1 Ağustos 2021 Pazar

Ağla sevgili yurdum... - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

 Ağla sevgili yurdum, 

Bütün tersanelerine girildi, bütün limanlarına el kondu.

Derelerin boğuldu.

Bütün madenlerine el kondu. 

Bütün ormanlarına el kondu.

Doğmuş ve doğacak yavrularının geleceğine el kondu. 

Genç kızlarının, genç erkeklerinin en haklı rüyalarına el kondu.

Kadınlarının, kadınlıklarını yaşamalarına el kondu.

Erkeklerin horon tepmelerine el kondu.

Bütün türkülerin kara bir çarşafla kapatıldı.

Bütün şarkılarının sesi kısıldı. 

Bütün denizlerinin bereketine el kondu.

Bütün masallarına, söylencelerine el kondu.

Mangal sefalarına, kaldırılan kadehlerine el kondu. 

Sürüsünü otlatan çobanın sürüsünü kurtlar kaptı.

Marangozların elleri köreldi.

Küçücük kızlarının ırzına geçildi.

Bebeler sessizce ölümü bekler oldular.

Baharda açan bademlere ölüm suyu yürüdü.

Çamlar boyunlarını büker oldular.

Zeytin ağaçları kesilirken incecik ağladılar. 

Gök maviyi unuttu. 


Ağla sevgili yurdum, 

Ey vakitsiz ve haksız ölümlerin ülkesi.

En güzel hayallerine veda etmişsin, 

Ağla sevgili yurdum, ağla


Sen ki, güzeller güzelisin

Aşksın, sevdasın, hayatsın 

Mavinin en güzeli sensin

Yeşilin en kuzgunu sensin

Sen kırlangıçların yurdusun

Masum serçelerin

Mavi yunusların yurdusun

Bahar en çok sana yakışır 

Kış seninle güzel 

Sararmış yaprakların şiir yazdığı bir yurtsun sen 

Ağla sevgili yurdum, ağla...

Şahin Akdemir, yangını söndürmeye çalışanlara can suyu götürürken öldü. Adı bir ormana verilsin!

Kusura bakmayın, içimden sadece bu sözler geldi. Ağlamak, bir yurt için ağlamak, işte bugünlerde yaptığım bu. 

Not: Yangın, tıpkı deprem gibi yok edicidir. Ve bir ülkede 60 yerde alevler ormanları, hayvanları, börtü böceği öldürüyorsa bu ulusal bir afettir. Bu nedenle şimdilik kim yaptı, nasıl oldu gibi soruları bir yana bırakıp tüm ülke afet bölgesi ilan edilmelidir. Ayrıca yangınlar sadece o ülkede yaşamı söndürmez, gezegenimizi de usul usul öldürür. Bu nedenle komşularımız yardıma çağrılmalıdır. Ayrıca tüm sivil kurtarma ekipleri ve askerlerimiz yangın söndürme işine koşmalıdırlar. Ülke ölürken saç taranmaz. Milli yas ilan edilmelidir. Teknelerde erik dalıyla göbek atanlara izin verilmemelidir. Ölen hayvanların çığlıkları gökyüzünü doldururken, kumlara uzanmış ayak fotoğraflarının, deniz kıyısında ağzını burnunu büzerek çekilen fotoğrafların insanda yarattığı aşağılanma duygusu yıllarca tedavi edilemez. Ülke olarak toparlanma, insan olduğumuzu anımsama zamanlarındayız. Tüm bunlar olurken Konya’da sadece Kürt oldukları için öldürülen ve evleri yakılan yedi yurttaşımız hepimizin yurttaşıdır. 

Aman dikkat, iç savaş böyle başlar ve ne yazık ki kimseye hayrı olmaz! Örneklerle sabittir: Irak, Suriye, Afganistan.

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

31 Temmuz 2021 Cumartesi

Yeşilçam'ın usta oyuncularından Nedret Güvenç vefat etti - EVRENSEL

Oyuncu, yönetmen ve seslendirme sanatçısı Nedret Güvenç, 90 yaşında yaşamını yitirdi.

Sinema ve tiyatronun usta isimlerinden Nedret Güvenç 90 yaşında yaşamını yitirdi. 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Güvenç'in vefatının ardından "Tiyatro ve sinemamızın duayenlerinden Nedret Güvenç'in vefatını üzüntüyle öğrendik. Merhumeye Allah'tan rahmet, ailesine, yakınlarına ve tüm sanat camiamıza başsağlığı diliyoruz." mesajını sosyal medya hesaplarından paylaştı.

Film Sanayi ve Tüm Sanatçıları Güçlendirme Vakfından (FİLM-SAN) yapılan açıklamada, "Türk tiyatrosunun ve sinemasının usta oyuncularından Nedret Güvenç'i kaybetmenin üzüntüsü içindeyiz. Kendisine Allah'tan rahmet, ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz." ifadelerine yer verildi.

İstanbul Şehir Tiyatroları da sosyal medya hesabından "Tiyatromuzun, Türk tiyatrosu ve sinemasının duayen isimlerinden Nedret Güvenç'i kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşıyoruz. Ailesinin, dostlarının ve tüm tiyatro camiasının başı sağ olsun." açıklamasını yaptı.

NEDRET GÜVENÇ KİMDİR?

İzmir'de 5 Eylül 1930'da dünyaya gelen usta oyuncu, ilk ve ortaöğrenimini İzmir'de tamamladıktan sonra Ankara Devlet Konservatuvarında şan ve piyano bölümlerini bitirdi.

İlk olarak İzmir Şehir Tiyatrosu'nda 1948'de "Kadınlar Terzihanesi" isimli oyunla sahneye çıkan Güvenç, İzmir Şehir Tiyatroları 1950 yılında kapatılınca İstanbul'a taşındı ve İstanbul Şehir Tiyatroları'na katıldı.

Nedret Güvenç, 1950'de de "Yüzbaşı Tahsin" fil­miyle sinemaya adım attı. Sanat hayatı boyunca 300'den fazla filmde rol alan ünlü oyuncu, bir­çok yabancı filmin seslendirmesinde de çalıştı.

1959-1960 yılları arasında Ankara Devlet Tiyatrosunda da konuk oyuncu olarak sahneye çıkan sanatçı, sonrasında tekrar İstanbul'a döndü. 1974'te "En Büyük Kumar", daha sonra "Bernarda Alba'nın Evi" oyununun yönetmenliğini üstlendi.

Güvenç, 1995'te İstanbul Şehir Tiyatrolarından emekli olduktan sonra "Tiyatro İstanbul" bünyesine katıldı. Sayısız tiyatro oyununda da başrol oynayan ve bu dalda pek çok ödül alan Güvenç'e 1998 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığınca "Devlet Sanatçısı" unvanı verildi.

Türkiye'nin 2009 Dünya Tiyatro Günü bildirisini Nedret Güvenç yazmıştı.

Nedret Güvenç'in kaleminden 27 Mart (2009) Ulusal Bildirisi:

“Ben bir tiyatro oyuncusuyum. Bütün dünyam tiyatrodur. Gücümü sahne ışıklarından alırım.

Ben bir sahne işçisiyim, bir ağır işçi. İşim gereği gece-gündüz çalışırım; buradan sizlere en güzel, en doğru, en çağdaş ve gerçekçi bir oyunla ulaşmak için. Bir oyun, bir oyun daha, bir oyun daha…

Böyle mutlu geçen ömrüm, yeter ki siz burada olun ve birlikte kotaralım oyunumuzu.

Birlikte gülelim, birlikte ağlayalım, birlikte coşalım, şaşalım, sevinelim ve birlikte düşünelim. Oyunun sonunda tiyatronun o vazgeçilmez gizemi içinden, alkışlarınızla, birlikte uyanalım.

Güzel bir oyun sonrasının tatlı yorgunluğu içinde zevkle göz göze gelelim.

Bu gece oyunumuzu her zaman olduğu gibi gene sizin şerefinize oynuyoruz ve 27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nü birlikte kutluyoruz. Bize katıldığınız için sonsuz teşekkürler.

Şimdi biraz dertleşelim: Son yıllarda Türk Tiyatrosu adına olumlu-olumsuz pek çok konuşmalar yapılıyor.

Kimileri seyircinin giderek düzeysiz komedilere şartlandırıldığını, hele hele özel tiyatroların, gişe kaygısı nedeniyle, ucuz prodüksiyonlarla yetinmek zorunda kaldıklarını, bunun da sanatsal bir erozyon olduğunu savunuyor. Kısmen doğru olabilir ama tüm yokluklara karşın sanat heyecanı ile hala perde açabilen özel tiyatro yapımcılarımızın ve sanatçılarımızın verdikleri mücadele göz ardı edilemez.

Bazılarıysa, "Güldürü, güldürü, güldürü!" diyor. "Seyirci artık gülmek istiyor, düşünmek istemiyor" diyerek seyircilerimizi küçümsüyor.

Gene bazıları da, "Maaşlı memurdan sanatçı olmaz" diye ödenekli tiyatrolarımızı hedef alıyor.

Oysa onların "ana tiyatro" niteliğini ve Türk Tiyatrosu'nun kurucusu olduğunu unutuyor.

Oradan yetişen birbirinden değerli büyük sanatçıların varlığını görmüyor.

Bazı güzel insanlar da başlangıçtan bu yana Türk tiyatro sanatçılarının içinde çok büyük yetenekler olduğunu savunuyor ki aynı kanıdayım.

En ilginç olanı da, bazı çok bilirler, "Artık hiç kimse tiyatro yazmıyor, tiyatro yazarlarımıza ne oldu?" diye bir yanılgıdan yola çıkıyor. Bu çok önemli; çünkü yazarsız tiyatro olmaz.

Bence bunu birlikte çözeceğiz, ama önce yazarlarımızı dinleyerek. Çünkü çok değerli ve büyük tiyatro yazarlarımız var.

Bu arada bazı tiyatro severlerimiz, "Ah nerede o eski tiyatrolar! O eski oyunlar, o eski tiyatro sanatçıları!" diye yerinip yerinip duruyor. Oysa çevreye dikkatle baksalar gençleri görecekler. Bir değişimin, bir gelişimin yaşandığını fark edecekler. Genç tiyatrocular iş başında!.. Hepsi de yetenekli, yürekli ve cesur.

Bir araya gelip kendi özgün tiyatrolarını kuruyorlar. Yazıyorlar, oynuyorlar ve devamlı perde açıyorlar.

Ben onlara "safkan tiyatrocular" diyorum. Ve gene diyorum ki, günümüzün sanal ortamlarına karşın, Türk Tiyatrosu tüm gerçekliğiyle dimdik ayakta. Yeni ve çağdaş bir Türk Tiyatrosu hızla kendini bütünlerken, taptaze ve kararlı bir "jön Türk" tiyatronun müjdesini veriyor.

Çoğu tabuları yıkan bu özgür soluklu tiyatronun temelinde insanoğlunun gerçekleri var. Ama her şeyden öte, ülkemizin ve ülkemiz insanının iç güzelliği, kadirbilirliği, kaderciliği ama en umutsuz anlarda bile, o şaşmaz iradesi, kararlılığı ve sağlamlığı var.

‘Sanatçı alnında ışığı hisseden insandır’ diyor Büyük Önder… Bizler o ışığı sizlerden alıyoruz.

Ve dünya durdukça, kim ne derse desin, her söze verilecek en doğru cevap buradan olacaktır, tiyatro sahnelerinden. Çünkü sizler buradasınız.

O halde çalsın son ziller! Açılsın perdeler!”

Evrensel-Kültür

Terörün kaynağı emperyalizm - Erhan Nalçacı / SOL

 ABD ve Fransa özel harekât alanında işbirliğini içeren bir yol haritasına imza attı. Tesadüf mü, yoksa yol haritasına dâhil mi, bilemeyeceğiz ama Temmuz'da üç devlet başkanına suikast girişimi oldu.


Temmuz başında pek dikkat çekmeyen bir haber yayınlandı. ABD ve Fransa Savunma Bakanları özel harekât alanında işbirliğini içeren bir yol haritasına imza attılar. Özelikle Afrika ve Ortadoğu’da işbirliğinin önemine değindiler ve cihatçı örgütlerin oluşturduğu tehdide dikkat çektiler. Ayrıca ABD Savunma Bakanı Austin Fransa’nın Pasifikteki desteğinin kıymetine vurgu yaptı.

Cihatçı tehdidinin hemen çoğu kez bu güçlerin kendisi tarafından yaratılıp yönlendirildiğini biliyoruz. Tehdidin müdahaleleri için bir bahane olduğu çok aşikâr. Örneğin bu köşede, Fransız işçi sınıfının somut başlıklarda direnişinin yükseldiği geçen yıllarda cihatçı terör eylemlerinin birden boy gösterdiğini ve buna dayanarak olağanüstü hal ilan ettiklerini yazmıştık.

Bu iki devlet için özel harekât ise emperyalist amaçlarla nokta operasyonlar anlamına geliyor. Anlaşmadan cinayetlerini birlikte işleyecekleri bir yol haritası üzerinde anlaştıkları anlaşılıyor.

Artık bir tesadüf müydü, yoksa yol haritasına dâhiller miydi, bilemeyeceğiz ama Temmuz ayında üç devlet başkanına karşı suikast girişimi oldu.

İlki, daha önce değinmiştik, Haiti Devlet Başkanı Moise’nin çoğu Kolombiyalı ve ABD’de özel harekât eğitimi almış küçük bir askeri birlik tarafından öldürülmesi oldu.

ABD emperyalizminin yarattığı dayanılmaz yoksulluk sürekli bir ayaklanma hali yaratmıştı Haiti’de ve öldürülen Moise ABD’nin adamı olmakla birlikte anayasayı ve meclisi askıya alarak rejimi tıkamış gözüyordu.

Eski Fransız sömürgesi ve bir türlü Fransa’nın elini çekmediği Sahel Afrika’sında Mali Devlet Başkanı Goita ise iki kişinin bıçaklı saldırısına uğradı fakat kurtuldu. Saldırganlardan biri gözaltına alındı ve üç gün sonra hücresinde ölü bulundu.

Şekil: Haritada Temmuz ayı içinde devlet başkanlarına suikast girişimi söz konusu olan iki eski Fransız sömürgesi görülüyor: Mali ve Madagaskar

















Mali tarihini ve iç dinamiklerini gözden geçireceğimiz bir yazı değil bu, ancak kısa bir süre önce yapılan darbenin lideri olan Goita’nın Fransız sermayesinin çıkarlarına çomak soktuğu anlaşılıyor.

Üçüncüsü ise yine eski Fransız sömürgesi olan Madagaskar’da açığa çıkarılan ve Haiti suikastına çok benzer bir kurgu taşıyan Devlet Başkanına suikast girişimiydi. Plana göre özel eğitimli bir askeri birlik başkanı öldürecekti. Yakalanan iki kişinin Fransız Özel Harekâtının emekli subayları olduğu anlaşıldı.

Neden Batı emperyalizmi bu tip terör operasyonlarına gereksinim duyuyor?

Öncelikle hegemonya alanlarını kontrol etmekte güçlük çekiyorlar. Pandemi var olan yoksulluğu artırdı, düzenin kontrol mekanizmalarını zayıflattı, bir emekçi ayaklanmasına karşı tamponları inceltti.

Öte yandan kendi adamlarına bile güvenemiyorlar, hegemonya kaybı düzen unsurlarının ikili oynamasına izin veriyor.

Eskiden olsaydı, kurdukları düzen sıkıntıya girdiğinde hemen orduyu yollarlardı. Mali ve Haiti’nin defalarca askeri olarak işgal edilmesi gibi.

Washington Post örneğin, ABD’nin bir an önce Haiti’yi işgal etmesini hararetle önerdi geçenlerde.

Ancak askeri işgal pahalı bir olay günümüz emperyalist ülkeleri için. Hepsinin bütçe sıkıntıları ve öncelikleri var. 

Ayrıca her askeri işgal uluslararası alanda prestij kaybı anlamına geliyor. Malum “demokrasi” bunlardan soruluyor. Hele kendi emekçi sınıflarının işgale tepkisinden daha da rahatsız oluyorlar.

Emperyalizm içi rekabetin getirdiği kısıtları da eklemeliyiz.

Bu durumda anlaşılan operasyonlar için özel harekâtçı kiralık küçük askeri birlikleri tercih edecekler.

Sırada kimler var göreceğiz. Lübnan, Irak, çeşitli Afrika devletleri, Güney Amerika…

Ancak terör bununla bitmiyor. 

Küba’da giriştikleri kışkırtmadan sonra geçen gün Paris’teki Küba büyükelçiliğine molotofkokteylli saldırı oldu. Sanki ABD ve Fransa anlaşmanın şerefine bir açılış merasimi yaptı.

Kendi yönlendirdikleri cihatçı çeteler üzerinden yaptıkları listeye eklense uzar gider.

Örneğin, yine Temmuz ayında Pakistan’da Çin’in Yeni İpek Yolu inşasında çalışan mühendisleri taşıyan otobüse bombalı saldırı oldu ve dokuzu Çinli mühendis olmak üzere 13 kişi yaşamını yitirdi.

Emperyalizm tükenmeden terör de tükenmeyecek. 

Boşuna insanlığın acilen sosyalizme ihtiyacı var demiyoruz. 

Erhan Nalçacı / SOL

Kutsal yalan - Orhan Gökdemir / SOL

 “Kabataş Yalanı”, yakın tarihte tanık olduğumuz en kışkırtıcı, en ağır yalandır. Yeniden gündeme gelmesini Elif Çakır’a ve Akit gazetesine borçluyuz.

Yalan artık çok yaygın. Kuşkusuz pek çok kaynağı var. Ama o kaynaklardan en kuvvetli olanı dini inanç. Dinlere göre belli durumlarda baş vurulabilecek olağan bir yöntem yalan. İbrahim’in karısı Sara’yı Firavuna kız kardeşi olarak tanıtmasıyla başlıyor, “şeytan ayetleri” ile devam ediyor. Kutsal yalandır. Söylemeyi emretmiyor tabii, böyle olmakla birlikte başvurulmasını kolaylaştırıyor, yol veriyor. Teknik adı “takiye”dir.

Mehmet Zeki Pakalın, sözlüğünde, şöyle tarif ediyor: “İman ve itikadını, yerine ve zamanına göre, saklayarak başka türlü itikat ve başka biçim iman izhar (belirtmek- göstermek) etmek, diğer bir tarifle, olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamak yerinde kullanılır bir ıstılahtır. Hassaten Şiiler, Sünnilerle karşılaştıkları ve maksatlarına ermek için o yolda göründükleri zaman bu yolu tutarlar.” Tarifinde iman ve itikat var.

Yalanın Şiilerle ilişkilendirilmesinin ilginç bir hikayesi var. Pakalın’ın verdiği bilgiye göre Şii fırkalarda, özellikle İsnaaşeriyye’de dini bir prensip, bir inanç esası olarak kabul edilmekteymiş. Pakalın, “Onlara göre, takıyye vaciptir ve onu terk etmek bir ibadeti terk etmeye denktir” diyor. Peki nereye kadar? Cafer-i Sadık, “Mümine karşı takıyye yapmak şirktir. Münafığa karşı ise bir ibadettir. Emirlerle (devlet yöneticileriyle) bir araya gelip kaynaşın ama içten onlara karşı çıkın” diyerek çizmiş sınırını. Ancak inançta sınırların çok kolay aşıldığını siliyoruz.

Yalanın ibadet haline gelmesinin ise dramatik bir tarihi var. İslam’ın ilk yüzyılları iç savaş içinde geçti. Ali ve Hüseyin’in öldürülmeleriyle taraftarları (Şiiler) çok zor bir durumla karşı karşıya kalmıştı. İktidara el koyan Emeviler, Ali taraftarlarını kovalamaya, yakalayıp “etkisiz hale getirmeye” koyuldular. Yakaladıkları Şiileri, Ali ve ailesine hakaret ederek Aliye sadık olup olmadıklarını anlamak için sınavdan geçiriyorlardı. Yalan söylememenin sonu ölümdü, takiye tek kurtuluş yoluydu. Haliyle düşmanın eline düşen, kendini kurtarana kadar inancını inkâr etme hakkına sahipti.

Demem o ki yalanın kökeni dinseldir. Esası dinini saklamadır, bir mezhebe dahilsen ve o mezhepten olmadığını sansınlar diye yalana başvurabilirsin; yalanın sıradanlaşmasına yol açan bir gelenektir. Tabii, bir kere söyleyen her zaman söyler. Ancak dini saklama, inançlılar arasında yalanın en ağırıdır ve diğer yalanlar bunun yanında önemsiz, hafif kalmaktadır. Dinin saklayan her şeyini saklar. Kendini sırf “gibi görünmek” üzerine kurgulayan pek çok inanç biliyoruz. Demek ki dinde yalan var. 

***

AKP ile birlikte bizde de yaygınlaştı. Belki toplumun önemli bir bölümünü “münafık” kabul etmelerindendir, meşru görüldüğünü ve çok rahat söylendiğini biliyoruz. “Kabataş Yalanı” da onlardan biri, yakın tarihte tanık olduğumuz en kışkırtıcı, en ağır yalandır. 

Yeniden gündeme gelmesini Elif Çakır’a ve Akit gazetesine borçluyuz. Çakır büyük “Kabataş yalanını” iktidar adına imal eden gazeteciydi ve o tarihte pek makbuldü. Ancak AKP bölündü ve Çakır AKP’nin dışında kalanların yanında saf tuttu. Böylece yalanı da yalan oldu. Üstüne takiyeden vazgeçip türbanını da çıkarınca eski “yalandaşı” Akit’i çok kızdırdı. O kızgınlıkla “Kabataş’tan sonra baş örtüsü de yalan oldu” diye başlık attı. Çakır, Akit’in diliyle “evrim geçirmiş”, “gibi görünmekten” vazgeçmişti.  

Peki Çakır’a yalanında yardımcı olan kim? Bir AKP belediye başkanının gelini. Zehra Develioğlu, 2013 yılındaki Haziran ayaklanmasında, başörtülü olduğu için saldırıya uğrayıp işkence gördüğünü öne sürmüş, başından geçenleri de Elif Çakır’a anlatmıştı. Ama Akit, Çakır’a “yalan oldu” derken, AKP’nin hayal gücü güçlü gelinini unuttu. Unutmaları da takiyedir, biliyoruz. O kadar ki, Akit denen paçavra da o tarihte yalancılar arasındaydı. Elif Çakır’in iddialarını “Bunun adı hayvanlık” diye haberleştirmişlerdi. Tabii, hayvan dedikleri, bugün yalancı çıkardıkları Elif Çakır değil, hayali saldırganlardı. Üstelik Akit de Çakır’a nazire olarak başka bir yalan uydurmuştu. “Bizi öldürecekler anne başını aç” başlığıyla manşet yapmışlardı geç kalmış yalanlarını. Güya başı kapalı bir öğretmen Kadıköy’de “Gezicilerin” saldırısına uğramış, saldırı sırasında kızı böyle bağırmıştı. Meali “zordayız anne, takiye yap”tır, Akit meşrebine uygundur. 

***

soL’da bizim Ali Ufuk Arıkan derleyip toparladı, unutanlara hatırlattı. Uzun bir takiyeciler listesidir. 

Büyük yalan, dönemin başbakanının Meclis’te “Çok önemli bir yakınımın gelinini yerlerde sürüklediler” diye başlayan sözleriyle duyuldu. Dönemin Hürriyet gazetesi yazarı İsmet Berkan’ın onayıyla pekişti. Yandaş Berkan, “Çok ama çok acı bir öykü. Maalesef gerçek” diye yazdı; Mobese görüntüleri dahil pek çok delil vardı dediğine göre. “Siz izlediniz mi?” diye sordular, “evet” diye yanıtladı. Zehra Develioğlu’na “üzerleri çıplak, deri eldivenli, bandanalı 70-100 Gezi eylemcisi saldırmış, darp etmiş, üstüne üstlük ortalık yerde donu indirip üzerine işemişlerdi.

Ancak Berkan’ın izlediği, başbakanın görmüş gibi anlattığı olayın gerçekliğine değin hiçbir kanıt yoktu. Herkes hayal görmüş veya yalan söylemeye ikna edilmişti. Yalan ortaya çıkınca son bir hamle daha yaptılar. Farklı gazetelerden iktidara yakın 15 köşe yazarı, aynı gün “Diliniz kaba, vicdanınız taş” ortak başlığıyla yalanı tahkim ettiler. O yalancı yazarları ve gazetelerini de not edelim:

Ahmet Kekeç (Star), Ardan Zentürk (Star), Halime Kökçe (Star), Murat Çiçek (Star), Saadet Oruç (Star), Ersoy Dede (Yeni Akit), Kenan Alpay (Yeni Akit), Fuat Uğur (Türkiye), Mahmut Övür (Sabah), Kemal Öztürk (Yeni Şafak), Merve Şebnem Oruç (Yeni Şafak), Yasin Aktay (Yeni Şafak), Abdülkadir Selvi (Yeni Şafak), Cemile Bayraktar (Yeni Şafak), Abdülhamit Güler (A Haber)… Yalana ortak olan Balçiçek İlter gibi önemsiz failleri de hatırlatalım, geçelim. 

Enver Aysever Habertürk’te bu önemsiz Balçiçek’in sunduğu bir programa katıldı. Karşısında birçok “yalandaş” vardı. Aysever yalan habercilikle ilgili konuşurken Star gazetesi muhabiri Elif Çakır’ın ortaya attığı “Kabataş’ta saldırı” iddiasını hatırlattı ve “Kabataş yalanınızdan dolayı yargılanacaksınız” dedi. Yalandaşlar sinirlendi, canlı yayını terk etti. O yalandaşlardan biri olan Halime Kökçe hızını alamayarak Aysever hakkında dava açtı, kaybetti. Mahkeme onaylı bir yalandır. 

***

Dinde takiye var, günah değildir ama laik hukuk düzeninde yoktur ve ağır bir suçtur. Bu durumda yalan ortaya çıkmış ancak suç ortada kalmıştır. Başta iddiayı ortalığa atan yalancı gelin ve sorgulamadan çanak tutan gazeteciler suç işlemişler, toplumu kandırmaya, Haziran isyancılarının üzerine saldırmaya çalışmışlardır. Organize bir harekettir ve cezası da ağırdır. 

Biliyoruz, yalan fıtratlarında var, söylerler. Dinini saklamakla başlar ve sıradan adi yalanlar dönüşerek evrimini tamamlar. Kabataş yalanı o evrimin son durağıdır. Demek ki iktidarı dinselleştirmek, yalanın iktidarını kurmakla eş anlamlıdır. Yalanla gelirler ve yalanla tutunurlar. Her şeyleri yalandır. 

Biz de ise yalan yok, ortalıkta kalan hesap bizimdir. Yalanın iktidarına son vererek başlayacağız ve bütün yalanların hesabını göreceğiz. 

Orhan Gökdemir / SOL

29 Temmuz 2021 Perşembe

Bir Garibin Öyküsü - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 Bataklık Operasyonu’ndaki örgüt lideri Nejat Daş’a dair haber üstüne haber okuyoruz. Uyuşturucu baronunun ilişkili olduğu bazı isimlerin nasıl kurtarıldığını öğreniyoruz. Onun bürokrasideki ve siyasetteki adamlarını fark ediyoruz.

Ve o haberlerin altında şu bilgiyi görüyoruz:

Nejat Daş, 8 Kasım 1994’te duruşma için geldiği İstanbul’dan Sinop Cezaevi’ne götürülürken jandarmaların elinden kaçmıştı.”

Merak ettim, o jandarma erlerine ne oldu acaba? Ve çok trajik bir bilgiye ulaştım.

Baron Daş yurtdışına kaçarken daha yirmi yaşında olan askerlere cezaevi yolu göründü. Firara yardım etmekle suçlanıyor, beş yıla kadar hapisleri isteniyordu. Haftalarca tutuklu kaldılar, ilk duruşmada tahliye oldular. 

Vatani görevini yaparken kendisini cezaevinde bulan erlerden biri de Levent Kuşoğlu idi. Dört duvar arasından çıkınca biraz dinlenmek için Sinop’taki birliğinden izin istedi. Ancak izin verilmesi bir yana, Hakkâri’nin Çukurca ilçesindeki Pirinççeken Karakolu’na deyim yerindeyse sürüldü. Vatan sağ olsun, dedi; gitti. 

Tanıyanlar anlatıyor; uzun boylu, renkli gözlü, çakı gibi bir askerdi. 

Suçlandığı davadan beraat etmiş, tezkeresine kısa bir süre kalmış, artık dinlenecekti. 

Ama, işte... 

PKK, 21 Haziran 1995 gecesi Pirinççeken Karakolu’na baskın düzenledi. Çıkan çatışmada 11 şehit verdik. Ve evet, toprağa verdiklerimizden biri de Levent’ti. 

Parayla cezaevinden kaçırılan büyükleri konuşuyoruz da yerlerine beton mezarlara koyduğumuz suçsuz fidanların öykülerini unutuyoruz. 

Âşık Mahzuni’nin 

Bak taşına acı acı / 

Bu mezarda bir garip var” sözünü hatırlatır gibi... 

Er Levent Kuşoğlu’nun yattığı mezarlığın adı Gariplik’ti.

15 TEMMUZ’UN HENÜZ İZLEMEDİĞİMİZ GÖRÜNTÜLERİ

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “Nerede olduğunu biliyoruz ama bizde kalsın” demişti. 

Anadolu Ajansı, “Berlin’de saklandı” diye yazmış, Alman medyası doğrulamıştı. 

Gelin görün ki sırlarıyla birlikte halen kayıptı.  

Adil Öksüz’den bahsediyorum. 

Beş yıl aradan sonra gazeteci Müyesser Yıldız, Akıncı’daki görüntülerini ortaya çıkardı. Gerçeğin inatçı izcisi bir gazeteci sayesinde, Öksüz’ün 15 Temmuz’da üste olduğu bir kez daha kanıtlandı. 

Evet, Akıncı’daki gazinodan uğurlanırken birkaç saniye görünüyordu kilit isim. 

Evet, darbe girişiminin yönetildiği gazinoyu gören yedi kamera çok önceden karartılmıştı. 

Ve evet, Öksüz’ün konuşmaması için bazı eller onu kaçırdı. 

Ama şu sorular da halen kafamı kurcalıyor: 

Adil Öksüz, Akıncı’ya nasıl girdi? 

Yani, lojman nizamiyesinden mi, TAİ tarafından mı yoksa Kazan cephesinden mi üsse giriş yaptı? 

Çıkışı gördük de giriş yaptığı kapının önündeki kamera görüntüleri nerede? 

Girerken kimler vardı yanında? 

Gazinoya kadar hangi araçla taşındı?

Keza, sadece Akıncı’daki nizamiye kameralarından değil...

Ankara’daki MOBESE ve Plaka Tanıma Sistemi’nden bile onlarca Adil Öksüz görüntüsünün elimizde olması lazım değil mi? 

Ya da birilerinin elinde de biz mi henüz izlemedik?

CEBİMİZDEKİ CASUS KİME ÇALIŞIYOR?

İsrailli bir şirketin yarattığı Pegasus adlı casus yazılım dünyada konuşulmaya devam ediyor. Biz ise yeterince irdelemiyoruz. Oysaki ülkemizde öldürülen Cemal Kaşıkçı’nın ve hatta o cinayeti soruşturan başsavcı İrfan Fidan’ın dahi gizlice dinlendiği ortaya çıktı, hakkıyla tartışmıyoruz. 

Sahi, siyasetçilerden gazetecilere tüm dünyadan on binlerce kişinin her hareketinin takip edildiği bir skandal bizi neden ilgilendirmiyor? Alıştığımız için mi? Artık şaşırmıyor muyuz? Yoksa, biz de mi kirliyiz?

Doğru, bu ülkede devlet üniforması giyenler tarafından illegal şekilde dinlendik. 

Doğru, bu ülkede güvenliğimizden sorumlu kişiler evlerimize gizli kameralar koydu. 

Doğru, ülkenin en kozmik odalarına girildi, en mahremleri ifşa edildi, en gizlileri internete düştü. 

Ama işte zehir kanıksamakta. O yüzden, Pegasus’a öfke duyarken kendi içimizde aslında ne yaptığımıza da bakmalıyız. 

Mesela sormalıyız: 

Türk Emniyeti’nin İtalyan Hacking Team adlı şirketten satın aldığı casus yazılım halen kullanılıyor mu? 

Mesela sormalıyız: 

2017’deki Adalet Yürüyüşü sırasında CHP’lilerin telefonlarına sızdırıldığı iddia edilen Finspy adlı casus yazılımı Türkiye’den kim satın aldı? 

Mesela sormalıyız: 

FETÖ’nün yasadışı dinleme üssü TİB’in yerini alan BTK, internette sayfa sayfa neler yaptığımızı neden öğrenmek istiyor ve o bilgileri kime veriyor? 

Belki bu soruların yanıtı başka kapılar açar. Öyle ya Halil Cibran boşuna dememiş: “Bir su damlasında, tüm okyanusların tüm sırları saklıdır.”

Barış Pehlivan / Cumhuriyet

AKP Türkiyesi’nden manzaralar: Kabak tadı verdiniz! + AKP dönemi sanatı üzerine: Liyakatsız yandaşın 'sanat' gösterisi (SOL)

 


1) AKP Türkiyesi’nden manzaralar: Kabak tadı verdiniz! 

 2) AKP dönemi sanatı üzerine: Liyakatsız yandaşın 'sanat' gösterisi 

 3) Vali'den 'karpuz içindeki çocuk' heykeli açıklaması: Bebekleri de ayırmayın.

 4) Kayyum belediyenin 'heykel'leri alay konusu oldu

                                                              ***

1) AKP Türkiyesi’nden manzaralar: Kabak tadı verdiniz! 

TKP'nin günlük dijital gazetesi Boyun Eğme, bugünkü manşetinde AKP Türkiyesi'nden manzaraları anlattı.

Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Tüccarlar bakan iken,
En büyük bakan başkan iken,
Çeteciler kutsal devlet için çalışırken,
Karşılığında marinalar ve otellere çökerler iken,
Uyuşturucu trafiği yüzünden ulaşım durmuş iken,
Parası olan suçlular hapisten çıkar,
Suçu olmayan parasızlar da hapse tıkılır iken,
Hepsi için bir borsa kurulmuşken,
Süreklileşmiş ekonomik kriz var iken,
Şirketler çalışanlarını azaltmaya,
Gelirlerini çoğaltmaya devam ederken,
Her krizde bir doğalgaz rezervi bulunurken,
20 yaşındaki bir genç,
İktidarda bugüne kadar sadece tek bir parti görmüşken,
O partinin hizipleri muhalefet eder, muhalefet de o partiye
özenir iken,
böyle bir ülkeye düşmüş yolumuz.

Ülkenin yerel, bölgesel ve ulusal kaynakları bol imiş. Üstüne bu kaynakların tekmili birden ensesi kalınlar için
tahsis edilmiş. Öyle olunca, “cihan rekabetinde üstünlük  sağlamak” için yerel ürünlerin değerlendirilmesi stratejisi
geliştirilmiş. Gel zaman git zaman, marka şehir diye bir kavram çıkmış ortaya. Marka şehri sual edenlere demiş ki ülkenin büyyükleri; “Varsa kentinizi temsil eden bir meyve, sebze, içecek, yiyecek, insan, hayvan, huri ya da huni, dikin heykelini!”

“Bizde büyyüklerin sözleri emirdir” demiş şehirlerin bürokrat amirleri.

Başlamış şehirler arası bir yarışma.

                  Diyarbakır’da kayyum tarafından yaptırılan sürreal heykeller...

Hazırlanmış şartnameler, yapılmış ihaleler ve sonunda verilmiş siparişler.

Başlanmış heykeller yapılmaya. Horozu, köpeği, elması, kavunu, köftesi, mısır koçanı, limonu, kayısısı, portakalı, ekmeği... Yapılmışlar ağaçtan, taştan, topraktan. Metalden ve mermerden.

Batının medeniyeti çizgi film karakteri bir robot heykeli ile temsil edilmiş, doğunun ihtişamı ve ahlakı, bir boksör ile ifade edilmek istenmiş.

    Şanlıurfa Belediyesi, gerçekleştirdiği yoğun çalışmalar sonucunda Fıstık Parkı’na fıstık heykeli dikmiş.

Bütün heykeller için bir başkanlık kararnamesi yayınlanmış: “Uzaktan bakıldı mı görülmeli. Komşu şehirdeki yöneticileri imrendirmeli. Rekabet ile üretim gelişmeli.” Böyle olunca, sergilenmiş kavşak ortasında, yol kenarında, refüjde ve her yerde. Ülkenin, hep en bilimsel çalışmaları yapmak ile övünen istatistik kurumu, boy, en, uzunluk, hacim, alan ölçülerini almaya başlamış heykellerin. Düzenli yayınlamış verileri. Ülkenin başkanı da kullanmış bu verileri: “20 yıllık iktidarımızda, tüm ülke tarihinde yapılmamış kadar heykel diktik. Toplamda 18 bin km heykel yaptık.” demiş.

Yeni açılan üniversitelerin, hem rektörü, hem dekanı, hem de bölüm başkanı olan idarecileri, görev bilmişler böyle olunca, heykeller için bilimsel yayınlar hazırlatmayı. Görevi emir bilen akademisyenler, böylesi mühim bir konunun gelecek nesillere aktarılması için kolları sıvamışlar, uluslararası fonlara başvurmuşlar.

                    Kahramanmaraş’tan hokus pokusla yerden ekmek çıkaran el.

Nedir bu diye incelemeler yapmışlar. Hangi sanat akımlarına dâhil olduğunu tartışmışlar. Dadaizm diyenler çıkmış. Alışılmış estetik anlayışa karşı çıkarak, yeni deneysel arayışlar içerisine girmişler demiş. Sürrealizm demiş birileri. Bilinç dışı gerçekleri yansıtan, içgüdüler ile ulaşılabilecek eseler bunlar demişler. Dönemin ruhuna hitap eden popüler ürünler bunlar diyenler çıkmış. Ama hepsi “bir kentin kendine yakışanı giymesidir” önermesinde ortaklaşmışlar. Ne kadar da çok yakıştılar diye alkışlamışlar.

                            Bu da yeşil Bursa’dan... Refruj gülleri adlı çalışma.


...

Bir gün, yeter, kabak tadı verdiniz artık demiş ülkenin emekçileri: “Kendi beceriksizliğinizi ülkenin gerçekliği diye sunmayın. Çok istiyorsanız, dikeceğiz sizin de heykelinizi. Hem de sizin sanat zevkinizle; çöp sepetine atılmış bir kabak şeklinde.”

Paran varsa laik bir yaşam hakkın, yoksa sana düşen beton ve karanlık

Turizm Bakanlığı geçtiğimiz günlerde İstanbul için bir tanıtım filmi yayınladı. Film sosyal medyada da yoğun tartışmalara neden oldu. AKP iktidarı 20 yıla yaklaşıyor, Türkiye’nin her noktasını o gerici ve tüccar kafasına uygun bir biçime sokma gayretinde baya yol kat etti. Burda sanata da, eğlenceye de, gündelik hayatın içerisinde özgürce var olabilen kadına da yer yok aslında. Yani aslında İstanbul tanıtım filminde yer alan; dans eden, gülen, eğlenen insalar da, sokaklarda kahkahalarla dolaşan kadınlar da bu ülkede yaşamıyorlar AKP için. Yanlış anlaşılmasın, hepsi turistler gelsin diye bir kandırmaca.

AKP’nin bize layık gördüğü Türkiye, dört bir yanı beton ve otoyollarla işgal edilmiş, AKP’nin olanca gericiliğini yansıtan devasa ve sahte heykel ve mimari ile donatılmış bir ülke. Bu düzende laik bir yaşam tarzına yer yok.

AKP Türkiyesi’nde gelişmişliğin belki de en önemli göstergesi beton. İnsanların kültürel “zenginliği” ise onların muhafazakâr yaşam tarzlarından ibaret. O yüzden saat 24.00’ten sonra müzik sesi duymayı ayıp sayıyorlar. O yüzden tiyatro, opera hele bir de bale gibi sanatsal üretimlerin sosyal yaşamdan tamamen çıkması için ellerinden geleni yapıyorlar.

Tabii bu durumun bir istisnası var. Daha doğrusu, AKP Türkiyesi ile tatmin olmayacaklar için fiyatı karşılığında farklı bir yaşam da var. Paran, ama baya bir paran varsa AKP senin yaşamına dokunmuyor. Onların özel ve “saklı” kentleri, siteleri ve eğlenceleri var tabii..                                                                       ***

2) AKP dönemi sanatı üzerine: Liyakatsız yandaşın 'sanat' gösterisi 

(FIRAT ARAPOĞLU - 29/05/2021 / SOL)

Son dönemde kent meydanlarındaki 'heykeller' yeniden tartışma konusu olurken, 'AKP dönemi sanatı' sade bir komedi unsurundan ibaret değil.


Kamusal sanat, postmodernitenin bir gerçekliği olarak yaşamlarımıza dahil oldu ve onun şehir planlamasında “geometrik” düzene karşı tepkisi, zamana değil, mekana ayrıcalık kazandırmaktan ibaretti. Bu mekanın olumlanması, ilerici kazanımların sembolize edilmesi ve yaygınlaştırılmasının yerine, ilgili coğrafyaların üretimlerini gösteren kitsch heykelleri olmuştur - aslında bunlara maket demek daha doğru olacak.

Şehir planlama ve mimarlık alanında, iletişim araçlarının, mimarlıktaki malzeme dağarcığının ve kapitalist ekonominin gelişmesiyle, 19. Yüzyıl sonlarından itibaren yeni bir döneme girilmiş ve eskiye geri dönmek imkansızlaşmıştı. Kitsch’in tanımını biraz bu nokta üzerinden düşünmek iyi olacaktır. Örneğin Türkiye ölçeğinde günümüzün muhafazakar estetik arzusu, mimari alanda şehir içerisinde “eski-mahalle kültürünü” kurmayı vaat eder, ama bu vaat kırmızı renk karın yağma ihtimali kadar bir olasılığı içerisinde barındırır. Zira unutulan şey, tarihsel anlayışın göz ardı edilemeyeceğidir. Bundan dolayı hem yeni teknolojiyi hem de eskinin yeniden-yapılandırılmasını içeren bir önerme, ancak “gösteri” formunda olabilir. Gösteriyse bir kalıcı kültür oluşumuna değil, ancak “performatif”, geçici sunuma dayalı olur – Ve gösteri liyakatsiz yandaşlar tarafından imal edilir.

'Süsler, geçmişin izlerini silmek için kullanılır'

Kamusal alanda yeniden-yapılanma stratejisi içerisinde karşılaşılan kamusal kent maketleri, “göz kamaştırıcı”! güzellikleriyle Türkiye’de şehirlerin dört bir yanına dikilmektedir. Sanata nadiren göz kırpan bu uygulamaların mesajı açıktır: Sanatçının(!) hizmetinde olduğu yeni sınıfsal yapılanmayla birlikte bir k dönüşüm yaşanmaktadır ve şehrin yeni yüzünü göstermek için “süslemelere” – sanat yapıtlarına değil! – ihtiyaç vardır. Zira süsler, geçmişin izlerini silmek için kullanılır.

Şehir planlamanın çevreyi dönüştürme gereksiniminin ardında, varolan popülasyonun yerinden-edilmesi stratejisi bulunur. Projelerle birlikte tarihi değerler alaşağı edilirken –aslında yok edilen özgün mahalle kültürüdür-, binalarda yeni oturmaya başlayanlar eski mahalle kültürüyle hiç de alakası olmayan bir yaşamı sürdürmeye başlarlar. Bu doğanın, yeşilin yok edilerek, içinde yaratılan yapay kır düzenlemesiyle satışa sunulan sitelerdeki oksimoronik uygulamalara benzer. Yeni orta sınıf, şehrin periferisindeki sitelerden şehrin merkezine geri dönmüştür. Ama bu döndükleri şehir, bir sinema platosu gibidir. Yapıların sadece cepheleri ayaktadır. Mantıki olarak eskiye öykünen bina cephelerinin içindeki evler, yüksek teknolojiye uyumludur. Yani bir “sahtelik” söz konusudur. Bu binalarda oturan yeni orta sınıf, kendisini sanki kuşaklar boyunca orada oturuyormuş gibi hissetmelidir. Bu sahteliğin içerisinde kamusal sanatın ifade türlerinden birisi, ancak, doğabilir: Kitsch.

Heykellerin yedi ortak özelliği

Kitsch, bir propaganda gibi boşlukta kendisini sürekli tekrar etmektedir. Bu ister bir semaver maketi, ister bir karpuz maketi ya da baklavacı figürü olsun. Bu maketlerdeki belirli unsurlar rahatlıkla tespit edilebilir: Eklektizm, egzotizm ve mimetik sanat. Polyester döküm maketlerin hemen hepsi, kitsch kamusal sanatın mükemmel örnekleridir. Ortak özellikleri olarak şunları sayabiliriz:

  1. Hepsi eklektiktir. Tüm üslupları kabul ederler.
  2. Hemen hepsi tüketim mallarıdır, anlaşılması ve sindirilmesi kolaydır.
  3. Sahtelerdir. Bu “güzel”(!) çalışmalardaki tüm formlarda hiçbir sanatçı izi ve malzeme izi yoktur. Amaçlanan sadece hizmet etmeleridir.
  4. Maketin üretiminde bağışçıların isimleri kullanılarak, Ankara’ya her şey yolunda ve desteğe ihtiyacımız var mesajı iletilir. Şehirde her şey yolundadır, adaletsizlik, ırkçılık, şiddet yoktur.
  5. İyimser bir havanın olduğu bir tür dinamizm mesajı vermektedir.
  6. Popülizm vurgusu içermektedir.
  7. Rant odaklıdır. Büyük paraların ödendiği maket projelerinde, üretim maliyeti düşüktür. Aradaki farkın kimlere gittiği, projenin asıl anlamı olabilir.

Bu maketlerin hiçbirisinde insanlığın aktüel yaşamına dair işaret yoktur. Şu soru önemli: Yetkililer, bu eserleri(!) sipariş ederken, yerel sanat danışmanları tarafından tavsiye edilen neleri realize etmek istediler? Bana göre, zanaatkarlara bir şey teklif etmektense, kendilerini insanların elinde olabilecek bir şeyden korumaya çalışıyorlardır. Sanırım bu, insanların hayal güçlerinden korkmalarıdır. Bir sanat eserini, insanlığın hayal gücüne bırakmak istemiyorlar. İstemiyorlar, çünkü akılları sıra, halkın hiçbir şeyi hayal etmek zorunda kalmadan, bir işi anlaması gerektiğini düşünüyorlar. Ve kendi ortalama zekalarıyla, şehri kimin yönettiğini kamuya anlatmaya çalışmaktalar.

'Maketler, figüratif, taklitçi bir sanat paradigmasıdır'

Bu çekici kent maketlerinin hiçbiri kendisini izleyicinin hayal gücüne bırakmaz: Her şey gerçektir ve nesneler, aktüel ölçeklerinden daha büyüktür. Büyüklük, kahramanlıkla ilgilidir, kahramanlık öyküsü ise Baklava ve Karpuz (ya da her ne ise) olmaktadır. Kahramanlık, dikkat edilirse, sanayi ya da sporda dahi değildir. Maketler, figüratif, taklitçi bir sanat paradigmasıdır; halk gördüğünü rahatlıkla anlamaktadır. Bu tip maketler tarihsel bir göndermeden yoksundur, ikonik görüntüleri, gönderdiği anlamı gizlemektedir. Geçmişin geleceğe projekte edilmesi, tarih hakkında düşünmemizi engeller. Bu sözcüğün tam anlamıyla kitsch’dir. Sanat, günlük yaşamı konu edinmenin aksine, onun bir uzantısı olursa, Harold Rosenberg’in zamanında ustaca belirttiği gibi, metaya dönüşür ve kitsch haline gelir.

FIRAT ARAPOĞLU - 29/05/2021 / SOL

Fırat Arapoğlu sanat tarihçisi, eleştirmen ve bağımsız küratör olarak çalışmaktadır. Kendisi Altınbaş Üniversitesi’nde İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Sosyal Bilimler Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yürütüyor.

                                                                                    ***

3) Vali'den 'karpuz içindeki çocuk' heykeli açıklaması: Bebekleri de ayırmayın.

Diyarbakır Valisi Münir Karaloğlu, 'karpuz içindeki çocuk' heykeliyle ilgili konuştu.

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi tarafından havalimanı kavşağındaki parka yerleştirilen, 'halay çekenler', 'kadayıf tepsisini gösteren adam', 'hasır bileziği ve zincir' ile 'karpuzun içindeki çocuk' şeklinde tarif edilebilecek heykellerle ilgili açıklama geldi.

Heykeller çirkinliği ve yüksek maliyetleri nedeniyle eleştirilmişti.

Diyarbakır Valisi Münir Karaloğlu yaptığı açıklamada "Bırakın Diyarbakır’da karpuz tartışılsın, güzellikler tartışılsın. Diyarbakır’da arzumuz isteğimiz budur. Akşamki tartışmanın Diyarbakır’a bir zararı yok faydası var arkadaşlar. Eğer gerçek fotoğraflarla beraber karşılaştırırsanız gerçeğe çok uygun olduğunu da görürsünüz. Bebeğin Diyarbakırlısı, Vanlısı, Rizelisi olmaz arkadaşlar. Dünyanın bütün bebekleri de birbirine benzer, ne olur bebekleri de ayırmayın" dedi.

Diyarbakır halkı arasında alay konusu olan heykeller için "korku filmi gibi" benzetmeleri yapılırken, sanattan ve estetikten uzak "heykel"ler için 4 milyon 412 bin lira harcandığı öğrenildi. soL'a konuşan belediye işçileri "kayyumun faturayı şişirdiği örneklerden biri" yorumunda bulundu.

Diyarbakır'da büyükşehir belediyesi 2019'dan bu yana kayyum tarafından yönetiliyor. 

(SOL - 11/05/2021)

                                                                         ***

4) Kayyum belediyenin 'heykel'leri alay konusu oldu.(SOL)

Diyarbakır'da kayyum belediyenin 'heykel'leri alay konusu oldu. Havalimanı karşısındaki yapılar için 4 milyon 412 bin lira harcandığı öğrenildi.


Diyarbakır'da 2019'dan bu yana belediyede olan kayyumun yaptığı son icraatlar halk tarafından alay konusu olurken sosyal medyada da gündem oldu. 

Diyarbakır Havalimanı'nın karşısında yer alan kavşakta parka yapılan heykeller için belediye 6 Nisan'da duyuruya çıkmıştı.

Kayyum belediyenin resmi hesabında yer alan duyuruda şehir dışından gelecek konuklar için "Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, Yonca Kavşağı’nda yaptığı çevre düzenleme çalışmasıyla kentte gelen yerli ve yabancı turistleri, doğanın güzellikleriyle karşılayacak” diyerek tarif ettiği düzenlemeleri geçtiğimiz gün yaptığı heykellerle tamamlamış oldu.

Sosyal medyada ve Diyarbakır halkı arasında alay konusu olan heykeller için "korku filmi gibi" benzetmeleri yapılırken, sanattan ve estetikten uzak "heykel"ler için 4 milyon 412 bin lira harcandığı öğrenildi. soL'a konuşan belediye işçileri "kayyumun faturayı şişirdiği örneklerden biri" yorumunda bulundu.

Daha önce Mardin'de de benzer bir durum yaşanmış, tarihsel ve sanatsal eserlere halkın erişimi de engellenmişti.  

(SOL - 10/05/2021)