11 Nisan 2021 Pazar

Kurt kanunu: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın sonu - Mehmet Bozkurt / SOL

 Anadolu Savaşı’nda eşsiz hizmetleri olduğu bilinen, bizzat kendisinin de üyesi olduğu Karakol Cemiyeti’ni ele alıyor. Bir de isim buluyor: Kara Çete…


Şunun şurasında yedi ay yaşamış bir partinin “cirmi” ne ki sözü edilmeğe değer görülsün…

Böyle düşünülebilir. Ancak tam böyle değil. Cumhuriyet döneminin ilk kurulan muhalefet partisi olması, kurucularının kimliği ve partinin kapatılması yönünde yüklenen suçlamaların ağırlığına bakıldığında yaktığı yerin cirminden büyük olduğu görülecektir.

Ekim 1924’ten itibaren özellikle İstanbul “matbuatında” Halk Fırkası’ndan kopmalar olacağı ve “Cumhuriyetçiler” adıyla yeni bir partinin ortaya çıkacağı söylentileri uç vermeğe başlar. 8 Kasım 1924 günü verilen bir gensoru görüşmesi sonrasında Rauf Orbay’ın Halk Fırkası’ndan istifa ettiği haberi gazetelere düşer.

Bu haberin o günlerde siyaset mahfillerini hareketlendirecek ölçüde heyecan verici olduğunu söylemek durumundayız. Zira Rauf Bey’in isminin hafızalardaki yeri pek tazedir. Balkan Savaşları’nın Hamidiye Kahramanı, sonrasında Bahriye Nazırı, Samsun’dan Ankara’ya uzanan büyük yürüyüşün bütün duraklarında Mustafa Kemal’in yanında yer almış, milletvekilliğinin yanı sıra, başbakan diyoruz, icra vekilleri heyeti reisliği yapmış Meclisin sevilen,sayılan üyelerinden biri Rauf Bey…Aynı gün bunu başka istifalar izler.Halk Fırkası’ndan kopmalar başlamıştır.

Mustafa Kemal Paşa’nın “Benim burnuma barut ve kan kokusu geliyor. Dilerim ben yanılmış olurum” demesi, Anadolu Savaşı’nın muzaffer generallerinin istifalar kervanına katılmalarından sonradır. İstifalar yeni partinin ilk işaretini verir. Nitekim kısa bir süre sonra Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar’ında kurucular listesinde yer aldığı “paşalar partisi” 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) adıyla sahneye çıkar.

Başkanlığını Kâzım Karabekir üstlenirken İkinci Başkanlığa Adnan Adıvar ve Rauf Orbay, Genel Sekreterliğe Ali Fuat Cebesoy getirilir. Partiye katılan milletvekili sayısı ilk elde 29’dur.

Nefesleri yetmez. 1925 Şubat ayı başlarında çıkan Şeyh İsyanı nedeniyle İsmet Paşa Hükümetinin ilan ettiği sıkıyönetimin dalgaları, isyan bölgesindeki TCF şubelerini de vurur. Partinin Urfa genel sekreteri isyanın kışkırtıcılarından biri olduğu iddiası ile tutuklanır. İlkin 25 Mayıs 1925’te TCF’nin Urfa şubesi, ardından da partinin isyan bölgesindeki bütün şubeleri aynı akıbete uğrar. Sonrası Haziran ayıdır. Sen sağ ben selamet. Parti tümüyle kapatılır.

Elbette bilirsiniz. Ünlüdür. Halide Edip’in üç yıl önce 1922’de Türk Ordusu İzmir’e girdiğinde, Mustafa Kemal’e sohbet sırasında ”Bundan sonra biraz dinlenirsiniz” yollu sözüne, Mustafa Kemal’in “Dinlenmek mi, Yunanlılardan sonra birbirimizle kavga edeceğiz, birbirimizi yiyeceğiz” cevabı adeta olacakların habercisidir. Mustafa Kemal’in öngörüsü doğrulanacak, taraflar bu defa iktidar savaşı düzenine girecektir.

Sonrası mı?

Düşmeye gör. Bundan sonra hükmünü sürdürecek olan Kemal Tahir’in değişiyle kurt kanunudur. Ne diyoruz: Düşeni yemek haktır!

Mete Tunçay’ ın “Tek Parti Yönetiminin Kurulması” kitabını tanık olarak gösteriyorum; Tunçay, TCF’nin kapatılmasından kısa bir süre sonra partinin bağımsız kalan milletvekillerine karşı CHF’nın saldırılarını sürdürdüğünü, milletvekilliklerinin düşürülmesi için kampanya açıldığını o günkü gazete haberlerine dayanarak yazarken, 13 Ekim 1925 tarihli Cumhuriyet gazetesinden bir de dip not düşer:

“Milletin istemediği üç beş mebus; Refet, Ali Fuat, Kâzım Karabekir paşalarla, Canbulat, Rauf, Adnan beyler…”

Matbuat saldırıya geçmiştir.

Kurt kanunudur. Düşen yenilecektir.

Öyledir, bazen tarih talih olarak yazılır. Mustafa Kemal’e İzmir’de suikast yapılacağı haberi 15 Haziran 1926 günü ihbar edilir. Talihtir!

Suikastı düzenleyecek olan tetikçiler ve elebaşları tutuklanır. İlk sorguyu dünyada eşi benzeri var mıdır bilinmez, iki gün sonra İzmir’e gelecek olan Mustafa Kemal Paşa’nın bizzat kendisi tarafından yapılacaktır. Sorgulamanın sonucunu İsmet Paşa’ya “makine başında telgrafla “ talimat olarak bildirir:

“Suikast tertibinin ortaya çıkartılması ve tutuklananların itirafları ile benim anladığım şudur: Karşımızda iktidarı almak isteyen Terakkiperver Cumhuriyet Partisi adı altında çalışan bir komite vardır. Eski muhalif İkinci Grup mensupları adı geçen komiteye bağlıdırlar. Bu partinin genel merkezi ve üyeleri, genel girişimleri yönetmekte ve karar almaktadır (…) Bu gördüğüm durum, İstiklal Mahkemesinin tutuklamaları ile aydınlanacaktır ümidindeyim. Buna göre Terakkiperver Partisi bütün liderlerini ve bir kısım üyelerini tümüyle tutuklayıp cezalandırmak gerekecektir(…) Önemli bir yurt sorununu radikal ve ivedi bir yöntemle çözeceğiz. İstiklâl Mahkemesi yüksek kurulu da durumu benim gördüğüm gibi görüyor…”

Bu arada Şeyh Sait İsyanı nedeniyle kurulun Ankara İstiklal Mahkemesi’nin (Üç Aliler Divanı) Mustafa Kemal Paşa’dan bir gün önce,16 Haziran’da, İzmir’e geldiğini ve Paşa’yla aynı görüşü paylaştıklarını görüyoruz. Başbakan İsmet Paşa, Kazım Karabekir’e yönelik karara İtiraz eder. Paşa’yı Üç Ali’ye teslim etmek istemez. Mustafa Kemal onu İzmir’e çağırır. İsmet Paşanın gözlerinden öpülür. İsmet ikna olur…

Ali Fuat Cebesoy İstanbul’da Kuzguncuk’ta annesiyle birlikte yaşamakta olduğu evden alınır. Yok, hayır kelepçe falan vurulmadığı anlaşılıyor. Kendi demesine göre gayet kibar davranmışlar. Nede olsa Mustafa Kemal’in çocukluk arkadaşı, gençlik yoldaşı, Anadolu Savaşı’nda “Umum Kuvay-i Milliye Komutanı”, Moskova Elçisi, Meclis İkinci Başkanı ve tabi ki ayrıcalıklı, zira onun rakı arkadaşı… Şimdi İzmir’e götürülmek üzere Gülcemal vapurunun kamarasındadır. Pencereden bakar. Rıhtımda çırpınarak oraya buraya koşturup duran genç kadın İsmail Canbulat’ın karısıdır. Ali Fuat’ı tanır. Sonrasını Ali Fuat hatıralarında şöyle anlatır:

“Saat sabahın altısı idi. Gemi rıhtımdan ayrılıyordu. Pencereden dışarıya baktım. Rıhtımda kimseler yoktu. Sadece bir kadın, oradan oraya koşuyor ve ısrarla birini aradığı her halinden belli oluyordu. Yüzünü bana doğru dönünce derhal tanıdım. O da beni tanıdı. Pencereye doğru yaklaşarak, ‘Paşam, Canbulat Bey vapurda mı’ diye bağırdı. Ben, vapurda daha kimlerin bulunduğundan haberdar değildim. Sordum. Müspet cevap verdiler. Evet Nuriye Hanım vapurdaymış dedim…”

İsmail Canbolat İstiklal Mahkemesi’nce çarpıldığı 10 yıl cezaya itiraz ederek yeniden yargılanmasını talep edecek, Üç Aliler Divanı “hayhay“ dedikten sonra üç beş dakikalık bir duruşmanın ardından dan idama mahkum edilecektir…

Asıldı… Eşini bir daha göremeyecek olan Nuriye Hanım’ın iskeledeki çırpınışları Ali Fuat’ın aklından hiç çıkmayacaktır.

Gülcemal vapuruyla İzmir’e getirilenler arsında Cafer Tayyar Paşa ve Refet Paşa’nın da olduğunu Ali Fuat yolda öğrenecektir.

Yeniden Karabekir’e dönebiliriz. Kâzım Karabekir’in büyük bir komutan olduğundan kuşku duyulmuyor. Şark Cephesinde Mustafa Kemal’in kalesi olmuş bir komutan. Ancak ne kadar yazık, çok kötü şiirler yazıyor ve yazmakta ısrar ediyor. Daha kötüsü de her koşulda yazabiliyor olması. Ankara’da Keçiören’deki köşkünde gözaltına alınıyor ve suikast davasında yargılanmak üzere İzmir trenine bindiriliyor. Kompartıman son derece rahatsız ama ne gam, o kararlı ve şiir yazıyor:

“Tam yüz kişiyle sarılmıştı evim/Cürüm ne imiş henüz yoktu haberim/Jandarmalar, memurlar,kamyonlar,polisler etrafı sarmışlar,köşkümü gözlerler/Nihayet aldılar köşkümden/Bir sabah erken/İki kere yapıldı bu merasim iki gün arayla/Acısını sormalı köşkte ağlayana/ Gidiyor İstiklâl Harbi’ni kuran merasimi mahsusla/ İzmir İstiklâl Mahkemesine çifte polisle.”

Duruşmalar başlarken mahkeme reisi Kel Ali (Çetinkaya) gazetelere yaptığı açıklamada suçlamaya eski İttihatçılardan başlıyor. Anadolu Savaşı’nda eşsiz hizmetleri olduğu bilinen, bizzat kendisinin de üyesi olduğu Karakol Cemiyeti’ni ele alıyor. Bir de isim buluyor: Kara Çete… Terakkiperver Fırkası’nın Kara Kemal ve İzmit Milletvekili Şükrü Bey’in gayretleriyle kurulduğunu; Kâzım Karabekir, Ali Fuat ve Refet Paşaların bunu göremediklerini, şayet görselerdi bu vaziyete düşmezlerdi diyerek TCF’nin kuruluşunu eski İttihatçılara bağlıyor.

Kısa sürüyor.Haziran ortalarında başlayan duruşmalar 14 Temmuz’da bitiyor ve karara bağlanıyor. Üç Ali’ler “Avukat gevezeliklerini” sevmediğinden mahkeme avukatsız yapılıyor. Temyiz ise ne kadar gereksiz… Sanıklar 13’ü vicahen, ikisi gıyaben olmak üzere 15 idam, çeşitli hapis cezaları ve beraat kararları verildiğini konuldukları ambarda öğreniyorlar. Rüştü Paşa hariç diğer Paşalar beraat edenler arasında yer alıyor.

Bu sahneyi aktarmalıyım. Ali Fuat anlatıyor:

“Ambarda gelişigüzel birer yer bulup oturmuştuk. Ben Mersinli Cemal ve Kâzım Paşaların arasına oturmuştum. Hepimiz perişan olmuş bir ruh hali içinde idik. Omuzlarımız adeta çökmüştü. Ağzımızı bıçak açmıyordu…” Ali Fuat’ın demesine göre Cemal Paşa kulağına fısıldıyor: “Paşa, beraat ettiğimize inanalım mı?” Ali Fuat’ın cevabını Karabekir tekrarlamak gereğini duyuyor: “İnanmayı da ne yapacağız…”

Çok korkuyorlar.

Kurt Kanununda düşeni yemek doğrudur ancak korkutmak da bu kanuna dahil olmalı ki, beraat edenlerin hemen hepsi Karabekir hariç biat edeceklerdir. Karabekir Mustafa Kemal’in ölümünden sonra İsmet Paşa’nın önayak olmasıyla yeniden Meclise girecektir.

Mustafa Kemal Paşa 1927’ye birçok yükten kurtulmuş olarak giriyor. Yalçın Küçük’ün demesiyle, elbette şaka olmalı, en çok korktuğundan, eşi Latife Hanım’dan boşanıyor, bu 1925’te oluyor, kurtuluyor!

Şimdi sırada Nutuk vardır…

Mehmet Bozkurt / SOL

Kaynaklar:

Kandemir, İzmir Suikastının İç Yüzü, Ekicigil Yayınları 3. Baskı,İstanbul,1955. Mete Tunçay, Tek Parti Yönetimin Kuruluşu,Yurt Yayınları,1.Baskı,Ankara,1981

Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralar,II.Kısım, Doğan Kardeş Yayınları,İstanbul,1960.

Uğur Mumcu,Gazi Paşa’ya Suikast,Tekin Yayınevi,1.Basım,İstanbul,1992.

Yanı başınızdaki gerçek! - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Bu metin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a bir yurttaş mektubu olarak yazılmıştır:

“Bir ev düşünün, tek göz oda. Tek göz odanın duvarları rutubetten kararmış. Odada tek bir pencere var, iki gözlü pencerenin bir gözü kalın bir kartonla kaplanmış, diğerinde silinse de temizlenmeyen bir cam var. Odanın bir yanında bir lavabo, bulaşık yıkama yeri niyetine. Hemen altında bir Aygaz tüpü, boş. 

En büyüğünün yaşı onu geçmeyen dört çocuk, ayaklarında yırtık çoraplar, üstlerinde başkalarının olduğu belli olan hırkalar, bir yer sofrasının çevresinde toplanmış annelerinin onlara birer dilim ekmek vermesini bekliyorlar.

Anne kapının hemen önündeki giriş yerinde duruyor. Buradan çocukların onu görmesi mümkün değil ama o çocuklarını görüyor. Yüzlerinde derin bir açlık, annelerinin önüne koyacakları bir dilim ekmeği bekliyorlar. Uzun bir zamandır, ekmek dışında hiçbir şey yemediler. Arada sırada komşuların getirdiği tarhana çorbası dışında. 

Anne tek tek çocuklarının yüzlerine bakıyor. Onların ilk meme emişlerini anımsıyor, hele küçük oğlan nasıl da asılırdı memeye. Sonra usul usul büyümelerini, söyledikleri ilk ‘anne’ sözcüğünü anımsıyor. Büyük oğlanın okula gideceği gün nasıl da heyecanlı olduğunu, ortancasının ‘ben de okula gideceğim’ diye bir ağıt tutturmasını anımsıyor. 

Bir zamanlar ufak tefek işler bulan kocasının, bir bayram öncesi her çocuğa bir çift ayakkabı alacak parayı kazanınca, nasıl da sevindiklerini, çocukların ayakkabıyla uyuduklarını, ayakkabıları eskimesin diye çamurlu, tozlu yollarda nasıl da özenle yürüdüklerini anımsıyor. 

Annenin bugün bir dilim ekmek bekleyen çocuklarına verecek ekmeği yok. İşsizlikten bunalan baba, sabahları erkenden evden çıkıp gidiyor, kahvede kim ona bir bardak çay ısmarlarsa onun masasında akşamı ediyor. Mahalledeki bakkal artık onu ve çocuklarını doyurmaktan bıktı. Küçük oğlan geçen gün kovalandı bakkaldan, bakkal onu çiklet çalarken yakalamıştı.

Komşulara gidecek yüzü yok. Onlarda da ekmek azaldı, çoğu bir yıllık tarhanalarını şimdiden bitirdi.

Anne çocuklarına bakıyor. Küçük dışında hiçbiri ağlamıyor, anne onların midelerinin kazındığını biliyor ama renk vermiyorlar, uslu uslu annelerini bekliyorlar, birazdan yanlarına gelir, onlara birer dilim ekmekle dört tane zeytin mutlaka getirir. Anneleri onları asla aç koymaz. Öyle görmüşler, öyle bilirler. 

Anne dalıp gidiyor, artık çocuklarını görmüyor, onların yerinde dört melek var şimdi, bir dilim ekmeğe ihtiyaçları olmayan, dans edip eğlenen, ölümsüz melekler. Onun çocukları birer melek artık, onları Tanrı’ya emanet etti, hiçbir şeyden korkmuyor artık, kapının yanında duran dedelerden kalan eski av tüfeğine uzanıyor eli, yüzünde bir garip gülümseme... Çocuklarına, meleklerine son bir kez bakıp, av tüfeğini kalbine doğru tutuyor ve eli hiç kımıldamadan tetiği çekiyor.

Çocuklar tüfek sesiyle bir an birbirlerine bakıp kapıya doğru koşuyorlar, orada anneleri bir kan gölünün içinde yatıyor. Hiç kımıldamadan öylece bakıyorlar ve dışarıdan bir ses duyuluyor, komşulardan biri kapıyı açıyor ve gördükleri karşısında çığlık çığlığa mahallede koşmaya  başlıyor. 

Kötü haber, kahvede oturan babaya ulaşıyor. Baba anlıyor karısının kendini neden öldürdüğünü ve içinden kendisine beddua okuyarak eve doğru koşuyor; koşarken komşulardan birinin kapısı önünde duran gazyağı dolu bidonu alıp eve varır varmaz, hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey söylemeden evi ateşe veriyor. Ev yanarken çocuklar sığındıkları komşudan alevleri seyrediyorlar.” 

Size bir hikâye anlatmadım. Bu trajedi, kalkınıyor masallarıyla uyutulan insanların yaşadığı Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşandı. Ve ben bir seyyar satıcının kendini yaktığı Tunus’ta  birlerce kişinin sokaklara çıktığını anımsadım. Bu gelir adaletsizliği böyle çılgın bir ivmeyle giderse, çevrenizdeki danışmanlar, partiniz için çalışanlar, tarikat üyeleri inanılmaz paralarla lüks içinde yaşamaya devam ederse Türkiye’de de binlerce insan sokaklara dökülecek. Belki ben görmeyeceğim ama dökülecek! O zaman ne din ne de darbe sizi ve çevrenizi kurtarabilir.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Hesabı garsonlar ödüyor! - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 

Pandemi dönemi onları işsiz ve parasız bıraktı. ‘1500 lira verseler ne olur?’ diyorlar: Manava yazdırmayla, bakkala yazdırmayla, aylık 1500 lirayla hayatın geçmeyeceğini herkes biliyor.


“Hesabı getirir misin”, “şu çatalı değiştirir misin”, “bir kahve lütfen”…

Adlarını, ailelerini, memleketlerini bilmiyoruz.  Ama gittiğimiz restoranlarda, kafelerde hergün onlardan bir şeyler istiyoruz. Ya da “istiyorduk” diyeyim. Çünkü milyonlarca insanın ekmek yediği restoranlar ve kafeler, “önlem” denilince ilk akla gelen yerler oldu. Kongreler, mitingler tam gaz sürerken, pandemide onlar kapatıldı. Haliyle en büyük mağdur garsonlar oldu. Kimi sigortasızdı yardım bile alamadı. Kimi kısa çalışma ödeneği ile kıt kanaat geçindi. Şimdi restoranlar kapanırken, şanslı olup da alabilecek olanlar, aylık bin 500 lirayla nasıl yaşayacağını düşünüyor.

Geçen hafta 8 ayrı işyerinde çalışan 13 garsonla bir araya geldim. “Bir yılda ne yaşadınız, bugün nasıl hissediyorsunuz, geçen hafta ilan edilen bin 500 lira yardım hayatınızı nasıl etkileyecek, gelecekten ne bekliyorsunuz” diye sordum. Bir dokundum, bin ah işittim. Onlar anlattı, ben not aldım. İşlerini kaybetme riskinden dolayı soyadlarını yazmadım. Sonuçta ortaya milyonlarca insanın yaşadığı sıkıntının bir özeti çıktı:

Yavuz: Bir yılda çok şey değişti. Yaşamayı düşünmediğimiz şeyler yaşadık. İşle ilgili, aile hayatımızla ilgili. İnsanlarla konuşan kişileriz, hiç kimseyle konuşamadık aylarca. Kazancımız üçte bire düştü. Kısa çalışma ödeneğine mahkum kaldık. Bana ayda 1500 lira verdiler. Kira mı vereyim, çocuklara harçlık mı vereyim? Bizim sektörün yüzde 90’ı parayı tutmaz, elindekini aynı ay harcar. Hepimiz bu sorunu yaşadık.

Fırat: Bu sektörde birikimi sağlayacak para kazanmak mümkün değil aslında. Kira, fatura vs. ödedikten sonra zaten birikim yapmak imkansız. Pandemi öngörülebilir bir şey değildi. Süreç yönetilemeyince asıl derdi biz çektik. Ailemize karşı verdiğimiz sözleri tutamaz hale geldik. Maddiyatla ilgili güvensizlik oluştu. Evde oturduk. Belki de bu sektör artık bitecek diye düşündük. Acaba iş değiştirmek mi gerekiyor diye bocaladık. Bunalımımız ailelerimize de yansıdı.


TERK EDİLMİŞ GİBİ OLDUK

Murat: Psikolojik olarak zor bir dönemden geçiyoruz. Eşinizden dostunuzdan yardım geldiğinde bile kötü hissediyorsunuz. Sosyal hayatımızı çalıştığımız zaman idare ederken şimdi terk edilmiş gibi olduk. Tabiri caizse bize “başınızın çaresine bakın” dediler. Manava yazdırmayla, bakkala yazdırmayla, aylık 1700 lirayla hayatın geçmeyeceğini herkes biliyor.

Kısıtlamalarda açık olduğumuz dönemlerde bile iş kaybımız oldu. 6-7 kişilik restoranlarda 2-3 kişi evde kaldı. Kendi aramızda anlaştık. Ev kirası olanlara öncelik verdik. Akşam yedide dükkan kapanıyor. Bizim restoranda içki var. Açılmanın da bir etkisi olmadı.

Yavuz: 2 Mart’ta açıldık. Ama içkili restoranlar hiç açılmamış gibiydi. Zaten pandemi öncesi akşam yediden önce bir kişi olmazdı. Şimdi yedide mekan kapatıyoruz. Ramazan’da tümden kapatacağız. Sanki açılıp da iş yapacakmış gibi kısa çalışma ödeneği kesildi.

SİGARA SARMAYI ÖĞRENDİK

Salim: Pandemiden 3 ay önce bir yer açmıştık, kapandı. Kısa çalışma ödeneği de alamadık. Bağkurluydum ben. Ne öğrendik? Sigara sarmayı iyi öğrendik.

4 ay sonra restoranlar kapandı. Bir ay işimizi bulduk derken yine yasaklar oldu. Kısa çalışma ödeneği çare olacaktı. Ama onu da almak için 60 gün çalışmış olmak gerekiyor. Bu süreçte devletin olmadığını gördük.

Hesabımı yapıyorum. 25 senede belki 5 trilyon vergi vermişiz. Ama devlet bana 10 lira vermemiş. Vakıfbank’tan 3 bin lira ihtiyaç kredi aldım. 6 ay sonra icra kağıdı gönderdi. Aile destekleriyle halledebildim. Emekli babamız 2 bin lira emekli maaşının bir bölümünü gönderiyor. Aileler dağıldı, intihar edenler oldu.

Fırat: Maaş alamadığım aylarda memleketten peynir, bulgur geldi. Devlet de buna mecbur bıraktı insanları.

Talat: Erzağımız köyden geldi. Sadece erzak değil, ailem para gönderdi, kısa çalışma ödeneği yetmediği için. 1150 kira veriyorum, 1570 lira ödenek almıştım. Şimdi destek olarak 1500 lira yatacak.

Salim: Ödemelerde son üç seneyi baz alıyorlar. 3 senede 450 günün olacak. SSK’sı yatmadığı için bundan faydalanamayan var. Devlet de işyeri de prim yatırmadığı için emekli olamayanlar var. Belinde tömür var, yürüyemiyor ama SGK’sı ödenmemiş, bekliyor. Böyle arkadaşlarımız var.

Fırat: Bir de ücretsiz izne gönderilenler 1160 lira aldı. Ben onlardan bir tanesiyim.

Sedat: Ben onu da alamadım. Alo SGK’yı aradım. Bana dediler ki işyeri sizin primini yatırmadığı için alamıyorsunuz. Dedim ki işyeri kapalı nasıl yatırsın. Fatura bize kesildi.

Salim: Hepimiz borçluyduk. Ben ihtiyaç kredisi çekmiştim. Kredi kartlarım var, ödeyemiyorum, patladı. Yüzde 6-8 faiz ödüyordum. “Yeniden yapılandırma” dediler, yüzde 19-20 faizle ödüyorum borçları.

GELECEĞİMİZ AVANS VERİLİYOR

Yavuz: Ocakta asgari ücrete zam geldi. Ama kısa çalışma ödeneğine yansımadı. Bana Aralık’ta 1573 yatmıştı, Ocak’ta artmadı. Yani onu da eksik verdiler. Bir de 8 aydır sigorta primimiz gözükmüyor, yarın emekli olmak istesek karşımıza çıkacak.

Kutay: Devlet yardımmış gibi gösteriyor ama aslında bize geleceğimizi avans veriyor. Yarın işten çıkarmalar hukuki hale gelecek. Ama bugün verilen ödenek nedeniyle yarın belki de işsizlik maaşı alamayacağım. Onu bana önceden vermiş görünüyor.

Güngör: Emekliyim. Sonrasında geldim bu sektöre. Burada sigortalı olduğum halde devlet kısa çalışma ödeneği vermedi. Nasılsa emeklisin diye. Neyse ki çalıştığım yer verdi çalışma ödeneğini devlet vermediği halde.

Murat: Çalıştığım yerde patronlarım garsondu. 5-6 kişi birleşip açmıştı. Mekan kapanınca onlar da devletten destek bekledi, yararlanamadılar. Onlar alamayınca biz de görmedik. Bir kuruş alamadım işyerimden. Daha önce işsizlik maaşı aldığım için, benden kısa çalışma ödeneği sırasında da kesinti oldu. Çoğu işyeri, “arkadaşlar benim de sıktım var başınızın çaresine bakın” dedi. Ya da işveren “size borç vereyim, iş başladığında sizden parça parça alırım” dedi.

Bayram: Ağır psikolojik travma yaşadık. Aile içine de yansıyor. Kendimden örnek vereyim. Pendik’te oturuyorum. Belediyeyi aradım. Belediye, “yardım yapamayız” dedi. “Sadece 1500 lira alıyorum” diyorum, yine de uygun bulunmuyorum. Devletin yardım yapması lazımdı, yapmadı. Restoranda çalışan çalışamadı, kısa çalışma ödeneğinden ibaret kaldı her şey.

Murat: Devlet deseydi ki restoranları kapattık, hepinizin kredilerini erteliyoruz, ayda 3000-3500 lira destek. Zaten ben evden çıkmazdım. Neden çıkayım. Ama bunu yapmadığı için çaresiz kaldım. Öyle olsa derdim ki en azından biz bize yettik.

ELEKTRİĞİM SUYUM KESİLDİ

Nazım: Devletin bir de denetleme açığı var. Banka faizleri de fiyat listeleri de böyle. Bana fatura geldi, ödeyemediğim için elektriğim ve suyum kesildi. Borcumu erteleme fırsatı vermediler. Oysa devlet başka açıklamıştı.

Veysel: Bu süreçte yüzde 70 fakirleştik. 1200 lira kiram var. Kısa çalışma ödeneği aldım. Çocuklarım dershaneye, üniversiteye gidiyor. Nasıl yetiştireyim? Zaten sigortamız asgari ücretten ödeniyor. İnşaata gittik, olmadı, beceremedik. 11 aydır kapalıyız. Hakkımızı istiyoruz, fazlasını değil. Çocuğum Kocaeli Üniversitesi’nde okuyor. Bursa başvurdu, reddedildi. “Baban sigortalı” dediler. Bunları aklım almıyor.

Ahmet: Ben kurumsal bir firmada çalışıyorum. Son 3 ay içinde ilk ay 2500 lira, son iki ay 2604 lira aldım. 2500 lira kira ödüyorum. Önümüzdeki ay için yarım maaş söylentileri var. Çalıştığım  kurum “1500 lirasını devlet ödeyecek, üstünü biz tamamlarız onu da izinlerinizden keseriz” dedi. Senelik iznimiz 19 gün. İlk kapanmada devlet ödeme yaptı ama geç yaptı. Şirket avans verdi, devletin verdiğini de o aldı.  Biz yine şanslıydık. Ben kadroluyum. Sezonluk çalışanlar oldu, son bir senedir hiçbir yerde çalışamayan, hiçbir yardım alamayanlar oldu.

Talat: 2 arkadaşım sektör değiştirdi. Biri pazarcılık yapıyor, öbürü ayakkabı firmasına girdi. Yaşım 52. Bu yaştan sonra işimi değiştirmeye bakıyorum.

Yavuz: En önemli restoranlarda şeflik yapmış arkadaşımız markette reyon diziyor. Biz bunu da yapamıyoruz. Çünkü gidip bir yerde çalışmamız için, işten çıkarma yasağından dolayı, istifa etmemiz gerekiyor. Yoksa tazminatın yanıyor. Neden tazminatımı yakayım diyorum. İstifa da edemiyorum. O nedenle gidip sigortalı bir işte de çalışamıyorum. Yaptığımız ekstra işler olursa sigortasız olacak. O bile yok.

RESTORAN KAPALI KUMARHANE AÇIK

Bayram: Açık söyleyeyim, ben kumarhanede çalıştım. Kumarhaneler sabaha kadar açık. 300-500 lira aldım. Kapıyı kilitliyorlar, yollarını buluyorlar. Tam “işim oturdu” diyordum, restoranlar açıldı. Oradan ayrıldım, restorana döndüm. Derken, yine kapandı.

Ahmet: Bana çalıştığım kurum zorunlu olarak “izne git” diyor. Ramazan ayında 1500 lira ödeme yapılacak ya, “onu tamamlayayım izin yap” diyor. Böylece izinlerim de yanıp gidecek.

Devranın mutsuzu (Kendisine taktığı isim): Değerli bir iş yapıyoruz, değersizleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Kovid olayını bizim üzerimizde kullanıyorlar. Virüsü değil, bizi bitirmek için çaba sarf ediyorlar. Her yer açık biz kapalıyız.

Fırat: Kongreler bitti, yasaklar başladı. Bunu görüyoruz. Devlet aklı hizmet sektörünün problemlerini çözemedi. Bizi işsiz ve parasız bıraktı.

Talat: Yarın “restoranları tamamen kapatıyorum” da diyebilirler. Mart ayında kongreleri yapmak için açıldı. Sonra kapattılar.

Salim: Sordunuz ama 1500 lira destek kararını önemsemiyorum. Umurumda bile değil. Hayatıma bakıyorum. Kirasını ödeyemeyen birinin halinden onlar anlamaz. 1500 lira verdin ne olacak, aldık ne olacak. Çocuk okulda uzaktan eğitim alıyor. Bilgisayarı bozulur diye korkuyorum. İnternet paketi 85 lira, doğalgaz 400, su 150, elektrik 150, kirası var, masrafları var, yeme-içme var. 1500 lira versen ne olacak.

Murat: 1500 lira destek olsa da olur olmasa da olur. Emin olun hiçbir garson “ne kadar iyi” demiyor. Ancak birkaç kez manava, markete gidersin. Restorancılar Federasyon Başkanı diye sakallı bir adam çıktı. Biz tanımıyoruz böyle birini. Nerden gelmiş, atandı mı bilmiyoruz.

Yavuz: Benim kısa çalışma ödeneğimi yatır. Yardımı istersen sonra yap. Ben 1800 lira alıyordum kısa çalışma ödeneği, şimdi 1500 lira yardıma döndü. Yani o da azaldı.

Devranın mutsuzu: Şu anın eşi benzeri yok. Hiçbir ülkede böyle bir şey yaşanmadı.

SONUÇTA İŞSİZ KALACAĞIZ

Veysel: Önümüzdeki aylar maaşlar yarıya düşecek. Nihayetinde işsiz kalacağız.

Ensar: Önümüzü göremiyoruz. Ramazandan sonra açılacağı kesin değil. Yediye kadar açılsa bir şey değişmiyor. Kısa çalışma ödeneği de kesiliyor. Çalışsak da aynı, çalışmasak da aynı.

Murat: Aslında bizim sormamız lazım: Biz ne yapacağız?

Nazım: Pandemide kısa çalışma ödeneği aldık. Tam yoluna giriyor derken şimdi yine bir ay ertelendi. Açılacak belki ama ne zaman tam maaş alacağız onu bilmiyoruz.

Kutay: Hepimizin yıllık izni de belirsizleşti. Artık o izinleri kullanabilecek miyiz o da belli değil. Pazarları izinliydim, pandemide geçiyor o da izne benzemiyor.

Fırat: İstanbul’da Pazar sokak yasağı var. O gün izinden sayılıyor. İzin günü çıkıp sokakta yürüyemiyoruz. Yani ya eve kapanıyoruz ya işe gidiyoruz.

Nazım: Bırakmayı düşünüyoruz hepimiz, ama ne yapacağımızı da bilmiyoruz. Mecburen bu sektördeyiz.

Fırat: Alkollü mekanları kapatmak iktidarın rüyasıydı. Bu da fırsat oldu.

Salim: Ben öyle düşünmüyorum. Alkolden bol vergi alıyorlar. Kimlere servis yaptım, bilseniz… Kendileri de içiyor. Cari fazla vermeyen bir ülke alkolü tümden nasıl engelleyecek? Sadece kendi tabanına mesaj veriyor.

KÖPEK ÇAĞIRIR GİBİ ÇAĞIRAN VAR

Garsonluk her iş gibi emekle yapılıyor. Ama birileri tarafından küçümseniyor. Pandemi öncesi ya da sonrasında fark etmedi. Garsonlarla bir de bunu konuştuk.

Murat: Ben bu mesleği severek yapıyordum. Türkbükü’nde çalışıyordum. Ne zamanki İstanbul’a döndüm, parayı sonradan görmüş insanların geldiği restoranlarda çalışmaya başladım durum değişti. İki kadeh içtikten sonra kötü muamelelerine maruz kaldım. Köpeği çağırır gibi garsonu çağıran var. En çok “oğlum” lafı bana batıyor.

Salim: Mesela genç bir kadın geliyor, yanında yaşlı bir adam var. Yaşlı adam kadının yanında bize ters davranarak egosunu tatmin ediyor.

Murat: Bizi hakir görüyorlar. Bir dizi var hatta “koskoca şirketin başına garson parçasını mı koyacaksın” dediler. Dava mı etsek diye düşündük.

Ensar: Bir kötü örnek verilecekse hep garson.

Salim: Garson kelimesi erozyona uğramış. Dizilerde dayak yiyenler, 20 liraya peçete uzattıranlar. Çocuğum okula gidince “babam garson” demesin diye düşünüyorum.

Kutay: ABD ya da Avrupa’da bizim mesleğimizle emekli oluyor insanlar. 3 nesil müşterisi olan 65 yaşında garson var. Biz seviyoruz bu mesleği ama yabancılaştırılıyoruz.

Murat: Bizden emekli olan kesin hasta. Benim şefim emekli oldu. 2 yıl sonra öldü. Ben emekli olup köşesine çekilip dinlenen görmedim.

Yavuz: Eve gidiyoruz, gece 12’den sonra otobüs çift bilet. Gece otobüse emekçiler biniyor. Zengin binmiyor. Neden çift bilet oluyor? Otobüsler arası bir saat, bir buçuk saat. Garsonlara belediye gece kart verse keşke. Bizim çalıştığımız restoranlardan belediye en iyi vergiyi alıyor. Bizi de düşünmesi gerekmez mi?

GARSONA YAPTIRILAN ÇÖPÇATANLIK

Nazım: Garsonlar çöpçatan olarak görülüyor. Kadınlara “al şunu götür” diye veriliyor. Ben bunu yapamam. Ama yapmasak da bizi eziyorlar. Başka yerden acısını çıkarıyorlar.

Talat: Sonra gidip aynı adamlar kötü yorumlar yazıyor internete.

Murat: En ufak hataları internette en ağır şekilde yazıyorlar. O eleştiri sonunda işimizden oluyoruz. Ufacık bir şeyi abartıyorlar. Patron okuyup hemen çıkarıyor.

Salim: Bir gün Kıvanç Tatlıtuğ dizisinde garson rolünde bizi kullandılar. Kağıda bir not yazmış, kadına gönderiyor. “Hayır yapmam” dedim. Garsonluk bu mu?

Murat: Restoransız bir Türkiye Cumhuriyeti düşünemiyorum. İnsanların da buna ihtiyacı var. “Bu akşam dışlarda yemek yiyelim” demek heyecanlı geliyor. Restoran hepimizin dünyası.

Ahmet: Her insana hizmet ediyoruz. Profesöre de kapkaççıya da hizmet ediyoruz. İyi olan şeyler de çok. 3-5 sene bir yerde çalışıyorsun, senin için oraya gelen de oluyor.

Murat: Ben bir doktor müşterim sayesinde anneme anjiyo yaptırdım.

Yavuz: Bize “izin gününde hasta ol” derler. Çalıştığın gün hasta olmaya bile hakkın yoktur. Hak hukuk adalet diyen insanın maalesef bu sektörde yeri yok. Kullanan değil kollayan patron istiyoruz.

Nazım: Can güvenliğimiz de yok. Sokağa açık olan mekanlarda tehlike çok. Kavga çıkıyor arada biz kalıyoruz. Tinerci geliyor biz araya giriyoruz.

Murat: Bizi düşünen yok ki… Bir tane Sağlık Bakanlığı’ndan gelip, “o kadar müşteri ağırlıyorsunuz bir PCR testi yapalım” diyen olmadı.

Salim: Biz var mıyız yok muyuz? İnsanlar, garsonu dikkate almadığı için yanında her şeyi konuşuyor. Özel işlerini, ihalelerini bile kulağımız yokmuş gibi yanımızda anlatıyorlar. Biz aslında yok insanız. Üretim olmayan bir ülkede herkes restoran açıyor. Hepsi de asgari ücret veriyor. Nasılsa bahşiş alıyorsunuz diyor patronlar. Bir şeylerin düzeleceğini sanmıyorum.

DEVLET GÖZ YUMUYOR

Garsonların iş koşulları da kötü. Birçoğu güvencesiz çalışıyor. Kendilerinden dinleyelim.

Kutay: Özetle şöyle durum oluştu. Yıllarca hizmet verdik. İlk kez hizmet alacağımız zaman hizmet göremedik.

Güngör: Şurda eylem yapsak devlet hemen coplar. Hemen varlığını hissettirir. Ama aç kaldığımızda devleti görmüyoruz. İhtiyacımız olduğunda devlet bize sahip çıkmıyor. Sanki bize bu dönemde saldırı varmış gibi. Sanki bu dönemin günah keçisi biziz. Antalya’da turist gelecek diye neler yapılıyor, bizim restoranlarda tersini yaşıyoruz. Devletin sanki restoranlara özel bir garezi var gibi. 1500 kişi çalışıyor yan yana fabrikada, lokanta ise kapalı.

Salim: Kardeşim işini bırakmak istiyor, bana destek olmak için işini bırakamıyor. Restoranda bir şey vardır, son lokmayı kimse almaz. Ona “hicap lokması” deniyormuş. Herkes bizi ortada bıraktı, o son lokma biziz. Yeni nesil artık bu sektöre girmiyor. Türkmenler, Özbekler, Afganlar çalışıyor. Suriyelilere verilen olanak bunlara verilmiyor. Bu göçmenlerin durumu kötü. Komiler arasında neredeyse Türk yok. Göçmenlerin çoğu sigortasız olduğu için, kapanmayla parasız kaldı. Suriyeli çalıştırana devlet destek veriyor ama bu Orta Asya’dan gelenler mağdur oldu.

Yavuz: Bizim sektörde sigorta oranı çok düşük. Çok da kolay insan harcanıyor. Arkamızda sendika yok, gücümüz yok. Bir hata yapıyorsun,  işten çıkarılıyorsun. Aşçı bir mezeyi yanlış yapıyor, aynı gün işten çıkarılıyor. Bir müşteriye tatlı kaşığı yerine yemek kaşığı götürüyor. Garson işten kovuluyor. Buradaki garsonlara bakıyorum, ortalama 20 yıldır bu sektördeyiz. Ama hiçbirimiz sigorta gününü doldurmamışız. En yüksek günü olan belki 5000 gündür.

Salim: Hepsi ayrıca asgari ücret üzerinden yatırıyor sigortayı. Korku var, itiraz edemiyoruz.

Yavuz: Devlet isterse müfettişini gönderir, kontrol eder. Bir müfettiş gelse baksa görecek. Aşçıbaşının da garsonun da bulaşıkçının da maaşları asgari ücret üzerinden yatıyor. Böyle bir şey olmaz. Devlet de buna göz yumuyor.

Bayram: AGİ (Asgari geçim indirimi) deniyor. Devlet çalışanlara veriyor. Maaş harici verilen para. Patron vermiyor. Bir devlet kurumu gelip “sen yatırıyor musun” diye sormuyor.

Veysel: 6 senedir çalışıyorum. AGİ diye bir şey almadım. Bordromda yazıyor ama almıyorum. Patron diyor ki maaşının içinde.

Kutay: 10 senedir bu sektördeyim hiç AGİ almadım.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

10 Nisan 2021 Cumartesi

Nemrut Mustafa rolünü kim üstlenecek! - Miyase İlknur / CUMHURİYET

 Antikçağın en önemli düşünürlerinden Herakleitos “Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz” diyerek sözüm ona zamanın sabit değil, devingen olduğuna dikkat çekmek istemiş. 

Valla biz yıkanıyoruz Heraklietos Emmi. Bizim ellerde nehirler tersine aktığından mıdır yoksa selanik örgü misali iki ters bir yüz aktığından mı nedir, aynı suda pek çok kez yıkandığımız oluyor. Anlayacağın senin bu kuramın lafı güzaf. Antikçağdan günümüze kadar süzülüp gelen o söz, yaşadıklarından ders çıkaran toplumlar için geçerli. Unutma ki biz ders alan değil, âleme ders veren bir toplumuz. 

Eğer senin dediğin gibi olsaydı Nemrut Mustafa’yı ve başkanı olduğu Divanı Harbi Örfi Mahkemesi’nin kararlarını aradan 101 yıl geçmesine karşın anımsar mıydık?

Bize bir asır önceki olayı anımsatan da emekli amirallerin duyurusundan sonra siyaset ve yargı cephesinin içler acısı tutumu.

Emekli amirallerin duyurusundan sonra yaşananlara bir bakın hele. 

Ortada suç unsuru bir eylem olmadığı ve daha ifadeleri bile alınmadığı halde haklarında ferman çoktan verildi. Yargıya talimat veren verene. Bir hukuk devletinde iktidar mensubu bir bakanın “Eminiz bağımsız yargı gereğini yerine getirecektir” denmesi bile suçtur. Ama biz de bu talimata uymayan yargı mensupları suç işlemiş sayılır. Haklarında hemen HSK soruşturma açar, mahkeme üyeleri değişir. Yargıtay Başkanlığı’nın alelacele hemen bir bildiri yayımlayarak gereğini yapacaklarını açıklaması bundandır. İktidar blokunun cücük ortağı MHP liderini yargının “Emredersiniz, gereğini elbette yapacağız” mealindeki açıklaması bile kesmedi. Bahçeli“Bunların rütbeleri de sökülmeli, emeklilik hakları elinden alınmalı ve maaşları kesilmeli” diyerek her zamanki gibi elinde benzin bidonuyla koşarak ateşi harladı.

Seçilmişlerden önce atılıp ilgili ilgisiz her konuda ahkâm kesen, parmak sallayan, herkese diskur çeken devletimizin en kudretli memuru Fahrettin Altun, Bahçeli’den geri kalır mı? İletişim Başkanı Fahrettin Altun, 104 emekli amiralin imzasıyla yayımlanan bildiriye ilişkin olarak “Sadece imzacılar değil, onları cesaretlendiren de hukuk önünde hesap verecek” açıklamasını yaptı.

Aha! Nemrut Mustafa mahkemesi kararıyla örtüşen bir benzerlik daha...

Durun daha bitmedi.

Amirallerin avukatı Şule Nazlı Erol“Sanıkların avukatlığından çekil. Senin için iyi olmaz” diye tehditler almaya başlamış. Nemrut Mustafa mahkemesinde sanıkların avukat tutması, lehlerine tanık dinletmeleri yasaktı. Eh aradan geçen yüz yılda hiç olmazsa suçu ne olursa olsun sanıkların tanık gösterme hakkı yasalarla güvence altına alınmış. Ama sanıkları avukatsız bırakmanın türlü yolları var değil mi?

Atatürk’ün rütbelerini söktüler de ne oldu?


Şimdi gelelim emekli amiraller için istenen cezalar ve yargının takındığı tavırla, başkanlığını Nemrut Mustafa Paşa’nın yaptığı Divanı Harbi Örfi Mahkemesi’nin neden benzeştiklerini anlatmaya...


İngilizlerin kuklası Damat Ferit Paşa hükümeti 5 Nisan 1920 tarihinde tekrar hükümeti kurmakla görevlendirilince, Divanı Harbi Örfi Mahkemesi’nin yetkilerini artırmış, kadrosunu yenilemişti. Bu çerçevede 1919 yılı içinde üye olarak görev yapan Nemrut Mustafa Paşa’yı mahkemenin başkanlığına getirdi. Mahkeme bu dönemde hükümetin çıkardığı bir kararnameyle Ermeni tehciri davalarına ilaveten ülkenin “iç ve dış güvenliğini bozmakla” itham edilen Kuvayı Milliyecileri de yargılamaya yetkili kılındı. Önce Mustafa Kemal Paşa, Kara Vasıf Bey, Ali Fuad Paşa, Alfred RüstemHalide Edib ve eşi Dr. Adnan Bey gıyaplarında idama mahkûm edildi. Bu idamlıklara daha sonra aralarında İsmet Paşa, Bekir Sami Paşa, Fahrettin Paşa, Fevzi Paşa ve imam müftü Rıfat Börekçi de eklendi.

BU KADARLA KALSA İYİ...

Mahkemede sadece Kuvayı Milliyeciler değil, onları destekleyen gazeteleri de cezalandırıldı. Bu konudaki en küçük bir haber bile suç unsuru olarak değerlendirildi. Nitekim o dönemde İkdam ve Vakit gibi Kuvayı Milliye hakkında olumlu yazı yazan gazete ve sahipleri Nemrut Mustafa Paşa’nın zulmünden nasibini aldı. Yakup Kadri bunlardan biriydi. Gerekçe olarak, Ikdam gazetesinde Ali Fuad Paşa’nın Eski şehir’de kazandığı bir askeri ba şarıya yer vermesi ve Mustafa Kemal’den “Paşa” diye bahsetmesiydi.

Bursa Valiliği ve Dahiliye Nazırlığı yapmış olan, Oktay Akbal’ın dedesi Ebubekir Hazim Tepeyran da Kuvayı Milliye’nin teşvikçilerinden biri olduğu gerekçesiyle idama mahkûm edilmişti.

SONRA NE OLDU?

Kuvayı Milliyeyi şgalcilere diz çöktürünce, onu ve özel mahkemesini olağanüstü yetkilerle donatan Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit Paşa Ingilizlerin himayesine sığınarak yurtdışına kaçtı. Nemrut Mustafa yargılandı ve o da Süleymaniye’de soluğu aldı.

Haklarında idam kararı verilen ve rütbeleri sökülen paşalara bu millet daha yüksek rütbeler vererek onurlandırdı.

Değerli amirallerin, ne maaşlarının kesilmesini ne lojman tahsislerinin kaldırılmasını ne de rütbelerinin sökülmesini sorun etmeyeceği malum. Bahçeli’nin rütbelerinin de seçim sandığı konduğunda millet tarafından söküleceğinden kuşkum yok. Bakalım amirallerin yargılanmasında Nemrut Mustafa rolünü kim üstlenecek?

Miyase İlknur / CUMHURİYET

Bilimin sırtındaki sülük - Orhan Gökdemir / SOL

 Bu Ortaçağ bakiyesi kocakarı yöntemlerinin eğitimli orta sınıflarda bile alıcı bulabilmesini düzenin akla saldırısından, akli tahrip etmesinden ayrı değerlendiremeyiz.

Hacamat, vücudun herhangi bir yerini hafifçe çizip, üzerine boynuz, bardak veya şişe oturtarak kan alma anlamına geliyor. Anlaşılacağı gibi eski bir “tedavi” yöntemi. Hacamat etmek, tedavi etme yanında argo kafa göz yarmak anlamına geliyor. Yapana “hacamatçı” diyoruz. Esası kan almadır.

Bu Ortaçağ bakiyesi gelenek AKP tarafından bilim ilan edilince cafcaflı bir ad bulmuşlar; Kupa terapisiymiş. “Hirudoterapi”nin karşılığı ise sülükçülük. Adını bir sınıf sülük veya solucandan alıyor. Hirudinea (halkalı solucan) sınıfından bu canlılar bildiğiniz parazit aslında. Balık, kurbağa, kaplumbağa, salyangoz ve kabuklu su canlıları ile omurgalı hayvanlarda “ektoparazit” olarak yaşıyorlar. Konağa yapışıyor ve kanını emiyor, doğal işlevleri bu. Vaktiyle aklı evvelin biri bu paraziti vücuduna yapıştırıp “fazla kanı” emdirerek şifa bulmayı denemiş. Hirudoterapi’nin kurucusudur!

Terapisine falan bakmayın, hiçbir sorunu iyileştirdiği vaki değil, hepsi sözde bilimdir. Haliyle hacamatçı da sülükçü de sahte hekimdir. Bunlar normal bir düzlemde halk sağlığına açık saldırıdır, suçtur, yasaklanması, kovuşturulması gerekir. 

Bu yöntemlerin eskiliği işe yararlılığına bir kanıt olarak gösteriliyor ama o yönde bir işaret de yoktur. Vücutta “kan fazlalığı”, ne demekse, olduğu inancına dayanıyor. Hacamat ederek veya sülüğe emdirerek fazlalığı alıyorsun ve hastayı rahatlatıyorsun, esası bu. 

Yazılı kaynakları sınırlı. Mesela 15. yüzyılda kaleme alınan “Yadigâr-ı İbn-i Şerif” adlı kitapta ara başlıklardan biri hacamat. “Kan ciğerde doğar”, hacamata girişin ilk dersidir. Bu sebeple kanda “hararet-i tabi’i” vardır. Bir miktarını arada sırada alıp, kanı serinletmek gerekir. Böyle olmakla birlikte “Yadigar”ın büyük kısmı şarabın dozunu fazla kaçıran akşamdan kalmaların rehaveti nasıl üzerinden atacağı ile ilgilidir. Bugün yazılsa yakılacak kitaplar listesine girmeye adaydır. 

Bununla birlikte, kaynak azlığından olmalı, AKP tarzı “geleneksel tıp” uygulamalarına esinini vermeye devam ediyor. Akşamcıları içkiye bindirdikleri fahiş vergilerle ömür boyu uyanık kalmaya mahkûm edip kurtardılar. “Yadigar”a bakıyorlar, akşamdan kalmanın tedavisi dışında ne varsa “geleneksel tıp” uygulaması ilan ediyorlar. Artık sülük, şifalı bitki, mıncıklama-manuel terapi, hacamat-bardak çekme birer tıbbi yöntemdir. Böylece tıp da ülke de 15. yüzyıla götürülüp bırakılmıştır. Ortaçağ’ın ortasındayız…

***

Kocakarı ilaçlarının ve yöntemlerinin muhatabı olmamız bundan. Sağlık Bakanlığı Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği’ni 2014’te üzerimize boca etti. Bu yönetmeliğe göre hastaneler “sülük, hacamat, sinek larvası, arı, bitkisel ilaç, hipnoz ve çıkıkçı” gibi alternatif alanlarda da hizmet verebilecekti. Türk Tabipleri Birliği’nin itirazları görmezden gelindi. Türkiye Sağlık Enstitüsü’ne, TÜSEB, bağlı Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Enstitüsü’nün uygulamaların sertifikalandırılmasından ve denetiminden sorumlu olacağı açıklandı.

“AKP yaptı” deyip işin içinden çıkamayız. Toplum da uzun zamandır buna hazırlanıyordu. Bu Ortaçağ bakiyesi kocakarı yöntemlerinin eğitimli orta sınıflarda bile alıcı bulabilmesini düzenin akla saldırısından, akli tahrip etmesinden ayrı değerlendiremeyiz. Ağır bir salgının ortasında filizlenen şu aşı karşıtlarına baksanıza. Aklı çökerttiler, bilime inancı yıktılar ve gericilik döneminin kapısını araladılar. Piyasa toplumu, insanı, tıbbı, bilimi, aklı yıkarak ayakta kalabiliyor artık. Yıktıklarından doğan boşluğu ise din ile dolduruyorlar. Bu tür şarlatanlıklar aklın yıkımının yan ürünleridir sadece. 

Akıldan arındırılmış düzen ise kendi ağırlığı altında ezilip kendi üzerine çöküyor haliyle. Kadavraya don giydiren tıp fakülteleri, uzmanlığı cin çıkarmak olan özel hastaneler var artık. 2016’da Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde bir ilahiyatçı tarafından verilen "Tedavide Moral Değerler ve Motivasyon" adlı bir dersin ana başlıkları sabır ve şükür, tedavide tevekkül ve rıza, kader ve kaza anlayışının hasta motivasyonuna etkisi, duanın tedavi sürecine etkisi, tıbbi uygulamalar açısından Muhammed, İsa, Lokman’dı. Derste anlatıldığına göre bunlar tedavi sürecini hızlandırıyordu. Tıbba karşı paralel bir Tıp örgütlenmesidir. Aklı hacamat edilmiş ve vücudu bir sülüğe dönüştürülmüş yeni bir insan türünü varsayar…

***

Sülük ve hacamatı artık biliyoruz. Peki “Maggot Tedavisi” ne demek? İnanılır gibi değil, sinek larvalarının yaralara ekilmesiyle uygulanan bir tedavi şekliymiş. Çoğu zaman antibiyotikten daha etkiliymiş, öyle iddia buyuruyorlar. Kayropraksi ise bir “manuel terapi” yöntemiymiş. Ağrıyan yerinizi mıncıklayarak ağrımaz hale getiriyorlarmış. 

“Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği”ne göre bu tür “sihirli” pek çok uygulama var. Fitoterapi, mezoterapi, proloterapi, müzik terapi, hipnoterapi, homeopati, ozon uygulaması, osteopati, refleksoloji, akupunktur, apiterapi bunlardan bazıları. Sülük ve hacamat, “anabilim dalı” muamelesi görüyor bu tuhaf şeylerin arasında. “Proloterapi” proletaryayı çağrıştırdı, bir umut baktım bağlantısı var mı diye! Yıpranan bağ ve eklemlere enjeksiyon yöntemiyle bir çözelti zerk ediyorlarmış. Çözelti çözüyor mu ondan emin değiliz yalnız.

Bu şarlatanlığın uluslararası bağlantıları da var, küçümsüyor değiliz. Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) göre geleneksel tıp “fiziksel ve ruhsal hastalıklardan korunma, bunlara tanı koyma, iyileştirme veya tedavi etmenin yanında sağlığın iyi sürdürülmesinde de kullanılan, farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere dayalı -izahı yapılabilen veya yapılamayan bilgi, beceri ve uygulamalar bütünü”ymüş. Destekliyorlar yani.

Bizdeki uygulaması da bir AKP-Dünya Bankası ortak projesi olarak başladı zaten. Adına “Sağlıkta Dönüşüm Programı” dediler. Sonuçları ortada. Bir yanında hekimin proleterleştirilmesi var, diğer yanında “sağlığın muhafazakarlaştırılması” ... Programın gereği olarak bilim dışı uygulamalar yönetmelikle düzenlenip, sertifikasyona tabi tutularak bir tıbbi yöntem olarak onaylandı. Ortalık sülükçüden hacamatçıdan geçilmiyor haliyle. Üstelik özgüven de kazandılar bu yolla. Aralarından biri Ortaçağ artığı tedavi yöntemlerini eleştiriyoruz diye dava açmaya bile yeltendi. Aklı hacamat girişiminin son örneğidir.

***

Bu topyekûn Ortaçağ’a dönüşün sonuçlarına tanık oluyoruz. Yenidoğan bebeklerin hastalığı olup olmadığının anlaşılması için yapılan “yenidoğan tarama formları”na “çocuğun evlilik içi ya da dışı olup, olmadığı ve çocuğun dini” gibi ibareler eklendi mesela. Hacamat edildiğinizden, “yahu yenidoğan bebenin dini mi olur” diyemiyorsunuz artık. 

2017’de İzmir Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesine resmi yazı gönderdiler, türbanlı çocuk hastaların ameliyat ve tedavisi sırasında türban kullanımlarının sağlanmasını istediler. Yeni Tıbbın önemli ayaklarından biridir örtü.

İstanbul İkitelli’de 5 katlı binada Türkiye’nin ilk cin çıkarma hastanesi o yönetmelikten sonra açıldı. Hastanede büyü bozma, maneviyat, cin çıkarma, rukye (üfürük) işlemlerinin yanı sıra bio enerji, sülük ve hacamatlı tedavi de yapılabiliyor. Doğal olarak çıkışta reçete yerine muskayı alıp evin yolunu tutuyorsunuz. 

Buna şaşıranlara hatırlatayım, isteyen hastalara din hizmeti artık zorunlu. Yani reçete yerine muska alma işlemi devlet hastanelerinde de mümkün. 

Perdeyi kapatalım. 2016’da İstanbul Bayrampaşa’da yenidoğan bir kız çocuğuna kan hastalığı teşhisi konuldu. Aile yoğun bakımda tedavi gören 15 günlük bebeği doktorların itirazına rağmen hastaneden çıkarıp “hacamat” ettirdi. Aldığı jilet darbeleriyle kan kaybeden bebek kaldırıldığı hastanede can verdi.

AKP onaylayınca şarlatanlık bilim halini almıyor çünkü. AKP onaylı şarlatanlık olarak yoluna devam ediyor. Arada birkaç bebe telef olmuş, birkaç fukara tanrısına erken kavuşmuş ne önemi var. Aşı bulunmuş bir virüs sebebiyle her gün yüzer yüzer ölmüyor muyuz zaten?

***

Bilimden önce aklı hacamat ettiler, sonra hepimizi Ortaçağ’ın ortasına bırakıp kaçtılar. Hep birlikte birer parazite, birer kan emici sülüğe dönüşüyoruz o yüzden. “Alternatif Tıp” o dönüşümün yan ürünü sadece. Peki Tıbbın alternatifi olur mu? Olmaz. Olan ya büyücülük ya şarlatanlıktır. 

Kapitalizm, piyasa toplumu bilimin sırtındaki kan emici sülüktür. O sülüğü silkinip attığımızda sadece insan değil bilim de özgürleşecek.

Orhan Gökdemir / SOL

Kullanışlı ulusalcılar - Aydemir Güler / SOL

 Düzen muhalefeti AKP’nin karşıtı değil müttefikidir. Bildiri de, içeriğindeki doğrulara karşılık bu kapsama girdi. Başlığıydı, tarihiydi, bunlar detay.

Darbe tehdidi mi, “Yüce Türk Milleti”ne seslenen bir bildiri mi, yoksa masum bir basın açıklaması mı? 

Önceki gün, amiral açıklamasının yayınlanacağı tarihin karanlık bir biçimde değiştirildiği ve imza istenen versiyonda öyle bir seslenme başlığının bulunmadığı iddiasıyla kapandı. Bildiriye, listede yer alacak bazı isimlere güvenmediği için imza vermediğini söyleyen bir başka emekli amiral, ekranda ortaya attı bu enformasyonu.

Önemli mi? 

Bir açıdan çok da değil. Geçtiğimiz hafta sonu bir toplantıda, “bir grup asker şu şu şu konularda açıklama yapacakmış, diye duysaydım, yeni mi aklınız başınıza geldi” diye düşünürüm demiştim. AKP’nin Amerikancı manevrasını eleştirmek NATO ordusunda kariyer yapmış, emekli de olsa, ancak düzen muhalefeti denebilecek bir alanın içinde hareket eden kişilere kaldığında, oradan memleketin hayrına bir şey çıkmadığını defalarca gördük. Tersine bu tür girişimler, birinci olarak, AKP’yi meşrulaştırmaya yaradı bugüne kadar. 

Hatırlayın; Anayasa Mahkemesi şeriatçı partiye parmak sallayıp suç odağı olduğunu ama kapatılmasına gerek olmadığına karar verirse, şeriatçılık aklanmış olur. Cumhuriyet mitinglerinde alanları dolduran on binler bir kapalı görüşmede satılırsa, sonuç kitlelerin öfkesinin boşaltılmasından başka bir şey olmaz. Sadece askerlerden söz etmekle yetinmeyeyim; düzen muhalefeti zamanında birinci ağızdan laikliğin tehlikede olmadığını ilan ederken, kitlelere güven vermiş değil şeriatçı partiye “devam et” demiş oluyordu. 

Örneği çok, uzatmaya gerek yok. Düzen muhalefeti AKP’nin karşıtı değil müttefikidir. Bildiri de, içeriğindeki doğrulara karşılık bu kapsama girdi. Başlığıydı, tarihiydi, bunlar detay. Ama düzen siyasetinin zamanında sol bir tını vermek üzere ulusalcı denilen kanadının gericilik için ne kadar kullanışlı olduğunu anlamak açısından biraz üstünde durulabilir. 

Aslında bir grup emekli subayın Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik belgelerinden birinin tartışmalı hale getirilmesine itiraz etmek için, üstelik meslekleri gereği gayet de iyi bildikleri bir konu söz konusuysa ortak metin yayınlamaları normaldir. Biz siyasetin zenginlerin, emperyalistlerin, şeriatçıların tekelinde olmadığını savunuyor, tüm topluma yayılmasına uğraşıyoruz. Dahası, siyasal meşruiyetin nerede dışına çıkıldığı “kim demiş” ile değil “ne demişe” bakarak belirlenmelidir. Örneğin sosyalizm toplumu özgürleştirmek için insanın insanı sömürmesini, ırkçılığı, ayrımcılığı, savaş kışkırtıcılığını ve bunların savunulmasını ya-sak-la-ya-cak. Amirallerin Montreux tezi, ABD emperyalizminin karşısında konumlanmıştır ve eğer bildiriyi lanetleyen, kovuşturma açan veya alaya alan boy boy Amerikancıyla karşılaştıracaksak, bunlara göre defalarca daha meşrudur.

Ancak akıllarının şimdi mi başlarına geldiği yine de sorulmak zorunda. Bildiri, yukarıda belirttiğim gibi siyasette belli bir akıma denk düşmektedir ve bu akım AKP’nin yeni-Osmanlı inşa çalışmaları çerçevesinde Batılı emperyalistlerle didişmesinden heyecana kapılmıştı! Bu akımın bir ucu, ülke çıkarları ve ulusal egemenlik dendiğinde büyük güçler arasında denge oyunu veya köşe kapmacadan başka bir perspektife sahip olmayan tuhaf bir Avrasyacılıkla maluldür. Bu akımın içine karışmış samimi yurtseverler de olabilir, ama bir “kanat” oluşturdukları bugüne dek görülmüş şey değildir. Bu akım, AKP’nin karşıdevrim ortağı Fethullahçılarla bozuşmasında antiemperyalist koku keşfetmiş, heyecana kapılmış ve iktidarın yanına koşmuştur. Koşarken de bütün devlet kademelerinde olduğu gibi orduda da Gülen tarikatının AKP tarafından baskılanmasının yalnızca diğer tarikatların önünü açacağını görmemek için gözlerini kapatmıştır. Bu akım, bir türlü bitmeyen “Fetö operasyonlarının” irticaya karşı mücadele olduğunu iddia ederek gerçeklikten kopuşunu tamamlamış ve bir yandaşlık müessesesi haline gelmiştir. İnanılmaz geliyor, ama AKP’nin tasfiye ettiği eski Cumhuriyetin en kalifiye kadrolarının kahvehanede her el dönüşünde “bu kadar da olmaz be” diyecek kalibrede oldukları anlaşılmaktadır. 

Eğer önceki akşam imzasını sakınmış bir emekli amiralin –mantıksız görünmeyen- iddiasının aslı varsa, bildirinin bir siyasal çıkış veya görüş açıklama değil, basitçe bir oyuna gelme olduğu düşünülebilir. AKP Amerikancı dümen kırma operasyonunu güçlendirmek için anti-Amerikancı olarak lanse edeceği birilerine ihtiyaç duymuş ve aralarında boy boy AKP’cinin cirit attığı ulusalcı/Avrasyacı unsurlardan bir grubu kolaylıkla ortaya ittirmiş olmalıdır. 

Olayların böyle mi başka türlü mü aktığı aslında çok önemli değildir; yalnızca düzen içi muhalefetin kullanışlılık derecesine dair fikir vermektedir. Bu arada muhalefet iktidarın Amerikancı manevrası karşısında gözüne far tutulmuş gibi kalakalmıştır.

AKP’ye, emperyalizme, gericiliğe, sömürüye karşı mücadele, biricik versiyonu bu ulusalcılar olmayan, hatta onlardan fazla liberallerin at koşturduğu düzen muhalefetine kalırsa kullanışlılık örnekleri tekrar tekrar piyasaya sürülecektir. 

Bütün bunlarda asıl önemli olan, iktidarıyla muhalefetiyle düzeni karşısına alacak devrimci bir harekete duyulan ihtiyacın açıklık kazanmasıdır.

Aydemir Güler / SOL

9 Nisan 2021 Cuma

Violet Gibson: Mussolini’yi vuran anti-faşist kadının anıtı Dublin’e dikilecek - BİRGÜN

 

İtalya’nın faşist diktatörü Mussolini’yi öldürmeye en çok yaklaşan insan olan Violet Gibson için Dublin’e bir anıt dikilecek. Anıt için kabul edilen önergede kararlı bir anti-faşistin halkın gözü önünde bulunması gerektiği belirtildi.

İtalya’nın faşist diktatörü Benito Mussolini’yi öldürmeye en çok yaklaşan insan olan İrlandalı kadın Violet Gibson’ın anıtı Dublin’e dikilecek.

Anglo-İrlandalı geçmişe sahip Gibson’ın 7 Nisan 1926’da attığı kurşunlardan biri Mussoli’nin burnunu sıyırmıştı.

Düzenlediği suikastin ardından İngiltere’ye dönen Gibson, ömrünün sonuna dek Northampton’da bir akıl hastanesinde kaldı.

Dublin şehir konseyi komitesinin bağımsız üyesi Mannix Flynn tarafından sunulan önerge, konsey üyelerinin oy birliğiyle kabul edildi. Konseye sunulan önergede Gibson’ın ailesinin ve İngiliz hükümetinin onun bu eylemini ‘siyasi’ değil ‘deli’ işi gibi göstermeye çalışıldığı hatırlatılarak, kararlı bir anti-faşistin halkın gözü önünde bulunması gerektiği belirtildi. Önergede, “ İrlandalı kadınların ve halkının zengin tarihinde ona hak ettiği yerin verilmesi” gerektiğinin altını çizildi.

Şehir konseyinin oy birliğiyle aldığı karar uyarınca anıt, Gibson’ın çocukluk evinin bulunduğu Merrion Meydanı’na dikilecek.

BBC News’e konuşan Flynn, oylamanın “duygusal bir an” olduğunu ifade etti ve ekledi: “Violet Gibson’ın anısını aydınlığa çıkarmak çok uzun zaman aldı.”

Gibson, faşist diktatör Mussolini’yi 7 Nisan 1926 yılında Roma’daki Campidoglio tepesinde kalabalığın arasında dolaşırken vurmuştu.

İtalyan dikatatör Mussolini, liberallerin desteğini alarak Ekim 1922’de başbakan oldu. İktidara gelmesinden çok kısa bir süre sonra İtalya’da faşist diktatörlük rejimi kurmak için harekete geçti. Ülke kısa zamanda bir polis devletine dönüştürüldü, tüm yayınlara sansür uygulandı. Mussolini’nin lideri olduğu Faşist Parti dışındaki partiler kapatıldı. ‘Tek adam’ ve ‘tek parti’ sistemi geliştirildi, milyonlarca kişinin hayatını kaybettiği II. Dünya Savaşı’nda Hitler ile ittifak kurdu. 27 Nisan 1945’te savaşı kaybedeceğini anlayan Mussolini ve beraberindekiler ülkeden kaçmak isterken, komünist partizanlar Valerio ve Bellini ve 52. Garibaldi Tugayı Siyasal Komiseri Urbano Lazzaro tarafından, Dongo köyü yakınlarında durduruldu. 28 Nisan 1945’te, Ulusal Kurtuluş Komitesi Mussolini’yi öldürme kararı aldı. Mussolini ölürken yüzüne şunlar söylendi:

“İtalyan ulusuna adaleti iade etmek üzere görevlendirilmiş bulunuyorum.”

BİRGÜN