27 Ocak 2022 Perşembe

'Muharip' Sovyet yazarı İlya Ehrenburg 130 yaşında - LEVENT ÖZÜBEK / SOL

 


Yüzden fazla basılı eseri bulunan İlya Ehrenburg, şiirleri ve romanları yanı sıra anıları, gazete makaleleri ve sayısı bini geçen ünlü mektuplarıyla da çok verimli bir yazardır.

 “Sözcükler” silahıyla katıldığı savaşta zafere ulaşmış, büyük zaferde pay sahibi olmuş “muharip yazar” İlya Ehrenburg dünyaya geleli bugün yüz otuz yıl oluyor. 26 Ocak doğum günüdür. Yazar on dokuzuncu yüzyılda dünyaya gelmiş olsa da kendisi, (Nâzım Hikmet'in de öyle olmakla öğündüğü gibi,*)  tam bir yirminci yüzyıl insanıydı ve yaşamı boyunca o çalkantılı yüzyılın en belirleyici coğrafyalarında bulunmuş, en atılımlı safhalarından geçmiş, o süreğenlikte keskin zekasıyla, büyük yeteneğiyle, derin kültürüyle edebiyatın tüm türlerinde eserler vermiş, bu eserleriyle o tarih sahnelerine bizzat yön verenler arasına girebilmiştir.

Yirminci yüzyıl şimdi “geçen yüzyıl” ve o dönem yaratılanlar “geçen yüzyılın eserleri” olarak atfedilmeye ayrılmış olsalar da Ehrenburg'un arkasında bıraktığı eserler mirası -elbette başka önemli eserlerle birlikte- bu yüzyıla, geçen yüzyılın olaylarının anlaşılmasında önemli bir anahtar işleviyle aktarılmış, artık tarihçilerin de çalışma alanına girmiştir. Bunlardan daha çok sonuçlar ve dersler çıkarılmasına amadedir. Diğer yandan, günümüz okuyucusunun yazında kurguya ilgisinin azalmış fakat belgelere, anılara, tarihi önemi olan mektuplara, makalelere yöneliminin artmış olduğunu söylemek yanlış olmaz. Dünyamızın içinde bulunduğu hızlı değişim süreci de bu olguya denk düşer. Demek ki, geçmişi anlayabilmede sadece tarihi metinlere değil, Ehrenburg gibi yazarların geçmiş olaylara ışık tutan eserlerine de başvurmak gerekmektedir.

Yüzden fazla basılı eseri bulunan İlya Ehrenburg, şiirleri ve romanları yanı sıra anıları, gazete makaleleri ve sayısı bini geçen ünlü mektuplarıyla da çok verimli bir yazardır. Edebi eserlerinin yanına gazetecilik, değişik ülkelerde ve zamanlarda yaptığı savaş muhabirliği, çevirmenlik, gezginlik gibi uğraşılarından çıkardığı eserler de katıldığında, tam bir tarih tanıklığı ortaya çıkar.

Bunlardan biri, günümüze kadar tüm dünyada en çok okunan ve bir numaralı eseri olduğu söylenen Ludi, Godı, Jizn(İnsanlar, Yıllar, Hayatlar) adlı kitabıdır. Kitap, Ehrenburg'un memoirism tarzında yazmış olduğu belgesel bölümlerden oluşmaktadır. Toplam yedi seriden oluşan bu geniş eserin bölümleri, yirminci yüzyılın en önemli olaylarının, Rusya'nın ve batı dünyasının önde gelen siyasi ve kültürel şahsiyetlerinin portresini vermektedir okuyucuya. Ehrenburg, Avrupa'daki ve Rusya'daki devrimci hareketler, öncesiyle ve sonrasıyla Birinci Dünya Savaşı, Ekim devrimi, Rusya'daki ve İspanya'daki iç savaşlar, Paris'in düşüşü, İkinci Dünya Savaşı ve Büyük Anavatan Savaşı gibi, yüzyılın kronolojisini belirleyen büyük olayların içinde bulunduğu dönemlerde, bu dönemler söz konusu olduğunda akla hemen gelecek olan Lenin, Troçki, Buharin, De Gaulle, Churchill, Stalin Kurşçev, Nehru, Mareşal Jukov gibi en önemli şahsiyetlerle tanışma ve onlarla yakın ilişkiler kurma fırsatı bulmuştu. Onların yanı sıra edebiyat ve sanat dünyasından tanıdığı Picasso, Diego Rivera, Matisse, Mark Chagall, Modigliani, Apollinaire, Hemingway, James Joyce, Neruda, Malraux gibi büyük isimler anılarının konusunu oluşturmaktadır. Ki, bu isimler aracılığıyla Ehrenburg, önceleri Rusya ve daha sonra Sovyetler Birliği ile batının kültür dünyası arasında bir köprü, bir etkileşim aracı ve bunların birbirlerini tanıma elçisi olmuştur.

İlya Ehrenburg'un, kendisine “muharip yazar” dedirten ve tarihi bakımdan büyük değere sahip, Rusya'nın yanı sıra tüm dünyada büyük okuyucu kitlesine ulaşmış olan bir diğer eserine geçmeden önce, yazarın zaman zaman çarpıcı değişimlere uğramış, keskin dönüşümlerle ilerlemiş yaşam çizgisine kısaca bakmak faydalı olacaktır, ki bu dönüşümlü süreç nihayet o önemli eserini de ortaya çıkartacaktır.

Sıra dışı bir yaşam çizgisi

İlya Ehrenburg 1891'de Kiev'de bir Yahudi ailesine doğdu. Dört yaşındayken ebeveynleri ve kendisinden büyük üç kız kardeşiyle birlikte Moskova'ya taşındılar. İlya 1901 yılında okula başladı. Okulda devrimci bir gençle, Nikolay Buharin ile tanıştı. Dostlukları Buharin'in 1938 yılında ölümüne kadar sürdü. İlya Ehrenburg 1905 devrimi sonrasında eğitimini de geride bırakarak Buharin'le birlikte Bolşevik harekete katıldı, grubun aktif bir üyesi oldu. 1908 yılında Çar polisi tarafından yakalandı ve beş ay boyunca kötü muameleler görerek cezaevinde tutuldu. Bu sürenin sonunda serbest bırakılıp, yurtdışına çıkmasına da izin verilince, maddi durumu uygun olan ailesi onu tıp tahsili yapmak üzere Paris'e gönderdi. İlya siyasi faaliyetlerine Avrupa'da da devam etti. Avrupa'da Lenin, Kamenev, Zinovyev ve Lunaçarski ile tanışıp, onlarla birlikte hareket etti. Ne var ki, kısa süre sonra Lenin'le ters düşerek o gruptan ayrıldı. Hemen ardından Paris Montparnasse'ta tam bir Bohem hayatı yaşamaya başladı. Burada Avrupa'nın büyük sanatçılarıyla karşılaştı, onlarla dostluk kurdu. İlk şiirleri 1910 yılında burada yayınlandı. Paris aşklarından ilki Lisa Movshenson, ikincisi bir tıp öğrencisi ve tek kızı İrina'nın annesi Katya Schmidt oldu.

Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla, Ehrenburg'un yaşamında ani bir değişim oldu. İçine düştüğü boşluk ve mali sıkıntı yüzünden bir Petersburg gazetesi için Avrupa'da savaş muhabirliği yapmaya başladı. 1917 Ekim devriminin hemen ardından Rusya'ya döndü. Ancak burada, kendi değerlendirmelerine göre yaşadığı hayal kırıklığı sebebiyle Bolşevik harekete muhalif olarak kaldı. 1918 yılında Kiev'e yerleşti ama orada Beyaz Ordu tarafından yapılan bir dizi Yahudi pogromunun ardından bu kez Kırım'a geçti. Tekrar Moskova'ya döndüğünde  Çe-Ka tarafından tututklandıysa da kısa süre sonra serbest bırakıldı. Serbest bırakılınca Avrupa'ya gitti, 1924 yılına kadar Fransa, Belçika ve Almanya'da yaşadı. Artık bir yol ayrımındaydı. Eskiden beri nefret  ettiği beyazlara katılmayacağından, tekrar Moskova'ya, Bolşeviklere döndü. Kısa süre Moskova'da kaldıktan sonra resmi görevle, Avrupa'da yayınlanan Sovyet gazetelerinin editörü olarak Avrupa'ya gönderildi. Artık Sovyet pasaportuyla, bir Sovyet aydını kimliğiyle Avrupa'daki çeşitli  kültürel etkinliklerde bulunuyor, orada Sovyetler Birliği'ni kültürel alanda temsil ediyordu. 1940 yılına kadar süren bu dönemde, zamanının büyük bölümünü -arada değişik Asya ülkelerine yaptığı geziler haricinde- Avrupa'da geçirdi. 1936'da çıkan İspanya iç savaşına İzvestiya gazetesinin muhabiri olarak fakat sadece gazeteci kimliğiyle değil; Sovyetler Birliği yanlısı bir askeri propagandist olarak da katıldı. 1940 yılı geldiğinde, Avrupa baştan başa değişmiş bulunuyordu.

Voyna ve Russia at War

1941 yılında faşist Alman ordularının Sovyetler Birliği'ne saldırısının hemen ardından İlya Ehrenburg Moskova'ya döndü. Kendisine  Savunma Bakanlığının resmi yayın organı Krasnaya Zvezda (Kızıl Yıldız) gazetesinde köşe yazarlığı verildi. Diğer yandan İzvestiya ve Pravda gazetelerinde de yazıyordu. Sovyetler Birliği'nin saldırıya uğradığı 22 Haziran 1941'den 9 Mayıs 1945'e kadar savaşla ilgili iki binden fazla makale yazmıştır. Makalelerde yurtseverlik bilinci, faşistlerin işgal ettikleri Sovyet bölgelerinde yaptıkları katliam, zulüm ve işkenceler, Sovyet halklarının ve Kızıl Ordu askerlerinin kahramanlıkları, azim, zafere inanç gibi kavram ve nosyonlar işlenmiştir.

Büyük Anavatan Savaşı, Sovyetler Birliği'nin en büyük sınavlarından biri olmuştu. Bu çetin sınavın sonunda kazanılan büyük zaferde Sovyet gazeteciliğinin yaşamsal rolü de azımsanamaz. Sovyet yazarları ve gazetecileri  kanlarıyla ve sözcükleriyle bu çetin savaşta zafere doğru yürümüş ve sonunda içlerinden pek azı sağ kalabilmiştir. Bu cesur sözcük muhariplerinden biri İlya Ehrenburg da savaş boyunca etkili sözcükleriyle halktaki yurtseverlik duygularını ve savaşma azmini pekiştirmiş, savaşanlara güç ve yenilmezlik inancı aşılamıştır. Cepheye yaptığı ziyaretlerde Kızıl Ordu askerleri arasında büyük bir hayranlık uyandırıyordu. Faşistlere karşı zafer onun bu katkıları olmadan düşünülemezdi.

Ehrenburg günlük gazete makalelerini esas olarak cephede savaşan ve cephe gerisinde görev yapan askerler için yazıyordu. Bunlar merkezi ve yerel basın organlarında ve cephe, ordu, partizan gazetelerinde yayınlandılar, radyoda okundular, broşür ve kitap olarak yayınlandılar. Erden generale, silah ve mühimmat üreten fabrikalardaki işçilerden orduyu besleyen köylülere kadar tüm ülke bu makaleleri heyecanla takip ediyor ve bir sonrakini bekliyordu. Ehrenburg'un yabancı haber ajanslarına verdiği demeçler, makalelerinin çevirileri Amerika'da  ve işgal altında olan veya olmayan Avrupa ülkelerinde de ilgi görüyor, önde gelen yabancı gazetelerde yayınlanıyordu. Öyle ki, bunları Hitler ve Goebbels bile takip ediyor, zaman zaman kimilerine tepki duyarak cevaplar veriyorlardı. İşgal altındaki Sovyet bölgelerinde bildiri olarak el altından, gizlice dağıtıldılar. İşte tüm bu faaliyetleriyle Ehrenburg savaşa aktif olarak, doğrudan katılmış oluyordu.

Savaş makalelerinden bir kısmıyla sonradan oluşturulan Voyna (Savaş) adlı kitap Sovyet Goslitizdat adlı yayınevi tarafından basıldı. Makalelerin bir kitapta toplanması  fikri aslında Ehrenburg'un aklına daha savaş devam ederken gelmişti. 22 Haziran 1941'den Temmuz 1942'ye kadar yazdığı makalelerden bizzat yaptığı bir seçki, İngilizce olarak Russia at War adıyla İngiltere'de 1943 yılında yayınlandı. Görüleceği gibi, Ehrenburg'un  tüm dünyaya yayılmış, birçok dillere çevrilmiş olan makaleleri yalnızca bir savaş kroniği değildir, zaferle sonuçlanan büyük bir mücadelenin canlı, doğrudan doğruya bir tasviridir.

Son dönemeç, Kara Kitap, Erime

1944 yılı sonlarına doğru, Ehrenburg'u daha değişik bir çalışmanın içinde görüyoruz. Kara Kitap adlı bir çalışmanın editörlüğünü, yazar Vasili Grosman'la birlikte yapmaktadır. Rusça, beş yüz sayfa kadar olacağı düşünülen bu kitapla, Yahudilere karşı işlenen suçları, Holokost'u ve İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Yahudi direniş hareketlerini belgelendirme amacı güdülmekteydi ve dosya birçok belgelerin yanı sıra değişik yazarların çeşitli yazılarından oluşmaktaydı. Ancak bu dosya Sovyetler Birliği'nde haklı olarak destek bulmadı. Çalışmanın mezalimin yalnızca Yahudi halkına yapılmış ve yegâne olduğunda ısrar eder içerikte olması ve fakat Sovyet halklarına ve diğer halklara karşı işlenen suçlara değinilmemiş olması  sebebiyle Sovyetler Birliği'nde basılma olanağı bulamadı. Aslında başka ülkelerde de yeterli bir ilgi görmemişti. (Kitabın ilk basımı ancak 1980 yılında İsrail'de yapılmıştır.)

Ehrenburg'un asıl çarpıcı yaşam dönemeci Stalin sonrası dönemde ortaya çıktı. Bu dönemin çok ilgiyle karşılanmış olan eseri Ottepel (Erime veya bizde Buzlar Çözülürken) romanı olmuştur. İlk basımı 1954'te yapılan roman Kruşçev döneminin ve Destalinizasyon hareketinin âdeta simgesi durumuna gelmiştir. Aynı yıl yapılan Sovyet Yazarlar Birliği kongresinde Konstantin Simonov'un ve Mihail Şolohov'un sert eleştirilerine maruz kaldı. Eleştirilerde siyasi yönden başka, romanın edebi bakımdan yeteri kadar güçlü olmadığı da vurgulanıyordu. Roman, Ehrenburg'un o zamana kadar göstermiş olduğu Sovyet yanlısı tutumdan, kendisinin takip ettiğini söylediği sosyalist gerçekçilik akımından ve Stalin'in hatırasından bir uzaklaşmaydı. Eleştirilere verdiği yanıtta Ehrenburg romanın kurgu olduğunu, güçlü bir eser olmadığını kendisi de kabul etti. Ne var ki, yeni dönem hızla ilerliyordu ve roman basımının ilk gününde kırk beş bin adet satmıştı.

İlya Ehrenbug yaşamının son bölümünde anılarına ve şiire yöneldi. Aşka ve savaşa dair çok şiirler yazdı. 1967 yılında hayattan ayrılana kadar Moskova'da yaşadı. Ölümünün ardından Novodeviçi mezarlığına defnedildi. Mezar taşına zamanında Picasso'nun yapmış olduğu portresi resmedildi.

Savaş bitti. Üzerinde acıların ve şöhretin
Akçaağaç yükseliyor sarı sıcakta.
Sessizce nazlıyor ölü askeri
Yaprakların olağanüstü tazeliği.
Ah ağaçlar, mavi ve gök mavisi,
Sizler barışın nöbetçisi.
Senin altında çaldı kavalını çoban,
Senin altında dinlendi yolcu
Sana geldi şakalarla askerler
Mutluluk ağacı, söyle ninnini kardeşine!

İlya Ehrenburg - Çeviri: Uğur Büke

(*) İlya Ehrenburg İnsanlar, Yıllar, Hayatlar adlı kitabının 6. bölümünde Nâzım Hikmet hakkında şunları yazmıştı:

“1949 yılında yazdığım makalelerimden birini şu satırlarla bitirmiştim : 'Yüzyılımızın kaderini düşünürken, Türkiye şairi Nâzım Hikmet’in “20. Yüzyıl ” başlığını taşıyan şiirini hatırladım:

Hayır, kendi yüzyılım beni korkutmuyor,
Benim zavallı,
Benim büyük yüzyılım.
Hayır,
Ben kaçak değilim.
Bu dünyaya böyle erken geldim diye acımıyorum
Kendi yüzyılımdan da
Şikayet etmiyorum
Ve korkmuyorum.
Ben – onun oğluyum
Ve bununla öğünüyorum.

Bu, on iki yıl hapishanede yatmış bir komünist tarafından yazılmıştı, hem de yirmi sekiz yıla mahkum olup bir de kalbinden hasta olduğunu bilerek yazıyordu. Bu satırları okuyunca, boğazınıza bir şeyler düğümlenir. Onun uzaktaki elini sıkmak ve şunları söylemek isteğine kapılırsınız: Bizim böylesine temiz, dürüst, cesur arkadaşlarımız olduktan sonra, hayat galip gelecektir!'” 

26 Ocak 2022 Çarşamba

Söz Fato’nun tarihinde ve mücadelesini devam ettireceklerde - Hakan GÜNGÖR / EVRENSEL

 


Hakan Güngör, Fatma Girik'in hayat hikayesini yazdı.

Yönetmen Atıf Yılmaz, önünde sıralanmış figüran adaylarını inceliyordu.

Yeşilçam’da figüran adaylarını sıraya dizip şöyle bir inceleyip uygun görmediklerini setten gönderiverdikleri günlerdi.

O gün Genç Yönetmen Atıf Yılmaz’ın yeni filminde figüranlık yapmak için bir anne kız da gelmişti. Anne biraz daha deneyimliydi; filmlerde sözsüz, küçük rollerde ara ara görünür, bu sayede evini geçindirirdi. Kızı ise henüz 13-14 yaşlarındaydı. İkisi birden rol alabilirse setten alacakları parayla birkaç gün rahat edebileceklerdi.

Fakat umdukları gibi olmadı. Atıf Yılmaz figüran adayları sırasında şöyle bir iki kez gitti geldi, tepeden tırnağı inceledi ve birkaç kişiye dönüp, “Sen, sen, sen…” dedi. “Sen” dedikleri arasında anne ve kızı yoktu.

Bu sadece filmde oynayamama ve yevmiye alamamaktan ibaret değildi. Paraları yoktu; tramvaya binememişler, yaşadıkları Sultanahmet’ten Beyoğlu’ya kadar yürüyerek gelmişlerdi. Atıf Yılmaz’ın kararının ardından eve yürüye yürüye evlerine döndüler.

Bu seçme ne ilk ne sondu. Annesi Münevver Hanım’la kızı Fatma’nın gittikleri başka bir seçme ise başka bir hikayenin başlangıcı oldu.

ÜNLÜ YÖNETMEN: BU KIZDAN OYUNCU OLMAZ

1957 yılında Yönetmen Memduh Ün yeni bir film için kolları sıvamıştı; “Bir Serseri” filmini çekecekti. Dönemin ağır topları Neriman Köksal ve Talat Artemel başroldeydi.

Filmde çekilecek bir bar sahnesinde figüranlara ihtiyaç vardı. Bu kez figüranları sıraya dizen Memduh Ün’dü.

Adaylar arasında “tombulca” diye tarif ettiği 15 yaşında bir kız vardı. Kızla konuşmadı bile. Set amirine “Şu beyaz bluzu kapatmak için boynuna bi eşarp bulun, bar sahnesinde oynasın” dedi.

Bu küçük ve sözsüz rol, Fatma Girik’in dönüm noktasıydı.

Fatma Girik sonra irili ufaklı rollerde yer almaya başladı. Onu başrole taşıyan yine bir Memduh Ün filmi oldu. Ün’ün Fatma Girik’i tercih etmesinin başında ise, yönetmenin tabiriyle “Parada hafif birini aramalarıydı”.

Fatma Girik ilkokuldan sonra eğitimine devam edememişti, oldukça yoksuldu. Sinema hem tutkusu hem de tek kurtuluş umuduydu. Başlarda oldukça acemiydi.

Kariyeri boyunca alacağı eleştiriler henüz o yıllarda başladı.

Ayhan Işık’la başrolde yer aldığı Ölüm Peşimizde filminin çekimlerinde Lütfi Akad da vardı. Set bittiğinde Akad, Filmin Yönetmeni Ün’ün yanına geldi ve “İşin mi yok Allah aşkına, bu kızı nereden buldun, bu kızdan oyuncu moyuncu olmaz” dedi.

Oyunculuğu eleştirildi, yılmadı. Sadece güzelliği/yakışıklılığı ile kamera önünde duran oyunculardan olmadı. Her set onun için oyunculuk okulunun yeni bir sayfasıydı.

BAŞROL ALDIĞI FİLMLERDE SET İŞÇİSİ DE OLDU

Birbiri ardında filmler çekerken Yeşilçam’ın sağlıksız set ortamında sayısız badire atlattı. Eteği alev aldı, yaralandı, set yolunda kaza geçerdi ama oynamaya devam etti.

Soğuktan ellerinin tutmaz olduğu, morardığı ve uyuştuğu bir sette yönetmen paydos edelim dediğinde ısrar edip iyi oynamadığını düşündüğünden bir tekrar daha almak için direten oydu.

Prodüksiyonda önemli yeri olan ve yedeği olmayan kaybolmuş bir şapkayı aramak için gece karanlığında elinde fenerle şapkanın kaybolduğu düşünülen yere giden de oydu.

Sette okuma yazma bilmeyenlerin yerine mektuplarını kaleme alan da oydu.

Olgunluk döneminde oynadığı bir dizide buzlu cam gerektiğinde ama camcı bulunamadığında, set bu kadar aksamaz deyip yağlı kağıt bulup eline falçata ve bant alıp camları “buzlu” hale getiren de oydu.

PEŞ PEŞE ÖDÜLLER


Çabası daima karşılık buldu.

Disiplini, işine saygısı ve oyunculukta gösterdiği gelişim göz doldurdu.

Ezo Gelin, Yılanların Öcü, Murat ile Nazlı, Boş Beşik, Kanlı Nigar gibi sayısız unutulmaz film bıraktı geriye. Bazıları toplumsal içerikliydi, bazıları gişe filmiydi, ancak her türde rolünün hakkını verdi. Hem dramada hem komedide aynı nitelikte rol kabiliyeti sergileyebilen bir oyuncuydu.

Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde iki kez, Adana Altın Koza Film Festivali’nde bir kez “En İyi Kadın Oyuncu Ödülü”nü aldı. Aynı başarıyı Taşkent Film Festivali’nde de gösterdi ve ödülünü kaldırdı.

Oyunculuk yanı tamamdı. Bir noktadan sonra yapımcılık serüveni başladı. Sinemadan kazandığı parayı yine sinema sektöründe kullandı.

SİYASETE ATILINCA ‘DEKOLTESİ’Nİ GÜNDEM YAPTILAR

Peki o tüm bunları yaparken erkek egemen medya ona nasıl baktı?

Medyanın hali o günlerde de malumdu: “Fatma Girik filminde çılgınca striptiz yaptı” başlığı atıp, “Film prodüktörleri derin bir ‘ohh’ çekti” yazabiliyorlardı. O, rolünün gereği neyse onu yapıyordu.

Siyasete girmeye karar verdiğinde de işi kolay olmadı. Belediye başkanlığına aday olduğunda Sabah gazetesi konuyla ilgisiz bir fotoğrafını yayımlayıp, “Filmlerinde zaman zaman dekolte kıyafetlerle görünüyordu” diyor, rol icabı zaman zaman soyunduğunu yazıyordu.

Girik rolünün gerektirdiği neyse yapmaya devam etmişti.

O dönemde ANAP’ın Fatma Girik’i yıpratmak için “Yeşilçam arşivlerini taradığı” da basına yansıdı.

Fatma Girik, “Ben sanatçıyım. Rolüm soyunmamı gerektirdiği için soyundum. Bunda yadırganacak bir şey yok” dedi.


ERKEK EGEMEN SİNEMA VE BASINA KARŞI

Belediye başkanlığı sırasında yaşanan katliamları protesto etti, faili meçhul cinayetlerin üstüne gitti.

Televizyon programı yaptı, Metin Göktepe’nin öldürülmesinin ardından bu cinayetin örtbas edilmemesi için yayınlar yaptı.

Ama yaklaşım belliydi; Milliyet onu bir davette fotoğraflayıp “Başkan dekolte sever” diyebiliyordu.

Elbette performansı da dalgalandı, elbette önemli rolleri bir yıldız edasıyla reddettiği oldu, elbette hatalar da yaptı, söylem yanlışları da oldu vesaire vesaire…

Ama o, erkek egemen sinema ve basın dünyasına karşı bir mücadele verdi.

Sendikalaşmamış bir sektörde bayrak kaldırdı.

Politik duruş sergilemekten imtina etmedi.

Henüz 14 yaşında sinema sektörüne girmiş, ilkokuldan sonra eğitimine devam edememiş, eleştiriler almış, zaman zaman “Hor görülmüş” biriydi. Ama yeteneğini çabayla ve tutarlı bir tutumla geliştirdi.

Ve fakat, bugün hâlâ mücadelesini verdiğimiz şeylerin çabasını çok erken yaşlardan itibaren gösterdi.

Bedeniniz dediler, sanatım dedi.

Oyuncu olmaz dediler, ödüller aldı, hafızalara kazındı.

Kenarda otur dediler, inadına siyaset yaptı.

“Yaşantısı değerlere aykırı” kara propagandası yaptılar, değerli yaşam nedir bunu gösterdi.

Söz artık Fato’nun bıraktığı mirasta; onun mücadele ettiği alanlarda, belki daha güçlü şekilde kavga vereceklerde.



BİR GAZETECİNİN AKIL ALMAZ TAVRI

Basındaki eril tahakkümün tavırlarıyla da mücadele etti.

1969 yılında Günaydın’ın ona sorduğu sorular gazetecilik adına utanç vesikasıdır.

“Gazeteci” Ertuğrul Akbay neler mi sordu?

“Göğüsleriniz çok güzel. Kim bilir bakımı için ne kadar emek sarf edersiniz…”

“Şöhrete ulaşmanızda gözleriniz kadar göğüslerinizin de rolü olduğu söyleniyor…”

“Peki siz göğüslerinize hiç bakmaz mısınız?”

O bu tavır karşısında dik duruşunu koruyordu:

“Millet beni artık oyun gücümle mükafatlandırıyor.”


KEMAL SUNAL’I ARZU FİLM’DEN AYRILMAYA İKNA ETTİ

Yapımcılık döneminde aslında bugünden bakınca pek anlaşılmayan önemli bir kırılma noktası da yarattı.

O güne dek Ertem Eğilmez’le kalabalık kadrolu filmler çeken Kemal Sunal’ı Arzu Film’den ayrılmaya ikna eden oydu.

Bir Ankara buluşmasında, “Beraber bir film şirketi kuralım” dedi. Üstelik parayı kendisi koyacaktı; Kemal Sunal, sadece filmlerde rol alması karşılığında kârın ortağı olacaktı. Arzu Film’de ayda 10 bin lira kazanan Kemal Sunal’a peşinat olarak 500 bin lira verince el sıkıştılar ve Yeşilçam’da bir devir kapandı; Eğilmez-Sunal iş birliği sona erdi.

Hakan GÜNGÖR / EVRENSEL


KISA KISA GÜNDEM (26 OCAK 2022)

 


1) MHP 'İmamoğlu' paylaşımı nedeniyle Fazıl Say'ı hedef aldı(SOL)

MHP Genel başkan yardımcısı Semih Yalçın ünlü sanatçı Fazıl Say'ı yaptığı paylaşım nedeniyle hedef aldı. Say İmamoğlu eleştirilerine esprili bir şekilde İmamoğlu ve eşiyle çektirdiği bir fotoğrafı paylaşıp "Fotoğrafı çeken de Devlet Bahçeli" demişti. Yalçın'ın Say'ı hedef alan açıklaması şu şekilde; 1-Sanat camiasında yuvalanan eski sosyalist tüfeklerle bunların tilmiz ve çırakları arasında, son dönemde şiddetli bir Devlet Bahçeli aleyhtarlığı baş gösterdi. 2-Anlaşılan o ki MHP Lideri sayın Devlet Bahçeli, ilm-i siyaset uzmanı olarak vurduğu yerden ses getiriyor. Sanatını ustaca icra ederek sadece siyasi rakiplerini değil, meddah ve alkışçılarını da perişan ediyor. 3-Sayın Devlet Bahçeli'nin ustalığı, Marksist çalgıcılarla oyuncuların öfke, nefret ve husumetini çekmekle kalmıyor,onların kimyasını da bozuyor. Sosyalist çalgıcı ve oyuncu taifesi,siyaset platformunun da bir icra-yı sanat sahnesi olduğunu unutarak kıskançlık krizlerine giriyor. 4-Devlet Bahçeli alerjisinin dengesini bozduğu bazı sosyalist sanatçı taslakları, gerek mayaları gerekse cibiliyetleri icabı sadece hakaret ve karalamaya başvuruyor. Çalgıcı Fazıl Say da bu dengesiz zavallılardan biri...

2) Fazıl Say'dan İmamoğlu paylaşımı: 'Fotoğrafı çeken de Devlet Bahçeli' (SOL)

İmamoğlu AKOM'dan canlı yayın yaptığı sırada, iktidar medyası tarafından dün akşam saatlerinde "İstanbullu karla boğuşurken İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu balıkçıda yakalandı" başlıklı haberler paylaşıldı. (Fazıl Say'dan esprili 'İmamoğlu' yanıtı) Asılsız olduğu iddia edilen fotoğrafa ilişkin ünlü piyanist Fazıl Say'dan da esprili bir yanıt geldi. Twitter'dan yaptığı paylaşımla, iddialara göndermede bulunan Say, İmamoğlu çifti ile daha önceden çekilmiş bir fotoğrafını paylaşarak, şu notu düştü: "Belediye Başkanımız Ekrem İmamoğlu’nun dün gece bir restoranda görüldüğü yanlış haberdir. İşin gerçeği şudur; bu 4 kişi dün bütün gece diskoda çılgınlar gibi dans etmiş ve içmiş eğlenmiştir. Fotoğrafı çeken kişi de Devlet Bahçeli'dir! Salvador Dali’nin de selamları var!"

3) İstanbul Havalimanı’nda son durum: 7 saattir uçağın içinde bekleyenler var (SOL)

Türk Hava Yolları, kar yağışı ve olumsuz hava koşulları nedeniyle İstanbul Havalimanı’ndaki tüm uçuşların 25 Ocak saat 04.00'e kadar durdurulduğunu açıkladı.  Gerçek Gündem'den Fırat Fıstık'ın haberine göre İstanbul Havalimanı’nda fırtına ve yoğun kar nedeniyle kargo terminal binasında da çökme meydana geldi. Türk Hava Yolları Basın Müşaviri Yahya Üstün sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, "İstanbul Havalimanı'nda Turkish Cargo'ya hizmet sunan tesisimizin çatısında biriken kar kütleleri ve fırtına nedeniyle çöküntü meydana gelmiştir. Oluşan durumdan hiçbir çalışma arkadaşımız zarar görmemiştir, süreç yakından takip edilmektedir" dedi.('Yeri yanlıştı')  İstanbul Havalimanı inşa edilirken de bulunduğu yer açısından eleştirilere konu olmuş, özellikle rüzgar hızının diğer bölgelerle karşılaştırıldığında çok daha kuvvetli olduğu saptanmıştı. İYİP İBB Meclis üyesi Ali Kıdık, İstanbul Havalimanı’nın yerinin yanlış olduğunun bir kez daha kanıtlandığını belirterek “Pilotların tabiriyle, havalimanı İstanbul’un kutuplarına yapıldı. Gerçi olumsuz hava şartları da bu yaşananlarda etkili. Olağanüstü bir durum var şu anda ama yeri tamamen yanlış. Kargo binası da çöktü. Doğru dürüst yapmamışlar demek ki burayı. Atatürk Havalimanı’nda olsa bu durum yaşanmazdı. Oradaki rüzgar kuvveti, buradakinin neredeyse yarısı” dedi.(Yolcular ve çalışanlar dışarı çıkamıyor)  Havalimanındaki son durum hakkında da bilgiler veren Kıdık, “7 saattir bir uçağın içinde bekleyen yolcular var. Dışarı çıkamıyorlar, Adana uçağı. Diğer personel de havalimanında ve çıkamıyor. Saatlerdir mahsur kalmış durumdalar” diye konuştu. Kıdık ayrıca havalimanında bekleyenlere herhangi gıda desteğinde bulunulmadığını, otel konusunda açıklama yapılmadığını dile getirdi.(İstanbul havalimanı çalışanı: 'Bunun geleceği belliydi')  İstanbul Havalimanı Kargo Gümrük Müdürlüğü’nde çalışan biri de saatlerdir yaşananları şöyle özetledi: “Sabah saat 10’dan beri inanılmaz bir rüzgar var. Bunun geleceği belliydi ancak hiçbir şey yapılmadı. Valilik kamu için çıkışları 15.30 olarak açıkladıktan sonra ‘Aracı olanlar gitsin’ dendi. Sonra da ‘Binayı terk etmeyin. Peynir, ekmek alın burada bekleyin’ denildi. Bunu diyen bizzat müdür ve müdür yardımcıları. O saate kadar hiçbir uyarıda bulunmadılar. Bugün sabahlamak zorunda kalacağız.”

4) Türkiye, Twitter'dan en çok içerik kaldırılmasını isteyen 3'üncü ülke(SOL)

Twitter, Ocak-Haziran 2021 döneminde hükümetlerden, kullanıcılar tarafından paylaşılan içeriklerin kaldırılması için rekor sayıda talep aldığını açıkladı. Buna göre, içerik kaldırılması için Twitter'a en çok şikayette bulunan ilk beş ülke arasında Türkiye de yer aldı. En çok talebin sırasıyla, Japonya, Rusya, Türkiye, Hindistan ve Güney Kore  hükümetlerinden geldiği belirtildi.  Twitter'dan yapılan açıklamaya, söz konusu altı aylık dönemde, 196 bin 878 hesaptan yapılan 43 bin 387 paylaşımın kaldırılması için hükümetler tarafından Twitter'a başvuruda bulunuldu. Sosyal medya platformu, şeffaflık raporlarını ilk açıklamaya başladığı 2012 yılından bu yana ilk kez bir raporlama döneminde hükümetlerden böylesine çok sayıda içerik kaldırma talebi aldıklarını belirtti. Rapora göre, bu taleplerin yüzde 95'i, beş ülkeden geldi. En çok talep Japonya hükümetinden iletilirken, Rusya, Rusya, Türkiye, Hindistan ve Güney Kore de ilk beşte yer aldı. Twitter, bu taleplerin yüzde 54'üne yanıt verildiğini, söz konusu içeriklerin bazı ülkelerde gösterilmediğini, bazılarında da bir kısmının veya tamamının kaldırıldığını belirtti. Twitter Küresel Kamu Politikaları Başkan Yardımcısı Sinead McSweeney, rapora ilişkin açıklamasında "Dünya çapındaki hükümetler içeriklere giderek daha fazla müdahale etmeye ve onları kaldırmaya çalışırken, görülmemiş meydan okumalarla karşı karşıyayız. Mahremiyete ve ifade özgürlüğüne yönelik bu tehdit, tüm dikkatimizi vermemizi gerektiren, endişe verici bir eğilim" dedi. 

5) Financial Times: Kazakistan olaylarıyla Erdoğan büyük patronun Putin olduğunu öğrendi

İngiltere’nin önde gelen gazetelerinden Financial Times, geçen haftalarda LPG fiyatlarındaki tavan fiyat uygulamasının kalkmasıyla protesto gösterileri olan  Kazakistan’da yaşananların bölgeye etkisini mercek altına aldı. Gazetenin Türkiye muhabiri Laura Pitel imzalı haberde, “Kazakistan’daki olaylar, Erdoğan’a Putin’in halen bölgesel ‘büyük patron’ olduğunu gösterdi” başlığı kullanıldı. Makalede, Kazakistan’ın olayları bastırmak için Rusya ile iletişime geçmesinin ve Rusya’nın duruma müdahale etmesinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bölgesel bir birliktelik oluşturma amacını olumsuz etkilediği belirtildi. Makalede, “Kazakistan Cumhurbaşkanı Kasım Cömert Tokayev’in olayları bastırmak için Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i araması, Erdoğan’ın eski Sovyetler Birliği ülkeleriyle kardeşçe bir blok oluşturma hayallerini yıktı” yorumu yapıldı.

6) Sezen Aksu'yu tehdit etmişti: AKP'li ismin aldığı kamu ihalesi sayısı dudak uçuklattı(SOL)

Sanatçı Sezen Aksu, 2017 yılında yazdığı şarkı sözleri nedeniyle iktidarın hedefi olmuş; Aksu hakkında AKP'li isimler suç duyurusunda bulunmuştu. O isimlerden biri olan AKP'li Erol Bulut ise Çağlayan Adliyesi önündeki basın açıklamasında Sezen Aksu’yu şeytanın yolundan gitmekle itham ederek; Müslümanların sinir uçlarının sonuna kadar zorlandığını ve “Sabrımız taştı artık” demiş, konuşmasında “İçişleri Bakanımızın dediği gibi beyinlerine sıkacağız, kafalarına ve inlerinde hepsini ezeceğiz. Dağda Kandil’i PKK’yı nasıl eziyorsak şu anda onları savunanlara da bunu buradan bir kez daha söylemek istiyorum” ifadelerini kullanmıştı.(500 milyonu aşkın ihale) Sezen Aksu'yu 'kafalarına sıkacağız' diyerek tehdit eden AKP'li Bulut'un ihale sicili ortaya çıktı.  Birgün'de yer alan habere göre, Mavi Yeşil Turizm Gıda İnşaat San. Ve Tic. Ltd. Şirketi’nin yüzde 50 ortağı da olan Erol Bulut'un özellikle AKP’li belediyelerden çok sayıda ihale aldı. Bulut, son 4 yılda, büyük bir çoğunluğu AKP’li belediyeler olmak üzere çeşitli kamu kurumlarından 48 ihale alırken; 48 ihalenin toplam bedeli 500 milyon TL’yi aştı. Mavi Yeşil firması son olarak geçen ay Kartal Belediyesi’nden 63 milyon 638 bin TL bedelli bir ihale aldı. Öte yandan Erol Bulut’un oğlu Yunus Emre Bulut’un firması Jet Kar Turizm Nakliye Taşımacılık Otomotiv San. Ve Tic. Ltd. Şirketi de, yine geçen ay Eyüpsultan Belediyesi’nden 12 milyon 499 bin 156 TL’lik ihale aldı. (AKP’den aday adayı olmuştu)  “Kafalarına sıkacağız” diyen Erol Bulut, 2018 milletvekili seçimleri için AKP’den İstanbul 3. Bölge’den milletvekili aday adayı olmuştu. 27 Nisan 2018’de AKP İstanbul İl Başkanlığı’na verdiği adaylık dilekçesi sonrasında bir basın açıklaması yapan Bulut özetle şunları söylemişti: “İnşallah Reisimizin yöneteceği tek başlı sisteme geçeceğiz. Statükoların bitmesi lazım. Onun için de çift başlı bir sistemden, inşallah Reisimizin yöneteceği, vatan sevdalılarının yöneteceği, tek başlı bir sisteme geçeceğiz. Çok önemsiyoruz cumhurbaşkanlığı sistemini. Statükoya izin vermeyeceğiz. Bu milletin dediği olacak. 15 Temmuz’da milletin olmuştur. İnşallah bundan sonra da ilelebet milletin olacak. Mazlumların hamisi olacağız. Bu da bizim boynumuzun borcu.”

7) Erdoğan 'ücretsiz olacak' diye açmıştı: O tünele zam geldi (SOL)

Muğla’da bulunan 950 metrelik Göcek Tüneli 'Ücretsiz olacak' denilerek açıldı ancak paralı oldu. Türkiye’nin tek paralı tünelinde geçiş ücretine rekor düzeyde zam yapıldı. Vatandaşların “Deli Dumrul Tüneli” adını taktığı ücretsiz olacak denilerek açılan Muğla’nın Fethiye ve Dalaman ilçelerini birbirine bağlayan 950 metrelik Göcek Tüneli de zamlardan nasibini aldı. Otomobillere yüzde 40’a yakın zam yapılarak geçiş ücreti 11 liradan 15 liraya çıkarıldı. Kamyonlardan 20 lira yerine 25 lira, dingilli kamyon ve dingilli otobüslerden 25 lira yerine 37 lira, TIR geçişlerinden ise 38 lira yerine 45 lira geçiş ücreti alınacak. Açıldığı 2006 yılından bu yana gündemden düşmeyen tünel ücretleri 2021 yılı Ocak’ta yine zamlanmıştı. Yılda 2 milyona yakın aracın geçtiği tünelden ücret alınmasına vatandaşlar tepki göstermişti. (Ücretsiz tüneller) Sarıyer-Çayırbaşı Tüneli (2012)- 4,020 m - Ordu Nefise Akçelik Tüneli (2007)- 3,820 m- Samanlı Tüneli (2014) – 3,417 m-Kağıthane-Piyalepaşa Tüneli (2009) – 3,186 m - Kızlaç Tüneli (1999) – 2,851 m - Osmangazi Tüneli (2010) – 2,474 m - Dolmabahçe-Bomonti Tüneli (2010) – 2,390 m - Kuskunkıran Tüneli (2012) – 2,306 m - Tirebolu-1 Tüneli (2008) – 2,175 m

8) Erdoğan, 'rüşvet tuzağı' iddiasıyla gündeme gelen Şirinoğlu'yla görüştü (SOL)

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ermeni Vakıflar Birliği Başkanı Bedros Şirinoğlu ve Başkan Yardımcısı Herman Balyan ile görüştü. Bedros Şirinoğlu, suç örgütü lideri Sedat Peker’in “rüşvet” iddialarıyla gündeme gelmişti.

Peker, Bedros Şirinoğlu’nun koruma müdürüne, İstanbul Emniyeti’ndeki bazı polis müdürlerinin Şirinoğlu’ndan rüşvet alınması için telkinde bulunduklarını ve koruma müdürünün bunu Şirinoğlu’na bildirmesi üzerine olayın İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya aksettirildiğini öne sürmüştü.

9)Johnson'dan Rusya'ya tehdit: 'Bir çok Rus annenin oğlu eve dönemeyecek'(Cumhuriyet)

İngiltere Başbakanı Boris Johnson, Ukrayna krizine ilişkin konuştu. Johnson, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'i uyararak, "Eğer Rusya bu yolu seçerse bir çok Rus annenin oğlu eve dönemeyecek" dedi.(
https://www.cumhuriyet.com.tr/dunya/johnsondan-rusyaya-tehdit-bir-cok-rus-annenin-oglu-eve-donemeyecek-1902865)

10)Trendyol’da dev direniş günleri(Deniz GÜNGÖR-BİRGÜN)

Trendyol’da çalışan yüzlerce işçi kendilerine dayatılan yüzde 11’lik sefalet zammına karşı dün birçok ilde kontak kapattı. Adil ücretlendirme talep eden işçiler, “Enflasyon altında yapılan zammı kabul etmiyoruz” dedi.

Trendyol’da ‘esnaf kurye’ sisteminde çalışan işçiler yurdun birçok yerinde şirketin ücretlerine ortalama yüzde 11 zam yapmasına karşı kontak kapattı. İstanbul, İzmir, Eskişehir, Tekirdağ, Bodrum, Samsun gibi birçok kentte iş bırakan kuryeler, şirketten taleplerini sıraladı. Talepler

► Tamamlama ücretine yüzde 50 zam ► İkinci slotun kaldırılması
► Hak aramaya katılan hiçbir kuryenin iş hakkının fesih edilmemesi ► Çalışanlar üzerindeki mobbingin kaldırılması.
(https://www.birgun.net/haber/trendyol-da-dev-direnis-gunleri-374700)













25 Ocak 2022 Salı

Kalamış’taki huzursuzluk - BAHADIR ÖZGÜR / BİRGÜN

 

Erdoğan, 100 yıllık hesaplaşmasının, Cumhuriyet’in hâkim sermaye güçlerini de akamete uğratmadan, tasfiye etmeden nihayete erdiremeyeceğini başından beri biliyor. Çatışma cephesi buraya kuruldu.


7 Ekim’de ihale, 21 Ekim’de Rekabet Kurulu onayı, 12 Kasım’da Cumhurbaşkanı imzası ve 19 Ocak 2022 günü Saray’dan gelen ani iptal kararı… Koç’un Kalamış Marina’yı alması ve kaybetmesi sadece 3,5 ay sürdü. Çoğu kimse için sürpriz bir karardı. Oysa ihalenin kendisi sürpriz sayılmalı. Neredeyse 15 yıldır Koç’un alabildiği yegâne özelleştirme payı buydu çünkü. İşin doğrusu süreç de pürüzsüz ilerliyordu. O dönem dikkatleri çekmeyen hukuki bir ayrıntı önemliydi. İmar planı için ÇED gerekli olduğuna dair 33 Kadıköylü, Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmiş, Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) 2021 Şubat’ında başvurmuştu. Başvuru beklenmedik hızda AYM’nin gündemine alınıyor; Mart 2021’de Adalet Bakanlığı’ndan “ivedi” görüş isteniyor; Bakanlık aynı hızda görüşünü gönderiyordu. Üstelik ne görüş! Başvuruyu hukuki açıdan değerlendirmesi gerekirken, sanki ihale sahibiymiş gibi vatandaşların “mağdur taraf” olmadığından, planın ÇED’siz olabileceğinden bahsediyordu.

İhalenin onay aşamasındaki sürate bakanlar, AYM’den de paralel sonuç bekliyordu. Karar bir türlü çıkmadı lakin, davayı yakından izleyen bir hukukçunun tahmini doğru çıktı: “İş bir yerlerde tıkandı, pazarlık var kesin. İptal olursa şaşırmam!”

Neydi pazarlık peki? 
Erdoğan-Koç uzlaşmıştı da araları mı bozuldu? 
Yoksa son günlerde el yükseltilen din kozuna ek olarak, bir de “laik sermaye” mi dövülmek istendi? 
Veya limanın yandaşa gitmesi mi arzulanıyordu? 

Bütün bunlar olabilir; Erdoğan’ın pratiği hesaba katıldığında şaşırtıcı da olmaz zaten. Fakat köklü bir şirketle iktidarın netameli ilişkisini aşan bir manzaraya bakıyoruz. Sahnede Erdoğan-Koç tek başlarına görünse de Türkiye kapitalizminin nasıl yönetileceğine dair farklı sermaye ittifakları arasında siyaseten sağlanmaya çalışılan son uzlaşı çabasının çöküşünün temsilini izledik bir bakıma.


                                                                        ***

Marinayı kapsayan bölge lüks restoranları, parkları, Fenerbahçe ve Galatasaray tesisleri, otelleriyle İstanbul burjuvazisini de ilgilendiren, Anadolu yakasının merkezindeki en büyük “elit yaşam” alanlarından biri. Yöre halkıyla bile paylaşılmak istenmeyen kıymetli bir yer. Koç’un projesi buraları sermaye lehine bütünüyle yalıtacaktı.

Kalamış mülk değerinin yanında, ihalenin gerçekleştiği koşullar nedeniyle sembolik bir değer de üstlenmişti.

Berat Albayrak’ın gönderilip Özelleştirme İdaresi’nin bağlı olduğu Maliye ve Hazine Bakanlığı’na “piyasa dostu” Lüfti Elvan’ın gelmesiyle beraber, iktidarın kriz politikasına ilişkin sermaye kesimleriyle yeni uzlaşı arayışları başlıyordu. Kasım 2021’de Adalet Bakanı’nı da yanına alan Elvan, kritik görüşmesini TÜSİAD’la gerçekleştirmişti. İktidardan bir el uzanmış, Kalamış da bu diplomasinin bir tür “iyi niyet mektubu”na dönüşmüştü sanki.

Ama “Nas”lı fiyat (kur-faiz) oynamaları, Elvan’ın 2 Aralık’ta yerini MÜSİAD tüccarı Nureddin Nebati’ye bırakması, 20 Aralık gecesi yaşanan eşsiz kur operasyonu ve TÜSİAD’ı direkt hedefe koyan beyanatlar gösterdi ki geçici de olsa “sulh” sağlanamamıştı. Yıllar sonra gönderilmiş Kalamış mektubunun yırtılıp atılması bunun sonucuydu işte.

                                                                          ***
Marx, Feurbach’tan ödünç alıp ideoloji için kullandığı popüler sözünde “sarayda başka kulübede başka konuşulur” der. Büyük sermaye de siyasi iktidarla bizim konuştuğumuz türden konuşmaz. “Bu kadar kötülük olmaz” veya “ülkeye bir tek gök taşı çarpmadığı kaldı” filan demez; doğrudan sınıf çıkarlarının diliyle diyalog kurar. Tıpkı 2012’den beri Erdoğan’la Koç’un konuştuğu gibi…

Hürriyet gazetesine verdiği tarihi röportajda Mustafa Koç, “Gezi sonrası üzerimize fazla gelinse de devletimizle kavga etmeyiz. Ama tabii ki bizim 90 yıllık itibarımızı da kimseye çiğnetmeyiz” diyordu. Esas mesajı ise şöyleydi: ”Koç Topluluğu, Türkiye ekonomisinin yüzde 10’unu oluşturuyor, toplam vergilerin neredeyse yüzde 9,5’ini karşılıyor. Gelir Vergisi beyan eden ilk 10 kişi arasında 5 tane Koç ailesi mensubu var. 80 bini aşkın çalışanımız, 10 bini aşkın bayimiz bulunuyor. Bizim evrensel değerler ve kurumsallaşma iki önemli çıpamızdır.”

Önceki 6 yılda Yapı Kredi ve Tüpraş’ı alıp, 1980’den beri Nurol’un hâkimiyetindeki askeri sanayiye gemi, tank ihalesi ve Otokar’ın kârlı sözleşmeleriyle güçlü giriş yapıp “Koç’a bir Koç daha katmış” Mustafa Koç, “Cumhuriyet benim” diyordu. “Devlet benim” diyen Erdoğan’ın yanıtı ise bugünkü gibi 5,7 milyar dolara Ülker ve Malezyalı UEM ortaklığıyla kazanılan 8 otoyol, 2 köprü ihalesini iptal etmekle sınırlı kalmadı. Kamunun askeri sanayisinden dışlama, Socar rafinerisinin üzerine Varlık Fonu’nun olanaklarıyla Ceyhan’da rafineri kurma hevesi, lojistik ve enerji ağının yandaşa pay edilmesine kadar genişletti işi. Üstüne faiz politikasıyla sermaye birikim rejimini kimin çıkarı doğrultusunda, nasıl yönetmek istediğini de açıkça beyan etti, ediyor.

Zira Erdoğan, 100 yıllık Cumhuriyet’le hesaplaşmasının, Cumhuriyet’in hâkim sermaye güçlerini de akamete uğratmadan, mümkünse tasfiye etmeden nihayete erdiremeyeceğini başından beri biliyor. Asasını çıkarıp Kızıldeniz’i ikiye de ayırsa, bin tane marina teklif de etse, kur-faiz-enflasyon dizilimini büyük sermayenin istediği şekle sokmadan, tek tek şirketlerle gündelik ilişkileri aşabilecek büyük bir uzlaşı yaratması mümkün görünmüyor artık. Seçimi ve sonrasını belirleyecek çatışma cephesi buraya kuruldu.

Her iki taraf için de ya meşru siyaset bir yol bulacak, ya yol zorla açılacak.

BAHADIR ÖZGÜR / BİRGÜN

Munich-The Edge of War: Tarihsel filmlerde kadın karakterler çoğunlukla gerçekçi değil - Julie GOTTLIEB* / EVRENSEL

 


Münih Krizi'nin karamsar ve atmosferik bir kurgusu olan film kadınları dramaya dahil etme ve izleyicileri, olayı cinsiyet körü bir bakış açısıyla incelemeye teşvik etme konusunda övgüye değer bir iş.

Eylül 1938’de yeni bir Avrupa savaşı belli belirsiz ortaya çıkarken İngiltere, Almanya, İtalya ve Fransa Münih’te bir araya geldi. Hitler, Batı Çekoslovakya’daki Sudetenland’ı fethetmeyi talep ediyordu. Savaştan kaçınmak için ise Dört Güç Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla Çekoslovakya sınır bölgelerini ve savunmasını teslim edecekti. Dönemin İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain, Hitler’e ayrı bir İngiliz-Alman anlaşması imzalattı ve bunu muzaffer bir şekilde “zamanımızın barışı” olarak nitelendirdi. Münih krizi olarak da bilinen bu olay barışçıl bir politika izlenmesinin doruk noktasıydı.

Yeni bir film olan Munich-The Edge of War, bu önemli olayın dramatize edilmiş bir halinden ziyade Robert Harris’in 2017’de yazdığı politik gerilim romanından uyarlanmış “ya olsaydı” temalı tarihsel kurgu eseridir. Kurgusal erkek başroller Hugh Legat ve Paul von Hartmann gevşek bir şekilde İngiliz AL Rowse ve Alman Adam von Trott’tan ilham alınarak karakterize edilmiş. İyi bir şiirsel dil ile karakterlerin politik anlayışları, öngörüleri ve diplomatik olayların merkezine yakınlıkları ele alınıyor. Hikayenin gerilimi ise birlikte olayların gidişatını değiştirip, değiştiremediklerine bağlı olarak ilerliyor.

Film, barışçılların ve olası Nazi karşıtı direnişçilerin karşılaştığı stratejik ve etik ikilemleri, izleyicilerde yankı uyandıracak şekilde kurnazca çerçeveleyerek, çağımızdaki kriz ve yükselen aşırıcılık ile bağdaştırılabilir olmayı hedefliyor. Gerçekten de, haberlerde şimdi Rusya, NATO'ya katılmasını engellemek için Ukrayna sınırına asker yığıyor ve bazı yorumcular bunu 1938 Münih Krizi ile karşılaştırıyorlar.

Neville Chamberlain’in tasviri nostaljik, oldukça sempatik ve çekici. Jeremy Irons’ın Chamberlain’i barışın kurtarıcısı, saygınlığın ve iyi huyluluğun timsali. Filmin tarihsel olarak makullüğü hakkındaki düşüncelerin çoğu önde gelen ya da suçlu erkeklerin karakterizasyonuna odaklanıyor. 

Peki ya filmdeki kadınlar? 

Onlar Münih Krizini yaşayan kadınların makul temsilleri mi?

KURGUSAL KADINLAR

Filmde, eylemleri olaylar üzerinde doğrudan etkide bulunan güçlü, zeki ve iyi eğitimli kadınlar yer alıyor. Tarihsel kurgusal tür, iki savaş arası erkek egemen diplomasinin incelenmemiş cinsiyetçiliğinin yanlışlarını düzeltmeye çalışıyor.

Burada dört anahtar karakter var ancak halen yan kadın karakterler önemli sembolik, romantik ve dramatik işlevlere hizmet ediyor.

Alman-Yahudi asıllı Lenya, hem Legat’ın hem de von Hartmann’ın arkadaşıdır. Pamela Legat, korkunç bir savaş ihtimaliyle karşı karşıya kalan, çocukları tahliye etme konusunda yürek burkan kararlar veren ve bu yeni dünyaya yeni edinilmiş gaz maskelerinin insanlıktan çıkaran siperliğinden bakan İngiliz annelerin yerini alan kahramanın eşidir.

Film Chamberlain’in sekreterlerinden birini tabiri caizse hayal dünyasına çıkartıyor. Ona Joan Menzies ismi verilmiş. Sekreter Chamberlain’e Münih Konferansına giderken eşlik ediyor ve bildiğimiz kadarıyla hiçbir kadın karakterin bu müzakere üzerinde açık ya da gizli bir görevi ya da işlevi yok.

Dördüncüsü ise, Alman tarafında, bir generalin dul eşi, bir tür idari bakanlık görevinde bulunan Helen Winter. O hem von Hartmann’ın sevgilisi hem de bir işbirlikçi – Alman Anti-Nazizminin güzel yüzü.

Bu simgeleşmiş harika kadınlar suçlu kadınlardan ziyade cesaret, kahramanlık, acıma, içgörü ve sezgi gibi, çekicilikten bahsetmiyorum bile, özelliklere sahipler. Hepsi efsanevi Yunan rahibesi Cassandra’nın farklı versiyonları, gerçek kehanetlerde bulunmak için lanetlenmişler ancak erkeklerin saf eylemlerinin sonuçları hakkında söyledikleri kehanetlere kimse inanmıyor.

Konuyu dağıtmamak için daha fazla ayrıntı vermeyeceğim. Ancak tarihsel kayıt açısından, biraz spoiler vermek gerekiyor. Aslında bu kadın karakterlere atanan olay örgüsü aygıtları ve dramatik işlevlerle ilgili olan temel sorun kadınların bu tarz bir iktidara erişiminin, özellikle de resmi olarak olmamasıdır.

TARİHSEL KADINLAR

Kadınların filmdeki gibi olaylarda rol alamayacaklarını söylemek onların tarihte siyaset ve diploması alanında var olmamış olduğu anlamına gelmiyor. Burada, Sheila Grant Duff’ın hayat hikayesindeki unsurların bu karakterlerin bileşimi için kullanılmış olabileceğini düşünüyorum.

Grant Duff ve von Trott, 1930’lu yılların başlarında Oxford Üniversitesinde yakın bir dostluk kurdu. Von Trott nazi yanlısı olduğunda ise kavga ettiler ve Grant Duff, bir kadın olarak, yabancı bir muhabir, Çekoslavakya uzmanı ve destekçisi olarak bir ilke imza attı. En çok satan Penguin Special Europe and the Czechs (1938) kitabı Münih Anlaşmasından birkaç gün sonra yayınlandı.

Dahası, bir avuç kadın milletvekili, 1930’larda zaten küçük bir grup kadın milletvekili vardı, barışçıl politikaya karşı eleştiride bulundu. Bunların arasında Bağımsız Eleanor Rathbone, İşçi Partisi'nden Ellen Wilkinson ve Muhafazakar Partili Atholl Düşesi vardı ki o tüm İngiliz milletvekillerine Hitler'in Kavgam kitabının sansürsüz çevirisinin sunulmasını sağladı. Diğer kadın milletvekilleri, Muhafazakar Partisi milletvekilleri Nancy Astor, Florence Horsbrugh ve Marjorie Graves dahil olmak üzere Chamberlain'in hayran kitlesi olarak ön cephedelerdi. Ayrıca kolektif olarak Avrupa'nın “milyonlarca annesi”nin, barışın kurtarıcısı Chamberlain'in coşkulu destekçileri olduğu anlaşıldı.

Münih Krizi'nin karamsar ve atmosferik bir kurgusu olan Munich - The Edge of War, kadınları dramaya dahil etme ve izleyicileri, olayı cinsiyet körü bir bakış açısıyla incelemeye teşvik etme konusunda övgüye değer bir iş çıkarıyor. Ama aynı zamanda tarihsel kayıtlara daha yakından ve dikkatli bir şekilde bakmak ve gerçek kadınların 1930'larda bu filmde kendileri için yaratılan belirleyici rolleri oynamak için karşılaştıkları önemli kısıtlamaların yanı sıra fırsatları da kabul etmek için hoş bir davetiye sunuyor.

* theconversation.com’dan çeviren Sıla Altun


Tüyleriniz ürperecek - Barış Pehlivan / CUMHURİYET

 

“Cesaretli bir insan olsaydım, Enes’ten önce bütün Türkiye beni duymuş olurdu.” 

E-posta böyle bitiyordu. Telaşla telefona sarıldılar. Karşıdaki sesin bataklıktan çıkmak için bir ele ihtiyacı vardı. O eli uzattılar, kurtardılar. 

Her gün cenaze kaldırır, gözyaşı döker, ağıt yakar olduk. Ya sonra? 

CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel bu soruyu dert etti. İki hafta önce sosyal medyadan şu mesajı paylaştı: “Enes Kara gibi benzer ya da farklı sebeplerle cemaat/tarikat/vakıf yurtlarına mahkûm edilmiş, kendisini risk altında hisseden, umutsuzluğa kapılmış her bir kardeşime çağrımdır… Bana ulaşın, birlikte çare arayalım. Hallederiz!” 

Özel’i aradım ve çağrısının nasıl karşılık bulduğunu sordum. Şunları söyledi: 

“Bize ulaşanların 150’ye yakını cemaat yurtlarında ya da evlerinde kalanlardı. Telefonunu veren 120 arkadaşımızla görüştük. Kurtulmak istiyorlardı. Bazı ailelerden ‘Çocuğum yurtta kalıyor, yardım edin’ diyenler de vardı. Onların da çocuklarını aradık.” 

Peki, ne yapmışlardı? Yazının girişinde aktardığım olayı anlattı. Heyecanlı bir şekilde devam etti Özgür Özel: 

“Yaklaşık 40 arkadaşımızın sorununu çeşitli yöntemlerle çözdük. İstanbul’da, Ankara’da ve Mersin’de belediyelerimizin yurtlarına yerleşenler oldu. Ayrıca çok sayıda gönüllü başvurusu gerçekleşti. Onların başvurularını da çocuklarla eşleştiriyoruz şimdi. Biraz maddi katkı olursa eve çıkabileceğini söyleyenler olabiliyor… Onlara da burs takviyesi sağlıyoruz.” 

İlk kez, diyor CHP’li Özel: 

“İlk kez bir kapalı kutudan, Türkiye’nin dört bir yanından geldiği için birbirini destekleyen sağlıklı veri akışı var dışarıya doğru. Bir kişi söylese şüpheyle bakabilirsiniz belki… Ama örneğin, üç farklı şehirdeki aynı cemaatin yurdundan üç benzer şikâyet aldık. Verilen saatler, içeride tutulan zorunluluklar, hepsi birbirini tutuyor. Kamuoyu ile bunları paylaştığımızda, oralarda yaşananların kolay şeyler olmadığını herkes görecek. Çaresizlikten yararlanan ve ciddi baskı oluşturulan bir sistem var, onu ortaya çıkaracağız.” 

Biliyoruz ki tarikatların pençesinde çırpınan çok Enes Kara var. Özgür Özel, o çocuklara yardım etmek isteyen çok da insan olduğunu vurguluyor. İşte onları buluşturacak bir dayanışma ağını kurumsallaştırmayı da hayal ediyor. Yönetiminde olduğu TÜLOV adlı vakfın bu derdin çözüm merkezi olmasını istiyor. 

CHP’li Özel, kendisine ulaşanların yaşadıklarını yakın zamanda raporlaştıracak. “Tüyleriniz ürperecek” diyor.

                                                              ***

YOK CANIM

Konuşma boyunca sürekli “Yok artık” diyordum. Nasıl demeyeyim? 

Neymiş efendim, daha o başsavcının AYM üyesi olmasının perde arkasını bile yeterince bilmiyormuşuz. Onu yeterince anlamadan AKP’li yeni üyeyi analiz edemezmişiz. 

Anlatın, diyorum… Nefes bile almadan başlıyor. 

Rivayet odur ki Cumhurbaşkanı o başsavcıyı gizlice Saray’a çağırmış. “Seni Yargıtay üyesi yapacağım” demiş. Başsavcının gözü yüksekte, “Efendim uygun görürseniz ben Anayasa Mahkemesi üyesi olmak istiyorum” diye yanıt vermiş. Gelecek düşünülmüş, uygun görülmüş. 

Kolay mı oraya çıkmak, merdiven gerek. Haliyle önce Yargıtay üyesi olmuş. 

Ah işte, Anayasa Mahkemesi üyeliğine müracaat süresi de dolmak üzereymiş. Hemen dilekçe verilmiş, başvuruda bulunulmuş. Ama işte Yargıtay’da da infial yaratmış bu. Tepki tepki üstüne… Malum, Saray’ın her yerde kulağı var, elbette duymuş. Yargıtay Başkanı çağrılmış, başsavcının AYM üyesi olması konusundaki kararlılık iletilmiş. 

Durun durun, bitmiyor… 

Yargıtay Başkanı dönmüş, daire başkanlarını toplamış, “emir büyük yerden” konulu müzakereler başlamış. Daire başkanları kendi üyelerine de Cumhurbaşkanı’nın bu husustaki hassasiyetini aktarmış. Gelin görün ki istenilen netice tam da sağlanamamış. Bunun üzerine bazı adayların çekilmeleri istenmiş. Devreye bu kez Saray’ın İdari İşler Başkanı girmiş, böylece iddialı isimler teker teker adaylıktan çekilmiş. 

Az daha unutuyordum. Şuna da “Yok artık!” dedim: 

Koskoca Cumhurbaşkanı, o başsavcının daha yeni Yargıtay üyesi olduğu, AYM’ye layık daha kıdemli üyeler bulunduğu yönündeki karşı itirazlara şu cevabı verir mi: 

“O arkadaşlar, çok layık oldukları için mi kendilerinin Yargıtay üyeliği yaptıklarını sanıyor?”

Yok canım, bunu da dememiştir!

Barış Pehlivan / CUMHURİYET