17 Ocak 2022 Pazartesi

Nâzım Hikmet’in siyasi konumlanışı hakkındaki iddialar üstüne: 'Sevdalınız komünisttir' - (Aydemir Güler / SOL-Gelenek)

 Nâzım’ın örgütlü bir komünist olarak kimliği örtülmek istenmiş, haksızlığa uğrayan hümanist bir şair olarak resmedilmek istenmiştir.

Biri çıkıp Nâzım Hikmet’e, “ölümünün üstünden yarım asırdan fazla zaman geçecek ve seni Beloyannis’in ülkesinde anacaklar, irdeleyecekler, tartışacaklar” deseydi, emin olun hiç şaşırmaz, inanırdı. 

Kendini çok önemsediği, burnu büyük olduğu için değil. Karanfilli Adam’ın yüzünde o gülümsemeyle hayatını verebildiği mücadeleye, kendisinin paylaştığı o büyük davaya, Beloyannis’in partisine ve kendi partisine güvendiği için… Çocuğuna “seni Türkiye Komünist Partisi’ne emanet ediyorum” diyecek kadar güven dolu bu insan, inanın hiç şaşırmazdı, 52 yıl sonra Atina’da misafir edilmesine. 

Bu toplantılar dizisini düzenleyen, emek veren ve izleyenlere, hepinize Nâzım’ın ülkesinden ve Nâzım’ın partisinden teşekkürler…

Nâzım, yaşamını parçalara ayırmak, aşklarını mücadelesinden, estetiğini partisinden ayırmak için sağlığında ve ölümünden sonra çok müdahalelere maruz kaldı. Komünizmi itibarsızlaştırmak için denendi tüm bunlar. Nâzım’ın şiirini küçümsemek kimsenin elinden gelmiyordu. O halde sanatı ve kişisel özellikleri, dünya görüşünün ve mücadelesinin mümkünse karşısına, hiç olmazsa dışına çıkartılmalıydı. Hikmet’e karşı seçmeci bir tahrifat bütün yaşamı boyunca ve ölümünden sonra yürütülmüştür. 

Nâzım Hikmet’in komünistliğini eksiltmeye dönük çabalarda milliyetçiliği, aşk şiirleri yazması, benmerkezci bir aydın olduğu, partisinden koptuğu, anti-stalinist, anti-sovyetik olduğu argümanları kullanıldı. Bunlara değineceğim kısaca. Ama önce konuya gelmek için küçük bir tarihsel arkaplan turuna çıkmamız gerek.

Türkiye’de komünizm Avrupalı kardeşlerine göre geç doğdu

Komünizmin ve işçi hareketinin gecikmesinin kaynağı Osmanlı toplumunda başka yerlerle karşılaştırılabilir bir sanayi devriminin yaşanmamış olmasıdır. Osmanlı modern kapitalist bir topluma dönüşemedi. Burjuvazi ve proletarya güdük kaldılar.

Yaşandığı kadarıyla toplumsal gelişmeler de ülkenin sonradan Türkiye'nin parçası olmaktan çıkan bölgelerinde odaklanmıştı.  

Osmanlı ülkesinde sanayinin izleri günümüz Yunanistan'ının Makedonya bölgesi, İstanbul, İzmir ve Çukurova’da (Kilikya) sürülebilir. Daha geniş bir coğrafyaya yayılan ve bir dizi büyük kenti kapsayan bir sermaye birikimi dinamiğinden de söz edilebilir. Küçük ölçekli dokuma atölyeler çok geniş bir alana yayılmıştır... Ancak toplumsal gelişmenin ve çelişkilerin yoğunlaştığı, odaklandığı bölgeler yukarıda sayılanlardır.

Bu bölgeler aynı zamanda gelişkin siyasi hareketlere de sahne oldu. Türk burjuva devriminin kök saldığı yerler arasında bugün Yunanistan ve Bulgaristan sınırları içinde kalan coğrafya özel olarak önem taşıyordu. Burjuva devrimci hareketler olarak Jön Türkler hareketi ve İttihat Terakki partisi Anadolulu olmaktan ziyade Balkan köklere sahip olmuştur. Balkan savaşlarıyla bölgenin “kaybedilmesinden” önce burjuva devriminin en güçlü olduğu merkez Selanik'ti.

Bununla tutarlı biçimde Selanik Osmanlı işçi sınıfı hareketinin de bir dönem merkezi olmuştur. Örneğin 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanıyla zafere ulaşan burjuva devrimine yaygın bir grev dalgası eşlik eder. 1908 grevlerinin en yoğun görüldüğü yer Selanik bölgesidir ve bu kentte 1909'da Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu kurulacaktır. Ülke çapında bir örgütlenmeye ulaşılamasa da Selanik işçi sınıfının mücadelesi, diğer yörelere esin kaynağı oluşturmuştur.  

1912-1913 Balkan savaşının ardından Osmanlı devleti bu en gelişkin coğrafyasını yitirdi. On yıl süren Balkan Savaşı – Birinci Dünya Savaşı – Kurtuluş Savaşı sürecinin sonunda Türkiye Doğu Trakya istisna olmak kaydıyla Avrupa topraklarını yitirirken, çok uluslu Osmanlı toplumundan Türk ulus-devletine geçişte geri dönülmez bir yol alınmış oldu. Müslüman olmayan unsurlar yeni Türkiye’de ya tasfiye olacaklar ya da önemsizleşeceklerdi.

Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişte devlet toprak kaybeder; işçi sınıfı ve sol hareketse en önemli endüstriyel kaynaklarını ve insan gücünü kaybeder. İstanbul, İzmir ve Çukurova’daki sınai yoğunluklara yakından bakıldığında buralardaki toplumsal gelişkinliğin Türk ve Müslüman karakter taşımadığı ayırt edilebilir. İstanbul’da Rum, Çukurova’da Ermeni ve İzmir’de Yahudi unsur baskındır. Bilindiği gibi bu süreçte ve devamında büyük nüfus hareketleri, göçler yaşandı. Türkiye işçi sınıfı da sonuç olarak en gelişkin unsurlarının azaldığı, geri çekildiği bir dönüşüm yaşadı.

En ilginç örneklerden biri, KKE’nin 1931-1956 yıllarında genel sekreterliğini yürüten Nikos Zahariadis, Edirne doğumlu bir Osmanlı tebaasıdır ve ilk komünist örgütlenmelere İstanbul’da adım atmıştır. Ancak Zahariadis 1923 nüfus mübadelesiyle Türkiye’den çıkmak zorunda kalır. Birçok Balkan sosyalist ve komünisti Türkiye kökenlidir.  

Avrupa’daki örneklerde komünist hareket sosyal-demokrasinin içinden onu aşarak ortaya çıktı. Türkiye’de ise komünist hareketin böyle bir öncülü yoktur. Komünizm bizde ülkenin ve toplumun gerek coğrafi gerekse etnik olarak yeniden şekillendiği bir ayrışma sırasında doğmuştur. Komünist hareketle, onu önceleyen işçi hareketi, sendikaların doğuşu, sosyalist/sosyal-demokrat oluşumlar arasındaki ilişki, komünist hareketin öncüllerini aşması biçiminde olmamış, ikisi arasında kopukluk yaşanmıştır. 

Bu özgün durumun neden olduğu sorunlar kuşkusuz vardır. Ancak avantajları da olmuştur. Türkiye komünizmi daha doğumunda burjuva milliyetçiliğiyle hesaplaşmak zorundaydı. 1902 doğumlu Nâzım siyasal kimliğini bu ortamda kazanmış ve bütün yaşamı boyunca enternasyonalizmi temsil etmekten ve eserlerinde yeniden üretmekten geri durmamıştır.

Komünist hareketin ilk hesaplaşması: milliyetçilikten yurtseverliğe

Emperyalizm bir ülke ve toplum olarak Türkiye’nin varlığını reddetmekte, sömürgeleşmeyi dayatmaktaydı. Komünizm ise bunun karşıtıydı. Bir tarafta emperyalizm, diğer tarafta sosyalist Rusya. Komünizm Türkiye’ye Bolşevik yüzüyle girdi ve bir ulusal ve toplumsal kurtuluş seçeneği olarak çok etkili bir başlangıç yaptı. Eski sol, bölünen ve dağılan Osmanlı’da kaldı. Türkiye komünizmi Komintern’in Doğu Halkları Kongresinin parçasıdır. Zaten TKP de 10 Eylül 1920’de bu kongrenin hemen ardından kuruluş kongresini toplayacaktır. Doğu Halkları Kongresinin Anadolulu delegelerinin bir bölümü TKP kurucusudur.

Bu başlangıç noktasına, çoğu birinci kuşak komünist gibi Nâzım Hikmet de milliyetçilikten çıkıp varmıştır. İlk gençlik şiirleri, daha doğrusu ilk şiir denemelerinde bu ideolojik sorun görülebilir. Ancak bu evre çok kısa sürdü. Burjuva milliyetçiliğin İttihat Terakki ve Kemalistler tarafından temsil edildiği bir konjonktürde komünistler yurtsever ve enternasyonalist bir kimlik geliştirdiler. Sovyet Rusya’yla komşu coğrafyada yer almak, ilk kuşak komünistlerin Rus devrimiyle doğrudan ilişki kurabilmeleri gibi faktörler önemli bir avantaja dönüşmüştür. 

Nâzım da on dokuz yaşında önce Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesine katılmaya karar vererek emperyalist işgal altındaki İstanbul’dan milliyetçi duygularla ayrılır. Komünist fikirlerle tanışarak Rusya’ya geçer, komünist olur, parti okuluna devam eder, Otobiyografi şiirinde söylediği gibi 1924’te Lenin’in mezarının başında nöbet tutar. Entelektüel bir aileden gelmektedir. Kısa süre içinde partinin yayın organında görev verilir. Birkaç yıl sonra ülkeye dönen kişi artık komünist partinin bir militanıdır. 

TKP’nin kurucu başkanı Mustafa Suphi milliyetçi bir aydın olarak girdiği hapisten kaçtıktan sonra Rusya’ya gitmiş ve Bolşevik devrime katılarak Marksist olmuştu. TKP’nin ilk lider kadrosu içinde birkaç yıl öncesine kadar milliyetçi olan subaylar vardı. TKP kurulduğunda Çarlık tarafından savaş esiri olarak Rusya’ya götürüldükten sonra Devrimle serbest kalan Osmanlı askerlerinden bir silahlı birlik, bir kızıl alay kurulabilmişti.

Genel olarak Türkiye’de komünizm ulusal kurtuluşçuluğun içinden proleter, yurtsever kanat olarak çıkmış ve şekillenmiştir. 1920’de Parti Azerbaycan’da Bakü’de kurulduğunda politik stratejisi ulusal kurtuluşu toplumsal kurtuluşa dönüştürmek, bağımsızlığı sosyalizme ilerletmek biçiminde özetlenebilir.

Bu geçmiş Nâzım’a karşı ilk çarpıtmaya da vesile oldu. Nâzım komünist olmaktan çok milliyetçi olarak gösterilmek, bu anlamda “aklanmak” istendi. 

Nâzım’ın enternasyonalizmi sanatına içkindir. Ülkesine yurtseverce sahip çıkarken “her millet gibi büyük Türk milleti” (23 sentlik askere dair şiirinden) diye kaydını düşmeyi hiç ihmal etmez. Bu kayıt burjuva milliyetçiliğiyle enternasyonalist yurtseverlik arasındaki çizgiyi aydınlattığı için çok önem taşıyor. Söz konusu şiir Türkiye’nin ABD tarafından bir savaş gücü olarak görülmesini konu alan anti-emperyalist bir şiirdir. Türkiye’nin övülmesine sıra geldiğinde Hikmet tek başına Türkiye’yi övmekten geri durmakta, bir ulusu diğerlerine göre ayrıcalıklı sayma yanlışına düşmemektedir.

Enternasyonalist kimliğinin en açık seçik görünür hale geldiği örnekler arasında Yunanistan’la ilgili şiirleri özel bir değere sahiptir. Türk burjuva milliyetçiliğinde Yunanistan bir düşman figürü olmuştur hep…

Yarısı burdaysa kalbimin
yarısı Çin’dedir, doktor.
Sarınehre doğru akan
ordunun içindedir.
Sonra, her şafak vakti, doktor,
her şafak vakti kalbim
Yunanistan’da kurşuna diziliyor.

(Angina Pektoris)

Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Yunan zindanlarında,
babaları kurşuna dizilmiş.
Bu dünyada ilk görülecek şey diye
demir parmaklığı gördüler.    

(Doğum)

Enternasyonalizm ve yurtseverliğin bütünleştirilmesi Nâzım Hikmet’in kişisel özelliği değil, ilk kuşak Türkiye komünistlerinin kolektif kazanımıdır. Nâzım bu kuşağın parçası ve en önemli toplumsal seslerinden biri olduğu için değerlidir.

Hikmet’in enternasyonalist pozisyonunun çok sağlam bir zemine kurulduğunu eklemeliyiz: Sınıf karakteri, her ülkeden, kıtadan işçilerin ortak çıkarlara sahip olduğu gerçeği:

Asya, Afrika yazarlarına…

Kardeşlerim
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım
ağaçlar kendi dibine gölge vermez benim orda
sizin ordakiler gibi tıpkı
benim orda arslanın ağzındadır ekmek
ejderler yatar başında çeşmelerin ve ölünür benim orda ellisine basılmadan
sizin ordaki gibi tıpkı
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım
okuyup yazma bilmez yüzde sekseni benimkilerin
şiirler gezer ağızdan ağıza türküleşerek
şiirler bayraklaşabilir benim orda
sizin ordaki gibi
kardeşlerim
Sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz
toprağı sürebilmeli
pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli
dizlerine kadar
bütün soruları sorabilmeli
bütün ışıkları derebilmeli
yol başlarında durabilmeli
kilometre taşları gibi şiirlerimiz
yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli
cengelde tamtamlara vurabilmeli
ve yeryüzünde tek esir yurt tek esir insan
gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar
malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli
büyük hürriyete şiirlerimiz

“Parti muhalifi” Nâzım 

Hikmet partinin içinde muhalefete düştüğü, bir hizip kongresinin parçası olduğu ve parti üyeliğinin tartışmalı hale geldiği bir dönem geçirmiştir. Hakkında ihraç kararı alınmış olmakla birlikte bu kararın şairin hapiste olduğu dönem içinde kaldırıldığı anlaşılmaktadır.

Türk burjuva devrimi 1921’de kurucu komünist liderliği katletmekle kalmamış, 1925’de Kürt aşiret isyanlarını bahane ederek sol muhalefeti de baskı altına almıştır. Bunu 1927’den itibaren TKP’ye dönük neredeyse aralıksız operasyonlar ve davalar izler. 

Bu baskı altında parti çok zorlanmış, lider kadrosundan bazıları ihanet ederek Kemalist harekete iltihak etmiş, parti kadro yitirmiş, toplumsal etkisi gerilemiş, yer yer atalete sürüklenmiştir. Parti lideri Şefik Hüsnü 1920’lerin sonlarında yurtdışına çıkarak Komintern merkezinde görev almıştı. Partinin yurtiçindeki örgütlenmesi dağınık ve zayıftı. 1927 tutuklamaları sırasında yurt içindeki örgütün bir numaralı ismi Vedat Nedim Tör ihanet ederek Kemalistlere katıldı…

Nâzım’ın da dâhil olduğu bir dizi parti kadrosu bir toparlanmanın koşullarını zorluyorlardı. 1929’da parti içi muhalefet gizli bir hizip kongresi topladı. Nâzım bu kongrede genel sekreter seçildi. Kongre Komintern’e TKP olarak tanınmak isteğiyle başvurdu. Bu istek reddedildi ve muhalefet grubu Şefik Hüsnü liderliği tarafından dağıtıldı. 

On yıllar sonra bu yaşanan iç mücadeleye daha soğukkanlı bakılması gerekir. Dönemin bilinen koşullarında, işçi sınıfı partisinin disiplinini çiğneyen bu tür girişimlerin tasfiyeci bir eğilimi mi yansıttığı, yoksa fiilen yarı tasfiye olmuş bir partiyi canlandırma arayışı anlamına mı geldiği tartışmalıdır. Yine o dönemin koşullarında parti merkezinin muhalefeti troçkizmle suçlamış olmasının gerçekliğin bire bir yansısı olmadığı tahmin edilebilir.

Nâzım Hikmet de partiden atılmak istenmiş, ancak yaşam öyküsünü anlattığı bir şiirinde dile getirdiği gibi bu tam olarak gerçekleşmemiştir: 

“Partimden koparmağa yeltendiler beni, sökmedi” (otobiyografi)

Muhalefet grubunun ciddi kadroları daha sonraki dönemlerde partide görev ve sorumluluk almaya devam etmişlerdir. 

Parti içi muhalefet konusu TKP tarihinin zorlu, sıkıntılı, bir dizi kesinti barındıran serüveninin bir parçasıdır. Nâzım Hikmet bu serüvene içkin belirsizlikler bir yana partili bir komünist olarak yaşamıştır.

Mahpus Nâzım

Nâzım Hikmet Cumhuriyet Türkiye’sinin çok önemli, tanınmış bir aydınıydı. Bu niteliklere sahip olup da 12 yıldan fazla süre hapis yatan başka bir örnek yoktur. 

Nâzım’da aydın benmerkezciliğinin komünist kimliğinin önüne bir milim bile geçmediğinin başlıca kanıtı budur. Siyasi mücadelede toplumsal planda etkisizlik ve rejimin tehditleri karşısında yolunu değiştiren aydın unsuruna çok rastlanmıştır. Hapis Nâzım çapında biri için bir tür “tercih”dir. Siyasi kimliğini geri çektiği takdirde özgürlüğünü satın almış olacağı açıktı. Nâzım komünistlikte ısrar etmiş ve kendine uzun süreli bir hapis yaşamı kurmayı seçmiştir. 

Ama para kazanmak için başka bir imzayla (Orhan Selim) burjuva gazetelerine yazması da karalama konusu edilebilmiştir. Bu eleştirilere karşı Orhan Selim isimli şiirinde şöyle der, müstear adına hitaben: 

“Yalnız unutma bir şeyi!..
Yorulur da ayağın kayarsa eğer
Seni herkesten önce ben taşlarım!
Fakat bugün
Sende beni sattığını gösteren
Bir tek satır bulanın
Alnını karışlarım!….”

Daha yukarıdaki şiirinde (Asya, Afrikalı Şairlere…) sanatla siyaset arasında kurduğu ilişki de çok nettir. Şiir toplumsal mücadelenin hizmetindedir buna göre. Bu yaklaşımın her tür aydın benmerkezciliğinin aşılmasıyla bütünleştiğini unutmayalım.

Hapis sonrası komünistliğe devam etmedi mi?

Nâzım’ın komünist kimliğini bir gençlik heyecanı olarak gösterme çabaları ve olgunluk yıllarında yani 1950’de özgürlüğüne kavuştuktan sonra komünizmden, partiden uzak durduğu veya adım adım uzaklaştığı imaları yaygındır. 

Oysa Nâzım 1950’lerde TKP’nin en önemli propaganda aracı olan radyo yayıncılığında sorumluluk almıştır. Parti Nâzım’ın sesinden Türkiye emekçilerine sesleniyordu. 1950’lerde yine polisiye operasyonlar ve tutuklamalarla dağılan TKP’de olağan organların düzenli çalıştığı söylenemez. Yurtiçindeki parti üyeleri merkezi bir organizasyon içinde değillerdi. 1962’de Leipzig’de toplanan Yurtdışı Konferansı o dönemin en yüksek düzeyli toplantısıdır. Nâzım Hikmet ölümünden bir yıl önce bu konferansın delegeleri arasındadır ve fiilen en üst parti organı olan Dış Büro üyesidir.  Bir Merkez Komitesi’nin yeniden oluşturulması yolunda girişimler başladığında Nâzım Hikmet’in bu organın da içinde bulunması tasarlanmıştı.

Nâzım yaşamının bu son döneminde barış hareketinde görev almış, Dünya Barış Konseyi’nde (DBK) çalışmıştır. Aynı zamanda ciddi bir aydın örgütlenmesi niteliği taşıyan DBK’nin, Soğuk Savaş ortamında uluslararası komünist hareketin son derece önemli bir mevzisini oluşturduğu açıktır. 

Bu sorumlulukları almış olmasıyla üyesi, parçası olduğu komünist hareketi eleştirmesi arasında da uyumsuzluk arayanlar olmuştur. Nâzım’ın Stalin dönemi uygulamalarına dönük eleştirileri olmuştur, ancak benzeri eleştirilerin SBKP’nin 20. Kongresi sonrasındaki atmosferde çok yaygın olduğu unutulmamalıdır. Nâzım’ın anti-stalinizmde öncülük yapması gibi bir durumsa söz konusu değildir.

Türkiye’yi terk edip Sovyetler’e gittikten sonra İlya Ehrenburg’a şöyle söylediği aktarılır: “Stalin yoldaşa büyük saygım var, ama onu güneşe benzeten şiirler okumaya dayanamıyorum, bu yalnız kötü şiir değil, kötü duyarlık.” 

Bu makul eleştirelliğin ötesine geçen bir politik pozisyonu 1956’da geliştirmiştir. 20. Kongreyi olumlar:

Yirminci Kongre'ye geldi Lenin, 
gülüyordu mavi, badem gözleri. 
Açılıştan önce girdi içeri. 
Kürsünün dibindeki basamağa 
oturdu ve başladı not almağa. 
Farkında bile değil heykelinin. 
Lenin'le aynı dam altında olmak, 
duymak elimizde, ferahlıyarak, 
akıllı elinin insanlığını. 
Yirminci Kongre'ye geldi Lenin. 
Sovyetler Birliği'nin üzerinde 
ak bulutlar gibiydi tanyerinde 
bereketli umutların yığını. 

İçinde bulunduğu “dönemin ruhu”yla uyumlu olan bu Stalin eleştirisini sistematik hale getirmemiştir.  

Daha sonraları da Nâzım Sovyet pratiklerine yönelik eleştirilerde bulunmuştur. Ancak bu eleştirilerinin anti-sovyetizme vardığı iddia edilemez. Nâzım aynı zamanda Anayurt Savaşının da şairidir. Tanya şiirini savaşta öldürülen bir Sovyet kadın partizan için Bursa cezaevinde yazmıştır.

Yaşamının son döneminde komünizmden koptuğu ve bir “aşk şairine” dönüştüğü yolunda bir imaj yaratılmak istenmiştir. Bu kampanya Türkiye’de 1990’larda çok abartılı biçimde yürütülmüş, Nâzım’ın örgütlü bir komünist olarak kimliği örtülmek istenmiş, haksızlığa uğrayan hümanist bir şair olarak resmedilmek istenmiştir.  

Oysa şairin kendi yanıtı ortada durmaktadır: Sevdalınız komünisttir. 

(Aydemir Güler / SOL-Gelenek)




KISA KISA GÜNDEM (17 OCAK 2022)



1- Pamukkale Üniversitesi Hastanesi'nde skandal olay! İki doktor rehin alındı: Buradan sağ çıkamazsınız(Yeniçağ)

Denizli'de Pamukkale Üniversitesi Hastanesi'nde hasta yakınlarının kartını kullanarak çocuk pediatri servisine çıkan ve sağlık çalışanlarına parfüm satmak isteyen Uğur Çalışkan (35), servisi terk etmesini isteyen 2 asistan doktoru kapıyı kilitleyerek rehin aldı.





2- Ekrem İmamoğlu'ndan Cumhurbaşkanı Erdoğan'a metro tepkisi(Yeniçağ)


Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İstanbul'a alınacak yeni metrobüs alımına ve yapılacak olan yeni metronun finansına onay vermemesine İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu sosyal medyadan tepki gösterdi.




3- Diyanet’e göre sosyal medya ahlaksızlıkmış! (ALİ EKBER ERTÜRK-SÖZCÜ)

Diyanet’ten sosyal medya kullanımına ilişkin zehir zemberek değerlendirmeler geldi Yazıda, sanal alemin gençleri müstehcenliğe, ahlaksızlığa sürüklediği öne sürüldü. 

Diyanet'e ait Aile Dergisi'nde İlahiyatçı Prof. Dr. Adnan Bülent Baloğlu ilginç bir makale kaleme aldı. “Bu şeffaf kötülük, yalnızca değerlerimize musallat olmakla kalmıyor, aynı zamanda cemaat, cemiyet gibi toplumsal birlikteliğimizin köklü simge kavramlarını çaktırmadan ‘ağ' kavramı ile değiş tokuş ediyor” Facebook nefret tohumları ekiyor. Bütün sosyal medya biçimleri içinde en tehlikeli olan ise Instagram ve hedefinde çocuklar var. İlgi alanını sosyal kıyaslamalar, bedenler ve insanların hayat tarzları üzerine kurgulamış durumda. – Genç kızların yüzde 32'si kendi bedenlerinden nefret ediyor ve kendilerini kötü hissediyorlar. – Bu sosyal medya yüzünden gençler, kaygı bozukluğu yaşıyor ve depresyona giriyorlar.

4- TTB: Virüsün uçakta bulaşıp tren ve otobüste bulaşmama gibi bir özelliği yoktur(SOL)

Türk Tabipleri Birliği (TTB), uçak seyahatlerinde PCR testi zorunluluğunun geri getirilmesi için, "SARS-CoV-2 virüsünün uçakta bulaşıp tren ve otobüste bulaşmama gibi bir özelliği yoktur. Toplumu hastalığa mahkum edenleri bir kez daha istifaya çağırıyoruz" açıklaması yaptı.

TTB, Koronavirüs Bilim Kurulu kararlarının ve dün PCR testi zorunluluğunun kaldırılmasının ardından sorumluları istifaya davet etmişti. Bugün, İçişleri Bakanlığı gönderdiği yeni genelgeyle sadece uçak seyahatlerinde PCR testini tekrar zorunlu hale getirdi.

Bu durumu eleştiren TTB'nin sosyal medya hesabından yaptığı açıklama şöyle:

"Salgın anlık değişen kararlarla değil, bilimsel verilerle yönetilmeli. SARS-CoV-2 virüsünün uçakta bulaşıp tren ve otobüste bulaşmama gibi bir özelliği yoktur. Alınan kararlar her zamanki gibi bilim dışıdır. Toplumu hastalığa mahkum edenleri bir kez daha istifaya çağırıyoruz." (SOL)

5- Eski Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Prof. Dr. Bozkurt Kuruç yaşamını yitirdi (SOL)

Eski Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Prof. Dr. Bozkurt Kuruç, 86 yaşında hayatını kaybetti.

Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Mustafa Kurt, Prof. Bozkurt Kuruç'un vefatı dolayısıyla Twitter’dan mesaj yayımladı.

Kurt, mesajında şu ifadeleri kullandı:

“Devlet sanatçısı, Edebi Kurul Başkanı, sanat yönetim kurulu üyemiz, çok değerli büyüğümüz, hocamız, eski Genel Müdürümüz, yeri doldurulamaz tiyatro sanatçısı Bozkurt Kuruç'un vefat haberini almanın derin üzüntüsü içindeyim. Yönettiği sayısız oyunla hafızalarımızda yer etmiş, rol aldığı oyunlarla akıllarımıza kazınmış, yetiştirdiği sanatçılar ile Türk tiyatrosunun gelişmesine katkı sunmuş çok kıymetli Bozkurt Kuruç hocama Allah'tan rahmet, ailesine, sevenlerine ve sanat dünyamıza başsağlığı diliyorum.”

6-İBB’den Rıdvan Dilmen’e sert yanıt(CUMHURİYET)


İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sözcüsü Murat Ongun, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun Fenerbahçe'ye ilişkin yaptığı konuşmayı eleştiren spor yorumcusu Rıdvan Dilmen'e yanıt verdi. Ongun, "Rıdvan Dilmen dün futbolun şeytanıydı bugün siyasetin şeytanı" dedi. 
Dilmen, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun Trabzonspor’da yönetici olduğu dönemde TFF. Spor Toto Süper Lig'de 2010-2011 sezonunun şampiyonu Fenerbahçe'ye ilişkin yaptığı konuşmayı gündeme getirerek, siyasetçilerin futbola karışmaması gerektiğini söyledi.Dilmen, açıklamasında "Ekrem İmamoğlu STV'de spor yorumcusuyken 'Fenerbahçe şike yapmıştır' dedi" ifadelerini kullandı.

7- Borsa İstanbul, 66 borsa arasında en fazla değer kaybeden oldu(Ali Canpolat-Cumhuriyet)

Yatırımcıların yakından izlediği sermaye endekslerinden Morgan Stanley’in Küresel Getiriler Raporu’ndaki karşılaştırmada Borsa İstanbul, yüzde 27.83’lük değer kaybı ile Pakistan, Peru, Kolombiya, Tayland, Brezilya’nın ardından en son sırada yer aldı   
(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/borsa-istanbul-66-borsa-arasinda-en-fazla-deger-kaybeden-oldu-1900571) 

8- 3 büyük kentte hastane randevusu yok!(Mustafa Bildircin-BİRGÜN)

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Gamze Akkuş İlgezdi’nin araştırması, yurttaşların hastanelerden randevu alamadığını bir kez daha gözler önüne serdi. İlgezdi, “Geçen haftadan bugüne her gün İstanbul, Ankara ve İzmir’deki tüm branşlardan kendi adıma Merkezi Hekim Randevu Sistemi (MHRS) randevu almaya çalışıyorum. Göz, kulak-burun-boğaz (KBB) randevusu bulmanın imkânı yok. Dahiliye, psikiyatri randevuları için 14 gün bekleyip yüzlerce kilometre gitmeniz lazım. Böyle sağlık sistemi olmaz” dedi. İlgezdi, araştırmasından şu örnekleri de paylaştı:

♦ İstanbul’da psikiyatri için 14 gün sonraya sadece Seyrantepe Hamidiye Etfal Ek Hizmet Binası’nda yer bulabiliyorsunuz. Tuzla’daysanız 50 km ve 2 saatlik bir yolu göze almanız lazım. Geçen hafta ise Anadolu yakasındaysanız 14 gün sonra sadece Göztepe’de, Avrupa yakasındaysanız 10 gün sonra sadece 3 ilçede randevu bulabiliyordunuz.
♦ Ankara’da 15 Ocak’ta 17- 28 Ocak haftası randevularında merkezde hiç kardiyoloji randevusu bulamıyorsunuz. Geçen hafta da bulunamıyordu. Kardiyoloğa gitmek zorunda olan yurttaş 14 gün sonra Çubuk, Polatlı, Kızılcahamam, Nallıhan, Beypazarı’na gitmek zorunda.
♦ Ankara’da merkezde randevu yok. Geçen hafta 14 gün sonra merkezde göz, KBB, psikiyatri ve dahiliye randevusu bulunabiliyorken, bu hafta 4 branşın da randevuları gelecek 15 gün için tamamen dolu. Randevu bulunamıyor.
♦ İzmir’de durum Ankara’dan farksız. Geçen hafta psikiyatri, KBB, dahiliye, diş ve göz hastalıklarına anca 2 hafta sonraya randevu alabiliyorken, bu hafta 5 branşın da randevuları gelecek 15 gün için tamamen dolu.

9- Yol yaparak yolunu buldu(İsmail Arı-BİRGÜN)

Karayolları Genel Müdürlüğü, eski AKP Trabzon İl Başkan Yardımcısı İsmail Keleş’in şirketine 104 milyon TL’lik ihale verdi. AKP’li Keleş’in şirketi Marmaris Okluk Koyu’na inşa edilen yazlık sarayın da yollarını yapmıştı.

Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’na bağlı Karayolları Genel Müdürlüğü yandaş inşaat şirketlerine milyonlarca liralık ihaleler dağıtmaya devam ediyor.

Kamu İhale Bülteni’nde yer alan bilgilere göre, Karayolları Genel Müdürlüğü, 9 Aralık 2021 tarihinde “Fatsa Organize Sanayi Bağlantı Köprüsü ve Fatsa-Çatalpınar İl Yolu Heyelan Islahı, Toprak Tesviye, Sanat Yapıları, Köprü ve Üstyapı İşlerinin Yapılması İşi” adı altında bir ihale düzenledi. İhalenin tam 104 milyon 477 milyon TL’ye Sarıosmanoğlu İnşaat Şirketi’ne verildiği açıklandı. Karayolları ile şirket arasında 5 aylık bir sözleşme imzalandı.

10- Askeri alanları talan ve rant için taşımışlar(İsmail Arı-BİRGÜN)

‘15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından kentin dışına taşınan ve Erdoğan’ın “yeşil alan olacak” dediği İstanbul'daki askeri araziler parsel parsel yapılaşmaya açıldı. Askeri alanlar önce konut ve ticaret alanına dönüştürüldü ardından da arazilere milyarlarca liralık projeler inşa edildi.(https://www.birgun.net/haber/askeri-alanlari-talan-ve-rant-icin-tasimislar-373434)

Fethullah’ı öldürdüler cenazesinde ağladılar! - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Ölüm sonsuz eşitlik mi? Omuzlar üzerinde aynı akıbete uğurlanıyorsun. Yaşamın bütün zikzakları toprak altında kayboluyor.  

Masaya oturduğumda Aykut Edibali’yi yazacaktım. Derken bir başka ölüm haberi geldi. “Hekimoğlu İsmail” takma adıyla bilinen Ömer Okçu vefat etmişti. Merakla bekledim. Hükümet medyası “acı haber”  olarak verdi. Meclis Başkanı Mustafa Şentop, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, AKP Grup Başkanvekili  Bülent Turan, AKP İstanbul İl Başkanı  Osman Nuri Kabaktepe, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı Kütüphanesi,  Melih Gökçek taziye mesajlarında birbirini izledi. “Ağabey” diyor, “yıllardır düşünce dünyalarını etkilediğinden bahsediyorlardı”.

Merakla kafamı öbür tarafa çevirdim. Pensilvanya da taziye mesajı yayımladı. Gülen, Hekimoğlu için “berrak bir su gibiydi” diyor, “askerlik mesleğinin kazandırdığı hususiyetleri hizmet hayatına tatbik ederdi” diyerek devam ediyordu. Gülen’i öteki FETÖ’cüler takip etti. 

FETÖ’cüler ile AKP-devletin zirvesi aynı acıda buluşmuştu.

Elbette yersiz değil...

Hekimoğlu İsmail, 15 Temmuz’a kadar Fethullah Gülen’e sadık bir isimdi. Derken darbe girişimi yaşandı. Safını Erdoğan’dan yana seçmiş göründü. Bu “çift dinli yaşam”, ölümünün ardındaki karmaşanın da kaynağıydı.

NURCU BİR ASKER

1932 doğumluydu. Askeri okula girişini şöyle anlatmıştı:

“Babam kasaptı ama kasap olmamı istemedi. Kısa yoldan para kazandıracak bir şey düşünmem gerekiyordu. Yırtık bir gazete küpüründe ‘Tank okuluna öğrenci alınacak’ yazıyordu. Ben de dilekçe verdim.”

Sanmayın ki ordudan KHK ile atıldı. 22 sene askerlik yapıp emekli oldu.

Üstelik...

Genç yaşında bir asker olarak Said Nursi’nin sıkı müridi olmuştu:

“Ben Bediüzzaman’a bağlı olduğum için onun söylediğine aykırı bir şey yapmadım. Kahvelere gitmezdim. Hatta arkadaşlar çağırıp kahvede bir çay içirseler arkasından tövbe istiğfar ederdim.”

Bakıyorum, AKP-FETÖ’cüler, İslamcı “Minyeli Abdullah” romanı yüzünden neler çektiğinden söz ediyor. Hekimoğlu, kendisi yanıt versin:

“Askeri mahkemelere de verildim. O zaman ‘Minyeli Abdullah’ı ben yazmadım’ dedim. Onlar da aksini ispat edemediler. Mahkûm olmadım.”

Askerken Nursi’yi ziyaret edebilmesinin, İslamcı roman yazıp görevine devam edebilmesinin, Nur Risalelerini üniformasıyla dağıtabilmesinin sırrı Soğuk Savaş’ın kavgalarındaydı. Nurcular ve tabii Hekimoğlu, safını ABD-NATO ittifakından yana seçmişti. Hekimoğlu, 1960’da Hava Kuvvetleri’ne geçmiş, ondan fazla kez ABD’ye giderek orada eğitim almıştı. Füzeciydi ve elbette füzelerin yönü Sovyetler’e doğruydu. 

Hekimoğlu, İslamı bile orduda öğrendiğini de eklemişti:

“Askerlik çok iyi bir meslek. Ben kültürümü orada artırdım, orada tahsil yaptım. Orada dinimi, imanımı öğrendim. Dünyaya tekrar gelsem, herhalde yine asker olurdum.”

ABD’YE RİSALE TAŞIDI

Kendisini “Risale-i Nur dağıtıcısı” olarak tanıtan Hekimoğlu, ABD’ye risaleleri taşıyan isimdi:

“Amerika’ya gittim. Ondan sonra üstadı hiç göremedim. Şöyle dediğini hatırlıyorum: ‘Amerika ve Almanya’dan Risale-i Nurlar isteniyor oraya giden kardeşlerimiz Risale-i Nurları götürsün.’ (…) Amerika’ya da Risale-i Nurları götürmüştüm.”

FETÖ’nün dinler arası diyaloğunun habercisi gibi...

ABD’de vaktinin çoğunu üye olduğu kilisede geçiriyordu:

“Arkadaşlarım beni şaşkınlıkla takip ediyorlar, ‘Ya, Türkiye’de dindardın şimdi de Hıristiyanlığa merak sardın ne oluyor sana’ diye soruyorlar. Ben de ‘Kültürümü artırıyorum’ diye cevap veriyorum.”

Tek cezası Zaman’dan

Peki Nurculuk?

Said Nursi’nin talebesiydi. Ardından Nurcu Zübeyir Gündüzalp’in öncülüğünde, 1967’de çıkan İttihad’da yazmaya başladı. 1969-1974 arasında Nurculuğun o dönemki en büyük yayını Yeni Asya’daydı. Üstelik hâlâ askerdi. Nurcu Kırkıncı Hoca’nın (Mehmet Kırkıncı) sohbetlerini, Erzurum’da görev yaptığı 1956’dan beri takip ediyordu. Kırkıncı Hoca, Fethullah Gülen’i Nurculuk halkasına ilk sokan isimdi. Hekimoğlu, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren yolunu Fethullah Gülen’le birleştirdi. Zaman gazetesi FETÖ tarafından ele geçirildikten sonra, 1988 yılında orada yazmaya başladı. Gazetede en uzun süre görev yapan isimlerden oldu.

Hani “Neler çekti” deniyor ya...Ceza aldığı tek dosya, Zaman’da yazdığı yazıdandı. TSK, o dönemde irticayı da hedefe koymuştu. Hekimoğlu, imam hatiplileri Harbiye’ye almayan TSK’yi sert dille eleştiriyordu. Bu yazıdan sadece 72 gün hapis yattı. Bugün Zaman okumanın örgüt delili sayıldığı hatırlanırsa “Ucuz kurtulmuş” bile denebilir.

FETHULLAH’IN TALEBESİYDİ

2002 yılında sol yanı felç geçirmişti. Onu da politikleştirmişti: “Sol tarafım felçli. Zaten bu soldan hiç hayır görmedim.”

Hekimoğlu’nun konuşmalarını açıyorum. Hayatını şöyle tanımlıyor:

“Şükrolsun ki Allah beni Fethullah Gülen Hocama talebe etti. Bilmiyorum o kabul eder mi etmez mi? Ben kendimi onun talebesi biliyorum.”

Hekimoğlu, yaşlı ve hasta haliyle bile Pensilvanya’nın ziyaretçileri arasındaydı. 

17-25 Aralık’tan sonra AKP-FETÖ cephesi çatlayınca Hekimoğlu tavrını sürdürdü:

“Hizmet, İslamiyeti yaşamak ve yaşatmaktır. Hocam bu hususta örnektir. Nasıl ki altının bakırdan ayrılması için ateşe atıp eritirler, aynı şekilde Allah Müslümanlara da ateş verir, kimin bakır, kimin altın olduğu böylece anlaşılır.”

ERDOĞAN’A MEKTUP

Gelgelelim...

Savaş şiddetlendi. Hekimoğlu’nun Gülen’in oluruyla kurduğu bir yayınevi (Timaş) vardı. Graham Fuller başta olmak üzere pek çok Fethullah destekçisinin kitapları da buradan çıkmıştı. Hekimoğlu safını bir daha seçti. 15 Temmuz’un ardından “Ben artık Fethullahçı değilim” der gibi Erdoğan’a bir mektup yazdı. “Müslüman Darbeci Olamaz” kitabıyla da sanki günah çıkardı. 


Haliyle ölümünden sonra iki taraf da “bizden” mesajları yayımladı. Öyle ya, Gülen’in “Ülkeme dönebilseydim iki insanın ziyaretini çok arzu ediyordum” dediği ikiden biriydi. FETÖ’cüler tekerlekli sandalyeye mahkûm, yaşlı Hekimoğlu’nun tavrını anladıklarını söylüyordu. AKP’liler ise geçmişi unutmayı seçiyordu. Hekimoğlu İsmail’in sıkça hedef aldığı 28 Şubat kumpas davasının emekli askerleri ise bu gayri meşru evliliğin kurbanı gibi, 80’li yaşlarında hapiste kalmaya devam ediyordu. 

Taziyeye bakınca dudaklarımdan döküldü: Fethullah’ı öldürdüler, Fethullahçıların cenazesinde ağladılar.

Ölüm... Yaşayanların hiç anlamadığı kayıtsızlık. Topraktan fışkıran çiçek, bedeni kemiren böcek konuşsa insanın riyakârlığını insana anlatacak.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET


Kamu bankalarının kredilerini pandemi fırsatçıları yağmaladı-Murat Ağırel / YENİÇAĞ

 

Salgın döneminde hatırlarsanız 3 kamu bankası, ilave istihdam sağlama potansiyeli olan firmalara uzun vadeli işletme kredisi kullandırılmasına yönelik dört yeni ürünü hayata geçirdi.

Hazırlanan paketlerin içeriğinden birisi İstihdam Odaklı Destek paketi yani İSTOD idi.

Ziraat Bankası A.Ş., Halkbank ve Vakıflar Bankası tarafından 31 Ekim 2019 tarihinde ilave istihdam sağlama potansiyeli olan firmalara uzun vadeli ve düşük maliyetli işletme kredisi kullandırılmasına yönelik yeni imkânlar hayata geçirildi.

Buna göre firmalara 2 yıla varan anapara ödemesiz dönemli, 5 yıla kadar vadeli, uygun koşullarda, düşük maliyetli ve uzun vadeli işletme kredisi kullandırılmasına yönelik krediler verilecekti.

Bu krediler imalat sektörü, hizmet sektörü, devam eden konut projeleri ve yurt dışı müteahhitlik sektörü kapsamı içerisinde kullandırılmıştı. Bunun alt şartları da var, en az 10 çalışanı olan ve 3 ay içinde en az 5 kişi ilave istihdam artışını ve istihdam artışının kredi vadesi boyunca korunmasını taahhüt eden müşterilere bu paralar verilmiş.

Ancak gelin görün ki amaçlanan olmamış.

Sayıştay'ın bu bankalara yönelik inceleme raporlarını okudum. İnanılmaz şeyler var. Yapılan işlemler karşısında iktidar üyelerinin bir bölümünün bile haberinin olmadığını düşünüyorum.

Anlatayım...

Birincisi bu paketin ana odak noktası ilave istihdamın sağlanması olarak öngörülmüş. Çalışan sayısı artsın işsizlik azalsın istenmiş.

Sadece Vakıfbank üzerinden düşük faiz, ödemesiz dönem vb. avantajlar sağlayan kredi paketi yürürlükte olduğu süre içerisinde 6 bin müşteriye toplam 13 milyar 222 milyon 599 bin Türk Lirası kredi kullandırılmış.

Sayıştay da denetim için ilave istihdam sözü karşılığı verilen 1 milyon TL ve üzeri kredilere ilişkin inceleme yapmış.

1 milyon TL ve üzeri kullandırılan 2 bin 433 kredi karşılığında toplam 4.8 milyar TL kredi kullandırılmış. Firmalar bu kredi karşılığında yaklaşık 40 bin çalışanlık ilave istihdam sağlayacaklarını ve kredi vadesi boyunca ulaşılan yeni istihdam seviyesini koruyacaklarını taahhüt etmişler.

Sonuç sizce ne olmuş?

Tam bir skandal...

Parayı alanlar istihdama harcamadığı gibi çalışanları işten çıkarmış.

Ayrıntısı şöyle...

Yapılan incelemede, verilen taahhüdün sadece yüzde 26,84'ü (10.715 kişi) yerine getirilmiş. Yerine getirilemeyen ilave istihdam sayısı yüzde 73,16 (29.209 kişi) olarak gerçekleşmiş.

Sözleşme gereği eksik istihdam karşılığı 33.2 milyon TL ceza ise uygulanması gerekirken o da uygulanmamış.

Yani işin özü istihdamın artırılması ve işsizliğin azaltılması amacıyla çıkarılan İstihdam Odaklı İşletme Kredisi kapsamında verilen ilave istihdam taahhütleri yüzde 73,16 sapmayla uygulanmış.

Bu sadece Vakıfbank'taki vaziyetti.

Peki, Ziraat Bankası'nda durum nedir?

Bankanın kullandırmış olduğu kredilerin incelenmesinde, istihdam odaklı işletme kredisi finansman paketi kapsamında Ekim 2019-Ekim 2020 döneminde toplam 9 bin 237 adet firmaya 9.5 milyar TL kredi kullandırılmış.

13 milyar TL Vakıfbank+9.5 milyar TL Ziraat Bankası…

Bakın tablodan daha net görelim.

Söz konusu kredilerle ilgili olarak banka yetkilileri ile yapılan görüşmelerde, ilave istihdam sağlanması ve bu ilave istihdamın kredi vadesi boyunca korunmasına ilişkin şartların takip edilmediği de anlaşılmış.

Taahhütlerini yerine getirmeyen/getiremeyen müşterilere yansıtılması öngörülen ilave komisyonların yansıtılmadığı ifade edilmiş.

Bu kapsamda 3 bin 900 müşteriden toplam 60 milyon Türk lirası cezai faiz alacağı doğmuş ancak müşterilerden herhangi bir tahsilat sağlanmamış.

Bitmedi daha…

Bir de "İşe Devam Destek" paketi var. Bu da kamu bankalarındaki İstihdam Odaklı Destek paketinden ayrı bir uygulama olarak açılmış…

Paketin amacı, bir yandan salgının ekonomik etkisinin bertaraf edilmesi diğer yandan işsizlik sayısının artışının da önüne geçmek olduğu açıklanmış. Bu amaçla da 53 bin 414 müşteriye toplam 44.5 milyar TL kredi kullandırılmış.

Toplam ne oldu: 13 milyar TL Vakıfbank+9.5 milyar TL+44.5 milyar TL Ziraat Bankası…

Fakat Sayıştay görmüş ki bu krediyi çekenler parayı istihdam için kullanmamış. Dahası kamu bankaları bu kredilerin nasıl kullanıldığını da denetlememiş. Krediyi alanlar parayı daha görmeden diğer bankalardaki kredi borcunu ödemek için kullanmış. Haliyle istihdam filan da artmamış.

Sayıştay "İşe Devam Destek Kredisine" yönelik 10 milyon TL ve üzeri kredi kullanan 419 müşteriyi rastgele seçip incelemiş. 10 Mart 2021 tarihi itibariyle de kredi vadesi boyunca Şubat 2020 dönemine ait istihdam sayılarının korunmasına yönelik 26 firmada hiçbir kontrol yapılmadığı anlaşılmış.

Daha skandalı istihdam olsun diye verilen kredilerin ardından kontrol edilen 120 firmada ise 11 bin 489 istihdam kaybı yaşandığı görülmüş.

Sayıştay incelemesinin sonucunda belirtmiş; Halihazırda vadesi devam eden kredilerle ilgili belirlenen şartların kontrolü şubelere bırakılmış ancak şubelerin bu kontrolleri yapacak altyapısının bulunmadığı tespit edilmiştir.

Sonuç olarak ne oldu… Kamu bankaları aracılığıyla 67 milyar TL istihdam yaratılsın diye dağıtılırken, bu para istihdam için kullanılmadığı gibi insanlar işten çıkarılmış, kredilerin takibi yapılmamış, kesilmesi gereken cezalar kesilmemiş.

İstihdam sağlayacağım, işçi çıkarmayacağım, yatırım yapacağım diye söz vererek kredi alanlar kredi tutarını aldığı gibi başka işlerde kullanmış ve işçilerini zor dönemde işten çıkarmış.

Vatandaşın parasını cebinden alıp bir anda pofff diye ortalıktan yok etmişler. 

Bakın bu yolsuzluktur…

Murat Ağırel / YENİÇAĞ

16 Ocak 2022 Pazar

Sinemada şans ve şanssızlık (I-II) - Mesut Kara / Evrensel

 (I)



İyisiyle kötüsüyle bir yılı daha geride bıraktık diyemiyorum, çünkü yine önceki yıllar gibi kötülüklerle anılan bir yıl oldu giden. Büyük umutlarla, beklentilerle iyiye, güzele ulaşmak için haksızlığa, kapitalizme ve sömürüye karşı mücadele kararlılığıyla girdik yeni yıla.

Bazılarımızsa artık şanssızlığının dönmesi, şansın kendi yüzüne de gülmesi, bolluk ve rahatlık içinde yaşama, ‘öğünlerini büyütebilme’ dileğini taşıyordu. Kişisel kurtuluş beklentisi olanlar, umudunu şans oyunlarına, ‘kumara’ bağlayanlarımız da vardı elbette.

Uzun zamandır ana akım medya televizyon kanallarının haber bültenlerini, haber kanallarını izlemediğimden bu yılbaşına doğru her yıl uzayıp giden kuyruklarıyla, biten biletleriyle reklamıhaberi yapılan piyango haberlerinden de bihaberdim.

Neyse ki ilginin, satışların yüzde 75 azaldığını öğrendim. 2022 “Milli Piyango” yılbaşı çekilişinde 120 milyon TL’lik büyük ikramiye çeyrek bilete ve satılmayan biletlere çıkmış, böylece asıl büyük ikramiye kasasına 90 milyon kalan Demirören’e vurmuş oluyordu.

Yıllardır, her yılbaşında şu espriyi yaparım: “Yılbaşı çekilişinde piyangodan bana para çıksa çok şaşırırım çünkü bilet almıyorum.”

Bireysel kurtuluş peşinde olmayan, bu nedenle de hayatım boyunca şans oyunlarıyla hiçbir ilişkisi, yakınlığı, alışverişi olmayan biri olarak bu hayatta şanssızlığın daha çok yaşandığını, şansınsa zaman zaman hepimizin kapısını çaldığını, farkına vardığımızda, hissettiğimizde bunun olumlu sonuçlarıyla karşılaştığımızı, fark edemediğimizdeyse fırsatı kaçırdığımızı düşünüyorum. Şansın kapıyı iki kez çalmadığını bilerek kapıyı şansa açık tutmamız gerekiyor sanki. Şansa şans tanımalıyız. Hayatın sürprizlerine açık olursak aradıklarımızın, beklediklerimizin bir gün bize de uğrayabileceğini umabiliriz. Umudumuzu şans oyunlarına bağlamanınsa boş hayalden başka bir şey olmadığını yaşayarak görürüz. Şans oyunlarının vermekten çok bizden aldıkları da ayrı bir gerçektir.

Sözcüğün kökeni Latince “cadentia” kelimesinden gelmektedir ve düşme, payına düşme, kısmetine çıkma anlamlarını içerir. Kader de benzer bir kökenden gelmektedir.

“Genellikle ‘Bu tür aksilikler hep benim başıma gelir. Çünkü, ben şanssızım’, ‘Zaten olumlu bir sonuç beklemiyordum, ben hep şanssızımdır’, ‘Bu tür konularda şanslı olmak gerekir’ gibi cümleler duyarız. Bazen şanssız olduğuna inanma, bir tür umutsuzluk ve eylemsizlikle iç içe geçmiş olarak da görülebilir. Bu tür durumlarda harekete geçme konusunda isteksizlik, kendini ötekiler tarafından beğenilmez bulma ve bu içsel kabul doğrultusunda davranışlar gözlenebilir.”(1)

SİNEMADA ŞANS-ŞANSSIZLIK, KADER

Hayatın içinde çok fazla duyduğumuz şans, şansızlık, kader, talih sinemada ele alınan öykülerin de temel bileşenleri arasındadır. Özellikle melodramların anlatımları içinde başat unsurlar olarak yer alır.

Yeşilçam sinemasında filmlerin adlarına da yansıyan “kader” teması anlatımın en temel unsuru olarak yer alır.

Kaderim Böyle İmiş (Saydam, 1959), Kaderde Birleşenler (Ergün, 1966), Kaderin Cilvesi (İnanoğlu, 1966), Kaderin Ağları (Aslan, 1970), Kaderimin Oyunu (Aksoy, 1972), Kader (Zeki Demirkubuz 2006) sadece birkaç örnek…

Konu sinemada, “Türk sineması”nda şans, şanssızlık, talih, kader olunca Yeşilçam melodramlarından söz etmeden olmuyor. Melodram nedir peki? Bir tiyatro terimi olan melodram Yunan trajedilerinde koro başı ile bir oyuncu arasında geçen şarkılı diyalog için kullanılırken, çağdaş tiyatroda, duygusal ve acıklı olaylara dayalı bir oyun türü olarak tanımlanır.

Melodram, “Anlamların müzikle zenginleştirildiği, romantik ve duygusal oyunları” tanımlayan bir form olarak 19. yüzyılın ilk yarısında önce tiyatroda ortaya çıkar, daha sonra edebiyat ve sinema alanında yaygınlaşır. (2)

En etkili ve kitlesel iletişim aracı olan sinemadaki tanımlarından biri de “En gelişmemiş izleyicinin en çok tuttuğu, ağlatı ile dramın bozulmuş, karikatürleştirilmiş biçiminden ortaya çıkan tür”dür.

“Melodram da ağlatı gibi insanlığı öteden beri ilgilendiren büyük sorunları, insanı altüst eden derin duyguları ele alır. Ancak bunu yaparken son derece yalınç, çizemsel bir yol izler. Melodram, her şeyi kalıplar içinde ele alır. İnsanlar, olaylar, durumlar, duygular hep kalıplaşmıştır. Dünya iyiler ile kötüler olarak kesinlikle ikiye ayrılmıştır. İyiler ile kötüler arasındaki uğraşının sonu daha başlangıcından bellidir: İyilerin başına gelmedik şey, kalmaz; ama yine çoğunlukla, beklenmedik bir kurtarıcı, beklenmedik bir anda ortaya çıkıp her şeyi tatlıya bağlar İzleyiciyi en kolayından etkilemek amacıyla en ucuz yollara başvuran; olağanüstü durumlar, olağanüstü rastlantılar, çapraşık olaylar düzenleyen yapıtlar.” (https://nedir.ileilgili.org/melodram)

Yeşilçam sineması için afyonlayıcı, “uyuşturucu sineması” dendiği gibi, kaderciliği körükleyen, egemen anlayışın sürdürücüsü, yönlendirici bir sinemadır da. Hep egemen anlayıştan, her türlü iktidardan yanadır. Kadını, “farklı, aykırı” olanı ötekileştirir. Bunların her biri ayrı yazı konusu. Dönelim şans, şanssızlık, kader meselesine.

Batı’da kapitalizmin yarattığı değerler çöküşüyle bencilleşen, bireycileşen insan, çözülen değerler sonrası kendini korumasız, huzursuz, çaresiz ve yalnız hissetmektedir. Melodram sineması, bireyin yaşadığı kaosu yatıştırabilecek bir araç olarak değerlendirilir.

Bu bizim gibi az ve çarpık gelişmiş ülkelerde egemenlerin cahil, çaresiz, yalnız ve umutsuz bıraktıkları insanları şükretmeye, itaat etmeye, kaderciliğe yönlendirmede dinle birlikte kullandıkları en etkili araçlardan biridir melodram sineması.


(1) Çağay Dürü, “Şanssızım” Anlatımının Mazoşist Kişilik Bağlamında İşlevi. Türk Psikiyatri dergisi 2018;29

(2) Tülay Çelik, Yeşilçam Sinemasında Kökensel Bir Nitelik Olarak Kader Teması: Modernleşme Kaygılarından Melodramın Şefkatli Kollarına. Sosyal Bilimler dergisi, cilt 6 sayı 1 | yaz 2021

                                                                               ***

(II)

Yaşanan her şey şans ve kadere bağlıdır. İyi de kötü de Allah’tandır, alın yazısıdır, kaderdir. Allah’ın sevgili kulu olmak için boyun eğer, itaat eder isteneni yaparsanız şansınız, şanssızlığınız değişir, mutlu sona kavuşursunuz. Yeşilçam melodramlarında kaderine boyun eğen aciz”, sürekli merhamet dileyen, sık sık ibadet eden, dua eden ve Tanrı’ya yalvararak çözüm dileyen insanları görürüz.

Şansınızı, kaderinizi, alın yazınızı değiştirmek için Sadece Allah’a itaat-ibadet etmek de yetmez, evde ailenin reisine, okulda öğretmene, işte, memuriyette, askerde vb. üstünüze de itaat edecek halinize şükredeceksiniz.

“Bu bağlamda Türkiye’deki birey de modernleşmenin trajedisi ile baş edebilmek için Yeşilçam melodramlarına sığınmaktadır. Bülent Oran’ın ifadesiyle seyircinin hem kendini bulduğu hem kendini unuttuğu bir sığınak olan melodram, Yeşilçam sinemasının kimliği haline gelmiştir. Otuz yıldan uzun bir süre Türkiye’nin sineması, melodramatik niteliklerin egemenliğinde işleyen bir sinema olmuştur.

Yeşilçam dönemi olarak tanımlayabileceğimiz 1948 ve 1979 tarih aralığında üretilen ve adında kader geçen filmler listelenmiş, melodram olarak nitelenen örnekler belirlenmiştir. Bunlar arasından kader temasını içeren ve türün tipik özelliklerini taşıyan filmler seçilmiştir. 1948-1979 aralığında adında kader geçen 61 adet filme ulaşılmıştır. Bunlardan melodram olarak nitelenenlerin sayıları: 1953-60 yılları arasında 6, 1960-1969 yılları arasında 14, 1970-1979 yılları arasında 15 tanedir. (Türk Sinema Araştırmaları, 2021)” (1)

FİLMLERDEN ÖRNEKLEMELER

Bu açıklamaları örnekleyen birkaç filmle sürdürelim yazıyı. Yararlandığım ve alıntılar yaptığım Akademisyen Tülay Çelik, Sosyal Bilimler dergisinde yer alan “Yeşilçam Sinemasında Kökensel Bir Nitelik Olarak Kader Teması: Modernleşme Kaygılarından Melodramın Şefkatli Kollarına” başlıklı yazısında örneklediği filmlerden Hülya Koçyiğit, Yusuf Sezgin’in oynadığı Kaderde Birleşenler (1966) filmiyle ilgili şunları yazar:

“Filmin dünyası, iyi-kötü arasında kurulmuş olan çatışmaya dayanır. Nuran, Yusuf, teyze ve küçük kız, iyi karakterler; boyacının annesi ve patron tamamen kötü karakterlerdir. Kötü karakterlerin iyilere kurdukları tuzaklar filmin gidişatını belirler gibi gözükür. Açgözlü, para hırsı içindeki sonradan görme müteahhit patron hem teyzenin ölümüne neden olur hem de Nuran’a tecavüz etmeye çalışır. Ayrıca kötü malzemelerle inşaat yapmasına müsaade etmeyen ahlaklı ve yardımsever babayla çatışır. Filmde kötülüklerin sebebinin her zaman aynı kişi olması aslında ironik bir göstergedir. Melodramlarda derinliği olmayan karakterler, kalıp tipler olarak sunulur. Anlatı açısından kötülüğü temsil etmeleri yeterlidir.

Nuran, başına ne gelirse gelsin uyum sağlar. Teyzenin üst sınıftan alt sınıfa geçişi, Yusuf’un alt sınıftan üst sınıfa geçişi ya da Nuran’ın film boyunca önce üst sınıfa, sonra alt sınıfa sonra tekrar üst sınıfa geçmesi şans ve şanssızlık temaları aracılığıyla kurgulanır.” (a.g.y.)

Bir başka örnek Berkant, Hülya Darcan’ın yer aldığı “Kaderin Ağları” (1970) Bir gazinoda şarkıcı olarak çalışan Murat’ın, anlayışlı bir karısı ve bir erkek çocuğu vardır. Bir gece ücretini istemek için patronunun evine gider. Murat’ın ücretini vermeyen patron o gece öldürülür. Patronun karısı ve hizmetçisinin yalancı tanıklıkları nedeniyle cinayet, Murat’ın üstüne kalır. On sekiz yıl ceza alan Murat hapishanedeyken oğluna araba çarpar. Çocuğun gözleri kör olur. Gözlerinin tekrar görebilmesi için altı bin lira gereklidir. Selma para kazanabilmek için genelevde çalışmaya başlar. Fakat genelev patroniçesinin imzalattığı senetler nedeniyle büyük bir borcun altına girer. Artık namuslu bir kadın olmadığını düşündüğü için tüm bunlardan -kaza da dahil- haberi olmayan Murat’a kendini ölmüş olarak gösterir. Bütün bu yaşananlar filmde kader olarak verilir.

“Çocuk: ‘Neden böyle oldu anne?’ diye sorduğunda Kadın: ‘Allah baba böyle istedi.’ diyerek yanıt verir. Çocuğun ‘Hani o hep iyilik yapardı’ diye sorması üzerine, kadının verdiği cevap yine kadere teslim oluşun tek çıkar yol olduğunu hatırlatır: ‘Böylesi daha hayırlıymış demek ki yavrum. Başa gelenler Allah’ın takdiridir. İnsanlar bunları değiştiremez sadece onları yaşarlar.”

Bütün bunlar onların şanssızlığı, kaderidir. Şans-şanssızlık (bahtsızlık) kadere bağlı olarak Türkiye sinemasında, Yeşilçam melodramlarında sıklıkla işlenir.

ARABESK

Yönetmen Ertem Eğilmez, Gani Müjde’nin senaryosuyla 1989’da yönettiği bir Yeşilçam parodisi olan “Arabesk” filmiyle, melodramları tiye alan Yeşilçam klişeleriyle doğal bir gülmece oluşturan, bir yanıyla “dalga geçen”, eğlenen unutulmaz bir filme imza atar. Filmde Yeşilçam sinemasında çokça işlenen şans, şanssızlık, kader temaları mizahi göndermelerle ele alınır.



PARDON

Mert Baykal’ın Ferhan Şensoy senaryosuyla 2005’de yönettiği film şans ve şanssızlığın “kaliteli mizah”la ele alındığı başarılı bir filmdir. Başlıca rollerinde Ferhan Şensoy, Rasim Öztekin, Ali Çatalbaş, Erol Günaydın, Bülent Kayabaş, Zeki Alasya gibi önemli oyuncuların yer aldığı filmde İbrahim üniforma fobisi nedeniyle nerede bir resmi kıyafet görse hemen oradan kaçar olmuştur. Sadece masum bir korku gibi gözüken bu fobisi yüzünden sevdiği arkadaşları ve kendisinin başına gelmeyen kalmaz. Arkadaşlarıyla beraber kendini mahkeme salonlarından, hapishaneye kadar uzanan bir yolculukta bulur. Şanssızlık bir türlü yakalarını bırakmaz….

AŞK TESADÜFLERİ SEVER

Yönetmenliğini Ömer Faruk Sorak’ın yaptığı “Aşk Tesadüfleri Sever” çocuklukları ve gençliklerinde yolları Ankara’da kesişen, 2010 yılında da İstanbul’da şans eseri tekrar karşılaşan Özgür ve Deniz’in, kendilerini engellerle dolu bir aşk macerası içinde buldukları hayatlarının anlatıldığı filmin başlıca oyuncuları, Mehmet Günsür, Belçim Bilgin, Altan Erkekli Ayda Aksel…

 Mesut Kara / Evrensel

(1) Tülay Çelik, Yeşilçam Sinemasında Kökensel Bir Nitelik Olarak Kader Teması: Modernleşme Kaygılarından Melodramın Şefkatli Kollarına. Sosyal Bilimler dergisi, cilt 6 sayı 1 | yaz 2021