26 Temmuz 2021 Pazartesi

Saraylarda para politikası değişmiyor - Ozan Gündoğdu / BİRGÜN


 Son 10 yılda uygulanan ile dağılma döneminde Osmanlı’nın uyguladığı para politikası arasından büyük benzerlikler var. Her iki politika da halkın sırtına enflasyonu bindirdi, varlıklı azınlığı ihya etti. Para basmak, borç ve bütçe açıkları her iki dönemin de temel politikası oldu.

Enflasyon, Türkiye’deki sabit ücretli halk kesimlerinin en önemli ekonomik sorunlarının başında geliyor. Sürekli yükselen fiyatlara karşı maaşların erimesi, çalışan yoksulluğunu derinleştiriyor. Üstelik işsiz nüfusun bakımı da yine sabit ücretli bu kesimlerin omuzlarında. Diğer tarafta ise enflasyonun yarattığı tahribattan korunabilen tasarruf sahipleri bulunuyor. Bu kesimler çeşitli finansal yatırımlarla alım güçlerini koruyabildiği gibi yer yer reel olarak zenginleşebiliyorlar. İşte bu durum toplumsal sınıflar arasındaki uçurumu giderek artırıyor. Ancak tüm bunlar yaşanırken hükümetin sorumluluğu görmezden geliniyor ve hükümet sadece enflasyona karşı önlem almamakla suçlanıyor. Halbuki enflasyon kendiliğinden değil, hükümetin para ve maliye politikalarının doğrudan bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla enflasyonu bir tercih olarak yaratan siyasal iktidar, sınıfsal eşitsizliği artıran, varlıklı kesimlerden yana pozisyon alan, ücretli kesimleri ise hiçe sayan bir ekonomi politikasının takipçisi konumunda.

Enflasyonun Osmanlı’dan bugüne uzanan tarihsel serüvenine biraz daha yakından bakıldığında aslında devlet eliyle yaratılan fiyat istikrarsızlığının yeni olmadığı göze çarpıyor. Yani son yıllarda yeniden hortlayan enflasyon belasının nedenlerinin izini geçmişte izlemek mümkün. Bu konuda yazılagelmiş en kapsamlı çalışmalar Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Şevket Pamuk’a ait. Pamuk’un Osmanlı dönemindeki vakıfların ve Saray Mutfağı’nın hesap defterlerini ile hayır kurumlarının kayıtlarını inceleyerek ortaya çıkarttığı sonuçlara göre tüketici fiyatlarının genel düzeyi 1469’dan 1914’e kadar tam 300 kat arttı. Bu artış, yılda ortalama yüzde 1,3’lük bir enflasyona karşılık geliyor. Ancak çoğu yılda fiyat artışları bu ortalamanın altında gerçekleşiyor. Fakat bazı yıllarda fiyat artışları öyle hızlanıyor ki, bu durum ortalama enflasyonu bile yükseltiyor. Fiyat istikrarındaki böylesi krizler ise bizzat devlet eliyle gerçekleştirilen para politikasında gizli.

Önceki yüzyıllarda altın ve gümüş metalden oluşan sikkelerin kalitesinin düşürülmesi biçiminde karşımıza çıkan para politikasının adına “tağşiş” adı veriliyor. İktisat tarihçilerinin ve ilgili çevrelerin yakından bildiği tağşiş yönteminde devlet, bastığı sikkelerin içeriğindeki altın ve gümüşü azaltarak daha fazla para basabiliyor ve ayrıca Saray’ın elinde tuttuğu altın ve gümüş miktarı artıyor. Saray’daki altın ve gümüş miktarı artıyor ancak piyasada sikkelerin alım gücü düşüyor. Bu politikanın altında yatan temel nedenlerin başında da Saray’ın gelirlerinin giderleri karşılayamaması geliyor. Özellikle dağılma dönemi olarak adlandırılan 19’uncu yüzyılda savaşların uzaması, vergi sisteminin çökmesi, Saray’ın giderlerinin de bunlara rağmen artması gibi nedenlerle uygulanan tağşişler, halkın enflasyon illetiyle baş başa kalmasına neden oldu. 1808’de 5,9 gram olan Osmanlı kuruşunun gümüş içeriği, 1831’e gelindiğinde 0,5 grama gerilemişti. Paranın satın alma gücündeki bu şiddetli düşüşe karşılık, mal fiyatları sürekli yükseldi. Metal paralar anlamını yitirince Batı’daki kağıt para devrimi Osmanlı’ya da girdi ve 1840’ta “Kaime” adı verilen kağıt paralar basılmaya başlandı. Ancak yüzyıllarca metal sikkelerle ticarete alışmış halkın “Para yerine geçen kağıtlara” itibar etmesi zaman aldı. Üstelik sahte kaimelerle yapılan kalpazanlıklar da arttı. Öte yandan Osmanlı Sarayı için para basmak artık çok daha kolaydı. Eskiden para miktarını artırmak için sikkelerin değerli metal içeriğini azaltmak gerekirken, artık sadece kağıt para basmak yetiyordu. 1854’de Kırım Savaşı’nın finansmanı için Ordu Kaimesi basıldı. Aynı yıl Osmanlı ilk kez dış borçlanmayla Hazine’yi, finanse etmeye başladı. Borç ve para basmak Saray’a kolay gelir yaratma imkanı sağlıyordu. Bu gelişmeye paralel biçimde aynı dönemde Osmanlı Sarayları’nın da sayısında da artışlar yaşanmaya başladı. Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi, Yıldız gibi Saraylar’ın yanı sıra Büyük Mabeyn Köşkü gibi lüks yapıların inşaatına aynı dönemde başlandı. Saraylar İstanbul’un 7 tepesine dağıldıkça basılan paralar da, borçlar da, borçların faizleri de arttı.

Bu politika cumhuriyet dönemi boyunca da yer yer devam etti. Ancak hiçbir dönemde Osmanlı’nın dağılma dönemine denk gelen 19’uncu yüzyılın para ve maliye politikası 2010’lu ve 20’li yıllardaki ekonomi politikasına bu kadar benzemedi. Aradan geçen yaklaşık 150 yılda finansal piyasalar ve paranın niteliği büyük ölçüde değişti. Ancak bu değişim, 19’uncu yüzyılın Osmanlı padişahları ile bugünün siyasal iktidarının ekonomi politikasının benzerliğine engel olamadı.

Bugün belki 19’uncu yüzyıldaki biçimiyle para basılmıyor ancak bankacılık sistemi kullanılarak piyasaya pompalanan paralar, iktidarı finanse etmek için kullanılıyor. Merkez Bankası’nın verilerine göre 2011’in Haziran ayında tedavüldeki ve bankaların vadesiz mevduat hesaplarındaki toplam para miktarı ( M1 para arzı) 141 milyar 355 milyon TL’ydi. Bu tutar 10 yıl sonra 2021’in Haziran ayında 1 trilyon 375 milyar 19 milyon TL’ye yükseldi. Bu gelişmeye paralel olarak liranın da değeri eridi. Ancak 10 yıl önceki 100 lirayla 63 dolar alınabilirken, bugün sadece 11 dolar alınabiliyor. 10 yıllık enflasyon ise yüzde 191.

Devlet Hazinesi, bugün bankaların piyasalara pompaladığı paraya muhtaç vaziyette. Çünkü yurtiçindeki tüketimin canlılığını korumak ve dolayısıyla KDV, ÖTV gibi vergi gelirlerinin artması için kredi mekanizmasının tüm hızıyla çalışması elzem. Bunun için de faizlerin düşük seviyede tutulması gerekiyor. Devlet varlıklı kesimlerden vergi toplama yeteneğine sahip değil. Böyle bir vergi sisteminde tüketim sürekli canlı tutulmak zorunda. Bunun da yolu para basmaktan geçiyor. 2020’nin ilk haftasında bankacılık sisteminin kredi alacağı 2,56 trilyon lirayken, 2021’in aynı döneminde bu tutar 3,47 trilyon liraya yükseldi. Yani piyasaya bir yılda yaklaşık 1 trilyon lira pompalandı. Bu 1 trilyon Liranın bir kısmı piyasa mekanizması içinde bankacılık sistemine geri girdi. Bir kısmıyla dolar ve altın alındı, bir kısmıyla konut ve otomobil, bir kısmıyla da gündelik ihtiyaçlar satın alındı. Her satın almada devlet de kasasına dolaylı vergileri indirdi. 2020 yılı boyunca tüm yurtta yapılan alışverişlerden Hazine, tam 438 milyar 44 milyon liralık KDV ve ÖTV geliri elde etti. Sadece ÖTV ve KDV’nin vergi gelirleri içindeki payı yüzde 56. Tüketim dışında vergi toplama kabiliyetini kaybeden Hazine, faizlerin düşük tutulup piyasaya para pompalanmasına muhtaç durumda ve geçici gelir kalemleriyle ancak günü kurtarmaya çalışıyor. Bedelli askerlik, varlık barışları, vergi afları birbiri ardına geliyor. Tıpkı Osmanlı’nın 19’uncu yüzyıldaki politikaları gibi çöken sistemi devlet borçları izliyor. Başkanlık Sistemi’nin uygulanmaya başladığı 2018’in 2’inci çeyreğinde kamu net borcu 296,1 milyar lirayken, 2021’in ilk çeyreği itibarıyla bu tutar 1 trilyon 42 milyar liraya ulaşmış durumda. Yani kamu net borcu 3 yılda 3,5 katına çıkıyor. 

Böyle ağır bir tahribat karşısında bugün de tıpkı 19’uncu yüzyıldaki gibi Saray sayısında artış yaşanmasına ise “tarihin basit bir tesadüfünden ibaret” deyip geçilemiyor. 

Yazlık ve kışlık saraylar elbette günümüzün kapitalist devlet harcamaları içinde sembolik düzeyde kalıyor. Ancak şirketlere verilen gelir garantileri nedeniyle milyarların birkaç şirkete transfer edilmesi bütçeyi zorlayan temel nedenlerden biri. 

Şehir Hastaneleri’nin müteahhitlerine dağıtılan kira ve hizmet bedeli, Sağlık Bakanlığı bütçesinin yüzde 13’üne ulaşmış olması bunun en net kanıtı.

Tüm bunlar yaşanırken, gündelik hayat daha fazla “kaime” ile devam ediyor. Merkez Bankası’nın verilerine göre 2011’in Haziran ayında piyasada 56 milyon 998 bin adet 200 TL bulunuyordu, bugün ise bu sayı 380 milyon 173 bin adete yükselmiş durumda.


                      ***

19’uncu yüzyılda yapılan Saraylar

♦ Dolmabahçe Sarayı
♦ Yıldız Sarayı
♦ Beylerbeyi Sarayı
♦ Çırağan Sarayı
♦ Büyük Mabeyn Köşkü







Ozan Gündoğdu / BİRGÜN

Eski Dışişleri Bakanı Şükrü Sina Gürel, 'Kıbrıs, AKP’nin iktidar formülüne kurban edildi' - İPEK ÖZBEY / CUMHURİYET

 


Erdoğan’ın KKTC Meclisi’ndeki konuşmasının bir saat geç başladığına dikkat çeken Şükrü Sina Gürel, “Birilerinden telefon mu geldi, bazı görüşmeler mi yapıldı da vazgeçti, kuşkuluyum. Yok, eğer Erdoğan gerçeklerden bu kadar kopuk davranıyorsa o zaman hepimizin kaygı içinde olması gerek” dedi.

Neden Şükrü Sina Gürel? Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Mülkiye’de doktora çalışmaları sürürken Ege Üniversitesi İktisadi ve Ticari İlimler Fakültesi’nde asistan oldu. 1977’de SBF’de, doktora derecesini “Ortadoğu Petrolünün Uluslararası Politikadaki Yeri” başlıklı tezi ile aldı. Aynı fakültede profesör oldu. İngiltere, Almanya ve Fransa’da bilimsel çalışmalarda bulundu. 1995’te İzmir’den DSP adayı olarak milletvekili seçildi. 55. Cumhuriyet Hükümeti’nde AB ve Kıbrıs’tan Sorumlu Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü oldu. 57. Cumhuriyet Hükümeti’nde Devlet Bakanlığı, Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı yaptı. Siyasi hayatının büyük bölümü Ecevit’le geçti, Kıbrıs tarihi ve sorunu, Türk-Yunan ilişkileri ile ilgili kitapları da bulunuyor. Son günlerde ada ile ilgili tartışmalar yeniden alevlenince bize de Gürel’e sormak kaldı.

  • Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 50 yıldır zaman kaybettiğimizi söylüyor. Aslında 18-19 yıldır ne kadar zaman kaybettiğimizin hesabını kendisinin vermesi gerekiyor.
  • Abdullah Gül, ilk uluslararası görüşmeye “ ‘Biz tanınma istemiyoruz” diye oturdu. ‘Ben adam değilim, beni adam yerine koyma’ derseniz adam yerine konmazsınız.”
  • Annan Planı’nı yeniden canlandıran Erdoğan oldu. Sonra da Batılı vakıflar faaliyetlere başladılar ve “Yetmez ama evetçiler” aynı zamanda “Yes be annem”ci oldular.
  • AKP “AB için reform yapıyoruz” diye Türkiye’de Cumhuriyet kurumlarını yıprattı, bazılarını da yok etti. AB ve ABD eşittir iktidar sigortasıydı. Kıbrıs konusu bunlara kurban edildi.
  • Tayyip Erdoğan, Kıbrıs meclisindeki konuşmasına bir saat geç başladı. O sırada birilerinden telefon mu geldi, bazı görüşmeler mi yapıldı da “gerçek müjde”den vazgeçti, kuşkuluyum.

    • Niye Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti değil de Kıbrıs Türk Devleti? İlk olarak bu çok tartışmalı konuya ilişkin görüşlerinizi almak istiyorum.

Doğrusu bu konuda çelişen görüşler var. 1983’te “Devletimiz bağımsız bir devlet ama eninde sonunda Rum tarafıyla bir federasyon kurmak istiyoruz. Aynı çatı altında bir devlet istiyoruz” demek için Kuzey sözcüğü eklenmişti. 2004’te Annan Planı’nda referanduma sunulan metinde Kıbrıs Türk Devleti adı kullanılmıştı. Aslında “eyalet” örneğinden yola çıkarak “devlet” olarak adlandırılmıştı. Dolayısıyla şimdi Kıbrıs Türk Devleti adına bu doğrultuda karşı çıkanlar var ve haklı görünüyorlar. Devletin adı değişecekse Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak değiştirilmeli. Fakat tabii bu devletin adının değiştirilmesi bir anayasa değişikliği sürecini gerektiriyor. Bir tanınma gerçekleşmeden böyle bir anayasal sürece girilmesi doğrusu anlamsız olacaktır. Bence önce tanınma, sonra devletin adının değiştirilmesi doğru olacaktır.  

 Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Kuzey-Güney diye bir şey kalmadı. Eşit, egemen iki devletli çözümden yanayız. 40-50 senemizi onların söyledikleriyle geçirdik, netice alamadık. O devir kapandı” dedi. Ortada sonuç alınabilecek bir strateji görüyor musunuz?

Bana kalırsa Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ya da Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıtmak için oldukça geç. 2004’te Cumhuriyet’teki köşemde Annan referandumu ertesinde şunu yazmış ve gereken yerlerde de söylemeye çalışmıştım: “Kıbrıslı Rumlar ve Türkler aynı devletin çatısı altında birlikte yaşamayı, bu kadar elverişli koşullar sunulduğu halde reddediyorlarsa o zaman bundan sonra Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni yönetenlerin de şunu söylemeleri gerekiyor: Kıbrıs Rum Devleti tarafından eşit ve egemen bir devlet olarak tanınmadıkça, bundan sonra ne bir çözümün kapağını kaldırırız ne de görüşmelere oturabiliriz.” O sırada rahmetli Rauf Denktaş hâlâ Cumhurbaşkanlığı makamındaydı ve ben de kendileriyle görüşüyordum. Bana iki tane resmi görüşme tutanağı gösterdi.

    • Ne yazıyordu tutanakta?

Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı’nın yani Abdullah Gül’ün ilk yaptığı uluslararası görüşmeydi. Görüşmeye “Biz tanınma istemiyoruz” diye oturuyordu. İkincisi de KKTC’nin o zamanki başbakanı Mehmet Ali Talat’ın görüşme tutanağıydı. O da aynı şekilde “Biz tanınma istemiyoruz” diye görüşmeye başlıyordu. Ben de onun üzerine köşemde yazmış ve “Biriyle bir görüşmeye oturduğunuzda o sizi eşit olarak kabul etmek niyetindeyse bile siz ‘ben adam değilim, beni adam yerine koyma’ derseniz adam yerine konmazsınız” demiştim. Bu tanınma için adımların ta 2004’te atılması gerekiyordu. Ama tabii şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan, 50 yıldır zaman kaybettiğimizi söylüyor. Aslında 18-19 yıldır ne kadar zaman kaybettiğimizin hesabını kendisinin vermesi gerekiyor. Çünkü bakıyorsunuz daha 2002’de AKP iktidarı oluşturulmaya başlanırken kendisinin hiçbir temsil niteliği olmadığı halde Avrupa ve ABD seferlerine çıktı, oralarda en üst düzeyde kabul gördü. O zamandan edindiği alışkanlıkla devletin büyükelçilerini yabancı başkanlarla yaptığı görüşmelere almadı. Ancak o seferlere başlarken de Kıbrıs ve AB konusunda son derece yanlış adımlar attı.

Örneğin?

Ekim ayında Dışişleri Bakanı olarak AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Gunter Verheugen’e “Türkiye AB ilişkilerinin ilerletilmesi ayrı şeydir, Kıbrıs konusunda siyasi çözüm bulmak başka şeydir” diyerek konunun algılanmasını sağlamışken, Tayyip Erdoğan AB seferlerine çıkarken “AB ile üyelik müzakerelerinin başlatılması için bir tarih alma konusuyla Kıbrıs konusunu aynı sepette ele alabiliriz” dedi. Bu, götürüp tekrar Kıbrıs konusunu AB’nin kucağına bırakmak demekti. Hem de Denktaş’ın hasta yatağına Annan Planı konmuşken, biz de Annan Planı’nın müzakereye değer olmadığını açıklamışken... Onun ardından, “AB için yeni reformlar yapmaya hazırız” dedi. Bu aslında Türkiye’nin yeni dayatmalara kapıları ardına kadar açması demekti, çünkü biz Ağustos 2002’te AB ile ulusal programımızı bütün siyasal istikrarsızlığa rağmen TBMM’den geçirmeyi başarmıştık. Bize daha önce AB tarafından verilen söz, kulaklarımla duyduğum için söylüyorum, “Siz bu ulusal programınızı geçirin, müzakerelere başlayacağız” şeklindeydi.

    • “Denktaş’ın hasta yatağına Annan Planı konmuşken” dediniz. AKP, kendi politikası sonuç vermeyince yeniden Denktaş’ın çizgisine mi döndü?

Aynen öyle oldu. AB’nin bizden yeni reformlar istemeye hiçbir şekilde yüzü yoktu ve Tayyip Erdoğan, hem Kıbrıs konusunu götürüp AB’nin kucağına bırakıyor hem de AB’nin yeni ödünler istemesi için kapıyı ardına kadar açıyordu. Bu aslında AKP’nin iktidar formülünün gerektirdiği adımlardı.

    • O formülü açar mısınız?

AKP başından itibaren “AB için reform yapıyoruz” diye Türkiye’de Cumhuriyet kurumlarını yıprattı, aşındırdı ve bazılarını da yok etti. İkinci iktidar formülüyse AB ve ABD eşittir iktidar sigortasıydı. Dolayısıyla Kıbrıs konusu bunlara kurban edildi. Bu formüller içinde Türkiye’nin ve Kıbrıs Türkünün hak ve çıkarlarını aşındıracak şekilde Kıbrıs politikası heba edildi. Halbuki biz Ecevit hükümeti olarak başından itibaren “AB’nin Kıbrıs Cumhuriyeti diye Kıbrıs’ın bütününü AB üyesi yapmaya hakkı yoktur. Uluslararası anlaşmalara aykırıdır. Türkiyesiz Kıbrıs AB’ye giremez, çünkü kurucu anlaşmalarda bu yasaklanmıştır” dedik. Buna rağmen AB bunu gerçekleştirmek için AKP iktidarıyla işbirliğini sürdürdü, Annan Planı da bunun için zaten araya sokulmuştu. Denktaş gerçekten hasta yatağındaydı New York’ta. Ünlü doktor Mehmet Öz Denktaş’ı ameliyat etmiş ve aynı akşam Karayipler’e tatile gitmişti. Dolayısıyla rahmetlinin göğsündeki yara iki ay kapanmadı, biz Türkiye’de tedavi ettirdik. Biz de seçimleri kaybetmiştik, Annan Planı Denktaş’ın önüne kondu, “Bir hafta içinde bak, değilse ben gerekeni yaparım” dedi Annan... Halbuki Annan’ın misyonu iyi niyet girişimiydi. Taraflara plan sunmak, hele hele bu plandaki anlaşmazlık noktalarını resen düzenlemek yetkisine sahip değildi. Arabulucunun, hakemin bile böyle bir yetkisi yoktur. Annan’a daha sonra kimseye verilmeyen yetkiler verildi. Önce kasım-aralık boyunca rahmetli Denktaş, şimdiki KKTC Dışişleri Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu -ki o zaman da Dışişleri Bakanı’ydı- Türkiye’den kendilerine gelen tüm baskılara rağmen direndiler. Planın AB genişleme süreci başlamadan kabul edilmesi böylece mümkün olmadı. Onun arkasından nisan başında katılım antlaşmaları imzalanacakken plan bir daha devreye sokulmak istendi. O da olmadı. Sonra plan soğudu. AB tarafından yeni adım gelmedi.

Peki, sonraki trafik nasıl ivme kazandı?

Tayyip Erdoğan’dan yeni adım geldi. Tayyip Erdoğan, Aralık 2003’te MGK toplantısından çıktı ve alınan kararlar KKTC’nin devam ettirilmesi yönünde olmasına rağmen kuruldan çıkıp Davos’a gidip Annan’la, sonrasında Washington’da Bush ile görüştü. Daha Türkiye’ye dönmeden Annan’a bütün yetkileri veren, Türkiye Cumhuriyeti’ni bağlayan mektup Annan’ın eline geçmişti. Yani Annan Planı’nı yeniden canlandıran Tayyip Erdoğan oldu. Ondan sonra da Batılılar bütün sözleri verdiler, Batılı vakıflar faaliyetlere başladılar ve “Yetmez ama evetçiler” aynı zamanda “Yes be annem”ci oldular. Annan referandumunda Kıbrıs Türkünün devletini ortadan kaldırma isteği ortaya çıktı. Buna karşın Rumlar planı reddetti. AB de daha önceden verdiği KKTC’ye uygulanan insafsız uygulamaların kaldırılmasıyla ilgili sözleri tutmadı. Tayyip Erdoğan, Denktaş’ı uzlaşmaz olarak göstermeye devam etti. Şimdi gerçi KKTC’nin iç işlerine karışmakla suçlayanların dönüp kendi siyasi geçmişlerine bakmalarında fayda var, başta Mehmet Ali Talat... Ama kendisinin nasıl seçildiğini, ABD vakıflarından para alarak nasıl Kıbrıs’ta kamuoyu oluşturduklarını kendi eşi itiraf etmişti. Bunların başında da AKP hükümetinin gayretleri ve desteği vardı.

O KADAR YALNIZLAŞTIK Kİ GEMİLERİMİZİ ANTALYA KÖRFEZİ’NDEN ÇIKARAMAZ HALE GELDİK

    • Sonra “Maraş’ta yeni dönem başlıyor. Mülkiyet haklarına riayet edilerek yürütülen çalışmalar ışığında artık Maraş’ta herkesin yararına olacak yeni bir dönemin kapıları açılacak” dedi Erdoğan ve fırtına koptu... BM kararı ne diyor?

BM’nin hem Maraş hem KKTC ile ilgili olarak bizim açımızdan son derece olumsuz kararları var. Ama tabii bu kararlar kutsal kitapların ayetleri gibi kararlar gibi görülmemeli. Onların kalıcılığı gibi düşünülmemeli. Uluslararası alanda yeni gerçekler ortaya çıkabilir, durum değişebilir. Dolayısıyla konular yeniden değerlendirilebilir. Bu en fazla Maraş için söz konusudur, çünkü Maraş’ın neredeyse bütününün iki Osmanlı vakfına ait olduğu ve 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında hukuka aykırı bir biçimde o zamanki İngiliz hükümeti tarafından özel mülkiyete çevrilerek birilerine satıldığı görülüyor ve bu satın alanların büyük bir çoğunluğu da Rumlar. Dolayısıyla bir mülkiyet hakkının ihlali söz konusu en baştan itibaren. Yani Maraş konusuna yaklaşırken şimdiki özel mülkiyet göz önünde bulundurularak yaklaşılması son derece yanlış. Öyle bir politikaya girişiliyorsa eğer, iki mahkeme kararının da tescil ettiği gibi artık Maraş’ın vakıf malı olduğu, bu vakıflardan kiralanarak ancak bunların üzerinde geçici hak sahibi olabileceği kabul ettirilmeli. Bu arada kuzeyde kalmış malları için hak iddia eden Rumların başvurusuna açık bir komisyon var. Bu komisyonun da artık ortadan kaldırılması lazım, çünkü KKTC artık kendine bir cemaat, bir toplum olarak değil, bir devlet olarak kabul ettiğini, başkalarının da kendisini böyle görmesi gerektiğini dünyaya anlatmalı.

    • Güvenlik Konseyi’nin 15 üyesi, Cumhurbaşkanı’nın açıklamasını kınama kararı aldı. Bundan sonrasında neler yaşanır?

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden herhangi bir yaptırım kararı çıkacağını zannetmiyorum, ancak unutmayalım ki Maraş’ın yüzde 3.5’i yerine bütününü açsak ve asıl sahibi EVKAF İdaresi’ne versek aynı olumsuz tepkilerle karşılanacaktık. Doğru adımları akılcı bir diplomasiyle destekleyerek atmak gerekir.

    • Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü de desteklemediğini açıkladı...

Türkiye’nin AKP döneminde ne kadar yalnızlaştığını gösteriyor bu. Biz Doğu Akdeniz’de o kadar yalnızlaştık ki, araştırma gemilerimizi Antalya Körfezi’nden çıkaramaz hale geldik. Aslında ABD ve NATO, Rusya’yı kuşatırken, Türkiye’yi de kuşatmaya başladı. Yunanistan, Dedeağaç’tan Girit’e, Girit’ten Güney Kıbrıs’a Amerikan üsleriyle donandı ve ABD, Karadeniz politikası çerçevesinde Türkiye’yi de kuşatıyor. Bunun karşılığında Türkiye, bir türlü Rusya ve İran’ı da içine alması şart olan ve Suriye’deki meşru hükümetle de işbirliği yapmasını gerektiren dış politikayı hayata geçiremiyor, çünkü Türkiye tek adam tarafından yönetiliyor ve tek adamın kendi zaafları var, ABD’nin insafına kalmış... Böyle bir açmaz içindeyiz. Bir taraftan Karadeniz’de NATO’nun maşası gibi davranarak, bir yandan Doğu Akdeniz’de haklarımıza sahip çıkmayarak, ABD’nin peşinden giderek bölgede sağlam bir politikayı sürdürmemiz lazım.

    • Bu arada Rum medyası ve milliyetçi partiler de Maraş’ın Aya Nikola Mahallesi’ne dönmek isteyen Rumları hainlikle suçluyor. Rum yönetimi, göçmenlerin Türk yönetimini kabul etmesi halinde Maraş’ın tümüyle kaybedileceğini savunuyor. Böyle mi olur?

Rum tarafında yapılan bütün siyasi hesaplar maksimalist olmaya mahkûmdur. Ben Kıbrıs konusunda en çok Kıbrıslı Rumlara güvenirim derim, çünkü Kıbrıs’ın hepsini ve hemen isterler. Hak ettikleri kadar almaya da tahammülleri yoktur. Kıbrıs Rum Kesimi’nde siyaset ve dış politika bakışları en maksimalist şekilde üretilmeye mahkûmdur. Kaygıları şu: Eğer Kıbrıslı Rumlar, KKTC makamlarına başvurup burada hak iddiasında bulunur ve sözde mülkiyetini elde ettikleri bu yerlere yeniden sahip çıkarlar, burada oturmaya başlarlarsa KKTC’nin egemenlik haklarını kabul etmiş olurlar ve KKTC’nin içinde faaliyet göstermeye başlarlar. Aslında KKTC’de oturmaya devam eden Rumlar var. Ama bence Maraş’ın bütününün Türk vakıflarının mülkiyeti altında olduğu ve bunun İngilizler tarafından hukuka aykırı değiştirilmiş olması asıl vurgulanması gereken konudur.

     • “Tek adam rejimi” dediniz. Erdoğan’ın tek adam rejiminin Suriye, Libya, Doğu Akdeniz’de zafer şarkıları söylemeyi bıraktığı bir dönemde Kıbrıs’ta milliyetçilik söylemlerinde bulunmasının anlamı nedir?

Bozuk saat bile günde iki defa doğru zamanı gösterir. Bazılarının da en azından kamuoyunu tatmin edecek bazı doğru adımları atması gerekiyor zaman zaman. Kıbrıs’la ilgili atılan adım böyle bir adım. Düşünerek atılması gerekir.

O BİR SAAT İÇİNDE NE OLDU, KUŞKULUYUM!

    • Cumhurbaşkanı’ndan Kıbrıs’ta büyük müjdeler bekleniyordu. Çıka çıka külliye çıktı...

Bunun tanınma adımı mı olacağı bile sorgulandı ve evet, sonunda çayır, çimen ve bina çıktı. Ben doğrusu şundan bile kuşkuluyum. Tayyip Erdoğan Kıbrıs meclisindeki konuşmasına bir saat geç başladı. Birilerinden telefon mu geldi, bazı görüşmeler mi yapıldı da vazgeçti?

    • Şunu mu söylüyorsunuz?: Aslında başka bir müjde olabilirdi ama bir saatlik gelişmede bir şey oldu ve gerçek müjde açıklanamadı....

Evet, bunu söylüyorum.

    • Bu bir bilgi mi, tahmin mi?

Tamamen tahmin...

    • Külliyeden bir müjde olamayacağını mı varsayıyorsunuz?

Aynen öyle. Eğer büyük bir şaşkınlık içinde ve gerçeklerden bu kadar kopuk şekilde davranıyorsa Sayın Erdoğan o zaman zaten hepimizin kaygı içinde olması gerekiyor.

    • Az önce de söylediniz. Aslında beklenen müjde biraz da Azerbaycan’ın KKTC’yi tanımasıydı... Neden tanımıyor?

Bence olmaması için birtakım nedenler öne sürülebilir ama yapılmasını düşündürecek nedenler kadar büyük değil. Karabağ özellikle engeldi, çünkü orada ayrı bir devlet ilanı söz konusuydu. Fakat Karabağ sorunu çözüldükten sonra Azerbaycan’ın önünde bir engel kaldığını düşünmüyorum. Tabii Rusya’yla ilişkilerini de göz önünde tutmak gerekiyor. Türk-Rus ilişkilerinin mutlaka olumlu şekilde geliştirilmesi gerekiyor ki Azerbaycan’ın tutumu kolaylaştı.

"Türkiye’nin dış politika pusulası değişti. Bir ulus devletin dış politika pusulası, ulusal hak ve çıkarları gösterir. Halbuki şimdi ümmet çıkarlarını savunmaktan mezhepçiliğe, hatta oradan Müslüman Kardeş örgütçülüğüne savrulan bir dış politika gördük. Stratejik derinlik diye stratejik çukura yuvarlandık."

SİYASET ADAMI OLURSUNUZ AMA DEVLET ADAMI OLAMAZSINIZ!

    • Siz KKTC’deki törenlere davet edildiniz mi?

Hayır, ama bunu önemsemiyorum. İşinize geldiğinde “Devlette devamlılık vardır” demekle bunun bilincinde olmak farklıdır.

    • Saadet Partisi’nden Oğuzhan Asiltürk vardı ama. Resmi geçidin sonunda harekâtta şehit olanlar için rahmet dileğinde bulunurken Başbakan Bülent Ecevit’in adını dahi anmamasını nasıl değerlendirmek gerekir?

Uzun süredir Millet İttifakı cephesini zayıflatmak, bozmak peşinde. Bunun birkaç yolunu deniyor. Biri HDP ile işbirliğini bir kusur göstermek, öte yandan HDP ile kendi işbirliğinin temellerini oluşturmak, Saadet Partisi’ni ikiye bölerek zayıflatmak gibi... Bakalım nereye varacak... Ecevit’e gelince... Dikkat ederseniz Erbakan’ın adını da anmadı. Son derece içe dönük ve küçük bir siyasi hesabın devamı. Tabii en başta Tayyip Erdoğan’ın bir devlet adamı olmadığını gösteriyor. Siyaset adamı olursunuz, sizden küçük boyda bir dolu adamınız olabilir, ülkeyi bir süre elinizde tutabilirsiniz ama devlet adamı olamazsınız. Kıbrıs’taki konumumuzu bize sağlayan siyasi kararları alan devlet adamlarını anmaması sadece bugünde yaşayan bir siyasi karakter olduğunu gösteriyor.

İPEK ÖZBEY / CUMHURİYET




A Milli Kadın Voleybol Takımı'nın başarısı yobazı rahatsız etti - SOL

 Kadın düşmanı açıklamalarıyla bilinen ilahiyatçı İhsan Şenocak, Çin'i yenerek büyük başarı kazanan A Milli Kadın Voleybol Takımı'nı hedef aldı.



Kadın düşmanı ve gerici açıklamalarıyla bilinen ilahiyatçı İhsan Şenocak, 2020 Tokyo Olimpiyat Oyunları'nda bugün Çin'i 3-0 mağlup ederek büyük başarı kazanan A Milli Kadın Voleybol Takımı'nı hedef aldı.

Şenocak Twitter hesabından yaptığı paylaşımda "İslamın kızı! Sen oyun alanlarının değil, imanın, iffetin, ahlakın, hayanın, edebin sutanısın; sen 'burnunu göstermekten utanan' anaların evladısın. Ekranlara ve sakallı ağabeylerinin popüler kültürün kurbanlarına 'sultan' demesine aldanmayasın! Umudumuz da, duamız da sensin!" ifadelerini kullandı.

Gelen tepkilerin ardından Şenocak yeni bir paylaşım yaparak tepki gösterenlerle "hesaplaşacağını" söyledi: "İfademde tek cümlelik bir hakaret yok.İslamın kızına ne olması ve olmaması noktasında bir çağrı var.Sermayesi 'küfür' olan ahlak yobazlarıyla hukuk önünde tek tek hesaplaşacağım.Sizin keyfinize göre değil İslama göre konuşacağım. Dinime sövenle hesaplaşmadan canımı alma ya rabbi!

Milli Gazete sporcuların fotoğrafına yer vermedi

Öte yandan Saadet Partisi'nin gazetesi olarak bilinen Milli Gazete'nin A Milli Kadın Voleybol Takımı'nın başarısını haberleştirirken sporcuların fotoğrafına yer vermemesi de dikkat çekti. "Filenin Sultanları, Çin'i ezip geçti" başlığıyla karşılaşma sonucunu haberleştiren Milli Gazete'nin haberde milli takım oyuncularının fotoğrafı yerine voleybol topu görseli kullanması dikkat çekti.


              Milli Gazete A Milli Kadın Voleybol Takımı'nın fotoğrafını yayınlamadı.

(SOL)

Sorunlar, öncelikler, saplantılar, Kıbrıs ve diplomasiye dair - Engin Solakoğlu / SOL

 Maraş açılmış ama pek de açılmamış. Karşımızdakiler hem güruh hem grup, hem pişkinler hem değiller. Türkiye’yi yönetenlerin Kıbrıs politikası ise ne var ne yok!


Birçok başka ülkeye ve halka nasip olmayacak kadar yoğun ve karmaşık sorunlarla boğuşuyoruz hiç de azımsanmayacak bir süredir. Sabah uyandığımızda çeşitli araçlardan beynimize doluşan haberleri okurken yüreğimiz sıkışıyor, gözümüz kararıyor. Ne yana dönsek kör karanlık. Tutunacak dal arıyoruz. Hangisini tutsak elimizde kalıyor. İktidar sorunumuz olduğu kadar muhalefet sorunumuz da var örneğin. Sorunların her birinin önemi ve önceliği var. Bu sayısız sorunu altlarında toplayabileceğimiz ve birbiriyle bağlantılı emperyalizm, sömürü ve dincilik gibi çatı sorunlarımız da var.

Bu ülkede yaşayanların kayda değer bölümünün karnını doyurma sorunu var. Çok daha kalabalık bir topluluğun gelecek sorunu var. İşin ilginç ama güzel tarafı, ülkeyi bu hale getirenlerin ve her geçen gün daha da fazla tahrip edenlerin bile gelecek sorunu var. Onlar bile bilmiyorlar yarın nerede ve ne durumda olacaklarını.

Bu kıyamet manzarası karşımızda dururken, sorun yumağı içerisinde ikincil görünen tek bir soruna odaklanıp salt o konuda kafa yormanın, o konuda kalem oynatmanın isabetini sabaha kadar tartışabilirsiniz. Gelin görün ki çoğu zaman yüreğe söz geçmediği gibi, kimi zaman akla da söz geçmiyor. Bir yere takılıp kalıyorsunuz.

Benim de takılıp kaldığım yerlerden biri Kıbrıs. Kabahatin çoğu benimse de hepsi değil. Kıbrıs da anımsatmayı başarıyor kendini çeşitli vesilelerle. Oysa bırakın Türkiye’yi, ülkeyi çevreleyen coğrafyaya nesnel biçimde baktığınızda önünüze çıkan sorunlar arasında ilk ona bile giremez Kıbrıs meselesi diye adlandırdığımız konu. 

Birisi nükleer iki silahlı gücün karşı karşıya durduğu, Batı emperyalizminin yangına körükle gittiği, sivil veya askeri insan kayıplarının rutin haline geldiği Rusya-Ukrayna çatışmasıyla, silah tüccarlarının kanlı vitrin olarak kullandığı Yemen’de hayatın olağan parçası haline gelen insanlık dramıyla, yıllardır süren iç savaş nedeniyle milyonlarca kişinin yerini yurdunu terk etmeye zorlandığı paramparça edilmiş Suriye’yle, ABD işgalinden sonra etnik ve mezhepsel çizgilerle fiilen üçe bölünen Irak’la, bir zamanlar kör topal da olsa farklılara rağmen birlikte yaşayabilmenin örneği olarak gösterilirken şimdi elektrik ve  içme suyu sağlamanın bile tehlikeye girdiği Lübnan’la, emperyalizmin hegemonyasından kurtulup bir başka vahşetin pençesine düşen, sarıklı ve saydam entarili yönetenler halktan çaldıklarıyla zenginleştikçe kadim ve yiğit halkı günbegün yoksullaşan İran’la, görebilen gözlerin benzer bir senaryonun yinelenmesine ramak kaldığını anlamakta zorlanmayacağı Afganistan’la, insanlık tarihinin en korkunç soykırımına maruz kalan Yahudi halkının kurduğu İsrail’in o toprakların en az onlar kadar sahibi olan Filistin halkına yaşattığı süreğen ve her geçen gün şiddetlenen zulümle, iki gerici nükleer gücün arasında ezilen Keşmir halkının ana akım medyada haber bile olmayan acılarıyla, Türkmenistan’daki kör diktatörlükle harmanlanmış derin yoksulluk ve çaresizlikle karşılaştırıldığında, Kıbrıs’taki varlığı tartışılamayacak sorunların önemi ve önceliği ne olabilir sorusu güncel ve yerinde.

“Bizim derdimiz bini aşmış. Bize ne Kıbrıs’tan?” diyenler tam bu noktada bırakabilirler okumayı.

Kısaca anımsayalım. Geçen hafta 20 Temmuz’u idrak ettik. Akepe Genel Başkanı peşine taktığı “seçmece” bir toplulukla Ada’nın kuzeyini yeniden fethe çıktı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ana muhalefet partisi CTP ve benzer gelenekten gelen TDP’nin boykot ettiği Cumhuriyet Meclisi oturumunun görüntülerinden anlayabildiğimiz kadarıyla dört başı mamur bir fethin olmazsa olmaz başlangıcı sayılan işgal eylemini de başarıyla gerçekleştirdi. Ben dahil konuyu izleyenleri büyük ölçüde ofsaytta bırakan bir “müjde” de açıkladı: Yeni bir saray kompleksi.  İçinde parlamentonun da bulunacağı bir tür “Yavrusaray”. Bu haberin açıklanması sırasında yeni inşaatı gerekçelendirmek için sarf edilen ve doğrudan Kıbrıs Türk halkına hakaret olarak algıladığım ifadeleri ise ülkemizdeki demokrasinin alabildiğine derinliği ve hukukun arşa çıkmakla kalmayıp Ay’a sert inişe hazırlanan üstünlüğü sebebiyle, hak ettiği şekilde yorumlamaya cesaretim yok. 

Bir süredir beklenen ama muhtemelen ziyaret öncesine denk gelen diplomatik telefon trafiği sebebiyle “müjde” kategorisinde değerlendirilmesi uygun bulunmayan haber ise ertesi gün geldi. Kapalı Maraş bölgesinin yüzde 3,5’luk bir bölümüne tekabül eden Ay Nikola semtinde de “bir şeyler yapılacağını” öğrendik. 

Bu Maraş meselesi Kıbrıs Sorunu içinde ayrı ve konuyu izlemeyenler için anlaşılması güç, izleyenler için ise baş ağrıtıcı bir başlıktır. Kıbrıs Rumları bu yerleşime “Varosha” derler. Bir anlamda Gazimağusa’nın varoşu, banliyösüdür zira. 1960’lı yılların ikinci yarısı ve 70’li yılların başındaki anlayışı yansıtan, Ada boyutlarına ve döneme göre devasa boyutlarda bir turizm alanı olarak planlanmış ve bildiğim kadarıyla plajının kumları dahi Mısır’dan getirtilmiştir. 

1974 yılının Ağustos ayında gerçekleşen harekâtta biraz da beklenmedik bir şekilde Türk birliklerinin kontrolüne geçen bölge yerleşime açılmadı. Müzakerelerde bir koz olur, verir de karşılığında bir şey alırız anlayışıyla tamamına yakını boş bırakıldı, yağmalandı ve zaman içinde her an savaşın çirkinliğini anımsatan bir viraneye dönüştü. 

İzleyen yıllarda Türk tarafında Maraş’la ilgili olarak ortaya atılan “parlak” fikirlerden biri, Maraş’ın aslında Osmanlı Vakıf mülkü olduğu teziydi. Tezin tek amacı ise, Maraş’ta değeri milyarlarca doları bulan gayrimenkulü bir şekilde tazmin etmekten kurtulmaktı. Kısmet olmadı. Her şeyden önce özel mülkiyeti güvence altına almak için kurulmuş bulunan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi her nedense(?) bu oltaya gelmedi. Yıllarca harcanan çaba ve kaynak boşa mı gitti? Bence hayır. Yüzlerce binlerce sayfa eski belgenin uzmanlar tarafından taranması ve kayıt altına alınması tarihçiler için son derece zengin ve yararlı bir kaynak oluşturdu. Yalnız şu kesin, Vakıf malı tezi, Maraş konusundaki siyasi pazarlıkta Türk tarafına bir gram dahi yarar sağlamadı. Bu (acı) gerçek Türk tarafı tarafından yutkunularak da olsa kabul edildi. Ben bu yazıyı kaleme alırken KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar “Türk Vakıflar İdaresi’nin Maraş tapularının uluslararası hukuk tarafından geçerli olmadığını” bizzat teyit etti. Hal böyleyken yalan söylemeyi tarz-ı siyaset olarak benimsemiş birilerinin bunu yinelemesi ve gazete görünümlü bir “şey”in bu sözleri aktarması üzerine, Vakıf tezini yeni keşfetmiş gibi ısıtıp ısıtıp yutturmaya çalışmanın en hafif deyimle halkı aptal yerine koymak anlamını taşıdığını anımsatma ihtiyacı hissettim. 

Şimdi dönelim konumuza. BM Güvenlik Konseyi’nin Maraş konusunda iki kararı var. 1984 tarihli ve 550 sayılı kararda Maraş’a dair iki husus üzerinde duruluyor. Bölgedeki mülklerin yasal sahiplerine iadesi ve bölgenin yönetiminin BM’ye daha doğrusu UNFICYP olarak da bilinen BM Kıbrıs Barış Gücü’ne devredilmesi. 1992 tarihli ve 789 sayılı kararda da aynı talepler yinelendi.

“Dostum Vladimir”, “Finansörüm Cinping” ve “Hamdolsun Biden”ın yönettiği ülkelerin de daimi üye oldukları BM Güvenlik Konseyi, bu seferki Maraş “açılımı” üzerine 23 Temmuz’da  bir Başkanlık açıklaması yaptı. Önceki kararlarını hatırlattı ve “Türk ve Kıbrıs Türk liderlerinin” ilgili açıklamalarını kınayarak geçen yıl Ekim ayından bu yana “Maraş’ta yürütülen faaliyetlerin durdurulmasını ve statükonun yeniden tesisini istedi.

Esasen KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapıldığı geçen yılın Ekim ayından bu yana bu yönde hazırlıklar bulunduğu biliniyordu. Bu amaçla Maraş’ın çok küçük bir kısmında özel mülkiyet anlaşmazlığına konu olmayan anayol, yol kenarı, park gibi bölümleri temizlenmiş ve bir iki plaj günübirlik kullanıma açılmıştı. Bu kez açıklanan aşamanın ise Maraş sorunu olarak bildiğimiz konunun daha kapsamlı ve karmaşık bir boyutuna yani özel mülkiyet meselesine dair olup olmadığını ise tam bilmiyoruz. 

Bilmiyoruz zira Akepe Genel Başkanı’nın açıklaması bu konuya dair ayrıntılar içermiyor. Bir tek şunu anlıyoruz: “kimsenin hakkı çiğnenmeyecek, yeni bir mağduriyet yaratmayacak, herkes için faydalı olacak”. Başka bir bağlamda yeniden değineceğim Dışişleri Bakanlığı açıklamasında da, hiçbir şekilde “yasal mülk sahiplerinin haklarına halel getirmeyeceği ve çalışmaların uluslararası hukuka uygun şekilde yürütüleceği ve hiçbir şekilde BM Güvenlik Konseyi kararlarına aykırı olmadığı” söyleniyor.  

Peki öyleyse dünyada kıymeti bir türlü anlaşılamayan bir başka dünya liderinin üslubuyla söylersek Türkiye ve KKTC’yi yönetenler ne yapmak, nereye varmak istemektedir? Gel de anla! Yandaş basına bakarsan “dünya beşten büyüktür mottosuna uygun fütuhat, ezber bozma, aleme nizam verme”, Dışişleri açıklamasına bakılırsa “oyna devam!”

Akepe Genel Başkanı ve Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamalarını incelediğimde, BM Güvenlik Konseyi Başkanlık açıklamasında sözü edilen “yasal sahiplerin dışındaki kişilerin iskânı” benzeri bir niyet veya girişime dair ipucu göremiyorum. Belki de bizim bilmediğimiz ama dünyanın bildiği başka bir şey var. 

Özet olarak, elimdeki verilerle değerlendirdiğimde “bu taş niye atıldı veya gerçekten atıldı mı, kurbağalar ne sebeple ürkütüldü veya korktukları için değil de başka bir nedenle mi kaçıyorlar?” gibi sorulara anlamlı yanıtlar bulmakta yetersiz kaldığımı itiraf etmek zorundayım. 

Benim takıldığım ikinci nokta ise yukarıda açıklamaya çalıştığım öznel sebeplerle anlamsızca keskin ve isabetsiz bulduğum BM Güvenlik Konseyi Başkanlık açıklamasına yanıt niteliği taşıyan Dışişleri Bakanlığı açıklaması. Bir kere açıklama anlamsızca uzun ama buna alıştık zaten bir süredir. Her kademede bir paragraf ekleniyor ve açıklama fermana dönüşüp okunamaz hale geliyor. Bunu geçelim.  

Asıl önemli konu üslup. Dışişleri açıklamaları yıllardır Türkçe ve İngilizce olmak üzere iki dilde açıklamayı hazırlayan ilgili birim tarafından yazılır. Diğer dillere çeviri daha sonra ve İngilizce metin temel alınarak yapılır. Dış politikanın ucuz bir iç siyaset malzemesi haline getirildiği Akepe döneminde iyiden iyiye yaygınlaşan eğilim iki versiyon arasında belirli bir üslup farkı bulunmasıdır. Daha açık bir deyişle Türkçe metnin iktidarın kimliğine ve seçmen beklentisine uygun bir “meydan okuma” içermesi, “tokat gibi” olması gerekiyor. İngilizce metnin bu niteliği taşıyıp taşımayacağını ise kabaca konjonktür diye tanımlasak da aslında ödemeler dengesindeki son durum belirliyor.

Sözünü ettiğim açıklamanın Türkçe metnine bakıyoruz. Kullanılan kimi terimler şunlar: “pişkince”, “garabet”, “güruh”. Sırasıyla bu sözcüklerin İngilizce metinde nasıl çevrildiklerine bakıyoruz: “Pişkince” hiç yok. Oysa “shamelessly”, “callously” veya “brazenly” gibi karşılıkları var bu ifadenin. “Garabet” yok ama yerine ikiyüzlülük anlamına gelen ve diplomatik itişmelerde kullanılması pek de nadir olmayan Yunanca kökenli bir sözcük “hypocrisy” tercih edilmiş oysa bu terimin “oddity” gibi pek uygun bir karşılığı var. Cumhuriyetin en seçkin ve köklü kurumlarından birinin hangi maksat ve motivasyonla kullandığını tam çözemediğim “Güruh” sözcüğü ise şayet amaç Türkçe metinde hedeflenen, bir kurumdan ziyade öfkeli kahvehane erbabına uygun düşecek hakareti yansıtmak idiyse pekâlâ “bunch” veya “pack” olarak çevrilebilirdi. 

Açıklamaları hazırlayanların ve özellikle de onaylayanların bilmeme ihtimali bulunmadığına göre geçen hafta sahneye konmaya çalışılan gösterinin sözde anti-emperyalist bir müsamere dışında tarifi yok.  

Toparlarsak ne olmuş? 

Maraş açılmış ama pek de açılmamış. Karşımızdakiler hem güruh hem grup, hem pişkinler hem değiller. 

Türkiye’yi yönetenlerin Kıbrıs politikası ise ne var ne yok!

Engin Solakoğlu / SOL 

25 Temmuz 2021 Pazar

Otomobil yatırım aracına dönüştü - OZAN GÜNDOĞDU / BİRGÜN

Otomobil tıpkı konut gibi bir yatırım aracına dönüştü. “Yarın daha pahalıya alacağıma, bugünden alayım elimde değerlensin” diyen tüketiciler pazarı hareketlendiriyor. Tüketicinin tercihi ise düşük modelli araçlar.

Enflasyon beklentisinin bozulması ve ekonomi yönetimine duyulan güvensizlik artık sosyolojik sonuçlar doğuruyor. 

Orta düzeyde gelir sahibi olan kesimler otomobil, televizyon, beyaz eşya gibi dayanıklı tüketim malları talebini erkene çekiyorlar. 

Çünkü bu malları, gelecekte daha yüksek fiyattan almaktan çekiniyorlar. 

Özellikle ikinci el piyasası da olan otomobilde bu davranış giderek yaygınlık kazanıyor. Otomobil sahibi olmak isteyen halk kesimleri artık otomobili bir yatırım aracı olarak görmeye başladı. 

“Yarın daha pahalıya alacağıma, bugünden alayım elimde değerlensin” şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşım, yüksek faizlere rağmen taşıt kredisi talebini de artırıyor. 

Öte yandan alım gücünün otomobil fiyatları karşısında giderek erimesi de ikinci el piyasasını güçlendiriyor. Tüm bu gelişmelerin sonunda karşımıza bir sonuç çıkıyor; özellikle genç ücretliler için otomobil sahibi olmak güzel bir hayalden öteye geçmiyor.

SIFIR ARAÇ PİYASASI OLDUKÇA CANLI

Otomobil Distribütörleri Derneği’nin (ODD) verilerine göre Haziran ayında 62 bin 348 otomobil satıldı. Üstelik bu sayı taşıt kredisi faizlerinin yıllık yüzde 22’nin üzerinde olduğu dönemde gerçekleşti. Taşıt kredisi faizlerinin benzer biçimde yüksek seyrettiği (yüzde 26-28 arası) dönem olan 2019 yılının haziran ayında satılan otomobil sayısı 36 bin 24’tü. Faizler hemen hemen aynı düzeyde olmasına rağmen satışların 2 yıl öncesine göre yüzde 73 artması tüketici davranışındaki değişiklikten kaynaklanıyor.

otomobil-yatirim-aracina-donustu-902299-1.

Otomobil fiyatlarındaki artış nedeniyle otomobil, tıpkı geçmişte konutta olduğu gibi bir yatırım malına dönüşmüş durumda. Orta gelirli halk kesimler tasarruflarını otomobil alarak değerlendirmekte bir sorun görmüyor, “nasıl olsa fiyatı artacak” diye bekliyor. Faizler yüksek olmasına rağmen, taşıt kredisi talebi de giderek artıyor. BDKK’nin verilerine göre geçen yılın Mayıs ayında bankaların taşıt kredisi alacağı 7,2 milyar TL’ydi. Bu yılın aynı döneminde bu tutar yüzde 98’lik artışla 14,1 milyar TL’ye yükseldi.

otomobil-yatirim-aracina-donustu-902300-1.

EMEKLİ İKRAMİYESİ EN UCUZ ARABAYA YETMİYOR

Otomobil fiyatlarındaki artış yüzünden gelir grupları arasındaki yoksunluk farklılıkları da derinleşiyor. Özellikle ücretli kesimlerin otomobil satın alması giderek zorlaşıyor. 30 yıllık kamu hizmeti olan bir çalışan emekli olduğunda aldığı ikramiye piyasadaki ucuz bir otomobili almaya dahi yetmezken, otomobil sahibi olmak giderek yüksek gelirli kimselerin tekeline giriyor.

Ancak yine de otomobil, gündelik hayatta çoğu insan için bir lüks değil zorunluluk. Ancak bu fiyatlarla nasıl baş ediliyor? Bu nedenle daha düşük gelirli grupların tüketim alışkanlıklarını analiz edebilmek için ikinci el otomobil piyasasına göz attık. Sıfır otomobil pazarıyla kıyaslandığında, ikinci el piyasası çok daha geniş. Bu pazarın verileri ise otomobil fiyatları karşısında alım gücü düşen, daha çok alt-orta gelir grubunun içindeki yurttaşların tercihlerini ortaya koyuyor. EBS Danışmanlık’ın verilerine göre 2021’in Ocak-Mayıs döneminde ikinci el otomobil ve hafif ticari araç satışı 386 bin 750. Sektörü yakından takip eden gazeteci Emre Özpeynirci’nin 28 Haziran’da sosyal medya hesabından paylaştığı verilere göre bu yılın Ocak-Mayıs döneminde ikinci el piyasasında satılan her 100 aracın 57’si 10 yaşın üzerinde. İkinci el pazarında 5 yaşın altındaki genç araçların payı sadece yüzde 17,63. Yani alım gücü düşen halk kesimleri otomobil almak için ikinci el pazarlarına gidiyor ve mecburen eski otomobilleri tercih etmek zorunda kalıyor.

HAZİNE’NİN ÖTV’DEN VAZGEÇMESİ ZOR

Otomobil fiyatlarındaki pahalılığın bir nedeni döviz kurlarındaki yükselme. Ancak otomobilin fiyatının da üzerindeki ÖTV, otomobil piyasasından devletin nasıl nemalandığını da ortaya koyuyor. Bu yılın ilk 6 ayında motorlu taşıtlardan tam 31,2 milyar lira ÖTV toplandı. Bu tutarın büyüklüğü geçmiş yıllarla kıyaslandığında daha net anlaşılıyor. Geçen yılın aynı döneminde toplanan ÖTV, 11,1 milyar TL’ydi. 2019’un aynı döneminde ise aynı tutar 4,5 milyar TL olarak gerçekleşmişti. Otomobil fiyatı arttıkça, oran olarak hesaplanan ÖTV tutarı da artıyor. Satışların da hız kazanmasıyla Hazine için otomobillerden alınan ÖTV giderek önem kazanıyor. Toplam ÖTV tahsilatı içinde motorlu taşıtlardan toplanan ÖTV’nin payı yüzde 32. Geçen yılın aynı döneminde bu oran yüzde 14, 2019’un aynı döneminde ise yüzde 7’ydi. Dolayısıyla artık Hazine için otomobilden toplanan vergiden vazgeçmek eskisinden çok daha zor.

OZAN GÜNDOĞDU / BİRGÜN

Son Kız * - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

En sevdiğim deniz Assos’a giderken yanıma kitap almayı unutmuşum, birlikte tatil yaptığımız kız kardeşim benim onun okuduğu kitaba göz koyduğumu hissedince tatil yörelerinde pıtrak gibi çoğalan korsan bir kitapçıdan kitap alıp kendi kitabını sağlama almayı düşünmüş. 

Elinde bir kitapla çıkageldiğinde çok sevindim. Kitabın adı: SON KIZ.

Olacak iş değil, kardeşim denizden esen rüzgârın serinlettiği kıyıda en okunmayacak kitabı bulup getirmiş. Nedenini açıklayacağım. 

Kitap, Kuzey Irak’ta küçük bir kasaba olan Koço’da doğan ve yirmisine kadar orada yaşayan bir Ezidi kızı tarafından yazılmış. Yazar Nadia Murad, Koço’da çoğu akraba olan köyde büyüyor, okula gidiyor, ailesine ait tarlalarda çalışıyor, koyunları otlatıyor ve geceleri tüm ailenin birlikte yattığı evlerinin damında Ay’a bakıp ileride bir kuaför salonu açmayı hayal ediyor.

Nadia henüz yirmi yaşındayken 15 Ağustos 2017’de tüm hayallerini terk etmek zorunda kalıyor. IŞİD militanları o gün Koço’ya giriyor ve orada yaşayan halkı öldürmeye başlıyorlar. Erkekler ve seks kölesi olamayacak kadar yaşlı kadınlar hemen öldürülüyor. Nadia’nin annesi ve altı ağabeyi de öldürülenler arasında. Ölü bedenler toplu mezarlara atılıyor. Nadia ise Musul’a götürülen yüzlerce Ezidi kızı ile birlikte köle pazarlarında satılıyor. Nadia pek çok IŞİD militanının seks kölesi oluyor, diğer kız kardeşleri gibi defalarca tecavüze uğruyor, kaçmaya çalışıyor ama yakalanıyor ve sokak ortasında kırbaçlanıyor. Birlikte kuaför salonu hayalleri kurduğu kız kardeşinin intiharına tanık oluyor. Sonra bir gün kıl payı Musul sokaklarında kaçmayı başarıyor ve Sünni bir Arap ailesinin en büyük oğlu tüm tehlikeye rağmen onu saklıyor. Ve yıllar sonra Nadia, yeryüzündeki bu katliamı anlatma fırsatını buluyor ve 2017 yılında Nobel Barış Ödülü alıyor.

Şimdi bu kitabın serin bir deniz kıyısında neden en okunmayacak kitap olduğunu anlatabildim mi? Kitabı okurken öyle bir utanç duygusu beni sardı ki, bir süre deniz bile karardı. Nasıl kararmasın; haberlerde, sosyal medyada akın akın Van sınırından giren Afganları izliyorum. Tuhaf bir durum var. IŞİD militanlarının güney sınırımızdan ellerini kollarını sallayarak girdiğini, hastanelerimizde tedavi edildiklerini ve halen ülkemizde yaşadıklarını unutmuş değilim. Şimdi de Afgan mücahitler, kimse kimseyi kandırmasın, bu gelenler Taliban zulmünden kaçan Afganlılar değil. Hepsi genç, hepsi sapasağlam ve içlerinde hiç kadın ve çocuk yok. Ayrıca İran bunları TIR’larla getirip bizim sınırda bırakıyor. Bunlar Taliban’dan kaçan Afgan halkıysa İran neden kabul etmiyor, bize yolluyor? Bazılarınız beni mülteci düşmanı ilan edebilir. Afganistan önce Rusya’nın daha sonra Amerika’nın işgal ettiği, özellikle Taliban’ın bu ülkenin toplum yapısını bozmak için bizzat Amerika gizli servisi tarafından oluşturulduğu bilinen bir şey. Sonra bu örgüt onların da başına bela oluyor ama asıl Afgan halkının başına bela oluyorlar. Şimdi biz Taliban örgütüyle nasıl anlaşmalar yaptık ki, Afgan mücahitler ülkemize gelmeye başladı, ne oluyor? Birileri bana anlatsın.

Taliban’ı zulmünü anlatan bir filmle yazımı bitirmek istiyorum. Filmin adı OSAMA: Daha önceleri de anlatmıştım, tekrar anımsamakta fayda var. Film bir avuç, ölümü göze alan Afgan film ekibi tarafından, İranlı sinemacıların yardımıyla çekiliyor. Osama küçücük bir kız çocuğu, babası iç savaşta ölmüş, Taliban kadınların çalışmasını yasakladığı için anneannesi, annesi ve o, açlık sınırında. Çaresizlik içindeki anneannenin aklına bir halk masalı geliyor. Masalda gökkuşağının altından geçenler cinsiyet değiştiriyorlar. Anneanne masalı anlatıp ardından bir rüya gördüğünü söylüyor, rüyasında Osama bir gökkuşağının altından geçiyor. O artık bir erkek. Osama’nın saçları kesiliyor, bir erkek mintanı ve şalvar giyiyor ve annesi onu Taliban’a karşı olan bir manavın yanına çalışsın diye veriyor. Osama eve ilk kez bir karpuz götürdüğünde ev ahalisi bayram ediyor. Tam işler öyle giderken bir emir çıkıyor, tüm erkek çocuklar dini eğitim görmeleri için ailelerinden alınıp bir okula kapatılıyorlar. Osama da orada. Bir din öğretmeni Osama’dan şüpheleniyor ve çocuklar bir gün bahçede hava alırken, bağırarak, eliyle Osama’yı işaret ediyor: “İçimizde bir şeytan var! O bir kız!” Çocuklar yakalamak için Osama’ya doğru koşuyorlar, Osama kendini bahçedeki kör kuyuya atıyor, çıkarıyorlar ama yaşadığı heyecandan regl oluyor ve seks pazarında satılmaya gönderiliyor. Film, üç karılı bir yaşlı adamın Osama’yı satın almasıyla bitiyor. Ama son bir sahne var. Yaşlı adam fıçı gibi bir şeyin içine batıp çıkarak gusül abdesti alıyor.

Canınızı sıktım mı, benim de canım sıkılıyor.

 Işıl Özgentürk / Cumhuriyet


* SON KIZ, Nadia Murad, Epsilon Yayınları.

Erdoğan’ın Kıbrıs'a müjdelediği ‘külliye’ alanının daha önce park olarak işaretlendiği ortaya çıktı - Hazal Ocak / Cumhuriyet

 1)Erdoğan’ın Kıbrıs'a müjdelediği ‘külliye’ alanının daha önce park olarak işaretlendiği ortaya çıktı.

2)Erdoğan'ın duyurduğu KKTC'deki 'külliye'nin ayrıntıları belli oldu.

                                                        ***

1)KKTC Türkleri, adanın betona gömüldüğünü belirtti. KTMMOB Genel Başkanı Seran Aysel, adada inşaatların Türkiye’deki yandaşlara verildiğini vurgulayarak kalkınma öncelikli projelere yatırım yapılmasını istedi.



Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın müjde olarak açıkladığı KKTC’ye “külliye ve millet bahçesi” projesinin yapılması planlanan askeri alanda daha önce büyük bir park projesi hazırlandığı ortaya çıktı.

Kıbrıs Türk Mühendis ve Mimar Odası Birliği (KTMMOB) Genel Başkanı Seran Aysel, halkın önceliği ve ihtiyacının “külliye” olmadığını vurgulayarak “Adada şehir içlerinde tek yeşil alanlar askeri alanlar kaldı. Kıbrıslı Türkün ihtiyacı olan ne Cumhurbaşkanlığı Sarayı’dır ne Meclis binasıdır ne de millet bahçesidir. Kıbrıs’ın tek ihtiyacı varlığına ve iradesine saygıdır. Bizim ihtiyacımız olan çevredir, yeşildir, kültürümüzü geliştirmektir, bizlerin belirleyeceği alanların gelişimine katkı ve yardımdır. Geleceğe bırakacağımız en güzel miras da ormanlarımızdır” dedi. KKTC’de yaşayan biyolog Hasan Sarpten de Ada’da inşaat patlaması olduğuna dikkat çekerek “Asfalta, betona dayalı ekonomi kurgulandı. Beton yapılmayan nokta kalmadı. Bir askeri bölgeler kaldı. Oraya da şimdi külliye projesi çıktı. Biz askeri alanların yeşil kalmasını istiyoruz” dedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın yıldönümü dolayısıyla ziyaret etttiği KKTC’de parlamento özel oturumunda milletvekillerine seslendi. Ziyareti öncesinde KKTC’ye “müjde” vereceğini açıklayan Erdoğan konuşmasında, “KKTC Cumhurbaşkanlığı’nın ne doğru dürüst bir cumhurbaşkanlığı binası veya külliyesi var veyahut da doğru dürüst bir parlamento binası var. Biz bunu KKTC’ye yakıştırmıyoruz” dedi. Cumhurbaşkanlığı binası için “malum İngilizlere ait bir gecekondu” ifadesini de kullanan Erdoğan, “müjde” olarak Metehan bölgesinde askeri alanda “külliye ve millet bahçesi” yapılacağını ilan etti.

‘YANDAŞA VERİLDİ’

Gazetemize değerlendirmelerde bulunan KTMMOB Genel Başkanı Seran Aysal, külliye ve millet bahçesi yapılmak istenen alana Sibel Siber’in KKTC Meclisi başkanı olduğu dönemde büyük bir park projesi planlandığını hatta araziyle ilgili anlaşmaların da askerle yapıldığını söyledi. Külliye projesinin kendileri için sürpriz olduğunu belirten Aysal, “Sonrasında hükümet değişti, meclis başkanlığı değişti, o anlamda bir ilgi olmadı. Şimdi aniden bir külliye sürprizi çıktı. Bizim kültürümüzde külliyenin K’si bile yoktur. Külliye ve millet bahçesi denilince biz düşünürüz acaba neden bahsediyor diye. Bunlar Kıbrıslı Türk kültürüne ve kimliğine uzak kelimeler, uzak yapılar ve konular” dedi. Aysal, Türkiye’nin, KKTC hükümeti ile birlikte inşaata yatırım yaptığının altını çizerek “Sanki inşaat yapmakla ülke ekonomisi gelişecekmiş gibi bir yanılgı içerisine girildi ki Türkiye ekonomisnini geldiği durum ortada veinşaatları yapan yandaşların çoğu da  Türkiye’deki yandaşlar. Taş Yapı’ya havalimanını, Limak’a otel yeri, ötekine farklı yatırım imkânları, marina imkânı derken tabii ki şu anda bizim ihtiyaç duyduğumuz kapasitenin çok üzerinde bir konut var. Bir yasa tanımazlık ve plansızlıktır gidiyor. Öyle bir duruma düştük ki yeşil olarak korunan alan askeri bölgeler kaldı. İmar planlarında askeri alanlar yeşil alan olarak işaretlenir. Oraları park alanı olarak, yeşilin bir parçası olarak koruruz. Yasaları değil, anayasayı dahi tanımayan bir anlayışla karşı karşıyayız. Her şey maalesef çok kötü yönetiliyor” diye konuştu. Kalkınma amaçlı yatırımlara ihtiyaç bulunduğunu söyleyen Aysal, “Burada bir şey yapılacaksa da buradaki insanlar yapmalı. Bizimdir burası. Günün sonunda millet bahçesi olmasın. Kıbrıs’a ait bir şey olsun” ifadelerini kullandı.

‘BİZE HASTANE LAZIM’

Biyolog Hasan Sarpten, “Adada yıkım var. Beton yapılmayan nokta kalmadı. Askeri bölgelere bir tek inşaat yapılmıyor. Külliye projesi çıktı şimdi. Kimsenin haberi yoktu. Millet bahçesi adı geçse de askeri alanda yapılaşma hamlesi bu. Böyle bir ihtiyaç yok burada. Bizim çok daha önemli ihtiyacımız hastane. Paranın bu tür külliye projelerine harcanması anlamsız” dedi.(Hazal Ocak-Cumhuriyet)

                                                                        ***

2)Erdoğan'ın duyurduğu KKTC'deki 'külliye'nin ayrıntıları belli oldu.(Cumhuriyet)

AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) inşa edileceğini duyurduğu 'külliye' ve millet bahçesi projelerinin ayrıntıları belli oldu. Külliye inşaatı kararı mart ayında verildi ve Türkiye bunun için 14 milyon TL ödenek ayırdı.

Erdoğan, 20 Temmuz Barış ve Özgürlük Bayramı münasebeti ile gittiği KKTC’de günlerdir bahsettiği müjdeyi açıkladı. 

Burada açıklamada bulunan Erdoğan, eski binayı 'gecekondu' şeklinde niteleyerek burada  külliye ve millet bahçesi yapılacağını duyurdu.


Erdoğan burada yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı:

“KKTC Cumhurbaşkanlığı’nın ne doğru dürüst bir binası, külliyesi var veya parlamento binası var. Biz bunu KKTC’ye yakıştırmıyoruz. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki bina İngilizler’e ait gecekondu. Şimdi KKTC Cumhurbaşkanlığı Külliyesi ile ilgili adımın proje çalışmaları bitti ve inşasına da inşallah yakında başlıyoruz. İstiyoruz ki bir millet bahçesi de yapalım. Devlet olmanın işte ifadesi budur. Bu projeyi hayata geçirerek, nasıl bir Kuzey Kıbrıs devleti varmış birilerinin görmesi lazım. KKTC’nin ilan edildiği bu tarihi binanın da müze haline getirilerek yeni nesillere bırakılmasının isabetli olacağını düşünüyorum."

14 MİLYON TL KAYNAK AYRILDI

Medyascope'tan Fırat Fıstık'ın haberinde söz konusu külliyenin ayrıntıları anlatıldı. Külliye, mart ayı başında imzalanan Türkiye-KKTC Mali İşbirliği Antlaşması Eylem Planı’nda yer almış ve o anlaşmada KKTC Cumhurbaşkanlığı için yeni bir cumhurbaşkanlığı sarayı yapılacağı ortaya çıkmıştı. Külliye için Türkiye Cumhuriyeti, 14 milyon TL kaynak ayırdı.

Resmi Gazete’de 11 Haziran 2021’de yayımlanan kararla da külliyenin yapılacağı yerdeki askeri alan KKTC Cumhurbaşkanlığı’na tahsis edilmişti. Kararda şöyle denilmişti: “Bakanlar Kurulu, önergede belirtilenler Bakanlar Kurulunun Ç-250-81 ve 25.3.1981 tarih ile Ç-884-80 ve 17.12.1980 tarihli tadil edilerek, Aydemet Mahallesi, Ada: 155 Parsel: 1, 2, 3 ile Ortaköy Mah. Ada: 261 40 (Eski referans Pafta/Harita: XXl.37 W1, Blok: F de kain, 7, 253, 285, Pafta/Harita: XXl.37 E1 Blok: D de kain, 41 nolu parsel) parsel numaralı taşınmaz malların ‘Askeri Bölge’ kapsamından çıkarılarak serbest bırakılmasına ilişkin aşağıdaki kararı aldı: 

1. Tapu ve Kadastro Dairesi Müdürlüğü arazi ekipleri gerekli ölçüm çalışmalarının KTBK Komutanlığı ve sorumlu Birlik Komutanlığı temsilcileri nezaretinde yapılması ve yeni askeri bölge sınırının araziye işaretlenmesi

2. Askeri Bölge kapsamından çıkarılacak bölümlerin protokol haritasına aktarılarak yenilenen protokol haritasının 3 (üç) suretinin KTBK gönderilmesi 

3. KKTC Anayasası’nın 159’uncu maddesinin (1)’inci maddesinin (b) bendi ve (3)’üncü fıkraları ile 41/1977 sayılı İskan Topraklandırma ve Eş Değer Mal Yasası’nın 4’üncü maddesinin (1)’inci fıkrası uyarınca kamu yararına ayrılarak söz konusu arazilerin devletin mülkiyeti altında kalması, eşdeğer maksatlarında kaynak teşkil etmemesi kaydıyla kamu binası yapımı için KKTC Cumhurbaşkanlığının kontrol ve yönetimine verilmesi.”

TATAR'DAN 'BİNA' AÇIKLAMASI

KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ise 14 Haziran’da Kıbrıs Gazetesi’ne konuşmuş ve şunları söylemişti:

“Cumhurbaşkanlığı binasının yapılması tartışılabilir. Ancak unutulmasın ki yapılması hedeflenen bina, şahsım için değil cumhurbaşkanlığı makamı içindir. KKTC, Kıbrıs Türkü’nün devleti hep var olacaktır. Kurumsallık olması gereken altyapıyla buluşturulmalıdır. Mevcut tarihi bina zor dönemde kullanılıp değerlendirildi. Hisarın üzerine ofislerin yapılması o günün koşullarında kaçınılmaz gibiydi. Şimdi yeni binaya sahip olup, buraları orijinal tarihi dokusuna dönüştürmek sağduyu sahibi olanların buluştuğu noktadır. Kısmetse cumhurbaşkanlığı binamız anavatan Türkiye’nin katkılarıyla yapıldığı zaman ne kadar doğru bir adım atıldığını herkes görecektir.” (Cumhuriyet)