16 Temmuz 2021 Cuma

Melih Bulu'dan ibaret olmayan bir yalakalar tablosu - SOL

Kayyum rektörün hazin sonu gelmişken yalakalar tablosu sadece kendisinden ibaret değil. Boyun Eğme gazetesi son dönemde AKP trenine bindirilip indirilenlerin bir tablosu çıkartıldı. 


Ocak ayında bir oldu bitti ile Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör olarak atanan Melih Bulu, dün sabaha karşı bir cumhurbaşkanı kararnamesi ile görevden alındı. Sosyal medyadan iletişim kurmayı pek seven, bol gülücüklü mesajlar paylaşarak yurttaşlarla dalgasını geçtiğini zanneden kayyum Bulu’ya karardan sonra ulaşılamadı, tüm hesaplarını kapatıp sırra kadem bastı. Biz bu hamlelere alışkınız, en son Berat Albayrak da bakanlık görevinden “affını istediğinde” aynısını yapmıştı!

Melih Bulu’nun altı ayın sonunda getirildiği gibi ani bir kararla görevden alınmasının AKP açısından birkaç nedeni olabilir. Birçok açıdan topluma kendisini kabul ettirmekte zorlanan, “siyasi iktidar olduk ama kültürel iktidar olamadık” diye itirafta bulunan iktidar açısından, yeni döneme Melih Bulu ile girmek astarı yüzünden pahalıya gelecek bir tercih haline gelmiş olmalı. Ancak en önemlisi, Boğaziçi Üniversitesi’nin tüm bileşenleriyle altı aydır bıkmadan, usanmadan mücadele etmesidir kayyumu gönderen. Bu dayatmayı kabul etmemek, “nasıl olsa gitmeyecek, ben en iyisi kendi işime bakayım” dememek ve kabuğuna çekilmemektir Boğaziçi direnişini başarıya ulaştıran.

İşin gerçeği, emperyalizm ve Türkiye burjuvazisi eliyle iktidara getirilen AKP, iktidarı boyunca ülkede büyük bir piyasacı dinci dönüşümü gerçekleştirdi ancak her defasında bu dönüşümde stratejik önemi olan noktalara yerleştirebileceği kadroların sıkıntısını çekti. Özellikle de yola birlikte çıktıkları ittifak ortakları ile 2016’da darbe girişimi ile biten bir hesaplaşmaya girince, elle rinde bulunan kısıtlı sayıda kadrodan da oldular.

AKP için ideal kadro nitelikleri belli: Kaypaklık , ilk esizlik , yalancılık, vicdansızlık , halk düşmanlığı... Para hırsı, doymak bilmez bir açgözlülük, cumhuriyet düşmanlığı... Gerektiğinde mafya babalarıyla racon kesmek, gerektiğinde liberal siyasetçilerle viski kadehi tokuşturmak, gerektiğinde de tarikat evlerinde diz kırıp oturmak. Yeterli dozlarda bu nitelikleriniz varsa, biraz da medyatik takılıp “Bakın burası çok önemli” gibi cümleler kurabiliyorsanız tamam. Ancak ufak bir sorun var: Her an gözden düşüp kenara çekilebilirsiniz. Zira sermaye cephesinde oyunun kuralları böyle, rekabette sizden üstün gelen varsa elenirsiniz.

AKP trenine bindirilip indirilenler...

Melih Bulu, Berat Albayrak, Naci Ağbal, Ruhsar Pekcan... Melih Gökçek, Zekeriya Öz, Aydın Doğan... Liste uzayıp gidiyor. İktidar treninde vagonlardan birine binip heybesini dolduranlar, bu esnada ülkede yağmalanmadık kaynak, yozlaşmadık değer bırakmayanlar, en sonunda da artık işe yaramadığına kanaat getirilip diskalifiye edilenler... Düzen bürokratı, siyasetçisi, medyacısı olmak da böyle bir şey işte. Ama hiçbiri sanmasın ki o koltuklardayken yedikleri nanelerin hesabı sorulmayacak. Hepsi bizim hafızamızda kayıtlı.Tek tek soracağız, halktan aldıklarını tek tek geri verecekler.

Şimdi kısaca bu isimlerin hikayelerindeki benzer noktalara uzanalım....

Hilal Kaplan: Nereden nereye...

AKP iktidarının en çok “kahır” çeken isimlerden biri oldu Hilal Kaplan. Her dönem neye ihtiyaç varsa hızla ona dönüştü ancak hepsinde aynı vasatlığı hakimdi. 

“bak güneş nasıl da gülümsüyor şimdi
dört yana,
‘dağlarına bahar gelmiş memleketimin’
Gülen de görse bu güneşi, Ahmet Abi de Nâzım’da
Hrant Abi de salınsa dağlarında özgürce,
Rakel ve Gülten Abla artık huzur bulsa
kuşlar bütün gün şakısa penceremizde
barış bir seher vakti çıkagelse”

Bir dönem şiirleriyle hem o dönemki büyük Hocaefendisini şiirde Ahmed Arif ve Nâzım’la birleştirecek kadar komikleşiyor, hem de aynı sırada 12 Eylül referandumunda “hayır” diyen TKP’ye akıl verebileceğini sanıyor, “darbeci” diyordu.

Önce Cemaat’in Taraf’ındaydı, sonra Yeni Şafak’a kapak attı. Cemaat mi AKP mi derken, tercihini AKP’den yana kullanıp, AKP içinde de Pelikanların içinde yer aldı. Bülent Arınç’ın “troliçe” diye seslendiği Kaplan, hızlı yer değişiklikleri sonucu Albayrakların Sabah gazetesine uzandı, oradan da TRT’nin yönetim kuruluna yükselerek “kıyak” bir maaşın sahibi oldu.

Kabataş yalancılarından biriydi, hiç özür dilediği görülmedi. Davutoğlu’nun ipini çeken Pelikan bildirisini yazma görevi, hayatındaki tek önemli vasfı oldu, metni kimin yazdırdığı ise malum. Şimdilerde kullanışlılığının yeni doruğunu yaşıyor. Burnuna tereyağı sürerek koronavirüsten kurtulmasından sadece birkaç ay sonra TRT’nin yönetimine giren Kaplan’ın kullanım süresinin ne zaman dolacağı, sıradaki keskin yer değişikliğinin nasıl olacağı şimdiden merak konusu.

Veyis Ateş: Çetenin ve bakanın elemanı

Habertürk televizyonunun en önemli ekran yüzlerinden biriydi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun dostu, AKP’nin destekçisiydi. Bu sıfatıyla uzun yıllar televizyondaki tartışma programlarında kendisine verilen görünürdeki rolü oynadı. Ancak Ateş’in bu “mütevazi” görevi yerine getirirken, bir yandan da farklı kaynaklardan “beslendiği” bir başka destekçisi ülkücü mafya Sedat Peker’in ifşaatlarıyla ortaya çıktı.

Bir otele çöküş hikayesinde rol oynayan, Sezgin Baran Korkmaz’dan 10 milyon avroluk “rüşvet” talep eden Ateş, bu parayı sadece kendisi için değil, iddiaya göre destekçisi AKP’li yetkililer için istemişti. Peker’in işaret ettiği isim, Süleyman Soylu’ydu. Bu iddiaları yalanladı ama bu “vasat” televizyoncunun kariyeri daha o gün bitti.

Mecburen istifa etti, bir köşeye çekildi, şimdi bu dalgaları atlatmayı, yeni dönemde yeniden kullanışlı hale gelmeyi bekliyor.

Ancak yeni dönemde mafyanın mı yoksa mafya destekçisi iktidar temsilcilerinin mi elemanı olacağı şimdilik meçhul.

Elif Çakır... Parlayan yıldızdı, Davutoğlu’nun sandalında kaldı

Mustafa Karaalioğlu, Mustafa Ocaktan, Yusuf Ziya Cömert... Bu isimlerin hepsi bir dönem AKP’nin “kudretli” medya gücünün ortaklarıydı. Şimdilerde onlar gibi Elif Çakır da soluğu Karar’da almış durumda, hepsi Davutoğlu destekçisi haline geldiler.

Bu isimlerin genç ve “parlayan yıldızı”ydı Çakır. AKP’nin halka tüm gücüyle saldırdığı iktidarının ilk dönemlerinde her türlü yalana dört elle sarılan, iktidarı binbir türlü yalanla savunan kullanışlı vasatların öne çıkan aktörlerindendi.

Kabataş yalancılarından hiçbiri onun kadar sivrilmemişti örneğin. “Üzerleri çıplak, elleri deri eldivenli, başlarında tuhaf bantlı 70100 kadar adam” ifadeleri onun çok konuşulan röportajında yer almıştı. İktidar medyasında kullanım ömrü dolan ve sonradan Karar ekibi olacak bu ekip tasfiye edildiğinde Çakır da kapının önüne konulardan biri olacaktı.

Oradaki işini kaybettikten sonra Kılıçdaroğlu övgüleri bile yapmaya başladı Çakır. İmam hatip öğrencilerinin deizme kaydığına ilişkin araştırmayı da köşesine taşıdı; “‘Dindar gençlik istiyoruz’ diyen dindar iktidar yetkililerimiz, imam hatip açacağına, her sokağa cami açacağına, toplumsal yozlaşmanın önüne geçebilseydi böylesi yürek yakan bir tabloyla karşı karşıya gelir miydik?” diyordu artık.

Kısacası AKP treninin onun için artık geride kaldığının farkında, yeni dönemde hafızasız bir iktidar için yatırım yapmakla meşgul bugünlerde.

Fatih Tezcan: Cihatçı destekçisi Erdoğan hayranı, Peker itirafçısı

AKP’nin Suriye’ye yönelik cihatçı saldırılarına destek verdiği ilk günlerin en ateşli savunucularından biri olarak ortaya çıkmıştı.

Alevi köylerindeki katliamlar sonrası sevinç paylaşımları yapan, “İnsan bi lokma ayırır” diyerek mutluluğunu dile getiren, cihatçılarla dostluklar kuran Tezcan, daha sonra kendisini AKP’nin “büyük siyasetinde” konumlandırmaya çalıştı ancak girdiği yeni iş onun boyunu aştı.

Niyeti daha da büyümekti ama kendi mahallesi yeni pozisyonu ona çok gördü, sonucunda bir tür meczup muamelesine maruz kaldı.

Her şeye rağmen her daim Erdoğancı olmaktan vazgeçmedi, “Bu ülkenin halkının, bu milletin seçtiği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı gözüne kestirenin gözü çıkartılır. Canına kastedenlerin canı alınır” dedi örneğin.

Ankara’daki bombalı saldırıda çok sayıda yurttaş yaşamını yitirdiğinde cihatçı katillere toz konduramadığından “HDP Mitingleri’ne katılmak, tam intihar... Kendilerini bombalatıyorlar” diyordu.

AKP’nin gözüne girmek için her türlü saldırganlığı kullanan bir meczup haline geldi ama mahallesinin böyle bir meczuba da ihtiyacı vardı. “Hatay ve Adana cemevlerinde silah yığıldığına dair duyum var. Bassan ‘Mezhepçiler cemevi bastı.’ Basmasan Silahlı Gezi, Esatçı katliam” diye tweet atacak kadar saldırganlaşıyordu kendini göstermek adına.“Kemalist terör örgütü”, “kadın cinayetlerinin nedeni medeni kanun” gibi çıkışlarla da gündem oldu. Tezcan, Peker’in son dönemde ifşa ettiği AKP’liler sonrası kendini aklamak için panikle “Sedat Peker’le görüştüm, evet videolardan önceydi. Yanlışı, fitneyi engellemek için görüştüm ben” diyecekti.

O kendini kullanışlı bir meczup olarak pazarlamak adına elinden geleni yapsa da bir türlü istediğini alamayanlardan. Kendisine açılacak bir olanağı dört gözle bekliyor.

Boğaziçi’nde AKP geri adım attı

2 Ocak 2021’de sabaha karşı Boğaziçi Üniversitesi’ne Rektör olarak atandığı duyurulan kayyum Melih Bulu, yine sabaha karşı bir duyuruyla, 15 Temmuz 2021’de, görevinden alındı. Sosyal medya hesabından yaptığı açıklamaya bakılacak olursa, görevden alınacağı kendisine bildirilmemişti. Ne bir teşekkür, ne bir devir teslim, bundan sonra kayyumluğa soyunma niyeti olanlara açık bir ders oldu.

AKP kaba tabirle “kelle” verdi. Faiz politikasından, Kürt uzlaşmasına çok çeşitli konularda AKP’nin kadro değiştirerek kendisini tazeleme yolunu izlediği biliniyor. Ama bu seferki değişim başka.

Bugüne kadar AKP, bir toplumsal kesimin direnişiyle karşılaştığında önce fiziki olarak bastırma, bu işe yaramazsa sönümlenmesini bekleme yolunu izledi. Pek çok direniş AKP’nin o ana kadarki gerici ve piyasacı uygulamalarına karşı birikmiş tepkiyi harekete geçirdi. Bastıramadığı direnişleri sönümlendirmek için AKP önce bu direnişlerin meşruiyetini daraltma çabasına girdi: Medyadan çamur attı, direnişe sebep olan uygulamaları sürdürdü ya da muhalefet içinden mızmız destekçiler buldu.

Bulu’nun atanması sonrası Boğaziçi direnişinde bunların tümünü gördük. Ancak akademisyenlerin protestosu, öğrencilerin desteği ve AKP’den bıkmış geniş kesimlerin öfkesi dinmedi.

Direniş Erdoğan’ı karar vermeye zorladı. Melih Bulu zorlaması yıllardır sermayenin sahiplendiği bir üniversiteyi toplumsal direnişin merkezlerinden birine dönüştürmüştü. Erdoğan, sermayenin Boğaziçi’ni yeniden gönül rahatlığıyla sahiplenebilmesi için bu adımı atmak, direniş karşısında iktidarın zayıflığının görülmesini göze almak zorunda kaldı.

Peki bundan sonra ne olacak? İntihalci bir rektörün gitmesiyle üniversiteler bilime kavuşabilecek mi? Küstah bir kayyumun üstüne çizik atılmasıyla idareye liyakat gelebilecek mi? Gençlere dönük onca düşmanlık hesabı sorulmadan ortadan kalkabilecek mi?

Ne olmuştu?

Boğaziçi hocaları, öğrencileri ve mezunları, Melih Bulu’nun atanması üzerine Ocak ayında bu yana çeşitli şekillerde okulun yeni yönetimine ve bu yönetime getiriliş biçimine karşı çıktılar. Hocaların, 192 gün ara vermeksizin rektörlük binasına sırtlarını döndükleri nöbetleri, “kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz” sloganıyla özdeşleşen direnişin en güçlü sembollerinden birisi haline geldi. Bu arada kayyum yönetimi hızla piyasacı, gerici ve baskıcı politikalarla okulun yapısında tahribata girişti. Hocalar ve öğrenciler bu tahribata karşı direndiler; üniversite lojmanlarının yenilenmesinin TOKİ’ye verilmek istenmesi, piyasayla daha güçlü bağları teşvik edecek enstitü ve çalışmaların öne çıkarılması, Cinsel Tacizi Önleme, Eğitim ve Destek Koordinatörlüğü’nün fiilen işlevsizleştirilmesi, okuldaki özel güvenlik ve sivil polis varlığı ve şiddeti, okulun kameralarla donatılması gibi uygulamaları sürekli gündemde tuttular. Bir kamu üniversitesi olarak Boğaziçi’nin faaliyetlerinin, kamu denetiminde olacak şekilde ancak kendi bileşenlerince/ilgili kurullarca planlanması, hayata geçirilmesi savunuldu. Üniversitenin kamu yararını öncelikli olarak gözetmesinin gerekliliği ve yönetimin kolektif olarak seçilmesinin/denetlenmesinin de bunun garantisi olduğu öne çıkarıldı. Bu süreçte, Boğaziçi Üniversitesi hocaları üniversitelerde yönetim konulu bir rapor yayınladı, kendi içinde tartıştı ve ilgili kurumlara iletti. Melih Bulu bu direniş sayesinde Boğaziçi’nde tutunamadı.



Üniversiteleri yobaz evine çevirdiler: İşte AKP akademisyenleri-SOL (16/12/2020)

Üniversiteler bir süredir akademi içerisinde bilime karşı savaş bayrakları açmış ya da yandaşlıkta akıl almaz yollar denemiş örneklerle gündem oluyor. AKP bilim yuvalarını bu hale getirdi.


Üniversitelerin akademik kadrolarında yuvalanmış gericilerin "gafları" birikerek artmaya devam ediyor; depremi pedofilinin yasa dışı olmasına bağlamak, kampüsleri bir bütün olarak saraya devretmek, öğrencilerini taciz etmek, akademik çalışma yerine komplo teorileri peşinde koşmak... Ancak gizlemedikleri görüşleri ve hükümete yaranmak için amansız çabalarına karşın "hakettikleri" konumlara ulaşamıyorlar: Çoğunluğu ya foyaları ortaya çıkınca geri adım atmak zorunda kalıyor ya da AKP tarafından bir kenara atılıyor.

AKP'li yılların üniversitelerinden birkaç figürü hatırlatmak istedik.

'Kemalizm virüstür' diyen Selman Öğüt ve tartışmalı tezi

Yakın bir tarihe kadar Medipol Üniversitesi'nde Hukuk bölümünde Doçent olarak görev yürüten Selman Öğüt, AKP'nin "Pelikancılar" çekişmesi kapsamında üniversiteden kovulan bir kişi. WikiLeaks'in yayınladığı maillerinde AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın damadı Berat Albayrak'a tez jürisinden yakınması Öğüt hakkında bir fikir verebilir. Söz konusu mesajlaşmalarda "Berat Abi" diye hitap ettiği Albayrak'a doçentlik tezini inceleyen jüriyi şikayet eden Öğüt, jürinin kendisini bırakmasını bir "mason" komplosu ilan etmişti.

Tezinde bulunan intihallerle de gündeme gelen Öğüt, "Pelikancılar" arasında ismi geçenlerden. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'ya ait Medipol Üniversitesi'nde görev yaptığı dönemde "Yetkililer bu işe çok acil çözüm bulmalı" diyerek hırsızlık yapanın elinin kesilmesi gerektiğini savunmuştu. Öğüt tepkilerin ardından "Elini keselim diyince de insan hakları diyorlar. Evine girilenler hayvan sanki" demişti.

Katıldığı bir televizon programında Öğüt, 15 Temmuz Darbe Girişimi sırasında Boğaziçi Köprüsü'nde linç edilen askerlere ilişkin "Siz bana kurşun sıkarsanız ben de sizi linç ederim" demişti.

Bir başka vakadaysa Öğüt "Kemalizm bir virüstür, devlet ise vücuttur. Erdoğan Kemalistlere devletin vücudundan temizlenen bir virüs türü olduklarını göstermiştir" demişti.

2014'ten beri Medipol Üniversitesi'nde görev yapan Öğüt, bu yıl kovuldu. Öğüt ayrıca "Arabada bağıran" olarak bilinen Aktrol Tuğrul Selmanoğlu'yla yakın arkadaş.

Yıldız kampüsünü Saray'a veren rektör: İsmail Yüksek

Yıldız Teknik Üniversitesi'nde (YTÜ) uzun yıllar rektörlük yapmış Profesör Doktor İsmail Yüksek, Beşiktaş'ta bulunan Yıldız  Kampüsü'nü büyük ölçüde boşaltan ve yerleşimi Cumhurbaşkanlığı'nın almasının önünü açan kişi. Yüksek bunun dışında üniversite arazisini 9 milyon TL zararla TOKİ'ye devretmiş, üniversitelerde dönüşümün en ön saflarında olarak kampüs içerisinde her türlü şeriatçı etkinliği serbest kılarken tepki gösteren öğrencilere karşı okula defalarca çevik kuvveti sokmuştu.

Sicili oldukça kabarık olan Yüksek, 2016 yılında darbe girişiminden sonra açığa alınmış ve hakkında FETÖ üyeliği soruşturması açılmıştı. Daha sonrasında kendisine saray tarafından iadei itibarda bulunulmuş ve Uluslararası Antalya Üniversitesi'nin başına getirilmişti.

Deve sidiğini övdü ama içmeyi kabul etmedi: Ebubekir Sifil

Yalova Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi Ebubekir Sifil, deve sidiği içmenin şifalı olduğunu iddia etmiş ancak kendisine canlı yayında Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Caner Taslaman tarafından ikram edilen deve sidiğini içmeyi reddetmişti.

Yıldız'ın pedofili savunucusu Bedri Gencer: Deprem çocuk evlilikleri yasaklandığı için oldu

Bir başka örnekse YTÜ'den Profesör Doktor Bedri Gencer. Fen-Edebiyat Fakültesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü'nde görevli Gencer, Elazığ depremini küçük çocuklarla evliliklerin yasaklanmasına bağlamasıyla ülke gündemine gelmişti. 6.7 büyüklüğündeki Elazığ Depremi'nin ardından Gencer "Gayretullaha dokunmak edebiyat değildir. AIDS, Ebola virüsü, Avustralya, Çin gayretullaha dokundu, azap geldi. Maazallah biz de zinayı, livatayı yasallaştırırak, Allah'ın helal kıldığı yaşta evliliği tecavüz sayarak, mutlu yuvaları bozarak gayretullaha dokunmayalım. Az kaldı" demişti.  

Öğrencilerin tepkileri sonucu Gencer hakkında soruşturma açılmış ve elindeki dersler alınmıştı.

YTÜ'de uzun süredir görev yapan Gencer, daha önce de katıldığı bir seminerde boşanan kadınların "hafif kadınlar" olduğu imasında bulunmuş ve "İslami bisiklet"in tartışıldığı bir panele de katılıp burada "İnsanın asli yapısını değiştiren teknoloji ve onun ürünleri İslami olamaz" diyerek naylon halıların İslami olmadığını duyurmuştu.

Gazi Üniversitesi'nde röntgenci Dekan

Gazi Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanı Orhan Acar, video konferans sırasında kameranın açık olduğunu unutarak yanındakilere "Kızların resimlerini de görüyoruz böylece çaktırma" demişti.

Acar, öğrencilerine yönelik sarf ettiği bu sözlerin ardından istifa etmek zorunda kalmıştı.

İzmir'den bir başka pedofili savunucusu: Laiklik büyük tehlike

Dokuz Eylül Üniversitesi Mevlana Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu, Güzelbahçe Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen ‘Peygamberimiz ve Gençlik” adlı konferansta "Kızlar âdet olur, âdet olmak bir hastalıktır ve mutlaka tedavi olmaları gerekir.", "15 yaşındaki kızlar evlenebilir", "Kızlar tesettüre girsinler, edepli olsunlar", "LGBTİ masum gibi gösteriliyor, tedavi olmaları lazım." "Laiklik en büyük tehlikedir" sözlerini kullanmıştı.

Emiroğlu daha sonra görevden alındı.

Aile Fakültesi Dekanı: 2 oğlunu, kızını, damadını ve 2 gelinini yanına atayan Mehmet Emin Yılmaz

Eski AKP Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK) üyesi aynı zamanda eski Dicle Üniversitesi (DÜ) Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Emin Yılmaz 2 oğlunu, kızını, damadını ve 2 gelinini fakültedeki akademik kadrolara aldı.

AKP'li Dekan'ın tüm ailesini atadığı kadrolar KHK'yla uzaklaştırılan akademisyenler tarafından boşaltılmıştı.

Pamukkale Üniversitesi Rektörü'nden eşine hediye atamalar

Pamukkale Üniversitesi Rektörü Hüseyin Bağ, eşi Derya Bağ'ı  İslami İlimler Enstitüsü’ne enstitü sekreteri olarak atamıştı. Derya Bağ’ın tepkiler üzerine istifasıyla sonlanan sürecin üzerinden bir buçuk yıl geçtikten sonra Rektör, eşini Dil Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi’ne bilgisayar işletmeni olarak atadı.

Bağ atamaları "Tepkiler geleceğini biliyordum ama bunları göğüsleyerek bu atamayı yapmalıyım dedim ve atamayı gerçekleştirdim" diye savunmuştu.

Üniversitelere 'fuhuş evi' diyen Ebubekir Sofuoğlu

"Google'ı Abdülhamid buldu", "İstanbul Sözleşmesi çok kan dökecek" ve Ayasofya'ya ilişkin "Camide fahişe olur mu" sözleriyle hatırlanan Sofuoğlu, geçtiğimiz gün Akit TV'de katıldığı bir programda “Sayın Cumhurbaşkanımız da vurguladı. Neredeyse fuhuş evleri” ifadelerini kullandı. Sofuoğlu programda bulunan diğer gericilerin tedirgin tepkileri üzerine sözlerini “Gördüğüm var. İstisna değil. Gelin ben sizi gezdireyim. Komşular size söyleyecek, emlakçılar size söyleyecek. Siz nerede yaşıyorsunuz?” diyerek savundu.

SOL

15 Temmuz 2021 Perşembe

‘Ne istedilerse’ veriyorlar! - Mustafa BİLDİRCİN / BİRGÜN

15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından FETÖ’den boşalan kadrolar yeni dini örgütlenmeler ile dolduruldu. Eğitimden sağlığa, sanattan spora her alanda cemaat ve tarikatların etkisi artıyor. Yaşananlardan ders almayan iktidar, devletin tüm kurumlarında etkili olmasına yol verdiği tarikat ve cemaatlerle el ele ülkeyi yönetiyor.

Bugün 249 kişinin hayatını kaybettiği 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin 5’inci yılı. AKP iktidarı döneminde devletin kilit noktalarına yerleştiren FETÖ, ‘ortaklık bitince’ darbeye kalkıştı. Sonrasında iktidar, bu darbe girişimini bir lütuf olarak gördü. 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL ve çıkarılan KHK’lerle birçok mağduriyet yaşandı. Üstelik yaşananlardan hiçbir ders çıkarılmadı ve tarikat ile cemaatlerle el ele ülke yönetilmeye devam ediyorlar. Peki, darbe girişiminin öncesindeki süreçte FETÖ nasıl bu kadar etkin hale geldi? Ülke bugün hâlâ neden tarikatların cenderesinde?

AKP’nin iktidara geldiği 2002’de kamuda kadrolaşma oranı yüzde 15 olan FETÖ, sonraki 15 yılda kadroların yüzde 35’ine doğrudan hâkim oldu. Devletin hemen her kurumuna yerleştirilen cemaat üyeleri; eğitimden sağlığa, sanattan spora kadar toplumsal yaşamı ilgilendiren alanların tümünde söz sahibi durumuna geldi. Cemaat’e özellikle yargı alanında açılan alan, ülkenin demokrasi açısından geriye gidişini hızlandırdı.

AKP'nin FETÖ ile yaşadığı kavga, 7 Şubat 2012 tarihli MİT kriziyle başladı. Bu tarihten sonra sürdürülen ‘uzlaşı’ görüşmelerinden sonuç alınamadı. 2014 Mart’ta düzenlenen seçimlerden kısa bir süre önce ise AKP-Cemaat kavgası en tepe noktasına ulaştı. Kamuoyuna, “17-25 Aralık Yolsuzluk Operasyonu” olarak yansıyan operasyonlar kapsamında Gülen Yapılanması, uzun yıllar boyunca kadrolaştığı emniyet ve yargıyı harekete geçirdi. Erdoğan’dan bakanlara kadar çok sayıda isme ait olduğu iddia edilen ve suç unsuru içerdiği öne sürülen ses kayıtları ortalığa saçıldı.

YENİLERİ SIRAYA GİRDİ

15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişiminin ardından ise AKP ve Cemaat ilişkileri tamamıyla koptu. FETÖ ile ilişkili kişiler, kadrolaştıkları kurumlardan tasfiye edilmeye başlandı. Ardından, FETÖ’den boşalan kadroları doldurmak için diğer cemaatler sıraya girdi. Yeni dönemde FETÖ’nün etkin olduğu alanlardan olan eğitim, gerici vakıflara teslim edilirken cemaatlere birçok bakanlıkta etkin hareket olanağı sağlandı. İktidarın ülkeyi dini yapılanmalarla birlikte yönetme tercihini sürdürdüğünü şu ‘tablo’ açığa çıkarıyor:

EĞİTİMDE İSMAİLAĞA

AKP’li bürokratların grubun lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’yla verdiği pozlarla akıllarda kalan İsmailağa Cemaati, darbe girişiminin ardından ismini en çok duyuran cemaat. 15 Temmuz’un ardından pastadan en büyük pay alan cemaatlerden olan İsmailağa Cemaati, kamuoyunda “Cübbeli Ahmet” diye bilinen Ahmet Mahmut Ünlü’nün medyaya yansıyan haber ve fotoğraflarıyla geleneksel, “Cemaat profili”nden uzak bir çizgi sergiliyor. Alt örgütlenmelerinin MEB ile yaptığı protokollerle eğitimin gericileşmesinde büyük rol oynayan cemaat, sübyan mektebi ve medreseler yoluyla küçük yaştaki öğrencileri hedefledi. İslami İlimler Akademisi için özel müfredat oluşturuldu. Cemaat öğrencilere, akademiye kaydolabilmek için “Liseyi dışarıdan bitirin” telkininde bulundu.

SAĞLIKTA MENZİL

15 Temmuz sonrası Menzil Tarikatı da tıpkı İsmailağa Cemaati gibi adını daha fazla duyurmaya başladı. Çok sayıda radyo-televizyon kanalı bulunan tarikat daha çok, yetişkinleri ve gelir düzeyi görece iyi olan kişileri bünyesinde topladı. Tarikat, “Semerkand” isimli dergisiyle geniş kitlelere ulaşırken “Yolsuzluk Operasyonu” sonrası cemaatlere yönelik, “Ya benimlesiniz ya onlarla” çağrısından sonra Erdoğan’ın yanında taraf tutan ilk dini yapılanma olarak ismini duyurdu.

Özellikle esnaf arasında örgütlenen Menzil, Adıyaman kökenli bir tarikat olmasına karşın bütün ülkeye yayıldı. Eski Diyanet İşleri Başkanlığı Başkanı Mehmet Görmez’in görevden ayrılmasında pay sahibi olduğu belirtilen Menzil, İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı’nda da etkili. Emniyet mensuplarının yükselebilmek için Menzil’den referans aldığı iddiaları sürekli dile getiriliyor. Tarikatın etkisini en fazla hissettirdiği bakanlığın ise Sağlık Bakanlığı olduğu biliniyor. Menzil’in, özellikle kabine değişikliğiyle görevinden alınan eski Sağlık Bakanı Recep Akdağ döneminde bakanlıkta kadrolaştığı bilinirken salgın sürecinde bakanlığın test ihaleleri bile Menzil tarikatına yakın isimlere gitti.

Hükümetin hacamat ve sülük tedavisini yasallaştıran Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği’nin yanı sıra, hastanelerin hasta odalarına kıble yönünü gösteren işaretler, seccade, Kuran ve “Peygamberin Hayatı” kitabının konulması uygulaması da Menzil’in etkisiyle hayata geçirildi. Fahrettin Koca bakan koltuğuna oturduktan sonra ise Sağlık Bakanlığı'nda İskenderpaşa Cemaati etkin olmaya başladı.

SÜLEYMANCILAR...

Süleymancılar Tarikatı da Kuran ve din eğitiminin Özal hükümetleri ile normalleştirilmesiyle kritik roller üstlendi. Siyasetle yakından ilgili olması itibarıyla FETÖ ile benzerlik gösteren Süleymancılar varlıklarını büyük ölçüde dini eğitime dayandırdı.

Hükümet- Gülen Cemaati kavgası en çok Süleymancılar’a yararken Milli Eğitim’de Gülen yapılanmasından boşalan kadrolar, Süleymancılar tarafından dolduruldu. Süleymancılar, ülke genelinde iki binden fazla olduğu tahmin edilen öğrenci yurtlarında on binlerce çocuğa dini eğitim verdi. Milli Eğitim Bakanlığı ve Süleymancılar arasında imzalanan, “Değerler Eğitimi Protokolü”nün kapsamı da cemaatin eğitim alanındaki etkisini ortaya koydu.

MALATYALILAR CEMAATİ

Gülen Cemaati’yle beraber, AKP iktidarından en fazla, “nemalanan” grupların başında ise “Malatyalılar” ismiyle bilinen cemaat geliyor. 

Kadrolaşmaya özel önem veren grup, boşalan kamu kadrolarını doldurma konusunda diğer cemaatlerle yarışıyor. 

Ahmet Davutoğlu’nun Başbakanlığı döneminde TRT ve Dışişleri Bakanlığı’nda kadrolaşan Malatyalılar, İnönü Üniversitesi’nde halen etkisini sürdürüyor. 

Adını doğduğu Malatya ilinden alan cemaatten habersiz kamuya temizlik işçisi dahi alınmadığı biliniyor.

HAMİYET VE İRFAN VAKFI

Ankara merkezli Hamiyet ve İrfan Vakfı (AHİ), henüz 15 yıllık geçmişine karşın Aile Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki nüfuzunu giderek artırıyor. İktidar ile cemaat ilişkilerinin bozulmaya başladığı 2013’ten bugüne faaliyetleri daha da artan vakfın, Aile Bakanlığı ile Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü ile imzaladığı protokoller bulunuyor. Vakfın mali kaynağını İstanbul, Konya ve İzmir’deki öğrenci yurtları oluşturuyor. Ankara’nın Batıkent semtinde AKP’li Ankara Büyükşehir Belediyesi yönetimince vakfa tahsis edilen büyük bir arazide de AHİ’nin öğrenci yurdu bulunuyor. Tabelası olmayan, etrafı yüksek duvarlarla çevrili yurt, çevrede yaşayan yurttaşların tepkisine yol açıyor.

KAYNAKLAR ONLARA

Cemaate yakınlıklarıyla bilinen şirketler, kamu ihaleleriyle kazançlarına kazanç katıyor. Bu şirketlerin aldığı yüksek kamu ihalelerinden bazıları ise şöyle sıralanıyor:

Diyanet İşleri Başkanlığı, 2021 boyunca yapılacak personel servisi işi için ihaleye çıktı. Diyanet’in Ankara’da görevli personelinin servis işini 4 milyon 798 bin 512 TL bedelle Şen-Dem Turizm şirketi kazandı. Şirketin daha önce Gülen cemaatiyle irtibatlı ve iltisaklı olduğu mahkeme kararıyla belirlendiği için ihaleden men edildiği anlaşıldı.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, 15 Temmuz’dan altı ay sonra, Ocak 2017’de “FETÖ/PDY irtibatında yeterli delil bulunduğu anlaşılmıştır” dediği Şen-Dem Turizm şirketine, bu karardan dört ay sonra Nisan 2017’de Melih Gökçek yönetimindeki Ankara Büyükşehir Belediyesi Halk Ekmek’in personel taşıma işi verildi.

Sağlık Bakanlığı, İstanbul’daki yedi kamu hastanesinin ardından 1 No’lu Halk Sağlığı Laboratuvarı’nın da Covid-19 PCR testi ihalesini Menzil Cemaati’ne yakınlığıyla bilinen Techno Health şirketine verdi. Şirket ile Sağlık Bakanlığı arasında 55 milyon TL’lik sözleşme imzalandı.
12 yaşındaki çocuğunu cinsel istismara maruz bıraktığı için tutuklanan Uşşaki tarikat lideri Fatih Nurullah'ın, kamu olanaklarından yararlandırıldığı ortaya çıktı. Nurullah’ın başkanı olduğu Dersaadet Tasavvuf Yolu Dernekleri Federasyonu’nun Saraybosna’da düzenlediği Tasavvuf Musikisi Konseri’ni TİKA ve Yunus Emre Kültür Merkezi’nin desteklediği, Gökçek’in talimatıyla belediyenin mehter takımının da konserde sahne aldığı öğrenildi.

BİR KÜS BİR BARIŞIK

Kendilerini, “Risale-i Nur Hareketi” olarak tanımlayan Nur Cemaati ile iktidarın ilişkileri cemaatlerin zaman zaman siyaset için “Kullanışlı alan” olduğu iddialarını da doğruluyor. Bir küs bir barışık ilerleyen AKP-Nur Cemaati ilişkisi çok sayıda soru işaretini de barındırıyor. AKP içindeki bazı isimler, “Said Nursi, Gülen’in öncüsüdür. İkisi de aynı, aralarında ne fark var?” eleştirisi ile partilerinin Nurcular’a yakın durmasını eleştirirken Cumhurbaşkanı Erdoğan, cemaate karşı pozisyonunu sürekli değiştiriyor. Bazı konuşmalarında Nurcuları ve Said Nursi’yi açıkça öven ve “Risale-i Nur”un Diyanet eliyle yayımlanmasını sağlayan Erdoğan, “Milli Görüş’ün Nurculara karşı” olması itibarıyla ise zaman zaman cemaate karşı tavır alıyor. Buna karşın Nur cemaatinin bir kolu olan Zehra Vakfı, 2005’te, “Türkiye’de şeriat devleti kurmak istemek” suçlaması ile kapatılsa da günümüzde kaldığı yerden çalışmalarına devam ediyor. Anaokulu, ilkokul ve lise kademelerinde binlerce öğrenciye ulaşan vakıf, aynı zamanda eğitim aracılığıyla para kazanmaya devam ediyor.

İlahiyatçı Yazar Cemil Kılıç, “Her ne kadar vakıf ve dernek adı altında örgütlenseler de cemaat ve tarikatlar yasadışı oluşumlardır. FETÖ’den bir farkları yoktur” diyerek potansiyel tehlikeye dikkat çekti. Kılıç, hemen hemen bütün tarikat ve cemaatlerin, “potansiyel terör örgütü” olarak nitelenebileceğini kaydederek, “Bir zamanlar Gülen Hareketi de terörist değil, ‘Hizmet hareketi’ olarak nitelendiriliyor, Gülen de ‘Hocaefendi’ şeklinde övülüyordu” dedi.
Tarikat ve cemaatlerin yasadışı oluşumlar olduğunu ifade eden Kılıç, “Bu nedenle tarikat ve cemaatlerin denetlenmesi biçiminde bir uygulama söz konusu olamaz, Yasadışı oluşumlar ile mücadele edilir” dedi ve ekledi: “Tarikat ve cemaatlerin meşrulaştırılmaya çalışılması Cumhuriyet devrimine karşın yapılan büyük bir ihanet hareketidir. Bu hiçbir biçimde kabul edilemez. Devletin güvenlik birimleri tarafından bütün tarikat ve cemaatler diğer terör örgütleri gibi ve özellikle de FETÖ gibi terör örgütü kapsamına alınmalı. Bu konudan tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunu uygulamaya geçirilmeli, bu kanunu uygulamaya geçirecek bir siyasi kadronun iş başına gelmesi için bütün bir toplum olarak gayret göstermeliyiz.”

MEDRESE HALİNE GELDİ

İlahiyat fakültelerinin bir bilim kurumu olmaktan çıkarılıp medreseleştirildiğinin altını çizen Kılıç, şu ifadeleri kullandı: “İlahiyat fakültelerindeki tarikatçı cemaatçi yapılanma güç kazanıyor. Bu durum, tarihi olarak nizamiye medreselerine kadar varan bir sürecin kaçınılmaz sonucu gibi duruyor. Bu süreci Cumhuriyet Devrimi kesintiye uğratmıştı. Çağdaş, laik ilahiyat bilginleri Cumhuriyet sayesinde yetişmeye başlamıştı. Ancak son yıllarda bu konuda da karşı devrimci çevrelerin büyük bir aşama kaydettiklerini üzülerek gözlemleniyor.”

CHP Genel Başkan Yardımcısı Fethi Açıkel, devletin cemaatlere teslim edildiğini ifade etti, “AKP zihniyeti bugün de aynı hatayı başka ortaklarla birlikte tekrarlamakta” dedi. AKP’nin 2010’daki Anayasa değişikliği için gerekli altyapıyı hazırladığını anımsatan Açıkel, sözlerini şöyle sürdürdü: “Kamu ağır hasarlar aldı. FETÖ’den boşalan alanlara başka yapıların yerleşmesinin engellenmesi gerekiyor. AKP’nin, FETÖ darbesinin yarattığı ağır tahribattan, 15 Temmuz gecesi ve ertesinde yaşanan kurumsal çürümelerden ders almadığını görüyoruz.”

AYNI HATA SÜRDÜRÜLÜYOR

CHP Genel Başkan Yardımcısı Fethi Açıkel, AKP iktidarları boyunca devletin en önemli kurumlarında liyakatin yok sayıldığının altını çizerek, 15 Temmuz darbe girişiminin, “Kayırma, usulsüzlük ve sahtecilik ile sivil ve askeri bürokraside kadrolaşmalara göz yumulmasının ve devletin en kritik konumlarına FETÖ mensuplarının yerleştirilmesinin” bir sonucu olduğunu söyledi. Devletin AKP kadroları eliyle tepeden tırnağa tarikat ve cemaatlere teslim edildiğini ifade eden Açıkel, “AKP zihniyeti bugün de aynı hatayı başka ortaklarla birlikte tekrarlamaktadır” dedi.

ÇÜRÜME AKP ELİYLE GERÇEKLEŞTİ

AKP kadrolarının kontrolsüz ve sistematik bir biçimde cemaatlerle işbirliği yaparak, önce 2010’daki Anayasa değişikliği için gerekli altyapıyı hazırladığını anımsatan Açıkel, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Ardından devletin en kritik kurumlarını ve devletin bilgilerini bu yapıya servis ederek, ulusal güvenlikte ciddi zafiyetlere neden oldu. Emniyet, savunma ve adalet alanlarında kamu ağır hasarlar aldı. Anadolu’daki milyonlarca gencimizin devlet sınavlarında hakkının gasp edilmesi ise cabası oldu. Sonuçta AKP, kamuda liyakati ve personel rejiminin adeta çürütülmesini bizzat kendi eliyle gerçekleştirdi.”

15 TEMMUZ’DAN DERS ALINMADI

Açıkel, FETÖ’nün siyasi ayağının ortaya çıkarılmasının gerekliliğinin altını çizerek, şunları kaydetti:

“FETÖ’den boşalan alanlara başka yapıların yerleşmesinin engellenmesi gerekiyor. Kamuda çalışan herkesin, diğer vatandaşlar gibi sivil ve sosyal hayatında inanç özgürlüğü var. Ancak bizim itirazımız, devletin tüm imkanlarının sistematik olarak cemaat yapılarına açılması ve bu zincirleme kadrolaşma ve kayırmacılık ilişkilerinin için gösteriye dönüştürülerek bir referans sistemi haline getirilmesidir. Kamuda bu kabul edilemez. AKP’nin, FETÖ darbesinin yarattığı ağır tahribattan ve 15 Temmuz gecesi ve ertesinde yaşanan kurumsal çürümelerden ders almadığını görüyoruz.”

***

İlahiyattaki etki

15 Temmuz’dan bir yıl önce, “ilahiyat fakültesi öğrencilerinin cemaat algısının belirlenmesi” amacıyla yapılan araştırma, öğrenciler arasındaki cemaat etkisini gözler önüne serdi. Araştırmaya göre, FETÖ’yü öğrencilerin önemli bir bölümü Türkiye’nin en etkili cemaati” olarak kabul ettiğini belirtti. 417 ilahiyat öğrencisinin yüzde 16’sı Gülen Cemaati’ne, yüzde 15’i Menzil’e, yüzde 11’i ise Nur Cemaati’ne yakınlık duyduğunu söyledi.

***

Tarikat elinde

Ülkede aktif 30 tarikat ve cemaat bulunuyor. Toplam 3 milyona yakın yurttaşın, tarikatlar ile organik bağı olduğu biliniyor. Eğitim politikası uzmanı Prof. Dr. Esergül Balcı’nın 2018’de hazırladığı rapor, 1 milyon öğrencinin tarikatların elinde olduğunu ortaya koyuyor: “Türkiye’deki özel öğretim kurumu sayısı 10 bin 53’tür. Bu kurumların üçte biri mutlaka bir tarikata bağlı.Medreselere kaydolma yaşı üçe kadar düşüyor.”

***

Hesaplaşılmalı

CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, 15 Temmuz sonrasında kurulan Meclis Araştırma Komisyonu’nun çalıştırılmadığını belirterek, darbe girişiminin araştırılması için yeni bir komisyon kurulmasını talep etti: “Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun hikâyesi bile darbeyle ilişkilerin açığa çıkarılmak istenmeyişinin tarihsel belgeleridir. Buna ilişkin bütün tutanaklar TBMM kayıtlarında vardır.”

Mustafa BİLDİRCİN / BİRGÜN



Büyük oyun, büyük ödül -(I-II) - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

 (I) 

Biden, ABD’yi Afganistan’dan apar topar çıkarıyor; medyanın konuyla ilgili sorularını cevaplamak istemiyor. 

Taliban, hızla ilerlerken ülkenin yüzde 85’inin elinde olduğunu iddia ediyor. 

ABD kuklası Afgan rejiminin çöküşü hızlanıyor. 

Bu resmin iki boyutu var.

Birincisi, “11 Eylül olayının” ertesinde, Afganistan ve Irak işgalleriyle başlayan ABD hegemonyasını restore etme projesi (o projenin belgesi olarak yayımlanan QDR 2001 -dört yıllık savunma- raporunu değerlendirirken öngördüğümüz gibi) başarılı olamadı. ABD merkezli hegemonya düzeni çözülmeye devam ediyor.

İkincisi, büyük güçler arası, yeni düzeni şekillendirme, dünyanın kaynaklarını paylaşma rekabetinin merkezi, emperyalist sistemin tarihinde Avrasya kara parçasının “Büyük Oyun” olarak adlandırılan coğrafyasına kayıyor.  

Bu ikisini bir araya koyunca, spekülatif bir yaklaşımla sorabiliriz. Sakın, Biden yönetimi, bir taraftan “Batı Bloku”nu canlandırmaya, NATO’yu küreselleştirmeye, diğer taraftan stratejik rakip olarak gördüğü Çin ve Rusya’yı büyük ekonomik ve askeri kaynak harcamaya zorlayacak jeopolitik istikrarsızlıklara yatırım yapıyor olmasın?

BOP’TAN KYİ’YE

Dün, QDR 2001 yayımlandığında hegemonya restorasyon projesinin merkezinde, hidrokarbon kaynaklarıyla, huzursuz genç nüfusuyla “Avrasya kara-parçası” karşısında stratejik konumuyla “Büyük Ortadoğu” (BOP) vardı. Afganistan ikincil bir hedefti. Esas hedef Irak, daha da önemlisi İran’dı. Sonra jeopolitiğin kaleydoskopu 2008 finans krizi, 2011 Arap isyanları, Suriye iç savaşı da olmak üzere birkaç kez döndü, bu sırada teknolojik atılımlar birbirini izledi. Bugün karşımıza 2001’den çok farklı bir manzara var. 

Rusya, Ortadoğu’ya indi. Çin, uzay çalışmaları, quantum bilgisayarları, yapay zekâ teknolojileri gibi alanlarda dünya liderliğine oynuyor. ABD hegemonyasının ifadesi olan neo-liberal küreselleşme çözülmeye devam ediyor. Buna karşılık, Çin Kemer ve Yol İnisiyatifi (KYİ) adını verdiği bir proje bağlamında, kara ve demiryolları, deniz ulaşım hatlarıyla yaklaşık 60 ülkeyi kaplayan bir ağ üzerinden Asya’yı Avrupa’ya ve Afrika’ya bağlayarak kendi ekonomik jeopolitik gereksinimlerine uygun bir alternatif küreselleşme inşa etmeye başladı.

KYİ projesinin jeopolitiği, jeo-ekonomisi, BOP’tan farklı olarak, altın, gümüş, platin, demir, bakır gibi stratejik madenleri, iletişim ve savaş teknolojilerinin stratejik girdisi ender mineralleri kaynak paylaşımı paradigmasının merkezine koyuyor. Mekân düzenlenmesi açısından da ekonomik ve askeri kaynakların ulaşım yolları, elektronik iletişim ağları, ülkeler arası bağımlılık ilişkileri stratejik öneme sahip.

Bu değişimin merceğinden bakınca da Afganistan’ın stratejik önemi, özellikle Çin açısından daha bir belirginleşmeye başlıyor. KYİ projesi bağlamında Çin 62 milyar dolarlık bir yatırımla “Çin Pakistan Ekonomik Koridoru” (CPEK) olarak adlandırdığı bir projeyi yaşama geçirmeye çalışıyor. Bunun yanı sıra geçen yıllarda, Hindistan’ın ve ABD’nin basıncıyla engellenen Peşaver-Kâbil karayolu projesi var. 

ABD, Afganistan’dan çıkışını tamamlamaya çalışırken Taliban ilerlemeye devam ediyor ve Çin’i madenciliğe ve yol projelerine yatırım yapmaya davet ediyor. Böylece Peşaver-Kâbil projesinin gerçekleşme, Afganistan’ın, yaklaşık 1-3 trilyon dolar değerinde olduğu hesaplanan doğal kaynaklarını Çin’in küreselleşme projesine ekleme olasılığı artıyor.

Bu söz konusu doğal kaynaklar içinde, dünyanın henüz işletime açılmamış, 88 milyar dolar değerinde olduğu hesaplanan en büyük bakır rezervlerinin yanı sıra, demir, platin, altın (Taliban altından, yılda yarım miyar dolar gelir elde ediyormuş), krom, uranyum ve alüminyum, cıva, çinko, lityum rezervleri, emeral, rubi, safir, turkuaz, lapis lazuli gibi değerli taş kaynakları ve belki de stratejik olarak hepsinden önemli, ender mineraller olarak anılan lantan, seryum, neodimyum rezervleri var. Ek olarak Afganistan’ın henüz işletilemeyen, 1.6 milyar varil petrol, 500 milyar metreküp kapasiteli gaz rezervleri var.

Kısacası, büyük güçler arası yeniden-paylaşım rekabeti bağlamında Afganistan’ın kaynaklarına ulaşmak, çok büyük bir avantaj elde etmek anlamına geliyor; ABD çıkarken Çin girmeye hazırlanıyor. Ancaaak…                                 

                                                                        ***

(II)

ABD kuklası Kâbil rejiminin geleceği karanlık. Eğitimli kesim, profesyoneller, bilim insanları ve eğitimciler Afganistan’ı terk etmeye başladılar. Kuzey İttifakı’nın, kalıntısı kimi Tacik ve Hazara kökenli savaş lordlarının yeniden hareketlenmesi de Taliban’ı durduramayacak. 

Diğer taraftan, savaşın içinde şekillenmiş Taliban barış getirecek, devlet inşa edecek, “ülke” kaynaklarını değerlendirecek personelden, kültürel-mali kaynaklardan yoksun. Liderliği de bunu itiraf ediyor; kaynak ve personel konusunda “yardımcı” olabilecek ülkelere “mavi boncuk dağıtmaya” başladı. Diğer bir deyişle Taliban, ABD Afganistan’dan çıktıktan sonra oluşan boşluğa girmek için sırada bekleyen büyük güçlere kapıları açıyor. Böylece Taliban rejimi, eğer oluşabilirse (!) “Yeni Afganistan’ın” emperyalizme bağımlı “ülke” olarak kalmasını da baştan kabulleniyor.

Taliban’ın projesi başarılı olursa, belki, Afgan halkı sürekli savaş içinde, ABD kuklası, hırsız bir rejimle yaşamaktan kurtulacak ama emperyalizme bağımlı, dinci bir rejimle yaşamaya başlayacak. Bu dönüşüm, belki, ekmek peynir ve barış içinde yaşama olasılığı açısından bir gelişme ama haklar ve özgürlükler açısından, özellikle kadınlar ve çocuklar için çok karanlık bir tablo. Aslında emperyalist sistemde sertleşmeye devam eden paylaşım rekabeti içinde, Taliban’ın bunu bile başarabilme şansı çok zayıf.

Karmaşık ve çelişkili  ittifaklar yumağı

Afganistan, bugün kapitalizmin tarihinin özgün bir anında ve özgün bir coğrafyasında yeniden şekillenmeyi bekliyor. “An”, yeni bir “sermaye birikim rejimi” arayışıyla ilgili. Bu yeni rejim de büyük bir olasılıkla, finansallaşma yerine yeniden artık-değer üretimine, hidrokarbon enerjisinden daha çok ve giderek artan oranda dijitalleşmeye (dijitalleşmenin girdilerinin güvenliğine) dayanıyor olacak. “Coğrafya” ise bu yeni birikim rejiminin inşasında ve küreselleşme sürecinde belirleyici olmaya aday büyük güçlerin kaynak rekabetiyle ilgili.

Böylece karşımıza çok karmaşıkçelişkili bir ittifaklar yumağı çıkıyor. Öncelikle ABD ile bir teknolojik rekabet ve bir “yeni soğuk savaş” sürecine girmeye başlayan Çin’in bölgedeki Kemer-Yol İnisiyatifi bağlamında Pakistan ile ABD karşında küresel çapta konuşlanmak için Rusya ile olan ittifakları var. Pakistan, ekonomik diplomatik alanda giderek Çin’e daha fazla bağımlı hale gelirken, Taliban ile tarihsel ilişkilerini kullanarak Hindistan’a karşı “stratejik derinlik” kazanmaya çalışıyor. Rusya ile tarihsel bağları güçlü Hindistan, Pakistan’ın Afganistan’daki etkisinin kendisine yansımasını önlemeye, bölgede Çin’in KYİ karşısında kendine yer açmaya çalışıyor. Şii İran, Afganistan’da kurulacak radikal Sünni bir İslam devletinin, düşmanca ve istikrar bozcu etkilerinden, Şii nüfus üzerindeki basıncının yaratması olası göçmen dalgalarından korunmak için önlem almaya, Rusya ve Hindistan’la bu yönde işbirliği yapmaya çalışıyor. Afganistan’ın kuzey komşuları Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan’ın Afganistan’la etnik bağları var; olası bir Taliban rejiminin İslamcı terörist gruplara ev sahipliği yapmasından da korkuyor, bu korkuları paylaşan Rusya’dan liderlik bekliyorlar. 

Bu birbiri içine girmiş ittifaklar içinde Çin, Rusya, İran, Hindistan Taliban ile ilişkilerini geliştirmekle meşguller. Bu ilişkileri aktaran kaynakların hep, “Taliban’ın, kendilerine yakın kesimleriyle” kavramını kullanması, Taliban’ın çok parçalı bir yapı olduğunu düşündürüyor. Son dönemde Taliban’ın Hazara ve Tacik grupları da içermeye ve hatta liderlik düzeyine taşımaya başlaması, karmaşıklığın artmakta olduğunu söylüyor.

Taliban, bu karmaşık, çelişkili ittifakların tüm bileşenleriyle ilişkilerini geliştirmeye, “değiştiğini” anlatmaya, güvence vermeye çalışıyor. İktidara yürürken korunması nispeten kolay olan bu çizgiyi korumanın, iktidarın nimetlerini bölüşmeye sıra gelince korunmasının, “büyük oyun” içinde “büyük ödül”e erişmek isteyecek güçlerin, hatta ABD’nin “dışarıdan dengeleme” taktiklerinin basıncı altında adeta olanaksız olacağını söylemek falcılık olmaz. Küresel jeopolitiğin merkezinin, “Kuşak-Yol İnisiyatifi” projesinin coğrafyasına kaydığını söylemek de... “Büyük ödüle” ulaşmanın maliyeti hızla artıyor!

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Gizli ziyarette alınan karar - Barış Pehlivan / CUMHURİYET

 

Meclis tarihinde bir ilk oldu. 

Aradan yıllar geçmesine rağmen; büyük umutlarla başlayan, 15 Temmuz’u ve FETÖ’yü araştıran komisyonun nihai raporu basılmadı.  

Neden korkuldu? Neyin bağlayıcılığı olacaktı o rapor? Ve kapalı kapılar ardında neydi matbaanın kapısına kilit koyduran?  

İşte bu sorulara dair birçok tez ortaya atıldı. 

AKP kulislerinde ise çarpıcı bir iddia vardı. 

Buna göre... 

Cumhurbaşkanı Erdoğan önce komisyon başkanı Reşat Petek’e “raporu basın” onayı verdi. Ancak tam da bu onay sonrasında, hem hukuk profesörleri hem de Meclis’in ilgili uzmanları bazı komisyon üyelerini ziyaret etti. İşte o gizli ziyaretlerde şu uyarılar yapıldı: 

Eğer TBMM, bu 15 Temmuz raporunu resmi olarak basarsa... 

1- AİHM bu raporu delil kabul eder ve darbeye bire bir karışanlar dışındaki FETÖ’cüleri aklar. 

2- FETÖ yargılamaları siyasi ayağa da sıçrar. 

İşte bu uyarılar dikkate alındı ve Erdoğan geri adım attı; nihayetinde TBMM kendisini bombalayan örgütü raporlaştırmadı. 

Halk TV’deki “Açıkça” programında özetlediğim bu kulis bilgisini, Darbe Komisyonu’nun başkanvekili Selçuk Özdağ da canlı yayında doğruladı. 

15 Temmuz’a dair suskun kalan isim

15 Temmuz’un perde arkasına dair çok şey bilenlerden biri kuşkusuz Necip Cem İşçimen. 69 ayrı FETÖ davası açan, Yurtta Sulh Konseyi’ni isim isim deşifre eden, dönemin Ankara Anayasal Düzene Karşı Suçlar Bürosu Başsavcıvekili’ydi. 

2017’de kızağa çekildi. Şimdi suskun. 

Ama Savcı İşçimen, keşke bir gün şu konulara açıklık getirse: 

1- Hulusi Akar ve Hakan Fidan’ın 15 Temmuz’a dair ifadelerini almak istediği için mi görevden alındı? 

2- Ankara’daki hangi çok kritik bürokrata gözaltı yapacakken engellendi? FETÖ kumpasları döneminde Emniyet Genel Müdürü olan o bürokrata operasyon yapmaması için kimler tarafından arandı? 

3- Önemli isimlerle yaptığı güvenlik toplantısında, kimin 15 Temmuz’daki hangi kamera kayıtlarını gördüğünü söyledi? Rehin sanılan o isim o görüntülerde neler yapıyordu? 

4- “Akıncı Üssü’nde kimi bulursak alalım” talimatını o vermesine rağmen, Adil Öksüz neden kendisine değil de başka adliyeye teslim edildi? 

5-Darbe girişiminin ertesi günü, Hulusi Akar’la birlikte Çankaya Köşkü’ne gelen Mehmet Dişli aslında nasıl gözaltına alındı? Dişli’nin Çankaya Köşkü’nde olduğunu dönemin Ankara Başsavcısı Harun Kodalak’a kim ihbar etti? 

6- Teknokent soruşturması kapsamında Hacettepe Üniversitesi’ne ait bazı yerler TÜRGEV’e mi verilmek istendi? Buna direnince başına neler geldi? 

7- İstanbul yargısı PDY (Paralel Devlet Yapılanması) ismini kullanırken, onlar neden FETÖ (Fethullahçı Terör Örgütü) demeyi tercih etti? FETÖ teriminin ilk kullanıldığı resmi belge olan 2015’teki TÜBİTAK iddianamesinin yazım sürecinde neler yaşadı? 

 Bu arşiv, Bahçeli’nin hoşuna gitmeyecek

Hani ne demişti filozof: Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz. Haklı değil mi, hem nehir hem sen değişirsin. Belki Erdoğan’ın konuşmalarını görse filozof karar değiştirirdi. 

Neden mi? Cumhurbaşkanı, geçen cuma günü Diyarbakır’a gitti. Bölge halkına el uzattı. En çok da AKP’lilerin “Biji Serok Erdoğan” sloganı tartışıldı. MHP’nin Davutoğlu’na karşı yıllardır dilinden düşürmediği “Serok Ahmet” sloganına gönderme yapılıp “buna ne diyeceksiniz” denildi. 

Ama asıl mesele Erdoğan’ın, “Biz Diyarbakır’da 2005 yılında size ne demişsek dün de oradaydık, bugün de aynı yerdeyiz, yarın da aynı yerde olacağız” ifadelerindeydi. 

Peki, Erdoğan 2005’teki o ziyaretinde ne demişti? Şunu: 

Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur. Benim de sorunumdur.” 

Lakin, açıp bakıyorum... 

Erdoğan aslında hep bunu söylemiş. 2009’da da 2012’de de 2013’te de... 

Şimdi... 

Buraya kadar her şey konuşuldu. Asıl gizlenmek istenen ise MHP lideri Bahçeli’nin ne dediğiydi. Zira, muhalefetteyken defalarca Erdoğan’ın 2005 Diyarbakır konuşmasını yerden yere vurmuştu. 

MHP’nin sitesini açıyorum. Erdoğan’ın 2005 Diyarbakır çıkışına Bahçeli’nin aynı tarihlerde verdiği tepki halen orada duruyor: 

Başbakan Erdoğan, Türkiye’nin karşısındaki silahlı bölücü terör sorununu etnik bir kimlik talebi olarak görmüş ve buna siyasi ve hukuki statü kazandırılması anlamına gelecek sorumsuz beyanlarıyla bölücü heveslerin iştahını kabartmıştır. Sorunun teşhisinde ve tedavisinde tam bir gaflet içinde olan Başbakan Erdoğan, siyasi çözüm talepleri için zemin hazırlamış, bölücü terörün siyasi kimlik ve meşruiyet kazanma çabalarının önünü açmıştır.” 

Bahçeli yıllar boyu aynı üslubu isim ve yer vererek sürdürdü. Örnek olsun, 2009 yılında şunu söyledi: 

“Başbakan 2005 yılında Diyarbakır ziyaretinde yıllarca var olan bölücü terör olayını Kürt sorununa dönüştürerek, bölücü terörü bu ülkede yaşayan toplumun insanları arasında bir etnik çatışmaya temel olabilecek tarihi bir hatayı işliyor.” 

Örnekler çoğaltılabilir ama sanırım anlaşıldı. 

Kısacası “başkan” kelimesinin Kürtçesi olan “serok” lafı büyük kriz değil. Kriz, Erdoğan’ın geri dönüp 16 yıl önceki konuşmasına yeniden atıf yapmasında. Aynı yerde durduğunu söylemesinde. O günkü pozisyonunu korumasında. 

Zira “Kürt açılımı”nın başlangıç tarihi olarak görülen 2005’teki o konuşma, MHP tarafından da “ihanet” olarak okunuyor. Haliyle Bahçeli’ye asıl sorulması gereken soru şu: 2005 Diyarbakır konuşması hakkında fikriniz değişti mi?

Barış Pehlivan / CUMHURİYET

Adil Öksüz olmadı, baldızını alalım - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 

Ayrılığı simgeleyen valiz güç bela taşındı. Kolların birbirine kenetlendiği o an da bitti. Veda zamanı. Tren uzaklaşıyor. Önce sallanan el, sonra koca tren ayrıntılarını kaybediyor. Bir görme kanunu, uzaklaşan her şey ayrıntılarını yitiriyor.

15 Temmuz’a doğru gazeteleri açıyorum. Hepsinde numaralar var. FETÖ’nün şehit ettiği insanların sayısı, açılan davaların sayısı, yargılanan generallerin sayısı hatta kaybedilen malların sayısı... 

Yaşama dair geç öğrendiğim şeylerden biri. İnsanlar tane değil kişidir. Haliyle tarih toplamadan ya da çarpmadan fazla bir şeydir.

Öksüz’ün yerine baldızı yakalandı

Size daha önce hikâyesini anlatmıştım. 15 Temmuz darbe girişimini yöneten, sonra “nasıl oluyorsa” kurtulup giden Adil Öksüz’ün peşine düşen savcıdan söz ediyorum. 

Adı darbeden önce iddianamelere giren FETÖ’nün TSK imamı Adil Öksüz, Hava Kuvvetleri logolu saati tutanaklardan kaçırılarak, Ankara Emniyeti’ne götürülen şüphelilerin arasından son dakikada çekilip çıkarılarak, “arsa bakıyordu” masalına “inanılarak” serbest bırakılmıştı! Öksüz’ün peşine düşen bir kişi, savcı Cihan Ergün vardı.

Savcı Ergün, darbeden üç gün sonra, 18 Temmuz 2016 günü, Öksüz’ü tutuklanması için mahkemeye sevk etmişti. Ancak Hâkim Köksal Çelik, Öksüz’ü serbest bıraktı. Ergün, itiraz edip yeniden tutuklama talep etti. Bu kez Hâkim Çetin Sönmez, tutuklama talebini reddetti. Savcı Cihan Ergün peşini bırakmadı, yakalama kararı çıkarıp Öksüz’ün Sakarya’daki adresini bastırdı ama kuş çoktan uçmuştu. 

Adil Öksüz’ü serbest bırakanlar, Öksüz’ün kayınpederini, baldızlarını, hatta kayınpederinin de baldızını yakaladı. “Bu büyük operasyon başarısı”

günlerce medyanın sayfalarını süsledi. Zaman geçtikçe bunlar da unutuldu. Anlatılan davaların, yakalanan kişilerin, kısacası sayıların içinde bunlar da vardı.

‘Görevi ihmal’ suçlaması

Ben ise hâlâ tanelerin değil kişilerin peşindeyim. Acaba o gün Adil Öksüz’ün peşine düşen savcı şimdi nerede?

Daha önce Sincan Batı Adliyesi Savcılığı’ndan Kırıkkale Cumhuriyet Savcılığı’na sürüldüğünü yazmıştım. 25 Ekim 2018’de tepki olarak emeklilik dilekçesi verdiğini de. “Dün FETÖ’cü olanların, kendilerine karşı olanları FETÖ’cülükle suçladıklarını” söylemiş, “Ülkeyi yönetenler gaflet ve dalalet içinde olmasınlar” diye tamamlamıştı. Bir zamanlar hükümet medyasında çıkıp konuşabilen Ergün’ün söyledikleri hoşa gitmeyince, söz söyleyecek yeri de kalmadı.

Cihan Ergün’ün emeklilik dilekçesi kabul edildi, emekli oldu. Konuştuğumuza göre avukatlık yapma hakkını da kullanmadı. Erzurum’a yerleşti. Uzundere ilçesinde noterlik yapmaya başladı. 

Gelgelelim hayat onun için yine de sakin ilerlemedi. Kendisine mahkeme kararıyla vâsi atanmış bir vatandaşın, hurdaya ayrılmış aracının 5 bin liraya satışındaki usul tartışması nedeniyle, hakkında soruşturma açılması istendi. Ergün’e yapılan suçlama “görevini ihmal” idi. Aslında noterlik yapan Ergün’ü avukatlık yapıyor sanan, önündeki dosyayı da okumadığı anlaşılan mahkeme, “Avukatlık kanunu” gereği Adalet Bakanlığı’na soruşturma izni için yazı yazınca işler daha da karıştı. Dosyaların oradan oraya gönderildiği, mahkeme kararı “sehven” diye düzeltilse de Ergün’ün de “lekelenmeme hakkı” için hâkimlerden şikâyetçi olduğu dosyanın hikâyesi büyüdü. Ergün de Adalet Bakanı’na 5 sayfalık bir mektup yazarak başından geçenleri anlattı. Eski bir savcı olduğu için de yargının yeni üyelerinin nerelerde hata yaptıklarını söyledi. Mektup şöyle bitiyordu: “İnsanın incinmesi, yargıyı ve adalet idesini incitir.”

Kısacası 15 Temmuz’da Adil Öksüz için iki kez tutuklama isteyen, geri çevrilse de peşini bırakmayan, Öksüz’ü koruyan eli bükemeyince “görevlerini yapmıyorlar” diyerek isyan edip istifa eden savcıydı. Darbeden 5 yıl sonra, 5 bin liralık bir satışta, “noterlik görevini ihmal” suçlamasıyla hâkimlerle başı belaya girdi. 

Üç yıl önce konuştuğumuzda “Beni sürgün eden zihniyet hâlâ işin başında” demişti. “Galiba haklı” dedim.

Atatürk tablosu adliyede

Umutsuz bitmesin, merak ettiğim biri daha vardı...

FETÖ, 15 Temmuz’a Ergenekon ve Balyoz gibi kumpaslarla hazırlık yaptı. Kendilerine engel olan askerleri temizledi. Kendi generallerinin önünü açtı. Beşiktaş’taki ağır ceza mahkemelerinin FETÖ’cü yargıçları birer birer tutuklama yaparken, rüzgâra karşı yürüyen yargı mensupları da vardı. 

Bunlardan biri de hâkim Oktay Kuban’dı. Tutuklamalara şerh düşüyor, Fethullahçı hâkim ve savcılarla tartışıyor, nöbetçi olduğunda tahliye kararları veriyordu. O da Eskişehir’e sürülmüştü. Adliyeden çıkarken duvarından söküp yanında götürdüğü Atatürk tablosu dönemin sembolü olmuştu.

Olağan yargılanmalarım nedeniyle İstanbul Adliyesi’nde bulunurken, Oktay Kuban’ın odasını gördüm. Kapıyı çalıp içeri girdim. Sürgünden İstanbul Adliyesi’ne geri dönmüştü. En güçlü dönemlerinde Fethullahçılara meydan okuyan hâkim, maalesef ve tabii ki bugün de el üstünde tutulmuyordu. Ticaret mahkemesine atanmıştı. Oturduğu koltukta fotoğrafını çektim. Fethullahçılarla mücadelenin sembolü olan Atatürk tablosu yerine asılmıştı. O gün o odada, hukuk düzeninin bir gün bütün çıkar gruplarından temizleneceğinin, Atatürk tablosunun daha da yukarılara asılacağının umudunu gördüm. 

5 yıl oldu. Darbenin karanlık gecesi bizden çok uzakta gibi. Uzaklaşan küçülüyor, küçülen ise sayılabilir hale geliyor. Oysa insanların da umudun da rakamlara sığmayan öyküleri var. Yeter ki dil anlatsın, göz görsün...

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET