvenlik ekipmanları. İşe giriş sürecinde zorunlu kılınan, uzmanlar tarafından verilen Güvenli Sürüş Eğitimi.”

Siparişe şapkayla çıkarmıyoruz diye takdir isteyip, güvenli sürüş eğitimi için teşekkür bekliyor. Motorlu kuryelerin can güvenliğinden önce kendisinin sorumlu olduğunu, tüm bu sağlam donanım ve gerekli eğitimleri sağlamanın da yasal bir zorunluluk olduğunu galiba bilmiyor, biliyor ise belli ki işine gelmiyor.

Durmuyor Nevzat patron: 

“7/24 dönen vardiya sistemi, günlük ortalama 8 saat çalışma… Ekstra çalışma saatleri için fazla mesai ücreti…”

Yok, şaka etmiyor. Günde 8 saat çalışma ile fazla mesai ücreti ödemeyi yüz yıllık kazanılmış hak değil kendi yüce gönüllülüğü sayıyor.

Sonra bir de sendikaya kızmış Nevzat patron. “Beni trollerle linç edeceklerine işçileri bu şartlarda çalıştırdığım için teşekkür etmeliler” demiş.

Ne diyelim biz sana Nevzat patron?

Padişahım sen çok yaşa. İşçilerin başından hiç eksik olma.

Alpaslan Savaş / SOL



CHP’de bir şeyler oluyor - Barış Pehlivan / CUMHURİYET

Gören soruyor: Erken seçim olur mu?

Şu yanıtı veriyorum: Neden erken seçime gitmek istesinler ki?

Ama Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir bildiği var belli ki...

Öyle olmasa, FOX TV’de İsmail Küçükkaya’ya “Sonbaharda seçim olabilir” der miydi? 

Hoş, MHP lideri   Bahçeli bunu demenin “Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve toplumsal huzurunu hançerlemek isteyenlere hizmet” olduğunu söyledi ama...

Aması şu: Meğer, Bahçeli’yi daha da öfkelendirecek bir hareketlilik de varmış CHP’de. Zira, CHP lideri sadece “Olabilir” dememiş, parti yöneticilerine “Erken seçim çalışmalarına başlayın” diye talimat da vermiş. 

Bu çalışmaların ne olduğunu öğrenmek için CHP koridorlarında yürümeye başladım. Konuştuğum bir MYK üyesi, “Yakın zamanda bizzat ben Doğu illerini tek tek gezdim. Bu sıradan ve tesadüf değil” dedi. Bir başka MYK üyesi ise “Çalışmalarımız yeni başlamadı. İl başkanlarına ‘eksiklerinizi tamamlayın’ uyarısında bulunduk” dedi.

Duydum ki erken seçim için yapılan hazırlıklarda en büyük görev de partinin hukuk ve seçim işleri kanadındaymış. Buna göre aynı zamanda genel başkan yardımcısı Muharrem Erkek’in yardımcısı da olan CHP’nin hukukçu milletvekilleri Abdurrahman Tutdere, Alpay Antmen, Turan Aydoğan, Ahmet Önal ve İsmail Atakan Ünver 81 ili bölüşmüş. Hepsi iki haftadır sorumlu oldukları illerdeymiş. Amaç, her ilde partinin hukuk ve seçim komisyonlarını aktif hale getirmekmiş.

O ne demek, diye sorduğumda şu yanıtı aldım CHP kurmaylarından:

“Barolardan da destek alarak her ilde bir hukuk ordusu oluşturmayı amaçlıyoruz. Böylece olası seçim ihlalleri için örgütlenmiş bir CHP olacağız. Bu pazar seçim olacak gibi hazır olmamız gerek. Çünkü biliyoruz ki istemeseler de üç ay sonra mecbur kalacaklar.”

“Peki, bundan sonra plan ne” sorusuna ise dedikleri şu:

“İllerden gelecek dönüşlerle iki hafta içinde değerlendirme toplantısı yapacağız. Whats-App grupları üzerinden hızlıca haberleşeceğimiz bir sistem kuruyoruz. Sonra sırasıyla illerdeki seçim ve hukuk komisyonlarındaki arkadaşlarımız ile sandık görevlilerini bir eğitime tabi tutacağız. İstanbul deneyimi bize yol gösterici oluyor.”

VURUR YÜZE İFADESİ

Sadece bu kadar da değil, diyorlar...

Öğrendim ki CHP örgütlerinde de genel bir ısınma var. Partinin milletvekilinin hiç olmadığı ya da az sayıda olduğu illere çıkarma yapılmasının nedeni de bu erken seçim talimatıymış.  

Örneğin, yakın zamanda Şanlıurfa, Isparta, Uşak, Afyonkarahisar ve Kocaeli’ne gidilmiş. Bu hafta ise Yalova, Kars ve Ardahan için özel çalışmalar yapılacakmış. Genel merkezin talimatıyla 20’den fazla farklı ilin milletvekilleri seçilen yerlere gidiyormuş. Sözün özü: CHP’de kime kulak versem “seçim geliyor” diyor. Ben ise yine aynı yerdeyim: AKP ve MHP kazanacağına emin olmadan seçime gitmez.

Düşüncem yüzüme vuruyor olmalı ki bir partili şöyle diyor müstehzi bir gülümsemeyle: “CHP’de hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oluyor!” 

EMNİYET’TE YİNE KRİZ

Bir süredir duyuyordum. Ama inanmıyordum. 

İstanbul Emniyet Müdürü Zafer Aktaş’tan söz ediyorum. Malum, eski müdür Mustafa Çalışkan’la İçişleri Bakanı Soylu’nun arası iyi değildi. Görevden alınması için çok uğraştı. Başardı da. Ama gelgelelim, Emniyet kulislerine göre Soylu, yeni müdürden de pek memnun değilmiş. Biz Boğaziçi olaylarındaki, İstanbul Sözleşmesi eylemlerindeki hadiseleri konuşurken, meğer yukarılarda da başka bir rahatsızlık varmış. Unutmayalım, Zafer Aktaş yeni müdürlerden değil. AKP hükümetinden önce de kritik görevler yapmış, hatta daha 90’lı yıllarda FETÖ’ye hedef olmuş bir isim. 

Dediğim gibi, ihtimal vermemiştim. Ama “bir bilen” bazı fotoğraflara işaret etti. 

3 Nisan tarihinde İçişleri Bakanı Soylu’nun başkanlığında Sultangazi Güvenlik Toplantısı gerçekleştirildi. Toplantıyı hem İstanbul Emniyet Müdürlüğü hem İçişleri Bakanlığı sosyal medya hesabından paylaştı. 

Fakat... 

Bakanlığın paylaşımında İstanbul Emniyet Müdürü’nün de toplantıda olduğu yazmıyor. Mesele bundan ibaret değil. Yukarıdaki ilk paylaşım bakanlığın, ikincisi Emniyet Müdürlüğü’nün. Görüldüğü gibi; bakanlığın paylaşımında sağ taraftaki kişi kesilmiş. Sadece eli görünüyor. Emniyet’in fotoğrafına bakınca anlaşılıyor ki, kesilen kişi İstanbul Emniyet Müdürü Aktaş’tan başkası değil. 

Sahi, bakanlık bunu neden yapar, bilmiyorum. Ama kabine değişecek, Emniyet müdürleri de değişecek, diye konuşulurken bakalım kim gidecek ve kim kalacak?

MÜGE ANLI’YI BEKLERKEN

Hapisteyim ve hücremdeki televizyonda Müge Anlı açıktı. Migren ağrısı tutmuş, arabada iğne olma talebi kabul edilmeyince isyan etmişti. “Sonra diyorlar ki doktorlara iyi davranın... İnşallah sen de bir gün böyle bir migren ağrısı çekersin ve aynı tavırla karşılaşırsın” dediğini duydum. Sonradan haberim oldu; büyük tepki çekmiş, bunun üzerine Müge Anlı özür dilemek zorunda kalmış. 

Yeter mi? RTÜK’ün CHP’li üyesi İlhan Taşcı peşini bırakmamış. Öğrendim ki şiddeti özendirdiği gerekçesiyle ATV’deki programın incelenmesi için başvuru yapmış. 

Peki... 

Abdülhamit eleştirildi” diye TELE 1’e inceleme başlatıldığını sabaha karşı duyuran, kanala hızlıca 5 gün ekran karartma cezası veren RTÜK Başkanı, doktorları hedef gösteren ATV’deki yayın için de hemen harekete geçmiş midir? Yok. RTÜK’e gelen 50 bin şikâyete rağmen, yok. 

Ne mi olmuş? 31 Mart 2020’deki bu başvurunun üzerinden günler geçmiş, haftalar geçmiş, aylar geçmiş...  

Sonunda... Yıldönümünde, yani tam bir yıl sonra yanıt yazmış: “İnceliyoruz!” 

Ne güzel demiş Müge Anlı: “Ben sana inanır mıyım? Sen benim gözüme baksana!”

PELİKAN YALISINDAN KRİTİK AYRILIK

Pelikancıların merkezi Kuzguncuk’taki yalıyı duymayan yok. Oradan aldığı destekle binlerce isimsiz trolün sosyal medyada yaptığı manipülasyon çalışmalarına sık sık rastlıyoruz. Ama biri vardı ki ismiyle görüntüsüyle yalının ekran yüzüydü: Feyza Öznur. Hani, yalının balkonunda arkasına Boğaz manzarasını alıp muhalefetle alay eden kurgu videolardaki kişi... Yalan değil, oldukça farklı içerikler de üretiyor ve bu yüzden de dikkat çekiyordu. 

Gördüm ki işte o Feyza Öznur, Pelikan yalısından ayrılmış, bir haber sitesine içerik üretmeye başlamış. Acaba bu kritik ayrılığın nedeni neydi? Feyza Öznur keşke bir konuşsa da şu yalıda dönen entrikaları öğrensek...

Barış Pehlivan / CUMHURİYET 

Bloklaşma eğilimi güçleniyor (I-II) - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET


 (I) Uluslararası ilişkilerde bloklaşma eğilimi hızlandı. Bu eğilim 30 yıllık neo-liberal küreselleşmenin temel varsayımlarını ve ürettiği biçimleri de sorguluyor.

ABD, SAFLARI SIKLAŞTIRIYOR

Geçen ay, Alaska’da ABD ve Çin temsilcileri iki ülke arasındaki sorunları tartışmak için bir araya geldi. Toplantıda, ABD Dışişleri Bakanı Blinken, Çin temsilcilerine insan hakları üzerine bir söylev verdi. Çin tarafı da toplantı başlarken saptanan 6 dakika konuşma sınırını 15 dakika aşarak “sen kendine bak” türünden sert ve uzun bir söylevle cevap verdi. Sonunda Blinken, “Kurallara uymaya niyetli olmadığınızı bir kez daha kanıtladınız” derken, Çin temsilcisi “Kendi demokrasi anlayışınızı başkalarına dayatamazsınız” tepkisiyle cevap verdi. İki büyük gücün, Biden dönemindeki ilk toplantısı, ağız dalaşının ötesine geçemedi.

Ancak, ABD temsilcileri Blinken ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Sullivan’ın, Alaska toplantısına gelmeden önce Avrupa Birliği ve Asya’daki, Japonya ve Güney Kore, Avustralya gibi müttefikleriyle görüşmüş olması, bu sert tutumun belli bir bloklaşma eğilimi mutabakatı içinde şekillendiğini de gösteriyordu. AB üyelerinin ABD ile birlikte, Çin’i Uygur Türklerini hedef alan bir soykırım uygulamakla suçlaması da çelişkileri derinleştirdi; Avrupa Birliği ile Çin arasında yapılan son ticaret ve yatırım anlaşmasının, onaylanma olasılığını, AB’nin “tarafsız kalma” hesaplarını sıfıra indirdi.

Aynı günlerde ABD Başkanı Biden’ın Rusya Başkanı Putin için “katil” ifadesini kullanması, bloklaşma eğiliminin yalnızca ABD ve müttefikleriyle Çin arasında yaşanmadığını, Rusya’yı da hedef aldığını gösteriyordu. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in “NATO’nun, Çin’in hızla büyüyen gücüne karşı dost ülkelerle birlikte davranması gerekir” sözleri, NATO’nun bu bloklaşma eğiliminin askeri kanadı olmaya, harekât alanını küreselleştirmeye hazırlandığını düşündürüyor.

RUSYA, ÇİN VE DİĞERLERİ 

Alaska toplantısından 72 saat sonra, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov Pekin’deydi. Çin ve Rusya yakınlaşması ikinci blokun omurgasını oluşturuyor. Bu yakınlaşma, öncelikle ABD merkezli dünya ekonomisinin (neo-liberal küreselleşmenin) finansal yapısının temel taşı olan ABD Doları’nın, telekomünikasyon, bilgi işlem, sosyal medya ayaklarını kontrol eden ABD teknoloji, yazılım ve bilgisayar şirketlerinin egemenliğine, ABD’nin ambargo uygulamasını kolaylaştıran dolara dayalı elek-tronik ödemeler sistemine (Swift) karşı şekilleniyor. Rusya ile Çin arasındaki ekonomik ilişkiler de gelişmeye devam ediyor. Rusya, Çin’e petrol ve değerli mineraller satıyor, Çin’den elektronik tüketim malları ve yüksek teknoloji ürünleri alıyor. İki ülke arasındaki silah ticareti de bir başka önemli boyut.

Çin’in, Rusya’ya ek olarak nükleer silahlara sahip Kuzey Kore ve petrol, gaz kaynaklarına, bir nükleer teknoloji sektörüne sahip İran gibi önemli müttefikleri de var. Çin’in Orta Asya ve Ortadoğu’da etkisi de giderek artıyor.

Orta Asya üzerinden Avrupa’ya kadar uzanan “Kuşak ve Yol Projesi”, Çin’in tedarik zincirlerini, ABD denetimindeki denizyollarının dışına taşımaya başlıyor; hem Çin’e bu proje üzerinden yeni diplomatik ilişkiler, müttefikler getiriyor hem de Çin ekonomisine, kriz eğilimlerini, mal, sermaye nüfus fazlası ihracatıyla dışlaştırmaya uygun yeni mekânlar açıyor. 

İkincisi Çin, ABD’nin aksine, Ortadoğu’da hem İran’la hem de İran’a karşı şekillenmekte olan Arap-İsrail yakınlaşmasıyla iyi ilişkiler sürdürmeyi becerebiliyor. Çin ile İran arasında geçen hafta imzalanan 25 yıllık ve yaklaşık 400 milyar dolarlık ticaret ve yatırım anlaşması da Çin’in bölge jeopolitiğini güçlü biçimde etkileyecek adımlar atmaya başladığını gösteriyor. 

Bir tarafta ABD, Avrupa, Japonya, Güney Kore, Avustralya, Yeni Zelanda diğer tarafta, Çin, Rusya, İran, Kuzey Kore olarak şekillenmekte olan bloklaşma süreci, Güneydoğu Asya’da, Orta Asya’da, Ortadoğu’da birçok ülkeyi taraf olmaya zorluyor. Taraf olmadan her iki kampla birlikte yaşamaya çalışan ülkelerin manevra alanı hızla daralıyor. Bu bağlamda hem NATO üyesi ve uluslararası sermaye girişine bağımlı hem de ABD merkezli küreselleşmenin ekonomik, kültürel ve siyasi hatta askeri kurallarıyla sorunları gittikçe derinleşen AKP Türkiyesi’ni oldukça “ilginç” günler bekliyor. 

                                                       ***

(II) Uluslararası ilişkilerde bloklaşma eğiliminin arkasında ilk aşamada iki dinamik var. Bunların arkasında da kapitalizmin 1980’lerde devreye giren ve yayılan kriz yönetim modelinin, neo-liberalizmin 2008 finansal kriziyle birlikte tükenmiş olması… Bu kriz yönetim modelinin tükenmesiyle şekillenen dinamikler, Atina ve Isparta arasındaki Peleponnes Savaşları’nı anlatan tarihçi Tükidides’e atıfla, “Tükidides tuzağı” olarak adlandırılan bir duruma doğru gidiyor.

“Tükidides tuzağı”, büyük güçler arası ilişkilerde geri dönülmesi zor ve savaşa yol açma olasılığı yüksek bir tıkanmayı betimliyor: Bir yerleşik hegemonya merkezi, yeni yükselen bir merkezin gelişmekte olan kapasitelerinden korkuyor. Yerleşik merkez bu yeni merkezin yükselişini durdurmak için karmaşık ittifaklar zinciri kurarken sistemde “antropi” artıyor, bu iki merkez arasındaki ilişkilerde kırılma noktaları çoğalıyor. Korku, karşılıklı güvensizlik ortamında, yanlış hesaplara dayanan hamlelerin “güçler dengesini”, “güçler arası savaşa” dönüştürme olasılığı da giderek güçleniyor.

İKİ DİNAMİK

Bir kriz yönetim modeli, kapitalizmin kimi kriz eğilimlerini ötelerken çelişkilerinin kimi ürünlerinin bir kırılma noktasına doğru birikmeye devam etmesini önleyemez. Bu, neo-liberalizm için de geçerliydi. 

Neo-liberal küreselleşme ortamında yeni kapitalist birikim merkezleri yükseldi. Ekonomik birikim, siyasi güç birikimine, teknolojik ilerlemeye de yol açar. Bu merkezler içinde Çin, hızla dünyanın en büyük ekonomisi, yapay zekâ, kuantum bilgisayarları, 5G, uzay teknolojisi gibi stratejik alanlarında öncü konumuna yükselmeye başladı. Çin kapitalizmi hızla genişlerken karşılaştığı mekânları kendi gereksinimleri doğrultusunda yeniden yapılandırıyor, bir anlamda kendi küreselleşme modelini inşa ediyordu. Çin’in bu yükselişi hem kriz yönetim modelinin tükenme sürecinin bir sonucuydu hem de onun tükeniş sürecini hızlandırıyordu. 

Bu süreç emperyalist sistem içinde ülkeler arasında, şekillenmiş bölüşüm ilişkilerini değiştirmeye başladı. Şimdi emperyalist sistem, kaçınılmaz olarak bir “yeniden paylaşım” noktasına doğru ilerliyor.

Neo-liberalizm, gelir dağılımındaki dengesizlikleri, merkez ülkelerin içinde daha da bozarak “sağ popülizmi”, daha doğrusu “süreç olarak faşizmi” yeniden canlandırdı, kimi ülkelerde de iktidara taşıdı. Böyle durumlarda tarihsel örneklerden, hükümetlerin kendi meşruiyetlerini korumaya devam edebilmek için, “süreç olarak faşizmin” kitle tabanını oluşturan kesimlerin, ekonomik, sosyal, kültürel taleplerine cevap vermeye, ekonomik alandaki yetersizliklerini kültürel alandaki adımlarla kapatmaya çalıştıklarını görüyoruz. Hükümetler, işsizliğin artmasını önlemek için sanayi politikalarına, kamu yatırımlarına (silah sanayisi istihdam yaratmaya elverişlidir) dış ticarette korunmaya, toplam talebi (tüketici ve yatırımcı) destekleyen maliye politikalarına öncelik vermeye başlıyorlar. Hükümetlerin ırkçı, yabancı düşmanı söylemler karşısında direnci de azalabiliyor, milliyetçi, yayılmacı politikaları benimsemeleri kolaylaşıyor. Bu gelişmeler ekonomik ve siyasi alanlarda uluslararası gerginlikleri daha da artırıyorlar.

YENİ ‘SOSYAL DEMOKRASİ’

Yükselen bir güce karşı direnebilmek, müttefiklere örnek olarak liderliği koruyabilmek için ülke içinde sınıflar arası ilişkileri, “toplumsal mutabakatı” konsolide etmek gerekir. ABD’de Biden yönetiminin, neo-liberalizmin yarattığı toplumsal yıkımın sonuçlarından kaynaklanan gerginlikleri, kutuplaşmayı azaltacak, ekonominin rekabet gücünü artıracak örnek olacak yeni bir model bulma çabalarını işte bu yukarıda özetlenen bağlam içinde değerlendirebiliriz. 

İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde iki bloklu denge sisteminde bu modelin en başarılı uygulayıcısı “düzenleyici” sosyal demokrat partiler, kitlesel sendikalar ve refah devleti politikalarıydı. Biden’ın da bugün bir yeni model arayışında Demokrat Parti’nin tarihinden, 1930’larda Roosevelt’in “New Deal” ve 1964’te Lyndon Johnson’un “Great Society” programlarından esinlendiği söylenebilir.

Diğer bir deyişle, Biden yönetiminin “sosyal demokrat” politikalarını, bloklaşma sürecinin öbür yüzü, yeni bir kriz yönetim modeli inşası çabaları olarak okuyabiliriz.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Gülen’in örgütü, amirallere ne dedi? - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 Hadi, Tapu ve Kadastro Erzincan 24. Bölge Müdürlüğü’nün açıklama 

yapmasını anladım. Hadi, köy dernekleri de tamam. Ama görünce “onlara ne 

oluyor” dedim. Hizmet Vakfı’ndan söz ediyorum. Emekli amirallerin, Montrö 

Anlaşması’na sahip çıkan ve TSK’deki cüppeli-sarıklı görüntüyü eleştiren 

açıklamasına karşı, amirallere hakaret eden bir bildiri yayımladılar. “Darbe 

imasında bulunanlara dahi müsaade etmeyeceğiz” dediler.

Diyeceksiniz ki Hizmet Vakfı’nın ne özelliği var? 

Size vakfın emekçilerinden birini söylersem anlarsınız: Fethullah Gülen.

15 Temmuz darbesinin bir numarasının parmağı olduğu vakfın, hâlâ konuşuyor olması size de tuhaf gelmiyor mu? Hele gözaltına alınan emekli amirallerin, bizzat FETÖ tarafından 10 yıl önce tutuklanmış olması da buna eklenince, mesele daha da garipleşiyor.

SAİD NURSİ’NİN VÂRİSLERİ

Bu köşeyi okuyanlar artık yabancı değil. Nurcular, Said Nursi’nin risalelerine “kutsal kitap” muamelesi yapıyor. Öyle ki “dershane” dedikleri “evlerde” yaptıkları sohbetlerdeki “ders”lerin tek konusu risaleler.

Said Nursi daha yaşarken başlayan tartışma, o öldükten sonra daha da şiddetlendi. Nurculuğu kim temsil edecek, en önemlisi risaleleri kimler nasıl basacak? Said Nursi’nin takipçisi “Nurcu ağabeyler”, Risalelerin herhangi bir değişikliğe uğramadan, orijinal haliyle basılması taraftarıydı. Bunun için Nursi’nin sadık talebesi Zübeyir Gündüzalp, ortak bir otorite yaratılmasını öneriyordu.

Nurcular, Gündüzalp’in sözünü dinledi. Bir vakıf kurdular. Adı da Hizmet Vakfı oldu.

18 Aralık 1973 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan, vakfın kuruluş kararında, “vakfedenler” listesi şöyle yer alıyor: M. Tahiri Mutlu, Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayramoğlu, Bayram Yüksel, Ahmet Aytimur, M. Sait Özdemir.

Said Nursi’nin de vasiyetiydi. Ölmeden önce verdiği vekâlet şöyleydi:

“(...) Neşir ve muhafaza ve müdafaalarına ait her türlü haklarımı hususi hizmetkârlarım ve vârislerimden Tahiri, Sungur, Zübeyir, Ceylan, Hüsnü, Bayram ve talebelerimden Said Özdemir ve Ahmet Aytimur’a tevdi ediyorum. Ben öldükten sonra bana ait bütün Risale-i Nur kitablarının neşrine devam edeceklerdir.”

FETHULLAH GÜLEN’LE MUTABAKAT

Said Nursi’nin ardından Nurculuğu temsil eden vakıf bir karar aldı. Risaleler tek elden basılacaktı. Peki, bu nasıl oldu?

Hizmet Vakfı, “Nurcu” diye tanımladığı, meşru saydığı isimleri bir araya getirdi. Ortak bir mutabakat metni imzalandı. 10 maddelik metnin ikinci maddesi şöyleydi: “Bütün neşriyat Hizmet Vakfı namına resmi veya gayri resmi olmak üzere bir tek elden yapılacaktır”.

Risalelerin nasıl basılacağı, otoritenin kim olduğu, böylece netlik kazandı.

Peki, Hizmet Vakfı’nın o yıllarda hazırladığı bu metnin altında kimlerin imzası vardı dersiniz?

“Tahiri Mutlu, Hüsnü Bayramoğlu, Sait Özdemir, Ahmet Aytimur, Fethullah Gülen, Abdullah Yeğin, Gültekin SarıgülRüşdü Tafral.”

Fark ettiniz mi? Fethullah Gülen işte bu metinle resmen Nurculuk otoritelerinin arasına katıldı. Hizmet Vakfı, Fethullah Gülen’i ve yapılanmasını kendi kanatları altına aldı. Nurculuk içinde kabul etti. Said Nursi’nin risalelerini basma yetkisi verdi. Nurculuk adına ihtilaflı konularda arkasında durdu.

Örnek mi? Önceki gün vefat eden Nurculuğun Yeni Asya kolunun lideri Mehmet Kutlular, o yıllarda yaşanan kırılmayı ölmeden önce şöyle anlatmıştı:

“(...) Fethullah Hoca’nın etrafında birtakım insanlar toplanmış, hocaya bazı makamlar izafe ediyorlardı. Kimisi ‘Hz. İsa’, kimisi ‘Mehdi’, kimisi de ‘Kahtani’ diyordu. (...) Biz sür’atle bunun üzerine gidilmesi lazım geldiğini, aksi takdirde parçalanmaya, bölünmeye gidileceğini ortaya koyduk. İstanbul’da, Hizmet Vakfı’nda, Fethullah Hoca’nın da bulunduğu bir toplantı düzenledik. Bütün arkadaşlar, ağabeyler vardı.”

Kutlular, Hizmet Vakfı’ndaki “ağabeyler”in Gülen’den yana tavır koyduğunu ve yollarının o gün ayrıldığını aynı konuşmada anlatıyordu.

ASKERLERİN ‘HİZMET’ FOTOĞRAFLARI

Üstelik...Referandumlarda, seçimlerde ya da emekli amirallerin gözaltına alınmasında... Hizmet Vakfı bütün kritik meselelerde, Nurculuğun pusulasını, yaptığı açıklamalarla ortaya koydu. Örnek olsun, 12 Eylül darbesini de 81 Anayasası’nı da desteklediler.

Sadece bununla kalmadı. Said Nursi’nin vârislerinin kurduğu, Gülen eliyle büyüyen Hizmet Vakfı’nın, Gülen’le yoldaşlığı hiç bitmedi. Çocuklarını onun eline yetişsin diye verdiler. Bazı çocuklar Gülen’in “mahrem imamı” olarak karşımıza çıktı. Yetmedi, Hizmet Vakfı’nın ilk kurucularından Tahiri Mutlu, vakıftaki kendi vârisi olarak Gülen’i seçti. Gülen böylece Hizmet Vakfı’nın geleceğinde de yer buldu. Kısacası AKP-FETÖ kavgasına kadar, Hizmet Vakfı “Gülen’e Hizmet Vakfı” gibiydi. Kavga olmasa, Türkiye’de olsa, vakıf onun yuvası olacaktı.

12 Eylül darbesini desteklemiş, Gülen’i 50 yıl önce Nurculuk dairesinin içine almış, Gülen’in hep yanında olmuş o vakfın açıklamasını görünce taşlar yerli yerine oturdu. 10 yıl önce Gülen’in örgütünün hedefi olarak tutuklanan amiraller, yine Gülen’in örgütünün hedefinde. Aynı kişiler, aynı isimler, aynı senaryo sürüp gidiyor.

Ayasofya’da Genelkurmay Başkanı’nın fotoğraf çektirdiği “Hüsnü Ağabey”i hatırladınız mı? Hizmet Vakfı’nın resmi olarak bugün başkanı olan Hüsnü Bayramoğlu’ndan başkası değil. Sarıklı-cüppeli amiral fotoğraflarıyla gündeme gelen Kurdoğlu cemaatini artık biliyorsunuz. “Dershaneleri”nde Hizmet Vakfı’nın yayınevi Envar Neşriyat’ın eserlerini okutuyor.

Ayakkabı değişti, ayak değişti, taş ve toprak değişti. Yol değişmedi. Aynı menzile yürüyenlerin adımları sürüyor.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET