Türkiye’de dolar kaç lira? + AKP’nin dövizle imtihanı: Faturası yine emekçilere çıkıyor (ERKAN BİLGİN+SOL/Özel)

 Türkiye’de dolar kaç lira? 

Döviz piyasasında ilginç gelişmeler yaşanıyor. Dövizde önümüzdeki dönemde kontrolden çıkmış bir yükseliş, yeni bir enflasyon sarmalına yol açarak emekçilerin daha da yoksullaşmasına yol açacak.

Geçtiğimiz yıl Ağustos ayından bu yana Merkez Bankası dolarda bir artış yaşanmaması için mücadele veriyor. Gerek piyasaya yapılan arka kapı döviz satışları, gerekse bir biri ardına gelen düzenlemeler ile dövize kaçışı engellemeye çalışıyor. Seçim yaklaşırken iktidar, kur kaynaklı yeni ekonomik sorunlar istemiyor. Ancak son günlerde dövizi tutmanın oldukça zorlaştığı da görülüyor. Bankalararası piyasada dolar kuru 19,40 TL düzeyine geldi. Ancak bu kurdan işlem yapmak neredeyse imkânsız. Bireysel müşteriler için zaten Merkez Bankası belli bir marj üzerine konulmasını bir süredir istiyordu. Bu marj giderek açıldı.

En son bugün bazı bankaların internet şubelerinde döviz satış fiyatları 20,25 TL’ye kadar yükseldi. Ancak bu durum bireysel müşterilerin döviz alım satımı ile sınırlı değil. Kurumsal yatırımcılar ve ticari işletmeler de bankalara gittiklerinde istedikleri dövizi ya alamıyorlar ya da 20,00 TL civarı kurlardan sınırlı miktarda alabiliyorlar. Oysa resmi TCMB kuru 19,38 TL düzeyinde hâlâ. 

Döviz talebi Kapalıçarşı’ya yöneliyor

Merkez Bankası uyguladığı düşük faiz politikasının dövize kaçışa dönüşmesini engellemek için geçtiğimiz yıl makroihtiyati tedbirler adı altında döviz alımını zorlaştıracak, TL likiditesini kısıcı birtakım tedbirler uygulamaya başlamıştı. Ağustos ayından itibaren de kurun faiz getirisinin bile altında neredeyse sabit seyretmesini başarmıştı. Bu sayede enflasyonun kontrol altında olduğu izlenimi verilecek, son iki yılda yaşanan hızlı yoksullaşmanın etkilerinin azaltılması, en azından seçimlere kadar bir ekonomik toparlanma hissi yaratılmaya çalışılacaktı. 

Ancak 2023 yılının girmesi ve yaklaşan seçimlerle birlikte dövizi sabit tutmak imkansızlaştı. Önceleri aylık bazda neredeyse sabit olan dövizin artış hızı aylık yüzde 2’nin üzerine çıktı. Reel döviz talebinin yanında, bu gidişin sürdürülemez olduğu, seçim sonrası her koşulda dövizin yükseleceği beklentisi de yatırımcıların spekülatif döviz talebinde bulunmasına yol açıyor. Ancak bankalar talep edenlere istedikleri kadar döviz satmadığından bankacılık sistemi dışına çıkan talep Kapalıçarşı’ya yöneliyor. Bu talep de Kapalıçarşı diye adlandırılan tezgahüstü döviz piyasasında bankalararası piyasadan farklı fiyatlar oluşmasına neden oluyor. 

Örneğin bugün itibariyle bankalararası piyasada döviz kuru 19,40 TL olarak görünüyor. Ancak elindeki dövizi satmak isteyen bir kişi Kapalıçarşı piyasasında 20,00 TL civarına alıcı bulabilirken, dolar almak istediğinde kur 20,20 TL seviyesine ulaşıyor. Merkez Bankası’nın uyguladığı politikaların sonucu olarak ortaya çıkan bu ikili kur sisteminin (resmi kur ve serbest piyasa) ise birçok yan etkisi olacak. Yatırımcıların yavaş yavaş sistem dışına çıkması, farklı yatırım alternatiflerini aynı anda değerlendirebilecek yatırımcıların bu durumdan fayda sağlaması, Kur Korumalı Mevduat (KKM) gibi enstrümanlara giriş ya da çıkış tercihlerinin değişmesi gibi yan etkiler olacaktır.  Resmi kur ile döviz satmak zorunda olan ihracatçı patronların da bu durumdan şikâyet ettiğini görebiliriz yakın zamanda. İhracatçıların Merkez Bankası’na satmak zorunda oldukları dövizler için piyasa kurunun yüzde 2 üzerinde döviz satma imkânı getirilmişti. Ancak aynı gün içerisinde şu anda yüzde 3’lere veren fark oluşmakta. 

Cari açık büyüyor

Döviz talebinin reel kaynağında cari açık bulunuyor. Geçtiğimiz hafta açıklanan Şubat ayı Ödemeler Dengesi verilerine göre cari açık Şubat ayında 8,8 milyar dolar olarak gerçekleşti. Bu değer Ocak ayındaki 10 milyar dolar olan tarihi rekorun ardından en yüksek üçüncü aylık veri. 12 aylık birikimli cari açık da böylece 55 milyar dolara ulaştı. Geçmiş yıllarda olan AKP’nin alıştığı ve sevdiği yabancı yatırımcı akışı da uzun zamandır görünmediğinden dış borçlanmanın dışında tek finansman kaynağı yabancılara ev satışı olarak görünüyor. 12 aylık doğrudan yabancı yatırım 8,3 milyar dolar olurken bunun 6,5 milyar doları yabacılara ev satışından geliyor. Bunun dışında finansman tarafında Net Hata Noksan kalemi dışında anlamlı bir döviz girişi bulunmuyor.  Şubat ayı cari açığı Merkez Bankası’nın 4,7 milyar dolar rezerv kaybı ile sonuçlanmış. 

Seçim sonrası yüksek döviz-enflasyon sarmalı ihtimali

Yatırımcıların döviz talebini Döviz Tevdiat Hesapları (DTH) ve KKM ile izleyebiliyoruz. En son geçen hafta yayınlanan ve 7 Nisan ile biten hafta verilerine göre DTH ve KKM’nin bir haftadaki artışı 7 milyar dolar olmuş. Geçtiğimiz yıl sonuna doğru 75 milyar dolar seviyesinde tavan yapan ve o civarda seyreden KKM, bu yıl başından itibaren yeniden yükselmeye başlayarak 90 milyar doları geçti. Yılbaşından bu yana DTH’lar ise yatırımcıların döviz taleplerinin azalmasından ziyade bankaların döviz hesapları yüzünden cezalandırılması ve yatırımcıların döviz fon, altın gibi diğer döviz cinsi enstrümanlara yönelmesinden kaynaklanıyor. 

Dövizde önümüzdeki dönemde kontrolden çıkmış bir yükseliş, yeni bir enflasyon sarmalına yol açarak emekçilerin daha da yoksullaşmasına yol açacak. Seçim sonrası sonuç ne olursa olsun, yeni ekonomi yönetiminin faizleri artırarak kuru belli bir seviyede tutmasının önünde ise hane halkının ve şirketlerin yüksek borçluluğu nedeni ile ortaya çıkacak ekonomik durgunluk ve faiz yükü riski bulunuyor. 

                                                                    /././

AKP’nin dövizle imtihanı: Faturası yine emekçilere çıkıyor

Hükümetin kur artışını engellemek için aldığı tedbirler, seçime endeksli ve faturası yine emekçilere çıkacak bir dizi uygulamayı içeriyor.


TCMB Başkanı Şahap Kavcıoğlu, geçtiğimiz günlerde Türkiye İhracatçılar Meclisi ev sahipliğinde yapılan toplantıda, Merkez Bankası’nın herhangi bir kur hedefinin olmadığını ifade etti. Kavcıoğlu konuşmasında, “Döviz kuru istikrarlı şekilde devam ediyor. Bu piyasalara ve kura olumlu yansıyor. Aldığımız tedbirler ve kararlar ile istikrarlı bir şekilde devam edecektir. Merkez Bankası rezervleri artarak devam ediyor. Piyasalara olumlu yansıyor. Merkez Bankası’nın herhangi bir kur hedefi yok” dedi. Gerçekten Merkez Bankası’nın bir kur hedefi yok mu? Burada bahsedilen ‘tedbirler ve kararlar’ neydi?

Kur artışı ve enflasyon sarmalı

2021 yılı Eylül-Aralık ayları arasında dolar kuru 8,30’dan 17,14’e doğru çok sert yükseldi. Bu yükseliş tam da dünyada faizler artmaya başlamışken bizde tam tersi yönde ve Tayyip Erdoğan’ın isteği ve baskısı doğrultusunda cari açığa ve ekside bulunan rezervlere rağmen faiz indirim sürecinin başlamasına denk geliyor. TCMB politika faizi o gün için bulunduğu yüzde 19 düzeyinden 24 Eylül 2021’de yüzde 18’e, sonrasında kademeli olarak 2021 yılı Aralık ayına kadar yüzde 14’e düşürüldü. Bu arada dolarda yüzde 106’yı bulan yükseliş, başta enerji faturaları, gıda fiyatları ve ardından iğneden ipliğe her şey olmak üzere ciddi bir zam silsilesini ve enflasyon sarmalını doğurarak geniş emekçi kesimlerin hızlı bir şekilde yoksullaşmasını getirdi.

Kurları tutmak için “yaratıcı” çözüm

Aralık ayında kur artışını durdurmak için hükümet, faiz inadından vazgeçemediği için yeni bir yaratıcı(!) çözüm bulmak zorunda kaldı. Böylece ilk tedbir olarak Döviz Tevdiat Hesaplarından TL Vadeli Mevduata Dönüşümün Desteklenmesi kararı yayınlandı, yani KKM-Kur Korumalı mevduat icat edildi. Buna göre döviz bozdurarak ya da doğrudan TL olarak açılan bu hesaplara bankalar TCMB politika faizi + en fazla 3 puan faiz öderken, kurdaki yükselişin bu faizi aşması durumunda aradaki getiri farkı da TL açılan hesaplara hazine, dövizden dönüşen hesaplara ise Merkez Bankası tarafından ödenecekti. Şimdiye kadar görülmemiş bir pervasızlıkla, toplam mevduatın yüzde 80’in elinde bulunduran yaklaşık 300 bin kişiye kamudan, emekçinin cebinden açıkça kaynak aktarılması anlamına gelen bu karar ile döviz tutanların dövizlerini bozdurması, TL sahiplerinin ise dövizi tercih etmek yerine TL’de kalması hedefleniyordu. O günlerde bankalardaki toplam mevduatın içerisindeki dövizli mevduatların payı yüzde 70’lere ulaşmıştı. Ekonomi yönetiminin amacı ise bu oranı tekrar geçmişte bulunduğu yüzde 50 seviyelerinin altına çekmekti.

KKM kapsamına şirketler de dahil edildi

2022 yılı Ocak geldiğinde KKM’nin kapsamına şirketler de dahil edildi. Elindeki dövizi bozan şirketlere KKM yapma imkânı getirilirken ayrıca Kurumlar Vergisi üzerinden vergi avantajı da sağlandı. Bir yandan piyasada kuru tutmak üzere arka kapı satışları olarak adlandırılan yöntemle döviz satışlarına devam edilirken kaybedilen rezervleri toparlamak için dış ülkeler ile swap arayışına girildi. Birleşik Arap Emirlikleri ile o dönemde 18 Milyar Dirhem/64 Miyar TL karşılığı 3 yıllık swap anlaşmasına gidildi. Daha öncesinde Katar, Çin ve Kore ile de swap anlaşmaları imzalanmıştı. Ancak swap ile gelen döviz bir borç niteliğinde olduğundan piyasalar açısından etkisi sınırlı oldu.

“Makroihtiyati tedbirler” ile hedeflenen: Dövizi tutmak

Nisan ayından itibaren Merkez Bankası’nın makroihtiyati tedbirler olarak adlandırdığı, TL kredi büyümesini kısıtlamaya, TL Ticari Kredilere uygulanan faizi düşürmeye ve toplam mevduatın döviz içerisindeki payını azaltmaya yönelik düzenlemeler ardı ardına gelmeye başladı. Önce kredi büyümesi yüzde 20’nin üzerinde olan bankalara, aşan kısmın yüzde 20’sini 6 ay zorunlu karşılık olarak tutma yükümlülüğü geldi. Yabancı para cinsinden mevduatların TL’ye dönüşüm hızına göre zorunlu karşılık uygulaması başladı. Haziran ayında yabancı mevduatları belli bir oranın üzerinde olan bankalara uzun vadeli TL cinsi Hazine tahvili alma zorunluğu getirildi. Menkul Kıymet tesisi olarak adlandırılan bu yaptırımın giderek artan oranlarda sürdürülmesi ile Hazine tahvil faizleri hızlı bir şekilde gerilemeye başladı. Hazine’nin tüm tahvil ihraçları neredeyse bankaların zorunlu karşılık ihtiyacı tarafından karşılanmaya başladı. 5 ila 10 yıl vade arasındaki tahvillerin faizi yüzde 8-10 seviyelerine kadar geriledi. Bankalar gelecekte kendilerine zarar ettirme potansiyeli olan bu kağıtları alma yükümlülüğünden kurtulmak için döviz müşterilerini TL mevduata iknaya çalışmaya başladı.

Ağustos, Ekim, Aralık aylarında TL’ye dönüşüme ve kredi büyümesine yönelik yeni makroihtiyati tedbir uygulamaları ardı ardına gelirken, diğer taraftan döviz talebini kısıtlamaya yönelik şirketlerin kredi kullanımında harcama karşılığı kredi uygulaması, bilançosunda döviz tutan şirketlere kredi verilmemesi, ihracatçıların döviz gelirlerinin önce yüzde 25 ardından yüzde 40 oranında Merkez Bankası’na satma zorunluluğu uygulamaları getirildi. Döviz piyasalarında işlem saatlerinde kısıtlamalar, bankaların döviz alış satış marjlarını geniş tutmaları için baskı uygulamaları ile döviz alımı zorlaştırılmaya çalışıldı.

İhracatçıya “ikili kur sistemi”

2023 yılına başladığımızda ise Menkul Kıymet tesisi oranları yeniden artırıldı. Hedefe ulaşan, döviz mevduat oranını yüzde 50’nin altına çeken bankalar için ise yükümlülüklerde hafifleme sağlandı. Dövizden dönüşen KKM hesaplarına bankaların uyguladıkları faizde üst limit uygulaması ise kaldırıldı. Böylece bankaların KKM hesaplarına daha yükse faiz uygulayabilmesinin yolu açıldı. Diğer taraftan yurtdışı kaynaklı dövizlerin TCMB’ye satışında ilave yüzde 2’lik destek sağlanacağı duyuruldu. Yani ihracatçılar dahil yurtdışından döviz getirenler piyasa fiyatlarından değil TCMB desteği ile yüzde 2 üzerinden bozma imkanına kavuşacaktı. Bu uygulama da kur politikasının sorgulanmasına, ikili kur sistemi eleştirilerine yol açtı.

Döviz talebi “fiilen” engellenmeye çalışılıyor

Zaman zaman bir gün içerisinde yapılan 2-3 farklı düzenlemeyi finans piyasasındaki aracı şirketler bile takip etmekte zorlanır hale geldi. Tutarlı bir para politikası uygulamasından ziyade, maliyeti kamuya yüksek olsa bile, bir sürü ufak ve kısıtlayıcı düzenleme ile, döviz talebi fiilen engellenmeye çalışılıyor. Öte yandan faiz inadı da sürmeye devam etti.  2022 yılı Ağustos ayında yeniden başlayan faiz indirimleri serisi ile politika faizi yüzde 9’a indirilirken, resmi enflasyon yüzde 80’lerde zirve yapıyordu. Dövizdeki artış Ağustos ayından itibaren dururken dolar TL fiyatı serbest kur politikalarında alışık olmadığımız ölçüde yatay bir seyir izlemeye başladı. Kurun frenlenmesi ile dövizden TL’ye dönüşüm de hızlandı. Aralık 2021’de yüzde 70’lere yaklaşan döviz mevduatların oranı son verilere göre yüzde 44’e geriledi. Ancak uygulanan bu politikaların halka maliyeti oldukça yüksek oldu. KKM’nin sadece Hazineye yükü 100 milyar TL’yi buluyor. Merkez Bankası’na olan yük ise açıklanmıyor.

Ancak Türkiye Bankalar Birliği Başkanı geçtiğimiz hafta bir TV kanalı ile yaptığı söyleşide 1,4 trilyon TL’yi bulan KKM içerisinde dövizden dönen, dolayısı ile Merkez Bankası’nın farkı ödemekle yükümlü olduğu kısmın 1 Trilyon TL’yi bulduğunu açıkladı. Buradan Merkez Bankası’na düşen yükün Hazine’nin üstlendiği 100 milyar TL’nin çok üzerinde olduğu sonucu çıkabilir.

Gerek finansal kesimin gerek reel kesimin dövize ulaşımının türlü kanallardan zorlaştırılması serbest piyasada farklı döviz kurları oluşumuna neden olmakta, giderek efektif döviz talebinin geçmişte olduğu gibi Tahtakale piyasası benzeri döviz karaborsasına yönelmesi durumu doğuyor.

Dövizi tutmanın maliyeti de emekçilere çıkarılıyor

Yapılan birçok düzenlemenin muhatabı olan bankalarda ise 2022 yılı son çeyrekte TL mevduata verdikleri faiz yüzde 6 yükselerek yüzde 24’e yükselirken, ticari kredilerin faizleri yüzde 14’lere geriledi. Bu gelişmenin bankaların ana kâr kalemi olan kredi mevduat makası üzerinde daraltıcı etkisi olsa portföylerinde yüklü miktarda taşıdıkları TÜFE’ye endeksli tahvillerin yüzde 85’leri bulan getirileri ile kayıpları fazlası ile telafi ettikleri görülüyor. Borsada işlem gören bankaların 2022 yılı son çeyreğinde kârlarını yüzde 24, yıllık bazda yüzde 334 artırmış olmaları bekleniyor. Ancak yüzde 9-10 faizle tuttukları uzun vadeli tahviller geleceğe dönük bir risk olarak algılanıyor.

Tüm bu uygulanan ismi para politikası olan gerçekte ise bir politikadan ziyade panikle alınmış kararlar silsilesi olarak görülen düzenlemelerin asıl amacı ise seçimlere giderken kuru sabit tutarak enflasyonu kontrol altına almak, ekonomide daha büyük bir sarsıntı ve risklerin önüne geçmek olduğu aşikar. Her ne kadar Merkez Bankası Başkanı kur hedefimiz yok dese de ortaya çıkan resim tüm kararların tek amacının kuru tutmak olduğunu gösteriyor.

Bu yapılırken hem enflasyon yolu ile hem de KKM, düşük faizli kredi gibi sermayeye kaynak aktarım mekanizmaları ile gelir dağılımı iyice bozuluyor. Serbest piyasa ekonomisinin ise bu gidişi maliyeti yine emekçi kesimlere olacak şekilde faizleri yükselterek durdurmaya çalışmak dışında bir çözümü bulunmuyor.(31/01/2023)

ERKAN BİLGİN+SOL/Özel

Hatay Defne konutları Saray müteahhidinde - Çiğdem Toker / T24

 

Rönesans Grubu şirketlerinden REC Uluslararası İnşaat, Hatay Defne'de planlanan 2 Etaplık 1546 adet konut ihalesinde en düşük teklifi vermiş görünüyor

Beştepe'deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nın, Okluk'taki Yazlık Sarayı'ın, altı şehir hastanesinin yanı sıra çok sayıda kamu binasının müteahhiti Rönesans, geçtiğimiz hafta büyük bir deprem ihalesi aldı.


Toplu Konut İdaresi'nin (TOKİ) deprem bölgesindeki iller için yaptığı ihaleler sürüyor. Rönesans Grubu şirketlerinden REC Uluslararası İnşaat, Hatay Defne'de planlanan 2 Etaplık 1546 adet konut ihalesinde en düşük teklifi vermiş görünüyor. Rönesans'ın Hatay Defne konutları için verdiği teklifin tutarı:

3 milyar 184 milyon 900 bin TL.

Pazarlık usulüyle yapılan bu ihalenin yaklaşık değeri, 3 milyar 454 milyon 83 milyon 712 bin TL olarak belirlenmişti. TOKİ bu ihaleye 10 müteahhitlik firmasını çağırdı. 13 Nisan'da yapılan ihalede çağrılan 10 firmanın dördü teklif vermedi.

Ulaştığım bilgilere göre TOKİ'nin Hatay Defne ihalesine çağrılan firmalar, verilen teklifler şöyle şekillendi:

Hatay İli Defne İlçesi Orhanlı Mahallesi 2 Etap 1546 Adet Konut İnşaatı İle Altyapı ve Çevre Düzenlemesi İşi

TOKİ Başkanı Ömer Bulut, ihalelerin yeni başladığı günlerde Hatay'a özel bir önem verileceğini belirtmiştiBu arada, Hatay Defne ihalesine çağrılan Kuzu Konut, bu ihaleden değilse bile ertesi gün Emlak Konut'un Adıyaman İndere için yaptığı deprem konutları ihalesine 4 milyar 461 milyon TL teklif verdi. Kuzu Konut Emlak Konut'un yakın çalıştığı inşaat gruplarından biri.

Hatay Defne'de 1546 adet konut için yapılan ve Rönesans'ın öne geçtiği ihale, geçen hafta yapılan ihaleler arasındaki tek Hatay ihalesi değil. Hatay için iki tane de Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından kırsal alanda konut ve ahır ihalesi yapıldı.

Toplam büyüklüğü 4,5 milyar TL'yi aşan bu iki ihalenin ayrıntıları şöyle:

Kırsal konut ve ahırlar

Hatay 9. Etap Kırsal 755 Adet Deprem Konutu ve 189 Ahır inşaatı yapım işi ihalesinde en düşük teklifi, 3 milyar 95 milyon 68 bin 919 TL ile MBD İnşaat verdi. Ancak bu teklifte sıra dışı bir durum var: O da yaklaşık maliyetin 2 milyar 317 milyon 672 bin 299 TL olması. Yani en düşük teklifi veren firma değil indirim yapmak, yaklaşık maliyetin yüzde 33,54 oranında üzerinde teklif vermiş. Her hâlükârda bir yerlerde hesap hatası yapılmış görünen bu ihalenin onaylanıp onaylanmayacağı sorusu önemli… 

Hatay 8. Etap Kırsal 45 adet Deprem Konutu ve 109 Adet Ahır İnşaatı Yapım İşi ihalesinde en düşük teklif ise 1 milyar 370 milyon TL ile Durmaz İnşaat-Ve-Du Yatırım ortaklığından geldi.

185 milyar TL'yi geçti

Geçen hafta deprem bölgesindeki iller için beş günde 16 ihale yapıldı. Son ihalelerle birlikte 21 Şubat'tan bu yana TOKİ başta olmak üzere deprem için yapılan ihalelerin teklif büyüklüğü 185 milyar TL'yi geçmiş durumda.

Çiğdem Toker / T24

Suriyeliler hakkında son kararı Erdoğan verecek: Seçimlerde oy kullanacaklar mı? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 

Türkiye'nin beklediği seçimlere 26 gün kaldı. Seçimlerin yaklaşmasıyla birlikte ülkedeki sığınmacıların oy kullanması da gündeme geldi. Cumhuriyet yazarı Barış Terkoğlu, Askeri Hakim Ahmet Zeki Üçok ile sığınmacı krizini konuştu. Üçok, AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 'Geçici Koruma Yönetmeliğinin Geçici Koruma Statüsünün Sona Ermesi' başlıklı maddeyle birlikte sığınmacıları ülkelerine gönderme hakkı olduğunu aktardı.

Türkiye son günlerde Suriyeli sığınmacıları konuşuyor. Başta Ümit Özdağ olmak üzere, muhalefet, sığınmacı politikalarına sert tepki gösterirken, eski Askeri Hakim Ahmet Zeki Üçok, sığınmacı krizine bir çözüm önerdi. Üçok’a göre bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, meselenin hukuki boyutu değişebilir.

Üçok, gazetemize yaptığı açıklamada şunları söyledi:

'Geçici Koruma Yönetmeliğinin Geçici Koruma Statüsünün Sona Ermesi başlıklı 11. maddesi bize böyle bir yol açıyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun geçici korumanın sona erdirilmesi için Cumhurbaşkanlığı'na teklifte bulunması üzerine, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile geçici korumayı sonlandırarak geçici korunan başta Suriyeliler olmak üzere, Afganlıların, Iraklıların, Pakistanlıların ve diğerlerinin ülkelerine gönderilmesine karar verebilir. Bu yetki, Geçici Koruma Yönetmeliğ'inin 11. maddesi ile Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a verilmiştir.' 

İşte Üçok’un sığınmacılar üzerine anlattıkları:

  • Son günlerin en önemli konularından birisi sayıları milyonlarla ifade edilen Türkiye’de bulunan yabancılar. "Yabancılar" diyorum; çünkü mülteci, göçmen, geçici koruma statüsü vb. isimler ile anılıyorlar. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz?

Ülkemizde 2022 yılı istatistiklerine göre yasal olarak oturma iznine sahip yabancı sayısı 1 milyon 792 bin 36 kişi. Ancak tartışma konusu bunlar değil. Özellikle Suriye, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerdeki savaş, kötü muamele, işkence, ayrımcılık gibi sebeplerle Türkiye’ye gelenler. Bu kişiler bizim taraf olduğumuz sözleşmelere ve yasalarımıza göre mülteci sayılmıyorlar. Sayıları yaklaşık 5 milyonu bulan bu kişiler hukuki olarak geçici koruma statüsünde sayılıyorlar.

  • Geçici Koruma Statüsü nedir?

Geçiçi Koruma Yönetmeliğinde yer alan tanıma göre, ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak veya bu kitlesel akın döneminde bireysel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen ve uluslararası koruma talebi bireysel olarak değerlendirmeye alınamayan yabancılara sağlanan korumaya denir.

  • Türkiye’de kayıt altına alınmış geçici koruma statüsündeki Suriyeli sayısı 24 Mart 2022 tarihi itibarıyla 3 milyon 754 bin 591 kişi oldu. Neredeyse nüfusun %5’i. Afganlı, Pakistanlı ve diğerlerini göz önüne aldığımızda kişi başına en çok göç alan ülkeyiz. Bu kişilere biz ülke olarak ne gibi haklar tanıyoruz?

Kanun ve Yönetmelikten şaşmayalım. Geçiçi Koruma Yönetmeliğine göre bu kapsamındaki yabancılara; sağlık, eğitim, iş piyasasına erişim, sosyal hizmetler ve yardımlar ile tercümanlık, gümrük ve benzeri hizmetler sağlanıyor.

  • Nedir bunlar?

İlk olarak AB tarafından finanse edilen Tamamlayıcı Sosyal Uyum Yardımı "iş gücüne yönlendirilmeleri mümkün olmayan en kırılgan bireylerin temel ihtiyaçlarını onurlu bir şekilde karşılamalarını sağlamak üzere hazırlanan nakit temelli bir destek projesinden" bahsetmek isterim. Bu proje kapsamında da 346 bin 929 kişiye düzenli nakit yardımı yapılıyor. Projede kişi başı aylık yardım tutarı 250 TL. Bu projeden yararlananların yüzde 85,9'u yani 298 bin 115 kişi Suriyeli. Ayrıca okul çağında çocukları olan ve maddi imkanı kısıtlı Suriyeli aileler, Şartlı Eğitim Yardımı kapsamında ilköğretime devam eden erkek öğrencilere aylık 45 TL, kız öğrencilere 50 TL, ortaöğretime devam eden erkek öğrencilere aylık 55 TL, kız öğrencilere aylık 75 TL ödeme yapılıyor.

  • Bizim Türkiye Cumhuriyeti olarak desteklerimiz neler?

Sağlık hizmetlerini yürütmek üzere sürekli faaliyet gösterecek sağlık merkezlerinden, birinci, ikinci ve üçüncü kademe sağlık hizmetlerinden yararlandırıyoruz. Bulaşıcı hastalık riskine karşı gerekli tarama ve aşıları yapılarak önlem ve tedbir alınıyor. Üreme sağlığıyla ilgili olarak yetkili personel tarafından bilgilendirme yapılıyor ve destek faaliyetleri yürütülüyor. Madde bağımlılığı veya ağır psikolojik ya da psikiyatrik sorunları olduğu tespit edilenler hakkında sağlık kurumuna nakli de içerebilecek şekilde gerekli tedbirler alınıyor. Valiliklerin idaresinde bulunan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarınca; tek seferlik nakit yardımı, gıda dışı ihtiyaç malzemeleri yardımı, kömür yardımı, eğitim, barınma, sağlık, vb. yardımı talepleri de imkanlar ölçüsünde karşılanıyor.

  • Eğitimle ilgili olarak?

Okul öncesi eğitim, İlköğretim ve ortaöğretim ücretsiz olarak veriliyor. Yaygın eğitim kapsamında kişisel gelişim, sosyal-kültürel, mesleki ve teknik, sanatsal ve sportif alanlarda talebe bağlı olarak kurslar düzenleniyor. Geçici korunanların ön lisans, lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimleriyle ilgili denklik uygulanıyor. Ülkemizde eğitim alan yabancılara, aldıkları eğitimin içeriğini ve süresini gösteren belgeler veriliyor.

SURİYELİLER OY KULLANACAK MI

  • Sadece Suriyelileri dikkate alsak bile yaklaşık 2 milyon civarında çalışabilir bir nüfus ile karşı karşıyayız. Türkiye gibi işsizliğin had safhada olduğu bir ülkede bu da bir kriz konusu mu?

Yine kanun, yönetmelik ve Göç İdaresi Başkanlığı resmi rakamlarından hareket edelim. Çalışabilir 15-65 yaş arasında sadece Suriyeli erkek nüfus 1 milyon 243 bin 841, kadın nüfus ise 997 bin 275. Toplam 2 milyon 241 bin 116 yasal olarak çalışabilir mevcut Suriyeli sayısı. Gayri yasal yollardan girenler, Afganlar, Pakistanlılar ve diğer ülke uyrukluları daha ortada yok. Tüm bu kişiler geçici koruma statüsünü aldıktan altı ay sonra çalışma izni almak için Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına başvurabilirler. Bu kişiler Yabancıların çalışamayacağı iş ve mesleklere ilişkin mevzuatta yer alan iş kolları hariç tüm işlerde çalışabilirler. Ayrıca Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu Kurulunun belirleyeceği usul ve esaslar çerçevesinde anılan Kanun kapsamındaki sosyal yardımlardan yararlandırılabilirler.

  • TUİK resmi rakamlarına göre 2022 yılı Ocak ayı itibarıyla 3 milyon 859 bin kişi işsiz. 15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı %21,6 oldu. Göç İdaresi rakamlarına göre işsiz sayısına 2 milyon 241 bin 116 Suriyeli daha ilave olmuş. Bu durum Türk vatandaşlarının durumunu nasıl etkiler?

Göç hareketleri ekonominin belirli sektörlerindeki işgücü yoğunluğunu arttırdığı için emek arzını etkiliyor. Emek arzının artması işçi ücretlerini ve dolayısıyla alım gücünü düşürüyor. Göçmenler, göç hareketlerinin ardından yaşamlarını idame ettirebilmek adına ilk olarak gittikleri ülkelerde iş bulmak zorunda. Ancak, göç ettikleri Türkiye gibi ülkelerde işsizlik ve yaşam endişeleri genel istihdam sorunlarının varlığı ve işgücündeki vasıfsızlık göç eden kitleleri örgütsüz, süreksiz ve güvencesiz marjinal işlere yönlendiriyor. İşverenler de kanuni yükümlülüklerden kurtulmak için bu işçileri kayıt dışı sektörlerde istihdam ediyor. Hepsini birlikte değerlendirdiğimizde kayıt dışı istihdamın artacağı, kısıtlı iş imkanı olan ülkemizde, vatandaşlarımızın iş bulmalarının zorlaşacağı şüphesiz.

  • Önümüzde 2023 yılı Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri var. Ülkemizde sayıları yaklaşık beş milyonu bulan çeşitli statülerle yabancılar var. Bunlar oy kullanabilecekler mi?

Anayasanın 67. maddesine göre 18 yaşını dolduran her Türk vatandaşı seçme hakkına sahip. Türk vatandaşı olmayan birinin seçimlerde oy kullanması mümkün değil. 2021 sonu itibariyle 1 milyon 792 bin 36 yabancı ülke vatandaşı Türk vatandaşlığı hakkını kazanmıştır ve bunlar oy kullanabileceklerdir. İstisnai vatandaşlıktan yararlanarak Türk vatandaşı olanlar ancak vatandaşlığa kabul edildikten 1 yıl sonra oy kullanma hakkını kazanır. TUİK tarafından son açıklanan sayıya göre Türk vatandaşlığı verilen Suriyeli sayısı 193 bin 293 olup, son yapılan seçim olan 31 Mart 2019 yerel seçiminde yalnızca 53 bin 99 Suriye asıllı Türk vatandaşı oy kullanma hakkını elde etmiştir. Netice itibarıyla 2023 yılı Cumhurbaşkanlığı ve TBMM milletvekili seçimlerinde oy kullanabilecek Suriye asıllı Türk vatandaşı sayısı çocuklar çıkarıldığında 109 bin 141 kişi olup seçim sonuçlarına etkileyecek bir miktarda değil.

  • Basın yayın organlarında sık sık Türkiye’de yaşayan yabancıların işlediklere suçlara dair haberler yer alıyor. Sizce ülkemizde bulunan yabancılar suç oranlarını artırıyor mu?

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 2020'de, Türkiye'deki Suriyelilerin kendi nüfusları içinde suça karışma oranının yüzde 1,1 iken Türk vatandaşların yüzde 1,9, 2021'de ise Suriyelilerin yüzde 1,3, Türk vatandaşların yüzde 2,1 olduğunu açıkladı. Soylu, 3 milyon 700 bin Suriyeliden 2020'de 37 bin 418, 2021'de 50 bin 231'inin suça karıştığını belirtti. Buna karşılık Prof. Murat Erdoğan tarafından hazırlanan 2020 yılı Suriyeliler Barometresi araştırmasına göre son 5 yıl içinde Suriyelilerden bizzat zarar gördüğünü ifade edenlerin oranı %11,4 olarak tespit edilmiş. İçişleri Bakanı Soylu’nun açıklamalarıyla yapılan araştırmalar arasında on kat gibi büyük bir fark var. Bunun sebebi olarak suça karışan yabancı uyrukluların büyük bir çoğunluğunun kayıt dışı kişiler olması nedeniyle suç oranlarına yansımıyor olması olarak ifade ediliyor.

"DOĞAN ÇOCUKLARIN YÜZDE 12’Sİ"

  • Muhalefet partilerinin neredeyse tamamı sınır güvenliğinin sağlanamaması nedeniyle kaçak yabancı sayısının tahmin edilenin çok üzerinde olduğunu ve kamu güvenliğini tehdit eder boyuta ulaştığını ileri sürüyorlar.

Bütün sınır karakollarında "Hudut Namustur" yazar. Türkiye’nin toplam kara sınırı uzunluğu 2 bin 753 kilometre. Türkiye, güneyinde bulunan Suriye ile 911 kilometre İran’la 560, Irak’la da 384 kilometre sınırı var. Çok uzun. Kontrolü zor. Suriye’de iç savaşın başladığı Mart 2011 yılı ile Nisan 2022 yılları arasında geçen 11 yıllık sürede 1 milyon 750 bin 755 kişi sınırlarımızdan izinsiz girmek isterken yakalandı. Bu rakamın büyüklüğü bize Türkiye’ye doğru büyük bir düzensiz göçün varlığını gösteriyor. Sınır güvenliği uzmanları tarafından, bu süreler zarfında, en az bu kadar kişinin kaçak olarak giriş yaptığı değerlendiriliyor. Ayrıca 2011-2014 yılları arasında parmak izi tespit işlemeleri yapılmadığı için giriş yapan 131 bin 815 kişinin kimlik sorgulamalarının teyit edilemediği göz önüne alındığında, Soylu’nun verdiği bilgilerin eksik veya hatalı olması ihtimali yüksek görülüyor.

  • Ümit Özdağ başta olmak üzere bir çok siyasetçi ve vatandaşımız düzensiz göç sonucu demografik yapımızın bozulacağını ve bir süre sonra ülkemizin adeta yabancı işgali altında olacağını ileri sürüyor. Buna ne diyorsunuz?

İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık  İşleri Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2021 yılında Türkiye’de  1 milyon 47 bin 975 bebek dünyaya geldi. Yani günde 2 bin 911 bebek dünyaya gelmiş. Göç İdaresi rakamlarına göre son dört yılda 502 bin 606 Suriyeli çocuğun Türkiye’de dünyaya geldiği bilgisi yer alıyor. Bu, yılda 125 bin 651, günde ise 349 Suriyeli çocuğun Türkiye’de doğduğu anlamına gelir. Bu ne demektir; Türkiye’de doğan çocukların %12’si Suriyelidir. Türkiye'nin 2021 yılı nüfus artış hız binde 12.7 iken, Suriyelilerin doğum hızı Türklerin doğum hızının tam 2.63 katı, binde 33.4 dür. Bu hızlı artışın aktüerya hesapları ile Türkiye’nin demografik yapısı için nasıl bir sonuç doğuracağını anlamak hiç de zor değil. Bir de unutmayalım, Medya Temsilcileri Göç Buluşması’nda konuşan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “İran sınırında 2 milyon, İdlib'de 3,9 milyon, Cerablus, Azez, Mare, El bab bölgesinde 1,2 milyon, Afrin'de 550-600 bin, Resulayn, Talebyad'da 300-350 bin olmak üzere 8 milyonun üzerinde hemen harekete geçmeye hazır göç kitlesi var” diyerek büyük bir tehlikenin varlığını itiraf etti.

ERDOĞAN’IN BİR KARARNAMESİYLE BİTER

  • Peki herkes sorunu anlatıyor da, nasıl çözeceğiz?

Yasa dışı göçmen, mülteci ve sığınmacı kapsamındaki kişilerin, ilk etapta sağlık, barınma ve yiyecek gibi temel ihtiyaçları karşılanır, daha sonra da mültecilerin içinde bulundukları kötü yaşam koşullarının düzeltilmesi adına üç farklı kalıcı çözüm üretmeye çalışılır. Bunlardan ilki mültecilerin güvenli ortamın oluşmasıyla kendi vatanlarına geri dönmelerinin sağlanması, ikincisi sığındıkları ülkeye bütünleşmeleri ve sonuncusu da üçüncü bir ülkeye kalıcı bir şekilde yerleştirilmesidir.

  • Türk toplumu, yapılan anketlerde "gitsinler" diyor gibi ama Suriyeliler’in zaman geçtikçe dönme eğilimi azalıyor gibi…

2017 yılında gerçekleşen ilk Suriyeliler Barometresi’nde, katılımcıların yüzde 16,7’si geri dönmemeyi düşünürken, bu oran 2019’da yüzde 51,8’e, 2020’de ise yüzde 77,8’e yükselmiş durumda. “Suriye’de savaş biter ve bizim istediğimiz şekilde bir yönetim oluşursa dönerim” diyenlerin oranında da radikal azalma göze çarpıyor. Bu oran 2017’de yüzde 59,6; 2019’da yüzde 30,3, 2020’de de yüzde 16 düzeyinde. Yani Suriyeliler artık kendi ülkelerine geri dönmek istemiyorlar.

  • Bir de 4 Nisan 2013 tarihinde kabul edilen 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununun 4.maddesinde yer alan "hiç kimse, işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleye tabi tutulacağı veya ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatının veya hürriyetinin tehdit altında bulunacağı bir yere gönderilemez" hükmü var.

Doğru söylüyorsunuz. Asıl olan gönüllü olarak geri dönüşleridir. Bunun için Suriye’de güvenli ortamın sağlanması ve Suriye yönetimi ile koordineli çalışma gerektirir. Diğer yandan kendi ülkesine dönmek istememekle beraber yapılan anketlere göre fırsatı olsa ya da bir davet alsa, Türkiye dışında bir yerde yaşamak isteyenlerin oranı 2017’de yüzde 23, 2019’da yüzde 34 iken, 2020 yılında bu oran yüzde 49’a yükselmiş durumda. Bu ne demek? Fırsat bulsalar Türkiye’de yaşayan yaklaşık iki milyon yabancı üçüncü bir ülkeye gitmeye razılar. Hal böyleyken biz AB ile yaptığımız ve 1 Haziran 2016 tarihinde yürürlüğe giren Geri Kabul Anlaşması ile bu yolu kendi kendimize kapatıp adeta ayağımıza kurşun sıkmış durumdayız. Bu anlaşma gereği, Türkiye üzerinden geçerek AB ülkelerine giden düzensiz göçmenler, ülkemizden AB üyesi ülkeye geçtiğinin Anlaşma’da belirlenen yöntemlerle belgelenmesi durumunda, Türkiye’ye iade edilecekler.

  • Sanırım bu Anlaşma ile 6 milyar dolar karşılığında ülkemizde bulunan yabancıların AB ülkelerine gitmesine engel olmayı ve de engel olamayıp gidenleri de geri almayı kabul ediyoruz.

Maalesef evet. Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununun 85. maddesi Uluslararası koruma statüsü sahibi kişi, kendi isteğiyle Türkiye’den ayrılırsa, üçüncü bir ülkenin korumasından faydalanırsa, üçüncü bir ülkeye insani nedenler veya yeniden yerleştirme kapsamında kabul edilirse, üçüncü bir ülkeye çıkış yaparsa, uluslararası koruma statüsü sona erer demektedir. Sen Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak AB ile yaptığın Geri Kabul Anlaşması ile seni yabancılardan kendi istekleri ile kurtaracak bir yasal haktan para karşılığı vazgeçiyorsun. Anlaşılır gibi değil. Türkiye’nin derhal bu anlaşmaya son vermesi gerekiyor. Aksi takdirde Türkiye AB’nin kabul etmediği yabancıların toplama merkezi olarak kalır.

  • Bu ağır yükten kurtulabilmemizin başka bir yolu yok mu?

Evet, bir yolu daha var. Geçici Koruma Yönetmeliğinin Geçici Koruma Statüsünün Sona Ermesi başlıklı 11.maddesi bize böyle bir yol açıyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun geçici korumanın sona erdirilmesi için Cumhurbaşkanlığına teklifte bulunması üzerine, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile geçici korumayı sonlandırarak geçici korunan başta Suriyeliler olmak üzere, Afganlıların, Iraklıların, Pakistanlıların ve diğerlerinin ülkelerine gönderilmesine karar verebilir.

Bu yetki, Geçici Koruma Yönetmeliğinin 11.maddesi ile Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a verilmiştir. Siyaseten sorumluluk ve yetki tamamıyla sayın Erdoğan’dadır. Ülkemizdeki yabancıların yüzde 90’ının geçici koruma statüsü kapsamında olduğunu düşündüğümüzde, halkımızın yabancılar konusundaki tüm endişelerini giderme yetkisi ve sorumluluğu onun ellerinde.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

KISA KISA GÜNDEM - 18 NİSAN 2023 -

 


Seçim yaklaşınca musluklar da açıldı(Havva Gümüşkaya-Birgün)

Üç aylık bütçe açığı 250 milyar lira oldu. Bütçe giderleri ekonomik kriz ve depremin de etkisiyle geçen yıla göre yüzde 48,5 arttı. Temsil ve tanıtma harcamaları için ise seçimin yaklaşmasıyla önceki aya göre yüzde 65 artış oldu.(https://www.birgun.net/haber/secim-yaklasinca-musluklar-da-acildi-429679)

AKP’li belediyeler bütçeye ok attı(Mustafa Bildircin-Birgün)

Yurttaş yoksullukla boğuşurken AKP’li belediyeler okçuluk sevdasına milyonlar akıtıyor. Keçiören Belediyesi, okçuluk tesisi için 9,5 milyon TL’ye imza attı. Son 3 yılda AKP’li belediyeler okçuluk için 102,1 milyon TL harcadı. (BELEDİYELER SIRAYA GİRDİ)

AKP’li Keçiören Belediyesi’nin 9,5 milyon TL’lik harcamasının ardından, AKP’li belediyelerce 2020-2023 döneminde okçuluk tesisleri için gerçekleştirdiği toplam harcama 102 milyon 100 bin TL oldu. Okçuluk tesisi sevdasına düşen belediyeler ve tesisler için yaptıkları harcamalar ise şöyle sıralandı: •Harmancık Belediyesi: 3 milyon 100 bin TL, •Ankara Altındağ Belediyesi: 23 milyon 149 bin TL, •Kayseri Büyükşehir Belediyesi: 9 milyon 700 bin TL, •Gaziantep Şahinbey Belediyesi: 57 milyon 777 bin TL, •Ordu Çatalpınar Belediyesi: 1 milyon 900 bin TL(https://www.birgun.net/haber/akpli-belediyeler-butceye-ok-atti-429676)


ABD Dışişleri’nden Türkiye’ye F-16 modernizasyon kiti satışına onay(Birgün)

ABD, Türkiye'ye F-16'lar için Link-16 modernizasyon kitlerinin satışına onay verdi. Kongre'nin iletilen onay kararına itiraz etme hakkı bulunuyor.(https://www.birgun.net/haber/abd-disislerinden-turkiyeye-f-16-modernizasyon-kiti-satisina-onay-429699)

Deprem sayesinde zengin olacaklar!(İsmail Arı-Birgün)

                                         Adıyaman’da deprem konutları tarım arazilerine yapılıyor.
Emlak Konut’un toplam 24,1 milyar TL’lik 6 ayrı deprem konutu ihalesi yandaşlara dağıtıldı. Dev ihaleler Bilal Erdoğan’ın arkadaşı, eski bakan Erdoğan Bayraktar’ın oğlunun ortağı ile AKP’li müteahhitlere verildi.(https://www.birgun.net/haber/deprem-sayesinde-zengin-olacaklar-429667)

Seçim ikinci tura kalırsa yaklaşık 50 bin yeni seçmen oy kullanacak(Birgün)

YSK Başkanı Ahmet Yener, cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimlerinde yurtiçi ve yurtdışı toplam 64 milyon 113 bin 941 seçmenin oy kullanacağını açıkladı. Seçimin ikinci tura kalması halinde toplam 49 bin 958 seçmen daha ilk kez sandığa gidecek. 14 Mayıs seçimlerine 24 gün kala seçmen sayısı belli oldu. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Başkanı Ahmet Yener, cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimlerinde 60 milyon 697 bin 843’ü yurtiçi olmak üzere toplam 64 milyon 113 bin 941 seçmenin oy kullanacağını açıkladı.

Ancak Cumhurbaşkanının ilk turda seçilememesi halinde 28 Mayıs Pazar günü 2. tur Seçim yapılacak. Hürriyet’te yer alan habere göre, ikinci tura güncellenmiş kütüklerle gidileceği için yurtiçinde 18 yaşını dolduran ve seçmen olmaya hak kazanan 47 bin 523 seçmen daha ilk kez oy verecek. Yurt dışında ise ikinci turdaki yeni seçmen sayısı 2 bin 435 olacak. Böylece seçimin ikinci tura kalması halinde toplam 49 bin 958 seçmen daha ilk kez sandığa gidecek.

Diyanet’te ‘‘harcırah’’ huzursuzluğu(Mustafa Bildircin-Birgün)

Ramazan ayı nedeniyle yurtdışında vaaz vermeleri için çoğu üst düzey yöneticilerden oluşan 31 kişilik liste hazırlayan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, deprem bölgesine görevlendirme ile giden personeli ise adeta sahipsiz bıraktığı öne sürüldü. İddiaya göre, yurtdışı görevlendirmeleri yapılan kişilere, gittikleri ülkeye göre Euro ya da Dolar üzerinden harcırah ödeyen başkanlık, gönüllüler arasından seçilen ve deprem bölgesine gönderilen şoförlerine ise tek kuruş ödemedi.Hemen her uygulaması ile tartışma yaratan ve yurttaşlara verdiği, “Aza tamah” öğüdüne karşın hemen her yıl milyarlarca liralık harcamada bulunan Diyanet, çelişkili bir yeni uygulamaya daha imza attı. Diyanet kaynaklarından edinilen bilgiye göre, kurum içinde personel arasında yapılan ayrımcılık, büyük huzursuzluklara yol açtı.(DÖVİZLE HARCIRAH) Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a yakınlığıyla bilinen Enbiya Yıldırım, Remzi Bircan ve Kadir Dinç’in yanı sıra, “Saraydan talimatla genel müdür yapıldığı” savunulan Sedide Akbulut’un da aralarında yer aldığı 31 isim, Ramazan nedeniyle ABD ile bazı Avrupa kentlerinde görevlendirildi. Görevlendirilen isimlerin, gittikleri ülkelerdeki Müslümanlarla bir araya gelerek vaaz vereceği belirtildi. Toplam 31 kişiden oluşan yurtdışı görevlilerine, Euro ya da Dolar üzerinden yolluk verildi.(KURUM İÇİ HUZURSUZLUK) Yurtdışı görevlendirmelerinin Diyanet içinde huzursuzluğa yol açtığı bildirildi. 6 Şubat’ta yaşanan depremlerin ardından bölgede yapılacak çalışmalar için gönüllülük esasıyla görevlendirilen şoförlerin, 31 kişilik yurtdışı heyeti kadar şanslı olmadığı ifade edildi. Şoförlere herhangi bir yolluk verilmediği öğrenilirken Erbaş’a yakın isimlerden oluşan kişilerin döviz cinsinden para ile yolluk alması nedeniyle şoförlerin, “Madem deprem var ve bizden dayanışma bekleniyor, neden bu dayanışma ABD’ye, Avrupa’ya giden yöneticilere ödenecek binlerce lira için geçerli değil?” sözleriyle tepkilerini dile getirdiği kaydedildi.

100 puan alanı mülakatta eliyorlar(İsmail Arı-Birgün)

Erdoğan, yandaşların kamuya doldurulduğu mülakat sisteminin kaldırılacağını vaat ederken TCDD’de, mahkeme kararlarına rağmen yazılı sınavlardan 90-100 puan alan personelin mülakatta elendiği ortaya çıktı.(https://www.birgun.net/haber/100-puan-alani-mulakatta-eliyorlar-429670)

Sanat aracılığıyla yeniden doğuş(Erkin Can SEYHAN-BİRGÜN)

      Hatay Akademi Orkestrası, 10 Haziran’da Samsun’da Samsun Kent Orkestrası ile sahne alacak.
Hatay Akademi Orkestrası, kentin yeniden doğuşunda kültürel değerlerin korunması için büyük bir mücadele sergiliyor. Şef Ali Uğur, Hatay’ın yıkımı gibi yeniden doğuşunun da kendilerine denk geldiğini ifade ediyor.(https://www.birgun.net/haber/sanat-araciligiyla-yeniden-dogus-429688)

Malatya'da depremzedeler iki ekmek için saatlerce kuyrukta bekletiliyor(Berfin GÜLER-Evrensel/Malatya)
                                                               
Fotoğraf: Berfin Güler/Evrensel

Depremzedeler, Malatya Büyükşehir Belediyesine ait ekmek büfesinde günde 2 defa dağıtılan ekmek için soğukta saatlerce sıra bekliyor.(https://www.evrensel.net/haber/487770/malatyada-depremzedeler-iki-ekmek-icin-saatlerce-kuyrukta-bekletiliyor)

Oyuncu Serra Yılmaz’a İtalya’dan ödül(Evrensel)

Oyuncu Serra Yılmaz, İtalya’da farklı alanlarda başarılar elde etmiş kadınlara verilen ‘Minerva-Anna Maria Mammoliti Ödülü’ne değer görüldü. İtalya’da 19 senedir tiyatro ve sinema alanında çeşitli projelere imza atan oyuncu Serra Yılmaz, ülkenin farklı alanlarda başarılar elde etmiş kadınlara verilen ‘Minerva- Anna Maria Mammoliti Ödülü’ne değer görüldü. ‘Minerva- Anna Maria Mammoliti, İtalya’da 2009 yılında hayatını kaybeden gazeteci Anna Maria Mammoliti’nin kurucusu olduğu Kadınlar Kulübü’nün girişimiyle 1983’te hayata geçirilen ve İtalya Cumhurbaşkanlığı himayesinde ülkenin fark yaratan kadınlarına adanan ilk ödülü olma özelliği taşıyor. Ödülü aldıktan sonra duygularını paylaşan oyuncu Yılmaz, şöyle konuştu: "İtalya’da böyle önemli bir ödülün bana verilmesinden dolayı çok mutluyum. Kendi alanlarında fark yaratan, başarılı kadınlardan biri olarak görülmek beni çok gururlandırdı. Kadınlar olarak tüm dünyada kendi alanlarımızda yaşadığımız geriye gidişler ve olumsuzluklar bizi zorlasa da asla yıldırmıyor. Mücadeleyi sürdürmek zorundayız ve kadınlar olarak hep yan yana olmayız. Biz beraber çok güçlüyüz ve haklılığımızı bu yolda göstereceğiz." İtalya’da tiyatro ve sinema çalışmalarına devam eden sanatçı, su sene son oyunu ‘Don Kişot’ ile İtalya’da 200’den fazla sahnede izleyiciyle buluştu. Yılmaz, kapalı gişe oynanan oyunuyla İtalya turnesini geçtiğimiz günlerde tamamlandı.

İlkokulda MHP propagandasını Milli Eğitim Müdürlüğü 'uygun' buldu, kaymakam onayladı(SOL)

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile fotoğrafının ve MHP logosunun yer aldığı pankartın asıldığı okula, Efeler İlçe Milli Eğitim Müdürü Hakan Özcan’ın yazısı üzerine Efeler Kaymakamı İlker Arıkan’ın izin verdiği ortaya çıktı. Özcan, Ülkü Ocakları Aydın İl Başkanlığı’nın istemi üzerine,  'sorumluluğun okul müdürlüğünde olması kaydıyla' programı uygun buldu. Kaymakam Arıkan da 'olur' verdi. Cumhuriyet’te yer alan habere göre Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay duruma tepki göstererek, “İftar yemeği, hem dini hem de eğitimi siyasi amaçlar için kullanmakta bir sakınca görmeyen zihniyetin nelere yol açabileceğini görmek açısından ibretlik oldu. Bu rezalet, suskunlukla kapatılamayacak kadar büyük” dedi.

18 yaşındaki Zehra'yı üç kişi döverek öldürmüş(SOL)

Muğla'nın Milas ilçesinde, çalıştığı eğlence mekanında öldürülüp, cesedi bahçedeki havuza atılan Zehra Bayır (18) cinayetiyle ilgili iddianame hazırlandı. Olay, geçen yıl 24 Temmuz günü akşam saatlerinde Selimiye Mahallesi'nde meydana geldi. Konya'dan Milas'a çalışmaya gelen Zehra Bayır, kardeşinin tedavi masraflarını karşılayabilmek için eğlence mekanında şarkı söylemeye başladı.  İddiaya göre işletme sahipleri, Zehra Bayır'a toplu para vereceğini belirterek bu süre içinde hiç ödeme yapmadı. Kardeşinin tedavisi için Konya'ya gideceğini ve 50 bin liralık alacağının olduğunu söyleyen Bayır ile işletme sahipleri arasında tartışma çıktı. Tartışmanın büyümesiyle sert cisimle başına vurulan Bayır, ardından mekanın bahçesindeki havuza attı. İhbar üzerine adrese jandarma ve sağlık ekipleri sevk edildi. Havuzdan çıkarılan Zehra Bayır'ın hayatını kaybettiği belirlendi. Yürütülen soruşturmanın ardından şüpheliler hakkında Bodrum Cumhuriyet Başsavcısı Tolga Yamalı tarafından 65 sayfalık iddianame hazırlandı. DHA'nın haberine göre, iddianamede, Zehra'nın sağ kulağında darp izi, sol göz dış kısımda açılma, omuzda kesici olan yaralanma izleri, sol kol dirsek çevresinde çok sayıda darp izi, sol el orta parmakta kesi olduğu belirtildi.    Sanıklardan Hatice K.'nin savcılıkta alınan ifadesinde iddianameye girdi. Hatice K., ifadesinde Zehra Bayır'la beraber çalıştıklarını belirterek, "Olayın olduğu günün gecesi sabaha kadar iş yerinde çalışmaya devam ettik. Zehra'yı da çalışırken gördüm. Akşama doğru uyandığımda Zehra'yı gölün içerisinde ölmüş vaziyette gördüm. Durumu orada bulunan çalışanlara bildirdim. Ömer İlter bana ve oradakilere nasıl ifade vereceğimizi tembihledi. Zehra'nın odasının boşaltılarak temizlenmesi istendi, söylenenleri yaptık" dedi. İddianamede, Zehra'nın kaldığı odanın içerisinde çarşafsız bir yatak ile baza bulunduğu, odanın kullanılmadığı izleniminin yaratıldığı, Ankara Jandarma Kriminal Laboratuvarı Amirliği'nin raporunda saat, perde ve çamaşırlarda Zehra'ya ait DNA profilinin elde edildiği, cesedin üstüne örtüldüğü belirtilen kırmızı battaniye üzerinde ise şüpheliler İlimder İlter'e ait DNA örneği elde edildiği kaydedildi. İlimder İlter'in saat 03.43'te Zehra'nın odasına gittiği, burada tartışmanın devam ettiği, bu sırada mekanda bulundukları sabit olan Ömer İlter ve Ünal Karakülah'ın da olay yerine geldikleri, tartışma ve arbedeye dahil oldukları belirtildi. Ayrıca Zehra'nın 3 kişi tarafından şiddetli şekilde darbedilerek öldürüldüğü anlatıldı. Hatice K.,'nin ifadesinde Ömer İlter'in kurmuş olduğu senaryoyu ve nasıl ifade verecekleri hususunu adliyede çalıştığını bildiği tanıdığı şüpheli Ahmet G.'ye danıştığı ve 'uygun olur' şeklinde onay aldığı belirtildi. Ahmet G.'in bu eyleminin de suç delillerini gizleme veya değiştirme suçuna yardım etme suçunu oluşturduğuna yer verildi. İddianamede, tutuklu İlimder İlter, ağabeyi Ömer İlter, "kasten öldürme, suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirme" suçlarından müebbet hapis cezası, "suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirme" suçundan Ünal Karakülah'a 10 yıla kadar hapis; tutuksuz sanıklar Ahmet G.'ye 15 yıla kadar hapis, Hatice K. ve Taner K.'ye ise 5 yıla kadar hapis cezaları istendi.

(derleyen: mstfkrc)





Ulusalcılık nerede gaz kaçırmakta? - Konuk yazar: Dr. Tolga GÜRAKAR / BİRGÜN

 15 Temmuz sonrası ulusalcılar arasından ayrışma yaşandı. Bir tarafta ortalama CHP seçmeninin temsilcisi konumundaki Erdoğan muhalifleri diğer yanda Vatan Partisi’nin daha görünür olduğu Erdoğan destekçileri.

 Fotoğraf (Soldan sağa): Nedim Şener, Mehmet Ali Çelebi, Hulki Cevizoğlu, Doğu Perinçek ve Metin Feyzioğlu

Geçmişte, iktidara açıktan sergiledikleri keskin itirazlar ve toplumsal muhalefete yaptıkları önderlik ile öne çıkan ulusalcı kimi kişi ve çevreler içinde, 15 Temmuz sonrasında Erdoğan’a karşı alınacak tavır üzerinden keskin bir yol ayrımı yaşandı.

Kimileri muhalif konumlarını korurlarken, Doğu Perinçek, Yaşar Hacısalihoğlu, Metin Feyzioğlu ve son olarak da Mehmet Ali Çelebi ve Hulki Cevizoğlu gibi kimi isimler ise onu destekledi, onunla yakınlaştı ya da bilfiil AKP’ye ilhak etti. 

Erdoğan yanlısı bu tutum kamuoyunca oldukça yadırgandı ve zaman zaman da gündeme taşındı. Bunu, kişisel ikbal ve hırslarla, siyasetin ikiyüzlülüğüyle ya da amaca ulaşmak için her yolu mubah gören ilkesiz ve Makyavelist bir siyaset anlayışıyla açıklayanlar oldu. Bazıları ise toptancı bir bakışla tüm ulusalcıları mahkûm ederek Erdoğanizmin otokratik tek adamcı ve ceberrut devletçi yaklaşımının ulusalcılığa zaten içkin olduğunu öne sürdü. Ancak ben burada bunların ötesine geçerek konuyu ulusalcı tarz-ı siyasetin kendi dinamikleri üzerinden tahlil etmeye girişeceğim. Ulusalcılığın, Erdoğan’ın İslamcı tonu baskın milliyetçi-muhafazakâr popülizmi ile hangi açılardan böylesi bir geçişgenliğe müsaade ettiğinin yanıtını, onun ne olduğunda ve Türkiye’deki serüveninde arayacağım. 

Ulusalcılığın Türkiye’deki ilk nüveleri, SSCB’nin yıkılması sonrası ortaya çıkan konjonktürde, Türkiye’nin yeri ve yönünün ne olması gerektiği üzerine yürütülen jeopolitik eksenli tartışmalar üzerinden 90’ların ikinci yarısında ortaya çıkmıştır. Ancak olgunlaşmamış bir elit tavrı olarak asker-sivil bürokrasinin bazı kesimleri ile kimi sol-Kemalist aydınlarla sınırlı kalmış, kitlesel bir karşılığı olmamıştır. Ulusalcılık bahsinin, örgütlediği kimi sansasyonel ve kitlesel eylemler üzerinden ilk telaffuzları ve icraatlarından söz ettirdiği süreç ise siyasal İslam’ın bir cemaatler koalisyonu şeklinde iktidara geldiği Kasım 2002 sonrasıdır. 

Ulusalcılığın ne olduğu ve ulusalcıların hangi konularda ve nasıl pozisyon aldıkları üzerine yaşanan kafa karışıklığı bugün dünden çok daha fazladır. Ulusalcılığı, ortak bir düşünce sistemi etrafında bir araya gelmiş bir hareket şeklinde tarif etmek nasıl mümkün değilse onun yirmi yıllık izini sürmek de hiç de kolay değildir. Öncelikle, ulusalcılığı böylesine saçaklı kılan, bir politik ideoloji ya da doktrin olmamasıdır. Aksine, neo-liberal küreselleşmenin azgelişmiş ve gelişmekte olan ulus devletler, ulusal kimlikler ve ulusal ekonomiler üzerinde yarattığı çok boyutlu tahribata karşı Soğuk Savaş sonrasının reaksiyoner bir siyaset tarzıdır. İçinde bulunduğu ülkenin özgün şartlarına göre şekil almaktadır. 

İkinci olarak, ulusalcılık, hem tarihsel arkaplanı çok daha eski hem de bir ideoloji olan milliyetçilikten ayrışmaktadır. Sermayenin küresel ölçekte artan hareketliliğine karşı ulusal sınırlar içine hapsolmuş ve nesnel çıkarlarını ulus devletin varlığının korunmasında gören toplumsal kesimlerin siyasal düzlemdeki birlikteliğine gönderimde bulunmaktadır. Bileşenlerinin sınıfsal çeşitliliği sebebiyle de karakteri itibariyle daha toplumcu bir potansiyele sahiptir ve sınırları çok daha geçirgendir. Ulusalcılık, kamuoyunda, ülkücü ya da sağ milliyetçilikle arasındaki mesafeyi vurgulaması gayretiyle sol tandanslı bir milliyetçiliğin karşılığı şeklinde lanse edilse de onu “ulus devletçilik” (nation-statism) şeklinde tanımlamak daha doğrudur. Buradaki öncelikli vurgu, burun farkıyla da olsa “ulus” değil “ulus devletin” kendisidir. Bu yüzden sağ milliyetçiliğin toplumcu hassasiyetleri olan kesimleri ile ulus-devlet hassasiyetleri olan sol kesimler burada yan yana gelebilmektedirler. Alışageldik jargon üzerinden ifade edersem, ulusalcılık, sağ siyasetin solu ile sol siyasetin sağını “ulus-devlet” ortak paydası üzerinden birbirine bağlayan bir köprüdür. 

Ancak, tam da yukarıda sıraladığım bu sebeplerle, ulus-devletin içeriğinin nasıl doldurulacağı koca bir soru işaretidir. Aslında buradaki bağlam, iki yüz yılı aşkın zamandır farklı çatışma ve mücadeleler içinde süzülen “ittihat”  ve “terakki” siyasetleri ile ilişkilidir. Bir ideoloji olan milliyetçilik açısından alınan tavır nettir, dikotomiktir ve “ittihat” ile “terakki” siyasetlerini ayrı kompartımanlara yerleştirir. Burada “ittihat” siyaseti en tepededir, “terakki” ise onun arkasından gelmektedir. Farklı siyasal geleneklerden gelen ya da farklı yatkınlıkları olan kişi ve çevrelerin bir arada olduğu ulusalcılık içerisindeki ayrışma tam da bu noktada açığa çıkmaktadır. Ulusalcılık ile sağ muhafazakâr milliyetçiliğin “terakki” anlayışları aynı olmamakla birlikte, kimi ulusalcı için “ittihat” siyaseti de tıpkı milliyetçilikte olduğu üzere “terakki” siyasetinden bağımsızdır ve merkezidir. Buna karşı, bazı ulusalcılar içinse her iki siyaset eşit önemdedir ve “ittihat” siyaseti ancak eşitler arasında birinci olarak öne çıkmaktadır. Dolayısıyla her iki siyaset arasında keskin bir dikotomi yoktur. İkinciye ilkinin olmazsa olmazı şeklinde bakılmaktadır. 

Sonuç olarak, 2016 öncesi ve sonrası ulusalcılığını “ittihat” ve “terakki” sembolizmleri üzerinden dönemselleştirmek, ulusalcı mahalle içerisindeki hassasiyet, ittifak ve ayrışmaları doğru anlayabilmemizin önünü açacaktır. Burada 2016’yı milat kabul etmemizin sebebi, MİT krizi ile başlayan, dershaneler krizi ve 17/25 Aralık ile süren ve 15 Temmuz ile sonuçlanan süreçte ve bunun sonrasında, ulusalcı kesimler içinde Erdoğan’a karşı alınacak tavır üzerinden yaşanan ayrışmadır. Yargıtay’ın Ergenekon Davası’nda verdiği bozma kararı ile ulusalcı kesimler nezdinde Ergenekon/Balyoz davaları sürecinde sükse yapmış Perinçek’in “ittihattan” yana tavır alarak “muhafazakarlarla vatan cephesi kurduk” demeci de yine 2016’dadır. 

2016 öncesinin ulusalcılığı, ki aslında dönemselleştirmenin 2004-2014 arası yıllar olarak yapılması daha doğrudur, dönemin politik konjonktürünün “ittihat” ile “terakki” siyasetleri arasındaki çelişkileri derinleştirmediği bir süreçte şekillenmiştir. Bu süreçte, ABD, AB ve küresel sermaye çevrelerinin çıkarlarının savunucusu olarak görülen AKP ile onun stratejik iktidar ortağı olan Gülen Cemaati’ne karşı zaman zaman parçalı ancak ekseriyetle blok bir muhalefet yürütülmüştür. 2016 öncesinin ulusalcılığı, farklı bileşenlerini kolaylıkla yan yana getirebilen ve kolayca seferber edebilen, kendi kamuoyunu yaratabilen bir niteliğe sahiptir. Bu döneme ait temel kaygı ve itirazlar şöyle sıralanabilir: i. laiklik;  ii. Kürt meselesi, terör ve Çözüm Süreci; iii. Kıbrıs Sorunu ve Ermeni Meselesi; iv. özelleştirmeler, yolsuzluklar ve kamu ihalelerindeki kayırmalar.

2015-2016 arası, AKP-Gülen ittifakı arasında Gezi’de açığa çıkan gerilimlerin yükselmeye başladığı, Çözüm Süreci’nin sona erdiği, tüm bunların ötesinde Erdoğan’ın politikada yeni arayışların arifesinde olduğu bir geçiş dönemi olarak okunabilir. Dahası, Gezi süreci, Erdoğan ile sol liberal çevreler arasındaki ittifakı da etkilemiştir. Erdoğan’ı, Gezi’de öne sürülen özgürlükçü taleplerin gerisinde kalmakla eleştiren sol liberal çevreler konjonktürel olarak Gülen’in tarafına düşmüşler ve sonrasında da Erdoğan tarafından ıskartaya çıkarılmışlardır. Gezi, aynı zamanda ulusalcılık açısından da bir dönüm noktasıdır. Öyle ki buradaki itirazlar ulusalcıların öteden beri öne sürdükleri itirazların çok daha ilerisine geçerek özgürlüğün yepyeni taleplerini açığa çıkarmış, onu kimi alternatif kampanyalarla ele geçirmeye çalışan bazı ulusalcı çevreleri ise etkisiz kılmıştır.  Dolayısıyla 2016 sonrasının ulusalcılığı, tüm bu değişen dengeler ışığında, 15 Temmuz darbe girişiminin gölgesinde, Gülenciler ve sol liberallerin yerine MHP camiası ve bazı ulusalcıların ikame edildiği, HDP’nin siyaseten karantinaya alındığı bir bağlamda şekillenmiştir. “Vesayet odakları ile hesaplaşma” yerine “milli güvenliğin” araçsallaştırıldığı bu süreçte, medyadaki konuk ve söylem düzeni de dönüşen bu şartlara göre yeniden inşa edilmiştir. Ulusalcılar, bilaistisna 15 Temmuz’da Erdoğan’ın yanında yer almış olsalar da böylesine bir politik bağlam ulusalcı tarz-ı siyaset açısından 2016 öncesinde hiç de aşina olmadıkları birçok gri alan doğurmuştur. Ayrışma, darbenin bastırılmasının hemen ardından Erdoğan’a alınacak tavır üzerinden yaşanmış, sonrasında da hız kesmeden sürmüştür. Bu ayrışmada, kendilerini Cumhuriyetçi ve Atatürkçü olarak tanımlayan ve ortalama CHP seçmeni kesimlerin temsilcisi konumundaki Erdoğan muhalifi ulusalcıların karşısında Vatan Partisi’nin daha görünür olduğu Erdoğan destekçisi bir ulusalcı kesim yer almıştır. Erdoğan karşıtı ulusalcılar, muhalif kamuoyunun büyük bir kesimiyle paralel biçimde, 20 Temmuz’da ilan edilen, yedi kez uzatılan ve hatta 2018 seçimlerini de içine alan yaklaşık iki yıllık OHAL sürecini, Erdoğan’ın gücünü konsolide etme yolunda bir sivil darbe girişimi şeklinde yorumlamışlardır. Tartışma, Erdoğan’ın vatan savaşı mı yoksa saray savaşı mı verdiği sorusu üzerinden yürümüştür. 

Her ne kadar “Erdoğan bizim çizgimize geldi” ifadesi Perinçek’in kamuoyunda dikkat çekmeye dönük iddialı bir söylemi olsa da böylesine bir bakış açısı, bundan böyle muteber görülen, “devletlû” muhalifliğe terfi etmiş kimi “kafası karışık” ulusalcının bile hissiyatına tercüman olmuş, ruhlarını okşamıştır. Dahası, Erdoğan’a karşı alınan bu tavırdan yine bağımsız olarak, ulusalcılara 15 Temmuz sonrasının konjonktüründe CNN-Türk, NTV ve Habertürk gibi kanallarda sıklıkla yer verilmeye başlanmasında Gülen konusunda haklı çıkmış olmaları elbette belirleyicidir. Ancak bundan daha belirleyici olan, Erdoğan popülizminin Fethullahçılık ve PKK-HDP karşıtlığı ekseninde siyasette ve medyada inşa etmiş olduğu alandır. Kısacası, Erdoğan’a alınan tavır ne yönde olursa olsun, ulusalcı tarz-ı siyaset genel olarak Erdoğan’ın milliyetçi popülizminin dar sınırları içerisine sıkışıp kalmıştır. Örneğin, 2016 öncesi ulusalcılığının ana meselelerinden biri olan “laiklik”,  Diyanet İşleri’nin ya da tarikatların Atatürk’e yaptıkları saldırılarda ya da kadınlara ve çocuklara yönelik istismarlarda kendisini hatırlatsa da, artık gündemde değildir. Sonuç olarak da, ulusalcıların popülist siyaset tarafından inşa edilmiş bu alanı çoğu zaman güle oynaya doldurmaları, Erdoğanizme bir meşruiyet kazandırmanın yanında 20 Temmuz sivil darbesini de silikleştirmiştir.

Ulusalcı tarz-ı siyasete tıpkı bir zamanların sol liberalizmi gibi yeni bir yetmez ama evetçi yaftanın yapıştırılması, Erdoğanizme giden sürece doğrudan destek veren ya da dolaylı yollardan teşne olan kimseler sebebiyledir. Siyaseten Erdoğan’ı destekleyen, onun dimdik arkasında duranlar açısından  “evet” diyerek onaylanan ve hatta kefil olunan Erdoğan’ın kendi çizgileriyle yakınlaştığını iddia ettikleri politikalarıdır. Dış politikanın Avrasyacı bir çizgiye yaklaştığı, Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliğinin hedeflendiği, özetle Türkiye’nin, tarihinde ilk defa NATO-Atlantik çizgisinden kopmaya bu kadar yakın olduğu yaklaşımıdır. Kendilerinin “yetmez” buldukları ise Erdoğan’’ın sergileyemediği anti-emperyalist tavırdır. Ancak tüm bunların pragmatist Erdoğan’ın nazarında zerre kadar değerinin olmadığı, Cumhur ittifakında Vatan Partisi’ne değil de Hüda Par’a yer verilmesiyle sanırım ki görülmüştür. 

Geçmişte,  yetmez ama evetçiler Erdoğan’ın ilk defa açtığı perdenin destekçileriydi. Birikim dergisi, “Muhafazakâr demokrat inkılap: 1946-1983 ve sonunda 3 Kasım” başlığıyla, bizlerin “karşı-devrim” olarak adlandırdığı sürece atıf yapıyor, Şerif Mardin üzerinden çevrenin merkeze yürüdüğünü iddia ediyordu. O Erdoğan ki yükselen bir güçtü, içeride ve dışarıda bir çekim alanıydı. Beğenelim ya da beğenmeyelim dinamik bir partisi, beraber yürüdüğü yoldaşları vardı. Bugünkü yetmez ama evetçiler ise farkında olmasalar da kapanış döneminin destekçileriler. 14 Mayıs seçimleri nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın Erdoğan artık düşen bir güç, bir çekim alanı değil. Ortada bir AKP bile kalmadı. Genel kanının aksine Türkiye’nin bir parti devleti olmadığını ancak AKP’nin bir devlet partisi haline geldiğini söylesem çok mu abartmış olurum, bilmiyorum.  

Yalçın Küçük bir zamanlar, “Biz sosyalisttik, AKP bizi tekrar Kemalist yaptı” demişti. Türkiye’de siyasetin, seçmenin ve siyasal değerlerin sağcılaştığı, ülkeye bir gelecek vaadiyle yola çıkan altılı masanın en solundaki CHP’de bile Kemalizmin tasfiye edildiği gerçeği karşısında Yalçın Hoca’nın bu sözleri hoş bir tını olarak geliyor kulaklarımıza.

Sosyalist olacağımız günler için şimdiden bir şey söylemek zor olsa da umutlarımız hep baki…

Dr. Tolga GÜRAKAR / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...