27 Nisan 2021 Salı

Bursa şebekesi 4 organizasyon ile 48 kişiyi yurt dışına kaçırdı!(II) - Murat Ağırel / Yeniçağ

Bursa'da ortaya çıkan; gri hizmet pasaportuyla insan kaçakçılığı skandalını anlatmaya kaldığımız yerden devam ediyorum....
İlgili yazı ekleri incelendiğinde de Bursa Büyükşehir Belediyesi Basın Yayın ve Halkla ilişkiler Dairesi Başkanı Ahmet Bayhan imzalı 25 kişilik isim listesinin 28 Şubat 2019 tarihli yazıyla, Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü'ne onay için gönderildiği görülmüş. Spor kulübünün 22 kişilik listesi olmuş size 25 kişi.
Bahse konu listede Salih Cantürk'ün masör olarak görülmesi üzerine; Türkiye Futbol Federasyonu ile İl Sivil Toplumla İlişkiler Müdürlüğü'nce Barbaros Spor Kulübü'nden lisanslı şahıslar ve kulüp derneği yöneticileri veya üyeleri kontrol edildiğinde Salih Cantürk adına rastlanılmamış.
25 kişilik listeden sadece 3 kişi kulüp üyesi diğerlerinin ise kulüple alakalarının olmadığı tespit edilmiş.
İnanılmaz değil mi?
Bu organizasyonları yapan kişiler hakkında yapılan titiz araştırmalar ve dinlemeler sayesinde her şey gün yüzüne çıkmış.
Peki, gelelim kendini istihbarat sorumlusu olarak tanıtan kişiye.
İ.B. adındaki kişi yapılan işlerin "Devlet adına yapıldığını" söyleyip kişi başı 5-7 bin Euro para talep ediyor ve meydana gelecek yasal sorunlarda da adliyelerde bağlantısı olduğunu söylüyor.
Hatta verilen ifadede aynen şöyle geçiyor:
"İ. isimli şahıs kendisini sürekli devletin istihbarat görevlisi olarak tanıtır. Çantasında silah ve yanında telsiz taşır. Kendisinin devlet içinde yetkili biri olduğunu ve direkt bakanlardan talimat aldığını konuşmalarında belirtir. Telefon konuşmalarında sürekli paşa ile görüştüm, polis ile görüştüm, bakan bey ile görüştüm şeklinde belirtir. Kişiler telefonunda paşa, başbuğ, komutan, polis, amir, müdür şeklinde kayıtlıdır. Ne derece de doğru olduğunu bilmiyorum. Şahıs sürekli değişik lüks araçlara biner, aracın arkasında oturur, özel şoför kullanır. Şahsı görsem teşhis edebilirim."
İfade devam ediyor…
"Hüseyin Liman, Belediyedeki bağlantıları sağlıyor. İşlemler bittikten sonra gri pasaportları almaya çalışıyor. Yine verilen ifadede Hüseyin bana, 'Bu şahısların yerlerini bana öğren, benim bağlantılarım kuvvetli, ben bu şahısları alır gelirim' şeklinde söyledi. Hüseyin bana, 'yurt dışında, özellikle, Makedonya, Kosova, Arnavutluk, Bulgaristan ve bazı Orta Doğu ülkelerinde bağlantım var, bu ülkelerden turnuva ve etkinlik davetlerini ben yaptırıyorum ve Bursa Büyükşehir Belediyesi'ndeki tanıdığım aracılığı ile gri pasaport başvuru listesine ekletiyorum' şeklinde söyledi. Tanıdığının kim olduğunu bilmiyorum, ismini bana söylemedi. Fakat daha önce de belirttiğim gibi, belediyenin Protokol bölümünde çalışan Mehmet diye birinin ismini duymuştum, ama kim olduğunu bilmiyorum."
Burada bahsedilen isim ise Bursa Büyükşehir Belediyesi çalışanı Mehmet Baydar.
Hazırlanan iddianamede Hüseyin Liman ve Mehmet Baydar arasındaki tape yani konuşma kayıtları eklenmiş. Açıkça işlerin nasıl yapılacağı anlatılmış.
Hatta verilen bir ifadede "Buradaki Valilik artık gri pasaport başvurularını imzalamıyor, gri pasaport vermiyor, ben Şanlıurfa Belediyesi ile görüştüm, artık davet ve turnuvaları, Urfa Belediyesi üzerinden, yani gri pasaport işlerine buradan devam edeceğiz" deniliyor.
Sonrasında işleri büyütüyorlar.
İddianamede yine geçen bir durumdan aktarayım:
"Daha sonra bana 'Yurt dışına çıkmak isteyen, Avrupa vatandaşlığı almak isteyen kişi olursa, benim bazı ülkelerde bağlantım var, Bulgaristan ülkesine vatandaşlık ve oturum izni kişi başı 7.000 Euro, İtalya veya herhangi bir Avrupa ülkesi vatandaşlığı, oturum ve çalışma izni, kişi başı 15.000 Euro olarak ayarlayabilirim, bu şekilde kişi bulursan veya olursa, benimle irtibat kur, hatta bu konu ile bağlantılı olduğum kişi şu an burada, istersen seninle görüştüreyim' şeklinde söyledi. Hüseyin, 'beni tekrar arayacağını, Salih Cantürk isimli şahsın Bursa'ya döndüğünü, başka bir telefon hattı kullandığını, kendisinin bu kişi ile irtibatlı olduğunu ve birlikte benimle görüşeceklerini' söyledi ve ayrıldık."
Düşünün…
Bursa Büyükşehir Belediyesi üzerinden spor kulüpleri vasıtası ile yurt dışına gri pasaport ile insan kaçırılıyor.
Yapılan 4 organizasyonda bu şekilde yurt dışına çıkarılan insan sayısı 162, bu kişilerden dönmeyerek kaçan kişi sayısı ise 48!
Bu sadece yapılan bir soruşturmada ortaya çıkan bilgiler.
Peki, bu tür organizasyonlar ne kadar süredir yapılıyor?

Kaç kişi bu şekilde yurt dışına kaçırıldı? 

Murat Ağırel / Yeniçağ

26 Nisan 2021 Pazartesi

2020 SIPRI raporu: Covid de silahlanmayı durduramadı - OGÜN ERATALAY / SOL


İsveç kaynaklı SIPRI 2020 dünya silahlanma harcamaları raporunu yayınladı. Görünen o ki, Dünya silahlanmada hız kesmedi.

İsveç kaynaklı Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü (Stockholm International Peace Research Institute) Diego Lopes da Silva, Nan Tian ve Alexandra Marksteiner imzalı "2020 yılı Dünya Silahlanma Harcamalarında Eğilimler" adlı raporu yayınladı. 

Raporda öne çıkan verilerden en dikkat çekici olanı 2020 yılında dünya çapında silahlanmaya harcanan paranın 2019 yılındakine göre  yüzde 2,6 oranında artarak 1981 milyar dolar mertebesine ulaşmış olması.

Rapora göre dünyada silahlanmaya en çok kaynak ayıran ülkeler listesindeki ilk beş ülke değişmedi. Buna göre toplam harcamanın yüzde 39'unu yapmış olan ABD birinci sırada. Onu Çin, Hindistan, Rusya ve İngiltere izliyor. Ancak bu dört ülkenin silah harcamalarının toplamı ABD'nin harcamalarının neredeyse yarısı seviyesinde. Buradan ABD'nin yaşamakta olduğu ekonomik ve ideolojik krize rağmen hala dünya ölçeğinde ne kadar baskın bir askeri güç olduğunu okumak zor değil.

Raporda Türkiye de yer alıyor

Raporda küresel silahlanmanın yüzde 0,9’una karşılık gelen harcamayla Türkiye de yer alıyor. Açıklanan rakamlara göre 2020 yılında silah sanayiine ayrılan kaynak 17,7 milyar dolar (146,7 milyar TL) olarak gerçekleşmiş ki bu ülke Gayri Safi Milli Hasılasının yüzde 2'sine denk geliyor. 

Covid’li yılda savaş tedavisi

Toplam rakamın azalma/artma eğilimi, silahlanmanın etkileri, Türkiye'nin aktif olarak yer aldığı Suriye-Libya İç Savaşları / Karabağ Savaşı gibi etkenlerin belirleyiciliği üzerine elbette analizler yapılabilir. Ancak hem raporda yer almayan hem de daha çarpıcı tek etkene değinmekle yetineceğiz. 

İçinden geçmekte olduğumuz Covid-19 sürecinden olumsuz etkilenmeyen savaş harcamaları anlaşılıyor ki iktidar sahipleri için hiçbir koşulda vazgeçilemeyen bir önceliğe sahip. Ülkemizden bir veri paylaşalım. Açıklanan 2021 yılı T.C. Sağlık Bakanlığı bütçesi 77,6 milyar TL. Bu görüldüğü gibi geçen yıl silahlanmaya harcanan paranın yarısından biraz fazla.

Yani silahlanmaya harcadığımız paranın dörtte biriyle sağlığa ayırdığımız payı bir buçuk katına çıkarabilirdik.

OGÜN ERATALAY / SOL

Şimdi ‘hanım evladı’ kimmiş anladınız mı!- Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 Muhsin Çelebi, ardından koşarak pembe incili kaftanı “Unuttunuz” diye yetiştiren savaşçıya güldü. Şah’ın işiteceği yüksek bir sesle bağırdı: “Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok. Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz. Bunu bilmiyor musunuz?"

Ömer Seyfettin, Türk dışişlerinin hikâyesini meşhur öyküsünde böyle anlatmıştı.

Yetkili ya da yetkisizlerin, kravatlı ya da kravatsızların, mektepli ya da alaylıların çıkardıkları sesler arasında gözüm onu aradı. Dünyayı kana boğan savaşları başlatan ABD’nin başkanının, bir asır önce bizim topraklarımızda yaşanan acılar hakkında hüküm veren açıklamasının ardından herkes konuşmuştu. Ben ise o bıyıklı büyükelçiye baktım. Ne gazetede ne televizyonda görebildim.

Erdoğan’ın kısa süre önce Washington’a atadığı eski AKP milletvekili Murat Mercan’dan söz ediyorum. Eski Büyükelçi Namık Tan’ın dahi ne düşündüğünü okudum. Yeni elçinin basın açıklaması yapmasını, eylemli bir tepki koymasını, mesaj atmasını geçtim; Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’nin resmi hesaplarında bile anlamlı bir tepki bulamadım.  

Dışişleri’nin paylaşımlarını “RT etmekle” yetinmişler, bir de katledilen diplomatlarla ilgili sergi ve belgeselin tanıtımını paylaşmışlardı. 24 Nisan faaliyetine ise şu not düşülmüştü: “Büyükelçi Murat Mercan ve Kongre üyesi Steve Cohen bugün dostane bir görüşme yaptılar. Türkiye-ABD ilişkilerinin daha da geliştirilmesine yönelik olarak yakın çalışma konusunda mutabık kaldılar.”

Haliyle kendi kendime sordum: Günlerdir Biden aşağı Biden yukarı diyoruz da Türkiye’nin bir Washington Büyükelçisi var mı?

Bu sorunun resmi yanıtı, hem var hem yok. Neden mi?

Sebebi basit. 24 Şubat tarihli 2021/131 sayılı kararnameyle atandı. Ancak göreve başlamada diplomatik bir gelenek olan “güven mektubu”nu bir türlü ABD Başkanı’na sunamadı. Haliyle “yok ama var” ya da “var ama yok”!

Sadece “iyi ilişki” dönemlerine özgü sanmayın. Krizleri yönetmek için bile büyükelçiler kritik görevler üstleniyor. Örnek olsun: ABD, Türkiye’ye göndereceği büyükelçiyi, sonuncusu dahil, Senato’da ölçüp biçerek, ne yapacağını sorgulayarak, sorularıyla zorlayarak yola çıkarıyor. Haliyle yüzyıllara yayılan Türk dış politikasının bu amatörlüğe mahkûm oluşu hayret uyandırıyor.

EŞLERİ, ÇOCUKLARI DA ŞEHİT

Elbette bu noktaya bir günde gelmedik. Türk Dışişleri, Ermeni meselesinde hem acı sayfalarla hem büyük tecrübelerle dolu. Sadece Cumhuriyette değil Osmanlı deneyiminde de iyi yetişmiş insan gücünü Dışişleri bürokrasisine ayıran Türkiye neler yaşamadı ki? “Büyük Ermenistan” hayaliyle Türklere terör uygulayan örgütlerin saldırısı sadece bir tanesi... 21 ülkenin 38 kentinde; 39’u silahlı, 70’i bombalı, biri de işgal olmak üzere, Türk diplomatlara karşı Ermeni kökenli ırkçı örgütler tarafından 110 terör eylemi gerçekleştirildi.

Bu saldırılarda Türk diplomasisi 42 şehit verdi ama… Hedef alınanlar sadece diplomatlar değildi.  Madrid Büyükelçisi Zeki Kuneralp’ın eşi Necla Kuneralp, Lizbon Maslahatgüzarı Yurtsev Mıhçıoğlu’nun eşi Cahide Mıhçıoğlu, Lizbon İdari Ataşesi Erkut Akbay’ın eşi Nadide Akbay, Tahran Büyükelçiliği Sekreteri Şadiye Yönder’in eşi Işık Yönder, La Haye Büyükelçisi Özdemir Benler’in oğlu Ahmet Benler, Atina İdari Ataşesi Galip Özmen’in kızı Neslihan Özmen… Diplomat eşleri, oğulları, kızları da kör terörle katledildi.

Eylemcilerin anıtları dikilirken diplomatlar tezlerini anlatmak için çabalamaya devam etti. İlginçtir, kimi zaman Yahudi lobileriyle kimi zaman ülkelerin içindeki farklı siyasi gruplarla yan yana gelerek başarılı da oldular.

ERDOĞAN’A KARŞI ‘MONŞER BİLDİRİSİ’

Sonra ne mi oldu?

Kendi hükümetlerinin de hedefi oldular. Erdoğan onlara o kadar ağır sözler söyledi ki… Adlarını miting meydanlarında “monşer”e çıkardı. Fransızcada “azizim, dostum” anlamına gelen “mon cher (monşer)”, Kasımpaşa argosunda “hanım evladı” yerine kullanılıyordu. 6 Haziran 2010’da kürsüye çıkıp “Biz monşerler diplomasisini bir kenara koyduk, bugüne kadar gelenler salon diplomasisinden başka bir şey yapmadılar” diyecek kadar ileri gitti.

Şimdi amirallerin açıklamasını tartışıyoruz ya. “Pes” diyen 72 emekli diplomat, 2010’da Erdoğan’a cevaben ortak bir bildiri yayımlamıştı. “Şimdiye kadar Türk diplomatlarını sadece Ermeni terörünün ve diğer terör eylemlerinin hedef aldığını zannediyorduk. Son bir yıldır her fırsatta kendi ülkesinin diplomatlarına karşı sözlü bir saldırı başlatan Sayın Başbakanımızın (Erdoğan) bu tutumunu izahta büyük güçlük çekiyoruz” diyen diplomatlar, 11 yıl önce gelmekte olanı şöyle anlattı:

“Dış politika, öyle günü kurtarmaya yönelik, kendisiyle çelişki içinde ‘perakende’ açılımlarla, üç-beş yabancı sözcüğü yerli yersiz kullanmakla, diplomatlara karşı küçük düşürücü ifadelerle yürütülmez. Yürütülmeye kalkışılırsa bedeli ağır olur. İşin acı tarafı, bu bedeli de sadece bu hesapsız, kitapsız, yüzeysel tutumları benimseyenler değil, tüm ulusumuz öder.” 

ERDOĞAN DA 24 NİSAN’DA YOKTU

Kendi diplomatlarının biriktirdikleriyle kavga etmekle kalmadı. Dışişleri’ni parti teşkilatına çevirdi. Resmi Gazete’deki atama kararlarına bakıyorum. Sadece Murat Mercan değil ki… Abdülkadir Emin Önen, Tülin Erkal Kara, Zekeriya Akçam, Şaban Dişli, Merve Kavakçı, Egemen Bağış, Cahit Bağcı gibi eski milletvekillerini büyükelçiliklere atadı. Bunlara eski Bakan Fatma Betül Sayan Kaya’nın kız kardeşi Ayşe Sayan, Erdoğan’ın eski danışmanı Lütfullah Göktaş, İlahiyatçı Kenan Gürsoy gibi onlarca isim eklendi. Dışişleri’nde istisnai olan “dış kadro” olağan hale geldi. AKP’den kopmasın, Davutoğlu’na ya da Babacan’a katılmasın diye eski politikacılara diplomat koltukları dağıtıldı. Sonunda 24 Nisan’daki gibi “büyükelçiler” yerini “yokelçiler”e bıraktı.

Sanmayın ki çok şey değişti.

Erdoğan, 2009 yılında Türk diplomatlarını monşer diye aşağılamaya başladığında, cebinden İhvancı dış politika kartını çıkarmıştı. 12 yıllık kavganın ardından, “her şeyi bilen” kendi hükümeti Mısır’la, İsrail’le, Suudilerle hatta Yunanistan’la barışmanın yollarını arıyor.

Bir asır önce Ermeni meselesinde yaşananlar bir tarihsel sonuçtu. Emperyalizm, 20. yüzyılın başına geldiğinde, bir Avrupa devleti olan Osmanlı’yı Avrupa’dan atmaya, Doğu’daki topraklarını paylaşmaya, Anadolu’da müstakil bir devlete dönüştürmeye karar vermişti. Hem Ermeni hem Türk milletlerine çektirilen acılar, bu politikaların neticesi oldu. Milli Mücadele bu kaderi tersine çevirip Türkiye’yi bir dünya devleti yaptı. Türk Dışişleri de bu dönemde dünyayı okuyarak Montrö Anlaşması ya da Hatay’ın vatana katılması gibi sayısız başarıya imza attı. Avrupa’nın ortasında soykırım kampları kurulurken Türk diplomatlar Yahudileri kaçırarak Türkiye’ye getirdi, hatta bu uğurda şehit dahi verdi. Eski dünya ülkesi Türkiye, bir asır sonra, dış müdahaleyle değil ama hükümet kararıyla Ortadoğu İhvancılığına sıkışarak yeniden Ermeni meselesiyle dövülen ülke haline geldi.

Farkında mısınız? Yalnız Murat Mercan değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisi de 24 Nisan günü Biden’a okkalı cevap verenler arasında yoktu!

Türk ve Ermeni, iki halkın acılı geçmişini, emperyalist politikalara sopa yapmak yerine, geleceğin dostluğunu birlikte kuracak cesur politikacılara, diplomatlara hasret devam ediyor. Muhsin Çelebi mi? Ömer Seyfettin sonunu şöyle anlatıyor:

“Ölünceye kadar Üsküdar pazarında sebze sattı. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirdi. Ama yine de ne kimseye boyun eğdi ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yaparak boşu boşuna övündü.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Bursa da gri hizmet pasaportuyla insan kaçakçılığı merkezi olmuş!..- Murat Ağırel / YENİÇAĞ

 Son dönemlerde vakıflar, dernekler, spor kulüpleri ve belediyelerin ortak organizasyonları sonucunda verilen gri pasaport ile meydana gelen insan kaçakçılığı haberlerini okuyorsunuz.

Peki, bahse konu olayda kullanılan ve tahsis edilen kişinin elini kolunu sallayarak yurt dışına çıkmasına fırsat veren gri pasaport nedir?

İlgili kamu kurumu tarafından, yurt dışında göreve gidenlere, Türkiye'yi temsil edecek sporculara ve organizasyonda yer alacak isimlere verilen izne bağlı bir pasaport türüdür.

Yani aslında gri pasaport bizim ülkemiz tarafından yurt dışına çıkışlarda işleri kolaylaştırmak amacı ile oluşturulmuş bir düzenleme.

Bu konuda ben de bir dosyaya ulaştım.
Dosya öyle kapsamlı ki akıl alır gibi değil. Olay Bursa'da gerçekleşiyor. Olayın kahramanı ise Bursa Büyükşehir Belediyesi…
Evet evet yanlış okumadınız. İnsan kaçakçılığı Bursa Büyükşehir Belediyesi üzerinden gerçekleştirilmiş.
Başka kimler yok ki?
Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü, Valilik, Nüfus Müdürlüğü, Belediye yetkilileri, spor kulüpleri…

Gelin ben size baştan olayın ayrıntılarını isim isim anlatayım.
Adı: Suat Alataş
29 Haziran 2019'da Sabiha Gökçen Havalimanı'ndan yurt dışına gitmeye hazırlanırken Suç Önleme ve Soruşturma Büro Amirliği görevlilerince şüpheli hareketleri gözlemleniyor ve ifadesi alınıyor.

Her şey böyle başlıyor.
Alataş verdiği ifadede elindeki gri pasaportu nasıl aldığını, kimlerin aracılık yaptığını anlatıyor. Aydın Yiğit ve Ayhan Yiğit isimli kişilere 5 bin Euro vererek gri pasaporta sahip olduğunu söylüyor. Büro amirliğince olayın üzerine gidiliyor ve sorgulama devam ettikçe olayın çok daha büyük boyutlu olduğu ortaya çıkıyor.
Şahıs tanıma amaçlı Alataş'a fotoğraflar gösterildiğinde ise daha karmaşık bir olay ortaya çıkıyor. Yardım ettiği iddia edilen Ayhan Yiğit'in yurt dışında olduğu ortaya çıkıyor ancak fotoğrafın ona ait olmadığı anlaşılıyor.
Nasıl olur demeyin.
Olmuş.
Bu şebeke üyeleri nüfus müdürlüğünde görev yapan bir kadın vasıtası ile istediği kişileri istediği şekilde kayıt ettirip yurt dışına çıkarabiliyorlar. Hatta öyle ki kendini istihbarat bölge başkanı olarak tanıtan ve bu şebekenin içinde de bulunan bir şahıs "Hâkim, savcı fark etmez biz istediğimizi yaparız" diyor.

Daha acısı gerçekten de istediğini yaptırabiliyor.
Erzurumlu olan ve yurt dışında yaşayan bir kişi, Ayhan Yiğit'e ulaşarak Mızgın Sönmez isimli kişinin PKK ile iltisakı nedeniyle yurt dışı çıkış yasağının bulunduğunu ve bu kişinin yurt dışına çıkması gerektiğini bildirmiş. O esnada yanında bulunan sözde istihbarat sorumlusu telefonu alarak bu kişi ile sohbet edip bilgileri istiyor. Bursa adliyesinde, Erzurum adliyesinde ve İstanbul'da tanıdıkları olduğunu bu işi halledeceğini söylüyor. Yani Mızgın Sönmez isimli PKK ile iltisaklı olan yurt dışı yasağı bulunan bir kişiye dahi gri pasaport çıkartmaya çalışıyorlar. Bu durum belgelerde var. Bahse konu kişi nasıl olduğu ve kim tarafından yapıldığı net olmasa da yurt dışı yasağı olmasına rağmen Yunanistan'a kaçırılmış.
Devam edelim…

Ayhan Yiğit emniyete gelerek ifade veriyor. Kardeşi Ferdi Yiğit'in de Ayhan Yiğit'in kimlik bilgilerini kullanarak gri pasaport çıkarttığı ve bu belge ile yurt dışına çıktığı tespit ediliyor. Yapılan kapsamlı soruşturma neticesinde bir insan kaçırma şebekesi ortaya çıkarılıyor. Bu şebeke dört defa spor organizasyonu adı altında gri pasaportlar çıkarmış ve yurt dışına da bu sayede insan kaçırmış.

VARAN-1

İlki 15-22 Mayıs 2019 tarihleri arasında Kosova'nın Podujevo şehrinde düzenlenen Bay-Bayan Futbol Turnuvası etkinliği…
Barbaros Spor Kulübü ve Derneği 25 Nisan 2019 tarihinde Bursa Büyükşehir Belediyesi'ne başvurarak Kosova'daki turnuvaya davet edildiğini bildiren dilekçeyi veriyor. Kulüp ve dernek başkanı olarak Mustafa Ekinci'nin imzası var. İrtibat sorumlusu olarak Salih Cantürk gözüküyor.
Bursa Büyükşehir Belediyesi Basın Yayın ve Halkla ilişkiler Dairesi Başkanı Ahmet Bayhan imzalı 40 kişilik isim listesi, 3 Mayıs 2019 tarihli yazıyla Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü'ne onay için gönderiliyor.
Spor kulübünün verdiği liste 27 kişi olmasına rağmen Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nın Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü'nün onayına sunduğu yazının eklerinde bulunan listedeki kişi sayısı 40'a çıkıyor.
Türkiye Cumhuriyeti Hizmete Mahsus Pasaport alımı için düzenlenen 40 kişilik listede kişilerin Barbaros Spor Kulübü'nde antrenör, antrenör yardımcısı, başkan, kafile başkanı, sportif direktör ve yönetici olarak görevlendirildikleri, turnuvaya katılacakları belirtilerek hizmete mahsus pasaport alımı yaptıkları anlaşılıyor.
Bu kişilerden 14'ü geri dönüyor, 8 kişi pasaport almasına rağmen hiçbir işlem yaptırmıyor, ancak 18 kişi geri dönmüyor.
Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Dairesi Başkanı Ahmet Bayhan imzalı 40 kişilik isim listesi içerisinde Ayhan Yiğit'in isminin olduğu ve görevinin antrenör olarak belirtildiği görülmüş.
Ayhan Yiğit'in antrenör lisansının olup olmadığının tespiti için Türkiye Futbol Federasyonu ile gerekli yazışmalar yapılmış, Barbaros Spor Kulübüne ait isim listesinde, Ayhan Yiğit adına herhangi bir lisans kaydının olmadığı görülmüş, ayrıca İl Sivil Toplumla İlişkiler Müdürlüğü'nün 9 Eylül 2019 tarihli cevabında gönderilen Barbaros Spor Kulübü Derneği'ne ait yönetici ve üye listesi kontrol edildiğinde Ayhan Yiğit adına herhangi bir kayıt olmadığı görülmüş.

VARAN-2

Diğer bir olayda ise Soğanlı Kanalboyu Nilüfer Spor Kulübü Derneği'nin Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na, kulüp başkanı Necmi Tayfur imzalı 40 kişilik gri pasaport talebi yapılmış ve irtibat görevlisi olarak Orhan Varoğlu'nun bilgileri verilmiş.
Yine Bursa Büyükşehir Belediyesi Basın Yayın ve Halkla ilişkiler Dairesi Başkanı Ahmet Bayhan imzalı 44 kişilik isim listesi 12 Haziran 2019 tarihinde Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü'ne onay için gönderilmiş. Yani burada da sayı 4 kişi artmış.
44 kişilik isim listesi içerisinde olanlardan Şazi Kaya ve Halim Yıldız'ın olduğu, Şazi Kaya'nın görevinin antrenör, Halim Yıldız'ın ise kafile başkanı olarak belirtildiği görülmüş. Şazi Kaya'nın antrenör lisansının olup olmadığının tespiti için Türkiye Futbol Federasyonu ile gerekli yazışmalar yapılmış, ilgili kurumun cevabında Şazi Kaya adına herhangi bir lisans kaydının olmadığı görülmüş. Ayrıca İl Sivil Toplumla İlişkiler Müdürlüğü'nün cevabında da Şazi Kaya adına herhangi bir kayıt olmadığı görülmüş.
Kanalboyu Nilüfer Spor Kulübü Derneği'ne ait yönetici ve üye listesi kontrol edildiğinde Halim Yıldız'ın da lisansının olmadığı görülmüş.
Bu giden 44 kişinin 11'i geri dönmemiş. İsim isim belli bu kişiler.

VARAN-3

1-6 Temmuz 2019 tarihleri arasında Arnavutluk'un Durres şehrinde düzenlenen Vllaznimi Cup 2019 Futbol Turnuvası etkinliği var.
Bursa Büyükşehir Belediyesi'yle yapılan yazışmalar sonucu temin edilen belgeler kontrol edildiğinde, bahse konu davetiyeye istinaden Zafer Spor Kulübü Başkanı Şaban Sönmez'in imzalı dilekçesi olduğu, dilekçe içeriğinde ise Bursa Büyükşehir Belediyesi'nden 45 kişilik araç ve Hizmet Pasaportu talep edildiği belirlenmiş. Yine dilekçede irtibat görevlisi olarak da Hüseyin Liman'ın gösterildiği görülmüş.
Ancak…
Zafer Spor Kulübü Başkanı Şaban Sönmez tarafından 45 kişi için Hizmet Pasaportu talep edildiği halde, Bursa Büyükşehir Belediyesi Basın Yayın ve Halkla ilişkiler Dairesi Başkanı Ahmet Bayhan imzalı 53 kişilik isim listesinin 20 Haziran 2019 tarihli yazıyla Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü'ne onay için gönderildiği görülmüş.
53 kişiden 19 kişisi geri gelmemiş.

VARAN-4

15-22 Mart 2019 tarihleri arasında Kosova'da düzenlenen Bay-Bayan Futbol Turnuvası…
Bu sefer Barbaros Spor Kulübü Derneği'ne hitaben yazılı davetiye var ve Belediye'ye başvuru yapılıyor. Ancak bahse konu davetiye yukarıda Varan-1 diye belirttiğim davetiyeyle aynı! Hüseyin Liman'ın Outlook elektronik posta adresinden 15 Şubat 2019 günü gönderilmiş ve şekil, cümle olarak aynı. Ancak tarih olarak 15 Mart-22 Mart 2019 tarihlerinde Kosova'da yapılacak turnuva olarak belirtildiği görülmüş.
Bursa Büyükşehir Belediyesi'yle yapılan yazışmalar sonucu temin edilen belgeler kontrol edildiğinde, bahse konu davetiyeye istinaden Barbaros Spor Kulübü Başkanı Mustafa Ekinci imzalı dilekçe olduğu, dilekçe içeriğinde ise Bursa Büyükşehir Belediyesi'nden ilgili tarihler arasında Kosova'ya gitmek üzere gri pasaport talep edildiği, yine dilekçede irtibat görevlisi olarak Hüseyin Liman'ın gösterildiği görülmüş.
Yani olay hep belli kişiler arasında dönüyor fark ettiyseniz. (Konuya yarın devam edeceğim.)

Murat Ağırel / YENİÇAĞ





25 Nisan 2021 Pazar

İktidar temerrüde düşerse - Oğuz Oyan / BİRGÜN

 

Milli para şu an itibariyle döviz rezervlerinin eksiye düşmesi nedeniyle savunmasızdır. Salt faiz silahı üzerinden TL’ye istikrar ve güven kazandırmak artık zordur; üstelik düşük faiz saplantısı gündemden kalkmış değildir. Aşınan güven, AKP’nin yerini alabilecek siyasi iktidar alternatifi bakımından “uluslararası mali sisteme sadakat” üzerinden kısa vadede sağlansa bile, bunun orta/uzun vadede sürdürülebilirliği olmayacaktır.

Temerrüt, borçlanılan edimin hukuka aykırı olarak zamanında yerine getirilmemesi durumudur. Kişileri, tüzel kişileri (şirketler, kooperatifler, hatta siyasi partiler, vb.) ve kamu tüzel kişilerini (devleti ve kurumlarını) kapsayabilir, uluslararası bir boyut (moratorium) da alabilir. Temerrüde düşmek genelde borçlular açısından geçerli olmakla birlikte, alacaklı açısından da, ödemeyi almakla birlikte bunun karşılığında gerçekleştirmesi gereken yükümlülüğünü yerine getirmezse ortaya çıkabilir. Bizim bu yazıdaki ilgi alanımız her ikisini de kapsayacak. Ama önce yaygın olarak kullanılan ilk anlamından başlayalım.

TCMB ASIL ŞİMDİ TEMERRÜDE DÜŞTÜ!

TC Merkez Bankası (TCMB) rezervlerinin (döviz artı altın) son üç yılda tamamen eritilip bugün 43 milyar dolar (salt döviz rezervleri açısından 60 küsur milyar dolar) eksiye düşmesi sonrasında, TCMB Başkanı ile Hazine ve Maliye Bakanının suskun kaldığı bir süreçte, AKP başkan yardımcılarından (ve eski bakan) Nurettin Canikli, kahramanca öne atılıp bazı açıklamalar yaptı. Açıklamasının can alıcı noktası, açık piyasa koşullarında ve dalgalı kur rejiminde MB’nın döviz talebine yanıt vermemesi yani döviz arz etmemesi durumunda, temerrüde düşmüş olacağı idi. Bu fikrini ileri sürerken, bu “gerçeği” bilmeden konuşanları da cahillikle suçlamaktan geri durmadı. CB Erdoğan da geçtiğimiz hafta hem Canikli’nin açıklamasına hem de TCMB Başkanının nihayet yaptığı açıklamaya dayanarak benzer ekonomik mecburiyetlerden bahsedip, muhalefeti cehaletle suçlayabildi. (Topa sonradan giren Hazine ve Maliye Bakanı Elvan da, 21 Şubat 2017’de TCMB ile Hazine Müsteşarlığı arasındaki bir protokole dayanarak savunma yapmaya kalkıştı. Ancak hem bu protokol sorunluydu, hem de zaten 2 Temmuz 2018 tarihli KHK ile Hazine Müsteşarlığı’nın lağvedilmesiyle hükümsüz kalmıştı!).

Burada Canikli’nin veya takipçilerinin “derin” ekonomi bilgisini veya yalpalamalarını sorgulayacak değiliz. Ama Canikli’nin bu açıklamasıyla kendi kendini fena halde kapana sıkıştırdığını söylemeden de edemeyiz. Eğer dediğini geçerli kabul edersek, o zaman tam da şimdi TCMB temerrüde düşmüş demektir; çünkü yeni döviz taleplerini karşılayacak tek senti kalmadığı gibi, net rezervlerini pozitife taşıyabilmek için dahi uzun yıllara ihtiyaç duyacaktır! Başka bir deyişle, TCMB kısa erimde döviz talebini karşılayabilmek adına orta/uzun erimde kendini bu “edimi” karşılayamaz duruma sokmuştur. Yoksa MB’nin görevi sadece kısa erimi kurtarmak mıdır? Uzun vadeyi planlaması yasak mıdır?

Bu saçmalığı sürdürmek gerekmiyor. Ama şunu eklemeden geçemeyiz: Net rezervlerin negatife düşmesi demek, ülkenin bütün dış ekonomik rasyolarının (döviz rezervlerinin kısa vadeli borçları, kısa dönem ithalatı vs. karşılama oranları) olumsuza dönmesi demektir. Bugün bir yılda vadesi gelen dış borç servislerinin 190 milyar dolar olduğu bir ülkede (ki buna 2021’de gene 30 milyar doları aşması beklenebilecek cari açıkları da eklemek gerekir), net rezervler eksideyken ne kadar zayıf duruma düşüldüğünü uzun uzun anlatmak gerekir mi? Yani Canikli’nin “TCMB’nin temerrüde düşmesi” diye yaptığı yanlış tanımdan daha cesametlisi karşımızdadır: Hazine’nin ve özel sektörün daha da büyük dış borcunu dikkate alırsak ülkenin dış borç ödeme temerrüdüne düşmesi olasılığı belirmiştir. Başka deyişle, dış kaynak girişleri durur hatta yavaşlarsa bir ödemeler dengesi krizi kapıdadır. Bunun arkasında da TCMB rezervlerinin sıfırın altına düşmesi önemli bir nedendir!

Aslında bu “tartışma” baştan hatalı bir aksiyom (belit) üzerine kurulmuştur. Önce doğrusunu yazalım: Dalgalı kur rejimlerinde merkez bankalarının döviz arzı yükümlülüğü yoktur; döviz talebine karşılık vermezse temerrüde falan da düşmez. Merkez bankalarının bir döviz kuru hedefi de yoktur zaten. Kurun fiyatı piyasada belirlenir ama açık piyasa koşullarında bulunulduğundan dış piyasanın baskıları, arbitraj işlemleri, spekülatif atakları her zaman hesaba katılmak zorundadır. Merkez bankalarının rezervleri, ne kadar hacimli olursa olsun, döviz kurunun yükselmesini tek başına durdurabilmek için yetersiz kalacaktır. Dolayısıyla temel yanlış, hem faizleri hem kuru düşük tutmaya yönelerek bu rezervlerin sorumsuzca kullanılması ve tüketilmesidir. Bunu kabul etmeden hiçbir tartışma anlamlı değildir. (Bu konuda bkz. Sol Gazete’de 2021 Mart başında yayımlanan söyleşimiz ile 23 Mart ve 20 Nisan 2021 tarihli yazılarımız).

Açık ekonomi koşullarında bir çevre ülke merkez bankasının milli parayı korumasının tek yolu olarak aslında faiz aracı kalmıştır. Gerçi bu da sınırsız olarak kullanılabilecek bir araç sayılamaz: Faizleri nereye kadar arttırabilirsiniz? Ama hiç kullanmadığınızda da, milli parayı savunmanın hiçbir aracı elinizde yok demektir. Kasım 2020’de rezervler iyice negatife düşüp de artık oradan müdahale imkânı kalmadığında, Naci Ağbal ile başlatılan yüksek faiz sıçramalarının nedeni buydu. Ağbal görevden alındıktan sonra dahi faizler indirilemediyse, gene sebebi budur. Elde başka araç kalmamıştır. Ama artık o aracın etkisi de çok aşınmıştır.

İKTİDARIN/DEVLETİN TEMERRÜDE DÜŞMESİ

Ekonomisini dış kaynaklarla çevirebilen bir ülke açısından yüksek faiz hadleriyle sıcak parayı çekebilmek, ancak çaresizlik koşullarında bir “avantaj” olarak görülebilir. Ama “avantaj” sanılan bu şey, kısa zamanda dışarıya kanamanın bir düzeneğine dönüşmekte gecikmez. Öte yandan içerde de farklı konumlanmalar ortaya çıkar: Yüksek faiz oranlarıyla döviz kurları baskılanabildiği sürece, döviz cinsinden yükümlülükleri yüksek olan sermaye kesimleri açısından (altyapı müteahhidleri, enerji yatırımcıları, vs.) bir rahatlama sağlanabilir ama bu geçici olacaktır. Kaldı ki TL cinsi yükümlülükleri ağırlıklı olan, yeni borçlanma ihtiyaçları olan ve ürünlerini düşük faiz hadlerinden daha iyi pazarlayabilen (konut, dayanıklı mallar) sermaye kesimleri ise faiz hadlerinin yükselmesini istemezler. Sermayenin bütün kesimleri açısından bakıldığında da, yüksek faizler yatırımlar üzerinde caydırıcı etki yaratır. İstihdamı ve ekonomik büyümeyi de olumsuz etkiler. Bunlar, aynı zamanda Erdoğan iktidarının da kâbuslarıdır.

Şimdi borçlunun temerrüde düşmesi konusunu bir kenara bırakalım; alacaklının temerrüdü meselesi, AKP’nin biçimlendirdiği devlet yapısında asıl sorunumuzdur.

Önce ekonomiyle ilişkisi kısmen doğrudan kısmen dolaylı olarak kurulabilen alandan başlayalım: Adalet ve Kalkınma Partisi adını alan siyasal hareket, milletten oy alabilmek için ortaya atttığı vaadlerin hiçbirini yerine getirmeyerek, hatta vaadlerinin tam tersini oluşturacak bir zemin yaratarak siyasi temerrüde düşmüş durumdadır: Yasaklar, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadele sözünü vererek iktidar olmuş, ama bu 3Y tam da onun uzun iktidar döneminde patlama yapmıştır. Kendi adını oluşturan terimler dahi bir aldatmacadan ibaret kalmıştır; “adalet”, hem bağımlı hem taraflıdır; “kalkınma”, istihdam yaratmayan bir dışa bağımlılık eksenindedir ve eğitim/sağlık ve tüm kamu hizmetlerini dinci idelojinin ve piyasanın emrine veren türdendir. Vergi yükümlülüğünü yerine getiren toplumun çok büyük kesiminin iktidardan talepleri bunlar değildir. Vatandaş vergi borcunu yerine getirmekte, AKP devleti hizmet yükümlülüğünü ya hiç yerine getirmemekte ya da -kendi yakın çevresi dahil- dar bir kesimin çıkarlarına yöneltmektedir. Bu, tam bir temerrüde düşme halidir. Yanıtının öncelikle siyaseten verilmesi gerekir. Hukuki yanıt da bunu izlemelidir.

Vergi-kamu hizmeti ilişkisi bakımından geçtiğimiz yıldan itibaren daha somut ve ölçülebilir durumlar söz konusudur aslında. Ekonomik ve pandemik kriz koşullarında, bütçe ve iç borçlanma olanaklarını, TCMB kısa vadeli avanslarını geniş kitleler lehine kullanmamak, devletin topluma karşı yükümlülüklerinden kaçması anlamındadır. Bir ek bütçe çıkarma yoluna giderek varlıklı kesimleri olağanüstü bir vergilemeye tabi tutmamak, gerekirse iç borçlanmanın büyümesini göze almamak, böylece çalışamadığı için yoksun duruma düşmüş kitlelere anlamlı gelir destekleri vermemek devletin temerrüde düşmesi demektir. Oysa devleti halkın karagün dostuna dönüştürmek hem Anayasanın “sosyal devlet” ilkesinin karşılığıdır hem de topluma karşı yazılı olmayan siyasi/ahlaki yükümlülükler kapsamındadır.

Bu yükümlülüğü sadece dar sermaye çıkarları lehine kullanmak, bir sermaye iktidarının sıradan bir tercihi sorunu değildir, halka karşı işlenen bir suçtur. Bu nedenle, gelişmiş kapitalist ülkelerde, toplumun ve ekonominin baskısını hafifletmenin yolu gelir transferleri üzerinden bulunmaya çalışılmıştır. AKP iktidarı ise bu yolu yalanlarla ve baskılarla tıkayarak, sorumluluktan kaçmaya çalışmıştır. Dünyanın nüfus başına en çok Covid-19 vakası şampiyonu olan ülke, aynı zamanda dünyanın halkına en az sosyal transfer yapan ülkesi olabilmiştir. Bu sorumsuzluğun bir bedeli olmak zorundadır.

AKP iktidarının “sosyal yardımlar” olarak sınıflandırdığı harcamaların büyük bölümü İşsizlik Sigortası Fonu (İSF) üzerinden yapılmıştır. Kalan bölümü de gene bir başka fonun, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu üzerindendir. İSF›nin İşsizlik Ödenekleri, geçen yıldan itibaren uygulanan “işten çıkarma yasağı” üzerinden sınırlanırken, yerine daha düşük ödemelerle durumun kurtarılacağı Kısa Çalışma Ödeneği (KÇÖ) ve Nakdi Ücret Ödemesi (ücretsiz izin) geçirilmiştir (KÇÖ dahi Mart 2021’de bitirilecekken işveren ve işçi tepkileriyle Haziran’a uzatılmıştır). Oysa İSF, bir sosyal sigorta fonudur; işleyiş mantığı, olağan dönemde sigortalılar adına kaynak toplamak, olağanüstü dönemde kaynaklarını sigortalılar lehine harcamaktır. Buna uymak bir yükümlülüktür; uymamak ise temerrüde düşmektir. İSF’yi yöneten iktidar, bu Fonu da yükümlülüklerini yerine getiremez duruma düşürmüştür. Fon kaynaklarını Hazine’nin düşük maliyetli borçlanmasına veya sermayenin emrine tahsis etmek, üstelik emekçilerin feryat ettiği bugünlerde bile bu öncelikleri değiştirmemek, Fonun yükümlülüklerini yerine getirmekten siyasi iktidar eliyle alıkonulması anlamındadır. İşçinin fonunun gaspedilmesi sadece bu Fonun temerrüde düşürülmesi değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasi bir suç işlenmesi anlamındadır.

SONUÇ: 128 MİLYAR NASIL TARTIŞILMALI?

“128 milyar dolar nerede” tartışmasına yeniden girecek değiliz; yukarıda andığımız söyleşimizde Mart başında yeterince girmiştik. Ayrıca, CHP’nin “128 milyar dolar nerede?” kampanyası tutmuş ve halka mal olmuştur. Bu bakımdan başarısı tartışma dışıdır.

Ama şimdi, hiç olmazsa izlelenecek ekonomik politikaların içe dönük yüzünde rezerv tartışmalarını daha eleştirel bir noktada sürdürmeyi sağlayabilmek gerekiyor. Bu da, “biz gelirsek sistemin kurallarına tam uyarak, uluslararası mali sisteme güven vererek sorunu çözeriz” yaklaşımını çok aşan bir noktada olabilmelidir. Döviz rezervlerini yeniden makul düzeylere çekmek bile oldukça sancılı bir süreç olacaktır. Örneğin «makul düzeyi» net rezervleri hiç olmazsa kısa vadeli dış borçların yarısı düzeyine çıkarmak olarak tanımlarsak, bugün eksi 43 milyar dolarlık düzeyin artı 65 milyar dolar gibi bir düzeye çıkarılmasından bahsediyoruz demektir. Bu da -yeni yükümlülüklere girmeden- 100 küsur milyar dolarlık bir rezerv biriktirme zorunluluğu olarak karşımıza çıkar ki bunun oluşturulması uzun yıllar alacaktır. Mevcut iktidarın ülkeye maliyeti bu denli ağırdır; sadece 19 yıllık iktidar dönemini değil, ülkenin geleceğini de bağlamıştır.

Milli para şu an itibariyle döviz rezervlerinin eksiye düşmesi nedeniyle savunmasızdır. Salt faiz silahı üzerinden TL’ye istikrar ve güven kazandırmak artık zordur; üstelik düşük faiz saplantısı gündemden kalkmış değildir. Aşınan güven, AKP’nin yerini alabilecek siyasi iktidar alternatifi bakımından “uluslararası mali sisteme sadakat” üzerinden kısa vadede sağlansa bile, bunun orta/uzun vadede sürdürülebilirliği olmayacaktır. Ya AKP’nin yaptığı gibi ekonominin ve dış politikanın dışa bağımlılığını pekiştirmek ve ülke varlıklarını gözükara pazarlamak üzerinden yeni mali olanaklar yaratılmaya çalışılacak, ya da Türkiye’nin uluslararası mali/ekonomik angajmanları gözden geçirilecektir. Türkiye aslında bu kavşak noktasına gelmiştir; başka deyişle bu ikinci yola ergeç mecbur kalacaktır. Bütün mesele, mecbur kalmadan ve bir siyasi meydan okuma olarak buna girişebilmektir.

Oğuz Oyan / BİRGÜN

Tarih aynasında vesayet kavgaları ve korku toplumu - Taner Timur / BİRGÜN


Çoğu esnaflık yapan yeniçeriler bir “burjuvazi” potansiyeli taşıyor, Bektaşi geleneğiyle de hoşgörü ve inanç özgürlüğünü temsil ediyordu. Tüm “kazan kaldırmaları” da özünde; zulüm, pahalılık ve yoksulluğa karşı oldu. “Lale Devri”nin halkı ezen israfına isyan eden Patrona Halil de Nizam-ı Cedid’in “İrad-ı Cedid” yağmasına başkaldıran Kabakçı Mustafa da halk çocuklarıydı ve halktan büyük destek gördüler.

Son haftalarda yaşanan “Bildiri” fırtınasının altında ne gibi dürtüler yatıyor? Montrö kaygıları mı? Darbe tehditleri mi? Yoksa emekli amiral “zevzekliği” mi?

Bence hiçbiri! Sanırım gerçek nedenleri daha derinlerde, tarihin tozlu sayfalarında aramamız gerekiyor. En azından ben öyle düşündüm: “suçlu” arayışına tarih aynasında katılayım dedim ve yeniçeri isyanlarına kadar uzandım. Arama kılavuzum da “ayaklanma”, “darbe” ve “komplo” korkuları oldu ve ortaya aşağıdaki öykü çıktı.

♦♦♦

Osmanlı toplumu gaza ve fetihlerle kurulmuş, fakat fetih devri bittikten sonra bir yönüyle “korku” toplumuna dönüşmüştü. Artık sadece “kullar” değil, yöneticiler de korku içindeydi ve genç bir sultanın katli de (1622) bu korkulara tuz biber ekti. Artık saltanata en büyük tehdit Yeniçeri Ocağı’ndan geliyordu ve bu tehlikeyi önlemek için de orduyu bölücü tahriklerde sakınca yoktu. O kadar ki bir vezir, Genç Osman’ın katlini izleyen yıllarda, “Yeniçerilerle sipahiler birbirleriyle öldüresiye boğuşmadıkça bize emniyet yoktur” diyebilmiş ve bir adamını da sipahi kılığına sokarak ona bir yeniçeri öldürtmüştü! (Naima Tarihi)

Oysa ayaklanmalar bitmedi ve Saray’da “yeniçeri kırımı” fikri de bu koşullarda filizlendi.

♦♦♦

Söylentilerin II. Osman’a atfettiği “kırım” niyeti, genç sultanın katlinden iki yüzyıl sonra II. Mahmut tarafından gerçekleştirildi. Eski bir yeniçeri ağası, 1826 yılında, yeniçerileri ayaklanmaya kışkırtmış, tuzağa düşüp isyana kalkışanlar da topa tutularak katledilmişti. Kumpas başarılı olmuştu ve “zafer”in övgüsünü yapan vakanüvis Mehmed Esad Efendi de, “Üssi Zafer”inde kırımı hazırlayan cuntanın nasıl yüksek mevkilerle ve parayla ödüllendirildiğini anlattı.

Osmanlı Devleti’nde Batı Avrupa’dakine benzer bir demokrasi kavgası olmamıştır. Çünkü toplumda buna zemin oluşturacak sınıfsal doku yoktu. Batı’da özgürlük savaşı sosyal sınıfları temsil eden kuruluşlarla yürütüldü ve hegemonya kuran burjuvaziler tarafından da son şeklini aldı. Bugün de batılı demokrasiler, “burjuva demokrasisi” sınırlarını aşmış değiller.

Aslında Osmanlı toplumunda da bu potansiyeli taşıyan kurumlar vardı ve bunların başında da Yeniçeri Ocağı geliyordu. Çeşitli gözlemcilerin -bu arada Voltaire’in- bu kurumu Fransa’da 1789 Devrimini başlatan Genel Meclis’e (Etats-Généraux) benzetmesi boşuna değildir. Daha sonra da Namık Kemal, Hürriyet’te, her yeniçeri ocağının “bir silahlı meclis-i şurayı ümmet hükmünde” olduğunu yazacaktır. (14 Eylül 1868)

Gerçekten de çoğu esnaflık yapan yeniçeriler bir “burjuvazi” potansiyeli taşıyor, Bektaşi geleneğiyle de hoşgörü ve inanç özgürlüğünü temsil ediyordu. Tüm “kazan kaldırmaları” da özünde; zulüm, pahalılık ve yoksulluğa karşı oldu. “Lale Devri”nin halkı ezen israfına isyan eden Patrona Halil de Nizam-ı Cedid’in “İrad-ı Cedid” yağmasına başkaldıran Kabakçı Mustafa da halk çocuklarıydı ve halktan büyük destek gördüler. Oysa dalkavuk Osmanlı vakanüvisleri bunları fitneci ve yağmacı sürüler olarak sunuyordu. Üstelik bunu yaparken halkı isyana sevk eden nedenleri açıklamakta da bir sakınca görmüyorlardı. Örneğin; Cevdet Paşa, bir yandan isyancıları aşağılarken, öte yandan da Nizam-ı Cedid için konulan İrad-ı Cedid hakkında şunları yazmıştı: “Sanki -İrad vergisi- bu adamların (yöneticilerin) keseleri için konmuştu; yalnız kendileri de değil, uşakları, hademeleri bile sefihane yaşıyorlardı. Servet, sefahat yoluna dökülünce hayat pahalılaştı, geçim güçleşti, şikâyet sesleri yükseldi.” Bu sözleri yüz yıl kadar sonra da “popüler tarihçi” Reşat Ekrem Koçu alıntılıyor, fakat o da ayaklananları “şehir eşkıyası, hezele ve hayta güruhu” diye nitelemekten kendini alamıyordu.

Oysa Patrona da Kabakçı da başlangıçta tüm nimetleri reddetmiş, sadece halkın çıkarlarını düşünmüşlerdi. Yeni bir düzen vizyonları yoktu; fakat zulüm ile haksızlığın ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bilmedikleri şey, muktedirlerin “böl ve yönet” oyunlarıydı ve sonunda da bu oyunlara yenilerek katledildiler.

♦♦♦

Kuşkusuz yeniçeri ocağı kuruluş hedefinden uzaklaşmış, kötü yönetimler orduyu da bozmuştu. Ne var ki onu yozlaşmakla suçlayan oligarklar, aslında çok daha vahim bir yozlaşma içindeydi. Bu koşullarda bir devir sona eriyor, ülkenin sermaye birikimi ve “uluslaşma” ufku daralıyordu. Nitekim kırımdan yedi yıl sonra (1833) Sultan Mahmut, valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa karşısında acze düşerek Rus Çarı’ndan yardım dilenecek, sonra da Reşit Paşa, İngiltere ile Lord Palmerston’u bile şaşırtan ödünlerle bir Ticaret Anlaşması (1838) imzalayacaktır.

♦♦♦

Peki, Yeniçeriler ve onlarla beraber Bektaşiler yok edildiler de devlette sultan ve yöneticilerin “korku”ları ortadan kalktı mı?

Elbette kalkmadı!

Çünkü “korku”ya yol açan keyfi yönetim ortadan kalkmamıştı; zulüm ortadan kalkmamıştı, rüşvet de ortadan kalkmamıştı! Bütün bu nedenlerle korku da kalkmadı. Sadece “korkulan şey” değişmişti. Artık askerî ayaklanmalardan değil, “darbe” ve “suikast”lardan korkuluyordu.

Aslında korkmakta da haklıydılar. “Can ve mal güvenliği”ni ilan eden Ferman (1839) Gülhane’de okunalı henüz yirmi yıl olmuştu ki bir avuç “fedai” gizli bir örgüt kuruyor ve Saray’ı basarak sultanı devirme hazırlıklarına başlıyordu. Bir ihbar üzerine yakalanıp Kuleli’ye tıkıldılar. (1859) Fakat asıl amaçları da bir türlü anlaşılamadı. “Kuleli Olayı”nı izleyen yıllarda da “Yeni Osmanlı” gençler, bir “gizli örgüt” kuruyor (1865) ve aralarına bazı güçlü paşaları da katarak Sultan’a bir “muhtıra” vermeyi kararlaştırıyorlardı. Onların amacı belliydi. “Meşrutiyet” istiyorlardı ve buna direniş halinde de “muhtıra”yı zorla kabul ettireceklerdi. Hatta M. C. Kuntay’a göre, örgüt lideri Mehmed Efendi, “Ali Paşa’yı öldürtmek için fedailer” bile bulmuştu. (Namık Kemal, 1944, s. 246) Yıllar sonra da içlerinden en ateşlisi Ali Suavi; yanına aldığı fedailerle Saray’ı basacak (1878) ve -hayatına mâl olan koşullarda- müstebit Sultan Abdülhamit’i tahttan indirmeye çalışacaktı.

Kavga böylesine sertti ve kendi içinde de birbirinden korkar hale gelen yönetici zümre bir takım “hizip” ve “cunta”lar oluşturmaya başladı. Sultan Aziz bu koşullarda bir saray darbesiyle tahttan indirildi ve birkaç gün sonra da yatağında ölü olarak bulundu. İş bununla da bitmemiş, birkaç gün sonra da darbeci lider Serasker Hüseyin Avni Paşa, bir suikastla hayata veda etmişti.

♦♦♦

İnfaz ya da intihar, Abdülaziz’in ölümü Osmanlı tarihinde yeni bir “korku” dönemi başlattı ve Sultan Hamit “istibdat”ını bu korku üzerine kurdu. Dahası, oluşturduğu “hafiye ordusu”yla bu korkuyu kolektif bir hastalığa dönüştürdü. Müstebit Sultan’ın korku ve evhamının en büyük kurbanı da bu ülkeye ilk anayasayı getiren Mithat Paşa olacaktı.

Abdülhamit istibdadı otuz üç yıl sürdü. Korku giderek artıyor, fakat zulme direniş de devam ediyordu. Artık “Prens”ler bile yurt dışına kaçmaya başlamıştı. Ve sonunda günü geldi, müstebit Sultan’a, “Mülk”ünü korumak için hizmetine aldığı Alman subayların öğrencileri “dur!” dediler. Dağa çıkan Enver’lerin, Niyazi’lerin “meşrutiyet!” çığlığı, Saray’da “muhtıra” sayılmış ve gereği yapılmıştı.

♦♦♦

Ne var ki “Hürriyetin İlanı” da (1908) uzun süreli olamadı ve bu mutlu parantez yine zorbalıklar içinde sona erdi. Babıâli baskını, sopalı seçimler, vurulan gazeteciler ve arkadan da Alman generallerin komutasında sömürge ordularıyla savaş! Altı yüzyıllık Osmanlı çınarı işte böyle yüz kızartıcı koşullar içinde tarihe karıştı.

Sonra? Sonra yeniden savaş! Ve bu kez yabancı subaylar komutasında değil, “Kuvayı Milliye” müfrezeleriyle “kurtuluş” ve “yeniden kuruluş” savaşı! Ülke böyle kurtuldu; laik cumhuriyet böyle kuruldu.

♦♦♦

Peki, bu “yeniden kuruluş”, “demokratik” yöntemlerle mi oldu?

Hayır, öyle olmadı. Tarihte hiçbir devrim seçimle ve oy hesabıyla yapılmamıştır; bizde de öyle olmadı. Savaş, meclis denetimi altında Mustafa Kemal Paşa’nın vizyoner önderliği ile yürütülmüş, fakat sıra kokuşmuş saltanatın kaldırılmasına gelince hacı hoca takımı meclis komisyonunda şer’i spekülasyonlara dalmıştı. İşte, Mustafa Kemal Paşa tam da bu koşullarda, bir sıranın üstüne çıkıyor ve “Hâkimiyet ve saltanat, diyordu, hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere ile münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.”

Mesaj alınmıştı; Cumhuriyet de bu espriyle ilan edildi; başka türlü de olamazdı.

Tek parti rejimi, elbette ki “demokratik” bir rejim değildi ve Kemalist dönemde eleştirilecek birçok şey de vardı. Zaten eleştirildiler de. Oysa terazinin öbür kefesi çok daha ağır basıyordu ve bu sayede Türkiye, bir iki nesil içinde İslam dünyasına örnek gösterilen bir düzeye ulaştı. Bunu sağlayan en cesur hamlelerden biri de daha 1860’larda Osmanlılarda tartışma konusu olan “Kod Sivil” (Medeni Kanun) oldu. 1927’de reel toplumun ilerisinde olan bu yasa, din-mezhep ve kadın-erkek eşitliğine dayanan bir “ulus” inşasına hem temel, hem de dürtü teşkil edecekti.

♦♦♦

Evet, tek partili dönem “demokrat” olamadı. O koşullar yoktu ama çok partili hayatla birlikte bu ülkeye “demokrasi” geldi mi? Hayır, o da olmadı. Üstelik “çok partili hayat”a geçiş koşulları da çok geçmeden “darbeci” ve “vesayetçi” geleneklerin yeniden canlanmasına yol açtı.

Türkiye’de “demokrasi” bir halk hareketiyle değil, dış dürtülerle ve Milli Şef’in dört eski CHP vekili ile yaptığı pazarlıkla kuruldu. Nasıl AKP, kurulurken “takiyye” ile suçlandıysa, o yıllarda da Demokrat Parti “muvazaa” (danışıklı döğüş) ile suçlanıyordu. Böyle başlayan bir “demokrasi” de kısa sürede Osmanlı hizipçiliğine sürüklenmeye mahkûmdu. Ne yazık ki öyle de oldu ve arkadan da darbeler geldi. 27 Mayıs’a giden günlerde dillerde en çok dolaşan sözlerden biri Menderes’in “Ben bu orduyu yedek subaylarla da yönetirim!” sözleriydi. Orduda “cunta”lar oluşuyor, “darbe” ve “komplo” korkularının egemen olduğu “Osmanlı” geleneği tekrar canlanıyordu.

Askerlerle sivil yöneticiler arasında “tehlikeli ilişkiler”in oluştuğu bu oyunun en mahir oyuncusu Süleyman Demirel oldu. Mizahi espriden de yoksun olmayan Süleyman Bey, bu becerisinin “sırrını” bir gazeteciye 679 rakamıyla açıklamış ve “6 kez gittim; 7 kez geldim; 9. Cumhurbaşkanı oldum!” demişti. Mühendisler devri açılmıştı; Süleyman Bey’i de siyasi kariyerini 12 Eylül darbesi üzerine kuran Turgut Özal izledi. Ne var ki darbe ve komplocu geleneği hortlamıştı; o da “veto”lardan, suikast girişimlerinden masun kalmadı ve sonunda da, “Anayasa bir kez delinmekle bir şey olmaz!” diyen bu ultra-liberal başkan, arkasında “öldü mü, öldürüldü mü?” tartışmaları bırakarak hayata veda etti.

AKP, bu ortamda, “gömlek değiştirdik” iddiasıyla iktidara geldiği zaman tüm koşullar lehineydi. Ortada istikrara kavuşmuş bir ekonomi vardı ve “küreselleşen” sermaye, kalkınmakta olan ülkelere doğru akıyordu. İçeride de istikrarsız koalisyonlardan bıkmış usanmış “banker”ler, “holdingler” ve “müteahhit”ler artık baş başa konuşacakları bir “tek adam iktidarı” özlemi içindeydiler. Bu misyonu Tayyip Bey pekâlâ yüklenebilirdi. İslamcılar arkasındaydı; Gülenciler arkasındaydı; liberaller arkasındaydı; AB arkasındaydı. Bu koşullarda Demirel’in de, Özal’ın da yapamadığını yapabilir, “vesayet”e son verebilirdi. “Böl ve yönet” politikası bu koşullarda tekrar yürürlüğe girdi; “dalga dalga” davalar bu hırsla açılmaya başlandı; kin ve nefret tohumları bu ortamda etrafa saçıldı.

Peki, sonra ne oldu?

Olanları herkes biliyor; nefret nefreti körükledi, eski hastalıklar nüksetti ve “vesayet bitti” derken, bu ülke, tarihinin en kanlı darbe girişimine tanık oldu.

♦♦♦

On bir yıl önce, Ergenekon davaları ve tutuklamalar hızla sürerken, bir söyleşide “vesayet”le ilgili soruya şu yanıtı vermiştim: “Çelişkilerle dolu bir dönemden geçiyoruz. Bir yandan neredeyse herkes ‘Artık bitti; bir devir kapandı; bu ülkede bir daha darbe olmaz’ diyor, fakat öte yandan da üç yıldan beri devamlı olarak darbeler konuşuluyor (...) Bakınız daha bir ay önce bir referandum yaşadık. Başbakan on binlere hitap ederken, sık sık yanında hep bir ‘beyaz gömlek’ taşıdığını, ölümden korkmadığını söylüyordu. Demokratik kuralları garanti altında bir rejimin başbakanı hiç böyle konuşur mu? Başbakanımız birilerinden mi korkuyor, yoksa birilerini korkutmak mı istiyor?” (Minerva, Eylül, 2010) İşte emekli amirallerin “bildirisi” tartışılırken o günleri anımsadım ve yoksa on yıl öncesine mi döndük, değişen fazla bir şey yok mu? diye düşündüm.

İlginçtir “Bildiri Krizi”nde Erdoğan, bir yandan TSK’ye “genelkurmay başkanından erine kadar, sevgi, saygı ve şükranlarını” sunar ve (Meclis gurubunda) uzun uzun alkışlanırken, öte yandan da -tuhaf bir şekilde- “Askerin muvazzafı, emeklisi olmaz” diyor ve “bildirici” amiralleri suçluyordu. Güzel de eğer gerçekten “askerin muvazzafı, emeklisi olmaz” ise emekli amirallere yapılan zulmün (gözaltılar, evlere baskın, elektronik kelepçe vb.) tüm TSK‘de ne gibi duygulara yol açacağı da hesaplanmış mıydı?

Aslında doğru olan, ordunun ne övgü ne de yergi konusu olması dahası siyaset meydanında hiç konuşulmamasıdır. Bu da ancak hukukun ve adaletin hâkim olduğu bir düzende mümkün olabilir ve her türlü “vesayet”ten kurtulmanın yolu da budur. Bu gerçekleşmedikçe siyasi hayatımız “korkma ve korkutma” oyunlarına sahne olmaya devam edecek ve kaybeden de tüm Türkiye olacaktır.

Taner Timur / BİRGÜN


 

Nisan ayı: Meclisin ölümü, meclisin doğumu - BARIŞ ZEREN / SOL


1921’de devrim hangi yoldan ülkeyi ileriye taşıdıysa, 2021’de karşı-devrim de o yoldan ülkeyi geriye götürüyor.

Birinci Meclis’in açıldığı 23 Nisan’ı Ulusal Egemenlik Bayramı olarak kutluyoruz ama, Nisan ayı parlamento tarihimiz açısından pek uğurlu bir ay sayılmaz. Aynı meclisin üç yıl sonra, yine bir Nisan ayında dağıtılmasını kastetmiyorum yalnızca. Ondan önce, Nisan 1909’da Osmanlı Meclisi’nin 31 Mart “irticasınca” teslim alınmasını da saymalı. İçinde yaşadığımız, yirmi yıllık uzun 31 Mart’ta parlamenter rejimin resmi sonunun Nisan 2017’ye denk gelmesini de eklemeli. Ve tabii, 2021 Nisan başında, Meclis’te “güvenlik soruşturması kanun teklifi” oylamasını beğenmeyen iktidarın, bütün hukuku çiğneyerek yeni bir oylamayla kanunu geçirmesini de simgesel bir yere koymalı. Bu son olayı, zaten denetim ve yasama otoritesi budanarak süse çevrilmiş TBMM’nin artık düpedüz tahkir edilmesi saymakta sakınca yok.

Ama belki en az bunun kadar büyük talihsizlik, Meclis muhalefetinin 23 Nisan’ı Atatürk’ün meclise verdiği önceliğin örneği sayması, “meclisimize sıkı sıkı sarılmalıyız” mesajlarıyla geçiştirmesi. Oysa, Anayasası rafa kalkmış, parlamentosu budanmış, istibdat altında ezilen, üstelik her gün olağanüstü koşullara sürüklenen bir ülkede, samimi bir yurtseverin, “hakimiyet-i milliyenin” nasıl kurulduğunu daha ciddi tartışması gerekmez mi? Tersine, siyasette İslamcı talanına nasıl kapı açtılarsa, sığlıklarıyla tarihte de Beştepe tarihçilerinin keyfi istilalarına sahayı alabildiğine açmış durumdalar: Atatürk Vahdettin’in memuru, Ankara Meclisi de İstanbul’un devamı yapılmaya başlandı bile.

Öyleyse, nostaljik değil, gerçek bir 23 Nisan çerçevesi çizmek bugün özellikle önemli. Bu yazıyı da bir başlangıç sayıp bir gerçeği en duru haliyle ortaya koymak istiyorum: 23 Nisan esprisi milli egemenlik fikrinin meclisi ele geçirme tarihinde bir ilk aşama olmasıdır. Yoksa meclisin kendi başına ulusal egemenliği cisimleştiren bir organ olmadığını, bizzat Birinci Meclis’in tarihi göstermiştir. Dahası, ulusal egemenlik meclis uzlaşmalarında değil, meclis bozarak doğmuştur.

1920 Meclisi’nin iki kaynağı

Çalkantılı yaşamı, Mustafa Kemal Atatürk’e Birinci Meclis öncesinde iki model sunmuştur: Birincisi, 31 Mart Ayaklanması’ndadır. 13 Nisan 1909’da bir kısım asker önderliğinde patlak veren anayasa karşıtı ayaklanma İstanbul’da Osmanlı Meclisi’ni esir almış, mebuslar “irticaya” yani gericiliğe rest çekmek yerine onu teskin etmeye girişmiş, böylelikle büyük umutlarla yeni doğan Meclis-i Mebusan’ı karşı devrimcilere teslim etmişlerdi.

İsyancıların elindeki İstanbul’u terk edebilen mebuslar, Yeşilköy’de bir Meclis-i Milli kurdular ve irtica elindeki meclisten ayrı bir iktidar odağı ilan ettiler; bu bir olağanüstü meclisti, anayasada yeri yoktu, tıpkı bir gönüllüler ordusu olan Hareket Ordusu’nun da yeri olmadığı gibi. Ordu Meclis-i Milli’yle buluştu, İstanbul’u karşı devrimcilerden temizledi ve istibdadını yeniden kurmak için 31 Mart’ı bir fırsat olarak gören Abdülhamid’i tahttan indirdi. Mustafa Kemal, Abdülhamid’i tahttan indiren bu ordunun subayı, hatta kendi iddiasına göre isim babasıdır.

1909’da Meclis-i Milli imzasıyla, saltanatın meclis üzerindeki sultası kaldırıldı. Sultan Abdülhamid’i indiren, halifenin halk iradesi üstünde olamayacağı mealindeki fetva Osmanlı’da bir tür “anayasal deklarasyon” bile sayıldı. Hakimiyet-i Milliye tecelli etmişti, ama kararlı ve şiddetli bir seferberlikle. Bir Rousseau meraklısı olan Mustafa Kemal, “hakimiyet-i milliyenin” yani, ulusal egemenliğin parlamenter oyunlarla kurulamayacağını somut olarak yaşamıştı.

İkinci model, Cihan Harbi sonunda, Rusya’da “sovyet” adıyla hızla yayılmaya, sınırlar ötesinde etkiler gösteren yeni bir meclis tipidir. Sovyetlerin özelliği, temsili demokrasi, kuvvetler ayrımı gibi liberal öncüllerden farklı olarak, halkın doğrudan yönetime katılması ve hükümet erklerini, yasamayı olduğu kadar yürütmeyi –ve hatta yer yer yargıyı– bünyesinde birleştirmesiydi. Bunun doğurduğu toplumsal enerji, savaş yıkımından bitap Anadolu coğrafyasında bile göze çarpmaktadır. Anadolu’da benzer bir çerçeveyle “Sovyet”, Türkçesiyle “şûra” ya da kongre iktidarlarından milli olanlarının sayısı Cihan Harbi’nin hemen ertesinde 30’u buluyordu. Doğan Avcıoğlu’nun Rasih Nuri İleri’den aktardığına göre, bir “Türk Şûralar Cumhuriyeti Anayasası” bile resmi olarak bastırıldı. Mustafa Kemal, Temmuz 1919’da Mazhar Müfit Bey’e bir “milli sır” fısıldayıp “zaferden sonra hükümet biçimi cumhuriyet olacaktır” dediyse, bunun dayanağı coğrafyaları aşan bu cumhuriyet tomurcuklarıydı.

Bu damarın Birinci Meclis’i iki yoldan belirlediği söylenebilir. Birincisi, kuvvetler ayrılığına dayalı liberal parlamentarizmden kopan somut bir devrimci meclis modeli teşkil etti, Birinci Meclis kimi kez “sovyetik” olmakla suçlandı. İkincisi, Mustafa Kemal’in siyasetine “halkçılık programı” olarak girdi. Sol eğilimli Halk Zümresi’nden devraldığı “halkçılık” siyasetiyle Mustafa Kemal, yeni bir politik güç kurmaya başladı. Bu program –muhafazakârların itirazlarıyla törpülenmiş olarak– 1921 Anayasası’nın temelini oluşturdu. Eklemek gerekir; bütün bu bağlam içinde, Zafer Toprak’ın sözleriyle, “Kuvvetler ayrılığı hiçbir zaman Atatürk’ün gündeminde olmadı.”

1920 Meclisi: Bir Meclis’ten kopuş

İşte bu yüzden, son dönemde Beştepe’ye bağlı tarihçilerin Ankara Meclisi’ni İstanbul Meclisi’nin devamı olarak sunmaları, cumhuriyet mücadelesini örtme hedefli, göz göre göre yapılan bir çarpıtmadır.

Zaten Padişah Vahdettin sultası altına girmiş Osmanlı Meclisi’nin 16 Mart 1920’de İngilizlerce dağıtılması, yaklaşık bir yıldır hazırlığı yapılan yeni bir “Meclis-i Milli” ilanı için fırsat oldu. Mustafa Kemal, Ankara Meclisi’nin Osmanlı sisteminden, mevcut Osmanlı Anayasası’ndan ve İstanbul Meclisi’nden bir kopuş olmasını istiyordu. Yeni meclisin bir Meclis-i Müessisan, yani Kurucu Meclis olarak toplanmasını tasarladı. Nutuk’ta söylediği üzere, “Maksadım da toplanacak meclisin ‘Rejim’ değiştirmek salâhiyetiyle ilk anda mücehhez [donanmış] bulunmasını temin etmek idi.” Kurucu meclis o denli radikal bir talepti ki, daha 1908 Devrimi’ni hazırlarken İttihatçılar bile böyle bir adlandırmaya cesaret edememişlerdi.

Kazım Karabekir başta olmak üzere, bu adlandırmaya itirazlar yükselince Mustafa Kemal kapıdan kovulanı bacadan soktu: 1920 Meclisi’ni “olağanüstü yetkilerle kurulan” bir yeni meclis olarak topladı, 1909’daki gibi. Zekice bir mantık oyunu: Olağanüstü olduğu için kendi iradesi üstünde hiçbir irade tanımaması gereken “reissiz” bir meclis hükümeti, resmen değilse de fiilen padişah egemenliğini aşabilecek bir kurucu irade olabilirdi.

Sonuçta ortaya çıkan tablo şuydu: Altmış altı seçim bölgesinden 300’den fazla milletvekili. Ağırlıkla yeni mecliste seçilenler, sonra İstanbul’dan gelen mebuslar ve Malta sürgününden gelen kadrolar. Aşiret reisleri, tüccarlar, şeyhler, asker-sivil bürokratlar, serbest meslek sahipleri. Buna Anadolu’nun sosyal yapısını temsil eden bir bileşim denebilirdi, savaşın ağırlığını omuzlayan işçiler ve yoksul köylü kitleleri temsil edilmiş olsaydı.

Bu noktadan sonra “kurtuluşun trajedisi” diyebileceğimiz olgu kendini gösterdi. Mustafa Kemal bir devrim yapmayı düşünüyordu, ama devrimi ileriye götürebilecek halk sınıflarından çekinerek ve sırtında azımsanmayacak bir muhafazakâr yük taşıyarak. Kazım Karabekir dahil, Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesinde yer alan pek çok önemli kadro, kurucu meclis fikrinden başlayarak Mustafa Kemal’e karşı adım adım seslerini yükselttiler. Osmanlı’yı Turan’da diriltme umudunu koruyan ittihatçılar, liberaller ve İslamcılardan oluşan dağınık bir cephe, Mustafa Kemal’le aynı yolu yürümeyeceğini 1920 Meclisi süresince gösterdi. Taha Akyol, dağınık Mustafa Kemal muhaliflerini kısaca “liberal-muhafazakâr” olarak tanımlarken hem siyasi atalarını doğru tespit ediyor hem bize kolaylık sağlıyor.

İki Hakimiyet-i Milliye

Bu kompozisyonun yaşadığı tartışmaları burada ayrıntılandırmak imkânsız. Nisan 1920’den itibaren Kurtuluş Savaşı boyunca öyle yakıcı gündemler ortaya çıkmıştır ki, saflar yeniden kurulmuş, argümanlar hayli el değiştirmiştir. Ama Birinci Meclis’in tutanaklarını gizli oturumlarıyla birlikte incelemiş olan Ömür Sezgin, “inkılapçı” ve “muhafazakâr” iki kutbun arasındaki ayrımların Hakimiyet-i Milliye anlayışlarında özetlendiğini ortaya koymaktadır. Buna göre, “Mustafa Kemal ve taraftarları nazarında, Hakimiyet-i Milliye, öngördükleri ‘yeni’ iktidarın hukuksal dayanağıdır, ‘muhafazakârlar’ için ise Hilafet ve Saltanat makamının korunmasının garantisidir. Bu iki farklı görüş TBMM’nde değişik konularında, değişik biçimlerde ortaya çıkmış, fiili gruplaşmalara yol açmıştır.”

Gerçekten de, 1920 Meclisi, “milli hakimiyet” kavramının çok farklı politik sonuçlara çekilebildiğini kanıtlayan bir deneyim oldu. Mustafa Kemal’in başını çektiği cumhuriyetçiliğe (tam halk egemenliği savunuculuğuna) karşı, siyasal kültür olarak 1908 meşrutiyetinin ufkunu (saltanata alan açan bir liberal-muhafazakâr parlamentarizmi) sürdüren muhalefet de bunu Hakimiyet-i Milliye olarak sunuyordu. Ama başkomutanlık unvanı, saltanatın kaldırılması, o vesileyle hilafetin geleceği, ayrıca uluslararası görüşmelerde temsil gibi rejimi belirleyecek kritik gündemlerde retorik muğlaklıklar dağıldı, inkılapçılık ile muhalifleri arasındaki ayrımlar netleşti. “Reissiz” meclisin kurucusu Mustafa Kemal giderek şahsi otorite kurmakla eleştirildi, meclis otoritesini çiğnemekle suçlandı.

Belirtmek gerekir: Bu suçlamaları bütünüyle yersiz sayamayız. Zira Mustafa Kemal’in Meclis’e liberal-muhafazakâr koalisyon kadar bel bağlamadığını gelişmeler kanıtlayacaktı. Anadolu’nun muhafazakâr sosyal sınıflarını yansıtan 1920 Meclisi, Mustafa Kemal’e bir tür ayak bağı olmaya başlamıştı. Mustafa Kemal’in deyimiyle “inkılap hukuku” meclis hukukunu aşmalıydı. Nihayet, Mart 1922’de Mustafa Kemal, artık bu meclisle devam edilemeyeceğini, meclisi feshetmek gerektiğini İsmet İnönü’ye açıyordu. Ona göre bir meclis daha ömrünün sonuna gelmişti ve 1920 Meclisi, Nutuk’taki ifadeyle, “kendinde beliren hastalığı kabul ettiğini” gösterdikten sonra, kuruluşundan üç yıl sonra, Nisan 1923’te defnedildi.

Ulusal egemenlik fikri, Birinci Meclis’te doğmadı. Tersine, “kayıtsız şartsız Hakimiyet-i Milliye” fikri Birinci Meclis’te ilk gün içeri giren mebusları karşıladı. Çünkü daha önce, cumhuriyet liderlerinin kafasında, ama daha önemlisi, Osmanlı ve dünya tarihindeki deneyimlerle kurulmuştu. Bunu Birinci Meclis’te benimsetmeye çalışan da bu a priori iradedir, meclis bunu yürütemez hale gelince onu terk eden de.

1921’de devrim hangi yoldan ülkeyi ileriye taşıdıysa, 2021’de karşı-devrim de o yoldan ülkeyi geriye götürüyor. Bu kez meclis hukuku karşı-inkılapla ortadan kaldırıldı. Saltanat-Hilafet heveslisi bir Cumhur İttifakı ile parlamentoda keramet arayan liberal-muhafazakâr bir Millet İttifakı’nın kısırlaştırdığı Türkiye’de yeni bir doğum vaktidir.

BARIŞ ZEREN / SOL