23 Ocak 2022 Pazar

On ilke ve bizim ekonomi programımız - HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

 

On temel ilke

Şimdi bugün sosyalistler nasıl laikliğe, aydınlanmaya, Cumhuriyet değerlerine sahip çıkma sorumluluğunu taşıyorlarsa, nasıl sosyalistler demokrasiye geçişin sadece parlamenter sistemi güçlendirmekten geçmediğini biliyorlarsa aynı hususlar ekonomi için de geçerli. Bugün kamucu, eşitlikçi, dayanışmacı ciddi bir adım atmak sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Atılacak adımları on temel ilke ve on programatik öğe etrafında açıklamaya çalışacağım.

İlki: Son zamanlarda özellikle sosyal medyada; AKP’nin, Erdoğan’ın ve Nebati’nin görüşlerine cevap verildiğinde, bunları ciddiye almamalıyız şeklinde gelen bir tepki var. Bunu doğru bulmuyorum. Çünkü bu kişiler uçuk görüşleri dile getiren köşede kalmış insanlar değil, bu ülkeyi yönetenler. Bu yüzden tüm açıklamalarını, tezlerini tek tek muhatap alarak cevaplamalıyız. Çünkü hâlâ toplumda belli bir etki güçleri olduğunu biliyoruz.

İkincisi: Birazdan önereceklerim geçiş talepleri olarak düşünülmeli. İsterseniz Gramsci’nin bilinen, cephe savaşı verme durumunda değiliz ama bir mevzi savaşı anlamında ekonomideki önerilerimiz, açılımlarımız önem taşıyacak. Melih Pekdemir’in pireler savaşı metaforuyla her küçük başarı büyük bir önem taşıyor.

Üçüncüsü: Bizim önereceklerimiz sınıf odaklı düşünülebilir. Sınıf odaklıyla, sınıf kökenliyi ayırmak gerekiyor. Sınıf odaklı olmak, çıkarı doğrudan etkilenecek emekçiler tarafından doğrudan doğruya sahiplenilen öneriler, programlardır. Hem SOL Parti ve Türkiye sosyalist solu hem de dünyadaki diğer sol partiler genelde; orta sınıf, şehirli, eğitimli, hizmet sektöründe çalışan beyaz yakalılarla bağ kurmakta daha başarılılar. İşçi sınıfıyla bağ kurmakta daha sınırlılar. O bakımdan bunların sınıfsal bir içeriği olması; sınıf tarafından sahiplenildiği, bunun doğrudan doğruya güçlü bir sınıf mücadelesine dönüşeceği anlamına gelmiyor.

Dördüncüsü: AKP rejiminin alaşağı edilmesi, başkanlık sisteminin geride bırakılması perspektifi göz ardı edilmeden Millet İttifakı’nın dillendirdiği restorasyoncu Ortodoks politika eleştirilmeli. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, mali istikrar söylemlerini sürekli tekrarlayan, Dervişçi 2000’li yılların başına gönderme yapan anlayışla, ekonomi politikaları zemininde de mücadele etmek gerekiyor. Bunu sağ sapma olarak niteleyebiliriz.

Beşincisi: Pandemi ortamı dünyada da genel olarak sol sapmayı artırdı. Finans ve teknoloji sektörlerinin politik etkisinin arttığı oligarşik bir yönetimden söz ediyoruz ama Türkiye’de bunu dikine kesen tarikatların yandaşlık bağları çok önem taşıdığı koşullar da söz konusu. O bakımdan solun bir kesiminde yaygın olan sadece kapitalizm eleştirisiyle yetinmek; sınıf mücadelesi söylemini elden bırakmadan, laikliği geri plana atmak ve gericilikle mücadele etmemek eksik bir yaklaşımdır. Bu sol sapmaya karşı tavır almak da çok önemli.

Altıncısı: Pandemi, kârlılığın ve ekonominin çarklarının işlemesinin insan hayatından daha önemli olduğu bir dünya içerisinde olduğumuzu bir kez daha bize hatırlattı. Ayrıca var olan gelir ve servet eşitsizliklerinin üzerine; pandemiyle bu eşitsizliğin daha fazla arttığı bir süreç yaşandı.

Yedincisi: Genel yaklaşımımızı dile getirirken açlığın liberallerin sunduğu gibi alternatifsiz bir süreç olmadığını, bunun arkasında bir sınır egemenliği bulunduğunu ve uluslararası sermayenin bir politik projesi olduğunu vurgulamalıyız.

Sekizincisi: AKP de belli yardım programları uyguluyor. Bu onların kitle ile bağlarını sıcak tutmasını ve tabanının tamamen erimesini önlüyor. Bunlar genellikle millet, itaat temelinde gerçekleşen yardımlar ama biz hak temelli bir anlayışı savunmak zorundayız. İnsanlar bu ülkenin yurttaşı olmaları nedeniyle hatta sadece yurttaşlar değil, bu ülkede kaderini arayan göçmenler de eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, temiz su, ısınma, parasız internet gibi hizmetlerden bir yurttaş olma, bunu hak etme kimliğiyle yararlanmalıdır.

Dokuzuncusu, ekonomi politikası önerilerimiz genel bir çerçeveye dayanmak ve demokratik planlamanın bir parçası olmak durumundadır. Demokratik planlama derken, bürokratik planlamanın yerine ekonomik kararlardan yaşamı ve çıkarı etkilenen bütün kesimlerin yurttaş kimliğiyle, meslek odalarının, sendikaların, uzmanların katılacakları yönetim ve denetimde de söz sahibi olacakları bir sürece dayanmak zorunda.

Son olarak: Demokratikleşmeyle ekonomik kalkınma birbirini besleyen, güçlendiren birbirinden kopuk düşünülemeyecek olan iki önemli mücadele alanı. Çünkü demokratik bir toplumda daha kolay, korkmadan, çekinmeden sendikalaşabilirsiniz; ekonomik haklarınızı arayabilirsiniz. Bir de ekonomik bir güvenceniz varsa demokratik süreçlere, siyasi süreçlere daha kolay katılabilirsiniz. Bu ikisinin birbiriyle bağını, birbirini nasıl desteklediğini ve güçlendirdiğini göz ardı etmeden politikalarımızı önermeliyiz.

On programatik öğe

Birincisi
, özelleştirilen tüm kuruluşlar yeniden kamu mülkiyetine alınmalı. Bunun iki boyutu var. Bir tanesi Ereğli Demir Çelik, PETKİM, TÜPRAŞ gibi stratejik kuruluşların tekrar ekonomiye kazandırılması, yukarıda bahsettiğim o demokratik planlamanın böylelikle uygulanır hale gelmesi açısından önemli. Kendi gemisini kurtaran kaptan zihniyetinin, piyasanın sorununu çözeceği saplantısının mahkûm edilmesi anlamına geliyor bu.

İkincisi, tiksindirici borçlar konusudur. Bu borçlar içerisinde özellikle alınan dış borçlardan toplumun yararına kullanılmayan veya topluma belli bir yararı olsa da maliyetleri ile sunduğu gerçek hizmetlerin bağı kopmuş olan, yolsuzluklara konu olmuş olan borçların gözden geçirilmesi ya iptali ya da iskonto edilerek ödenmesi çok önemli bir konu. Ayrıca tüketici kredileri, öğrenci kredileri hepsinin kendi niteliğine uygun bir şekilde yeniden yapılandırılması gerekiyor.

Üçüncüsü, yurttaşlık temel geliri veya yurttaşlık hakkı. Bu, insanların bu ülkenin yurttaşı olmaları nedeniyle; emek sürecine katılarak elde ettikleri gelirin dışında kamu bütçesinden bir gelire sahip olmaları anlamına geliyor. Buna yönelik sınıf mücadelesini, sendikal mücadeleleri zayıflattığı şeklinde bir eleştiri var. Buna katılmıyorum. Çünkü insan, eğer böyle minimum da olsa bir güvenceye sahipse sendikalara daha kolay üye olabilir. Bir işe girerken seçici davranabilir ve sermaye kesimi karşısında pazarlık gücü daha yüksek olabilir.

Dördüncüsü, vergi sisteminin düzenlenmesi gerek. Eğer hak temelli taleplerin gerçekleşmesini önemsiyorsak, biraz evvel bahsettiğim yurttaşlık temel geliri gibi ödemeler söz konusuysa birilerinin elini cebine atması gerekiyor. Servet vergisiyle gerek Türkiye’deki gerek dünyadaki çok bozuk gelir dağılımı ve bunun birikimli etkisini dengelemek gerekiyor. Önerdiğim model çok yüksek servet vergilerinden ziyade, belli bir oranda başlayıp zamana yayılan servet vergilerinin daha etkili olabileceği şeklinde.

Beşincisi, katılımcı bütçe aslında bu demokratik planlamayla doğrudan doğruya bağlantılı bir öneri. Bütçenin hem gelirlerinin oluşturulmasında hem de harcama kalemlerinin belirlenmesinde değişik düzeylerde, kamu genel bütçesinden, yerel yönetimlere kadar düzeyde yurttaşların, meslek örgütlerin söz sahibi oldukları demokratik bir sürecin yaşanması.

Altıncısı, bütün dünyada söz konusu olan ama Türkiye›de daha yakıcı bir sorun oluşturan işsizliğin çözümü. Geçmişte işsizliğe yönelik olarak çalışma saatlerinin halkçı paylaşımı şeklinde bir öneri sunuyorduk. İnsanların gelirleri düşmeden çalışmak isteyen herkesin emek sürecine katılması şeklinde. Bu sadece saat değil, gün olarak da yani çalışma günleri azaltılarak işlerin paylaşılması da söz konusu. Bu artık uzaktan ve hibrit çalışmayla hayatın bir realitesidir. Bunu da olabildiğince emeğin haklarını koruyarak yapmalıyız.

Yedincisi, bilginin demokratikleştirilmesidir. Bunun da en belirgin örneği internetin kamusal bir hak olarak herkese ücretsiz ulaştırılabilmesidir.

Sekizincisi, insanların geçim sorunlarına çözüm olmak üzere gelir üzerinden değil; şu anda bazı yerel yönetimlerin yaptığı gibi semt mutfakları üzerinden, okullarda ücretsiz yemek vererek, tanzim satışları düzenleyerek ve temel gıdalardan, KDV’nin kaldırılması şeklinde bu ülkede açlığın yoksulluğun giderilmesi yolunda programlar izlenmesi.

Dokuzuncusu döngüsel ekonomi. Bu bizim genel ekolojik yaklaşımımızın bir sonucu bütün olduğu kadar gösterişe, israfa tüketimin yerine kaynakların etkin kullanılması.

Onuncusu, son zamanlarda faiz ve döviz üzerinden bir tartışma yürütüyoruz. Halbuki sermaye akımlarını denetim altına almanız halinde, yurtdışından gelecek sermaye akışlarına bel bağlamaktan vazgeçmeniz halinde bunları pekâlâ yönetmeniz, kalkınma hedeflerine tabi kılmanız daha istikrarlı bir şekle getirmenizi de mümkün olabilir.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Laikliği sahiplenmek sınıfsaldır - Korkut Boratav / BİRGÜN

 

Sosyalist sol düşün üzerinde sahibi olduğu ağırlığı, küçük parlamento temsilinde değil geniş etki alanında diğer akımlara taşıyacak dinamik rolü üstlenmelidir.

Restorasyon derken kast ettiğimiz şey 2015 Genel Seçimleri’nden sonra, yani yenilgiye uğrayan AKP’nin yenilgiyi telafi etmek için uyguladığı olağandışı yöntemlerin birkaç aşaması oldu. Bu aşamalardan birisi 2016’daki darbe teşebbüsü vesile edilerek Anayasa’nın değiştirilmesi oldu. Önceki anayasa değişikliklerinden esasen cumhurbaşkanlığının tek dereceli seçimle iktidara getirdiği Erdoğan iktidardaki pozisyonunu yetkilerini de genişleterek rejimi bir adım daha öteye dönüştürme adımını attı. Referandum şaibeli bir referandumdur, YSK’nin aldığı ara karar sonuçları tartışmalı hale getirmiştir. Öyle ki Tayyip Erdoğan’ın kendisi bile “Atı alan Üsküdar’ı geçti” ifadesini kullanarak bir anlamda referandumun şaibeli olduğunu örtülü olarak ima etmiş oldu. Bu noktada 2017 Anayasa değişikliğinin bütün siyasal rejimi değiştiren özellikleri adım adım derinleşti. Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ve OHAL rejimiyle mevcut Anayasa’nın geçmişten artakalmış yasal çerçevesini bile ihlal eden uygulamalar geldi. Buna muhalefet çevrelerinde tek adam rejimi deniyor. Bana kalırsa neofaşizmin bir türünün eşiğindeyiz, bir kritik adım daha atılırsa tam geçmiş olabiliriz.


Restorasyon süreci ise 2015 sonrası uygulamaları getirdiği sorunların çözümüne ilişkin. Parlamenter muhalefetin ana blokunu oluşturan Millet İttifakı 2015’e dönüşü hedefliyor. Bu dönüş problemli bir dönüştür. Restorasyon ama nereye restorasyon? Bir restorasyon yapılacaksa 1980 Darbesi’nin getirdiği Anayasa’nın öncesini arayarak restorasyon yapmalıdır. Yani Türkiye’nin tüm demokratik çevrelerinin ana restorasyon hedefi 1961 Anayasası olmalıdır. 1982 Anayasası’nı hedefleyen bir restorasyon tutucudur. Üstelik 1982 Anayasası’na AKP iktidarı sırasında 2 kere revizyondan geçmiş olan bozulmaları da ilave deformasyonlar eklemiştir. Bu dahi ek bir problem olmaktadır.


Biriken lekeleri 1982 Anayasası’nın üzerine AKP yıllarında eklenen 2 bozulma daha var. Bunu ikiye ayıralım. Birincisi özellikle AKP yıllarına ama öncesine de yani ANAP iktidarına da taşınmaktadır. Rejimin İslamcılaşması yani laik birikimin aşılmasına dönük olan uygulamaların ilk adımlarını Turgut Özal’ın ANAP iktidarı döneminde yaşadık. Ama asıl deformasyon AKP iktidarına aittir. Özellikle eğitim sisteminde, adım adım kamu yönetiminin çeşitli alanlarında Cumhuriyetçi devrimin en kritik unsurlarından biri olan laik uygulamalar ve güvenceler bozulmuştur. Eğitim sisteminde, kamu yönetiminde, yasal düzenlemelerde Cumhuriyet birikiminin pek çok unsuru bozulmuştur. Eğitim sistemi özellikle hedeflenmiştir, imam hatip okullarının yaygınlaşması ve giderek alt yaşlara kadar taşınması, hatta Milli Eğitim Şurası’nda kabul edilen bazı kararlarla kontrol edilemez bir noktaya gelmiştir.

2015’e dönen bir restorasyon AKP iktidarının ilk üç dört yılından sonra birikmeye başlayan bu tortuyu özümseyerek ilerleyecek. Tipik bir örnek Diyanet İşleri Başkanı’nın merkezi bir rol oynaması, yeni yargı yılının DİB Başkanı tarafından duayla açılması, bu duaya Cumhurbaşkanı, Yargıtay Başkanı, diğer yüksek yargı mensupları ve CHP Genel Başkanı’nın katılması sembolik bir adımdır. Bir diğer örnek Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesiyle kılıçla çıktığı minberde Atatürk’ü açıkça suçladığı bir açılış konuşması yapmıştır. Bu konuşmaya tepki gösteren Millet İttifakı’ndan Meral Akşener olmuştur.

Genç bir insanın, Enes Kara’nın tarikat ve cemaat kontrolü altında gördüğü baskıya dayanamayarak intihar etmesi. Ne yazık ki en üzücü tepki Millet İttifakı’nın sembolik olarak Cumhuriyetçi kanadının militan kesimi olması gereken CHP’den, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan zayıf bir açıklama geldi. “Gençlerimizle ilgili canımızı yakan olgular söz konusu olunca, paylaşacağımız içeriklerde hepimiz sorumlu davranmak zorundayız. Bana kızanları anlıyorum ama etik sebeplerden dolayı paylaşım yapmayacağım” dedi. 

Bu herkesi tehdit eden açıkça eğitim sisteminin üst kademesini dahi kontrol eden siyasal İslamcılığın sineye çekilmesi anlamına geliyor. Daha önce ekim ayında parti kadrolarına Diyanet İşleri konusunda sorular gelirse cevap verin ama polemiğe girmeyin diye talimat verdiğini biliyoruz. İttifak’ın doğal katılımcısı üç parti var DEVA, Gelecek, Saadet. Bu üç parti de İslamcı geleneğin uzantısı. Babacan, Enes Kara’nın intiharı meselesine ilişkin “Beğenmedikleri her şey kapatılsın istiyorlar. AYM kapatılsın, diyenlerin ardından Enes’in ardından da bir şeyler kapatılsın diyorlar” gibi bir açıklama yaptı, tepki gelince yumuşatmaya çalıştı. Muhalefetin büyük ve küçük ortaklarının açıklamaları böyle. Akşener nispeten daha pozitif bir tavır alıp “Beğenmediğiniz eski Cumhuriyet’in en önemli gücü eğitime eşit katılımdı. Sosyal devlet sorumluluğu cemaatlere tarikatlara bırakıldı” dedi. Eleştiri yine sağ kanattan geldi. Ona göre Türkiye solu bu duyarlılığı taşımak zorundadır ve taşıyor. Bugün Cumhuriyet değerlerinde AKP tarafından yaratılan zararları ileride rejimi yeniden onarma aşamasında zaruri olarak vurgulayan sosyalist soldur.

Sosyalist sol 1980 Darbesi’ne kadar laiklikle ilgili bir mücadele yürütmek zorunda hissetmiyordu. 2007’de başlayan Cumhuriyet Mitingleri’nde dahi sosyalist solun katılımı marjinal kalmıştı. Fakat ne zaman AKP siyasal İslamı rejime yedirmeye başladı, bu duyarlılığı sahiplenen sosyalistler oldu ve şu an sadece sosyalist sol laiklik bayrağını ayakta tutuyor. Bütün gücümüzle Türkiye’nin tüm sosyalist güçleri bu duyarlılığı halk sınıflarına ve diğer siyasi akımlara da aktarmak zorundadır buna CHP’nin aydınlanmacı tabanı da dahildir. HDP’nin tabanında buna dair bir problem olduğunu sanmıyorum, ama onlarla iletişimin yürüyüp canlanması lazımdır. Sosyalist sol düşün üzerinde sahibi olduğu ağırlığı, küçük parlamento temsilinde değil geniş etki alanında diğer akımlara taşıyacak dinamik rolü üstlenmelidir.

Buna ikinci bir unsuru da ekleyebiliriz. Laikliği sahiplenmek sınıfsaldır. Siyasal İslam’ın emekçi sınıflara taşınması sınıf mücadelesini yumuşatmıyor felce uğratıyor. Siyasal İslamcı ideolojinin işçi sınıfına taşınması sınıf bilincinin kırpılıp nötralize edilmesine sebep olmaktadır. Bu karşımızdaki sınıfsal bir problemdir. Bu dönüşüm 80’lerde başladı ama esas olarak 21. yüzyılın problemidir. AKP döneminde bu neoliberal saldırılara teslimiyet yerleşmiştir ve yoğunlaşmıştır. 80 dönüşümü bir dönem telafi edildi. 12 Eylül rejiminden sonra emeğin büyük kayıplarını telafi eden bir ara dönemden de geçtik. ANAP iktidardan uzaklaşırken emekçi sınıfın sendika tabanından gelen büyük muhalefet dalgası ekonomiyi 4-5 yıl etkisi altına aldı. 12 Eylül ve ANAP rejimindeki kayıplar kısmen telafi edildi. Destekleme araçlarının felce uğradığı dönemde bölüşüm bozukluğu yaşanmıştı bu bozukluk 4-5 yıl telafi aşamasından geçmişti. Bu telafi aşamasının son bulması, Türkiye’de 98 sonrası IMF programıyla olmuştur. Buna 2001 krizinde yaşanan toplumsal tepki AKP’yi iktidara getirdi. Bu tepkilerle iktidara geldi ama 2015 yılına kadar IMF programını aynen uyguladı. Ondan sonra da ana öğeleri uygulama kaydıyla kaçamak yapmaya çalıştı. 

Ana öğesiyse şuydu işçi sınıfının örgütlenme düzeyinin dağılmasıdır. Bu 12 Eylül rejiminin getirdiği zorbalıklarla, neoliberal düzenin bozukluklarının sisteme yedirilmesidir. Bu AKP yıllarında yerleşik hale geldi. 80 öncesinde sendikal faaliyet Avrupa düzeyindeydi, bugün temsilidir. Asgari ücret ortalama ücret olmuştur. Kamu yönetiminde kamu personeli sözleşmeli personele dönüşmüştür. Sosyal devlet kurumlarının büyük ölçüde dağıldığı, eğitimin ve sağlığın ticarileştiği aşamalardan geçtik, bunun bedelini yaşıyor ve ödüyoruz. İşte eğitim sisteminde devletin ikinci role çekilmesi, özel eğitim kurumlarının yaygınlaşmasının yarattığı ağır bilançoyu günden güne yaşıyoruz. 

AKP bu politikaları istikrarlı olarak sürdürdü. Şimdi eğitim gibi en temel kamusal hizmetlerin piyasalaşmasının sonuçlarını yaşıyoruz. CHP’nin bir merkez parti olarak söylemleri bir neoliberal teslimiyet anlamı taşıdığı için özelleştirmelerden sosyal devlet ihtiyacına kadar bu ağır bilançonun telafisini ancak sosyalist sol gündeme getirebilir. 

(Türkiye toplumu Medeni Kanun’u da içeren Cumhuriyet devrimlerini benimsemiş, özümsemiş bir toplumdur. Şeyh Said İsyanı gibi birkaç istisnayı göstererek toplumun Cumhuriyet devrimlerine direndiği söylenemez.)

Şu anda yeni anayasa hazırlanma süreci içerisinde. Millet İttifakı’nın dışarıdan katkılarla 6 partiyle yaptığı bir çalışma içerisindeyiz. Sorun şu ki bu anayasa nasıl değişecek? 
2016’dan sonra gelen yeni uygulamalar, OHAL rejiminde İstanbul seçiminin yapılması gibi gerçekler bir yana, oluşacak olan yeni Meclis mi anayasayı değiştirecek? 
Diyelim ki Millet İttifakı çoğunluğu aldı ve yeni anayasa süreci içerisine girdi. Mevcut Anayasa gerici 1982 Anayasası’nın ilaveten bozulmuş kurallarını içeren bir anayasadır. Türkiye parlamenter rejimi boyunca en demokratik anayasasını 1961’de hazırladı. Bu anayasayı iki kurum birlikte oluşturdu; biri Milli Birlik Komitesi’ydi, diğer Temsilciler Meclisi’ydi. Toplumsal sınıfların temsiliyle oluşmuş bir Meclis’le seçildi. Dolayısıyla anayasa değişikliğinin bir kurucu meclisle yapılması, kotasız eşitliği gözeten, halk sınıflarının örgütleriyle katılabileceği bir meclisle hayata geçmesi hedeflenmelidir.

İlginç bir şekilde Güney coğrafyasında Şili neoliberal sürece ilk giren ülkeydi. Pinochet ile ilk neoliberal uygulama Şili’de denendi. O anayasa şu anda değiştiriliyor. Nasıl değiştiriliyor? Halk sınıflarının direnci sonucunda bir referandumla. Pinochet’nin darbe anayasası referandumla değiştirilme kararı alındı. Referandumda iki soru soruldu; birinci soru anayasa değiştirilsin mi ikinci soru evet çıkarsa parlamento yoluyla mı değiştirilsin yeni kurulacak bir meclisle mi? Halk ikincisini tercih etti. Sosyalist sol da bunu gündeme getirmelidir. Kamuoyunda gündeme getirilirse Millet İttifakı’nın içinde dahi benimseyebilecek taban oluşabilir. Türkiye halkının toplumsal sınıflarının özlemle hayata geçirmeyi bekleyebileceği bir değişimdir. Tüm toplumsal sınıflar kendi örgütüyle buna katılabilmelidir. Türkiye’den birkaç yıl önce neoliberal düzene ve darbe anayasasına geçen Şili, şimdi bunu değiştirme sürecinde. Sadece başkanlığı sola kazandırmadı, ayrıca kurucu meclisinin bileşimi büyük ölçüde sola meyletti.

Endişeli muhafazakârlar

Niçin CHP kendi tabanında olmayan bir tutucu kesime yönelik hareket ediyor? Bu liberallerin Türkiye soluna AKP’nin ilk yıllarında taşıdıkları şu anlatı üzerinden şekilleniyor: “Türkiye toplumunun çoğu Müslümandır, bu kültürün siyasete taşınması doğaldır. Demek ki seçimi kazanacak partinin bu değerleri taşıması da doğaldır.” Tüm bu adımlar AKP iktidarını doğal gösterme çabası içindi. Bu durum bu iktidarın ilave yükü olan siyasal İslam’ı göstermiyor. CHP bu ayrımı yapamıyor. Türkiye toplumunda Müslümanlık bir birikimdir, edinimdir, buna dair kimsenin kavgası veya problemi yoktur. Farklı farklı insanlarda Müslümanlığın büyük küçük izleri görülebilir. Bu izler siyasi rejimi belirleyecek bir ağırlık taşımamaktadır. Türkiye toplumunun Müslümanlık birikimi Cumhuriyet devrimlerine bir engel olmamıştır. Türkiye toplumu medeni kanunu da içeren Cumhuriyet devrimlerini benimsemiş özümsemiş bir toplumdur. Şeyh Said İsyanı gibi birkaç istisnayı göstererek toplumun Cumhuriyet devrimlerine direndiği söylenemez. 

AKP siyasete Türkiye Müslümanlığını değil, ithal bir Müslümanlığı taşıyarak siyaseti işgal etmiştir. Ne Müslümanlığıdır bu? İhvan Müslümanlığı. AKP siyasetinin ana gündemini oluşturmuştur bu. Bu ana gündemde Nurculuk ile Fethullahçılık ile de bütünleşmiştir. Bu AKP’nin Türkiye Müslümanlığını fethetme çabasıdır. Bunu Türkiye toplumuna mal ederek aman İslami değerlerle tartışmayalım titizliği anlaşılabilir, ama yanlıştır. Bugün çeşitli nötr anketler Atatürk’ün büyük çoğunluğun kabul ettiği simgesel bir değer olduğunu gösteriyor. Türkiye’de laiklik İslami geleneklerle çatışmadan yaşamanın esnekliklerini ve nimetlerini yaşamıştır. Bu algılama CHP kadrolarına taşınmadı, bu önemli bir kayıptır.

Bugün önemli bir dönüm noktasındayız. Siyasal İslamcı rejimin sonunu getirme şansı var. Bu seçimler Türkiye’ye kayıplarını telafi etme olanakları sunacaktır. Sosyalist sol, diğer akımlar bir felç halinde olduğu için ek sorumluluklara sahiptir. Birinci sorumluluk şudur: Gündeme gelen restorasyonun tutucu değil demokratik olması, ikinci olarak neoliberal sermayenin tahakkümü döneminde yaşadığımız bütün kayıpların da telafi edilme dönemine gireceğiz. Neoliberal ve siyasal İslamcı yükün temizlenmesi sorumluluğu sosyalist soldadır. Bunun temsiliyeti aranmalıdır. Temsiliyetin ana gücü anayasa değişikliği sürecinde gündeme gelecektir.

Korkut Boratav / BİRGÜN

Her Türk bir gün linci tadacaktır! - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

İddialı bir başlıkla yola çıktım. 

Elektrik, doğalgaz faturalarından ötürü elleri 

yanan muhterem halkımız, bir süreliğine de 

olsa, yanan ellerini ovuştura ovuştura yepyeni 

mevzuların derinliklerine daldı ve bir türlü 

çıkamıyor. 

Bu derin mevzular Gülşen adlı şarkıcının 

donu, Havva ile Âdem’in cahilliği ve HDP’li 

kadın milletvekili Semra Güzel’in bir PKK’liyle 

fotoğrafı.

Ben linç konusunda sıramı savdığım için rahat konuşuyorum. Fakat insanoğlu unutmuyor.

Ben de Güneydoğu’ya defalarca gidip o bölgelerde devlet eliyle yapılan haksızlıkları, meydanları “özgürlük” diyerek dolduran kadınları, ağabeylerinin ölüsünü almak için morg kapısında bekleyen çocukları, Sur katliamları sırasında keskin nişancılar tarafından öldürülen annelerini bir hafta boyunca vurulduğu yerden alamayan aileyi; Roboski katliamından iki gün sonra oraya giden ilk gazeteci olmama ve yaptığım röportajların Meclis’e tanıklık etmesine rağmen kadın intiharlarının en çok olduğu kent Batman’da, bir uzman çavuş tarafından günlerce eve kapatılıp tecavüz edilen ve ardından intihar eden genç bir kadından söz eden yazımdan dolayı hem HDP’liler hem AK-kara troller hem Batman Barosu hem Batman Valisi hem yazılarımın tek bir tanesini okumadıklarına karar verdiğim Gazete Duvar’ın müthiş araştırmacı (?) yazarları tarafından linç edilmemi ve hiçbir meslek kuruluşunun arkamda olmamasını unutmuyorum.

Günlerce evime kapanmış ve “Bu da geçer” demiştim, geçti ama o uzman çavuş elini kolunu sallayarak o bölgede dolaşıyor. Kentlerindeki kadın intiharları hakkında kitaplar yazılan, ayrıca devletin isteğiyle bu konuda çalışmalar yapılan Batman halkı şimdilerde ne düşünüyor bilemiyorum. Ama dostların bana silahlı tehdit olduğu için “Aman Işıl, bir süre sokağa çıkma” dediklerini de unutmuyorum. Madem unutmuyoruz, devam edelim. O günlerde gazetem beni bölgeye yollamıştı, ben de bir gazeteci sorumluluğuyla Nusaybin sınırında tel örgülere asılmış, Paris’te öldürülen üç kadının fotoğraflarını çekmiştim, bu fotoğraf nedeniyle ağır cezada yargılanıyordum. Yedi yıl istemiyle.

Neyse bu yazı amacına aştı, öyle kin tutan biri değilim, bu nedenden HDP milletvekilinin vekilliğinin düşürülmesi isteği canımı sıkıyor, üstelik bu işe muhalefet partileri de onay veriyor. Acaba diyorum milletvekili erkek olsaydı durum ne olurdu? Ayrıca PKK gibi bir terör örgütü FETÖ’nün kurucusuyla şu anda Meclis’te olan pek çok milletvekilinin çok samimi pozları var. Resmen ikiyüzlülük!

Şimdi gelelim ikinci linç konumuza. Sezen Aksu bir şarkısında ne demiş: Selam söyleyin şu cahil Âdem’le Havva’ya!” İyi demiş, Allah’ın onlara bir tuzak kurduğunu fark etmeyip yılanın uzattığı elmayı yemişler. Biz de onların aşk meyveleriyiz. Bu masalı severim ama en yakın akrabam su sineklerini daha çok severim. Tamam, goriller et yemeye başlayınca zekâları gelişmiş ve biz garibanlar olmuşuz. Ancak DNA dizisinde bize en yakın su sinekleri. Biraz belgesel izleyin. Âdem ile Havva’nın dünya resim sanatına etkilerini de unutmayalım. Yılan ağzında elmayı getiriyor, Havva hemen kapıyor ve kıytırık bir dilim de Âdem’e veriyor, Âdem’in zekâsı bu nedenden tam gelişmiyor. Bu da benim Havva ve Âdem teorim. 

Şimdi gelelim Gülşen adlı şarkıcının sahneye donla çıkmasına, üstünde transparan bir uzun elbise var. Tamam, donu da gözüküyor, sütyeni de ama kadın bir sahne emekçisi. Yani bir işten para kazanıyor. Alan memnun satan memnun, parayı bastıran onu dinliyor; bu durumda kadını kınayan bazı kadın sanatçılar, erkekleri boş veriyorum sanırım, yıllarca hayalini kurdukları bir sahne şovunu Gülşen gerçekleştirdi diye kıskançlık içindeler. Siz de yapın!

Hay Allah, yazım magazin programı gibi oldu, öyleyse kendimin içinde bulunduğu durumu da anlatıp iyice magazinleşelim.

Efendim ben günlerdir heyecanla elektrik faturamın gelmesini bekliyorum. Neden mi? Bizim bölgede elektrik dağıtımını yapan şirketin patronu büyük iş kadını (?) Güler Sabancı. Onun her ay iki gecelik vale* parasını ben ödüyorum ya, vale kaça çıkmış meraktan öleceğim. Neyse elektrik okumaya bir eleman gelmiş, nedense onlar dış kapı için benim zilimi çalarlar, iyi ki öyle, hemen koşarak yanına gittim: “Bak bakalım benimki kaç para olmuş, çünkü sizin patronun vale parasını ben ödüyorum.” Eleman genç biri, gülmesini zor tutuyor ve elime faturayı tutuşturuyor. O bizim vale parası epey artmış, ama çaresiz ödeyeceğim; çünkü Tayyip Erdoğan’ın emriyle 4 milyon kurumsal vergisi, 900 bin liralık kişisel vergisi pat diye silinen hanımefendinin iki günlük vale parasını ödemezsem hayatı bana zindan ederler.. Emirleri olur. Hadi artık ben susuyorum, yoksa birileri dilimi kesecek!

 Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

    * Vale: Restorana gelen müşterilerin arabasını park eden eleman.

Aydınlanma meşalesi sönmez: Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy başta olmak üzere aydınlarımızı anıyoruz - CUMHURİYET

Cumhuriyeti ve Atatürk devrimlerini savundukları için hedef alınan başta gazetemiz yazarları Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy olmak üzere tüm aydınlarımızı Adalet ve Demokrasi Haftası’nda anıyoruz. Etkinlikler Mumcu’nun katledildiği 24 Ocak’ta (yarın) başlayacak, Aksoy’un katledildiği 31 Ocak’ta son bulacak.

Cumhuriyeti ve Türk devrimini savunan, bu yolda hedef alınan başta gazetemiz yazarları Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy başta olmak üzere katledilen aydınlarımızı özlemle anıyoruz. Aydınların anısına her yıl çeşitli anma programlarının düzenlendiği Adalet ve Demokrasi Haftası, bu yıl, “Hukuk devleti mi orman kanunları mı?” başlığı ile 29. kez düzenlenecek. Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (um:ag), Cumhuriyet gazetesi, Çankaya ve Yenimahalle belediyeleri ile Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) öncülüğünde gerçekleştirilecek programlar, Mumcu’nun katlediği 24 Ocak’ta başlayacak, Aksoy’un katledildiği 31 Ocak’ta son bulacak.

Aracına konan bombanın patlaması sonucu yaşamdan koparılan gazetemiz yazarı Mumcu’nun katledilişinin üzerinden tam 29 yıl geçti. 29 yıl boyunca özlemi hiç dinmeyen yazarımız, katledildiği 24 Ocak’ta, sevenleri tarafından özlemle anılacak. Mumcu ve yitirdiğimiz aydınların anısına düzenlenen 29. Adalet ve Demokrasi Haftası da aynı gün düzenlenecek etkinliklerle, “Hukuk devleti mi, orman kanunları mı?” başlığıyla başlayacak. Hafta boyunca sürecek etkinliklerin son gününde de 32 yıl önce katledilen yazarımız Prof. Dr. Aksoy; başkanlığını yaptığı, kuruculuğunu üstlendiği kurumlardan olan Ankara Barosu, ADD ve Türk Hukuk Kurumu’nun düzenleyeceği program ile anılacak.

‘MUMCU İÇİN SÖYLÜYORUZ’

24 Ocak’ta anma programı kapsamında ilk olarak ADD ve Yenimahalle Belediyesi’nin düzenlediği etkinlik, saat 10.00’da, Batıkent Metro durağından Uğur Mumcu Parkı’na yürüyüş ile başlayacak. Saat 11.00’de ise Uğur Mumcu Anıtı’na çelenk konulacak. Mumcu için geniş katılımlı anma programı ise 29 yıl önce katledildiği evinin önünde yapılacak. um:ag tarafından düzenlenen “Uğur Mumcu Sesleniyor” etkinlik programında, saat 12.00’de, karanfiller ve mumlarla sevenleri Mumcu’nun sokağında olacak. Anmada REDD grubunun dinletisi de yer alacak. Anıtmezar ziyareti ise saat 14.30’da, Cebeci Asri Mezarlığı’nda gerçekleştirilecek. Günün son etkinliği, saat 20.00’de Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) tarafından düzenlenen “Adalet yoksa gelecek de yok” başlıklı söyleşi olacak. “Zoom” programı üzerinden çevrimiçi olarak gerçekleştirilecek söyleşide, ÇYDD Ankara şubesi gençleri konuşmacı olacak.

29. Adalet ve Demokrasi Haftası’nın bir hafta boyunca gerçekleştireceği etkinliğin diğer günlerdeki programı ise şöyle:

25 OCAK SALI:

Saat 13.00: İstanbul Yüksek Ticaret ve Marmara Üniversitesi İİBF Mezunları Derneği tarafından “Ekonomide Demokrasi” başlıklı söyleşi, Yüksek Ticaret Konferans Salonu’nda düzenlenecek. Etkinlikte, ekonomist Prof. Dr. Mustafa Durmuş konuşmacı olacak.

Saat 16.00: Sosyal Demokrat Avukatlar Derneği (SODAD); Mumcu’nun oğlu Özgür Mumcu’nun konuşmacı, SODAD Yönetim Kurulu üyesi avukat Mustafa Gökhan Tekşen’in ise kolaylaştırıcı olarak katılacağı “Bir Geçmiş Dönemi Adaleti Olarak Helalleşme Çağrısı” başlıklı etkinlik gerçekleştirecek. Söyleşi, Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlenecek.

Saat 18.30: TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından düzenlenen “Uğur Mumcu’nun İzinde Hakikatı Aramak” başlıklı etkinlik Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde olacak. Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan’ın yöneteceği panele avukat Turgut Kazan, gazeteci Çiğdem Toker, gazeteci Özlem Akarsu Çelik ve gazeteci Sedat Bozkurt konuşmacı olarak katılacak. 

26 OCAK ÇARŞAMBA:

Saat 13.00: Eğitim-İş Ankara 3 No’lu Şube tarafından “Emperyalizmin kıskacında Türk eğitim sistemi” başlıklı söyleşi Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlenecek. Söyleşide, eğitimci ve yazar Mustafa Fırat konuşmacı olarak yer alacak.

Saat 14.00: Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı, “Eğitimde güncel tartışmalar” başlıklı açıkoturumu Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Salonu’nda düzenleyecek. Vakıf Başkanı Erdal Atıcı’nın yöneteceği açıkoturuma Doç. Dr. Ahmet Yıldız, Dr. Ayhan Ural ve Murat Kaymak konuşmacı olarak katılacak. 

Saat 18.00: Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı, “Laikliğe Çağrı” başlıklı paneli Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenleyecek. Pir Vakfı Genel Sekreteri Mahmut Aslan’ın kolaylaştırıcı olarak katılacağı panelde, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Kurucu Başkanı Murtaza Demir, İlerici Kadınlar Derneği Genel Başkanı Umut Kuruç, YARSAV ve Yargıçlar Sendikası Kurucu Başkanı avukat Ömer Faruk Eminağaoğlu konuşmacı olacak. 

Saat 20.30: Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre için Sağlıkçılar Derneği (NÜSED), “Neo-liberal kapitalizmin salgınla sınavı” başlıklı söyleşiyi “Zoom” üzerinden düzenleyecek. Söyleşiye halk sağlığı uzmanı Prof. Dr. Ahmet Saltık konuşmacı olarak katılacak. 

27 OCAK PERŞEMBE:

Saat 15.00: Eğitim-İş Ankara 3 No’lu Şube’nin düzenleyeceği “Çınarın gölgesi” başlıklı etkinlik, Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde gerçekleştirilecek. Söyleşiye eğitimci, psikolojik danışman ve yazar Şule Özcan konuşmacı olarak katılacak. 

Saat 17.00: Türk Hukuk Kurumu (THK), “Devlet hukukla yaşar” başlıklı söyleşi düzenleyecek. Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde olacak söyleşiyi, THK Başkanı avukat Nail Gürman’ın yönetecek. Avukat Şule Nazlıoğlu Erol, gazetemiz yazarı Mustafa Balbay, Prof. Dr. Devrim Güngör ve TBB Başkanı Erinç Sağkan konuşmacı olacak.

Saat 20.00: Mülkiyeliler Birliği ve Türk Tabipler Birliği (TBB) tarafından “Hakikat ve adalet” başlıklığı ile çevrimiçi olarak söyleşi gerçekleştirilecek. 

28 OCAK CUMA:

Saat 13.00: Sosyal Demokrasi Derneği (SDD), “Gerçekte demokrasi, gerçekte hukuk” başlığı ile Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde söyleşi düzenleyecek. Gazeteci Zeynep Gürcanlı ve CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba, etkinlikte konuşmacı olacak. 

Saat 15.00: 29 Ekim Kadınları Derneği, “Kadınlar Uğur Mumcu’yu konuşuyor - aydın cinayetlerinden kadın cinayetlerine” başlıklı forum gerçekleştirecek. Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’ndeki forumun açılış konuşmasını derneğin Genel Başkanı avukat Şenal Sarıhan yapacak. Forumda kolaylaştırıcı olarak Emel Uzman, konuşmacı olarak da CHP PM üyesi Yaşar Seyman yer alacak.

Saat 16.00:  Deneme Lisesi Mezunları Derneği tarafından düzenlenecek “Kanun-adalet, hukuk-umut” başlıklı söyleşi, Yılmaz Güney Sahnesi’nde olacak. Etkinlikte, Dr. Sabri Dokuzoğuz, gazeteciler Sibel Hürtaş ve Mutlu Sereli Kaan konuşacak.

Saat 17.00: GAYA, Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği (TÜKD) Ankara Ümitköy ve Yıldız Şubesi tarafından “Orman kanunu hikayeleri” başlıklı forum, Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlenecek. Konuşmacı olarak Yurdum Hasgül Güvener ve TÜKD bursiyerleri yer alacak.

Saat 18.00: Veteriner Hekimler Derneği, gazetemiz yazarı Işık Kansu’nun konuşmacı olacağı “Işık Kansu Uğur Mumcu’yu anlatıyor” başlıklı söyleşiyi, Veteriner Hekimler Derneği Salonu’nda düzenleyecek.

Saat 19.00: Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD) tarafından “Nefesi kesilmek istenen gazetecilik” başlıklı söyleşi gerçekleştirilecek. Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’ndeki söyleşiye kolaylaştırıcı olarak gazeteci Şeyma Paşayiğit, konuşmacı olarak ise gazeteciler Faruk Bildirici, Rıdvan Akar ve Yıldız Yazıcıoğlu Özmen katılacak.

29 OCAK CUMARTESİ:

Saat 11.00: Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Ankara Şubesi’nin düzenlediği “Faili meçhul cinayetler ve cezasızlık politikası” başlıklı söyleşi, Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde olacak. Şube Başkanı Esra Koçak Mayda’nın kolaylaştırıcı olarak katılacağı etkinlikte, hukukçu ve eski CHP milletvekili İlhan Cihaner, avukat Sertaç Ekinci ve gazeteci-yazar Gökçer Tahincioğlu konuşmacı olarak yer alacak.

Saat 13.00: Eğitim-İş Ankara 3 No’lu Şube’nin düzenlediği “Tarikat-cemaat-din sarmalında laik eğitim” başlıklı panel, Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde olacak. Etkinlikte, Eğitim-İş Kurucu Genel Sekreteri Erdal Çalı kolaylaştırıcı, Doç. Dr. Ahmet Yıldız, Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay ve Eğitim-İş Kurucu Genel Başkanı Niyazi Altunya ise konuşmacı olarak yer alacak.

Saat 15.00: Yargıçlar Sendikası tarafından Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde, “Hukuk olmadan devlet olur mu? Olursa adı ne olur?” başlıklı panel gerçekleştirilecek. Yargıçlar Sendikası Başkanı Ayşe Sarısu Pehlivan’ın yöneteceği panelde gazeteci Alican Uludağ, Yargıçlar Sendikası Genel Sekreteri Enver Kumbasar, sendika yönetim kurulu üyesi Ertekin Aksüt ve sendika Başkan Yardımcısı Mehmet Öner konuşmacı olacak. 

Saat 15.00: Ankara CUMOK ve Dil Derneği tarafından “2022 yılında Türkiye’yi neler bekliyor?” başlıklı söyleşi, İTÜ Birlik Evi’nde düzenlenecek. Söyleşide, gazetemiz yazarı Barış Terkoğlu konuşmacı olacak. Etkinlikte, Gürsel Gökçe’nin “Sönmeyen ışık Uğur Mumcu” başlıklı fotoğraf sergisi de sanatseverlerin beğenisine sunulacak. 

Saat 17.00: Şiddetsiz Toplum Derneği’nin “Haydi canlar bir olalım... İnsana, hayvana ve çevreye yönelik şiddete karşı toplumsal ittifak çağrısı” başlıklı söyleşisi, Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlenecek. Söyleşiyi Aziyme Arıkan ve Erdal Gülöz sunarken, uzman psikolog Şenay Ölmez yönetecek. Açılış konuşmasını Şiddetsiz Toplum Derneği Başkanı Rıza Sümer yapacak. Söyleşiye, Eğitim-Sen Genel Başkanı Nejla Kurul, Felsefe Kültür Sanat Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Ali Apaydın ve çevre hukukçusu Süleyman Çetin konuşmacı olarak katılacak.

Saat 19.00: Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) tarafından “1923 notası: Cumhuriyet” isimli anlatı-konser, Yenimahalle Belediyesi Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde düzenlenecek. Etkinliğe anlatıcı olarak Utku Erişik katkı sağlayacak. 

30 OCAK PAZAR:

Saat 13.00: Türkiye İnsan Hakları Kurumu (TİHAK), Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde “KHK’ler, akademi ve hukuk” başlıklı panel düzenleyecek. Panele, Oğuz Gemalmaz kolaylaştırıcı olarak katılırken, Prof. Dr. Yakup Kepenek, avukat Hüseyin Aygün ve Dr. Barkın Asal konuşmacı olarak katılacak.

Saat 14.00: Ankara CUMOK, ADD Keçiören Şubesi ve Keçiören Cemevi tarafından Keçiören Belediyesi Yunus Emre Kültür Merkezi’nde “Halkın sağlığından kim sorumlu” başlıklı söyleşi düzenlenecek. Etkinliğe, CHP Ankara Milletvekili Murat Emir konuşmacı olarak katılacak. Gürsel Gökçe’nin “Sönmeyen Işık Uğur Mumcu” fotoğraf gösterisi sergilenecek ve ADD Keçiören Şube Korosu’nun dinletisi yer alacak. 

Saat 14.30: Kızılırmak Yerel Dernekler Federasyonu’nun düzenlediği “Adalet olsaydı Mumcular ölmezdi!” başlıklı panel, semah ve dinleti Çankaya Belediyesi Yılmaz Güney Sahnesi’nde düzenlenecek. Panele kolaylaştırıcı olarak federasyonun Genel Sekreteri Sultan Özer, konuşmacı olarak ise gazetemiz yazarı Eren Aysan ve Alaz Erdost katılacak. Kızılırmak Semah Ekibi tarafından semah gösterisi ve Görkem Gürlevik’in dinletisi gerçekleştirilecek.

Saat 15.00: Yerel Yönetim Araştırma Yardım ve Eğitim Derneği (YAYED) tarafından Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde “Hukuk devleti bağlamında idarenin sorumluluğuna” başlıklı panel düzenlenecek. Panelin açılış konuşmasını eski CHP milletvekili Prof. Dr. Birgül Ayman Güler yapacak. Prof. Dr. Süheyla Suzan Gökalp, “Çevre yönetiminde idarenin sorumluluğu”; Doç. Dr. Ozan Zengin, “Devletin halkına sorumluluğu”; avukat Nurten Çağlar Yakış, “İşçi sağlığı ve güvenliğinde idarenin/devletin sorumluluğu” ve Müfit Bayram, “İdarenin sorumsuzlukları” başlıklı konuşma gerçekleştirilecek.

Saat 17.00: Gazetemiz, Çankaya Belediyesi Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde “Uğur Mumcu’nun Cumhuriyet’i” başlıklı söyleşi  düzenleyecek. Etkinliğe, gazetemiz yazarları Işık Kansu ve Mustafa Balbay ile gazetemiz Ankara Temsilcisi Sertaç katılacak. 

Saat 19.00: ADD tarafından düzenlenen “Devrim ve demokrasi türküleri” konseri Ahmet Taner Kışlalı Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecek.

Aksoy, gömütü başında anılacak

Programın son gününde, Bahçelievler’deki evinin önünde uğradığı silahlı saldırıyla katledilen ADD Kurucu Genel Başkanı ve gazetemiz yazarı Prof. Dr. Muammer Aksoy, katledilişinin 32. yılında Cebeci Asri Mezarlığı’ndaki gömütü başında anılacak. ADD, THK ve Ankara Barosu’nun düzenleyeceği anma saat 13.00’te olacak. Kapanış söyleşisi de “Prof. Dr. Muammer Aksoy’a saygıyla” başlığı ile Doğan Taşdelen Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde saat 14.30’da gerçekleştirilecek. ADD, THK ve Ankara Barosu tarafından düzenlenecek ve ADD Genel Sekreteri Namık Avutça tarafından kolaylaştırıcılığı üstlenilecek söyleşide, ADD Genel Başkanı Hüsnü Bozkurt, THK Başkanı Nail Gürman, Ankara Barosu Başkanı Kemal Koranel ve ADD gençliği yer alacak. ADD, saat 18.00’de ise “Yılın Atatürkçüleri” ödül törenini düzenleyecek. Tören, Yılmaz Güney Sahnesi’nde olacak. 

KATILIMCI KURULUŞLAR

Cumhuriyet gazetesi, Ankara Cumhuriyet Okurları (CUMOK), Ankara Barosu, Ankara Dayanışma Derneği, Ankara Tabip Odası, Atatürkçü Düşünce Derneği, Anadolu Güç Birliği Konfederasyonu, Avukatlar Sendikası, Bahçelievler Deneme Lisesi Mezunları Derneği, Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu, CHP, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Ankara, Çankaya, Ümitköy-Çayyolu şubeleri, Çankaya Belediyesi, Dil Derneği, Eğitim-İş Sendikası ve 3 No’lu Şubesi, 29 Ekim Kadınları Derneği, GAYA Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü, Kadın ve Mücadele Derneği, Keçiören Cemevi, Kızılırmak Yerel Dernekler Federasyonu, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı, Medya Araştırmaları ve Mesleki Gelişim Derneği (MAGED), Mülkiyeliler Birliği, NÜSED, İstanbul Teknik Üniversitesi Birliği Derneği, ODTÜ Mezunları Derneği, Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı, Sosyal Demokrasi Derneği, Sosyal Demokrat Avukatlar Derneği, Şiddetsiz Toplum Derneği, Türkiye İnsan Hakları Kurumu, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, TOBAV (Devlet Tiyatroları, Opera ve Bale Çalışanları Yardımlaşma Vakfı), Toplumsal Bellek Platformu, Tüketici Hakları Derneği, Tüm Öğretim Elemanları Derneği, Türk Hukuk Kurumu, Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği, Türk Kadınlar Birliği, Türkiye Barolar Birliği, Türkiye Gazeteciler Sendikası Ankara Şubesi, Türk Tabipleri Birliği, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (um:ag), Üç Fidan Çiçekcilik, Veteriner Hekimler Derneği, Yargıçlar Sendikası, Yerel Yönetim Araştırma Yardım ve Eğitim Derneği, Yenimahalle Belediyesi, Yüksek Ticaret Marmara Üniversitesi İİBF Mezunları Derneği Ankara Şubesi. (CUMHURİYET)

 

Bukoleon Sarayı’nda heyecan verici keşifler…- CUMHURİYET

İstanbul, binlerce yıl öncesinin mimari tanıklarıyla adeta bir açık hava müzesi… İBB Miras’ın, 1.600 yıllık Bukoleon Sarayı restorasyonunda heyecan verici keşifler birbirini izliyor…


İstanbul, yeni keşiflerle tarihi her geçen gün daha eskilere dayandırılan kadim şehir… Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik yapmış, üç büyük din ve sayısız kültüre ev sahipliği eden kent. İBB Miras ekipleri kentin hafızası kültürel varlıkların korunması, yaşatılması için kazı ve restorasyon çalışmalarını özenle sürdürüyor. Restorasyonu devam eden Bukoleon Sarayı’nda kazı çalışmaları derinleştikçe heyecan verici yeni bulgulara ulaşılıyor.

UNESCO DÜNYA KÜLTÜR MİRASI LİSTESİ’NDE

Bukoleon Sarayı, Tarihi Yarımada’nın Marmara Denizi kıyısında bugünkü Cankurtaran ile Kumkapı arasındaki Çatladıkapı mevkiinde, Küçük Ayasofya’nın hemen doğusunda bulunan ve bugüne yalnızca kalıntıları ulaşmış Bizans sahil sarayıdır.

UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’nde bulunan ve 1. Derecede Arkeolojik Sit Alanı içinde yer alan Bukoleon Sarayı’nda restorasyon ivme kazandı. İBB Genel Sekreteri Mahir Polat restorasyon çalışmalarıyla ilgili olarak açıklamalarda bulundu. Ayrica projede gorevli Ali Asker Ulket de tarihi alan hakkinda bilgiler verdi. Projede görevli Arkeolog Ali Asker Ülker ile de tarihi alanı gezdik. Eşsiz bir deneyimdi…

İBB Miras, 2020 yılında Bukoleon Sarayı’nda restorasyon ve arkeolojik kazı çalışmalarına başladı. Toprak altındaki sarayda sekiz buçuk metreye varan toprak dolgunun kaldırılarak sarayın özgün seviyesine ulaşıldığını belirten Polat, “İBB Miras’ın çalışmalarıyla, literatürde olmayan, ilk kez karşılaşılan ve keşfedilen buluntular gün yüzüne çıkarılmaya devam ediyor. Bunlardan biri geçtiğimiz haftalarda sarayın törensel alanında ortaya çıkarılan, bir grup iskelet buluntusudur. İskeletler üzerinde yapılan ilk araştırmalarda bulunan izlerden, burada toplu bir katliam yaşanmış olabileceği düşünülüyor” diyerek önemli bir keşfe imza atıldığını söylüyor.

İSTANBUL’UN EN ESKİ ÇEŞMESİ

23 Eylül’de Bukoleon Sarayı’ndaki arkeolojik kazıda İstanbul’un en eski çeşmesi bulunmuştu. Çeşmenin hemen ardında bulunan sarnıçta kazıların devam ettiğini söyleyen Mahir Polat, “Sarnıcın arkasındaki alanda, üç kola açılan tonozla örtülü olan yapının da bulunmasıyla, bir kaçış dehliziyle karşılaşıldığı düşünülüyor. Devam eden arkeolojik kazı çalışmaları neticesinde hem Bukoleon Sarayı’nın mimari elemanlarıyla birlikte öyküsü, hem de İstanbul tarihinde bilinmeyenler aydınlatılacak” dedi.

İNSAN İSKELETLERİ, BU İNSANLAR NASIL ÖLDÜRÜLDÜLER?

Tarihi alandayız. Arkeolog Ali Asker Ülker ile dolaşıyoruz. İnsan iskeletlerinin bulunduğu alana geldiğimizde, Ülker alanı işaret ediyor, “8 Kasım günü bu alanda çalışma devam ederken ilk iskelete ulaştık. İki, üç derken dokuz insan iskeleti açığa çıkarmıştık. Büyük bir muamma ile karşı karşıyaydık. Soru şuydu: Bu insanlar nasıl öldürüldüler? Çünkü ilk izlenimlerimiz buranın toplu bir gömü alanı olduğuna işaret ediyordu. Ve bazı iskeletlerde kesici aletten kaynaklı izler mevcuttu” diyor.

BELKİ DE BİR KAÇIŞ TÜNELİYDİ…

Bukoleon Sarayı kalıntıları içerisinde dolaşırken, ‘Kim bilir bir zamanlar ne kadar güzeldi’ diye düşündüm... Dehliz, tünel gibi bir yapıya geldiğimizde anlatmaya devam etti Ülker:

“Yaklaşık altı metre dolgu toprak attıktan sonra kazı ekibinden Veysi, büyük bir heyecanla ‘Ali Bey, burada bir boşluk göründü ve aşağıya doğru devam ediyor’ diye seslendi. Büyük bir merakla o bölgeye yaklaştım ve ekibe hemen bu kısmı genişletelim, dedim. Yarım saatlik çalışmadan sonra bir insanın geçebileceği bir açıklık elde ettik. Büyük bir merak ve heyecanla içeri doğru sürünerek girdiğimde buranın muntazam bir işçiliğe sahip koridorlu bir yapı olduğunu gördüm. O anki heyecanımı anlatamam size…”

Ülker, kazılar sırasında, imparatorların limandan gelen ziyaretçilerinin saraya geçişini sağlayan bir anıtsal geçiş alanına da ulaştıklarını söylüyor. İmparatorluk merdivenleri, denilen alanda limandan gelen imparatorun resmi ziyaretçiler tarafından kullanılan oldukça büyük ve görkemli sütunlar bulunuyor. Yıkılmış olsa da kalıntıları hâlâ duran sarayın güzel seyir terası üzerinde Adalar’ı, Marmara’yı izleyen İmparator ve konuklarını hayal edebiliyorum.

ŞANTİYE ALANI HAFTA SONU GEZİLEBİLİR

İBB Miras ile güzel bir hafta sonu programı yapabilirsiniz. Rumeli Hisarı, Anadolu Hisarı, Bukoleon Sarayı ve Sen Piyer Han restorasyon alanlarını dilerseniz başvuruda bulunarak gezebilirsiniz. Gezmek istediğiniz şantiye için aşağıdaki linklerden başvuruda bulunabilirsiniz.

İBB Miras şantiye gezisi başvuru formu: https://forms.gle/nTvRK1aFF5fDyBkZ8

AÇIK HAVA MÜZESİ OLACAK

İBB Miras ekibinin restorasyon çalışmaları tamamlanınca Kara Surları ve Bukoleon Sarayı açık hava müzesi olacak. Bu yeni gezi rotası İstanbul’a değer katacak.

İBB Miras Arkeolog Ali Asker Ülker:

“Kazılar sırasında 9 adet insan iskeletine ulaştık. İskeletlerden birinin kafatası kısmında kesici bir aletten (muhtemelen kılıç) kaynaklı bir kesik izi bulunuyor. Bu da bize bu insanların tarihin bir evresinde, büyük ihtimalle bir kargaşa döneminde katledilip topluca buraya gömüldüklerine işaret ediyor...”

İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat:

“Sarnıcın arkasındaki alanda, üç kola açılan tonozla örtülü olan yapının da bulunmasıyla, bir kaçış dehliziyle karşılaşıldığı düşünülüyor. Devam eden arkeolojik kazı çalışmaları neticesinde hem Bukoleon Sarayı’nın mimari elemanlarıyla birlikte öyküsü, hem de İstanbul tarihinde bilinmeyenler aydınlatılacak.”


CUMHURİYET

 

22 Ocak 2022 Cumartesi

Ukrayna düğümü ve Türkiye’nin yeri - ERHAN NALÇACI / SOL

 'Türkiye’nin Ukrayna’ya silah sağlayıcılardan biri olduğunu düşününce Türkiye sermayesinin NATO’nun yanında edindiği ve amaçladığı yer çok daha iyi anlaşılıyor.'

Bu konuyu ele almaktan bıktık ama emperyalist rekabetin oluşturduğu fay hattı dünyayı dolaştı, Tayvan Boğazı’ndan, Orta Asya’dan, İran’dan, Suriye’den, Venezuela’dan geçip Ukrayna-Rusya sınırında düğümlendi, tedirgin edici bir gerilimle yüklendi.

Nasıl bir stratejiye karar verdiyse Batı emperyalizmi, yüz kere aynı şeyi söylersem inanırlar, hesabı ile bir ağızdan ve makineli tüfek gibi yalan saçıyor.

Şebekenin değişik şekillerde işlediği konu ortak bir temaya dayanıyor: “Rusya Ukrayna’yı işgal edecek. Bu işgal gerçekleştiğinde ABD ve NATO Rusya’ya büyük bir bedel ödetecek.”

Ancak öyle şeyler söylüyorlar ki, bu çetenin kitle imha silahı yalanıyla Irak’ı işgal ettiğini veya ajanları aracılığı ile Suriye’de kimyasal silah kullanıp suçu Suriye Devleti’ne attıkları düşünüldüğünde bir provokasyon peşinde oldukları anlaşılıyor.

2014’te Ukrayna’da teşvik ettikleri neo-Nazi soslu müdahaleden sonra ABD’de yeri açıklanmayan bir üste Ukraynalı tosuncukları kontr-gerilla olarak yetiştirdiklerini sızdırıyorlar basına. İşgal olursa direnişi örgütleyeceklermiş.

Bir yandan sürekli olarak Ukrayna’yı silahlandırıyorlar, en son İngiltere’nin hafif tanksavar temin ettiği yansıdı. Öte yandan şunu icat ettiler: “Rusya Ukrayna askeri kıyafeti giydirilmiş kendi askerlerini kendi birliklerine saldırtacak ve bunu bahane edip Ukrayna işgalini başlatacak.”

Donbass’ta Minsk Anlaşması’nın Ukrayna tarafından ihlal edildiği ve sürekli olarak bu bölgeyi silahlandırdığı düşünülünce Batı emperyalizmi kaynaklı olası provokasyon biraz daha deşifre oluyor.

Neyse ki çetenin bütün üyeleri aynı zekâ seviyesinde değil, öyle laflar ediyorlar ki hiç de gülünecek ortam olmadığı halde insanın gülesi geliyor. Örneğin, ABD Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Nuland ABD’nin Avrupa’da 70 binden fazla askeri bulunmasını unutarak Rusya’nın kendi ülkesinde 100 bin askeri Ukrayna sınırında bulundurmasının başlıca kötü bir niyetten kaynaklandığını söylüyor.

Bu arada Rusya burjuvazisinin yayılmacı bir hırs taşımadığını iddia etmiyoruz tabi ki. 

Ama birincisi, Ukrayna gibi büyük yüzölçümlü ve 40 milyon nüfuslu bir ülkenin işgali için Rusya’nın seferberlik ilan edip milyonları askere alması gerekirdi. Yüz bin kişilik bir birlik uzun Rusya-Ukrayna sınırında kendini korumaya dönük olabilir ancak.

İkincisi ise, günümüzde emperyalist yayılmacılık için bir ülkeyi askeri olarak işgal etmek çok bedeli olan ve pek tercih edilmeyen bir yöntem olarak beliriyor. Onun yerine emperyalist devletler hegemonya tesisi için iktisadi, siyasi ve ideolojik araçlarla ülkeleri kendilerine bağlamayı tercih ediyorlar. Zaten Rusya da 2014 darbesine kadar bu yöntemlerle Ukrayna’da hegemonyasını inşa etmeye çalışıyordu.

Sonuçta günümüz koşullarında Ukrayna’nın işgali için hiçbir nesnel zemin bulunmuyor.

Buna karşılık Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra NATO hiçbir sözünde durmadı. Bu çok kirli geçmişi olan karşı-devrim örgütü Batı emperyalizminin saldırgan bir yayılma aracına dönüştü. Aşağıdaki haritadan NATO’nun 1997 sonrası nasıl doğuya doğru yayıldığı ve Rusya’yı kuşattığı izlenebilir. 


Haritada görüldüğü gibi doğuya doğru genişlemenin Ukrayna ve Gürcistan’ı kapsaması durumunda Rusya için büyük bir güvenlik zaafı oluşacak. Bu nedenle Rusya NATO’dan bazı garantiler istedi ve 2014’ten bu yana işlevsiz kalan NATO-Rusya Konseyi geçen hafta toplandı.

Rusya NATO’dan; ülke dışına nükleer silah yerleştirilmeyeceğini, Baltık ülkeleri gibi Rusya’yı kolayca vurabilecek bölgelere balistik füzelerin konuşlandırılmayacağını ve NATO’nun Ukrayna ve Gürcistan’ı üyeliğe kabul etmemesini garantilemesini istedi.

Toplantılarda hiçbir sonuç alınmadı. Bu garantilerin verilmemesinin kendisi bir saldırganlıkken ülkelerin NATO’ya katılması “demokratik” bir hakmış gibi sunuldu.

Her ne kadar toplantı dışında Ukrayna’nın NATO üyeliği yakın zamanda gerçeklemeyecek deseler de fiili olarak zaten ajanları, askeri danışmanları ve silahları ile Ukrayna içindeler.

Artık nefesimizi tutup provokasyonun ne düzeyde gerçekleşeceğini izleyeceğiz.

Ama beklemeyen ve durumdan vazife çıkaranlar var:

Erdoğan bölgede savaş istemediklerini ve Zelinski ile Putin’i bir masada buluşturma niyetiyle Ukrayna’ya yakında bir ziyaret yapacağını açıkladı.

Aslında barışı sağlamak için, bir aparatçıktan başka bir şey olmayan Zelinski’yi ziyaret yerine Batı emperyalizminin yalan söylediğini ve bölgeden elini çekmesi gerektiğini açıklamak en iyisi olurdu. 

Bunun yerine Erdoğan satır aralarında öyle şeyler söyledi ki bunlar Türkiye’nin provokasyonun bir parçası olduğu anlamına geldi: “Rusya Kırım’a çöktü, Suriye’de Rusya olmasaydı Esat çoktan yıkılmıştı, NATO üyesi olarak bu ziyareti yapıyoruz" vb.

Türkiye’nin Ukrayna’ya silah sağlayıcılardan biri olduğunu düşününce Türkiye sermayesinin NATO’nun yanında edindiği ve amaçladığı yer çok daha iyi anlaşılıyor.

Bu çapta bir provokasyonu ancak Türkiye’de, Ukrayna’da, Rusya’da ve olayın içinde olan her ulusta emekçilerin siyasi örgütlülüğünün önleyebileceğini hatırlayalım.

ERHAN NALÇACI / SOL


Yalnız benim için bak laik laik! - Orhan Gökdemir / SOL

 'Sorunların gelip laiklikte kilitlenmesi rastlantı değil. Devrimimizin, devrimlerimizin ayırıcı özelliklerinden biridir çünkü. Büyük Fransız Devriminden bu yana, laik olmayan bir devrim bilmiyoruz.'

“Kindar dindarlar ile kindar laikler, ne çok benziyorsunuz birbirinize…” Yıldırım Türker  19 Ocak’ta etti bu lafı. Bir deste yobaz Sezen Aksu’nun evinin önünde toplanıp protesto ederken yani. Eskiden Radikal yazarı yazar gerici güruha bakıyor ve aklına her nasılsa laikler geliyordu. Liberalizmi tarif etmeye kalksak bundan iyi örnek bulamayız sanırım. Laikliği gericilikle bir tutmak, cumhuriyete derin bir nefret beslemek… 

Kim nasıl bir ruh haliyle Sezen Aksu’ya yönelik bu gerici harekete bakar ve laiklere sövmeyi akıl edebilir, açıklamak zor. Üstelik, yazarımız olayın mağdurunun yakınıdır, gerici baskıyı hissetmediğini düşünemeyiz. Çok sıkı arkadaşlıkları var. Yıldırım Türker, Sezen Aksu’nun söz yazarıdır. “Kış Masalı”, “Yaz”, “Bitmemiş Tango”, “Kırık Vals”, “Sor Beni”, “Kayıp Şehir”, “Bahane”, “Ablam Aşktan Öldü” ve “Acıtmışım Canını Sevdikçe”... Bunlar, sözleri ona ait Sezen Aksu şarkıları. Birlikte üretiyorlar, yani saldırı bir anlamda Yıldırım Türker’e dir. 

Bir fotoğrafları var. Asistanı paylaşmış, altında “Yıldırımlar” sözü okunuyor. Bir sözcük oyunu bu, Türker’in Yıldırım’ı ile Sezen’in gerçek soyadı Yıldırım’a bir gönderme. Haliyle arkada bırakılmış pek çok övgü yazısı var. Bunlardan biri “Cesur bir kız çocuğu” başlığını taşıyor. Tahmin etmişsinizdir, o cesur kız çocuğu Sezen Aksu’dur. 

Peki, bu cümleyi kurabileceğimiz bir cesaret örneği var mı ortada? İlk örnek 12 Eylül cuntasına destek olmaktı. Pek çok “sanatçı” arkadaşıyla birlikte “geldiler kurtulduk” diye çığlıklar attılar. Sonra ikinci 12 Eylül geldi, AKP ve Fethullah yargıyı bütünüyle teslim almak istiyordu. Referanduma taşıdılar, cesur kız en önde koştu evet demek için. Liberal bir “evet” histerisi vardı, bundan onu sorumlu tutamayız. Dostlarının arkasından gitmiştir. 

Peki ne var? 2013’te, sınırdan içeri giren gerillaların davul zurna ile karşılandığı, sınır mahkemeleri ile göstermelik yargılar yapıldığı dönemde Diyarbakır’da Newroz gösterisinde sahne aldı, şarkı söyledi. Bıraksalar sahneden inip dağa çıkacaktı, o kadar heyecanlıydı. Ne hissettiğini sordular, “Biz burada 500 bin kişiyle yağ gibi bir Nevroz yaptık” dedi. Yağlı işleri kaçırmadığını biliyoruz.

Hafızamızı liberal bombardımanlarla bütünüyle sildiklerini düşünüyor olmalılar. Cunta sempatizanına cesur kız denilir mi? “Yetmez ama evetçi”den, muhalif üretilebilir mi?

Birkaç silme ve yeniden yazma denemesini hatırlıyorum. Bunlardan biri Diyarbakır’daki Newroz gösterisinden önceydi, Bodrum’da konser verecekti. Konsere Cuntabaşı Kenan Evren ve kızı Şenay Gürvit’i de davet ettiler. Sezen Aksu konsere gelen diğer ünlü isimlerle tek tek ilgilendi ama Kenan Evren'in bulunduğu yere gitmedi. Cuntabaşı, konseri ilk yarısında terk etti. Sonra Sezen Aksu'nun Kenan Evren'i protesto etmek amacıyla yanına gitmediği iddiasını uçurdular ortalığa. “Bahane” veya “Acıtmışım Canını Sevdikçe” şarkıları eşliğinde izlense şahane bir oyundur!

                                                                            ***

Hafızamızı yeniliyoruz. AKP rejimi için iklimin hazırlanması görevini Aydın Doğan’ın Radikal gazetesi üstlenmişti. Zaman ilerledi, Fethullahçılar iktidar ortağı olarak çok güçlendi, yargı ve güvenlik kuvvetleri ellerindeydi, laik cumhuriyete karşı bütün operasyonları onlar yapıyordu. Haliyle Radikal’i de daha radikalleştirme ihtiyacı ortaya çıktı. Mülayim “Kabataş şahidi” İsmet Berkan’ı gönderip koltuğunu Cemaatin adamı Eyüp Can’ı oturttular. Kürt açılımı yürürlükteydi ama Türker’in bilmediği AKP-Cemaat ikilisinin açılımı da taktik bir adım olarak attığıydı. Açma niyetleri yoktu ve açmış gibi görünmek istiyorlardı. Türker yazısında “az açtınız” diyor ve Tayyip Erdoğan’ı eleştirmeye yelteniyordu. 

Eyüp Can aradı yazısını yayınlamayacağını bildirdi. Açılımın ilk kurbanlarından biri o olmuştu. O da BirGün’de yazmaya başladı. Bir gün BirGün’den de ayrıldı, sebebi bilinmiyordu. Mustafa Kemal’in 75. ölüm yıldönümü nedeniyle gazetede “Saygıyla Anıyoruz” başlığını görünce açıkladı sebebini; “BirGün'den birkaç yazı yazıp ayrılmamın nedenini anlamayan dostlar bugün tatmin olmuştur herhalde” dedi 10 Kasım mesajına gönderme yaparak. Oradan Özgür Gündem’e transfer oldu. Bu bölüm de “Ablam Aşktan Öldü” şarkısı eşliğinde okunmalıdır.

                                                                          ***

Kini o kadar büyüktü ki, Fethullahçılar OdaTV’yi basıp gazetecileri ve Yalçın Küçük’ü toplayınca, arkalarından arsız bir “oh olsun” yazısı yazdı. Bizim Barış, Barış Zeren de bir yazıyla bu umulmadık saldırıya cevap verdi. “Linç ve Aziz” başlıklı yazısında şöyle diyordu Barış; “OdaTV’ye, savcılığı destekleyici suçlamalarla vurmaya çalışan bir kesimin benzer bir ahlak dışa vurmasına belki çok şaşıran olmadı. Gene de herhalde bu koroya Yıldırım Türker’in katılacağını, hatta OdaTV operasyonuna en kaba desteğin ondan geleceğini pek az kişi bekliyordu.” Polis operasyonu, kenarda biriktirdiği kini salıvermesi için fırsat yaratmıştı. Cezaevinde olan, cevap verme olanağı kısıtlı meslektaşlarına “muhalif kahraman küçük adam,” “faşist bir iş adamı”, “tetikçi”, “muhbir”, “bataklık” diyerek acımasızca saldırıyordu. Barış, “Peki ama nasıl tanımlanabilir bu insan, böyle bir ahlak, nasıl koşulların ürünüdür?” diye soruyor yazısının sonunda. Aynı yerdeyiz, anlamaya çalışıyoruz. 

O sırada Odatv’ye yönelik operasyonun ikinci dalgası gerçekleşti. “N. Ş.”, Ahmet Şık, Yalçın Küçük, Doğan Yurdakul, Müyesser Yıldız, Sait Çakır ve Coşkun Musluk, gözaltına alındılar, tutuklandılar. Yıldırım Türker, ikinci dalgada gözaltına alınanlardan Ahmet Şık için bir yazı yazdı. Diğerlerinin değil ama Şık’ın Ergenekoncu ilan edilmesine itiraz ediyordu. Muhalif bir aziz gibi görünmek için en az bir vicdan gösterisi şarttır. Yoksa imkansızlaşıyor.  

Sonraki yazarlık serüvenini takip edemedim. Mahsun Kırmızıgül’e müstear adla senaryo yazıyordu. Bir ara Selahattin Demirtaş’ın konuşmalarını yazdığı da iddia edildi. Mümkündür, yazarak geçiniyorsanız bazen tuhaf işler yapmak zorunda da kalabilirsiniz. Kırmızıgül senaryosunda sorun yok ama bu kadar saplantılı birinin yazdıklarından politik bir metin üretmek çok tehlikelidir. 

                                                                           ***

Sezen Aksu’ya gösterilen gerici tepkinin de bir müsamere olduğunu biliyoruz. Eski bir şarkıyı buldular ve Aksu’yu hedefe koydular. Âdem ile Havva’ya cahil demişmiş. Bu gerici güruh kutsal kitaplarda adları geçtiği için onları “peygamber” sanıyor olabilir. Âdem ve Havva, Eski Ahit'e (Tanah) göre Tanrı tarafından yaratılmış olan ilk insan çiftidir. Kitapları veya vahiyleri bulunmamaktadır, sadece dini yaratılış mitinin iki figürüdür ve okuma yazmaları olamayacaklarına göre mantıken cahil sayılmalarında da bir beis yoktur. 

Yobazalar bir bahane aradılar ayaklanmak için ve bula bula iki sözcüğü buldular. Fakat bahane aramaya gerek yok, şarkının kendisi ayaklanmak için yeter sebeptir. Türkçeye ve müziğe mugayirdir, türünün bu kadar kötüsü ve ilkeli az bulunur…

                                                                            ***

“Kindar dindarlar ile kindar laikler, ne çok benziyorsunuz birbirinize…” Baktık, yazdık bu kinin ve öfkenin sebebini bulamadık. Liberalizmin hikmetinden sual olmaz gerçi ama laikliği bu kadar aşağılıyorsan, geride kalan gericiliğin dikenine katlanacaksın. Adem’i bilge, Havva’yı peygamber kabul edeceksin. Sesini keseceksin.

                                                                             ***

Sorunların gelip laiklikte kilitlenmesi rastlantı değil. Devrimimizin, devrimlerimizin ayırıcı özelliklerinden biridir çünkü. Büyük Fransız Devriminden bu yana, laik olmayan bir devrim bilmiyoruz. Varsa tartışmasız bir karşı devrimdir. 

Bu durumda başka bir soru var; Solumuzu atomlarına ayırsak elimizde ne kalır? Laiklik, anti emperyalizm ve sınıfa bağlılığa böyle ulaşıyoruz. Bu bir tariftir ve kapsayıcı olduğu kadar ayrıştırıcıdır. Bu üç ilke etrafında yavaşça bir cephe örüyoruz. Bunlardan birine veya hepsine düşman olanlarla ise görülecek hesabımız var, not edip, biriktiriyoruz. 

Şarkı, türkü değil mesele. İsteseniz de Sezen Aksu’dan azize yaratamazsınız zaten. Ne söylerse söylesinler, gericiler saldırdıklarında laik halkımızdır son tahlilde onların da sığınağı. Sınıfımızdan, halkımızdan başka güvenecek neyimiz kaldı?

Orhan Gökdemir / SOL