17 Ocak 2022 Pazartesi

Nâzım Hikmet’in siyasi konumlanışı hakkındaki iddialar üstüne: 'Sevdalınız komünisttir' - (Aydemir Güler / SOL-Gelenek)

 Nâzım’ın örgütlü bir komünist olarak kimliği örtülmek istenmiş, haksızlığa uğrayan hümanist bir şair olarak resmedilmek istenmiştir.

Biri çıkıp Nâzım Hikmet’e, “ölümünün üstünden yarım asırdan fazla zaman geçecek ve seni Beloyannis’in ülkesinde anacaklar, irdeleyecekler, tartışacaklar” deseydi, emin olun hiç şaşırmaz, inanırdı. 

Kendini çok önemsediği, burnu büyük olduğu için değil. Karanfilli Adam’ın yüzünde o gülümsemeyle hayatını verebildiği mücadeleye, kendisinin paylaştığı o büyük davaya, Beloyannis’in partisine ve kendi partisine güvendiği için… Çocuğuna “seni Türkiye Komünist Partisi’ne emanet ediyorum” diyecek kadar güven dolu bu insan, inanın hiç şaşırmazdı, 52 yıl sonra Atina’da misafir edilmesine. 

Bu toplantılar dizisini düzenleyen, emek veren ve izleyenlere, hepinize Nâzım’ın ülkesinden ve Nâzım’ın partisinden teşekkürler…

Nâzım, yaşamını parçalara ayırmak, aşklarını mücadelesinden, estetiğini partisinden ayırmak için sağlığında ve ölümünden sonra çok müdahalelere maruz kaldı. Komünizmi itibarsızlaştırmak için denendi tüm bunlar. Nâzım’ın şiirini küçümsemek kimsenin elinden gelmiyordu. O halde sanatı ve kişisel özellikleri, dünya görüşünün ve mücadelesinin mümkünse karşısına, hiç olmazsa dışına çıkartılmalıydı. Hikmet’e karşı seçmeci bir tahrifat bütün yaşamı boyunca ve ölümünden sonra yürütülmüştür. 

Nâzım Hikmet’in komünistliğini eksiltmeye dönük çabalarda milliyetçiliği, aşk şiirleri yazması, benmerkezci bir aydın olduğu, partisinden koptuğu, anti-stalinist, anti-sovyetik olduğu argümanları kullanıldı. Bunlara değineceğim kısaca. Ama önce konuya gelmek için küçük bir tarihsel arkaplan turuna çıkmamız gerek.

Türkiye’de komünizm Avrupalı kardeşlerine göre geç doğdu

Komünizmin ve işçi hareketinin gecikmesinin kaynağı Osmanlı toplumunda başka yerlerle karşılaştırılabilir bir sanayi devriminin yaşanmamış olmasıdır. Osmanlı modern kapitalist bir topluma dönüşemedi. Burjuvazi ve proletarya güdük kaldılar.

Yaşandığı kadarıyla toplumsal gelişmeler de ülkenin sonradan Türkiye'nin parçası olmaktan çıkan bölgelerinde odaklanmıştı.  

Osmanlı ülkesinde sanayinin izleri günümüz Yunanistan'ının Makedonya bölgesi, İstanbul, İzmir ve Çukurova’da (Kilikya) sürülebilir. Daha geniş bir coğrafyaya yayılan ve bir dizi büyük kenti kapsayan bir sermaye birikimi dinamiğinden de söz edilebilir. Küçük ölçekli dokuma atölyeler çok geniş bir alana yayılmıştır... Ancak toplumsal gelişmenin ve çelişkilerin yoğunlaştığı, odaklandığı bölgeler yukarıda sayılanlardır.

Bu bölgeler aynı zamanda gelişkin siyasi hareketlere de sahne oldu. Türk burjuva devriminin kök saldığı yerler arasında bugün Yunanistan ve Bulgaristan sınırları içinde kalan coğrafya özel olarak önem taşıyordu. Burjuva devrimci hareketler olarak Jön Türkler hareketi ve İttihat Terakki partisi Anadolulu olmaktan ziyade Balkan köklere sahip olmuştur. Balkan savaşlarıyla bölgenin “kaybedilmesinden” önce burjuva devriminin en güçlü olduğu merkez Selanik'ti.

Bununla tutarlı biçimde Selanik Osmanlı işçi sınıfı hareketinin de bir dönem merkezi olmuştur. Örneğin 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanıyla zafere ulaşan burjuva devrimine yaygın bir grev dalgası eşlik eder. 1908 grevlerinin en yoğun görüldüğü yer Selanik bölgesidir ve bu kentte 1909'da Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu kurulacaktır. Ülke çapında bir örgütlenmeye ulaşılamasa da Selanik işçi sınıfının mücadelesi, diğer yörelere esin kaynağı oluşturmuştur.  

1912-1913 Balkan savaşının ardından Osmanlı devleti bu en gelişkin coğrafyasını yitirdi. On yıl süren Balkan Savaşı – Birinci Dünya Savaşı – Kurtuluş Savaşı sürecinin sonunda Türkiye Doğu Trakya istisna olmak kaydıyla Avrupa topraklarını yitirirken, çok uluslu Osmanlı toplumundan Türk ulus-devletine geçişte geri dönülmez bir yol alınmış oldu. Müslüman olmayan unsurlar yeni Türkiye’de ya tasfiye olacaklar ya da önemsizleşeceklerdi.

Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişte devlet toprak kaybeder; işçi sınıfı ve sol hareketse en önemli endüstriyel kaynaklarını ve insan gücünü kaybeder. İstanbul, İzmir ve Çukurova’daki sınai yoğunluklara yakından bakıldığında buralardaki toplumsal gelişkinliğin Türk ve Müslüman karakter taşımadığı ayırt edilebilir. İstanbul’da Rum, Çukurova’da Ermeni ve İzmir’de Yahudi unsur baskındır. Bilindiği gibi bu süreçte ve devamında büyük nüfus hareketleri, göçler yaşandı. Türkiye işçi sınıfı da sonuç olarak en gelişkin unsurlarının azaldığı, geri çekildiği bir dönüşüm yaşadı.

En ilginç örneklerden biri, KKE’nin 1931-1956 yıllarında genel sekreterliğini yürüten Nikos Zahariadis, Edirne doğumlu bir Osmanlı tebaasıdır ve ilk komünist örgütlenmelere İstanbul’da adım atmıştır. Ancak Zahariadis 1923 nüfus mübadelesiyle Türkiye’den çıkmak zorunda kalır. Birçok Balkan sosyalist ve komünisti Türkiye kökenlidir.  

Avrupa’daki örneklerde komünist hareket sosyal-demokrasinin içinden onu aşarak ortaya çıktı. Türkiye’de ise komünist hareketin böyle bir öncülü yoktur. Komünizm bizde ülkenin ve toplumun gerek coğrafi gerekse etnik olarak yeniden şekillendiği bir ayrışma sırasında doğmuştur. Komünist hareketle, onu önceleyen işçi hareketi, sendikaların doğuşu, sosyalist/sosyal-demokrat oluşumlar arasındaki ilişki, komünist hareketin öncüllerini aşması biçiminde olmamış, ikisi arasında kopukluk yaşanmıştır. 

Bu özgün durumun neden olduğu sorunlar kuşkusuz vardır. Ancak avantajları da olmuştur. Türkiye komünizmi daha doğumunda burjuva milliyetçiliğiyle hesaplaşmak zorundaydı. 1902 doğumlu Nâzım siyasal kimliğini bu ortamda kazanmış ve bütün yaşamı boyunca enternasyonalizmi temsil etmekten ve eserlerinde yeniden üretmekten geri durmamıştır.

Komünist hareketin ilk hesaplaşması: milliyetçilikten yurtseverliğe

Emperyalizm bir ülke ve toplum olarak Türkiye’nin varlığını reddetmekte, sömürgeleşmeyi dayatmaktaydı. Komünizm ise bunun karşıtıydı. Bir tarafta emperyalizm, diğer tarafta sosyalist Rusya. Komünizm Türkiye’ye Bolşevik yüzüyle girdi ve bir ulusal ve toplumsal kurtuluş seçeneği olarak çok etkili bir başlangıç yaptı. Eski sol, bölünen ve dağılan Osmanlı’da kaldı. Türkiye komünizmi Komintern’in Doğu Halkları Kongresinin parçasıdır. Zaten TKP de 10 Eylül 1920’de bu kongrenin hemen ardından kuruluş kongresini toplayacaktır. Doğu Halkları Kongresinin Anadolulu delegelerinin bir bölümü TKP kurucusudur.

Bu başlangıç noktasına, çoğu birinci kuşak komünist gibi Nâzım Hikmet de milliyetçilikten çıkıp varmıştır. İlk gençlik şiirleri, daha doğrusu ilk şiir denemelerinde bu ideolojik sorun görülebilir. Ancak bu evre çok kısa sürdü. Burjuva milliyetçiliğin İttihat Terakki ve Kemalistler tarafından temsil edildiği bir konjonktürde komünistler yurtsever ve enternasyonalist bir kimlik geliştirdiler. Sovyet Rusya’yla komşu coğrafyada yer almak, ilk kuşak komünistlerin Rus devrimiyle doğrudan ilişki kurabilmeleri gibi faktörler önemli bir avantaja dönüşmüştür. 

Nâzım da on dokuz yaşında önce Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesine katılmaya karar vererek emperyalist işgal altındaki İstanbul’dan milliyetçi duygularla ayrılır. Komünist fikirlerle tanışarak Rusya’ya geçer, komünist olur, parti okuluna devam eder, Otobiyografi şiirinde söylediği gibi 1924’te Lenin’in mezarının başında nöbet tutar. Entelektüel bir aileden gelmektedir. Kısa süre içinde partinin yayın organında görev verilir. Birkaç yıl sonra ülkeye dönen kişi artık komünist partinin bir militanıdır. 

TKP’nin kurucu başkanı Mustafa Suphi milliyetçi bir aydın olarak girdiği hapisten kaçtıktan sonra Rusya’ya gitmiş ve Bolşevik devrime katılarak Marksist olmuştu. TKP’nin ilk lider kadrosu içinde birkaç yıl öncesine kadar milliyetçi olan subaylar vardı. TKP kurulduğunda Çarlık tarafından savaş esiri olarak Rusya’ya götürüldükten sonra Devrimle serbest kalan Osmanlı askerlerinden bir silahlı birlik, bir kızıl alay kurulabilmişti.

Genel olarak Türkiye’de komünizm ulusal kurtuluşçuluğun içinden proleter, yurtsever kanat olarak çıkmış ve şekillenmiştir. 1920’de Parti Azerbaycan’da Bakü’de kurulduğunda politik stratejisi ulusal kurtuluşu toplumsal kurtuluşa dönüştürmek, bağımsızlığı sosyalizme ilerletmek biçiminde özetlenebilir.

Bu geçmiş Nâzım’a karşı ilk çarpıtmaya da vesile oldu. Nâzım komünist olmaktan çok milliyetçi olarak gösterilmek, bu anlamda “aklanmak” istendi. 

Nâzım’ın enternasyonalizmi sanatına içkindir. Ülkesine yurtseverce sahip çıkarken “her millet gibi büyük Türk milleti” (23 sentlik askere dair şiirinden) diye kaydını düşmeyi hiç ihmal etmez. Bu kayıt burjuva milliyetçiliğiyle enternasyonalist yurtseverlik arasındaki çizgiyi aydınlattığı için çok önem taşıyor. Söz konusu şiir Türkiye’nin ABD tarafından bir savaş gücü olarak görülmesini konu alan anti-emperyalist bir şiirdir. Türkiye’nin övülmesine sıra geldiğinde Hikmet tek başına Türkiye’yi övmekten geri durmakta, bir ulusu diğerlerine göre ayrıcalıklı sayma yanlışına düşmemektedir.

Enternasyonalist kimliğinin en açık seçik görünür hale geldiği örnekler arasında Yunanistan’la ilgili şiirleri özel bir değere sahiptir. Türk burjuva milliyetçiliğinde Yunanistan bir düşman figürü olmuştur hep…

Yarısı burdaysa kalbimin
yarısı Çin’dedir, doktor.
Sarınehre doğru akan
ordunun içindedir.
Sonra, her şafak vakti, doktor,
her şafak vakti kalbim
Yunanistan’da kurşuna diziliyor.

(Angina Pektoris)

Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Yunan zindanlarında,
babaları kurşuna dizilmiş.
Bu dünyada ilk görülecek şey diye
demir parmaklığı gördüler.    

(Doğum)

Enternasyonalizm ve yurtseverliğin bütünleştirilmesi Nâzım Hikmet’in kişisel özelliği değil, ilk kuşak Türkiye komünistlerinin kolektif kazanımıdır. Nâzım bu kuşağın parçası ve en önemli toplumsal seslerinden biri olduğu için değerlidir.

Hikmet’in enternasyonalist pozisyonunun çok sağlam bir zemine kurulduğunu eklemeliyiz: Sınıf karakteri, her ülkeden, kıtadan işçilerin ortak çıkarlara sahip olduğu gerçeği:

Asya, Afrika yazarlarına…

Kardeşlerim
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım
ağaçlar kendi dibine gölge vermez benim orda
sizin ordakiler gibi tıpkı
benim orda arslanın ağzındadır ekmek
ejderler yatar başında çeşmelerin ve ölünür benim orda ellisine basılmadan
sizin ordaki gibi tıpkı
bakmayın sarı saçlı olduğuma
ben Asyalıyım
bakmayın mavi gözlü olduğuma
ben Afrikalıyım
okuyup yazma bilmez yüzde sekseni benimkilerin
şiirler gezer ağızdan ağıza türküleşerek
şiirler bayraklaşabilir benim orda
sizin ordaki gibi
kardeşlerim
Sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz
toprağı sürebilmeli
pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli
dizlerine kadar
bütün soruları sorabilmeli
bütün ışıkları derebilmeli
yol başlarında durabilmeli
kilometre taşları gibi şiirlerimiz
yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli
cengelde tamtamlara vurabilmeli
ve yeryüzünde tek esir yurt tek esir insan
gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar
malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli
büyük hürriyete şiirlerimiz

“Parti muhalifi” Nâzım 

Hikmet partinin içinde muhalefete düştüğü, bir hizip kongresinin parçası olduğu ve parti üyeliğinin tartışmalı hale geldiği bir dönem geçirmiştir. Hakkında ihraç kararı alınmış olmakla birlikte bu kararın şairin hapiste olduğu dönem içinde kaldırıldığı anlaşılmaktadır.

Türk burjuva devrimi 1921’de kurucu komünist liderliği katletmekle kalmamış, 1925’de Kürt aşiret isyanlarını bahane ederek sol muhalefeti de baskı altına almıştır. Bunu 1927’den itibaren TKP’ye dönük neredeyse aralıksız operasyonlar ve davalar izler. 

Bu baskı altında parti çok zorlanmış, lider kadrosundan bazıları ihanet ederek Kemalist harekete iltihak etmiş, parti kadro yitirmiş, toplumsal etkisi gerilemiş, yer yer atalete sürüklenmiştir. Parti lideri Şefik Hüsnü 1920’lerin sonlarında yurtdışına çıkarak Komintern merkezinde görev almıştı. Partinin yurtiçindeki örgütlenmesi dağınık ve zayıftı. 1927 tutuklamaları sırasında yurt içindeki örgütün bir numaralı ismi Vedat Nedim Tör ihanet ederek Kemalistlere katıldı…

Nâzım’ın da dâhil olduğu bir dizi parti kadrosu bir toparlanmanın koşullarını zorluyorlardı. 1929’da parti içi muhalefet gizli bir hizip kongresi topladı. Nâzım bu kongrede genel sekreter seçildi. Kongre Komintern’e TKP olarak tanınmak isteğiyle başvurdu. Bu istek reddedildi ve muhalefet grubu Şefik Hüsnü liderliği tarafından dağıtıldı. 

On yıllar sonra bu yaşanan iç mücadeleye daha soğukkanlı bakılması gerekir. Dönemin bilinen koşullarında, işçi sınıfı partisinin disiplinini çiğneyen bu tür girişimlerin tasfiyeci bir eğilimi mi yansıttığı, yoksa fiilen yarı tasfiye olmuş bir partiyi canlandırma arayışı anlamına mı geldiği tartışmalıdır. Yine o dönemin koşullarında parti merkezinin muhalefeti troçkizmle suçlamış olmasının gerçekliğin bire bir yansısı olmadığı tahmin edilebilir.

Nâzım Hikmet de partiden atılmak istenmiş, ancak yaşam öyküsünü anlattığı bir şiirinde dile getirdiği gibi bu tam olarak gerçekleşmemiştir: 

“Partimden koparmağa yeltendiler beni, sökmedi” (otobiyografi)

Muhalefet grubunun ciddi kadroları daha sonraki dönemlerde partide görev ve sorumluluk almaya devam etmişlerdir. 

Parti içi muhalefet konusu TKP tarihinin zorlu, sıkıntılı, bir dizi kesinti barındıran serüveninin bir parçasıdır. Nâzım Hikmet bu serüvene içkin belirsizlikler bir yana partili bir komünist olarak yaşamıştır.

Mahpus Nâzım

Nâzım Hikmet Cumhuriyet Türkiye’sinin çok önemli, tanınmış bir aydınıydı. Bu niteliklere sahip olup da 12 yıldan fazla süre hapis yatan başka bir örnek yoktur. 

Nâzım’da aydın benmerkezciliğinin komünist kimliğinin önüne bir milim bile geçmediğinin başlıca kanıtı budur. Siyasi mücadelede toplumsal planda etkisizlik ve rejimin tehditleri karşısında yolunu değiştiren aydın unsuruna çok rastlanmıştır. Hapis Nâzım çapında biri için bir tür “tercih”dir. Siyasi kimliğini geri çektiği takdirde özgürlüğünü satın almış olacağı açıktı. Nâzım komünistlikte ısrar etmiş ve kendine uzun süreli bir hapis yaşamı kurmayı seçmiştir. 

Ama para kazanmak için başka bir imzayla (Orhan Selim) burjuva gazetelerine yazması da karalama konusu edilebilmiştir. Bu eleştirilere karşı Orhan Selim isimli şiirinde şöyle der, müstear adına hitaben: 

“Yalnız unutma bir şeyi!..
Yorulur da ayağın kayarsa eğer
Seni herkesten önce ben taşlarım!
Fakat bugün
Sende beni sattığını gösteren
Bir tek satır bulanın
Alnını karışlarım!….”

Daha yukarıdaki şiirinde (Asya, Afrikalı Şairlere…) sanatla siyaset arasında kurduğu ilişki de çok nettir. Şiir toplumsal mücadelenin hizmetindedir buna göre. Bu yaklaşımın her tür aydın benmerkezciliğinin aşılmasıyla bütünleştiğini unutmayalım.

Hapis sonrası komünistliğe devam etmedi mi?

Nâzım’ın komünist kimliğini bir gençlik heyecanı olarak gösterme çabaları ve olgunluk yıllarında yani 1950’de özgürlüğüne kavuştuktan sonra komünizmden, partiden uzak durduğu veya adım adım uzaklaştığı imaları yaygındır. 

Oysa Nâzım 1950’lerde TKP’nin en önemli propaganda aracı olan radyo yayıncılığında sorumluluk almıştır. Parti Nâzım’ın sesinden Türkiye emekçilerine sesleniyordu. 1950’lerde yine polisiye operasyonlar ve tutuklamalarla dağılan TKP’de olağan organların düzenli çalıştığı söylenemez. Yurtiçindeki parti üyeleri merkezi bir organizasyon içinde değillerdi. 1962’de Leipzig’de toplanan Yurtdışı Konferansı o dönemin en yüksek düzeyli toplantısıdır. Nâzım Hikmet ölümünden bir yıl önce bu konferansın delegeleri arasındadır ve fiilen en üst parti organı olan Dış Büro üyesidir.  Bir Merkez Komitesi’nin yeniden oluşturulması yolunda girişimler başladığında Nâzım Hikmet’in bu organın da içinde bulunması tasarlanmıştı.

Nâzım yaşamının bu son döneminde barış hareketinde görev almış, Dünya Barış Konseyi’nde (DBK) çalışmıştır. Aynı zamanda ciddi bir aydın örgütlenmesi niteliği taşıyan DBK’nin, Soğuk Savaş ortamında uluslararası komünist hareketin son derece önemli bir mevzisini oluşturduğu açıktır. 

Bu sorumlulukları almış olmasıyla üyesi, parçası olduğu komünist hareketi eleştirmesi arasında da uyumsuzluk arayanlar olmuştur. Nâzım’ın Stalin dönemi uygulamalarına dönük eleştirileri olmuştur, ancak benzeri eleştirilerin SBKP’nin 20. Kongresi sonrasındaki atmosferde çok yaygın olduğu unutulmamalıdır. Nâzım’ın anti-stalinizmde öncülük yapması gibi bir durumsa söz konusu değildir.

Türkiye’yi terk edip Sovyetler’e gittikten sonra İlya Ehrenburg’a şöyle söylediği aktarılır: “Stalin yoldaşa büyük saygım var, ama onu güneşe benzeten şiirler okumaya dayanamıyorum, bu yalnız kötü şiir değil, kötü duyarlık.” 

Bu makul eleştirelliğin ötesine geçen bir politik pozisyonu 1956’da geliştirmiştir. 20. Kongreyi olumlar:

Yirminci Kongre'ye geldi Lenin, 
gülüyordu mavi, badem gözleri. 
Açılıştan önce girdi içeri. 
Kürsünün dibindeki basamağa 
oturdu ve başladı not almağa. 
Farkında bile değil heykelinin. 
Lenin'le aynı dam altında olmak, 
duymak elimizde, ferahlıyarak, 
akıllı elinin insanlığını. 
Yirminci Kongre'ye geldi Lenin. 
Sovyetler Birliği'nin üzerinde 
ak bulutlar gibiydi tanyerinde 
bereketli umutların yığını. 

İçinde bulunduğu “dönemin ruhu”yla uyumlu olan bu Stalin eleştirisini sistematik hale getirmemiştir.  

Daha sonraları da Nâzım Sovyet pratiklerine yönelik eleştirilerde bulunmuştur. Ancak bu eleştirilerinin anti-sovyetizme vardığı iddia edilemez. Nâzım aynı zamanda Anayurt Savaşının da şairidir. Tanya şiirini savaşta öldürülen bir Sovyet kadın partizan için Bursa cezaevinde yazmıştır.

Yaşamının son döneminde komünizmden koptuğu ve bir “aşk şairine” dönüştüğü yolunda bir imaj yaratılmak istenmiştir. Bu kampanya Türkiye’de 1990’larda çok abartılı biçimde yürütülmüş, Nâzım’ın örgütlü bir komünist olarak kimliği örtülmek istenmiş, haksızlığa uğrayan hümanist bir şair olarak resmedilmek istenmiştir.  

Oysa şairin kendi yanıtı ortada durmaktadır: Sevdalınız komünisttir. 

(Aydemir Güler / SOL-Gelenek)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder