6 Kasım 2021 Cumartesi

Eleman’ın anlattığı - Orhan Gökdemir / SOL

'Yalnız Ahmet-Mehmet meselesi değil bu, bir sınıfın ve düzeninin bütün gövdesiyle çürümesi meselesi. Devletin işkenceye ve cinayete ihtiyacı ondan var. Demek ki devrimin nesnelliğindeyiz.'


Talat Turhan ile 1990’lı yıllarda tanıştım. 12 Eylül’ün halesindeki Türkiye, ikinci on yılda adeta bir sıcak savaş yaşamaktaydı. Faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, gün ortasında sokak ortasında işlenen cinayetler, muhalif gazetelerde patlayan bombalar, gözaltılar, işkenceler… Kürt Sorunu en sert zamanlarındaydı. Kürt diyenin içeri tıkıldığı, gazetelerin dergilerin kapatıldığı, sansür sürgün kararnamelerinin çıkarıldığı dönemlerdi. Talat Turhan 1970’li yıllarda yüz yüze geldiği devletin o karanlık yüzünün peşindeydi. Israr ediyor, her gün yeni bilgi ve belgelerle ortaya çıkıyor, anlatıyor, bu nedenle hakkında açılan davalarla boğuşuyordu.

Sanırım ilk görüşmemiz Toplumsal Kurtuluş dergisi için oldu. Yazı istedim veya röportaj yaptım. Sonra görüşmelerimiz devam etti. Evine konuk oldum, uzun sohbetlerine katıldım. 1990’lı yıllar kapanmak üzereydi, ortalık biraz durulmuş görünüyordu ama dönemin aktörleri hala etkin görevlerdeydi. Ortak bir tanıdığımızın cenazesinde karşılaştık, “Orhan birlikte kitap yazalım” dedi. “Onur duyarım Ağabey” dedim. “Ben Kemalist’im senin için sakınca olur mu?” dedi. “Ağabey ben de Marksist’im senin için sakıncası yoksa benim için hiç yok” dedim.

Mehmet Eymür üzerine çalışmaya bu konuşmadan sonra başladık. Arşivlerini açtı. İnanılmaz bir titizlikle oluşturulmuştu o arşivler; kupürler tarih sırasına göre dizilmiş, arkalarına önlerine notlar alınmış, dosyalanmıştı. Doğrusu, geriye pek az şey bırakıyordu o dosyalar. 1999’da “Eymür” kitabı öyle ortaya çıktı. Arkasından Mehmet Ağar’ı yazmayı planlamıştık. Ancak araya uzun mesafeler ve benim ekmek kavgalarım girdi. “Orhan sen yaz” dedi, arşivinin bir bölümünü evime taşımama izin verdi. “Pike” de böyle ortaya çıktı. Bu iki kitap uzun yıllar boyunca davalarla boğuşmama neden oldu. Talat Turhan’la birlikte mahkeme kapılarında uzun zamanlar geçirdik. Talat Ağabey için bunlar adeta yaşamının doğal bir parçası gibiydi, sonra ben de alıştım.

O davalardan ikisi “Eymür” kitabıyla ilgiliydi. İlki “MİT Raporu’nun ekleri”nde adı geçen mafyozlardan birinin

şikâyeti ile açılmıştı. Yani dava konusu olan belge polis raporuydu, devletin resmî belgesiydi. Ünlü MİT Raporu’ndan dolayı ceza alma onuru bizimdir. İkincisini Eymür bizzat açtı. Kendisine “CIA ajanı” dediğimizi iddia ediyordu. Oysa bir gazeteye verdiği demeçte “CIA için çalışırım” anlamına gelen laflar etmişti, oradan alıntı yapmıştık. Hem CIA ile çalışsa ne çalışmasa ne? CIA zaten MİT’in içindeydi. Teşkilatın merkezinde ofis açmıştı, para yardımı yapıyor, alet edevat sağlıyor, yönlendiriyordu. Tabii bu da mahkûm edilmemize engel olmadı. Devletin yargısı, “Eymür söylemiş olsa bile siz alıntı yapamazsınız” diyordu bize. Talat Turhan onda da ısrar etti, davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdı, kazandı. 

Talat Ağabey 12 Mart’ta, Ziverbey İşkencehanesinde o karanlıkla yüzleşmişti. İşkence merkezinde, karanlıkta saklananlardan biri de Mehmet Eymür’dü. Uzun yıllar inkâr etti işkence yaptığını. Birkaç gün önce bir gazeteciye döküldü, “yaptım, devletin çıkarınaysa yine yaparım” dedi. Bizim “Eymür”de yazdıklarımız böylece birinci ağızdan doğrulanmış oldu. Devletin ve elemanlarının işkence yaptığı, işkencenin bir devlet politikası olduğu delilleriyle ortadadır artık.

                                                                            ***

Ne demişlerdi 12 Mart’ta; Burada anayasa yok, yasa yok! Tek yasa vardır biliyoruz; devlet sebeb-i hikmeti olan egemenlerin çıkarını korumak. O nedenle 12 Mart’ın tezgâhlarında yarım bırakılan iş, 12 Eylül’de tamamına erdirildi. Halkın çocukları bir kez daha işkencelerden geçirildi, kaybedildi, öldürüldü. Tarikatlar el altından desteklendi, topluma din enjekte edildi. TİB (Toplumla İlişkiler Başkanlığı) devreye sokuldu, ölüm timleri oluşturuldu, yargısız infazlar yapıldı, Hizbullah gibi ne idiğü belirsiz örgütler peyda oldu. Sonra bir de baktılar ki kontrol ellerinden kayıp gitmiş! 12 Eylül’ün kucağında büyüttüğü gayrı meşru çocuklar onları tasfiye edip yerine yenilerini koymaya başladığında cumhuriyet de son nefesini vermişti. Kontrgerilla, kendi halkına karşı örgütlenmiş cumhuriyetin intiharıydı, o kitaplarda dediğimiz budur.

İmamlar geldi, karanlığı devraldı. Güya “derin devlet”i de ortadan kaldıracaklardı. Oysa devletin çürümesine neden olan bütün ilişkiler yerli yerinde. Devlet halkına düşman, ordu halkın ordusu değil, kolluk kuvvetleri Ortaçağ bakiyesi yapılanmaların elinde. Yani kontrgerilla artık devletin ta kendisidir.

                                                                             ***

İki Mehmetler, Mehmet Eymür ve Mehmet Ağar bu çürümenin birer temsilcisi. Önde giden birer devlet elemanı olarak bu tarihi temsil etme kabiliyetleri var. Devleti birlikte çürüttüler, bütün gövdesiyle yasa dışına itilmesine yardımcı oldular, tetikçiliğini yaptılar. İkisi de devletin kendi halkına karşı yaptığı operasyonların bilgisine sahiptir. Devlet kimi neden öldürmeye karar vermişse, hangi kirli işin arkasında kim varsa bilirler. Mehmet Ağar poliste, Mehmet Eymür MİT'te halka karşı örtülü bir iç savaş yürüttüler. Bütün kariyerlerini bu iç savaş sırasında önce sola, ardından da Kürtlere karşı yaptılar. Ziverbey’de, DAL’da onlar vardır. Kızıldere’de solculara kurşun sıkan onlardır, Ulaş Bardakçı’yı vuran mermi onların tabancasından çıkmıştır. Mafyayı, uyuşturucu tacirlerini, silah kaçakçılarını koruyup kollayanlar onlardır. Malumunuz, aynı zamanda birbiriyle mücadele ederler. Sebebi devletin yönetim biçimi üzerindeki görüş ayrılığı değil, karanlıkta oluşan pastanın paylaşılması mücadelesidir. Talat Turhan’ın deyişiyle işkenceciler aynı zamanda işkembecidir!

Eymür, 1996'da MİT'ten atıldı. Ardından “Kontrterör Dairesi” lağvedildi. MİT'ten ayrıldıktan sonra ABD'ye yerleşip, internet sitesi üzerinden yayın yapmaya başladı. Orada sanıyorum, kendine yaslanacak yeni güç odakları aradı. Fethullahçı çetenin yayını Zaman Gazetesi'nin eski özel haber müdürü Faruk Mercan’ın Eymür'ün sekreterliğini yapmaya başlaması o tarihlerdedir. Faruk Mercan, patronu Eymür hakkında sınırsız övgülerden ibaret bir iki kitap hazırlayıp yayımladı hatta. Bir ara kanal kanal dolaşıp ahkam kesiyordu, 15 Temmuz şeyinden bu yana kaçaktır. 

Doğu Perinçek’in üzerine atıp kurtulmaya çalışıyor ama Ergenekon soruşturmasına dayanak yapılan “Ergenekon lobi” belgesi de ilk kez 2002 yılında Eymür’ün “atin.org” adlı sitesinde yayımlandı. Firari Fethullahçı Savcı Zekariya Öz'le pek sıkı fıkıydı, ihtiyaç oldukça kapısını aşındırıyor, dava hakkında bilgilerini aktarıyordu. Her şeyi bilirler, bir tek devlet içindeki çeteleri bilmezler, gelenekleridir.

                                                                            ***

Diyor ki şimdi; Kızıldere'de roketatar ve havan mermileriyle katliam yaptık ama yargısız infaz sayılmaz. Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını Ordu yaptı, haberimiz vardı. İşkence yaptım, pişmanlık duymuyorum. Ulaş Bardakçı’yı, Mahir Çayan’ı biz öldürdük. Ziverbey’de işkence yaptık çünkü inatçı tipler vardı. İnsanları alıp kaybettik, hepsi istihbarat operasyonuydu. Mafyayı kullandık, yine kullanırız... “Eymür”de not edilenler de zaten bunlardan ibarettir.  

Anlattıklarında fazlası ve yeni olan şu; “Yaptığınız işkencelerden pişmanlık duyuyor musunuz?” diye soruyor gazeteci. “Duymam, çünkü aşırı bir şey yapmadık. Daha çok taktikleri kullanmak istedim. Bizim hanım arkadaşları bağırtırdık. ‘Kızını aldık’ derdik sonra suçluya. Bağıran bizim arkadaşımız. ‘Konuşacaksan konuş sıkıntıya girecekler yoksa’ derdik mesela. Tiyatro yapardık biraz.” Cevabı budur. Biliyoruz, “sıkıntıya girecek” lafı mizansendir, aslı “kızın elimizde, konuşmazsan tecavüz edeceğiz”dir, tanıkların anlatımlarından biliyoruz. 

                                                                      ***

Bu karanlığın ortasında gazetecilik yapmaya, halka karşı işlenen suçları takip etmeye, tarihe not düşmeye çalışıyorduk. Kendi adıma bu not düşme işini daha çok önemsiyordum. Kitaplar yayımlanınca “Neden Eymür’le konuşmadın, Ağar’ı neden aramadın” diyen gazeteci dostlarım oldu. “Benim hakkımda rapor hazırlarken beni aramadıkları için” diye geçiştirdim. “Nesnellik” bu tür durumlarda bir gazeteci hastalığıdır, insan işkenceciye karşı nesnel olur mu?

Paranoyak olduğumuz sanılmasın diye not ediyorum, delilleri var. “Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından 2008-2009 tarihleri arasında, Genelkurmay Başkanlığı santralı ve TBMM ile iş adamları, gazeteciler ve polislerin de arasında bulunduğu 1000 kişinin sahte isimlerle dinlendiği ortaya çıktı.” Bu “VIP Dinleme Skandalı” haberinin girişidir. Adı geçen tarihlerde işsiz bir gazeteciydim, devletimiz sağ olsun buna rağmen “VIP muamele”yi esirgememişti bizdin. Dinlerler, not düşerler, açılan davalarda dosyanın arasına koyarlar, hakimleri ve savcıları böyle yönlendirirler.  

Bizim de buna karşı kitaplarımız vardır, araştırırız, buluruz, halkımız için not ederiz. Çoğu hakkımızda rapor tutanlar hakkında tutulmuş uzun raporlardır, nesnel değillerdir, sınırsız bir öfkeyle yazılmışlardır. Başlangıçta hepsi uydurma sanılsa da zamanla doğrulanırlar. Çünkü bizde halka yalan söylemek en büyük suçtur. 

İşte “Eleman” anlatıyor bir bir, ne yazdıysak doğruluyor. Vurmuşlar arkadaşlarımızı, öldürmüşler, işkence yapmışlar yoldaşlarımıza. Yalnız Ahmet-Mehmet meselesi değil bu, bir sınıfın ve düzeninin bütün gövdesiyle çürümesi meselesi. Devletin işkenceye ve cinayete ihtiyacı ondan var. Demek ki devrimin nesnelliğindeyiz. 

Hic Rhodus, hic salta!

Orhan Gökdemir / SOL

5 Kasım 2021 Cuma

Milli ve gayri milli - Özdemir İnce / CUMHURİYET

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, Irak, Suriye ve Lübnan’a asker göndermek için cumhurbaşkanına iki yıl yetki veren “torba” tezkereyi eleştiriken söylediklerinin en önemli yeri “iki yıl”ın yanı sıra bence şu bölümdü:

“Bu tezkerede ayrıca, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması, bu kuvvetlerin cumhurbaşkanının belirleyeceği esaslara göre kullanılması yazıyor. Ne demek yabancı kuvvetler Türkiye’de bulunacak? Şimdi soruyorum. Erdoğan’a değil. Yönetme kapasitesi olmayan adama soru sormak yanlış. Bahçeli’ye soruyorum: Bu yabancı asker kim ve sen yabancı askerler Türkiye’ye gelip konuşlanacak diye el kaldıracaksın! Söyle bakalım milliyetçi sen misin, biz miyiz? Yabancı askerlerin potinlerinin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni çiğnemesini istemiyorum. Çıkarın bunu tezkereden. Böyle bir rezillik olur mu ya! Terör ayaklarına yatacaksın, yabancı askerler buraya gelecek. Taliban’ı mı getireceksin? Amerikalılar mı, Yunanlar mı, kimi çağıracaksın sen? Terörü bitirmek için mücadele eden TSK ve polislerimizdir. Tezkeredeki yabancı güçler kim?”

                                                                            ***

Evet, neden iki yıllık süre ve neden yabancı asker?

Hükümetler TBMM’den şimdiye kadar altı aylık ya da bir yıllık yetki alırdı, şimdi neden iki yıllık? Üstelik üç ayrı sefer tezkeresi, torbadan tasarruf için aynı torbanın içinde. Üstelik alınan yetki seçim “sath-ı maili”ni ve hatta seçim gününü bile kapsıyor. Hep taarruz eden, kitabında geri adım bulunmayan bir Başyüce’nin saltanatında olması dolayısıyla da şüphe celbeden bir durumun vaziyeti. Neden?

                                                                           ***

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve HDP Eş Genel Başkanı Mihat Sancar ve öteki muhalefet partileri sözcüleri, Başyüce’nin “emir eri” olmadıkları için, doğal olarak, torbalı tezkere taarruzunu eleştirdiler:

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener: “Biz, TBMM’ye gelen bütün tezkerelerle ilgili olarak önceden bir ekip kurarız. Onlar rapor oluşturur, milletvekili arkadaşlarımızla paylaşır. Bu çalışmayı yaptırdık. O raporun sonucunda, eleştirilerimiz baki kalmak kaydıyla ‘evet’ oyu vereceğimizi ifade etmek isterim.” CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu: “Torba tezkere dönemi başladı. Her şeyi koymuşlar bir tezkerenin içine, gelin buna evet deyin diyorlar. Niye kardeşim? Biz senin her dediğinin altına mühür mü basacağız. Ne ne değildir, nedir bir anlat. MHP her dediğine evet diyebilir. Ama biz milli Kurtuluş Savaşı geleneğinden gelen bir partiyiz.” 

HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar: “İktidar savaş politikalarıyla varlığını güvence altına almaya çalışıyor. Tezkerelerin de buna hizmet edeceğini herkes görmeli. Çağrılarımızı yeniliyoruz: İktidarın tezkere ve savaş oyunlarına hayır deyin.” 

                                                                               ***

Torbalı tezkere gerçekten de kuşku uyandırıcı. Sorumluluk ilham verici tezkereyi kaleme alanlara ait: İnsanın aklına neler geliyor neler... Acaba, iktidar, seçimi süresiz ertelemek suretiyle iktidarı bırakmamak mı istiyor? Acaba, seçimi sıkıyönetim altında olağanüstü halde mi yapmak istiyor? Seçimi kaybettiği anlaşılınca Suriye’ye mi saldıracak?

İnandırıcı bir açıklama olmadığı için bunların hiçbiri olmayabilir ama olabilir de... 

Gelelim şu “yabancı asker davet etmek” garabetine: Yabancı asker yani Rus, ABD, Yunan ya da NATO askeri mi davet edilecek? Hangi saldırgan ya da düşmana karşı? İran mı, Ermenistan mı, Irak mı, Suriye mi? Bu saydıklarımın ilk üçü söz konusu olamaz, olsa bile NATO’nun en güçlü ikinci ordusu yabancı asker gücüne gereksinim duymaz. Kala kala Suriye kaldı. Suriye Türkiye’ye saldır(a)maz. Bu olasılığı geçelim. Bu durumda İdlib çıban başı, bataklığı kalıyor. 

AKP iktidarı bu sorunu barış yollu çözmezse, İslamcı terör örgütleri İdlib’i terk etmezse Rusya ve Suriye burayı terör örgütlerinden temizlemek için bütün güçlerini kullanacaklar. Bu kesin! Oradaki İslamcı terör örgütleri ister barış içinde ya da savaşta bozguna uğrayınca kesinlikle Türkiye’ye gelip sığınacaklar. Başka gidecek yerleri yok. 

İki yıl süreli tezkerenin verdiği yetki ülkenin hayır ve yararına değil; her an Türkiye’nin başına iş açabilir. Böyle bir yetki Kurtuluş Savaşı’nda, Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya bile verilmedi. Bu ne gayri milli gaflet!

Özdemir İnce / CUMHURİYET


Olan Şeyleri Anlatmalı - Burçak Özoğlu / SOL

 Olan şeyleri olduğu gibi anlatmak gerekiyor. Ancak o zaman tüm geleneğimiz ve geleceğimizin soluğu güvenle haykırabiliriz: KAZANACAĞIZ!...

Geçtiğimiz Cuma günü, Metin Yeğin'in senaryosunu yazıp yönetmenliğini üstlendiği, 1910 yılında Bursa'da bir tekstil fabrikasında gerçekleşen ve kadın işçilerin örgütlediği bir direnişin anlatıldığı "Grev" filmi gösterime girdi. Bursa’da örgütlenen ve enternasyonalist ögeler içerdiği vurgulanan ilk grevin ve basına yansıyan ifadelerle “gerçek bir direnişin” kurmaca öyküsü olduğu söylenen filmi bulduğum ilk fırsatta izledim. Filmin afişinde, İspanyolca ve Türkçe “Kazanacağız” yazıyordu; galasında tüm salon Çav Bella’yı söylemişti; II. Enternasyonal sosyalistlerinin de yer aldığı Osmanlı’nın ilk grevlerinden birinin öyküsüydü, beklentim büyüktü.

Oldukça alçak gönüllü bir bütçeyle ve tahminim ağırlıkla gönüllülük temelinde katkıyla çekildiği belli olan filme, aklını, fikrini, emeğini koymuş herkesin ellerine sağlık. Ancak  beklediğimi bulamadığımı da söylemeliyim. Hatta, dayanışma duygularımdan gelen güvene dayanıp daha ötesine geçeceğim ve hayal kırıklığına uğradığımı da ekleyeceğim.

Bu günlerde Suat Derviş’in Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır kitabını okuyorum. Grev filmi o romanın üzerine denk geldi, bekli beklentim de ondan yüksekti. Onu işten atan patronlarının isabetli adlandırmasıyla kıpkızıl bir komünist olan Suat Derviş, romanında 1930’larda İstanbul Edirnekapı’da konfeksiyon fabrikalarında çalışan işçi kadınları, işsiz kadınları, çocukları, yoksul emekçi aileleri anlatıyor. “Olan şeyleri” anlatıyor, olaylar dizisi sıralamanın ya da betimlemelerle anlatmanın ötesinde, nedensellikleri, ilişkisellikleri ve tarihsel bağlantılarını gösteriyor, en önemlisi sınıflar çelişkisini ve mücadelesini tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarıyor. Kanımca bu adlandırma diyalektik ve tarihsel materyalist yaklaşımı tanımlayan en iyi ifadelerden biri. 

İşte ben de Grev filminde “olan şeyleri”, tıpkı o romandaki gibi, tarihselliği, nesnelliği ve sınıfsallığı ile izlemeyi bekledim, olmadı. Bu yazıda filmi henüz izlememiş olanlar için elimden geldiğince kurmacayı açık etmeden filmde “olmadığını” ya da varsa bile “öyle olmadığını” düşündüğüm şeyleri paylaşacağım.

Grev filmi, İttihat ve Terakki iktidarı döneminde Selanik doğumlu bir İspanyol gazetecinin, II. Enternasyonal’in temsilcisi olarak gittiği Bursa’da tanık ve müdahil olduğu bir direnişi anlatıyor. Filmde, Bursa’da yabancı sermayeye ait bir ipek iplik fabrikasında tümü kadın olan işçilerin insanlık dışı çalışma koşullarına ve düşük ücretlere isyan etmesi ile başlayan iş bırakma direnişinin öyküsü var. Bu öykünün etrafında, Osmanlı’nın Düyun-u Umumiye modeli dolayımıyla içine sıkıştığı emperyalist cendere ile 20. yüzyıl başlarında uluslararası sosyalist ve feminist hareketin gündemleri de ele alınıyor.

Sırasıyla gidelim. 

Önce, 1910 Osmanlı’sında ipekçilik sektöründeki üretim ilişkilerine bir bakalım. Tekstil sektörü kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimi açısından evrensel olarak öncü kabul edebileceğimiz sektörlerin başında gelir. Osmanlı İmparatorluğu coğrafyası için de aynı şeyin geçerli olduğunu söyleyebiliriz. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında Halep, Diyarbakır, Lübnan, Bursa, Edirne ve Selanik bölgelerine yayılmış biçimde toplam 4 yüz binden fazla kişinin ipekçilik işlerinde çalıştığı biliniyor. Bursa bölgesinde 1900 yılı dolaylarında 150 bin kişinin tam ya da yarı zamanlı olarak bu sektörde olduğu belgeleniyor1. Bu sektör Osmanlı açısından hem dolgun bir vergi kaynağı, hem Avrupa’ya ipek iplik hammaddesi sağladığı hem de prestijli kumaş ve giysilerin üretildiği bir “niş” pazar oluşturması anlamında önemli. 

Koza (hammadde) üretimi, iplikçilik, dokuma, terzilik gibi alt sektörlere bölünen ipekçilikte filmde konu edilen ipek iplik üretimi süreçlerine daha detaylı bakalım. Ham ipek üretim sürecini ipek böcekçiliği ve koza elde etme ile bir arada görmek gerek, ham ipek, kozaların mancınık adı verilen tezgahlarda taslar içerisinde işlenmesi ile elde ediliyor. Bu tezgahların önce su daha sonra da buhar enerjisinin ortak kullanımı ile imalathanelerde birleştirilmesi ile oluşturulan fabrikalara da filatür adı veriliyor. 

Bursa’da su enerjisi ile çalıştığı düşünülen ilk fabrika bir Fransız ailenin girişimi olarak 1838 yılında açılıyor. Fransızların işi yürütemeyip iflas etmesinin ardından İsviçreli bir tüccar ve Avusturya konsolosu fabrikayı devralıyor ve zamana uygun teknolojik yenilemeyi yaparak Bursa’nın ilk buhar enerjili filatür fabrikasını 1845 yılında açıyorlar. 

Bu ilk fabrikanın sermayedarları arasında bir de Osmanlı Ermenisi var. Bursa’daki bu fabrikalar Avrupa’daki dokumacılık sektörüne hammadde sağlıyorlar. Ham ipek üreticiliği Osmanlı’da halıcılıktan sonra ikinci büyük ihracat dalı. Ne var ki hammaddesinin kırılganlığından ötürü oldukça dalgalı da bir alt sektör. 19. yüzyılın son yarısında önce Avrupa’da 1848 devrimleri ile altüst olan dengeler, sonra da ipek böceklerine ve dutluklara dadanan salgınlar, 1855 depremi gibi olaylar yüzünden ham ipek üretimi bir batıp bir çıkıyor, fabrikalar bir açılıp bir kapanıyor. Öte yandan tam randıman imalatta oldukları dönemlerde de hammaddenin mevsimsel belirlenimi yüzünden yılın altı yedi ayı boş duruyorlar.

Filmin konu ettiği yıllara geldiğimizde ise ham ipek üretiminde Bursa’da durum şöyle: 19. yüzyılı dalgalanmalarla geçiren ham ipek pazarı, yüzyıl sonunda şahlanıyor. Bursa’da 1890’ı izleyen yirmi yıl içerisinde bölgedeki filatür fabrikalarının sayısı yüzde 50 oranında artıyor. Üretim birimleri artmasına artıyor ama bir paylaşım savaşının eşiğine doğru ilerleyen emperyalist dünyada işler pek tıkırında gitmiyor ve bu sefer de piyasalarda ham ipek fiyatları geriliyor. Ne yapsın sermayedarlar bu sefer de sayısını arttırdıkları fabrikalarda maliyetleri düşürmeye sıvıyorlar kolları. Bir yandan yeni teknik ve teknolojiler ile onları çalıştıracak görece nitelikli emek gücü peşine düşerken öte yandan ücretleri kısıp, çalışma saatlerini artırıyorlar. 

Tüm bu detaylara neden girdim biliyor musunuz? Çünkü sermaye düzeninin bu tarihselliği, kapitalist pazarların ve üretimin bu bulaşıklığı ve nedensellikleri filmde hemen hiç yok. Emperyalist ilişkiler, uluslararası ticaret, tedarik zincirleri, sermaye birikiminde küresel işbölümü ve paylaşım ilişkilerine hiç gönderme yapmadan bir İngiliz vergi memuru, bir Rum patron, Bir Ermeni fabrika müdürü, bir İttihat Terakki girişimcisi, bir Müslüman yarı aydın muallimi masa etrafına dizdiğinizde ne diyaloglar ne de sergiledikleri karakterler bir yere oturmuyor. Koca bir emperyalist ilişkiler bütününü “ah işte o Avrupa Burjuvazisi” diye sadece sosyalistlerin ağzına küfür olarak yerleştirince hiç olmuyor.

Gelelim, filmin gerçek kahramanlarına, ipek çeken emekçi kadınlara. Önce yine referans kaynaklara dönerek başlayacağım. 1900'lerde Bursa’da ham ipek üretiminde çalışan kadınların (istisnasız hepsi kadın gerçekten de) sayısı on yıl içerisinde üç kata yakın artmış. 1909’da Bursa yöresindeki filatür fabrikalarında 19 bin işçi kadın çalışıyormuş2. Öte yandan aynı dönemde Bursa şehri içerisinde yer alan filatür fabrikaları yöredeki üretimin sadece yüzde 22’sini gerçekleştiriyor. Yaklaşık yüzde 80’lik üretim ise köylerde, düşük ücret, üretim ve hammadde maliyetlerine sahip mancınıkhanelerden geliyor. Bu nokta ham ipek üretimindeki işçi sınıfı profilini doğru anlamak açısından önemli. Ham ipekçilik yoksul aileler açısından bir aile işi aslında, kızlar mancıkhanelerde ipek çekiyor, aile, bahçesinde ipek böceği yetiştirip koza üretiyor. 

Şehirdeki filatür fabrikalarında ise görece nitelikli ve sınıf bilinci gelişmiş bir işgücü var. Ne de olsa 19. yüzyılın yarısından itibaren elbirliği, işbölümü, imalat gibi üretim süreçlerindeki kapitalistleşmeyi birebir yaşıyorlar. 1900’lerin filatür fabrikalarında imalat hatları filmde resmedilenden daha farklı. bu fabrikalarda, üretim hatları, tezgahlar, atölye içi dizilim, denetim, gibi başlıklarda, 20. yüzyılın kapitalist üretim birimlerinin düzen ve disiplini birebir sağlanmış görünüyor. Patronların üretimi daha verimli hale getirebilmek için yatırım yaptıkları yeni makinaları kullanabilecek kadınları eğitsin diye Fransız işçi kadınları ustabaşı olarak işe alınıyor. Fabrikalarda ipek çeken kadınlar, işçi sınıfı bilincini ve disiplinini günlerinin üçte ikisini geçirdikleri bu mekanlarda öğreniyor.

Ham ipek işçilerinde Rum ve Ermeni kadınlar ağırlıktalar, sonra Müslüman kadınlar sonra da Yahudi kadınlar geliyor. Yukarıda da sözünü ettiğim gibi çalkantılı ham ipek pazarının bedelini, ipek çeken kadınlar, yoğun dönemde günde 14-16 saati bulan ağır çalışma koşulları ve düşük ücret olarak ödüyor. Sözü geçen dönemde ipek iplik çeken kadın işçiler çoğu erkek olan ortalama Osmanlı imalat işçisinin üçte biri oranında ücret alıyor.3 Bunun bir de 10-12 yaşlarında işe koşulan ve yarı ücretle çalıştırılan kız çocukları boyutu var.

Sanırım filmdeki hayal kırıklığımın en derin kısmı burada. İpek çeken kadınları aç kalmak, hatta ölmekten çekinmeyecek denli isyan ettiren, tüm farklılıklarına rağmen bir araya getiren süreçlerin neler olduğunu bir türlü göremiyoruz. İzleyenler belki itiraz edecektir, evet ekrana yansıyor: karanlık, havasız, daracık bir ortamda çalışıyorlar; her gün düzenli olarak bir kadın hep de aynı noktada, hani sanki izleyici tam anlasın diye yere yığılıp ölüyor. Onu anlıyoruz anlamasına da, ne iş yapıyorlar, neden, nasıl ölüyorlar onu görmüyoruz. 

Olan şeyleri, nesnellikleri ve nedensellikleri ile görmüyoruz. Gencecik bir insan neden düşüp ölür, nasıl olur da her gün bir başka genç kadın, hep aynı noktada, aynı pozisyonda fenalaşıp yere yığılır? Gerçekçi gelmiyor, çünkü somutlaşmıyor bir türlü fabrikadaki sömürü, kötü koşullar, düşük ücret, dev ekranda dumanlar içerisinde loş ışıkta buharlaşıp gidiyor, tam o sırada bir kadın daha pat diye yere düşüyor. Yaşanan sömürünün ağırlığını düşününce pek naif, pek hafif kalıyor bu anlatım dili.

Sırada filme adını vermiş konu, yani, grev meselesi var. Gala gecesinde, Grev filminin yazarı ve yönetmeni Metin Yeğin, çekimler sırasında sette çalışanlarla yaptıkları sohbetler sırasında, aralarında kimsenin hayatında bir grev deneyimi yaşamamış olduğunu fark ettiğinden bahsetmiş. Yönetmenin kendisinin bir grev deneyimi yaşayıp yaşamadığı veya herhangi bir sendikal ya da mesleki örgütlenmede yer alıp almadığını öğrenemedim. 

Grev kelimesi, sözlük karşılığının ötesinde sınıflar mücadelesi açısından “iş bırakma” eylemini anlatır. Sözcük Fransızca kökenlidir ve Paris’te 19. yüzyıl sınıflar mücadelesi açısından simgesellik taşıyan meydanın adından gelir. İşçi sınıfı hareketleri ve mücadele tarihine baktığımızda, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında “grev” eylemliliğinin son altmış yetmiş yıldan farklı olarak işçi sınıfı için bir pazarlık silahı olması kadar ve hatta daha çok, kendini bulma ve varolma savaşı aracı olarak anlaşılması gerek. 

Bu anlamıyla 20. yüzyıl başlarında yaşanan kitlesel bir iş bırakma eyleminin, bir ücret ve çalışma koşulları pazarlığının ötesinde sınıflar mücadelesi açısından tarihsel önemi vardır. İşte tam da bu yüzden, film ile ilgili çıkan haberlerde Osmanlı’daki ilk grevlerden birinin öyküsünün anlatıldığını okuyunca özellikle ilgilenmiştim. Nitekim, benim bildiğim, ulaştığım tüm kaynaklar, Osmanlı’da ayrıntılı bilgisine ulaşılabilen ilk grevlerin 1860’larda Zonguldak kömür madencilerinin iş bırakmaları ve 1870’lerde, telgrafhane ve tersane işçilerinin ödenmeyen ücretleri karşısında yaptıkları eylemlilikler olduğunu yazar.4 Osmanlı imparatorluğu döneminde işçi hareketlenmeleri olarak dikkat çeken dönem ise, 1908 yılıdır, kaynaklar, II. Meşrutiyetin ilanının hemen ardından sayıları yüz binleri bulan işçinin katıldığı 100’ü aşkın grevden söz eder. Hem bu sıçramalı hareketlenmeyi hem de bu eylemlilikleri yönlendiren işçi sınıfı örgütlenmelerini denetiminde tutmak kaygısıyla 1909 yılında ard arda çıkarılan Tatil-i Eşgal ve Cemiyetler Kanunları sermaye sınıflarının ve aracılarının “düzenleyerek kısıtlama” stratejisinin en gelişkin örnekleri olmuşlardır.

Bu kısmı daha fazla detaylandırmadan, Grev filminde olmadığını düşündüğüm şeylerden bir diğerini de bu noktada not edeyim. Osmanlı'nın ilk grevlerinden birinin ve “gerçek bir direnişin” kurmaca öyküsü olduğu söylenen bir yapımda, ister istemez bu tarihsel olguları, siyasal ve sınıfsal ilişkisellikleri ve karşılık gelen konjonktürü görmeyi bekliyor insan. 

Uzattım, farkındayım ama artık sona geldik. Kapanışa enternasyonalizm ve Marksizm açısından “olmayan” ya da “aslında öyle olmayan”ları bıraktım. 

Film, izleyiciye tüm öyküyü II. Enternasyonal temsilcisi olduğu ima edilen (eğer ben kaçırmadıysam net ve açık bir biçimde nasıl bir örgütsel pozisyon ve görevde olduğunu anlayamıyoruz kahramanın) Selanik doğumlu bir İspanyol “yoldaş” anlatıyor. Daha doğrusu, o İspanyol yoldaşın resimli günlüğünü, İspanya iç savaşı dönemi olduğunu çıkardığımız yıllarda, anti-faşist mücadelede kırda verdikleri bir molada uluslararası tugaylarda bi İspanyol kadın gerilla bizlere okuyor.

Filmde ilişkisellik yok derken, burada da biraz fazla dolayımlı ilişkiler içinde buluyoruz kendimizi. Başka bir kaç sahnede daha var bu: Selanik doğumlu bir İspanyolun, Osmanlı Rumları ile yoldaşlığı, İrlandalı feministin Müslüman muallim ile sohbeti gibi ilişkiler sık vurgulanıyor. Enternasyonalizm denen olgunun, sınıfsal ve siyasal içeriğinden bağımsız, çeşitli uluslardan, coğrafyalardan insanların ordan burdan içerikle bir araya gelmesi gibi sunulduğu düşüncesine itiyor beni. 

Kahramanların sınıfsal, ve örgütsel aidiyetlerinde de bir tuhaflık var. Ağır standart İngiliz aksanı ile konuşan ama İrlandalı kadın kimliğini herşeyin önüne koyan yan karakterin, neden bir işçi direnişi ile daha doğrudan sınıfsal ve ideolojik birliği olması beklenen II.Enternasyonalin emekçi ve sosyalist kadın örgütlerinden değil de çok daha dolayımlı Büyük Britanya sufrajet hareketinden5 bir figürle yaratıldığını, samimi söylüyorum, kavrayamadım. Gerek İrlandalı züppe tavırlı sufrajetimiz, gerekse öncü işçi kadınlar, hem her fırsatta feminist duyarlılıklarını öfkeyle sıralayıp, hem de sürekli ağır eril küfürlerle konuşuyorlar. Velhasıl sadece sınıfsal değil ideolojik olarak da kafamız karışıyor.

Bir de enternasyonalist dayanışmanın, işçilerin aralarında para toplayıp başka ülkelerdeki işçilere göndermesi olarak tanımlanması var. Grevin ilerleyen günlerinde çorba kaynatacak paraları kalmadığında Avrupa’daki işçilerin aralarında para toplayıp gönderdiklerini duyunca, öncü işçi kadınımızın ağzından duyuyoruz bunu “işte zaten dünyanın bütün işçileri birleşiniz demek de bu değil mi?” diyor. 

Değil sevgili kız kardeşim, öyle değil. Filmde sık sık sanki kendinden menkul bir özneymiş gibi anılan “Enternasyonal”, aslında dünyanın hemen her yerinden sosyalist ve işçi partilerinin bir araya gelmesiyle oluşan uluslararası bir örgüt; onlarca siyasi öznenin üst örgütü. 19. yüzyılın sonundan devrimci 20. yüzyılın başına, ilk paylaşım savaşı ile dağılana kadar dünya işçi sınıfının mücadele birliği. İşçilere aralarında para toplayıp bölüşsünler diye değil, dünyayı talep etsinler diye öncülük edenlerin çatısı. 

Yine filmde, bu kez öfkeli emekli erkek işçinin ağzından sitemleri duyuyoruz, “hani nerde enternasyonal, bildiriyle gazeteyle karın doymuyor” diye. İşte o zaman da çıkıp, “ismini cismini olduramadığın o enternasyonal birlik, dünyaya 1 Mayıs mücadele gününü, emekçi kadınların direnişlerinin anısını, 8 Mart’ı, kazıyanların örgütüdür be güzel kardeşim” diyesim geliyor.

Olan şeyleri olduğu gibi anlatmak gerekiyor. Ancak o zaman tüm geleneğimiz ve geleceğimizin soluğuyla güvenle haykırabiliriz: 

KAZANACAĞIZ!...

Burçak Özoğlu / SOL

  • 1.Sanayi Devrimi Çağında Osmanlı İmalat Sektörü, Donal Quartet, 2008, İkinci Baskı, İletişim yayınları.
  • 2.a.g.y.
  • 3.a.g.y.
  • 4.Türkiye İşçi sınıfı ve Sendikacılık Hareketi Tarihi, Yıldırım Koç, 2003 İkinci Baskı, Kaynak Yayınları; Osmanlı İmparatorluğunda Çalışma İlişkileri: 1850-1920, Ahmet Makal, 1997, İmge Yayınları; Osmanlı’dan Cumhuriyet türkiye’sine İşçiler: 1839-1950, Der. D. Quartet ve E. J. Zürcher, 1998, İletişim Yayınları.
  • 5.19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında özellikle Britanya’da kadınlara seçme hakkı talebi ile eylemlilikler göstermiş feminist hareket.


ABD-Meksika sınırında Haitililer - Korkut Boratav / SOL

 Bazıları çaresizlikten, bir bölümü bilinçli olarak Haiti’de kalıyor. Ataları, ülkelerini kölelikten kurtarmıştı. Kalanlar da onların açtığı yolu er veya geç sahiplenecek, izleyecektir.

7 Temmuz 2021’de Haiti Cumhurbaşkanı Moise, kiralık bir çete tarafından öldürüldü. Sol  Haber’de yayımlanan 22 Temmuz 2021 tarihli bir yazıda Haiti’deki bu siyasal cinayeti ve öncesini açıklamaya çalışmıştım. 

Yazıda, Haiti’nin 1804’te Afrika kökenli kölelerin Fransız ordusunu yenilgiye uğratan bir isyan sonunda Güney Amerika’da bağımsızlığını ilk kazanan ülke olduğunu hatırlatıyor; bu şanlı başlangıcı izleyen trajik gelişmeleri özetliyordum. ABD emperyalizminin belirleyici rolünü de vurgulanarak… 

Suikasttan üç hafta sonra ülke, binlerce ölüme yol açan bir depremle sarsıldı. Siyasal kargaşa, artan asayişsizlik ve ekonomik çöküntü ABD’ye göç dalgasını hızlandırdı.  

Haiti’deki gelişmeleri izlemeye çalışıyorum. Aşağıda aktaracağım fotoğraflar, bu yazıya vesile oldu.

Rio Grande nehrinde Teksas’lı sınır muhafızları

İlk fotoğraf, AP muhabirleri tarafından ABD-Meksika sınırının bir bölümünü oluşturan Rio Grande nehrinde çekilmiş (AP, 24 Eylül 2021). Bu doğal sınır, Güney Amerika göçmenlerini durdurmak için Trump’ın inşa ettiği duvarın dışında kalır. Sınırın denetimi, fotoğrafta yer alan Teksas sınır muhafızları tarafından da üstlenilmiştir. 

Öyle anlaşılıyor ki, sınır muhafızları, öncelikle nehirden geçişi önlemekle görevlidir.  Haiti’den “sığınmacılık” başvurularının bugünlerde ilke olarak reddedildiğini öğreniyoruz.

 İkinci fotoğrafta  bir Teksas’lı “ranger”ın, Rio Grande’yi geçebilen iki Haitili’yi kovalaması yer alıyor. Gençlerden biri derdest edilmek üzeredir. Arkadaşının kaçması güçtür. Rio Grande yakınsa Meksika tarafına bırakılacak; aksi halde yakındaki göçmen/sığınmacı kampına taşınacaklar.

Benzer bir fotoğrafta da “ranger”lar, Rio Grande’yi geçmeye çabalayan Haitili göçmenleri kırbaçlamaktadır. Suçlamalar karşısında Teksas yetkililerinin “kırbaçlama yok; caydırmak amaçlanıyor” açıklaması durumu hafifletmiyor.  

AP’nin fotoğrafları ABD Güney eyaletlerinin ırkçı sicilini hatırlatıyor.  Yazının başında yer alan resim, bu tarihi hatırlatmak için ilerici çevreler tarafından yayımlanmış. Profesör Anne Bailey’in açıklamasına göre resimdeki kırbaçlı, atlı beyazlar, kölelik döneminde Güney eyaletlerinde yaygın olan silahlı “köle devriyeleri”ni temsil etmektedir (BBC News, 23 Eylül 2021). Çiftliklerinden kaçan köleleri yakalayıp sahiplerine teslim etmekle görevli “resmî” inzibat gücü… Teksas sınır muhafızlarının iki yüzyıl önceki benzerleri…

ABD yolundaki Haitililer ve diğerleri… 

Vizesiz Haitililer için uçakla, gemiyle ABD’ye ulaşmak söz konusu değildir. Öyleyse fotoğraflardaki göçmenler, Teksas sınırındaki Rio Grande’ye nasıl ulaştı? 

Spiegel muhabirleri Haiti’den Meksika-ABD sınırına akan insan kalabalıklarının bir güzergâhını belirlemiş. Bazılarının öyküleri aktarılıyor. Spiegel’in İngilizce baskısında 22 Ekim 2021’de yayımlanan yazı “A Deadly Jungle on the Trek to America” başlığı taşıyor. 

Haiti göçmenlerini kara yoluyla ABD sınırına taşıyacak “uzun yürüyüş”, Kuzey Kolombiya’daki Necocli kasabasının iskelesinde başlıyor. Çeşitli biçimlerde Latin Amerika’ya geçmiş Haitililer için ilk aşama Necocli’den kalkan bir yolcu teknesi ile Uraba Körfezi’nin Kuzey kıyısına ulaşmaktır. Oradan Kolombiya-Panama sınırını içeren ölümcül Darien Ormanı’na geçilecek; en az altı gün süren ulaşan 100 km’lik bir yürüyüşten sonra Panama yetkililerine ulaşılacaktır. 

Spiegel muhabirleri ilk yolcu teknesine bilet alabilmiş bir Haitili ile görüşebilmiş. Ottomobil tamircisi Wickendy Romain… Haiti’den Şili’ye geçen Wickendy,  orada bir süre çalışıp para biriktirdikten sonra karısı ve küçük çocuğuyla birlikte “yola çıkmış”.  Necocli’de yüzlerce Haitili daha tekne bileti kuyruğundaymış. 

Darien Ormanı, insan kaçakçıları ve çetelerin denetimindeymiş. Romain, kaçakçıların insan başına 80, her sırt çantası için 10, her çocuk için 30 dolar aldıklarını duymuş. Panama’ya ulaşan göçmenleri barındıran geçici kamplar için kişi başına 10, Costa Rika sınırına giden otobüsler için 40 dolar gerekiyormuş.  

Spiegel, Ekim başından beri bu güzergâhın 90.000 Haitili ve Latin Amerikalı göçmen tarafından kullanıldığını açıklıyor. “Uzun yolculuk” Costa Rika’dan sonra, Nikaragua, Honduras, Guatemela, Meksika’yı geçerek Rio Grande nehrine ulaşmaktadır. 

Spiegel muhabirleri, Darien Ormanı’nın Panama tarafında yer alan küçük Baja Chiquito köyüne de ulaşabilmiş. Her gün bini aşkın göçmenin durak yeri… Ormanın iki tarafında insan kaçakçılığı dışında, soygun, cinayet, tecavüzün de yaygın olduğunu öğreniyorlar.   

Muhabirler, orman içindeki nehirde kocasını ve bir çocuğunu kaybeden Venezuela’lı bir kadın ve soyulan, tecavüze uğrayan Haitili bir grupla görüşmüş. Kayıplarına rağmen ABD sınırına ulaşmaya kararlı insanlar… 

Haitili göçmen Teksas’a ulaştığında “siyah” kimliği nedeniyle sadece sınır muhafızlarının değil, bürokratların da ayrımcılığına uğrayacaktır. AP, Güney Amerika kaynaklı sığınmacı başvuruları içinde en düşük kabul oranının Haiti’ye uygulandığını; Teksas’taki göçmen kampının ise “yüz karası, insanî bir felaket” uğrağı olduğunu   haberleştiriyor. 

Kamplardaki sığınmacılar da, Biden’ın talimatı üzerine, günlük uçaklarla Haiti başkenti Port-au-Prince’e taşınmaya başlamıştır. 

Haiti’den haberler…

Cumhurbaşkanı Moise’nin öldürülmesi sonrasında Haiti’deki gelişmeler nasıl? 

ABD’nin öncülüğündeki Batı ittifakının önerisi üzerine, başbakanlığa  Ariel Henry getirildi. Atamadan hemen sonra Haiti Başsavcısı, Henry’nin suikast zanlısı olarak soruşturulmasını ve ülke dışına çıkışının yasaklanmasını kararlaştırdı.   Başbakan Henry de Başsavcıyı görevden aldı. Türkiye’de “olağan” karşılanacak bir gelişme… 

Göç yoluna çıkamayan Haitililer ne yapıyor? 

Yanıtın ip uçları 22 Temmuz 2021 tarihli Sol Haber’deki yazıda yer almıştı: ABD emperyalizminin ve neoliberalizmin Haiti halkını üretimden koparmasının, yoksulluğa mahkûm etmesinin  aşamaları… 

Suikasttan ve son depremden sonra ülke, çetelerin denetine girmiş görünüyor.   Faal  nüfus ikiye ayrılmış gibidir: Çete mensupları ve mağdurları… Okul çıkışlarında rastgele öğrenciler, işportacılar dahi kaçırılmakta; “yoksul mağdurlar”dan radyolarını, buzdolaplarını satmaları ve istenen fidyeyi ödemeleri istenmektedir.  Sınıf arkadaşları kaçırılan bir grup öğrenci, aralarında para toplayarak fidye bedelini ödemiş. 

Başkent Port-au-Prince büyük ölçüde çeteler tarafından yönetilmektedir. En gösterişli eylem Amerikalı bir misyoner grubundan on yedi kişinin kaçırılması oldu. Çete, kişi başına birer milyon dolar talep etmektedir. Bu satırları yazdığımda sonuç belli olmamıştı. 

Ülkelerinin bu örneklerde betimlenen “makus talihi”ne rıza göstermeyenler arasında  Rio Grande’yi geçmeye çalışırken fotoğrafları çekilen güzel insanlar, ABD’ye uzanan tehlikeli, belki de ölümcül “uzun yolculuk” için  karısı ve çocuğuyla birlikte Necocli iskelesinde bekleyen otomobil tamircisi Wickendy Romain var. Dileriz yolları açık olur. 

Bazıları çaresizlikten, bir bölümü bilinçli olarak Haiti’de kalıyor. Ataları, ülkelerini kölelikten kurtarmıştı. Kalanlar da onların açtığı yolu er veya geç sahiplenecek, izleyecektir.

Korkut Boratav / SOL 


4 Kasım 2021 Perşembe

Mafya sokakta, fikirleri iktidarda: Kürşat Yılmaz kimdir? + Susurluk'un anlattığı: Ne derin, ne sığ, bildiğimiz patron devleti / Orhan Gökdemir-SOL

 Mafya sokakta, fikirleri iktidarda: Kürşat Yılmaz kimdir?

Ülkücü mafya Kürşat Yılmaz da Alaattin Çakıcı gibi çıkar çıkmaz soluğu Devlet Bahçeli’nin makamında aldı. İşte tekmili birden Kürşat Yılmaz vakası. 

Yakup Kürşat Yılmaz. 12 Eylül Darbesi öncesinde MHP’nin yan kuruluşu Ülkücü Gençler Derneği’nde (ÜGD) yöneticiydi. 12 Eylül darbesinin ardından MHP de yan kuruluşları ile birlikte kapatıldı. Boşta kalan ülkücülerin çoğunluğu başta çek-senet tahsilatı olmak üzere bir takım silahlı-külahlı kişisel işlere girişti ve kısa sürede büyük bir mafya organizasyonuna dönüştü. Kürşat Yılmaz da pratisyenliği ÜGD’de tamamlayan ve mafyaya terfi olan “ülkücü” mafya üyelerinden biri.  

Kürşat Yılmaz’ın en bilinen eylemi Kuşadası Belediye Başkanı Lütfi Suyolcu’nun öldürülmesi. Suyolcu, 16 Mayıs 1995’te Fırat Erdoğan isimli bir kiralık katil tarafından evinin önünde öldürüldü. Cinayetin sebebi Kuşadası’nda rantın giderek büyümesi ve mafyanın bu ranta el koymak istemesiydi. Hatta tarihe “Susurluk Olayı” olarak geçen kazada ölenlerin Kuşadası’nda bir toplantıdan döndüğü, toplantıda Kuşadası’nda açılması planlanan kumarhanelerin görüşüldüğü iddia ediliyordu.  

Cinayetin ardından Kürşat Yılmaz ve adamlarına dava açıldı. Aydın 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen dava sonucunda Fırat Erdoğan ömür boyu hapse, azmettirici oldukları iddiasıyla yargılanan çete lideri Kürşat Yılmaz ve yardımcısı Yavuz Kaşıkçı da 16'şar sene hapse mahkûm oldu. Sanıklardan Şerafettin Kurt cezaevinde öldürüldü. Temyiz sürecinde Yargıtay mahkemenin verdiği 16 yıl hapis cezasını az bularak arttırılmasını istedi. Tekrar görülen davada Kürşat Yılmaz'a müebbet, Yavuz Kaşıkçı'ya idam cezası verildi.

CEZAEVİNİN TORPİLLİ MAHKUMLARI

Kürşat Yılmaz’ın yardımcısı olarak kayda geçen Yavuz Kaşıkçı’nın adı 1992’de Yenikapı Çakıl Gazinosu’nda uyuşturucu kaçakçısı Osman Ayanoğlu’nun öldürülmesi olayında da geçmişti. Yavuz Kaşıkçı cinayetin azmettiricisi olduğu gerekçesiyle yargılandı, 1993’te beraat etti. Bir başka cinayetten yargılandığı için tutukluğu sürdü. Bir yıl sonra hastaneye götürülürken kaçtı, dört ay sonra yakalandı. İçerdeyken adamları cinayet işlemeyi sürdürdü. 

Kürşat Yılmaz da 1998’de Burdur Cezaevinden görevli Uzman Çavuş Numan Güvenir tarafından kaçırıldı. Kaçışla ilgili açılan davada cezaevi müdürü ve yardımcılarının da kaçışa yardımcı oldukları iddia edildi. Cezaevi müdürü Kürşat Yılmaz’ın torpilli bir mahkûm olduğunu, dönemin Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Hayrettin Gökdemir ve birkaç üst düzey yönetici tarafından sık sık ziyaret edildiğini anlattı. Kaçısın organizasyonu için bazı iş adamlarından da haraç alınmıştı.

Bunun üzerine Kürşat Yılmaz çetesine karşı bir operasyon düzenlendi ve 13 çete üyesi gözaltına alındı. Sanıkların karıştığı iddia edilen eylemler şöyleydi:

-3 Mart 1997: Kağıthane İlçesinde İzzet Fıçıcı’nın yaralanması
-9 Kasım 1997: Kağıthane’de Halil Aydın’ın yaralanması
-15 Aralık 1997: Beyoğlu’nda Düver Bar’ın kurşunlanması
-20 Şubat 1998: Şişli’de As Menkul Değerler’in kurşunlanması
-24 Nisan 1998: Gaziosmanpaşa’da İzzet Yılmaz’ın yaralanması
-12 Mayıs 1998: Zeytinburnu’nda Mustafa İhtiyar’ın tabanca ile öldürülmesi
-3 Haziran 1998: Güngören’de Hayri Dinçer Ekerer’in yaralanması

Bu iddialar üzerine Kürşat Yılmaz Behçet Cantürk’ü öldüren güçlerin kendisinden Liceli iş adamı Halis Toprak’ı öldürmesini istediklerini, bunu reddettiği için bir takım cinayetlerin üzerine yıkıldığını söyledi. 

Cezaevindeyken adı iki cinayete daha karıştı. O sırada, özel izinle İstanbul Emniyet Müdürlüğü Özel Kalem’inde çalışan Polis memuru Tülay Çetin‘le evlendi.

Başı sıkışan Kürşat Yılmaz'ın kapısını çalıyor

2005 yılında hakkında yeniden dava açıldı. Kürşat Yılmaz ve adamlarına yönelik yürüttüğü soruşturmayı tamamlayan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Yılmaz ile birlikte iş adamı Korkmaz Yiğit, türkücü İbrahim Tatlıses, manken Tuğba Özay ve “Banker Kastelli” olarak tanınan Abidin Cevher Özden'in de aralarında bulunduğu 42 kişi hakkında 2 ile 307 yıl arasında değişen hapis cezaları istiyordu. İddianamede, Yurtbank'ın eski sahibi Ali Avni Balkaner, “Asena” adıyla tanınan oryantal Onur Çakmak ve gazeteci Zafer Mutlu'nun da aralarında bulunduğu 23 kişi “müşteki” olarak yer aldı. 

İddianameye göre Tatlıses Onur Çakmak’ın çalıştırılmaması, Zafer Mutlu da çetesi tarafından tehdit edilmesi nedeniyle Kürşat Yılmaz’a başvurmuştu. Korkmaz Yiğit ile Cevher Özden de aralarındaki alacak verecek davasını halletmesi için cezaevindeki Yılmaz’ın kapısını çalmıştı. Yılmaz adı geçen kişilere “ekonomik konularda danışmanlık” hizmeti veriyordu. İddianamede, eski MHP İstanbul İl Yönetim Kurulu üyesi Ali Maytalman'ın Kürşat Yılmaz'ın arkadaşı olduğu, Maytalman'ın zaman zaman örgüt mensuplarının önemli kişilerle görüşmesini organize ettiği, talep geldiğinde örgüt adına siyasi kimliğini kullanarak itilaflı kimseler arasında arabuluculuk görevi yapıp bunun karşılığında örgütten pay aldığı öne sürülüyordu.

İddianamede, eski futbolcu Mecnur Çolak'ın gasp edilmesi, Yusuf Daşdan'ın silahla yaralanması, Mahmut Cantürk ve oğlu Dursun Cantürk'ün zorla alıkonulması, Varuna Turizm'in sahibi Süreyya Pekuysal'ın tehdit edilmesi olaylarının da aralarında yer aldığı 17 konuya yer verildi. “Reina” adlı gece kulubünün baskı yoluyla satın alınmaya çalışılması ile “Alişan” olarak bilinen şarkıcı Serkan Burak Tektaş'ın korunması olaylarına ilişkin hazırlık soruşturmasının sürdüğü için dosyalarının ayrıldığı bildirildi.

Bahçeli işaret etmişti

Kürşat Yılmaz o davada “çıkar amaçlı suç örgütü kurmak, yönetmek, nitelikli yağma, tehdit, kasten yaralama, kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma” gibi suçlardan 66 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 2021 yılında Kürşat Yılmaz'ın avukatlarının başvurusu üzerine yeniden yargılama talebi, dosyadaki bir kısım suçlar yönünden kabul edildi, 32 yıllık cezadan beraat etti. Bu cezanın infazdan düşürülmesinin ardından kalan ceza yönünden infaz süresi tamamlanan Kürşat Yılmaz, güvenlik gerekçesiyle 29 Ekim tarihinde gece yarısı cezaevinden tahliye edildi. Tahliye olmasının ardından ilk işi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'yi ziyaret etmek oldu.  Ziyaretin ardından MHP’den yapılan açıklamada, “Ülkü ve ülke sevdalısı olan, davalarının gözü kara yiğitlerinden Yakup Kürşad Yılmaz, tahliye olmaları münasebetiyle Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli Beyefendiyi ziyaret etmişlerdir” denildi. 

Kürşat Yılmaz’ın bırakılmasının işaretini MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bir açıklaması vermişti zaten. Bahçeli, HDP'li Selahattin Demirtaş'ın serbest bırakılması talebine Alaattin Çakıcı ve Kürşat Yılmaz örneğiyle yanıt vermiş, “Peki, ülkü ve ülke sevdalısı olan, davalarının gözü kara yiğitleri olarak bilinen mesela Alaattin Çakıcı, mesela Kürşat Yılmaz, 100 bin ülkücünün imzasıyla aday gösterilseydi, bu kahramanlarımız için de cezaevinden çıkarılmaları için bir kampanya yapılacak mıydı? Bu kardeşlerimizi taş duvarların ardında çürümeye terk etmek ne kadar adil ve adaletlidir” demişti.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “dava arkadaşım” diyerek sahip çıktığı ülkücü mafya lideri Alaattin Çakıcı da cezaevinden salıverildikten sonra Devlet Bahçeli’ye teşekkür ziyaretinde bulunmuştu.  Sedat Peker’in yurtdışına kaçması, oradan iktidarı hedef alan açıklamalarda bulunmasının cezaevinden salınan mafya liderleriyle ilgili olduğu iddia ediliyor. Türkiye tuhaf, karanlık bir dönemin tam ortasında. Ülkücü mafya sokakta, fikri iktidarda! (Orhan Gökdemir-SOL(04/11/2021)

                                                              ***

Susurluk'un anlattığı: Ne derin, ne sığ, bildiğimiz patron devleti 

Susurluk’ta kaza yapan otomobilin içindekinin devlet değil, onun yozlaşması sonucu oluşan “derin devlet” olduğu sanıldı. Oysa bildiğimiz sermaye düzenin pisliğiydi.

Susurluk’ta kaza yapan otomobilin içindekinin devlet değil, onun yozlaşması sonucu oluşan “derin devlet” olduğu sanıldı. Oysa devlet bir bölümüyle değil bütünüyle hukuk dışına çıkmaya hazırlanıyordu. Bugün tartıştığımız SADAT’lar, ÖSO’ler, Sedat Pekerler, Özel Timler, TÜGVA’lar, TÜRGEV’ler, her boydan cihatçılar derin devletin değil, yeni nesil devletin karşılığıdır. 

Kontrgerilla türü örgütlenmeler, 2. Dünya savaşını takip eden yıllarda aşırı motive olmuş ve aşırı kışkırtılmış ülkelerde ortaya çıktı. Yunanistan, İtalya, Fransa, Almanya, Belçika vb. ülkelerde NATO örgütlenmesine paralel ve kuşkusuz NATO’dan daha güçlü bir “Süper NATO” oluşturulmuştu. Sınır ülkeler, Yunanistan ve İtalya “Komünizm tehlikesi”ne en açık ülkelerdi. İtalya’nın düşmesine yüksek ihtimal diye bakılıyordu ve böylece Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’e açılacağı hesap ediliyordu. Türkiye ise zayıf sol hareketiyle denklemin ve tehlikenin dışındaydı. NATO’ya girmek için direndi, yolu açmak için 1951 Büyük Komünist Tevkifatı, Rusya’nın Türkiye’den toprak istediği iddiası vb gibi bir takım iç tertiplere başvurdu. Sonunda, Yunanistan ile birlikte NATO’ya girmeyi başardı.

Bize, kontrgerilla türü örgütlenmeler Amerikan yardımı ile birlikte geldi. Polis, ordu ve elbette istihbarat teşkilatı bizzat Amerikalılar tarafından eğitildi, yönlendirildi. Böylece komünizmle mücadele için kışkırtılmış ve aşırı motive olmuş bir yeni devlet aygıtı oluşturuldu.

Burada örgütlenmenin temel esprisi ne pahasına olursa olsun Komünist yayılmanın durdurulması ve eğer başarısız olunursa, bir ‘komünist işgale’ karşı yeraltında bir direniş hareketi oluşturulmasıydı. Örgütü oluşturmak için harekete geçenler, bu mücadele için en hazır güç olarak dinci ve radikal sağ örgütlenmeleri buldular. 

Devletin mafyalaşması 

Mafya da kendisine göz yumulması karşılığında “mücadeleye” her türlü hizmete hazırdı. ABD, mafyanın buradaki rolünün ne kadar önemli olduğunu İtalya’ya asker çıkarırken iş birliği yaptığı İtalyan mafyasından öğrendi. Bu silahlı, gözü kara ve “devletimsi” güç, kolay ikna ediliyor, hızlı bir şekilde mobilize oluyor ve komünizmle mücadelenin gerektirdiği şiddeti profesyonelce kullanıyordu. Öte yandan mafyanın kontrolünde olan uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile oluşan muazzam kara para, “örtülü operasyonlar”ın finansmanı için gereken paranın bulunmasında yerel meclislerin çıkaracağı muhtemel sorunlardan kurtulma şansı sağlıyordu.

Böylece Süper NATO için “Kirli NATO” olmanın yolu da açılmış oldu. Oluşan kayıtsız güç, kaydı olmayan yasaları oluşturmakta da gecikmedi. Terör, dünya tarihinde ilk defa, devletin gücünü kullanan odakların kontrolünde uygulanıyordu. İtalya’da Gladio ve Masonik P-2 örgütlenmeleri açığa çıkarıldığında, Süper NATO’nun süper işlerinin büyük kısmının terör eylemlerine girişmek ve bu eylemleri solcular yapıyormuş gibi göstermek olduğu anlaşıldı. Öte yandan, Vatikan’ın da boylu boyunca içinde olduğu bir ağ kurulmuştu. Bankaların, uluslararası tekellerin, popüler politikacıların, CIA’nın, ABD ordusunun kontrolünde yerel askeri güç odaklarının, büyük sermayedarların, ünlü gazetecilerin rol üstlendiği karanlık ve kuşkusuz sağ bir güç odağının izleri seziliyordu. O dönem İtalya’nın en güçlü adamı olarak kabul edilen politikacı Aldo Moro’nun kaçırılıp öldürülmesine kadar uzanan siyasal cinayetler işlenmiş, paravan sol örgütlerle eylemlere girişilmiş -Kızıl Tugaylar’ın sonradan Gladio’ya bağlı olduğu anlaşıldı- yaratılan dehşet havasında sağın iktidarı garanti altına alınmıştı.

İtalya’daki “derin devlet”in zeminini oluşturan P-2 Locası ve Gladio, bütün Avrupa’yı ve yakın çevre ülkelerini sarmış olan yepyeni bir örgütlenmenin laboratuvarıydı. Türkiye, bu savaşın sıcaklığını ancak 1960’lı yılların sonunda hissetti. 12 Mart muhtırası ile oluşan sert siyasal atmosferde polis, istihbarat örgütü, asker ve mafya arasında karmaşık bağlar kuruldu. Doğal olarak mafya bu ilişkiyi kendi çıkarı için kullanmak istedi. Devlet memurları için ise bu kaçamaklar o kadar önemli değildi. Önemli olan mafyanın sağladığı yeni olanaklardı. Faik Türün, Fuat Doğu, Şükrü Balcı, Hiram Abas; ikinci kuşakta Mehmet Eymür, Mehmet Ağar, Nuri Gündeş gibi resmi kişilikler bu yeni memur tipinin en önde gelen örnekleri oldular. 1970’li yıllar devletle iş tutmayanın mafya olamayacağının anlaşıldığı yıllardı. Hemen hemen önde gelen bütün mafya babaları ceplerinde devletin verdiği kimlikleri taşıyorlardı. İçlerinden bir kısmı, Süper NATO’ya paralel uluslararası ilişkiler de geliştirmişti. Vatikan’da Saint Pierre meydanında Papa’yı hedef alan suikast, sert bir hiyerarşi içerisinde Süper NATO’dan Süper NATO’ya ve mafyadan mafyaya yeni bir ağ kurulduğunu gösteriyordu.

Susurluk devleti iş üzerinde 

12 Eylül’ün ardından oluşturulan yeni hukuk sistemi de işte bu ilişkileri korumak ve sürdürmek üzere şekillendirilmişti. Devleti kutsayan bu yeni anlayış içinde, siyasal cinayetler doruğa çıktı, “faili meçhul cinayet” “devlet tarafından işlenen cinayet” anlamına geliyordu artık. Zamanın Başbakanı Tansu Çiller’in bütün bu ilişkileri ortaya çıkaran Susurluk kazasının ardından söylediği “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözü, ülkenin içinden geçtiği 40 yılın birikimini özetliyordu. 
“Şerefli kurşun atanlar”, aynı zamanda uyuşturucu kaçakçısı, mafyöz ve yasadışı kişilerdi. Mafya uyuşturucu kaçırır, cinayet işler ama mutlaka şereflidir. Sicilya mafyası bir “şerefli adamlar örgütü”dür. Türkiye’nin NATO’lu yıllarında “şeref”in politikacı, polis müdürü, istihbaratçı vb. için bir şifre kelime haline gelmesinin sırrı budur. Şeref devlet güçlerinin hızla mafyalaştığını, mafyanın da hızla devletleştiğini göstermektedir.

Dünyanın her yerinde, soğuk savaşa göre konumlanmış bütün ülkelerde ortaya çıkan belirgin bir çürümenin işaretleridir bunlardır. Hukuku bir soğuk savaş aygıtı haline getiren devletler, sürecin sonunda birer çete devlete dönüşmüş, çürümüştür. CIA için şaka yollu söylenen Cocain Important Agenci (Kokain İhraç Örgütü) tabiri gerçekte gelinen noktayı göstermektedir; Killerkapitalismus (Katiller kapitalizmi) terimi ise sistemin yeni efendilerinin kimler olduğunu...

Denildiği gibi, kapitalizmin savunulması artık her yerde bir karşıdevrim örgütlenmesini zorunlu kılar... Buradan yola çıkarak söyleyebiliriz ki, devletin, hukukun, çetelerin bu iç içe geçmesi bir arızaya değil, bir yeni yola işaret etmektedir. Ve ne yazık ki karanlıktan aydınlık çıkacağını sananlar yanılmışlardır. Dünyanın hızla muhafazakarlaşmasının ardında, sistemin işte bu keskin dönüşümü yatmaktadır. ABD’de Neo-Con’lar, Türkiye’de Nev-Müslümanlar işte bu karanlığın içinden çıkmışlardır. Usame Bin Laden’in daha yakın zamanın bir CIA yetiştirmesi olduğu, Bush’un da kariyerini onun yanında yaptığı unutulmaktadır. Dünya, istihbarat teşkilatlarının içinden gelen politikacılar yönetimindedir.

Türkiye’de yaşanan ise “çetelerin tasfiye”sinden çok, “başkalarının çeteleri”nin tasfiyesinden ibarettir. Mafya devlet boşluğunda doğar ve giderek devletin yerini alır. Bugün devlet içinde çetelerin güçlenmesinin yanında, bizzat devlet memurlarının bir tür feodalleşmesi, çeteleşmesi söz konusudur. 

Çeteleşme, ortaya çıktığı hemen her yerde kendi hukukunu oluşturur ve giderek devleti biçimlendirir. Bu nedenledir ki, Sedat Peker olmadan “darbe” planı yapmak mümkün olmamaktadır.

Devletin yozlaştığı ancak toplumun ayakta kaldığı yerde bu ağ çözülmekte ve temizlik için ileri adımlar atılabilmektedir. Ancak ne yazık ki, bizim de içinde bulunduğumuz bölgelerde devletle birlikte toplumlar da yozlaşmışlardır. Küçük çeteciklerden oluşmuş bir toplum yepyeni bir vakadır ve bunun imkanlarının olduğu yönünde ciddi işaretler ortaya çıkmaktadır. 

Çeteleşme dünyanın yeni haliydi çünkü daha iyi bir dünyanın olabileceği yönündeki umut kaybedilmişti.

Halk yoksa çete var

Türkiye’de çeteleşme oluştuğu andan bu yana biliniyordu. Bazı “saplantılı” yazarlar ve gazeteciler geride bıraktıkları küçük izleri takip ederek çetinin az çok bir resmini oluşturabilmişti. Kamuoyu ise o fotoğrafın tartışmasız bir gerçek olduğunu 3 Kasım 1996'da Balıkesir-Bursa karayolu üzerindeki Susurluk ilçesinde meydana gelen bir trafik kazası sonucu öğrendi. Kamyona çarparak parçalanan lüks aracın içinden devlet-polis-mafya birlikte teşhis edilmişti. 

Ancak bu gerçek de çarpık bir biçimde algılandı, otomobilin içindekinin devlet değil, onun yozlaşması sonucu oluşan “derin devlet” olduğu sanıldı. Oysa devlet bir bölümüyle değil bütünüyle hukuk dışına çıkmaya hazırlanıyordu. Bugün tartıştığımız SADAT’lar, ÖSO’ler, Sedat Pekerler, Özel Timler, TÜGVA’lar, TÜRGEV’ler, her boydan Cihatçılar derin devletin değil, yeni nesil devletin karşılığıdır. Susurluktan biliyoruz, hukuk yoksa, yasa yoksa, denetim yoksa, halk muhalefeti yoksa devlet derin devlettir.

(Orhan Gökdemir-SOL(03/11/2021)

3 Kasım 2021 Çarşamba

Narlıdere balıkçı barınağında çevre kirliliği yaratan tersanenin sorumlusu kim?- Ramis SAĞLAM / EVRENSEL

 

    Fotoğraf: Ramis Sağlam/Evrensel 

Narlıdere Su Ürünleri Kooperatifinin kullandığı balıkçı barınağı içindeki tersanenin neden olduğu çevre kirliliğine dair haberimiz Meclis gündemine taşındı.

CHP İzmir Milletvekili Kani Beko, Altıevler Mahallesi’nde (Sahilevleri) Narlıdere Su Ürünleri Kooperatifinin kullandığı balıkçı barınağının içindeki tersanenin çevre kirliliğine neden olduğuna dair haberimizi Meclis gündemine taşıdı.

Tersanenin çevreye ve halka verdiği zarar için Meclise soru önergesi veren CHP’li Beko’ya Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum ile Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli'den yanıt geldi.

GEÇİŞTİRMELİK YANITLAR

Gelen yanıtlarda “2872 sayılı Çevre Kanunu ve İlgili Yönetmelikler kapsamında İzmir Valiliğince (Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü) denetimler yapılmakta olup; numune alma ve analiz işlemi gerektiği durumlarda ilgili Yönetmelik hükümlerine göre işlemler yapılmaktadır” denildi, ayrıntılı cevap verilmedi.

Yanıtta ayrıca gürültü kirliliğine ilişkin tüm şikayetlerin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığına iletildiği belirtildi.

Beko, soru önergesine aldığı cevap üzerine Evrensel'e yaptığı açıklamada, “Her kurum kendi görevi çerçevesinde işlerini yürüttüğünde bu sorunlar çözüme kavuşacaktır. Önemli olan sorunların çözülmesidir” dedi.

TEHLİKE DEVAM EDİYOR

Altıevler Mahallesi’nde yaşayan ve adlarının açıklanmasını istemeyen yurttaşlar, “çekek” diye tabir edilen alanda insan ve çevre sağlığının tehdit edildiğini, sorunların devam ettiğini söylediler.

Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezine (CİMER) yaptıkları başvuru sonrası kendilerine, bölgeden Narlıdere Tarım İlçe Müdürlüğünün sorumlu olduğu yanıtının verildiğini aktaran vatandaşlar, Beko’ya verilen yanıttaysa Narlıdere Tarım İlçe Müdürlüğünden hiç söz edilmediğini ifade etti.

CİMER ile soru önergesine verilen yanıtların birbiriyle çelişkili olduğunu belirten vatandaşlar, “Adeta laf prosedürü tamamlamak için cevap verilmiş. Bizim sorunlarımız hâlâ devam ediyor” dediler.

"SUÇ DUYURUSUNDA BULUNACAĞIZ"

Vatandaşlar, insan ve çevre kirliliğini tehdit eden, karantina altında su jetleriyle yapılması gereken işlemlere yönelik son çare olarak savcılığa başvuracaklarını söylediler.

Yaşanan sorun karşısında duyarsız kalan kurumları göreve çağıran vatandaşlar, “Bu bölgede yaşıyoruz, yaşamaya devam edeceğiz. Çevreye zehir saçanlarla yargı önünde hesaplaşacağız” dediler.

BEKO'NUN YÖNELTTİĞİ SORULAR

Kani Beko’nun, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum ve Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemir’li tarafından yanıtlanması istemiyle sorduğu sorular şöyleydi:

  • -Narlıdere balıkçı barınağının içinde olduğu belirtilen tersaneye ilişkin olarak bakanlığınız tarafından yapılmış olan bir denetim bulunmakta mıdır? Varsa sonuç ne olmuştur?
  • -Bahse konu bölge için “organokalay” maddesinin yayılımı konusunda ölçümlerin yapılması için ilgili kamu kurumlarınca bir çalışma başlatılmış mıdır?
  • -Sahil boyunca balık tutan kişilerin, gıda ürünü satan restoran ve lokantaların tersanedeki kimyasallardan ve kirletici mahiyetteki unsurlardan etkilendiği endişesi yurttaşlarca, kamu otoriteleri ile defalarca paylaşılmıştır. Bakanlığınız veya ilgili kurumlarca bu konuda hangi çalışmalar yapılmıştır? Bu çerçevede yapılmış testlerin ya da analizlerin sonuçları nedir?
  • -Bahse konu tersaneden kimyasal maddelerin yanı sıra büyük bir gürültü yayıldığı belirtilmektedir. Bu konuda sorumlu olanlar çeşitli kereler ceza almış olmalarına rağmen sorunun çözülmediği görülmektedir. Artan gürültü kirliliğine ilişkin somut bulgulara binaen Bakanlığınızca atılmış yahut atılması planlanan adımlar nelerdir?
  • -Tersaneye ilişkin şikayet ve endişelerini dile getiren yurttaşların, tersane sahiplerinin kendilerine zarar vermesinden çekindikleri de vurgulanmaktadır. Bakanlığınızca; temel bir yurttaşlık hakkını kullanmak isteyen yurttaşlara karşı ortaya çıkan bu duruma ilişkin ilgili bakanlıklar ve kamu kurumları ile iş birliği içerisinde önleyici bir tedbir alınmış ya da alınması planlanmış mıdır?
  •                                                        ***
  •         Fotoğraf: Ramis Sağlam/Evrensel

  • Narlıdere balıkçı barınağındaki tersane çevre kirliliği yaratıyor.

  • Ramis SAĞLAM/EVRENSEL (15/Eylül/2021)
  • İzmir Narlıdere Altıevler Mahallesi sahilindeki balıkçı barınağının içindeki tersanede kullanılan yöntem ve kazınan organokalay maddesi çevre kirliliğine neden olup insan sağlığını tehdit ediyor.

  • İzmir Narlıdere Altıevler Mahallesi’nde (Sahilevleri) bulunan Narlıdere Su Ürünleri Kooperatifinin kullandığı balıkçı barınağının içindeki tersane çevre kirliliğine neden olmaya devam ediyor.

    Altıevler Mahallesi’nde yaşayan yurttaşların yoğun olarak yürüyüş ve gezi alanı olarak kullandığı güzergah üzerindeki tersane çalışmalarında insan sağlığını tehdit eden kimyasalların kullanılmasından endişe duyan vatandaşlar bu konuda birçok kez girişimlerde bulunmuş. Sahil boyunca balık tutan, gıda ürünü satan restoran ve lokantaların tersanedeki kimyasallardan olumsuz etkilenmemesi söz konusu olmayacağını söyleyen vatandaşlar, durumdan oldukça endişeli.

  • CİMER’E BAŞVURU

    Altıevler Mahallesi’nde yaşayan vatandaşlar öncelikli olarak yaşadıkları çevre sorunu için 28 Haziran 2021 tarihinde CİMER’e başvuru yapmış. Başvurularına CİMER üzerinden iki ay sonra 17 Ağustos 2021 tarihinde yanıt alan vatandaşlar, Narlıdere İlçe Tarım ve Orman Müdürlüğünün yanıtında, balıkçı barınakları ile ilgili denetimlerin İl Müdürlüklerinin yetkisinde olduğu, denetimlerin rutin olarak yapıldığını belirterek, “Konu ile ilgili olarak İl Müdürlüğümüzce, diğer kurumlardan iletilen benzer şikayetler üzerine yerinde denetim yapılmış olup herhangi bir olumsuzluğa rastlanmamıştır. Gerekli uyarılar yapılarak söz konusu alanın izole edilmesi ve daha dikkatli çalışmaları sağlanmıştır” denilmiş.

    Bölgede yaşayan yurttaşlar, tersaneden çevreye yayılan “organokalay” maddesini arabalarının üzerindeki yapışkan renkli maddeler üzerinden aldıklarını aktararak, ilk etapta toz gibi görünen bu maddenin arabalarına zarar vermesi üzerine “Mala zarar, ziyan verme” iddiasıyla dava yoluna gittiklerini söyledi.

  • ÇEVRE, İNSAN VE GÜRÜLTÜ KİRLİLİĞİ

  • Tersane sahiplerinin kendilerine zarar vermesinden çekinen vatandaşlar, isimlerinin yazılmasını istemediklerini açıkça “Kendilerine ve yakınlarına zarar gelmesinden” çekindiklerini ifade etti. Yeni davaların sadece mala zarar ve ziyan verme olmayacağını söyleyen vatandaşlar, çıkan maddelerin insan sağlığına da zarar verdiği konusunda endişeli ve gerekli araştırmanın yapılmasını istiyor.

    Vatandaşlar, tersanenin çalışmasında kullanılan rasta işlemini sırasında çıkan gürültü kirliliğinden de rahatsız olduklarını ısrarla söylüyor. İzmir Büyükşehir Belediyesinin şikayetler üzerine denetim yaptığını ve ceza kesildiği yönünde bilgi sahibi olduklarını söyleyen vatandaşlar, gürültünün hâlâ kesilmediğini, rahatsızlık vermeye devam ettiğini dile getirdi.

    "TERSANE SINIRINI GENİŞLETİYOR" İDDİALARI

    Narlıdere balıkçı barınağının içinde Tarım Orman İl Müdürlüğünün denetiminde olduğu belirtilen tersanenin prefabrik duvarının devamlı genişletildiği ise iddialar arasında. Şikayetlerin ardından branda ile kısmen kapatılsa da ne kimyasal tozlar ne de sesin önlenmediğinden yakınan vatandaşlar, “Kendimiz için değil bu bölgede yaşayan çocuklarımız, torunlarımız için endişe duyuyoruz” diyor. Önceleri sadece küçük balıkçı teknelerinin onarımına hizmet vermesi için planlanan tersanenin bugün balıkçı tekneleri onarımını çoktan aşmış duruma geldiğini ifade ediliyor.

    TERSANEDE BİR DE YEDİEMİN GEMİSİ VAR

    Balıkçı barınağının içindeki tersanenin hemen yanındaki karaya oturmuş gemi dikkat çekiyor. Geminin bir de hikayesi var. İzmir’de geçtiğimiz yıl temmuz ayında bu gemiyle 276 göçmen Yunanistan’a götürülmeye çalışırken yakalanmış. Geminin motor bölümünün su aldığı ve facianın eşiğinden dönüldüğü o tarihteki gazetemizdeki habere de yansımış. Bu gemi tersanenin hemen yanında karaya oturmuş bir şekilde adeta hayalet gemi görünümünde görüntü kirliliğine neden oluyor.

    "MADDENİN KARANTİNA ALTINDA SU JETLERİYLE KAZINMASI GEREK"

  • Gemilerin birçoğunda boyutlarına bakılmaksızın deniz canlılarının yapışmasını engelleyecek organokalay kullanıldığını söyleyen İş Güvenliği ve Asbest Söküm Uzmanı Kimyager Kenan Yıldız, doğal olarak bu maddelerin deniz canlılarını öldürdüğünü veya yapışmalarını önlediğini söyledi. Bu deniz canlılarının gemilerin seyahat sırasında ağırlaşmasının önüne geçtiğini belirten Yıldız, “Bu maddelerin normalde gemilerin karantina altına alınıp tamamen kapalı ortam ve havuzlarda özellikle su jetleriyle kazınması gerekiyor. Ondan sonra yeni boyalar yapılması gerekiyor” dedi.

    RASTA TOZLARI DENİZE ATILIYOR

    Narlıdere balıkçı barınağının içindeki tersaneden çekilen vido ve fotoğrafları da değerlendiren Yıldız, “Anlaşılıyor ki çalışmalarda rasta su jetleriyle değil kumlarla yapılıyor. Kısmen de etrafı sarılmış olsa da gerekli önlemlerin alınmadığı görülüyor” diye konuştu.Gemiden rasta tozlarının denize atıldığı videodaki görüntüler tehlikenin boyutunu gözler önüne seriyor. Yine videolardaki görüntülere yansıyan araçların üzerine yağan rasta tozlarının insan sağlığını ciddi tehlikeye soktuğunu söyleyen Yıldız, “Organokalay denilen bu madde çok tehlikeli ve insan sağlığında önemli sağlık sorunları yaratıyor. Bu işlemin kesinlikle kapalı havuzlarda yapılası gerekir” dedi.

    Ramis SAĞLAM / EVRENSEL