3 Mayıs 2021 Pazartesi

AKP derin devletinin karışık işleri: Peker'in açıklamalarının arka planı - SOL

Yurtdışına kaçtığı bilindiği halde evi basıldı, adamları tutuklandı. Peker’in bunlara yanıtı Ağar’ı ve Pelikancılar’ı işaret etmek oldu. İşte AKP eksenli paylaşım savaşının arkasında yatanlar... 

İstanbul polisi bir sabah aniden Sedat Peker çetesine karşı büyük bir operasyon başlattı. Peker’in yurtdışına kaçtığı bilindiği halde evi basıldı, operasyonun hiddeti bilinçli bir şekilde sergilendi. Peker’in bunlara yanıtı Ağar’ı ve Pelikancılar’ı işaret etmek oldu. İşte AKP eksenli paylaşım savaşının arkasında yatanlar….

Organize suç örgütü lideri Sedat Peker, adamlarına yönelik polis operasyonlarının ardından YouTube'dan bir video yayımladı ve kendisine yapılan operasyonun arkasında AKP “derin devletinin başı” Mehmet Ağar ve Pelikancılar'ın olduğunu söyledi. Peker daha önce de "Berat Albayrak beni yok etmek istiyor" demişti. Bu iddialar rastgele yapılmış değil. AKP içinde “Pelikancılar” diye ünlenen yapılanmanın merkezinde Berat Albayrak ile ağabeyi Serhat Albayrak'ın olduğu iddia ediliyordu.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele Şubesi ekipleri, 9 Nisan'da Sedat Peker ve adamlarına yönelik İstanbul merkezli 5 ilde operasyon düzenlemiş, Peker'in eşi ve çocuklarının yaşadığı İstanbul'daki evinde ve aracında da arama yapıldığı açıklanmıştı.

Peker yayınladığı videoda birçok yeni iddia ileri sürdü. En dikkat çekici olan da eski polis şefi ve bakan Mehmet Ağar’la ilgili. "Yılların kurdu" dediği Ağar’ın kendisine yönelik operasyonda izini saklamak istemediğini, bunu da kendisine görev verenleri mutlu etmek için yaptığını söylüyor. Kendisine yönelik operasyonun bir ucunda Azeri girişimci Mübariz Mansimov’un mallarının yağmalanması var. Mansimov, Tayyip Erdoğan’ın isteğiyle 2007’de Türk vatandaşı olmuş, Türkiye’de pek çok yatırımlar yapmıştı. Bu yatırımlar arasında Bilal Erdoğan’ın gemiciklerinin kiralanması da vardı. Peker’in açıklamalarına göre AKP içinde örgütlü Ağar ve Pelikancılar AKP eliyle palazlanan Mansimov’u “Fetöcü”diye içeri attılar ve bu yolla korkutarak Bodrum'daki milyar dolarlık yerine el koydular.

Yalıkavak'ta çekilen fotoğraf



Peker’in sözünü ettiği Bodrum Yalıkavak Turizm ve Yat Limanı Yatırımları’nın satışı da çok tartışılmıştı. Yat limanının sahibi Mansimov, marinadaki hisselerinin bir bölümünü 2016 yılında satmış veya satmak zorunda kalmıştı. Aradan bir yıl geçtikten sonra Mansimov, otel ve marinanın değerinin altında hatalı biçimde devrinin gerçekleştirildiği iddiasıyla Palmarina Holding ve RSR Holding’e dava açmıştı. İddialara göre, hisseleri satın alan isimler SOCAR’la bağlantılıydı. Bodrum Yalıkavak Turizm ve Yat Limanı Yatırımları’na 2014 yılında eski içişleri bakanı Mehmet Ağar’ın oğlu AKP’li vekil Zülfü Tolga Ağar şube müdürü olarak atanmıştı.

Geçen yıl sosyal medyada Emekli Korgeneral Engin Alan, emekli Albay Korkut Eken, organize suç örgütü liderliğinden hüküm giymiş Alaattin Çakıcı ve eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın Bodrum'da bir araya geldiğine dair fotoğraf paylaşılmıştı. O fotoğraf Bodrum Yalıkavak Marina'da çekilmişti.

Kavganın arkasında yatan eski hesaplar

Peker’in yurtdışına kaçışıyla sonuçlanan bu kavgalar 1980’li yıllarda Emniyet ve MİT içerisindeki “derin” kavgalara dayanıyor. Polis Şefi Şükrü Balcı MİT yöneticisi Hiram Abas çekişmesi olarak başlayan kavga Balcı’nın yetiştirmesi Mehmet Ağar ve Abas’ın tilmizi Mehmet Eymür tarafından sürdürülmüştü. Kavga mafyada da karşılığını bulmuş, çete reisleri duruma göre kavgada yerini almıştı.

soL’da geçen yıl Peker’in yurtdışına kaçışının nedenleri şöyle anlatılıyordu:

Alaattin Çakıcı’nın Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün (BJK) resmi başvurusuyla “İbrahim Arı” adına vize alması olayına adı karışan, eski MİT yöneticisi Mehmet Eymür’ün yeğeni Kerem Eymür’ün, Sedat Peker’in “manevi oğlu” Olgun Peker’in menajerlik şirketinde çalıştığı ortaya çıktı. Kerem Eymür, Sedat Peker’in manevi oğlunun şirketinde çalışmasını ‘tesadüf’ olarak yorumladı.

Sedat Peker, Ankara Cumhuriyet Savcılığı'nca yürütülen faili meçhul cinayetler soruşturmasında ifade verdi. Peker ifadesinde, 1990'lı yıllarda, Kürt iş adamlarının ölüm emrinin MGK tarafından verildiğini duyduğunu söyledi. "Yeşil isimli şahsın Doğu'da bir zamanlar JİTEM tarafından kullanıldıktan sonra MİT'le birlikte çalışmaya başladığı, MİT'te Mehmet Eymür'ün kadrosunda olduğu, onun da şehirlerde birçok eylemler gerçekleştirdiğini duyuyorduk" diye ekledi. Hem “duyumları” hem de “yeğen bağlantıları” var. Türkiye’de mafya sadece mafya değildir.

Peker 2011’de Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının tam ortasında da savcılığa ifade verdi. İfadesine göre faili meçhul cinayetlerin arkasında Ağar’ın ekibi vardı. Cemaatin “devlet benim” dediği zamanlardı. Peker’in himayesinde çalışan “yeğen”in amcası Cemaate yaslanmıştı. Mehmet Ağar hesabını kapatmayı düşündüler, Ağar içeri de girdi ama kısa süre yattı çıktı. Hesap defterine bir hane daha eklenmişti.

Haliyle başka hamleler de yapıldı. Örneğin faili meçhul cinayetler soruşturması kapsamında Mehmet Eymür’ün İstanbul’daki evi basıldı ve bilgisayarlarına el konuldu. El konulan bilgisayarda yapılan incelemede Eymür’ün 1998 yılında MİT Müsteşarlığı’na yazdığı bir mektup da ortaya çıktı. Mektupta “Kanaatimce Mehmet Ağar, Cumhuriyet tarihinin en büyük suçlularından biridir” diyen Eymür, “Mehmet Ağar ve karanlık çevresi bütün bu olaylardan sonra yine de tesirsiz hale getirilmez ise devletin yeraltına teslimi muhakkak olacaktır. Ağar ve yandaşlarının cezalandırılmaları, devlet olmanın gereğidir” önerisinde bulunuyordu.

'Resmi mafya' kim olacak?

Devamı şöyle gelişti. Ağar gelen fırtınayı hissetti, korunmak için AKP’ye yanaştı. Destek verdi. Bunun karşılığında da işaret ettiği kişiler AKP içinde yükselmeye başladı. Oğlu milletvekili oldu. Adamı Süleyman Soylu bakan atandı. AKP-Cemaat savaşının puslu ortamında da İçişleri Bakanlığı koltuğuna oturdu.

Ağar’ın AKP hamlesine karşı Cemaate yanaşan Eymür’ün Cemaatle birlikte kaybetmesi himayesindeki adamları da zor durumda bırakmıştı. Bir yolunu bulup AKP’ye yaranmak ve yaraşmak gerekiyordu. Sedat Peker’in ipe sapa gelmez AKP güzellemeleri ve AKP muhaliflerine yönelik tehditleri de böyle başladı. Bir ara neredeyse “AKP’nin resmi mafyası” gibi görünmeyi başardı.

Ancak MHP’nin AKP ile kurduğu koalisyon dengeyi yine değiştirecekti. MHP af diye bastırıyordu. Bu Alaattin Çakıcı’nın çıkması ve Peker’in doldurmaya çalıştığı alanı bütünüyle ele geçirmesi anlamına geliyordu. Bunun kaçınılmaz olduğunu anlayınca ani bir kararla yurtdışına “taşındı”, "kaçtı diye dedikodu çıkardılar! Kaçmadım, buradayım" dedi…

Ağar’ın yakını- Ağar Bakanlığa gelince yakasını ilikleyerek karşıladığı söyleniyordu- Süleyman Soylu’nun istifa şovundan birkaç gün sonra, vaktiyle Erdoğan’a meydan okuyup ağır hakaretler savuran “organize” Alaattin Çakıcı tahliye edildi. Peker’in kaçtığı yerden “sosyal medya” mesajları ile denkleme dahil olması işte bu döneme denk geliyor.

SOL


Rejim böyle, peki ya muhalefet? - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

 Siyasal İslamın AKP rejiminin liderliğinin, dinci entelijansiyanın, kafalarındaki hayalleri gerçek sandıklarını birçok kez vurgulamıştım. Geçen haftaki yazımda da bu “gerçeklik” sorununun, ülkenin jeopolitik sermayesini nasıl tükettiğini örneklemiştim. Rejim böyle, peki ya muhalefet, özellikle ana muhalefet partisinin liderliği?

Bu soruya cevap vermeye çalışmadan önce “1 Mayıs” kutlamalarını önlemeye çalışan polisin baskısına, orantısız şiddet uygulamalarına kararlı biçimde direnen gençleri, geleceğin işçi sınıfını, sol entelijansiyanın katkılarını kutlamak istiyorum. 1 Mayıs geleneğini bu yıl da yaşattılar. Gerçekten de yazının devamındaki saptamaların da göstereceği gibi, gelecek bu gençlerin elinde; bugünkü siyasi “liderlerin” değil!

BAZI ŞEYLER ‘ASKIDA’

KRT TV’de Zafer Arapkirli arkadaşımızın CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelttiği, eski bir deyişle adeta “siyasi gerçekleri sergileyen” sorular ve aldığı cevaplar son derece öğreticiydi. Kabul etmek gerekir ki Kılıçdaroğlu, Rejim’in biçimine ilişkin çok yerinde tespitler yapıyordu: “Türkiye’de demokrasi askıya alınmıştır, anayasa askıya alınmıştır, hak ve özgürlükler askıya alınmıştır.” … “bizim ülkemizde demokrasi yok!” 

Gerçekten de geçen hafta, yurttaşların cep telefonuyla çekim yapmasını yasaklayan bir genelge yayımlandı. Çok açık ki Rejim, artık sınır tanımayan, ölçüsü kaçmış, çoğu kez yasal zeminden yoksun polis şiddetini halkın gözünden gizlemeyi amaçlıyordu. “Tam kapanma” başlarken alkollü içki satışı, Rejim’in bir yerinde birileri gereksiz gördüğü için keyfi biçimde yasaklanmaya çalışıldı. Yasak, tarikatları, Hizbullah ve benzer çevreleri sevindirdi ama esnaf öfkeyle söylenmeye, halk direnmeye başladı ve kadük oldu. 

“İşi içki yasağı veya başka bir yasaktan değil, doğrudan doğruya esnaf açısından” gördüğünü söyleyen Kılıçdaroğlu’na göre “Özel hayatın gizliliği esastır. Bu sadece bir içki olayı da değildir. Kişinin özel yaşamıyla ilgili, devlet müdahale edemez”. Sonra ekledi: “Hangisine uydular ki buna uysunlar.” Kılıçdaroğlu, “Bütün bunlara rağmen hiç kimsenin umutsuz olmasını istemem. Nasıl olsa bütün bunların tamamı değişecek” diyor.

Şimdi, “Rejim böyle peki ya muhalefet, özellikle ana muhalefet partisinin liderliği” sorusuna cevap vermeye çalışabiliriz. Demokrasi askıya alınmış, hak ve özgürlükler cepheden saldırı altında, yasaklar ve baskılar keyfileşmiş, polis şiddeti artık halktan saklanması gereken bir düzeye ulaşmış. Bunlara Rejim’in cevapsız bıraktığı sorunları anımsatan “128”, “diploma nerde” gibi pankartları polisin gelip indirmesini, muhalefetin “üç maymunları” (görme, duyma, söyleme) oynamaya zorlanmasını da ekleyelim.

Kısacası, Kılıçdaroğlu’nun deyişiyle “Ülkede demokrasi yok!” Peki, ne var? 

Demokrasi yoksa, seçimler nasıl olacak? “Nasıl olsa bütün bunların tamamı değişecek” iddiasının dayanağı nedir? 

Kılıçdaroğlu, olup biteni tekrarlıyor; doğru, demokrasinin askıya alındığı, yasaların keyfileştiği, polis şiddetinin orantısız düzeylere yükseldiğini saptıyor. Ancak çözüm olarak hiçbir program, eylem, önlem önerisi yok. Diğer taraftan, kamuoyu yoklamaları istikrarlı biçimde Rejim’in partisi AKP’nin seçmen tabanının (büyük olasılıkla, siyasal İslamın örgütlü, kararlı ve de silahlı tabanına doğru) daralmaya devam ettiğini gösteriyor. Bu sırada muhalefet kanadı yeni partilerle parçalanmaya devam ediyor. Ana muhalefet partisinin oyu yüzde 20’lerin üzerine çıkamıyor.

Böyle olunca da insan düşünmeden edemiyor: Muhalefet, bir taraftan ülkede demokrasi yok diyor, diğer taraftan seçimler yapılacak bunlar gidecek havasında. Öyleyse iki olasılık söz konusu: 

Birincisi: Burada birbirini dışlayan iki önermenin ikisinin de aynı anda doğru olduğuna inanmak gibi bir “bilişsel uyumsuzluk” (cognitive dissonance) durumu var. 

İkincisi, “Nasıl olsa bütün bunların tamamı değişecek” iddiası aslında Rejim’in bekasını güvence altına alan bir destekleyici fantezidir.

Her iki durumda da muhalefet, bu haliyle başarısız kalmaya mahkûmdur. Tekrar tekrar vurgulamak isterim: “Durum”, bu haliyle umutsuzdur! Umut tacirliği gerçekleri halktan saklıyor, rejimin ekmeğine yağ sürüyor. Öyleyse önce, umutlu olmaya izin verecek “yeni bir durum” yaratmaya çalışmak gerekiyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Ruhsar Pekcan’ı takip edenlerin başına ne geldi? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

“Evet şahım, işte öğrenmeyi emrettiğiniz alicengiz oyunu buna derler. O derviş benim ustam idi. Beni helak etmek istiyordu. Yine ondan usta çıkıp onu telef eyledim.”

Kore mitolojisinde Su Tanrısı’nın sazan, geyik, sülün olup Kral Hamosu’yu sınaması gibi... Yunan anlatılarında kuğuya dönüşen Zeus’un kaz görünümündeki Nemesis’i yakalaması gibi... Eski Şaman söylencelerinden beslenen Anadolu bilgeliği, şekilden şekle girip alt etme oyununa “alicengiz” demişti. Kahraman ve ustası, sürekli başkalaşarak savaşıyordu. En acar dönüşen, ötekini yeniyordu.


Ruhsar Pekcan
’la ilgili skandalların peşine devlet değil, gazeteciler düştü. OdaTV, bakanın kendi şirketinden dezenfektan alışını ortaya çıkardı. Sözcü’den Çiğdem Toker, Bakan Pekcan’ın mühendislik şirketine sağlanan ayrıcalıkları yazdı. Serpil Yılmaz, Gümrükler Genel Müdürlüğü Özel Bürosu’nun, Pekcan bakan olmadan 20 ay önce, kendi birimlerini Pekcan konusunda uyardığını ortaya çıkardı. İsmail Saymaz, Pekcan’ın “Emine Erdoğan’ın yakınıyım” diyerek gümrüklerden vergi ödemeden geçmeye çalışacağı uyarısının belgesini yayımladı. Emine Erdoğan’ın o dönem özel kalem müdürüyle konuşarak süreci doğrulattı.

Peki, tüm bunlar yaşanırken perde arkasında neler oldu? Hayır, devlet memurlarına “aman dikkat” denmesine rağmen, Ruhsar Pekcan’ın bakan yapılmasından söz etmiyorum. Devletin kendi bürokratlarının başına gelenleri sorguluyorum.

BAKAN OLDU HERKESİ GÖREVDEN ALDI

Şöyle anlatalım…

Ruhsar Pekcan, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından 9 Temmuz 2018’de göreve atandı. 21 Nisan 2021’de ise yine Erdoğan tarafından, hakkındaki yolsuzluk iddiaları nedeniyle, görevden alındı. Devletin bu süreçten haberdar oluşu, gazete haberlerinin çok daha öncesine dayanıyordu.

2 Kasım 2016 saat 23.57’de, Emine Erdoğan’ın Özel Kalem Müdürü Selma Silkin Ün, dönemin Ticaret Bakanı Bülent Tüfekçi’nin özel kalem müdürü Bülent Aycan’ı, Ruhsar Pekcan konusunda uyardı. Aycan’ın bürokrasiye yönlendirdiği istihbaratın ardından, 4 Kasım saat 10.31’de,  Bakanlığın Özel Bürosu’ndan Ticaret Bakanlığı bürokrasisine, “Emine Erdoğan’ın adını kullanarak vergisiz mal çekmeye çalışan Ruhsar Pekcan” uyarısı gitti. “Dikkatli olun” bilgisinin gönderildiği bürokratların 19 kişi olduğu, konunun ayrıca üç bürokratın da bilgisine sunulduğu görülüyor.

İşte ayrıntı burada. Pekcan’ın bakan olduğunu biliyoruz da Pekcan’ı takip etmekle görevlendirilen bürokratların başına gelenleri konuşmuyoruz.

Ruhsar Pekcan’ın göreve gelişinin ardından…

Listenin ilk sırasındaki Abdullah Özgür, üç yıl iki ay görev yaptığı Batı Marmara Gümrük ve Dış Ticaret Bölge Müdürlüğü’nden Batı Akdeniz Gümrük ve Dış Ticaret Bölge Müdürlüğü’ne kaydırıldı.

Listenin ikinci sırasındaki Doğu Akdeniz Gümrük ve Ticaret Bölge Müdürü Ali Aygün görevinden alındı, müfettişlik görevine kaydırıldı.

Listedeki bir başka isim, Hüseyin Şanverdi, Doğu Karadeniz Gümrük Ticaret Bölge Müdürü iken bu görevden alınıp Bursa Uludağ Gümrük Ticaret Bölge Müdür Vekilliği’ne getirildi.

Havva Eksilmez, Malatya-Fırat Gümrük Bölge Müdürüydü. Oradan alınıp Ankara Orta Anadolu Gümrük Ticaret Bölge Müdür Vekilliği’ne atandı.

Ragibe Coşkun, Antalya Batı Akdeniz Gümrük ve Ticaret Bölge Müdürü olarak görevini sürdürürken, Malatya Fırat Gümrük Ticaret Vekili yapıldı.

Listedeki Halil Şaşmaz, Gaziantep GAP Gümrük Ticaret Bölge Müdürlüğü’nden Samsun Doğu Karadeniz Gümrük ve Ticaret Müdür Vekilliği’ne kaydırıldı.

Mehmet Tuncay Bayraktar, Ankara Gümrük Ticaret Bölge Müdür Yardımcıydı. Gaziantep GAP Gümrük Ticaret Bölge Müdür Vekilliği’ne atandı.

Hasan Eken, Bursa Uludağ Gümrük Ticaret Bölge Müdürlüğü’nden alındı. Gümrük Genel Müdürlüğü’ne uzman yapıldı.

Kocaeli Doğu Marmara Gümrük Ticaret Bölge Bölge Müdür Vekili Musa Aydemir’in görevindeki değişiklikle uzayıp gidiyor.

NAMUSLULARIN KAYBETTİĞİ TEK ADAM DÜZENİ

Ruhsar Pekcan’ın gümrüklere yaptığı müdahale öyle büyük ki…

İki yıl önce yaşananlar “gümrüklerde deprem” diye duyurulmuştu. 19 Temmuz 2019 tarihli, Saygı Öztürk imzalı haberde şunlar yazıyor: 

“Gümrük ve Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan, gümrük bölge müdürlüklerinde yeniden ‘vekâlet dönemi’ başlattı. 11 ilde yeni bölge müdürü vekâleten görevlendirildi.”

Bazı müdürlükler kapatıldı, bazı müdürlüklerin yapısı değiştirildi.

Sanmayın ki mesele sadece bir gümrük meselesi. Yaşanan olay Türkiye’de devlet düzenine ilişkin kırmızı alarm veriyor. Düşünün, devlette yıllardır görev yapan bir bürokratsınız. Bir sabah elinize bir yazı ulaşıyor. Kendisini Cumhurbaşkanı’nın eşinin yakını olarak tanıtarak gümrükleri atlatmaya çalışan bir tüccara karşı, teyakkuzda olmaya çağırıyor. Milyarların döndüğü gümrükte, söz konusu kişiye karşı uyanık kalmaya çalışıyorsunuz. Derken Cumhurbaşkanı, takip ettiğiniz kişiyi, kimseye sormadan bakan yapıyor.

İşin ilginci, “CEO Bakanlık” denilen deneyimde, ne bürokrasiden ne siyasetten gelen tüccar, “sektörden” diye överek tanıtılıyor. Türkiye’yi dolandırmasın diye takip edilen kişinin bakan olması yetmiyor, kendisini takip edenleri de görevden alıyor. Gümrük sistemini kökünden değiştiriyor.

“Bu tüccar nasıl bakan oldu” diye sorguladığınızda “bazı yakınlıklardan”, “bazı tanışıklıklardan” bahsediliyor. Ve siz bu durumda hâlâ namuslu bir bürokrat olarak ülkeye hizmet etmeye çalışıyorsunuz. En küçük memur atanırken köküne kadar araştırmanın yapıldığı ülkede, takip ettiğiniz tüccarın amiriniz yapılmasına şaşırıyorsunuz. Belki de şaşırmıyorsunuz!

Görülüyor ki “her şeyi bilen tek adam”a dayanan devlet sistemi, ya en yakınından çıkan bilgiden bile habersiz ya da bile bile devlete karşı kusur işliyor. Her durumda, yönetme düzeni, ülkenin suça karşı mücadelesini engelliyor, yolsuzlukla mücadelenin bağışıklığını azaltıyor, namusluları cezalandırırken namussuzları yükseltiyor.

Alicengiz oyununun sonunda ne mi oldu? Darı olan çırağına karşı tavuk olan derviş, darının bir anda sansar olmasıyla boğuldu. Her şey geri döndüğünde, kazananın iki parmağı, yenmiş darılar nedeniyle yerinde yoktu. Dilden dile dolaşan hikâyede, yenen de yenilen de her şey oldu da… Alengirli bir tüccarın bakan olup da bürokratları yiyeceği kimsenin aklına gelmemişti.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 

2 Mayıs 2021 Pazar

Karadeniz’in Amazonlarına bin selam! - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Bugün ben sizleri Rize’nin İkizdere ilçesindeki İşkencedere’ye götürmek istiyorum. 

O muhteşem fotoğrafın 

çekildiği yere. Fotoğrafı 

çekeni  tüm aramalarıma 

rağmen bulamıyorum ama 

buradan bir selam gönderip 

gözlerinden öpmek 

istiyorum. Bize bu muhteşem 

fotoğrafı armağan ettiği için...

İkizdere’ye nasıl  mı  gideceğiz? Bana bırakın, ben orada direnen Karadenizli Amazonları çok yakından tanırım. Çünkü onlarla, (2015 yılında Anadolu Grubu’nun Sinop’un ilçesi Gerze’de yapmak istediği termik santrala karşı direnenlerle) sık sık birlikte oldum. Ne günlerdi, termik santralın yapılacağı Yaykıl köyü kadınları, erkekleri aylarca süren direniş sırasında ilk kez biber gazıyla tanıştılar, jandarma dayağı yediler, özellikle kadınlar köyün açığında kurdukları direniş çadırında aylarca nöbet tuttular. Yolu gözetlediler, şirket arabalarından biri geldiğinde anında köye haber uçtu. Onların direniş hikâyelerini yazınca şirket beni toplantıya çağırdı. Mühendislerle, baca uzmanlarıyla ve satın aldıkları üç dört köylüyle bana termik santralın nimetlerinden söz ettiler ama Karadeniz Amazonları beni çok iyi çalıştırmışlardı, hepsine verecek yanıtım vardı. Bir tek yanıt bile termik santralın yapılmasını engeller: Gerze kıyısı balıkların yumurtlama yeriydi ve santraldan bırakılan sıcak su onları yok edecekti. Sonunda Gerze halkı kazandı, şirket karardan vazgeçti. Bu vazgeçişte şirketin kral markası Efes Pilsen’in tüm Karadeniz’de boykot edilmesinin etkisi büyüktür.

Bütün bu zamanlar içinde Karadeniz kadınlarının neşelerini, inatçılıklarını ve engelleri anında çözme yeteneklerini hayranlıkla izledim. Şimdi İkizdere’nin İşkencedere Vadisi’ne gidiyoruz. Çünkü Cengiz Holding’in yapmak istediği taşocağına direnen kadınlar da Gerze’de direnen kadınların arkadaşları: İkizdere’deki Amazonlar! Ha Gerze ha İşkencedere, fark etmez.          

Amazonlar başlıyorlar anlatmaya: İki çocuk anası Şükran söze giriyor: “Bir gün vali, kaymakam bizi toplamış, ‘termik iyidir, şöyle şöyledir’ diyor. Anacığım orada bana bir güç geldi, karşımda koskoca devletin valisi, ayağa kalkıp ‘Vali bey, siz bizi hiç adamdan saymıyorsunuz’ dedim. ‘Bizi kör, sağır sanıyorsunuz. Cahil sayıyorsunuz. Oysa biz yerinde gidip gördük. Termiğin ne olduğunu anlamak için kömürden kararan Zonguldak’ın Çatalağzı’nı bir ziyaret ediverin. Görün yağan kömür tozunu.’” Çadırda bir dalgalanma oluyor, en gençlerden biri söze giriyor: “Oraya 400 kişi araba tutup gittik. Gittiğimizde sanki bir ölü kentte gezindik. Herkes suskundu. Sanki bir kül yığınının içinde hareket eder gibiydiler. Genç bir kız boynuma sarıldı, ağlamaya başladı: ‘Bizi görün de aynı kaderi paylaşmayın, biz burada beyaz giyemeyiz. Gelinler bile beyaz giyemez.! Biz kömüre alışkındık, yanı başımızda kömür madeni vardı, erkeklerimize iş olur hadi yapılsın, dedik. Madenin karası neymiş ki gerçek karanlığı gördük. İş mi, erkeklerimiz gene gurbette.’” Birden bir ses yükseliyor, “Uyy..daldık, kedileri beslemeyi unuttuk.” Direniş çadırı olur da köpeği, kedisi olmaz mı? Çadır ilk kurulduğunda bir kedicik, daha ilk gün gelip sedire konuvermiş. “Vay anam bu bizim kısmetimizdir” denilmiş ve kediye ilk sütüyle birlikte “Direniş” adı verilmiş. Direniş şimdi kocaman olmuş, dört tane de nur topu gibi yavru doğurmuş. Direniş Bir, Direniş İki, Direniş Üç, Direniş Dört... Rivayet odur ki Direniş’in çok kuvvetli bir koku alma yeteneği varmış, kim yabancı, kim art niyetli hemen anlayıp yallah yüzünü tırmalıyormuş. Benimkini tırmalamadı. 

Görmüş geçirmişlerden Hasibe Hanım: “Az açılın biraz da ben konuşayım. Hocayı anlatacağım vallahi.” Çadırdakiler Hasibe Hanım’ı teşvik ediyor, “anlat gayri.”  Hasibe Hanım başlıyor: “Bizim yirmi bir yıllık bir hocamız vardı. Severdik ama bu termik işi başımıza geldi, hoca bize soğuk. ‘Allah Allah ne oluyor’ dedik. ‘Bir kusur mu işledik?’ Bilmiyoruz gayrı, bir gün çadırda iftar yemeği veriyoruz, hocanın da ezan okumasını istedik. Çadırın önünde. Hoca geldi ama bir gönülsüz bir gönülsüz. Hani böyle de ezan okunmaz ki hani zorla bu işi yapıyor. Çok canımız sıkıldı. Köycek toplandık, ‘Hoca’ dedik, ‘Seninle işimiz buraya kadarmış, gel gönüllüce buradan git.’ O da gitti. Bir de benim canımı en çok ne sıktı biliyor musun ? O buldozerler köyde topluca sünnet eğlencesi olduğu gece geldiler. Sünnet çocuklarımızı bırakıp koştuk, bir de arabaların plakalarını öyle bir kapatmışlardı ki üç dört kişi plakanın üstündeki kapatma maddesini bir türlü çekip çıkaramadık. Yahu biz gavur muyuz?”

“Hele şu köpek meselesini de anlatın.” Gülüşmeler başlıyor, efendim, Zonguldak Çatalağzı bölgesinde köpek kalmamış. Bu nedenden civar köyler köpeklerine özellikle dikkat eder olmuşlar. Çünkü Çatalağzı’nda termikte çalışması için getirilmiş Çinli işçiler varmış, bu işçiler de köpek etini pek severmiş. Ben acayip şaşırıyorum, Çatalağzı nire Çin nire... “Hayır olamaz” diyorum. Amazonlar yüzüme garip bakıyorlar. “Ne oldu, inanmadın mı” diye soruyorlar, “O zaman aha üşenme kalk Çatalağzı’na git, çekik gözlüleri kendi gözünle gör!”  Bu arada bir şey daha öğreniyorum. Şöyle, köydeki kızlar, okumuşu yazmışı, meslek sahibi olanı olmayanı hepsi gerdeğe girmeden önce çadırı ziyaret ediyorlarmış. Yok arkadaş önce çadır ziyaret edilecek. Amazon kızının isteği yapılacak!

Nasıl hâlâ “Onlar silme AKP’ye oy verdiler, vermeselerdi” diyeniniz var mı? 

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

NOT: 10 yıl sonra ocak ayında Gerze direnişiyle ilgili 37 kişiye toplam 42 yıl 10 ay hapis cezası verildi. 


1 Mayıs 2021 Cumartesi

1 Mayıs olmasaydı 21 Nisan olacaktı - Mehmet ERDEM / BİRGÜN

 


Avustralya’nın Melbourne kentinde, 1856’da, işçiler tam bir gün iş bırakma kararı almıştır. Öylesine bir birlik duygusu uyandırmıştır ki eylem, her yıl aynı gün iş bırakıp, dayanışma amaçlı bir sosyal beraberlik günü olarak düzenleme kararı verilmesine yol açmıştır.

Elbette, 1 Mayıs’ı dünya proletaryası ile tüm emek güçlerine kazandırmanın onuru Amerikan Haymarket direnişçilerine ait. O büyük işçi katliamından doğmuş bir gün olsa da aslında işçilerin bir günü olması gerektiği fikri Amerikan işçi sınıfına ait değil. Kimin aklına gelişse, hepsine sevgi, saygı elbette ama hakkı da teslim etmeli.

Biliyoruz, bu konuda en açıklayıcı yazıyı yoldaşımız büyük Rosa Lüxemburg kaleme almıştı, 1894’de. Ondan okuduğumuza göre, sekiz saatlik iş gücü mücadelesinin kıyasıya sürdürüldüğü Avustralya’nın Melbourne kentinde, 1856’da, işçiler “tam bir gün” iş bırakma kararı almıştır. 21 Nisan’da bu kararlarını yaşama geçirince ülke işçi sınıfı pek mutlu olmuştu diye yazar yoldaş. Öylesine bir birlik duygusu uyandırmıştır ki eylem, her yıl aynı gün iş bırakıp, dayanışma amaçlı bir sosyal beraberlik günü olarak düzenleme kararı verilmesine yol açmıştır. Şimdi nasıl basit geliyor ama bu sekiz saatlik iş gücü mücadelesi çok ama çok önemliydi. Büyük Marx muhteşem eseri Kapital’in birinci cildinde “köleliğin yenilgisinin ön koşulu” olarak değerlendirir bu uğurdaki kavgayı.

İLK GREVCİLER MAHKUMLARDI

Avustralya’da bu tür bir mücadelenin başlaması rastlantı değildi tabii. Öncesi de var elbette. İngiliz devleti, on sekizinci yüzyıldan itibaren suçluları (çoğu emekçiydi bunların) Avustralya’daki cezaevlerine naklediyordu bilindiği gibi. Bu suçlular mahkumiyetlerini ağır çalışma koşulları içinde çekiyordu. O koşullarda bile, hükümlü işçiler örgütlenmekten geri durmadılar. 1791’de Avustralya’da ilk grevin hükümlüler tarafından, tayınların günlük verilmesi amacıyla yapıldığı arşivlerde var. 1822’de yine daha iyi tayın almak için sendikalaşma mücadelesi veren bir hükümlü bir ayı hücrede, beş yıllık hapisle cezalandırılmıştı. Yüz de kırbaç cezası almıştı tabii. Yani Avustralya mahkum emekçilerin direnişleriyle başlayan zengin emekçi mücadelesine sahip bir ülkeydi o tarihte bile.

İşçileri suçlu kabul edip, adi suçlularla da birlikte tabii, Avustralya’ya süren İngiltere’de egemenleri çok uğraştırmıştır İngiliz emekçileri. Bu ülkede ilk genel grevi düzenleyen Çartist hareket mensuplarıdır. Grevi bastırmak için her yolu kullanan İngiliz egemenleri bazı Çartist liderleri asmıştır da. Ama kolay değildir bastırmak emekçi hareketini. 1839’da bazıları silahlı 10 bin Çartist tutuklu yoldaşlarını kurtarmak için hapishaneleri basmıştır, örneğin. Buna Newport Kalkışması denir. Kalkışmanın önderlerini katletmiştir İngiliz Krallığı.

DEVRİM GİBİ KARAR

İşte Avustralya’ya “mahkum” olarak gönderilenler arasında bu Çartist eylemciler de var. Onlardan ne görmüşse Avustralya emekçisi, uygulamıştır. İş bırakma düşüncesinin özendiricisi de Çartist hareket mensuplarıdır bir anlamda. Kolay gibi gelebilir ama o dönemler Avustralya’da iş bırakma, işi yavaşlatma gibi eylemler bedeli çok ağır ödetilen mücadele türleriydi. İşveren, başta polis örgütü olmak üzere ne kadar tetikçisi varsa, işçi önderlerini, aktif işçileri kolayca katlettirmiştir onlara. O nedenle Avustralyalı işçilerin bir gün bile olsa iş bırakma kararı almaları büyük cesaretti. O kararların alınması da devrim niteliğindeydi. Avustralyalı emekçilerin bu eylemi elbette hızla başka ülke emekçileri için de örnek oldu. Onları ilk izleyenler de Amerikalı işçilerdir. 1886’da 1 Mayıs’ın evrensel çapta iş bırakma günü olması gerektiğine karar verdi Amerikan emekçileri. Tam 200 bin kişi iş bıraktı, sekiz saatlik işgünü taleplerini yeniledi o gün. Irk ayrımının dorukta olduğu o günler Amerika’sında, beyaz, siyah tüm işçiler birlik içinde yürüdüler. Ama 4 Mayıs’ta kıyamet koptu. İşveren örgütlerinin, polisin, sınıfına ihanet eden işçilerin saldırısıyla kan döküldü, onlarca, çoğu kadın, işçi yaşamını yitirdi.

Avrupa’daki işçi hareketi de güçlenmektedir bu arada. Müthiş bir canlılık vardır proletaryada. Bunun en güçlü göstergesi 1889’da yapılan Uluslararası İşçi Kongresi’dir, malum. Kongreye katılan dört yüz delege sekiz saatlik işgününü ilk talep olarak duyurdular tüm dünyaya. Fransız, Bordo’lu işçi Lavigne’den söz eder Lüxemburg. Bu talebin tüm ülkelerde iş bırakarak dile getirilmesini akıl eden bu işçidir. Amerikan işçilerinin delegesi de Haymarket katliamının ardından dört yıl sonra yoldaşlarının 1 Mayıs 1890’da greve gittiğini anımsatarak 1 Mayıs’ı önerir. Aslında hiç birinin aklında bunu her yıl tekrarlamak yoktu. Uzun mücadeleler sonucu sekiz saatlik işgücü talebini kabul ettirdi işçiler. Ama artık 1 Mayıs benimsenmişti bile. İşçilerin burjuvaziye karşı mücadelesi sürdüğü, tüm talepler karşılanmadığı sürece 1 Mayıs bu taleplerin dile getirileceği gün olacaktı. Öyle de oldu.

BİZE HER GÜN BAYRAM

İşçi hareketi bu. Emekçi dayanışması en uzak yerlere uzanır elbette. Osmanlı topraklarına da gelmesi doğaldır tabii. İzmir’de, 1905’de kutlar emekçilerimiz günlerini. İstanbul’a kutlanması hayli sonradır, 1910’dur ilk kutlandığı tarih. Sonra, emperyal kuvvetlerin işgali altında, 1920’de yine çıkarlar meydana işçiler. Haliç’ten Karaköy’e yürürler, oradan Beyoğlu’na. Ertesi yıl yine tekrarlanır kutlamalar. 1923’de bir daha. Her gösteride çok sayıda işçi tutuklanır, dövülür ama engellenemez yine de 1 Mayıs. Cumhuriyet sonrası gelişmeler başka bir yazının konusu olacak kadar uzun.
Yani, bizim için bir şey fark etmeyecekti belki ama 1 Mayıs’tan önce 21 Nisan’ı uluslararası birlik, dayanışma, mücadele günü olarak kutlayacaktık belki. Ben ikisini de bayram olarak kutlamaktan yanayım elbette.
Hem “emekçiye her gün bayram” demişler ya.
Böyle değil miydi bu cümle?

Mehmet ERDEM / BİRGÜN

Dünyada 1 Mayıs: Ancak, bu böyle gitmez…- Elif GÖRGÜ İstanbul / Evrensel


 

Uluslararası mücadele gününü ikinci kez salgın koşullarında kutlayacak olan dünya işçileri 1 Mayıs’ı böyle karşılıyor: Birbirlerinin oksijeni ve kanı olarak.

Hindistan Demokratik Avukatlar Birliği üyesi, işçilere avukatlık yapan bir arkadaşıma ulaşmaya çalışıyorum günlerdir. Ülkesindeki durumu ve 1 Mayıs’ta ne yapacaklarını sormak, yaşananları bir de ondan duymak istiyorum. Günler sonra yanıt geliyor: “Son birkaç gündür bir arkadaşım için oksijen ve kan bulmakla meşguldüm. Dün de bir başkası için kan verdim. Birçok arkadaşım öldü. Delhi’de büyük bir panik var.”

İşte emekçi sınıflar 1 Mayıs’ı böyle karşılıyor: Birbirlerinin oksijeni ve kanı olarak...

Sadece Hindistan’da yaşananlar bile, bir avuç zengin ve onların yöneticileri için dünyanın ne hale getirildiğini ve milyarlarca insana dayatılan yaşamın bir ölüm kalım mücadelesine dönüştürüldüğü gerçeğini netleştirmiş durumda. Aşısı çoktan bulunmuş bir hastalık nedeniyle hâlâ acı çektirilen ve dünyanın dört bir yanında her gün kitlesel olarak ölen binlerce insan...

Bu koşullardaki ikinci 1 Mayıs’tayız… Hindistan’dan başlayarak farklı kıtalardan ülkelerdeki sendikacılar, işçiler ve siyasi örgütlere ulaşarak 1 Mayıs 2021’de dünya işçi sınıfının durumunun bir resmini çekmeye çalıştık.

Geçen seneye oranla sokaklar daha dolu olacak görünüyor ve temel taleplerin ortaklığı dikkat çekiyor: Ekmek, aşı, güvenceli iş, pandemi bahanesiyle hak gasplarının durması ve özgürlük…

HİNDİSTAN: YAŞAMAK İÇİN 1 MAYIS

Hindistan’da temel talep insanları hayatta tutmak! Ülkede sağcı ve Hindu milliyetçisi Naredna Modi Hükümeti iktidarda. Hindistan’ın en büyük sendikası Hindistan İşçi Sendikaları Merkezi (CITU), diğer sendikalarla oluşturduğu “Ortak Platform” ile yaptığı 28 Nisan tarihli açıklamada şöyle diyor: “Bu ikinci kovid dalgasının ülke çapındaki endişe verici dalgalanması, insanların hayatlarını, özellikle de çalışan insanları tamamen tehlikeye attı. Günlük enfeksiyon sayısı şimdiden 300 bini geçti ve önümüzdeki günlerde daha da artacağı tahmin ediliyor. Günlük ölümlerin sayısı da arttı. Temel altyapı, oksijen, hastane yatakları ve gerekli ilaçların bulunmamasından kaynaklanan ölümlerin önemli bir kısmı önlenebilirdi.”

Açıklamada 1 Mayıs yürüyüşlerinin ve 15 Mayıs’a kadar herhangi bir gösterinin yasaklanmış olması eleştiriliyor.

Ayrıca aşılama yetersiz kalırken Modi Hükümetinin aşıları piyasaya açarak parayla satılması planına da tepki gösteriliyor: “Aşı ve pandemi yönetiminin diğer temel bileşenleri üzerindeki bu şirket yanlısı deregülasyon, Remdesivir ve oksijen gibi temel ilaçların halihazırda devam eden istiflenmesi ve kara borsaya düşmesi durumunu kolaylaştıracak. Aşının yüksek fiyatını karşılayamayan halkımızın ezici çoğunluğu aşılamadan dışlanacak. Dışlama politikaları artık merkezi hükümetin alametifarikası haline geldi.”

Açıklama Hindistan işçi ve emekçilerini 1 Mayıs’ı ülke çapında talepler etrafında kutlamaya çağırırken, talepler ise özetle şöyle sıralanıyor: Ayrımcı aşı politikasının iptali, aşı üretiminin hızlandırılması, ücretsiz aşılama, ücretsiz oksijen tedariki, hastanelerin ihtiyaçlarının karşılanması, eksik sağlık personellerinin işe alımı, sağlık altyapısının güçlendirilmesi, sokağa çıkma yasağı gibi kısıtlamaların işten çıkarma ve maaş kesintisi olmaksızın tüm çalışanları kapsaması, konutlardan tahliyelerin yasaklanması; işçi karşıtı yeni Çalışma Yasası, Tarım ve Elektrik Yasalarının iptal edilmesi, özelleştirilmelerin durdurulması, gelir vergisi ödemeyen ailelere aylık 7 bin 500 rupi yardım ve on ay boyunca kişi başı 10 kg ücretsiz tahıl yardımı; kovid dışı hastaların etkin tedavisinin sağlanması, tüm sağlık çalışanlarına uygun koruma sağlanması.  

ŞİLİ: SAĞLIK GENEL GREVİ

Latin Amerika ülkelerinden Şili, büyük halk protestolarının ardından Pinochet diktatörlüğünden kalma anayasanın, kurucu meclis aracılığıyla seçilmesi sürecinde. Bu yüzden emekçi kesimlerin siyasi dikkatinin keskin olduğu bir dönemde 1 Mayıs’ı karşılıyor. 1 Mayıs’ın cumartesiye denk geldiği bu yıl Şili işçileri 30 Nisan’ı yani bugünü “sağlık genel grevi” ilan ettiler.

Saat farkı nedeniyle Türkiye’de 1 Mayıs’ı karşıladığımız saatlerde güney yarı kürede bulunan Şili’de işçiler iş bırakmış olacak. Şili’nin en büyük sendikası İşçi Sendikaları Birliği (CUT) çağrısıyla yapılan greve çok sayıda sendikal merkez de olumlu yanıt vermiş.

CUT’un internet sitesinde yayımlanan bilgilere göre, ülkenin farklı sektörlerinden kamu ve özel sektör işçileri, milyonlarca insanın yaşadığı krizi merkeze koyacak olan ‘genel sağlık grevi’ne desteklerini ve katılma çağrılarını videolar yayımlayarak duyurdular.

Genel grevin ana talepleri ise asgari ücretin en az 500 bin Şili dolarına yükseltilmesi, nüfusun yüzde 80’i için evrensel temel gelir sağlanması, zenginlere servet vergisi ve gıda fiyatlarına zamların dondurulması.

İSPANYA: ŞİMDİ SIRA BİZDE

İspanya da merkezi sendikaların 1 Mayıs’ı sokakta, işçilerin talepleriyle karşılayacağı ülkelerden. Ancak katılımın temsilcilerle sınırlı olması bekleniyor. Ülkenin büyük sendikal merkezleri CCOO ve UGT, “Şimdi sıra bizde” diyerek ve ülkedeki sosyal demokrat PSOE hükümetine artık işçi ve emekçilere verilen taahhütleri yerine getirmesinin zamanı olduğu vurgusuyla ortak 1 Mayıs çağrısı yaptı. Temel talepler olarak da ücret artışı, emeklilik yasası ve iş yasasındaki değişiklik planının iptal edilmesi ve kamu hizmetlerinin iyileştirilmesi öne çıkarıldı. CCOO’nun (işçi merkezleri) internet sitesindeki açıklamada da, İspanya’da yoksulluğun arttığına vurgu yapılarak “Aşırı sağ popülizmin ağlarına düşmek istenmiyorsa, bu talepler kaçınılmaz bir siyasi ve sosyal programdır” vurgusu yapıldı.

İspanya’da iktidarı kaybeden merkez sağ parti Halk Partisi ve faşist parti VOX, pandemide kötüleşen yaşam ve çalışma koşullarını kendi gerici programlarına destek bulmak için kullanıyor. Mayıs ayında gerçekleşecek ve şu anda sağ partilerin yönetiminde olan Madrid Özerk Bölgesi seçim kampanyaları da bu açıdan siyasi bir kapışmaya sahne oluyor.

BURKİNA FASO: HEM SERMAYE HEM CİHATÇILAR SALDIRIYOR

Afrika’nın yoksul ama direniş tarihi zengin ülkelerinden Burkina Faso’yu, şu anda Fransa Bordeaux Üniversitesi Antropoloji bölümünde akademisyenlik yapan ve aynı zamanda belgesel yönetmeni olan Dragoss Ouédraogo’dan dinliyoruz:

Burkina Faso’da Eylem Birliği isimli büyük kolektif beş merkezi sendikal konfederasyonu ve bazı bağımsız sendikaları bir araya getiriyor. Burkina Faso’daki en büyük sendika merkezi CGBT ve devrimci ve sınıf mücadelesi veren bir sendika.

Bu yıl da geçtiğimiz yıl olduğu gibi 1 Mayıs pandeminin yarattığı özel koşullarda kutlanıyor. Pandemi neoliberal sistemin başarısızlığını ve işçilerin, halkların ve gençliğin ekonomik/sosyal sorunlarını çözme kapasitesi olmadığını ortaya çıkardı. Burkina Faso’da sendikalar, pandeminin başından beri bazı talepler öne sürüyorlar: Kiraların askıya alınması, temel tüketim maddelerinin fiyatlarının düşürülmesi, kovid-19 testlerine erişim ve sağlık altyapısının iyileştirilmesi.

Pandeminin yanı sıra, ulusal durumu dramatik sonuçları olan terörist saldırıların artması da etkiliyor: Çok sayıda kurban, köylerini terk etmek zorunda kalan insanlar ve hükümetin bu vesileyle demokratik ve sendikal haklara saldırması…

Burada bir parantez açarak bu saldırıların ağırlıklı olarak, el Kaide bağlantılı cihatçı gruplar tarafından gerçekleştirildiğini belirtelim.

Ouédraogo devam ediyor: Terör saldırıları asıl olarak Sahel bölgesinde, doğu, kuzey ve merkez kuzeyde meydana geliyor. Hükümet, halkların güvenliği için önlem almıyor. Kırsal alanlardaki çoğu köy boşalmış durumda ve göç eden insanların evleri, yiyecekleri, içme suları yok; çocuklar sağlık ve eğitim sorunları yaşıyor.

Öte yandan hükümet, demokratik haklar ve sendikal haklar alanında, gösterileri ve mitingleri yasaklıyor, halbuki işçiler hareket halindeler. İktidar, yasaları özel şirketler lehine değiştirmeye çalışıyor. Ulusal Meclis de ifade özgürlüğünü bası altına almak için ceza yasasında düzenlenmeler yapıyor. İşçilerin sendikalaşma haklarına yönelik saldırılar gündemde.

Geçtiğimiz aylar, çeşitli ekonomik, sosyal alanlarda mücadeleler gördü. Sendikalar kamu ve özel sektör işçilerini güçlü bir birlik kurmaya ve hakları için savaşmaya çağırdılar.

İTALYA: BİRLEŞMEK ZORUNDAYIZ

İtalya’ta 1 Mayıs’ı karşılarken ülkenin ve işçilerin durumuna dair bilgileri Komünist Platformdan alıyoruz:

Ülkede şu ana kadar 4 milyonun üzerinde kovid-19 vakası görüldü ve yaşamını yitirenlerin sayısı da 120 bini aştı. Bu süreçte, on yıllarca süren neoliberal uygulamalarla durumları kötüleşmiş ve pandemiyle dolmuş hastanelerde tedavi edilemeyen diğer hastalıklar yüzünden de birçok insan ölüyor. Yakın zamanda Draghi Hükümeti, patronların baskısıyla, kitlesel bir aşı kampanyası yürütmeden birçok hizmet alanını yeniden açtı. Sonuçlarını şimdiden tahmin etmek zor değil.  

Bu yıl 1 Mayıs’ta sınırlı sayıda gösteri gerçekleştirilecek. Pandemi gerekçesiyle sendikal liderler sembolik meydanlarda üç delegasyonla açıklama yapacaklar ve bir de konser gerçekleştirilecek ancak işçilerin geniş katılımı olmayacak.

Bazı kasabalarda, özellikle Bologna’da küçük gösteriler olabilir.

İtalya’da genel olarak işçi sınıfının durumu zorlaştı. Geçen yıl boyunca yaklaşık 500 bin işçi işini kaybetti. Özellikle kadınlar ve genç işçiler. İşsizlik giderek artıyor ve ekonomik bir iyileşme belirtisi de görünmüyor. Güçlü tekelleri besleyebilmek için kamu borcu derinleştikçe derinleşiyor.

Haziran sonunda büyük fabrikalarda işten çıkarmanın geçici olarak askıya alınması uygulaması sona erecek ve yöneticiler yeni bir toplu işten çıkarma dalgasına hazırlanıyor. Öte yandan işçilerin yüzde 80’i yeni toplu sözleşme imzalayamadılar. Esnek çalışma, güvencesizlik, iş saatlerinin uzaması ve adaletsizlikler kural olmuş durumda. İtalya’da eski yoksullara 1 milyon yeni yoksul eklendi. Hükümetin işçilerin mücadelesine yönelik baskısı güçlü, bunu “sosyal barışı” korumak adına ve sendikal bürokrasinin desteği ile yapıyor.

Draghi Hükümeti bir eliyle milyarları, tekellere aktarsınlar diye AB’nin “iyileştirme planı”na verirken diğer eliyle emekli maaşlarına yönelik karşı reformlar hazırlıyor.

İşçiler içinde bir belirsizlik atmosferi hakim, burjuva kurumlarına ve partilerine karşı hayal kırıklığı ve güvensizlik, kapitalistlere ve milyarderlere karşı öfke hakim. İşçilerin temel talepleri ise işten atılmalara son verilmesi, düzenli iş ve ücretlerin artması. İşyerlerinde, okullarda, toplu ulaşımda vs. sağlık ve güvenliğin sağlanması. İşçi haklarından ve özgürlüklerden ellerin çekilmesi ve polis devletine dönüşmeye hayır!

Ayrıca askeri harcamaların düşürülmesi, kamu sağlık sistemine, eğitim ve kamu hizmetlerine kaynak ayrılması da talepler arasında. Biz de bu talepleri destekliyoruz ve krizin, pandeminin ve borçların patronlar, bankacılar ve zenginler tarafından ödenmesini istiyoruz.  Sınıf mücadelesinin yükselmesi uzak değil. Biz de mali oligarşinin ulusal birlik hükümetine karşı işçilerin birleşik cephesini kurmak için çalışıyoruz.

Pandemi, kapitalist-emperyalist sistemin gerçek yüzünü gösteriyor. Hâlâ eksik olan şey, işçi sınıfını ve müttefiklerini, tüm sorunlarının gerçek nedeni olan bu çürümüş sisteme karşı birleştirmek ve bağımsız olarak örgütlemek, insan toplumunun yeni ve daha yüksek aşamasını fethetmektir. Bu hedefle 1 Mayıs’ı kutlayacağız.

YUNANİSTAN: NORMALLEŞME DEĞİL, SÖMÜRÜ VE BARBARLIK

Yunanistan işçi sınıfı geçtiğimiz yıl da sokakları boş bırakmamıştı. Bu yıl da 1 Mayıs’ta eylemlerin beklendiği ülkelerden biri. Ülkede üniversitelere polis gücü yerleştirilmesine ve pandemi döneminde dikkat çeken polis şiddetine karşı yakın zamanda da oldukça kitlesel eylemler olmuş, hükümet kampüse polis kararını şimdilik ertelemek zorunda kalmıştı. Ayrıca sendikalar 6-7 Mayıs için de, mecliste görüşülen emeklilik ve vergi yasası değişikliklerine karşı genel grev ilan etti.

Yunanistan’dan bilgileri OSY-OASA Çalışanları Sendikası Üyesi, Atina’da Toplu Taşıma İşçisi Stavros Manikas’tan alıyoruz. Manikas aynı zamanda bir komünist işçi.

Özellikle salgının üzerinden 1 yılı aşkın geçen sürenin ardından, işçi sınıfına karşı sermaye sınıfının yeni ve büyük saldırılarının gündemde olduğunu belirten Manikas önümüzdeki süreci bir dönüm noktası olarak görüyor, “Bizim cevabımız gelişmeleri ve geleceğimizi mühürleyecek. Ya kapitalistler krizlerinin üstesinden gelmek için emek karşıtı yeni kesintiler uygulayacaklar ya da işçi sınıfının güçleri ve halk karşı duracak ve kapitalizmin devrimci yıkılışını harekete geçirecekler”

Yunanistan özelinde bu 1 Mayıs’ta öne çıkan talepler ise “Ekmek, sağlık, eğitim ve özgürlük”. Yanı sıra Yeni Demokrasi (ND) hükümetinin ve kapitalistlerin saldırılarını püstürtmek ve “Salgının faturasını halk değil sermaye ödesin”.

Acil talepler açısından da ücret ve emekli maaşlarının yükseltilmesi, iş saatlerinin 5 gün 30 saate düşürülmesi, herkes için kalıcı ve güvenceli iş, işsizlerin korunması olarak özetliyor:

“Mesaj açıktır: ‘Normalleşme’ yok, hiç olmadı sadece sömürü ve barbarlık var ve sermaye iktidarının yıkılması ve komünist kurtuluş tek yoldur. Geleceğimizi dünyayı değiştirerek fethedebiliriz! Yoldaş işçiler, komşu ülkeden ve dünyanın her ülkesinden kardeşler: Aynı acılara sahibiz ama aynı umutlara da sahibiz…”

MEKSİKA: SOKAKLARI KURTARMANIN ZAMANI GELDİ

Meksika hem sanayi hem tarım işçilerinin oldukça yoğun olduğu bir Latin Amerika ülkesi. Aynı zamanda göçmen işçilerin geçiş güzergahı. Ülkede uzun yılların ardından iktidara gelen sosyal demokrat Lopez Obrador Hükümeti ise işçilerin ve yoksulların yaşam koşullarında temel bir değişiklik sağlamış değil. Pandemi bu koşulları her yerde olduğu gibi Meksika’da da yoğunlaştırdı. Devrimci Halk Cephesi (FPR) yöneticilerinden Elizabeth Mujica’dan alıyoruz bilgileri:

Meksika’da 2020’de 12 milyon kişi işten atıldı. Geçtiğimiz eylül ayında Meksika, dünyada en çok sağlık emekçisinin salgından öldüğü ülkeydi (şu anda Brezilya). Meksika için bu yıl seçim yılı. Haziran ayında federal meclis ve eyalet meclisleri için seçimler yapılacak. Seçim atmosferi sendikaların 1 Mayıs’a yaklaşımını da etkiliyor.

Telekomünikasyon işçileri sendikası gibi büyük sendikalar, Meksika Ulusal İşçiler Birliği (UNTM), taşeronlaştırma ve telefon hizmetlerinin dünyanın en zenginlerinden Carlos Slim’in şirketlerine satılması gibi sorunlara karşı mücadele için mitingler düzenledi ancak 1 Mayıs için sanal eylemler açıkladı.

Meksika İşçileri Yeni Merkezi (NCTM) ve Meksika Elektrik İşçileri Sendikası ile birlikte son on yıldır her ayın 11’inde işten atılanların geri alınması, sağlık hizmetinin garanti altına alınması gibi taleplerle eylem yapıyor ve taşeronlaştırmaya karşı da imza kampanyası yürütüyorlar. Başkent Meksiko’daki yürüyüşe onlar da katılacaklar ancak diğer 31 eyaletteki eylemlere katılmıyorlar.

Sosyal hareketler; öğretmenler, öğrenci sendikaları, çok sayıda sendika da başkentin Bağımsızlık Meydanı’ndaki yürüyüşte olacaklar.

ABD sınırında, genelde Kuzey Amerika’ya üretim yapan sanayi bölgesi Matamoros’ta işçiler seçimlere yoğunlaşmış durumdalar. Belediye başkanlığı, yerel yönetimlerde çeşitli pozisyonlar için işçi adaylar çıkardılar. Devlet Başkanı Andras Manuel Lopez Obrador’un sosyal demokrat partisi Morena ile ittifak yapıyorlar. Matamoros işçileri de 1 Mayıs günü kent meydanında miting yapacaklar.

Ayrıca Devrimci Halk Cephesinin çağrısıyla birçok kentte de 1 Mayıs yürüyüşleri yapılacak.

Bu yılın öne çıkan talepleri ise sağlık, ekmek, eğitim, iş ve adalet. Ayrıca su ve elektrik enerjisinin temel insan hakları olarak tanınması. Doğu bölgelerinde toprakların yeniden dağıtılması. Yasada belirtildiği gibi 6 ay 1 günden fazla çalışmış olan geçici öğretmenlerin ve tüm eğitim emekçilerinin haklarının tanınması.

Özellikle pandemi öncesi öğretmen grevlerine sahne olan Chiapas eyaletinde ise 1 Mayıs’ta sabah 8’den itibaren sekiz stratejik noktada yollar bloke edilecek. Bu eylemlerin çağrısını Eğitim Emekçileri Ulusal Koordinatörlüğü (CNTE) isimli öğretmen örgütü yapıyor.  Burada temel talep öğretmen sendikası CNTE ile hükümet arasındaki müzakere masasının yeniden kurulması. Eğitim reformunun iptal edilmesi.

Devrimci Halk Cephesi FPR’nin 1 Mayıs çağrısında ise ülkede bir yıl önce sağlık OHAL’i ilan edildiği hatırlatarak, kovidin yoğun yayılımı ile birlikte bu süreçte sosyal mücadelede düşüş yaşandığına dikkat çekiliyor. “Bir yıl sonra bugün söyleyebiliriz ki, sağlık acil durumunun henüz aşılmadığı doğru olsa da sokakları ve meydanları kurtarmanın zamanı gelmiştir” denildi.

Elif GÖRGÜ İstanbul / Evrensel


Bir yasağa, bir o yasağı koyana bakmak lazım! - Erk Acarer / BİRGÜN

 


AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, başbakanlığı sırasında, 28 Mayıs 2013’te, 

toplumsal fitili ateşleyen bir konuşma yaptı. Gezi Direnişi’nden 3 gün önceydi. İfadeleri alkol 

üzerineydi. Sağlıkla başladı, din ile bitirdi. Cumhuriyet ile ödeşmeyi aradan çıkardı:

“Yazın bakalım nereye kadar yazacaksınız!”

“Yazın bakalım nereye kadar yazacaksınız. Bilim bunun zararlı olduğunu çok net ortaya koyuyor… Din doğruyu emrediyorsa din emrediyor diye karşısında mı duracaksınız?” Konuşmadaki en kritik nokta Atatürk ve İsmet İnönü’ydü:

İKİ AYYAŞ!

“İki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber oluyor da dinin emrettiği bir yasa sizin için neden reddedilmesi gerekiyor.” Atatürk’ün aksine İsmet İnönü’nün alkolle arasının pek iyi olmadığı biliniyordu. Erdoğan buna rağmen, bir referanstan yararlandı.

KURNAZCA ALINAN REFERANS

1932’de piyasaya çıkan kulüp rakısının etiketine gönderme yaptı. Etikette, 2 kişi oturmuş rakı içiyor, sohbet ediyordu. Birinin Atatürk, diğerinin İnönü olduğuna ilişkin şehir efsanesi vardı. Bundan yola çıktı. Gerçeği yansıtmıyordu. Etiketteki kişiler ile ilgili 2 muhtemel doğru vardı.

Biri onu tasarlayan, Türkiye’nin ilk grafikerlerinden İhap Hulisi Görey, diğeri yakın arkadaşı Fazıl Ahmet Aykaç’tı. Öteki rivayete göre ise afiyetle içenler, 31 Mart ayaklanmasını bastırmak için Selanik’ten İstanbul’a, Hareket Ordusu’nu ile gelen Muhsin Bey ve Türkiye’nin ilk maç spikeri Sait Çelebi’ydi.

SALGINI YÖNETEMİYOR AMA…

‘Gezi Parkı yerine Topçu Kışlası’ baskısının sürdüğü günlerde, etiket, bu hali ile de referanstı. 8 yıl sonra gündem başlıklarından biri yine alkol. Covid-19’u yönetemeyen iktidar, salgın ile birlikte kendi yönetimini tesis etme fırsatı kolluyor.

BUNLARIN SALGINLA İLGİSİ NE?

Baskıyı artırıyor, kirli işleri görünmez kılmak istiyor ve yaşam tarzına müdahale için alan açmaya uğraşıyor. ‘Kamuoyunun da gördüğü gibi’ salgının ne ‘128 Milyar Dolar Nerede?’ pankartının yasaklanması ne 1 Mayıs afişinin kaldırılması ne de alkol yasağı ile ilgisi var!

BAYİLERİ KAPATMAYA ZORLUYORLAR

17 günlük tam kapanma ile birlikte İçişleri Bakanlığı alkol satışı yasağı getirdi. Marketlere ‘içki satışı yok’ afişi asıldı, tekellerin açılmayacağı duyuruldu. Ancak 24 saat sonra, Türkiye Tekel Bayileri Platformu yasağın kaldırıldığı ilan etti. Ne var ki İçişleri Bakanlığı bunu doğrulamayınca, platform yeni açıklama yaptı: “Bayileri kapatmaya zorluyorlar.”

İktidar ve havuz medyası konuyu istediği yerden kuruyor: “Dünyanın başka yerlerinde de içki yasağı var.” Doğru, Güney Afrika ve Asya’daki gerici ve otoriter ülkeler de salgını fırsata çevirdi. Öte yandan Avrupa’da park ve meydanlarda toplu oturmak ve sosyalleşmeyi önlemek için içki yasak.

SİYASİ BİR ALAN!

Türkiye’de ‘içki’ özellikle 2010 yılından sonra siyasi bir hesaplaşma alanına dönüşü. Sahil şeritleri, mimari ve demografik olarak bozuldu, alkol itildi. Saat 22.00 sonrası satış yasağı getirildi. Reklam yapılması ve eşantiyon verilmesi engellendi. Karayollarında satış yasaklar kapsamına girdi.

VERGİLER ‘YASAK' DEMENİN BİR BAŞKA YOLU

Salgında, uygulamanın genişleyeceği hafta sonu yasakları ile birlikte anlaşılmıştı. Şimdi ‘tamamen yasak’ tartışılıyor. Vergiler ise ‘alkol yasak’ demenin bir başka yolu. Son 10 yılda, Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) oranı, rakıda yüzde 443, birada ise yüzde 365 arttı.

Türkiye’de alkol kullanımının öncelikli bir toplumsal sağlık krizi yaratmadığı, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) güncel verilerinden görülüyor. Türkiye kişi başına yıllık 1.4 litre ile en az alkol içen ülkelerden. Verilerden de yasağın siyasi bir iklim ürünü olduğunu anlaşılıyor.

İktidar, topluma karşı kendine yeni bir cephe açtı. Kamuoyu bir ‘Suudi Arabistan modeli kurulması’ konusunda endişeli. Yasak çok tepki çekti. AKP ve Saray rejimi, tepkilerin yoğunluğundan, bu tip dayatma ya da modellerin rahatsızlık yarattığını görmüş olmalı.

Ortada henüz olgunlaşmamış bir meyve var.

Doğrusu, inanç eksikliği artışını gösteren veriler o meyvenin ham kalacağını da ortaya koyuyor. Son düzlükte, siyasal İslam modelinin, kapalı kapılar ardındaki ikiyüzlü tavrı benimsenecek gibi durmuyor. Kamuoyu o ikiyüzlü tutumu tartışmaya da son derece iştahlı.

“GİTTİĞİNİZ YERE KADAR YAZACAĞIZ!”

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Demokrat Parti (DP) başkanlığından ayrılınca, muhasip tarafından “İç çamaşırlarının parasını bile partiye ödettirdi” diye suçlanmış, 15 ayda 12 milyon TL harcadığı öne sürülmüştü. Mahkemeye sunulan faturalardan, kuru temizleme giderleri, iç çamaşırı ve minibarda içki görülmüştü.

Yasağın kamuoyunu rahatsız eden tarafları arasında çifte standart var. İçkiden toplanan verginin, 7 bakanlık bütçesinden fazla olduğunu çelişkilere ekleyelim! AKP çocukları, alkolün, uyuşturucunun gölgesinde yatarken faturalar havada uçuşup yurttaşın sırtına fahiş vergiler binerken, bir yasağa bir onu koyana bakmak lazım. Topluğumun gördüğünü önümüzdeki günlerde, daha çok göz önünde tutacağız.

Erk Acarer / BİRGÜN

Heyula - Orhan Gökdemir / SOL

 'Heyula' yazısı 1 Mayıs’a denk geldi. İçinde iki manifesto var ama ikisi de tek bir sınıfı işaret ediyor. Dediği şu; İşçi sınıfı güçlüdür, saraylar yıkar, diktatörler devirir…

Sanayi Devrimi başta İngiltere olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinde kırsal yapıyı bütünüyle çözmüştü. Yoksul köylüler şehirlere akın ediyor, kitleler halinde atölyelere yığılıyordu. Ancak işçi sayısı arttıkça yaşam koşulları da o ölçüde bozuluyordu. Çalışma süreleri günde en az 15 saatti. Çocuk ve kadınlar kitleler halinde atölyelere doldurulmuştu. 

Kapitalizm hiçbir engelle karşılaşmadan üretmek, sınırsızca ilerlemek istiyordu. Halbuki işçi sınıfı bu yükü taşıyamayacak noktayı çoktan geçmişti. Gelişmelerin yıkımla sonuçlanması engellemek üzere atılan her adım başarısızlıkla sonuçlanıyordu. 

Örneğin Fransa’da 8 yaşından küçük çocukların çalıştırılması yasaklandı. Ancak bu yasağa uyup uyulmadığını denetleyecek bir mekanizma yoktu. Burjuvazi yarattığı hiçbir sorunu çözme becerisi gösteremiyordu artık. 

Avrupa’nın başına musallat olan heyula işte bu şartların ürünüydü. İşçilerin kitleler halinde ezildiği her yerde birileri onların kulaklarına “eşitlik” diye fısıldıyordu… Burjuvazi ve müttefikleri için tehlike büyüktü. 

Komünistler Birliği, 1847’de, iki genç adamı, Karl Marx ve Friedrich Engels’i bu heyulaya açıklık getirecek bir parti programı hazırlamakla görevlendirdiğinde, ilki yirmi dokuz, ikincisi yirmi yedi yaşındaydı. Manifesto’nun tamamlandığı yıl Avrupa baştan başa alt sınıfların devrimci ayaklanmalarıyla çalkalanmaya başladı. Fransa, İtalya, Prusya, Belçika, Hollanda, İngiltere, Avusturya, Polonya, Romanya, Macaristan yıkıcı devrimci dalgalarla dövülüyordu. 

Yani Manifesto’nun yazılması “Halkların Baharı” adı verilen bu devrimci kalkışmaların en civcivli dönemine denk düşmüştü. Devrim devrimi doğuracaktı. Marx ve Engels’in devrimci bir dalganın tam ortasında birlikte yazdıkları bu broşür yeryüzünü Komünizmle tanıştırıyor, egemen sınıfın ödünü koparan o heyulayı ete kemiğe büründürüyordu.

***

Halkların Baharı’nın Avrupa’da zincirleme etkileri oldu. İtalya’da özgürlükçü anayasalar ilan edildi. 21 Şubat gecesi Paris sokaklarında hükümete karşı direnmek amacıyla barikatlar kurulunca Kral Louis-Philippe İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. 25 Şubat’ta işçilerin zafer şarkıları arasında cumhuriyet yeniden ilan edildi. 

18 Mart’ta Berlin’de halk anayasa talebiyle ayaklandı. Ayaklanmayı bastırma hamleleri başarısız olunca Kral IV. Wilhelm yeni bir bakanlar kurulu atayarak, bir anayasa yayımlamayı kabul etti. 

Fransa’da cumhuriyet ilan edildiği haberi Avusturya’ya ulaştığında Prag’da ve Macaristan’da binlerce kişi sokağa döküldü. Viyana’da ayaklanan işçi ve öğrenciler 13 Mart’ta sarayı bastı. Avrupa gerici ittifakının kurucusu Klemens von Metternich kılık değiştirerek İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. Kıtaya yön veren yarım asırlık statükocu monarşist Metternich sistemi o gün çöktü. Çünkü bütün ayaklanmaların ortak talebi mutlak monarşilerin yıkılması, parlamenter yönetimlerin kurulması, Ortaçağ bakiyesi feodal mülkiyet ilişkilerinin ve ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasıydı. 

Fakat Burjuvazi geleceğini gerici ittifaklarda görüyordu. İşçi sınıfının devrimci kalkışmasından duyduğu dehşet onu eski düşmanı olan mutlak monarşilerle uzlaşmaya zorluyordu. 1789’da yoksul halk ve işçi sınıfıyla kesişen yollar 1848’de bütünüyle ayrılacak, farklı yönlere savrulacaktı. 

Manifesto, bu kopuşun ve bu karşı karşıya gelişin teorik temellerini haber veriyordu işte. Komünizm ve liberalizm bundan böyle karşı cephelerdeydi. Burjuvalar ve Proleterlerin savaşı yaklaşıyordu…

***

Türkiye’de de acılı, eziyetli bir tarihi var. Türkçeye ilk defa 1923’te Dr. Şefik Hüsnü tarafından çevrildi. İkinci çeviri Kerim Sadi’nin, yayımı 1936’da. Üçüncüsü 1968’de Süleyman Ege tarafından yayımlandı. Kitapta Türk Ceza Yasası'nın 142. maddesine aykırılık olduğu ileri sürülerek açılan dava beraatla sonuçlandı. 12 Mart darbesinden sonra kitabın sorumlusu Süleyman Ege 7,5 yıl ağır hapis, 5 yıl gözetim altında tutulma cezasına çarptırıldı. Komünist Manifesto toplatıldı, artık her nüshası suç unsuruydu. 1970’te Tektaş Ağaoğlu tarafından yapılan çevirisi Öncü Yayınları tarafından Türkçeye kazandırıldı. Tamamı yasaklıdır ve özgürlüğe kavuşması kesintisiz bir mücadelenin getirisidir. 

***

“Avrupa’nın başına bir heyula musallat olmuştur: Komünizm heyulası. Kocamış Avrupa’nın bütün güçleri bu heyulayı defetmek için kutsal bir ittifak kurdular: Papa ve Çar, Metternich ve Guizot, Fransız Radikalleri ve Alman polis ajanları.” Böyle başlıyor. Bütünüyle 1848 esintisidir.

“İktidardaki hasımlarınca Komünistlikle suçlanmamış bir muhalefet partisi nerede var? Daha ileri muhalefet partilerine ve gerici hasımlarına Komünizm kara lekesini geri fırlatmamış muhalefet nerede?” Böyle devam ediyor. Düzenin efendilerinde korku büyüktür.

Bu durumda bu heyula masalına partinin bir manifestoyla son vermesi, iktidarları korkutan hayaletin gerçeğinin eksiksiz tarif edilmesi gerekmektedir. Nihayet “Komünistler” Londra’da toplanmışlar ve bu bildiriyi kaleme almışlardır. 

Aslında Manifesto bu zorunlu sunuşun ardından “Burjuvalar ve Proleterler” ara başlığıyla başlar. Modern zamanların bu iki sınıfını ve tarihsel rollerini tarif ederek yola koyulur. Burjuvazi başlangıçta devrimci bir rol oynamıştır. Eski Feodal bağları hoyratça koparıp atmış, dini bağları ve coşkun şövalye ruhunu bencilliğin buzlu sularında boğmuştur. İnsanlar arasında “nakit para” ilişkisinden başka hiçbir bağ bırakmamıştır. Ve bütün bağımlılıklar yıkıldığı için ortalıkta sadece serbest ticaret özgürlüğü kalmıştır. Artık herkes birer alıcı veya satıcıdır. Sömürünün üzerindeki dini ve siyasi örtüleri kaldırmış, yerine yalın, utanmaz ve gaddar bir sömürü düzeni kurmuştur. 

Burjuvazi bu yolla kendi suretinde bir dünya ve kendi suretinde bir devlet yaratır. Ancak ne var ki bütün bunları yaparken çağdaş işçi sınıfını da geliştirir. Bu da sonraki başlığı ele verir. “Proleterler ve Komünistler” Burjuvazinin kendi suretinde yarattığı o yeni dünyanın bir ürünüdür. Burjuva mülkiyet biçiminin, sermayenin, doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkarlar ve doğar doğmaz o mülkiyete son vermenin yolunu açarlar. 

1848’te Avrupa’daki iktidarları korkudan öldüren hayalet budur. Burjuvazi korkmakta haklıdır; “Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkilerinden en köklü kopuştur; onun gelişmesi, geleneksel düşüncelerden de en köklü kopuşu içeriyorsa, buna hiç şaşırmayalım.” Ancak şaşırtıcıdır. Yaklaşan yepyeni bir dünya ve yepyeni bir bakış açısıdır. 

***

Kardeşlerim, yoldaşlarım Harun Güzeloğlu ve Cansu Fırıncı çok zor bir işe soyunup Manifesto’yu sahneye koydular. Zor çünkü ağır, şiirsel, şaşırtıcı, devrimci bir metin elimizdeki. O günden bu yana üslubu ve gücüyle eşsiz bir metin olarak kalmayı başarmış üstelik. Arkasına yığılı devasa bir tarih ve devasa bir teorik zemin var. Büyük aydınımız Bertolt Brecht bile denemiş ve yarım bırakmış, öylesine zorludur. Hakkını vermek, yükünü omuzlamak gerekir. O nedenle edebi veya sanatsal meziyetlerin ötesinde, siyasi ve sınıfsal bir birikimi talep eder. Harun ve Cansu’da bunların hepsi var. Yakında, salgın günleri bitince, gerçek muhataplarının, işçi sınıfının ve yoksul halkın karşısına çıkar Manifesto, rüştünü orada ispat eder…


“Heyula” yazısı 1 Mayıs’a denk geldi. İçinde iki manifesto var ama ikisi de tek bir sınıfı işaret ediyor. Dediği şu; İşçi sınıfı güçlüdür, saraylar yıkar, diktatörler devirir…

Orhan Gökdemir / SOL