21 Kasım 2021 Pazar

Zeytin bütün ağaçların ilkidir! (Olea prima omnium arborum est...) - Ahmet UHRİ / EVRENSEL

 


Yunan Mitolojisi’nde de her zaman ölmez ağaç olarak nitelenen zeytin belki de evcilleştirilen en eski ağaçlardan biridir.

Olea europae ve Olea sativa bilimsel adlarıyla vaftiz edilmiş olan zeytin, sadece kısa bir yazıyla anlatılamayacak derecede kültürel bağlar içerir. Zeytin, 500 yıldan fazla yaşaması, neredeyse her yerinden yararlanılması ve semavi dinlerin doğduğu Ortadoğu gibi bir bölgede insanlığa yararının dokunması nedeniyle her zaman belli bir kutsallık halesi içinde değerlendirilmiştir. Zaman zaman da incir ve üzümle beraber uygarlık yaratan bitkilerden biri olarak nitelendirilmiştir. Yunan Mitolojisi’nde de her zaman ölmez ağaç olarak nitelenen zeytin belki de evcilleştirilen en eski ağaçlardan biridir. Bu yazıya başlarken yazdığım Latince deyiş de bunun bir kanıtı. Hoş, Latince söylenen her şey insana bilgece gelir, (Quid quid Latine dictum sit altum sonatur…) diye bir söz daha vardır Latince ama bu söz zeytin üzerine söylenenlerdeki anlamı gölgeleyemez.

NE ZAMAN EVCİLLEŞTİ?

Anavatanı Doğu Akdeniz olan zeytinin genetik çalışmalar sonucu oleaster olarak adlandırılan ve günümüzde delice denilen yabani zeytine benzeyen yabani ve küçük bir ağaççık görünümündeki ilksel atasından yine Ürdün Vadisi ve Doğu Akdeniz civarında evcilleştirildiği ileri sürülür. Bu ilksel yabani ata ile ilgili en eski veriler ise oleasterin bütün Ege ve Doğu Akdeniz’de yaygın olduğunu gösterir. Dar bir iklim kuşağı içinde yetişebilen zeytin için uygun bir alandır burası. Örneğin yakın zamanda Yatağan civarındaki kömür ocaklarında yapılan bir çalışmada günümüzden 14 milyon 300 bin yıl öncesine ait bir zeytin poleni fosilleşmiş halde bulunmuştur. Bir Ege adası olan Santorini’de volkanik alanlarda yapılan çalışmalarda ortaya çıkarılan fosilleşmiş yabani zeytin yaprağı fosilleri günümüzden 37 bin yıl öncesini işaret etmektedir. Kısacası yabani ata için ana vatan Doğu Akdeniz, Ege, Anadolu’nun güney kıyıları ve doğuya doğru da olasılıkla Kuzey Suriye ve belki Güneydoğu Anadolu gibi gözükmekte. Yani çok genel tanımlamayla Yakındoğu ya da Güneybatı Asya yabani atayı lokalize etmek için en uygunu. Ancak adı üstünde bu yabani zeytin, peki bu durumda zeytin nerede ve ne zaman evcilleştirildi? Bu sorunun yanıtı kesin olarak bilinememekle birlikte Suriye, Ürdün Vadisi ve Doğu Akdeniz civarından gelen arkeobotanik veriler içinde Olea europae ile ilgili kalıntılara rastlanılması zeytinin bu bölgelerde ve olasılıkla MÖ 6000 gibi evcilleştirilmiş olduğunu göstermekte. Suriye’de Halula’da, Doğu Akdeniz’de Carmel Dağı’nın Akdeniz’e uzanan batı eteklerindeki Kfar Samir ve diğer yerleşimlerle, Anadolu’nun güney kıyılarındaki Mersin Yumuktepe’den elde edilen arkeobotanik veriler içinde rastlanılan Olea europae ait zeytin çekirdekleri yaklaşık olarak MÖ 6000 civarında ve söz konusu bölgelerde zeytinin evcilleştirilmiş olabileceğinin ipuçlarını taşımaktadır.

NEDEN EVCİLLEŞTİRİLDİ?

Evcilleştirme için bir yer ve zaman yaklaşık olarak saptanabildiğine göre bir başka soruya geçme zamanı şimdi. Evcilleştirilmesi Geç Neolitik Döneme uzanan zeytin neden evcilleştirildi. Zira meyvesi içerdiği oleoropein nedeniyle acıdır zeytinin yani çiğ olarak tüketimi kolay değildir. Üstelik yabani zeytinin meyveleri de küçüktür. Kısacası yenilebilecek bir meyve değildir zeytin. Bununla birlikte odunu sağlamdır ve Yakındoğu halkları için odunu ve yağlı tohumundan yararlanmak için evcilleştirilmiş olabilir.

Burada bir soru daha sormak gerek. Yağ neden gerekli? İnsan neden bitkilerden yağ elde etmeye çalışmıştır? Bence bu sorunun yanıtını beslenme dışındaki alanlarda aramak gerek. Bu alan da olasılıkla aydınlanma ve piroteknoloji ile ilgili. Burada bir de anımsatma yapmak istiyorum. Hemen bütün klasik dönem arkeoloji kazılarında çokça çıkan bir buluntu grubu vardır. Toprak kökenli çanak çömleklerden sonra belki de en çok ortaya çıkarılan buluntu kandillerdir. Yani aydınlatma için kullanılan araç gereçler. Peki, kandillerin içinde yakıt olarak ne kullanılmakta? Bu sorunun yanıtı da büyük bir olasılıkla yağ olarak verilebilir.

Ateşin evcilleştirildiği 500 bin yıl öncesinde başlayan süreçte yaşadığı yeri aydınlatmada olasılıkla yağ kullandı insan. Bir soru daha ekleyelim o zaman. Hangi yağ? Yanıt açık, olasılıkla bitkisel veya hayvansal yağlar. Bu durumda ilk farkına vardığı nokta, çam, zeytin vb. çıralı/reçineli veya yağlı bazı bitkilerin odunsu kısmının diğerlerine göre daha iyi yandığı ve yine aynı şekilde avladığı hayvanların bazı parçalarının ateşin içinde aynı hayvanın başka vücut parçalarına göre daha iyi yandığı veya eridiği olmalıdır. Bu farkındalıkla beraber, özellikle başlarda yani Orta/Üst Paleolitik Çağda, önce çalı çırpı ve odunla başlayan yakıt gereksinimi sonrasında belki hayvansal yağlarla devam etse de esas olarak yerleşik yaşam ve tarımın ortaya çıkmaya başladığı Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ ve sonrasındaki çağlarda yerini yağ oranı yüksek bitkilere bırakmış olsa gerek. Başlangıçta yemek yapma, ısınma, aydınlatma vb. amaçlarla kullanılan ocaklar olasılıkla Üst Paleolitik Çağla birlikte işlevlerinden birini yani aydınlatmayı bir başka araca yani kandile bırakmış olmalı. Bu durumda kandillerin ya da genel anlamıyla aydınlatma gereçlerinin ortaya çıkışıyla bunlar içinde yakılacak maddeler arasındaki ilişki üzerinde durmak gerek.

Öncelikle ilk kandil ya da aydınlatma gerecinin Üst Paleolitik Çağın mağara yaşantısında ortaya çıktığını belirtmek olasıdır. Yakındoğu kültürlerine bakıldığındaysa deniz kabuklarından üretilmiş kandillere Filistin civarında MÖ 8000-6000 yılları arasındaki değişik kazılarda rastlanılmış olup bunların içindeyse bitkisel ve hayvansal yağların yakıldığı araştırmacılarca saptanmıştır. Yakındoğu kandilleri için verilen bu tarihler zeytinin evcilleştirilmeye başlandığı tarihlerle uyumlu gibi gözükmektedir. Sonuç olarak en başta sorulan sorunun yanıtını daha kesin olarak ifade etmek olasılığı artık bulunmakta.

ZEYTİNİN ‘YAĞI’

İnsanlık zeytini esas olarak yağını aydınlatmada kullanmak için evcilleştirmiş olmalıdır. Ancak bu demek değildir ki zeytinyağı yemeklerde kullanılmadı. Elbette zeytinyağı yemeklerde kullanıldı, fakat ilk başlarda bu zeytinyağının ikincil faydası olarak kabul edilmeli. Bu durumda özellikle yazılı çağlardan itibaren zeytine ya da zeytinyağına Sümer ya da Akkad kayıtlarından başlayarak rastlanılması da gereklidir. Gerçekten de Mezopotamya uygarlıklarına bakıldığında zeytinin adına Akkadçada ‘zeirtum/zertum’ olarak rastlanılmakta ve bu sözcük daha sonrasında Hititçede ZERTUM ya da SIRDU/SERDU olarak karşımıza çıkmakta. Ayrıca Akkadça gibi Semitik dillerden olan İbranice’de adı “zeta” ya da “zai”, yine Semitik bir dil olan Arapçadaysa “zaitun” olup, bu dilsel olgu kültürel süreklilik açısından son derece heyecan vericidir. Mezopotamya kökenli bu “z” ya da “zeta” bağlantısı Yunancada “ölümsüzlük” simgesi olarak da kullanılmış ve Yunanca “zeta” olarak okunan “Z” harfi aynı zamanda ölmez ağaç olarak nitelenen zeytinin uzun yaşamasından esinlenilerek simgesel biçimde zeytini niteler hale gelmiştir. Ayrıca sözcüklerden anlaşılabileceği gibi Türkçe zeytin de bu kökten gelmekte. Simgesel göndermeleri bir kenara bırakıp Yunancaya tekrar bakılacak olursa bu kez zeytin anlamına gelen ‘elaia’ sözcüğüyle karşılaşılır ki bu sözcük batı dillerinde ‘olea ya da olive’ sözcüklerine de köken olmuştur. Yunancanın eski formlarından olan Lineer-B yazısında kullanılan ‘e-ra-wa/e-ra-wo veya elaiwa/elaiwon’sözcüklerinden köken alan zeytin ve zeytinyağı sözcükleri de Doğu Akdeniz ticaretinin o dönemlerde ne derece güçlü olduğunu gösterir biçimde yine Mezopotamya kaynaklıdır. Zira susam yağının Sanskritçe adından köken alan ve Akkadca yağ anlamında kullanılan ‘ellu/elle’ sözcüğü de bu sözcüğün kökenidir. Kısacası zeytin batıya doğru yol alırken bitkinin kendi adı değil ondan üretilen yağ sözcüğü isim olarak geçmiştir. Yakındoğu dillerinde zeytin için kullanılan sözcükleri Mısır kaynakları ile tamamlayalım. Eski Mısır’da zeytin ve zeytinyağı için ‘ddtw ve bзķ’ isimleri kullanılmakta.

Son olarak zeytinin evcilleştirildiği Kuzey Suriye, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Akdeniz civarından bir bilgiyle konuyu tamamlayalım. Bilinen en eski yağhane ya da zeytinyağı işliği İsrail’deki kazılarda ortaya çıkarılan ve MÖ 2000 yıllarına tarihlenen işlik olup, Anadolu’da ise yaklaşık MÖ 600 yıllarına tarihlenen ve bugün deneysel bir çalışmayla canlandırılan İzmir’in Urla ilçesindeki Klazomenai Antik Kenti zeytinyağı işliği Anadolu’nun en eski yağhanesidir.

Ahmet UHRİ / EVRENSEL


                                                                    ***

Umudun umutsuzluğu | Zeytin! - Murat NARİN / EVRENSEL

"Zeytin hem umudun hem de direngenliğin ta kendisidir. Eğer öyle olmasa idi binlerce yıl yaşar mıydı? Yaşadığı sürece üretmekten vazgeçmez zeytin. Geleceğe hep hazırdır."

Bu yılki hasat sezonunun ortasındayız. Zeytin yetişen bölgelerde her yıl yaşanan telaşlı günler yaşanıyor. Sabah gün ağarmadan, uzak köylerden gelen “taşıma tayfa” daha da erken, yarı gecelerde yola çıkarlar. Gidiş-dönüş bazen 150-160 km yol yaparlar eski model minibüslerle. 15 kişilik araçlarda 25-30 kişi üstü üstüne “yığın” halinde hem de… koronavirüsü için yer kalmamacasına dolu anlayacağınız… Yakın mesafelerde traktör römorkunda sabah ayazı ve rüzgar yüzünüzün derisinin gerilip çatlamasına denk gelir. Gergin cildi ile doğal botokslu, kırışıklıkların olmadığı cilde sahip, zeytin tayfalarından olmak istemez misiniz? Üstelik zeytin ve zeytinyağı cildi besliyor da! Alyanaklı, kırışıklığı olmasın isteyenler durmasın gelsin zeytin tayfalığına! Kadın tayfaya 110, erkek tayfaya 150 TL yevmiye de veriliyor…  Öğlen yemeğini getirdiğin çıkını zeytin ağaçlarının altında yapmak gibi bir keyfi de işin cabası! Çektirme bıçakla kesilmiş ince bir dilim köy ekmeğinin üstüne zeytinyağlı salça sürüp, yuvarlama zeytin, peynir,  yanına semaverde çalı-çırpı ile yapılmış bir de çay varsa soğukta bal börek ne gam! İnsan başına 100-150 kilo zeytin toplarsanız “iyi tayfa” olursunuz, aşağıya düşerse kötü demektir.     

Gel gör ki ağaçlar mahsul dolu ise toplanan zeytin de çok olacaktır.  Ama küresel iklim değişikliklerinin en etkili sonuçlarını zeytinde görürsünüz. Çünkü zeytin dünya genelinde daha çok kendi doğal koşullarında yetişir. Yeterli yağışın olmaması, verimin düşmesi için yeterli nedenken, olması gereken ısının da ortalamaların üstünde olması ağaçların ihtiyacı olan “kışlama saati” ni de yaşayamaması, yani dinlenme ve uykusunu alamamış bir canlının verimliliği de düşük olacaktır. Tayfa o ağaçtan öbürüne avare çalışacak, yeteri ürün toplayamayacak ve “iyi tayfa” olamayacak! 

Konvansiyonel tarım henüz daha çok yaygın değil. Arjantin, Avustralya gibi yeni zeytinci ülkeler ve bir miktar da İspanya ve Türkiye’de yeni plantasyonlarda konvansiyonel zeytin tarımı yapılıyor.  Bunun da toplam üretim içindeki payı yüzde 10-15 den fazla değil. Dolayısıyla iklim etkileri zeytinde çok net görülüyor. Akdeniz çanağı ürünü olan zeytin küresel iklim değişikliklerinin en etkili görüldüğü bölge olması nedeni ile de ağır sonuçlar yaşanmasına neden oluyor. Türkiye iki yıl önce 290 bin ton zeytinyağı üretirken, geçen yıl 173 bin ton olduğu, bu yıl da 235 bin ton zeytinyağı üretimi olacağı tahmin ediliyor. Uluslararası zeytin konseyi rakamlarına göre komşu Yunanistan’da da benzer sonuçlar var. Geçen yıl 270 bin ton olan üretimin bu yıl 235 bin ton olacağı öngörülüyor. Konsey diğer ülkelerde yıllık ürün artışı öngörüyor! Akdeniz çanağında yıllardır yaşanan kuraklık, yangınlardan zeytinlikler hiç etkilenmemiş sanki… Bir önceki yıl dünya devir stokunun 847 bin ton iken bu yıl 685 bin ton olması dünyada talebin patlamasından değil arzın eksiğinden kaynaklı bir durumdur. Tek başına Türkiye’nin üretim eksiği 290-170=120 bin tondur.  Politika ve piyasayı maniple etme uğruna rakamlarla oynandığı yalnızca TUİK’e vergi bir şey değil…   

Tarımsal üretim girdilerindeki artışla, ürün fiyatları arasındaki ters orantılar her gün yazılıp çiziliyor. Bu rakamlar zeytin için de geçerli. Üstelik üretimdeki düşüş yoksullaşmayı daha da artırıyor. Nereden mi biliyoruz? Açın bankaların satılık gayrimenkuller listesini, hepsinin en büyük “zeytinci” olduğunu göreceksiniz. İcra satış ilanlarında zeytinlikler ilk sırada! Ve sayısını, istatistiğini TÜİK izliyor mu ben bilmiyorum… Türkiye’de zeytin üretiminin yüzde 85’i 25 dönümden daha küçük zeytinliklerdir. Hem mülkiyet parçalıdır hem de üreticiler çok küçük ölçeklidir. Genellikle zeytinci bölgelerde başka tarımsal üretim ya da hayvancılık yapılması nerede ise mümkün değil. Bu durum da yoksulluğun üretimin düşmesi ile daha katmerli hale gelmesi sonucunu doğuruyor…

Üstüne bir de son günlerde dövizdeki artış, ekonominin genel gidişi ile de birleşince “Bu kış komünizmin gelmesi” ni kaçınılmaz kılıyor…

Yıllardır ülke zeytinciliği üzerinde tepinen “tüccar” taifesinin etkileri günümüzde de belirleyici durumda. Üretici kooperatifleri neredeyse “etkisiz eleman” düzeyinde varlık gösteriyor. Suriye’den kaçak ve yasa dışı, uluslararası hukuka aykırı, yağma ve talan yolu ile elde edildiği iddia edilen zeytinyağlarının işlenmesi ve pazarlanmasında dünya zeytin sektörü Türkiye’yi çeşitli kurumlarda sorguluyor. Dünya basınında sayısız eleştiri ve soruşturma yazıları yayımlanıyor.     

KAN DAVASI GÜDEN BİR DEVLET, HEM DE BARIŞIN SİMGESİ ZEYTİNE KARŞI!

Oysa zeytin umudun simgesidir. Oysa ülkede yaşadıkları ile umut onu yönetenlerin yaptıkları nedeni ile derin bir umutsuzluk içinde. Doğal koşullarla mücadele etmek onu yorup umutsuz etmiyor. Bu yüzyılda yaşadıkları binlerce yıldır yaşadıkları ile hiç benzemeyen kötülüklerle baş etmeye çalışıyor. AKP iktidarı, ilk gününden bu güne kadar Zeytin Yasası’nı değiştirmek için yapmadıklarını bırakmadılar. 9 kez durduruldu bu saldırılar. Şimdilerde Meclis Sanayi Komisyonunda Zeytin Yasası’nı 10. kez değiştirmek istiyorlar. Kan davası güden bir devlet, hem de barışın simgesi zeytine karşı! Akıl alır gibi değil bu akıl kaybını…

Yazının başlığı kısa süreli bir zaman diliminde olanlara dair bir ironiydi. Zeytin hem umudun hem de direngenliğin ta kendisidir. Eğer öyle olmasa idi binlerce yıl yaşar mıydı? Yaşadığı sürece üretmekten vazgeçmez zeytin. Geleceğe hep hazırdır.

Murat NARİN / EVRENSEL


Komünist bir masaldı Sümerbank... - Anıl Aba / BİRGÜN

Anadolu kadını için adeta bir basma devrimi yapmıştı, Sümerbank. Rengârenk, püfür püfür, desen desen emprime basmalar üretti yıllarca. Rahşan Ecevit’in dallı güllü basma elbiseleri, Karaoğlan’ın mavi gömleği hep Sümerbank’tandı.


Sümerbank, bugünlerde bir ayağı çukurda olan Cumhuriyet’imizin ilk kamu yatırımıydı. 1933 yılında kurulan iştirakin Kayseri’deki ilk fabrikası 1935 senesinde Sovyetler Birliği’nin teknik ve maddi desteğiyle açılmıştı. Ülkemizin sanayileşmesi ve büyümesi için atılmış en önemli adımlardan biri olan Sümerbank, sadece iktisadî değil sosyal ve kültürel olarak da ilerici bir projeydi.

Mesela Sümerbank fabrikaları; işçilerine kütüphane, sinema binası, spor sahası, lojman (vazife evleri denirdi), çay bahçesi ve hastane dahil her türlü sosyal imkânı sunardı. Hepsini geçtim, fabrikanın hamamı dahi vardı. Nazilli basma fabrikasında işçiler Beethoven dinlerdi; kasetten değil ha, yine işçilerin kurduğu klasik müzik korosundan, canlı olarak... Orkestrası ya da bandosu olmayan diğer fabrikalarda işçiler çalışırken radyodan klasik müzik yayını yapılırdı; tıpkı SSCB’de, Romanya’da, Küba’da olduğu gibi... Bazen hünerli bir işçi çıkar, mikrofondan fıkra anlatır veyahut iş arkadaşlarını eğlendiren taklitler yapardı. Oysa şimdilerde şartları kölelikten hallice olan modern fabrika ve plazalarda çalışıyor işçiler…

Bir ulusu giydirmek

Bizim kuşak için eylül ayı Sümerbank ayı olurdu. Okul önlüğümüzden pantolonumuza, defter kalemden beslenme çantamıza kadar her şeyi Sümerbank’tan aldık biz. Anneannemin patiskaları, dedemin bayramlık mendilleri, babamın martı gibi Beykoz köselesi kunduraları, annemin hâlâ kullandığı porselen takımı... Herkesin, sonraları Gaffur pijaması diye ayyuka çıkan, çizgili pazen pijaması muhakkak vardı. Kışın soğuğunda Sümerbank pijamamın paçalarını yine Sümerbank çoraplarımın içine sokup öyle yatardım.


Memur çocukları, kumaş kokulu Sümerbank mağazalarına ailecek yapılan ziyaretleri iyi bilirler. Çünkü devlet, memurlarına ve devlete bağlı kurumlarda çalışan işçilere yıllık Sümerbank istihkakı verirdi. Gelinlik çeyizlere Sümerbank çeki konurdu. Sümerbank, yatılı öğretmen okulunda okuyan öğrencilere her yıl birer çift ayakkabı yollar, Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun çarşaf ve nevresimlerini üretirdi. Hatta maddi durumu olmayan başarılı öğrencilere burslar verip onları yurtdışında eğitime gönderirdi.

Bir dönem Galatasaray’ın parçalı formalarını da yine Sümerbank dikmişti. Şimdiki kullan at formaların aksine merserize trikotaj veya keten dokuma olan bu formalara futbolcular canları gibi bakar, her maç sonrası evlerinde yıkayarak bir sezon boyunca giyerlerdi.

Anadolu kadını için adeta bir basma devrimi yapmıştı Sümerbank. Rengârenk, püfür püfür, desen desen emprime basmalar üretti yıllarca. Rahşan Ecevit’in dallı güllü basma elbiseleri, Karaoğlan’ın mavi gömleği hep Sümerbank’tandı. Gömlek alacağımız vakit tezgâhtara “Ecevit mavisi” derdik. Dünya güzeli seçilen Azra Akın’ın o nefis elbisesini bile Oscar de la Renta filan değil Sümerbank dikmişti. Fakat bugün Emine Hanım, 6 bin dolara ayakkabı satan, Christian Louboutin’den aşağı giyinmiyor maşallah.

Ne komünist ülkeymişiz

O zamanlar Sovyet kredisiyle başlayan bu küçük macera peyderpey büyüdü. İpliğinden tutun, nihai ürünün nakliyatına kadar çoğu işi kendi bünyesinde yapmaya başladı. Mensucatla da kalmadı; porselendir, kırtasiyedir, halıdır, kilimdir, tuğladır, aklınıza ne geliyorsa üretmeye ve satmaya başladı.

Kendi finansmanını bile kendi bankacılık faaliyetlerinden sağlıyordu. 40 binden fazla çalışan, 500’e yakın mağaza, 41 fabrika ve 43 banka şubesiyle Türkiye’nin en büyük holding teşekküllerinden biri haline gelmişti. Eğer istenseydi bir ülkenin tüm üretimini yapacak bir yapıya ulaşabilirdi. Bizatihi bir işçi kooperatifi olmasa da Bask bölgesindeki Mondragon kooperatifiyle biçimsel benzerlikler gösterirdi. Tüccara ayrı, nakliyeciye ayrı, perakendeciye ayrı kâr fırsatı vermeden halka aracısız satış yaptığı için fiyatları uygun olurdu; bundan ötürü de özel şirketler ve yabancı markalar “mütevazı vatandaş” segmentinde Sümerbank’la pek rekabet edemezlerdi.


Fakat dar gelirli vatandaşımızın bayramlık giyim-kuşam ihtiyacını Sümerbank’tan karşılaması neoliberalizmin Türkiye resmi sponsoru Turgut Özal’ın çok zoruna gitti. IMF ve Dünya Bankası her geldiğinde “Halkın sırtındaki kambur” diyerek Sümerbank’ı şikâyet etti. Neymiş, fabrika işçisi çok para alıyormuş... Rahmetli çok tontondu ama çok para alan işçiyi hiç sevmezdi. Çok zengin iş insanlarına ise bayılırdı.


 Önce Sümerbank’ın bir kısmı işçi düşmanı Hayyam Garipoğlu’na, bir kısmı da hepimizin yakinen tanıdığı Albayraklara haraç mezat satıldı. Hatta araya güzelim TÜMOSAN ihalesi de sıkıştırıldı. Sonra Merinos, Beykoz, Bergama ve Malatya başta olmak üzere fabrikalar teker teker kapatılmaya başlandı. Emekçi şehri olan Nazilli, bir gecede emekli şehri haline geldi. Daha sonra, siyasi rüzgâr hafiften yön değiştirince Garipoğlu, Sümerbank’ın kaynaklarını zimmetine geçirmek ve nitelikli dolandırıcılık suçlarıyla açılan davalardan, mahkeme kararları bozula bozula, 2 yıl 2 ay hapis yattı. Yani bir halkın 80 yıllık ortak emeği sadece 2 yıl hapis karşılığında birkaç haramiye aktarılmış oldu. İki yıl hapis yatsam hepsini geri verirler mi acaba?

11 Ocak 2002’de, Türkiye halkının iftihar vesilesi olan Sümerbank’ın son fabrikasına da kilit vuruldu. Geriye Sümerbank’ın sadece adı kalmıştı. Bu da dönemin peşkeşten sorumlu maliye bakanı Unakıtan’ın çok gücüne gitmiş, “Sümerbank’ı bitirdik, yakında tarihten siliniyor” diye resmen halka nispet yapmıştı. Sonraları da çıkıp “Satıyoruz satıyoruz bitmiyor, ne komünist ülkeymişiz” diye ileri geri konuşmuştu. Sonra da sıra Türk Telekom’a, THY’ye, şeker fabrikalarına, limanlara geldi… Ayakkabı kutularını doldurduk ama gözlerini doyuramadık bu hınzırların.

Eskiden Tekel işçisi ya da Sümerbank emeklisi olmak gibi gururla kullanılan tabirler vardı. 30-35 sene aynı kurumda çalışılır, kıdem tazminatıyla Avrupa ülkelerinde olduğu gibi konforlu bir emeklilik geçirilirdi. Fakat neoliberalizm bunu bizden aldı. “Migros işçisiyim” ya da “Trendyol emeklisiyim” gibi şeyler hiç olmayacak. İki sene orada, üç sene burada, iki sene işsiz, beş sene şurada…

Velhasıl, halkın halk için ürettiği Sümerbank’tan geriye bize Bershka, bize Collezione, bize Mango kaldı… İstiklâl Caddesi’nde masa açıp kızıl dergi satanlar için “hesapta komünist ama ayağında Converse var” diye homurdanan gevezelere sormuş olayım:

Kardeşim, Sümerbank ayakkabı üretiyor da biz mi giymiyoruz?!

Anıl Aba / BİRGÜN

Struma'nın lanetlileri - Mehmet Bozkurt / SOL

 Geminin yolcuları dışarıdan satın aldırdıkları su ve yiyecekle yaşamlarını sürdürmeğe çalışıyorlar. Perişanlık ve çaresizlik diz boyudur.


Struma bir gemi. "Yüzen tabut" olarak tarifleniyor. Bu yazı Romanya’nın Köstence Limanı’ndan 769 yolcu ile Filistin’e gitmek üzere demir alan Struma adlı yük gemisinin Karadeniz’de umutsuzca çırpınışının ve batışının hikâyesidir. Yazının başlığı yeryüzünde zülüm çekenlerin manifestosu olarak adlandırılan Frantz Fanon’un çok bilinen “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabına benzetmedir.

1933’ü başlangıç olarak alabiliriz. 1933, Almanya’da Hitler’in gayet demokratik yoldan, seçim diyoruz, iktidarı alması ve sadece Almanya ile sınırlı kalmayıp Avrupa’yı 12 yıl sürecek olan “cinnet yıllarına” sürüklediği tarihtir.

Struma’ya geçmeden önce Kısa bir not düşmek isterim. Parantez de diyebiliriz:

Musa’nın çocukları Yahudiler, dünya var olduğundan beri, “kalu-bela” diyoruz işlenen günahların hadi hepsi demeyelim de büyük bir bölümünün müsebbibi olduklarını, “onların doymak bilmez ihtirasları, fitnecilikleri ve bölücülükleri” nedeniyle dünyanın bakın ne hale geldiğini Allah’ın ve Hitler’in vasıtasıyla öğrenmiş bulunuyoruz. Lanetlenmişlerdir. Hâl böyle olunca Yahudilerin “cinnet yılları”nın günah keçileri olmaları tabii karşılanmalıdır. Öyle yapıyoruz.

Musa’nın çocukları önceleri öldürülmüyor. Var da hani her gün ancak üçer beşer falan, bunu öldürmeden saymıyoruz. Daha doğrusu 1941’e kadar toplu öldürmeler yok. Sadece taciz ediliyorlar. Söz konusu yıllarda Almanya’da 400 bin Yahudi yaşıyor ve bunların yüzde sekseninin Alman yurttaşı olduğu biliniyor.

Tacizle başlanıyor. Yahudiler görüldükleri yerde dövülüyor. Yöntemin fena olmadığı onların kendilerini evlere kapamış olmalarından anlaşılıyor. Zecri durumlar dışında ortalıkta görünmez oluyorlar. Ancak zamanla bu yöntem ve sonuç tatminkâr bulunmuyor. Köklü çözüm aranıyor. Kütlelerin toplu olarak taşınması ve işgal edilen topraklarda imhasının daha ekonomik olduğunu değerlendiren yöneticiler, dahiyane olmalı, raylı taşıma sistemini akıl ediyor. Yahudiler yük vagonlarına dolduruluyor vagon kapıları mühürleniyor, mevsimine göre sıcaktan ya da soğuktan ölmeyip hedeflenen adrese sağ olarak erişebilenler fırınlanıyor. Geri dönüşümün sabun olarak değerlendirilmesi ise Gestaponun yaratıcılığı olarak yorumlanıyor.

Yahudi kırımı Almanya ile sınırlı değil. Başka yerler de var ve başka yerlerden biri Romanya… 

Romanya’da Eylül 1940’ta Almanya’nın desteği ile iktidar olan Faşistler 1942’nin şubat başlarında ülkeyi anahtar teslimi Alman ordularına teslim ediyorlar. Teslim etmeden önce de yasal düzenlemeler yapmayı ihmal etmiyorlar. Hitler icadıdır. Yapılanların ve yapılacak olanların yasaya uygun olmasına özen gösteriyorlar. Öldürmeler yasaya uygun oluyor. Yahudiler görüyorlar ve can havliyle Romanya’dan kaçış yolları arıyorlar. Biliniyor, can pazarında paragöz umut tacirleri hep olmuştur. Büyük paralar karşılığında birilerini bir yerden bir yere taşıyorlar. Deniz yolu en çok kullanılan oluyor, adı: Struma.


Struma umuttur. Umudun diğer adı Filistin!

Filistin ”vaat edilmiş topraklardır. Henüz İsrailsizdir ama bir Yahudi yerleşkesi oluşmaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin zulmünden kaçan “lanetlilerin” tek umut kapısıdır. Ancak orası da İngilizlerin işgali altındadır ve petrol nedeniyle Araplarla iyi geçinme politikası güden İngilizler mülteci kabul ederken sayıyı sınırlı tuttukları gibi bir de vize zorunluluğu getirmişlerdir. Struma’nın sahibi olduğu şirketin taahhüdü Filistin vizelerinin İstanbul’da verileceği yönündedir ve yolcuların endişe duymaları için neden yoktur. Şirket gayet güvenilirdir!

Struma 12 Aralık 1941 tarihinde Köstence Limanı’ndan demir alır. Umuda yolculuk başlar. Struma bir yük gemisi. Daha çok hayvan nakli için kullanılıyor. Bu nedenle olmalı gemide sadece 6 kamara var. Geminin diğer kısımları hayvan taşımaya uygun tasarlanmış. Sadce bir mutfak ve bir tuvaleti var. Böyle okuyoruz. Sayı tam olarak bilinmiyor ama çeşitli kaynaklarda verilen sayılar birbirine yakın ve ben Halit Kakınç’ın vermiş olduğu sayıyı kullanıyorum: 769 Yahudi, 10 mürettebat ve bir kaptan.

Struma motorlarından birinin arızalanması nedeniyle gecikmeli olarak, 15 Aralık günü İstanbul Limanı’na yanaşıyor ve demir atıyor. Hem ikmal yapacaklar kömür, su, yiyecek hem de Filistin vizesi alacaklar!

Buyurun bakalım:

“Tebaası oldukları devlet arazisinde yaşama ve seyahat bakımından baskılara tabi tutulan Musevilerin, bugünkü dinleri ne olursa olsun, Türkiye’ye girmeleri ve ikametleri yasaktır.”

Bu da nereden çıktı?

Bu bir kararname… Ağustos 1938 tarihli ve 2/9498 sayılı Türkiye Cumhuriyeti antetli bir kararname.

Vizeymiş, şuymuş, buymuş hadi bakalım inebiliyorsanız inin gemiden!

Arkası var. Arkası 1941 Alman-Türk Dostluk Antlaşması. Dört gün sonra Almanya sonu hüsranla bitecek olan Sovyet’leri işgal harekatına başlayacaktır. Türkiye pek keyifli! Ülkede alkış kıyamet ve bayram havası… O günün gazeteleri başta Cumhuriyet, Alman ordusunu coşkuyla selamlayacaktır. Öyle okuyoruz. Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’dur. Biliniyor, yerli ve milli faşistimizdir sonradan Başbakan, Mecliste tebrikleri kabul ediyor. "Siyasi gazanız mübarek olsun" diyerek kendisini kutlayanlara tevazu gereği olmalı, “hepimizin” diyor. “Gaza”ya bütün Meclisi ortak ediyor. İmzalanan Dostluk Antlaşması ve hemen ardından Almanya’nın Sovyetler’e saldırması bir sevinç dalgası oluşturuyor Meclis’te…Şimdi aynı yılın Aralık ayındayız ve Struma Limanda bekletilmektedir. Esir diyebiliriz!

Geminin yolcuları dışarıdan satın aldırdıkları su ve yiyecekle yaşamlarını sürdürmeğe çalışıyorlar. Perişanlık ve çaresizlik diz boyudur. “Artık temizlik hayaldir, güverte tuvalet.” Böyle yazmamın nedeni aynen böyle okuduğum içindir. Bu arada Türkiye Yahudi Cemiyeti’nin yardım etmek için büyük bir çaba gösterdiğini, gemidekiler için gıda ve temizlik malzemesi kampanyası açtığını öğreniyoruz. Yahudi Cemiyeti’nin yolcuların karaya çıkmalarına izin verilmesi yönündeki çağrılarına kulak asılmayıp yüz geri edildikleri de okuduklarımızın arasında ve not ediyoruz.

Musa’nın çocukları endişeyle güverte beklerken, bir umut, rıhtımda onları bekleyen İstanbullu soydaşlarını görüyoruz. Ve güverteden bir ses yükseliyor:

“Ben Ortaköylü Recina’nın yeğeniyim! Bırakın geleyim!”

Ortaköylü Recina mı? Anadan, babadan, atadan yüzlerce yıllık İstanbullu bir sefarad. Hikayesi hüzünlüdür.

Ben onun hikayesiyle Şalom gazetesinde rastlaştım. Recina, yeğeninin Struma’da olduğunu öğreniyor. Benim bildiğim onun anlattıklarıdır:

Bir tepsi “börekitas” yapıyor yeğeni için. Gemiye götürüyor. Görevliler almıyor. Recina inat. Her gün börek yapıyor. Rıhtımdakileri aşamadığı için bu defa kiraladığı kayıkla gemiye yanaşmayı deniyor. Yanaşıyor da ama görevlileri ikna edemiyor. Tepsi elinde evine dönüyor ve her defasında Ortaköy’de evinin sokağında yere çöküp ağlıyor. Şalom’dan okuyorum: “O börekler geri geldi ama kimse yiyemedi çünkü Tiya Recina’nın gözyaşları ile ıslanmıştı…”

72 gündür esirdir Struma. Sonrasında Türkiye, içindeki yolcularla birlikte Romanya’ya geri dönmeye zorluyor Struma’yı ve sadece tek motoru çalıştığı için römorklarla çekilip Karadeniz’in azgın sularına bırakılıyor. Dünya Savaşı diyoruz. Karadeniz savaş cephesidir. Fırtınayla boğuşan Struma, kimliği belirsiz denizaltından atılan bir torpido ile parçalanıyor. Bütün yolcular ve mürettebat sulara gömülüyor.

“Bütün” dedim. Değil. Dört yolcu ve bir mürettebat eksiği ile sulara gömülüyor. Köylülerimiz sahilden ceset topluyor.

Bir mürettebat sahile yüzerek çıkıyor ve donmak üzereyken kurtarılıyor. Dört yolcu ise…

Vehbi Struma’ya işte burada dahil oluyor. “Vehbi” dediğim, Vehbi Koç. Hatıralarında yazıyor:

“Bu vapuru, Almanlardan korktukları için hiçbir ülke kabul etmiyor, bize sığınmak istiyorlar, biz de kabul etmiyoruz…Perişan bir hal.” Böyle başlıyor Koç anlatmaya. Anlattıklarına göre Mobil Oil Şirketinin Genel Müdürü onu telaşla aradıktan sonra Ankara’ya geliyor ve ondan Mobil’în Romanya direktörü ile eşinin ve iki çocuğunun da vapurda olduklarını öğreniyor. Genel Müdürün ricası bu ailenin sağ salim vapurdan indirilip Filistin’e gitmelerinin sağlanması oluyor. Koç önce, sonradan Dışişleri Bakanı olacak olan Emniyetçi İhsan Sabri Çağlayangil’e başvuruyor. Onun yönlendirmesiyle İçişleri Bakanı Faik Öztrak’a ulaşan Vehbi bu aileyi vapurdan almayı başarıyor.

Ben onu bilir onu söylerim Vehbi işini bilir. Hayat hikayesinden anladığım onun uçuruma doğru koşan bir eşeğin sırtında kendisi yoksa katiyen “çüş” dahi demeyeceğidir. Böyle bir Vehbi’nin fatura kesmememsi söz konusu olamaz. Keser ve şöyle yazıyor:

“…Adam ailesiyle birlikte vapurdan çıkarıldı. Ertesi gün İstanbul’dan ayrıldı… Bu olaydan sonra Mr.Walker’e (Mobil Genel Müdürü) nazımın geçeceğini biliyordum. Almanya ile ticaret yapıyorum diye İngilizlerin beni kara listeye koymaları çok canımı sıkmıştı. Durumu Mr.Walker’e anlattım, Walker kurt adam…” Kurt adam Vehbi’yi anlıyor. Sonra mı, sonrasında kara listeden çıkarılıyor Vehbi ve her iki tarafla da tatlı tatlı ticaretini yürütüyor. Buna faciayı bile fırsata çevirmek diyoruz. Ben böyle okuyorum!

Köylüler karaya vurmuş cesetleri toplarken Başbakan Refik Saydam’ın açıklaması geliyor:

“Biz bu hususta elimizden her şeyi yaptık. Maddi manevi en ufak mesuliyetimiz yoktur. Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara mecla (tecelli yeri) olamaz. Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlar için vatan hizmeti göremez. Bizim tuttuğumuz yol budur. Kendilerini bu sebepten dolayı İstanbul’da alıkoymadık.”

Bu ses hükümetindir. Peki güverteden Ortaköylü Recina’yı arayan o ses… Ya o ses…

Mehmet Bozkurt / SOL


Kaynaklar:

Halit Kakınç, ”Struma, İstanbul açıklarında 72 gün Boyunca 769 Yahudi’nin Dramı”, Destek Yayınları, İstanbul 2012.
Şalom gazetesi, “Sefarad anne anlatıyor”, https//www.salom.com tr.
Vehbi Koç, “Hayat Hikayem” İstanbul 1973,
Zehra Aslan, ”Türkiye’de Göç ve Göçmenler (1914-1960), Libra Kitap, İstanbul, 2020.

Anadolu'dan bir üniversite manzarası: Fişleme, mobbing ve kadrolaşma - ASLI İNANMIŞIK / SOL

 Amasya Üniversitesi'nde doktor öğretim üyesi olan Girayalp Karakuş, daha önce katıldığı yürüyüş nedeniyle fişlendi, okulda mobbing ve baskıya maruz kaldı. Karakuş'a haber verilmeden soruşturma açıldı.

2014'te öğrenciyken "asgari ücretin azlığı ve eğitim sisteminin yetersizliği" ile ilgili katıldığı bir yürüyüş nedeniyle fişlenen doktor öğretim üyesi Girayalp Karakuş 2017'de kadrosunu almasına rağmen güvenlik soruşturmasından geçemedi. 1 sene mahkemesinin sürdüğünü söyleyen Karakuş mahkemeyi kazandı. 

Karakuş, Amasya Üniversitesi'nde doktor öğretim üyesi olarak göreve başlasa da kendisine üniversitede mobbing uygulanmaya başlandığını ifade etti. Komisyonlara alınmadığını,okulda görmezden gelindiğini söyleyen Karakuş, göreve başladıktan 4-5 ay sonra da kendisine "intihal" iddiasıyla soruşturması açıldığını belirtti.

Okul 'kamudan ömür boyu men' cezası verdi

Ardından üniversite Karakuş'a "Üniversiteden ve kamudan ömür boyu men" cezası verdi. YÖK'te konuyla ilgili savunma verdiğini belirten Karakuş, YÖK tarafından henüz kendisine resmen tebliğ edilmese de hakkındaki cezanın kaldırıldığını "sözlü olarak" öğrendiğini dile getirdi.

Bu süre içerisinde evrakta tahrifat yapıldığını, kamera kayıtlarının önce "kaybedilip" sonra bulunduğunu soL'a anlatan Karakuş, Rektörün soruşturma bile almadan "2547 sayılı Kanuna göre gereğini yapın" diye dekanlığa kendisinin okuldan atılması için yazı yazdığını belirtti. Karakuş, "Bana böyle bir soruşturmanın açıldığına dair tebligat bile yapılmadan komisyon toplandı, bilirkişi tayin edildi" dedi.

Üniversiteye "usulsüzlük yapıldığı" gerekçesiyle dava açtığını aktaran Karakuş, bu adımı sonrası kendisine yakın zamana kadar okulda ders ve danışman öğrenci verilmediğini, yüksek lisanstan ders alamadığını ve komisyonlara davet edilmediğini söyledi.

Rektör değişti, kadrolaşma başladı

Öte yandan 2019'da atanan rektörü Süleyman Elmacı göreve geldiğinden beri üniversiteyle ilgili çok sayıda iddia gündeme geldi. İskenderpaşa Cemaati’ne bağlı Hakyol Vakfı’na üye olduğu söylenen üniversite rektörü Prof. Dr. Süleyman Elmacı'nın göreve geldikten sonra okulda kadrolaştığı iddia edildi. 

Sık sık Akit TV'ye konuk olan Elmacı göreve geldikten sonra 4 akademisyen ihraç edildi. Taşova'lı Elmacı'nın aynı köyden çok sayıda "tanıdığını" üniversiteye aldığı öğrenildi. Elmacı, daha önce Tokat’ın Niksar İlçesi Niksar Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nde memur sayman olarak çalışan köylüsü Duran Çuhadar'a okulda çeşitli görevler verdi. Ardından Çuhadar’a özel kadro açarak genel sekreter yardımcılığına getirdi. 

Rektörün tezi intihal mi?

Rektör Elmacı'nın yüksek lisans ve doktora tezinin intihalli olduğu da iddialar arasında. Öte yandan Rektör Elmacı ile Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Dudu Duygu Kılıç'ın yüksek lisans ve doktora tezinin intihalli olduğu, YÖK'ün konuyu disiplin ve ceza soruşturma birimine taşıdığını söyleniyor.

AKP'li milletvekilleri ve Amasya AKP il teşkilatının Elmacı'yı sık sık ziyaret ettiği de okulun sosyal medya hesaplarından paylaşılmıştı. Elmacı, AKP'ye yakınlığı ile bilinen Türkiye Gençlik Vakfı’na (TÜGVA) birçok kez üniversitede yer tahsis etmiş, kendisi de TÜGVA’nın Genel Kurulu'na katılmıştı.

ASLI İNANMIŞIK / SOL

                                                                           ***

İnönü Üniversitesi'nde mobbing: Soruşturma başlatıldığı haber verilmedi.(SOL-17/11/2021)

Yaşadığı haksızlıklara ve keyfi uygulamalara itiraz eden Araştırma Görevlisi Özlem Pehlivan'a İnönü Üniversitesi'nde baskı ve mobbing sürüyor.

İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde (SBE) Araştırma Görevlisi olarak yaklaşık 2 yıldır görev yapan Özlem Pehlivan üniversiteye karşı dava açmıştı. Pehlivan'ın göreve başlayalı kısa süre olmasına rağmen pek çok mağduriyet yaşaması tepki çekti. 

Eğitim-Sen Malatya Şubesi'nde konu ile ilgili yapılan açıklamada İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (İİBF) ve aynı fakültenin Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü yönetimi tarafından hukuksuz uygulamalar yapıldığı anlaşıldı.

Anayasayı ihlal eden profesör Anayasa Hukuku dersi veriyor

Yapılan açıklamada sonuçlanan mahkeme kararında belirtildiği üzere soruşturmada usullere uyulmaması, adil yargılama için gerekli olan hakkaniyete uygun soruşturma yapılmadığı, suçun ne olduğunun dahi belirtilmediği, Anayasa'yla güvence altına alınan savunma hakkının kullanmasına olanak verilmediği belirtildi.

Açıklamada İİBF'de görev yapan öğretim üyelerinin yaptığı ihlallerin yanı sıra Özlem Pehlivan'a soruşturmayla ilgili herhangi bir bildirimde bulunulmadığı belirtildi. Pehlivan'a cenaze nedeniyle memleketine gittiği süre zarfında, kendisine haber verilmeden ve savunması istenmeden soruşturma açılması tepki oluştururken, soruşturmayı yapan kişinin hem bölüm başkanlığı yapan bir yönetici olması hem de fakültede Anayasa Hukuku ile Anayasa Teorisi derslerini veriyor olması dikkat çekti.

Pehlivan'a verilen ceza mahkeme yoluyla edilen itiraz sonucu kaldırılırken soruşturmada ağır kusur ve ihlalleri olan kişiler hakkında İnönü Üniversitesi Rektörlüğünün harekete geçip geçmeyeceği merak konusu.

Sen misin basın açıklaması yapan!

Yaptığı açıklama ve itirazlarının akabinde, 15 Kasım'da maaşı yatırılmayan Pehlivan, SBE personel maaşlarını hazırlayan tahakkuk memurunun Pehlivan'ın maaşının ödenmemesi ve önceki ödenen maaşlarının geri istenmesi konusunda emir aldığını öğrendi.

Fakat yazılı belge gösteremeyen görevlilerin sadece böyle bir talimat aldıklarını ifade ettiklerini belirten Pehlivan, kendisine konu ile ilgili herhangi bir resmi yazı ya da belge de gösterilmediğini kaydetti. Özlem Pehlivan gerekçe olarak da yaptığı açıklamaların bahane edildiğini düşündüğünü söyledi.

Bu esnada İİBF uluslararası ilişkiler bölümü sınavlarında Pehlivan'a yazılı olarak imza karşılığı gözetmenlik tebliğ edildi. Bu görevlendirmenin usule ve Anayasa'ya (angarya bakımından) aykırılığını bildirip göreve itiraz dilekçesi veren Pehlivan yine bu dilekçesine yanıt alamadı.

Zorla sınavdan dışarı çıkarılmak istendi

Sendika ve avukatlarına danışan ancak görevinin iptal edildiğine dair yazılı bir bildirim almadığı için mecburen gözetmenlik görevlerine giden Pehlivan, "Sen nasıl itiraz edersin göreve, çık dışarı" denilerek öğrencilerin gözü önünde omuz ve sırtından itilerek dışarı çıkarılmak istendiğini belirtti. Sınav görevi belgesini ilgili hocaya gösteren Pehlivan'a herhangi bir aksi belge sunulmadan keyfi uygulamalarla bahaneler üretildi.

Sendikadaki açıklamada konuşan Pehlivan da, konunun takipçisi olacağını ve hukuk yoluyla hakkını arayacağını ifade ederken, sürecin adaletsiz ilerlediği için yaşadığı kaygı ve üzüntüsünü belirtti.

(SOL)



20 Kasım 2021 Cumartesi

Cumartesi değinileri: Yitirdiklerimiz, bir yönetme aleti olarak faiz ve aşı… - Aydemir Güler /SOL

'Günde birkaç yüz yurttaşını toprağa vermeye alıştırılan bir toplumdan düzeni değiştirecek bir öfke ve enerji çıkar mı?'

Doğan Görsev’in anıları yayınlandığında Komünist dergisinde söyleşi yapılmış… Ta 2012. Yazar diye, entelektüel diye, herhalde hatırladıklarını kaleme alırken aklından şunları geçirene denir: 

“Bu sizi tebessüm ettirmesin. Müzik ritmleri ile başladım ilkin. Siyasi şubede karşılaştıklarım gümbürtülü bir ‘presto’dur. Ondan sonra bir kendine gelme dönemi, yaraları kapatmaya dönük bir dönem. Selimiye’de, Kabakoz’un bir ucunda, Sultan Ahmet’in bir ucunda... Bir ‘andantedir’ o. Işığın gitgide parladığını görürsünüz. Okumaya, toplu anmalar yapmaya, çeviriye başladık.” (“Doğan Görsev’le sohbet: Gelecekten umutlu olmak, bütün mesele orada…” Komünist dergisi sayı 348, 2 Mart 2012, s.18-19)

Doğan ağabeyin adını, sevmediği bir şeye, abartma’ya alet etmemeliyim. Zaten tabii ki, anılarını müzikten yöntem devşirerek yazamayanların aydın olamayacağını iddia etmiyorum. Kendisi kolektif olana inandığı için kişilik abartmasını reddederdi. Ama kimileri övgüyü gerçekten hak eder. Gün Doğan Görsev de öyleydi.

                               ***

Biliyoruz, kimileri de yerin dibine batırılmayı hak eder. Ama yargı kesin olsa bile, mahkûmiyet maddesi hakkında hata yapmamak gerekir. 

Şimdi Erdoğan “anti-faiz” nutku atmaya başladığı anda döviz kurlarının yeni rekorlara yelken açacağını bilmiyor olabilir mi? Kimi yorumcular, Türkiye’nin cahillerin eline kaldığını, “bilime aykırı” laflarla piyasaların allak bullak edildiğini, bütün bunların modern Türkiye’ye yakışmadığını falan düşünüyorlar. Cahile cahil demekte bir sakınca yok, ama kimse tam olarak hak etmediği nedenlerden yerin dibine batırılmamalıdır.

Gerçekten de Erdoğan’ın, sözlerinin nereye çıkacağını bilmiyor olma olasılığı sıfırdır. Bu durumda söz konusu “modern Türkiye’ciler” faiz düşmanlığının da kur rekorlarının da bazı çıkarlara hizmet ettiğini anlamamış olurlar. 

Bir: Faizi bir büyük günah, “faiz lobilerini” de şeytanın temsilcisi olarak resmedersen, dünyanın Allah’ın sevgili kulları ile Şeytan’ın adamları arasındaki mücadeleyle belirlendiğine inananlar sana secde edebilir. Dinselleşmenin bir şeriat diktasına dönüşmesini arzulayan gericiler güruhunu arkanda birleştirirsin. Özetle faize karşı kampanya toplumsal desteği erimekte olan gerici iktidarın bir silahıdır. Ne kadar tutar, bilmiyorum, ama Erdoğan denemeye değer olduğunu düşünüyor besbelli.

İki: Rekor günlerinden birinde twitter’de çok sade bir hesaplama yazılmıştı. O gün sabah inşaata çıkan, madene inen, bilgisayar başında akşama kadar çalışanlar, birkaç yüz lira kazanmış olabilirdi. Sabah 10 lira olan dolar onlar çalışırken 10.277 olmuştu. Bunun ertesi gün fiyatlara yansıyacak ve yevmiyenin karanlık bir kuyuda kaybolacak olmasını geçin, bir de evinde keyfedenler vardı o gün. Hiç çalışmadılar ve sabah 10 milyon dolarları var idiyse servetleri akşam saatlerinde 3 milyon liraya yakın artmış oldu. 

Çalışmadılar dediysek, o kadar değil. Muhtemelen pastadan payını arttırmak için birbirleriyle kıyasıya bir rekabet içinde, yüksek adrenalli bir gün geçirmiş, gerilmiş, yorulmuşlardır!

AKP’nin ekonominin dağılan dengelerini düzeltme imkânı yok ve bu benim konum değil. Ama AKP’nin, oynak dengeleri büyük sermayenin servetini arttırması doğrultusunda manipüle etmesi gayet mümkün. Erdoğan, konuşması sürerken zenginlerin daha zengin olacağını adı gibi biliyor.

                                                                          ***

Peki, “Modern Türkiye’ciler” neyi hak ediyor? Bunların bir bölümünün oynanan oyunun anlaşılmaması için görevlendirilmiş oldukları kesindir. Diğerleri daha iyi mi kötü mü, siz karar verin; onlar da oyundan herhangi bir şey anlamamaktadır. 

Krizin toplumun iki ana sınıfı için farklı anlamları var. Çoğunluğu oluşturan emekçiler için kriz pahalılık ve yoksulluk, işsizlik, giderek açlıktır. 

Azınlığı oluşturan büyük sermaye için krizin iki anlamı oluyor: Birincisi kriz fırsattır, eğer siyasi iktidar hizmetinizdeyse servetiniz patlar, katlanır. Lakin ikincisi; kriz belirsizliklerin ve rekabetin şiddetlenmesi demektir. Aranızdan kimileri kâr peşinde koşarken topu atacaktır. Üstelik aç kalanların yıkıcı bir öfke biriktirmeleri de giderek büyüyen bir olasılık haline gelir. Yanınızdaki berinizdeki ürker, ayakları birbirine dolanır, kendi paçasını kurtarmaya bakar… Yönetmenin zorlaştığı bugünlerde faiz vesilesiyle değindiğimiz dincilik, yoksulun öfkesinin ve emekçinin mücadelesinin panzehiridir. Kravatlı büyük sermaye gericiliğin değerini takdir etmek durumundadır. Özetle siyasal ömrü daralan Erdoğan zenginlere astronomik spekülatif kazançlar sunarak “kısa vadeyi” satın almakta, diğer taraftan ekonomik belirsizlik ve yönetim krizi risklerini yükselterek “orta ve uzun vadeyi” kaybetmektedir. Kapitalizmin siyasal temsilcileri böyle açmazlara çok düşerler. Sorunları cahil olmaları değil, kapitalizmi temsil etmeleridir!

Bunları görmek için nereye baktığınız önem taşır. Sadece modern (ve kapitalist) bir Türkiye arıyorsanız körleşmeyi engelleyemezsiniz. Sosyalist Türkiye’yi arıyorsanız gözleriniz ve aklınız açılır…

                                                                        ***

Günde birkaç yüz yurttaşını toprağa vermeye alıştırılan bir toplumdan düzeni değiştirecek bir öfke ve enerji çıkar mı? 

Sağlık Bakanının görevinin toplumun sağlığıyla ilgili olduğu zannedilmesin. AKP artık bir kriz yönetimidir ve bütün makamlar krizin yönetilebilir kılınmasına endekslenmiştir.

Bakan Koca ikinci doz aşı oranı en düşük ilimiz olan Urfa’yı afişe ve ifşa etti. Bakan böyle bir şeyi ilk kez yaptığını ilan ediyor, yazılı açıklamada “ilk kez” sözcüklerini büyük harflerle yazdırıyordu. Bunu duyan Urfalılar utanacak ve aşı olmaya koşacaklar mıdır? Yoksa kendilerini çoktan koruma altına aldıklarını rahatlıkla varsayabileceğimiz tarikat ve aşiret reislerinin, hacıların hocaların, gerici partilerin yöneticilerinin aşının da Müslümanlara kurulmuş tuzak olduğu yolundaki zevzeklikleri hükmünü sürdürecek midir? Bu sorunun yanıtı belli. 

Neo-liberalizmin çöküş evresinde, devlet, ancak, kamu sağlığı ile ilgili sorumluluğunu bile tavsiye, ayıplama, ifşa gibi enteresan yollarla yerine getiriyormuş gibi yaparsa, “asli görevine” zaman ve enerji ayırabiliyor! Marx’ın dediği gibi modern devletin yürütme erki burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden ibaret idiyse, modernite sonrasında bu rezilliğin üstünde herhangi bir örtü kalmamış bulunuyor. Burjuvazi, devletin, ayıbının örtüsüne ayırdığı kaynağa bile el koymaktadır.

                                                                           ***

Doğan Görsev’le başladım, Ercüment İçil’le bitireyim… 2006’da yitirmiştik Ercü’yü, Ercüment ağabeyi… On-beş-yıl! En zorlu derslerden birinin hocasıydı Partimizde: İncelik, olgunluk, nezaket, etik, kültürün her alanına dönük tükenmez bir merak… Doğan ağabey gibi yani… Rastlantı değil tabii, o da düşkündü klasik müziğe. İkisi de birer 18 Kasım günü ayrılmışlar aramızdan…

Sosyalist İktidar Partisi adını TKP olarak değiştirmeden önce, 2000 yılında komünist adıyla siyaset yasağına karşı Komünist Parti’yi kurmuştuk. Ercüment İçil hiç de basit bir resmi işlem sayamayacağımız o görevin yükünü omuzlayan otuz kurucudan biridir. 

Hemen ardından dönemin soL’unda bir yazısı yayınlanmış

“Bu uluslararası sömürücü, yokedici, vahşi düzenin karşısına kimler çıkacak? Tabii işçi sınıfı ve bizler, marksistler, komünistler çıkacak. Bizler emekçi yığınları uyarmak, aydınlatmak zorundayız. Bu durumda Marx'ın çağrısı her zamankinden daha çok güncellik kazanıyor. ‘Bütün ülkelerin işçileri birleşin!' Birleşin ki, (…) bu paranın padişahlığı yıkılsın ve emekçi yığınların ortak üretim ve paylaşımla mutlu olacakları düzen kurulsun. Bunun için önce burjuvazinin koyduğu yasakları kırmalıyız.”

Kasım ayı hep acılı hatıralarla dolmayacak ya. 11 Kasım 2001’de SİP Olağanüstü Kongresi Türkiye Komünist Partisi adını aldı, yasağı kırdı

Üstünden yirmi yıl geçti. Yönetenlerin eskisi gibi yönetemez hale geldikleri çıplak gözle görünen bu ülkede, yitirdiklerimizi geleceğe güvenle anıyoruz…

Aydemir Güler /SOL

Covid-19’un beyne etkileri - NAZAN DOĞANER HALICI / SÖZCÜ

Prof. Dr. Uludüz, “Covid-19, kişilerin beyinlerinde ve beyni besleyen kan damarlarında yüksek düzeyde iltihaplanmaya yol açar. Bu da bilişsel hasara neden olabilir” dedi.
Covid-19 geçiren hastaların bir kısmı, Alzheimer benzeri beyin sisi deneyimliyor. Hatta araştırmalar Covid-19 geçiren kişilerin beyin hacminin küçülebildiğini gösteriyor. Unutkanlık, kısa süreli hafıza kaybı, kafa karışıklığı, net düşünememe, konsantre olamama, uyku problemleri, baş ağrıları, konuşmada ve günlük kelimeleri bulmada zorluk ve depresif ruh halleri gibi şikayetler enfekte olan kişilerde oldukça yaygın. Beyin sisi ilk Covid-19 geçirildikten sonra aylarca devam edebiliyor ve uzun vadede bunama riskini de arttırabiliyor. Peki Covid-19 beyin sisine ve küçülmesine nasıl yol açıyor? İşte Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Derya Uludüz'ün yanıtları…

BEYİNDE KÜÇÜLME DAHA FAZLA OLABİLİYOR.

Covid-19'un Alzheimer benzeri unutkanlık belirtilerine yol açmasının başlıca nedeni bağışıklık tepkisidir. Covid-19'un yol açtığı yoğun bağışıklık aktivitesi, kişilerin beyinlerinde ve beyni besleyen kan damarlarında yüksek düzeyde iltihaplanmaya yol açar. Bu da bilişsel hasara neden olabilir. Ayrıca, antikorların yanlışlıkla sinir hücrelerine saldırması, yani otoimmün reaksiyon da gelişebilir. Bu gibi bağışıklık tepkileriyle hasar görmüş olan sinirler, yanlış sinyaller gönderdiğinde beyin sisine ek olarak karıncalanma veya uyuşma belirtileri dahi ortaya çıkarabilir. Yoğun bakım ünitesinde kalma ve travma sonrası stres bozukluğu da Covid-19 kaynaklı bilişsel düşüşe katkı sağlayan faktörlerdir. Son yapılan çalışmalar ise şunu söylüyor, Covid sırasında koku problemi yaşayan kişilerde beyinde küçülme daha fazla olabiliyor. Virüs koku siniri yolu ile beyne ulaştığında koku sinirinin aldığı yol boyunca temporal ve frontal beyin bölgelerine zarar veriyor, bu bölgeler hafıza gibi bilişsel işlevler için önemli bölgelerdir.

Covid-19 ile gelen beyin sisine ve beyin küçülmesine karşı ne yapalım?

B1 Vitamini: Tiamin olarak da bilinen B1 vitamini, beyindeki hücreleri hasara karşı korur. Öyle ki, B1 eksikliği olan kişiler bunama için daha fazla risk altındadır. Covid-19 hastalarında tiamin eksikliği, beynin hasara karşı korumasız kalmasına neden olur.

Yeterli tiamin seviyeleri, Covid-19 enfeksiyonu sırasında bağışıklık tepkilerini düzenlemeye ve beyin hücrelerine hasar veren sitokin fıtınalarını azaltmaya fayda sağlayacaktır. B1 vitamini eksikliği, alkol kullanımı, çok fazla işlenmiş karbonhidrat ve şeker tüketimiyle oluşur. B1 vitamini takviyesinin önerilen günlük alım miktarı erkekler için 1.2 mg, kadınlar için 1.1 mg'dır. Zengin tiamin kaynakları arasında et, fındık ve baklagiller bulunur.

Çinko: Öncelikle, çinko beynin öğrenme ve hafızadan sorumlu merkezi hipokampüste önemli bir role sahiptir. Çinko hipokampüste yüksek oranda yoğunlaşır ve uzamsal öğrenme ve hafızayı düzenler, BDNF üretiminde rol oynar ve sinirler arası iletişimi arttırır. Covid-19'un hipokampüs bölgesinde neden olduğu stres ve hasar nedeniyle beyin sisi, hafıza kaybı ve unutkanlık gibi nörolojik şikayetler ortaya çıkar. Çinko takviyesi ile desteklenen kişiler, hipokampüslerini bilişsel düşüşten, hafıza bozukluklarından ve duygusal anormalliklerden koruyabilir. Tavsiye edilen günlük çinko miktarı kadınlar için 8 mg, yetişkin erkekler için 11 mg'dir.

DHA-EPA / Omega-3 Yağlı Asitler: Omega-3 bir çeşit çoklu doymamış yağ asididir. Yüksek Omega-3 alımı, beyin sisini ve bilişsel düşüş riskini azaltır. Ayrıca, anti-inflamatuar özelliği sayesinde Covid-19'un neden olduğu iltihaplanmayı azaltır. Beyindeki başlıca Omega-3, sinir hücrelerini çevreleyen zarlarda, özellikle hücrelerin birbirine bağlandığı mikroskopik kavşaklarda bulunan DHA'dır. Diğer ana Omega-3 EPA, beyniniz ve zihinsel sağlığınız için iltihapla savaşır. DHA ve EPA, kan damarları için yararları, anti-enflamatuar etkileri ve sinir hücresi zarlarının desteklenmesi ve korunması yoluyla Covid-19'un beyne saldırılarına karşı etkilidir.  DHA ve EPA'nın, anti-inflamatuar etkileri Covid-19'un beyne hasarını azaltabilir. Bu nedenle EPA ve DHA takviyesi kullanımı Covid-19 enfeksiyonunda hem destekleyici bir tedavi hem de bir önleme stratejisi olarak düşünülmelidir. DHA ve EPA, birçok deniz ürünlerinde bulunur. Ancak, takviye olarak alınarak daha düzenli ve uygun miktarlarda alımı sağlanabilir. EPA ve DHA takviyelerinin günlük en az 250 en fazla 500 mg alınması önerilmektedir.
MCT Yağı: Orta zincirli trigliseritler (MCT'ler), belirli gıdalarda, takviyelerde ve tıbbi gıdalarda bulunabilir. Hindistan cevizi yağı yüzde 60 oranında MCT yağıyla doğal olarak oluşan en yüksek MCT yüzdesine sahiptir. Vücudumuz MCT yağını, beyin tarafından bir enerji kaynağı olarak kullanılabilecek ketonlara dönüştürür. MCT'ler beyin hücre fonksiyonunu iyileştirme ve bilişsel düşüşü azaltma potansiyeline sahiptir. Hindistan cevizi yağının iltihabı ve oksidatif stresi azaltarak nöronları koruduğu gösterilmiştir. Bu yönleriyle MCT yağını diyetinize eklemeli ve Covid-19'a karşı beyninizi daha sağlıklı bir yağ ile işlemelisiniz. Hindistan cevizi yağının etkilerini en üst düzeye çıkarmak için, saf hindistancevizi yağını denemelisiniz.

Uyku: Uyku apnesi olan hastalarda hafıza şikayetleri ve bilişsel bozukluklar yaygındır. Unutkanlık için başvuran hastaların yüzde 8'inde uyku apnesi bildirilir. Uyku apnesi tedavi edilen hastalar, zamanla belirtilerin kaybolduğunu görür. Covid-19 ile enfekte olan hastalarda da uyku problemleri yaygındır. Muhtemelen, Covid-19 sonrası beyin dalgalarındaki değişimler ve beyin kimyasallarındaki dengesizlikler derin uykuyu olumsuz etkiler, kortizol/melatonin seviyelerini bozarak uyuma/ uyanma döngülerini bozar. Eğer uyku problemleriniz varsa, tedavi almak beyin sisini iyileştirebilir.

MIND Diyeti: MIND diyeti, genel bilişsel ve zihinsel sağlığı artıran yeni bir diyettir. Akdeniz diyeti ve DASH diyetinin birleşimidir. Akdeniz diyeti, sebzeleri, meyveleri, kuruyemişleri, balıkları ve zeytinyağını; DASH diyeti ise tam tahılları, sebzeleri, meyveleri ve düşük sodyumu vurgular. Chicago'daki Rush Üniversitesi Tıp Merkezi'ndeki bir araştırma ekibi, her iki diyeti biraraya getirdiğinde, bu kombinasyonun Alzheimer riskini yüzde 53 oranında azalttığını bulmuştur. MIND diyeti, beyin sisi, unutkanlık, enerji düşüklüğü gibi belirtileri iyileştirdiği için Covid-19 beyin tutulumu karşısında güçlü bir savunma ve iyileşme gücü sağlayabilir.

NAZAN DOĞANER HALICI / SÖZCÜ





 

Sedat Peker'in gündeme getirdiği isme büyük kıyak! - YENİÇAĞ


 Bir dönemin çok izlenen dizisi Kurtlar Vadisi’nin yapımcısı Raci Şaşmaz'ın sahibi olduğu Pana Yapı'nın Kadıköy Fikirtepe'de gerçekleştiremediği kentsel dönüşümü Sedat Peker’in iddialarıyla gündeme gelen Kuzu Grup’un yapacağı belirtildi…

İmarpanosu.com’da yer alan habere göre, Kurtlar Vadisi dizi ve filmlerinin senaristi ve yapımcısı Raci Şaşmaz’ın yapamadığı kentsel dönüşüm işini Kuzu Grup üstlendi. Pana Yapı’nın, Brooklyn Dream projesini hayata geçirmek üzere yıkıp hafriyat çukurunu açtığı ancak hem maketten konut alan yatırımcıyı hem de Fikirtepeli hak sahiplerini mağdur ettiği arsa, Emlak Konut GYO ihalesiyle Kuzu Group’un oldu.

Sedat Peker geçtiğimiz haziran ayında İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun Kuzu Holding ile ilişkisi olduğunu iddia etmişti.

Peker; Kuzu Grup'un Sea Pearl - Ataköy projesinde Süleyman Soylu'nun doğrudan müdahalesi olduğu ve bunun karşılığında da çıkar sağladığını iddia etmişti.

Peker tweetlerinde; "Temiz sülüman, Kuzu Holding’in Sea Pearl - Ataköy projesini sihirbaz bile bu hale getiremeyecekken senin akraban sadık soylu bak bu projeyi nasıl bu hale getirdi.

Temiz sülüman, oğlun engin soylu dört gündür Sea Pearl projesinde deniz manzaralı 0/7 blokta bulunan 25 - 30 milyon değerindeki dairede kalıp keyif ediyor. O da benim gibi durmadan sigara içiyor.

Süslü sülü, siz sülalecek para makinesi sesini ve poliçe sesini çok seviyorsunuz ya, Kuzu Holding’in inşaat projesini de çok seviyorsunuz herhalde, yumulmuşsunuz buna.”ifadelerini kullanmıştı…

Emlak Konut, KAP’a bildirdi

Yeni Fikirtepe projesi kapsamında Emlak Konut GYO tarafından ihaleye çıkarılan arsa ve Brooklyn Dream projesini Kuzu Toplu Konut İnş. A.Ş., 490 milyon 560 bin TL + KDV bedelle aldı. İmzalar, 12 Kasım’da atıldı. Emlak Konut, ihale sonucunu 16 Kasım 2021 Salı günü saat 11:43’te Kamuyu Aydınlatma Platformu’na (KAP) şöyle bildirdi:

“T.C. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Altyapı ve Kentsel Dönüşüm Hizmetleri Genel Müdürlüğü ile Şirketimiz arasında imzalanan “Dönüşüm Uygulamalarına İlişkin İş Birliği Protokolü” çerçevesinde Bakanlık adına Şirketimiz tarafından ihale edilen İstanbul Fikirtepe Kentsel Dönüşüm Projesi 3461/1 Parsel İnşaatı İşi’nin sözleşmesi, Yüklenici Kuzu Toplu Konut İnş. A.Ş. ile 12.11.2021 tarihinde imzalanmıştır.

Sözleşme Bedeli: 490.560.000 TL + KDV’dir.”

Yeni Fikirtepe ihale haritası güncellendi

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Kentsel Dönüşüm ve Altyapı Genel Müdürlüğü İstanbul Kentsel Dönüşüm Müdürlüğü ve Emlak Konut GYO tarafından yayınlanan yenifikirtepe.com sitesinde parseller sekmesinde yer alan “İhalesi tamamlanan” parseller haritasına 6’ıncı parsel eklendi.

Kuzu Grup Fikirtepe projesi nerede?

Kuzu Grup tarafından Emlak Konut’tan ihale ile alınan 6. Parsel, Yeni Fikirder’in daha önce Leke Fikirtepe adıyla çadır eylemi yaptığı alan olarak biliniyor.

Kuzu Grup Fikirtepe projesi nasıl olacak?

Yeni Fikirtepe internet sitesinde yer alan bilgiler şöyle: İstanbul’u birbirine bağlayan tüm yollara hakim ve toplu taşıma araçlarına en yakın konumda yer alan Yeni Fikirtepe (6 Parsel) yepyeni bir hayatın kapılarını açıyor. 1+1’den 4+1’e kadar farklı büyüklük ve nitelikte konut seçenekleriyle ve sosyal donatılarıyla Anadolu yakasının merkezinde şehrin karmaşasından uzak huzurlu bir yaşam sunuyor.

Parsel Hakkında

Proje Tipi: Konut+Ticari Ünite

Konut Sayısı: 609Ticari Ünite Sayısı: 16

Toplam Bağımsız Bölüm: 625

Proje Konsepti:Yeşil Alanlar, Sosyal Alanlar, 24 Saatlik Güvenlik, Entegre Ulaşım Ağları, Çocuk Oyun Alanı ve

Eğitim Kurumları…"



YENİÇAĞ