Deprem ganimeti - Timur Soykan / BİRGÜN
Depremde ağır hasar gören binaların yıkımı, içindeki hurdalar karşılığı şirketlere ihale ediliyor. Hatay’ın Arsuz ilçesindeki 1700 binanın yıkımını alan şirket “Artık burası benim” diyerek depremzedelerin söktükleri kapı, pencere, korkuluklara el koyuyor. Üstelik bu şirket depremzedelere kendi binalarından söktükleri malları satmaya çalışıyor.
6 Şubat depremlerinin harabeye dönüştürdüğü kentlerde halen binlerce enkaz var. Bu sırada ağır hasarlı binaların yıkımı için ihaleler de başladı. Daha önce Çevre, İklim Değişikliği Şehircilik Bakanlığı, binaların yıkılması için hafriyat şirketlerine para ödüyordu.
Yıkılan binalardaki hafriyat belirli alanlarda toplandıktan sonra ayrıştırma için bu kez hurda firmalarının devlete ödeme yapacağı ihaleler açılıyordu.
YERİNDE AYRIŞTIRACAKLAR
Ama bu kez skandal bir uygulamaya gidildi. Ağır hasarlı yapıların hurda malzemeler karşılığı yıkılması ve hafriyatın kaldırılması için ihale düzenlendi. Yani; artık devlet yıkım için para ödemeyecekti. İhaleyi kazanan şirket, yıkımı bina içindeki demir ve diğer değerli malzemeleri almak için yapacaktı ve devlete bunun için para verecekti. Üstelik ayıklama yerinde yapıldıktan sonra beton atığı hafriyat sahalarına dökülecekti.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, ihaleler için idari, teknik şartnameler, sözleşme hazırlayarak valilikler ve kaymakamlıklara gönderdi. Bu ihalelere göre; ağır hasarlı binalardaki kapı, PVC pencere, korkuluk gibi ikinci el kullanılabilecek malzemeler de hurda adı altında şirkete geçiyordu.
Teknik şartnamenin 22. maddesinde şöyle denilmişti:
“Yüklenici tarafından yıkımı gerçekleştirilen ağır hasarlı yapılarda yerinde ayıklama yapılarak ekonomik değere sahip malzemeler ayrılacak…”
Yani devlet depremzedenin ağır hasarlı evindeki malzemeleri şirkete sattı.
Artık şirketler deprem ganimetlerini toplayacak.
İLK KEZ ARSUZ’DA ORTAYA ÇIKTI
Bu plan çerçevesinde ilk ihale depremde yerle bir olan Hatay’ın Arsuz ilçesinde yapıldı. 300 bin metrekare alanda, 1700 ağır hasarlı binanın yıkımı için açılan ihaleyi 18.5 milyon liraya Konya İnşaatçılar ve İnşaat Malzemeleri Satıcıları Esnaf ve Sanatkârlar Odası Başkanı da olan Ali Yazar’ın şirketi aldı.
Birkaç gün sonra…
Binası ağır hasar gören vatandaşlar, kapı, PVC, pencere, korkuluk, demir tente gibi malzemeleri sökerken Konya merkezli şirketin adamları müdahale etti ve “Bu malzemeler artık bizim, devlet bize sattı, alamazsınız” dediler. Depremde bütün mal varlığını kaybetmiş insanlar, şimdi kendi mallarına el konulmasının şaşkınlığını yaşıyor.
Onlardan biri; Arsuz’da herkesin ‘Dönerci Ali’ olarak tanıdığı, Ali Oruç. Arsuz’da 30 yıllık esnaf. Döner lokantası depremde yerle bir oldu. 30 yıllık emeğiyle 2016 yılında Arsuz’da inşa ettiği 8 daire 2 dükkanlı bina da ağır hasar gördü. Depremden bu yana çadırda yaşayan Dönerci Ali, binasının karşısındaki boş araziye sahiplerinin izin vermesiyle prefabrik bir lokanta açtı.
‘BENİM BİNAMI KAYMAKAMLIK SATMIŞ’
Ağır hasarlı raporu verilen binadaki kapı, pencere, krom korkulukları söküp almak için şirketler 70 bin TL istiyordu. Ama parası yoktu. Depremde işsiz ve evsiz kalan iki arkadaşıyla malzemeleri sökmek için anlaştı. 10 gün boyunca ikinci el kullanılabilecek malzemeleri söküp binanın önüne çıkardılar.
Geçen Cuma günü ihaleyi alan şirketin yetkilisi geldi. Ali Oruç yaşadıklarını şöyle anlattı:
“Benim binamı kaymakamlıktan aldıklarını söylediler. Sadece yatak, masa, dolap gibi kişisel eşyalarımı alabileceğimi anlattılar. Söküp binanın önüne koyduğumuz kapıları, pencereleri, korkulukları, hepsini kamyona doldurup götürdüler. Vermezsek polis zoruyla alacaklarını söylediler.”
Yani; devletten ihale alan şirket, Ali Oruç’un kendi binasındaki malzemelere el koydu. Bununla da kalmadı. Ali Oruç, “Biz bu kişilerle tartıştık. Benim elemanıma bu malzemeleri bana satabileceklerini söylemişler. Yani benim malımı bana satmak istiyorlar. Bu devlet, bu şirket ne zaman bana ortak oldu” diye konuştu.
‘KENDİ MALIMIZI HIRSIZ GİBİ GÖTÜRDÜK’
Aynı gün Arsuz-İskenderun yolundaki iki katlı binada da benzer bir durum yaşandı. Binadaki kapı, pencere, kepenk gibi malzemeleri kamyonete yüklemişken şirketin adamları geldi. Yıkım ihalesini aldıklarını ve sözleşmeye göre; binadaki malzemelerin kendilerine ait olduğunu söylediler. Adil Bey yaşadıklarını şöyle anlattı:
“Şirketin yöneticisi ‘İsterseniz buradaki malzemeleri size satarız’ dedi. Benim binamdaki benim malımı bana satacak yani… PVC pencerenin piyasada 5-6 bin lira olduğunu bize 2 bin liraya vereceğini söyledi. 8 pencere 16 bin lira ediyor. Biz zaten depremzedeyiz, paramız mı kalmış. Bu şirketin adamı polis çağıracaklarını söylüyordu. Ben de yeğenime kamyoneti sürüp kaçmasını söyledim. Yani kendi binamızdaki kendi malımızı çalıyor gibi olduk. Sonra gece 03.00’te gelip geri kalan malzemeleri hırsız gibi aldık.”
Depremden sonra tüm aile çadırda kaldıklarını anlatan Adil Bey, “Aynı durumda çok fazla insan var. Sökülmüş olan malzemelere şirket el koyuyor. Biz can derdindeyiz, bunlar bizim malımıza çöküyor. Vicdan kalmamış” diyor.
DEPREMZEDEYE KENDİ MALINI SATMAK İSTEDİLER
Aynı binada iki dükkanın sahibi Yusuf Güzel de şirketin söküm yapmalarına izin vermediğini anlattı. Yusuf Güzel, şöyle devam etti:
“Şirket yetkilisi, binanın fotoğrafını gösterdi. ‘Biz devletten bu şekilde, burayı aldık. Dolap, masa gibi eşyaları alabilirsiniz ama hiçbir şeyi sökemezsiniz’ dedi. Ben şaka zannettim. Benim binamı, devlet benden habersiz satmış. Kapı, pencere, demir tenteleri bunlar götürdü. Bana ‘İsterseniz size uygun fiyata bunları satarız’ dediler. Zaten bizim hiçbir şeyimiz kalmamış, binadaki malımıza da devlet, şirket el koyuyor.”
Oysa ihale şartnamesinde şöyle deniliyor:
“Her türlü ayrıştırma işlemi ağır hasarlı yapı yıkıldıktan sonra gerçekleştirilecek olup yıkım öncesinde hiçbir şekilde sökme ve-veya ayrıştırma işlemine müsaade edilmeyecektir.”
Ancak bu hükme karşın ihale sözleşmesi, şirketin, bina içindeki ekonomik değeri olan malzemeleri almasının önünü açıyor. Arsuz’da yaşanan başlayan deprem ganimeti skandalı, aynı ihalelerin yapıldığı tüm deprem bölgesine yayılıyor.
Rant çeteleri ceplerini doldursun diye insanlar çürük binalara mahkum edildi ve on binlerce insanımızı kaybettik. Şimdi hayatta kalan depremzedelerin mallarına çöküyorlar.
Timur Soykan / BİRGÜN
Asalak bir ailenin yeni lideri Kral 3. Charles taç giydi (Arif BEKTAŞ-Evrensel/Londra) + Kral Çarli’nin tacı Muhafazakârların matemi (İbrahim Sirkeci-Birgün)
Kral 3.Charles ve Kraliçe Camilla, Buckingham'dan taç takma törenine gidiyor. | Fotoğraf: Raşid Necati Aslım/A
Asalak bir ailenin yeni lideri Kral 3. Charles taç giydi (Arif BEKTAŞ-Evrensel/Londra)
Yüzyıllardır halkın sırtından yiyip içen ve kendi sömürgeci sınıfına bulundukları yerden hizmet eden Birleşik Krallık Kraliyet Ailesi’nin yeni lideri Kral 3. Charles taç giydi.
Yüzyıllardır halkın sırtından yiyip içen ve kendi sömürgeci sınıfına bulundukları yerden hizmet eden Birleşik Krallık Kraliyet Ailesi’nin yeni lideri Kral 3. Charles oldu.
Günlerce hazırlıklar yapıldı. Milyonlarca sterlin harcandı. Onbinlerce güvenlik elemanı görevlendirildi. Ülke, Kralın taç giyme gününe kilinlendirildi. Halk, saray yakınlarına çağrılarak geçit töreninde dekor olarak kullanılmak istendi.
Dünyanın bir çok ülkesinden devlet erkanı getirtildi. Özellikle İngiliz Toplulukları Ülkeleri liderlerine özel muamele yapıldı. Ayrıcaklı ülkelermiş gibi özel törende tek tek bayrakları ile tören alanlarına alındı. Adeta “Sizi daha çok sömürüyoruz” dercesine ilgi gösterildi.
“YE, İÇ HEPSİ ŞİRKETTEN”
23 sarayı var. 2 milyar sterlin serveti var. En az 700 hizmetçisi var. Her tür tören, açılış, parti ya da gezi ülke bütçesinden karşılanıyor. Hiç bir vergi vermiyorlar. Hiç bir masrafları yok. Tek yaptıkları yiyip içmek ve gezmek. Her şey halkın vergilerinden ödeniyor.
CUMHURİYETÇİ PROTESTOCULAR GÖZALTINA ALINDI
'Kimse bize hükmedemez' yazılı bir döviz. | Fotoğraf: Behlül Çetinkaya/AA
Kral 3. Charles’ın taç giyme töreni nedeniyle bu sabah Londra’nın merkezinde toplanan binlerce cumhuriyetçi, “Benim Kralım değil” şiarıyla bir protesto gerçekleştirdi. Çok sayıda sanatçı ve sendikacının da aralarında olduğu protestocuların önü büyük barikatlarla çevrildi.
Trafalgar Meydanı’ında toplanan binlerce kişinin yanından geçecek olan kralın konvoyunun protestoları görmemesi için metrelerce yüksekliklete barikatlar kuruldu.
Sabahın erken saatlerinden itibaren toplanan kalabalığa anında polis müdahale etti. Özellikle “Benim Kralım değil” pankartları polis tarafından zorla toplandı. Bu duruma tepki gösteren onlarca kişi gözaltına alındı.
Altın kaplamalı at arabasıyla Charles ve eşi Trafalgar meydanı’ndan geçerken, protestocular yüksek sesle sloganlarını atarak seslerini duyurmaya çalıştı. “Benim Kralım Değilsin”.
'Benim kralım değil' imzalı dövizler. | Fotoğraf: Behlül Çetinkaya/AA
/././
Kral Çarli’nin tacı Muhafazakârların matemi (İbrahim Sirkeci-Birgün)
Cumartesi günü yeni kralın taç giyme töreni yapıldı. Kral Çarli 70 yıllık bekleyişten sonra nihayet kral olurken kamuoyunun önemli bir kısmı kraliyetin kaldırılıp cumhuriyete geçilmesini dile getirdi. Kraliyetin devamından yana olanlar muhtemelen hâlâ yüzde 50’nin az üzerinde. Ama bu kral son kralımız olabilir. İçerde ve dışarda bu durumun sonunu görmek isteyenlerin sayısı artıyor.
Kralın taç giyme töreni Muhafazakâr Parti'nin matemine döndü. Çünkü perşembe günü İngiltere genelinde yerel seçimler vardı. Muhafazakâr Parti’nin son bir buçuk yıldır izlediğimiz performansına paralel olarak bu seçimlerden hüsranla çıkması bekleniyordu. Nitekim sonuçta aynı yönde oldu.
Cuma sabahına kadar sayılan oylar İşçi Partisi, Liberal Demokratlar ve Yeşillerin büyük başarı elde edeceğine işaret ediyordu. Akşama doğru sandıkların nerdeyse tamamı açıldığında Muhafazakâr Parti’nin kayıpları tarihsel boyutlara ulaşmıştı. Parti önderliği moral bozukluğunu kontrol etmek üzere “1000 meclis üyeliği kaybedebiliriz” demişti. 500 civarı sandalye kaybı ile bitirmeyi umdukları seçimler en az 1061 kayıpla kapandı.
***
Son yıllardaki tüm yerel seçimlerde ciddi kayıplar yaşayan Muhafazakâr Parti’nin bu hezimeti, büyük oranda partinin ve hükümetin içinde bulunduğu kaos durumunun kaçınılmaz sonucu. Aynı zamanda 2008’deki küresel mali krizden bu yana yaşadığımız en derin geçim krizini yansıtıyor. Hanehalkı enerji harcamalarının bir yıl içinde dört katına çıkması, ücretlerin enflasyon karşısında erimesi ve süregiden yaygın grevler karşısında Muhafazakârlar sözün bittiği yere çoktan gelmişlerdi. Yerel seçim sonuçları bu durumu tescil etmiş oldu.
Seçim öncesi değer verdiğim siyasi analistlerden Robert Ford, Muhafazakâr Parti için 500 civarında sandalye kaybı ve yüzde 28 üzerinde oy oranının iyi bir sonuç olacağını ve genel oy oranının yüzde 25’in altına düşmesinin facia olacağını tahmin etmişti. 1000’den fazla sandalye kaybını cuma sabahı ilk tahmin eden emektar seçim analisti John Curtis oldu. Bunun nedenleri parti saflarında epeyce incelenecek.
18 ay sonra gerçekleşecek genel seçimler için yerel seçim sonuçları çok iyi bir kıstas değil. Ancak eğer Muhafazakârlar birtakım mucizevi değişikliklerle gelmezlerse aynı hezimeti milltevekili seçimlerinde de yaşamaları kaçınılmaz. Mucizelerden bir tanesi yeni ve güvenilir bir önderlik. Buna mucize diyorum çünkü parti saflarında neredeyse denenmemiş kimse kalmadı ve hepsi birbirinden beter çuvalladı. Son beş yılda gelip giden bakanların ve başbakanların nerdeyse hepsi skandallar ve soruşturmalarla tarihe geçtiler. Yani elde Rishi’den daha iyi bir seçenek yok ve o da iyi bir seçenek değil.
***
Peki, Muhafazakârlar bu kadar kötü performans sergilerken İşçi Partisi ne yaptı? Parti lideri Keir Starmer’a bakarsanız bu büyük zafer önümüzdeki genel seçimlerde alınacak büyük zaferin de habercisi.
İşçi Partisi 536 ekstra sandalye kazandı ve Muhafazakârların 2 bin 299 sandalyesine karşın toplamda 2 bin 674 meclis üyeliği elde ederek yerel yönetimlerdeki en büyük parti konumuna yükseldi. Bu Tony Blair’den bu yana ilk defa ulaşılan bir seviye. Genel oy oranı ise BBC tarafından yüzde 35 dolayında hesaplandı. Muhafazakârların yüzde 26’sına karşı 9 puan önde olması, partinin ciddi bir zafer kazandığını gösteriyor. Ancak genel seçimlerde bundan daha iyi bir performans göstermeleri ve yüzde 40 bandına yaklaşmaları gerekiyor. Aksi takdirde sadece diğer partilerin desteğiyle ya da koalisyonla iktidar olabilirler.
***
Seçimlerin en başarılı partileri Liberal Demokratlar ve Yeşiller oldu. Liberaller sandalye sayılarını yüzde 35 dolayında artırırken genel oy oranı olarak da yüzde 20’ye ulaştılar. Muhafazakârlar ile 2010 yılında yaptıkları ve kendileri açısından felaketle sonuçlanan koalisyon öncesi seviyelere gelmiş oldular. Liberallerin kazandığı meclisler genel olarak Muhafazakârların hâkim olduğu bölgelerde. Bu da aslolarak İşçi Partisi’nin işine yarayan bir durum.
Yeşiller sandalye sayılarını ikiye katladılar ve parti için öngörülen en iyimser tahminlerin bile ötesine geçtiler. İlginç biçimde Yeşiller de Muhafazakârların kaybettiği yerlerde kazandılar. Tabii ki bu da İşçi Partisi’ne yarıyor.
Zurnanın zırt dediği yer ise Starmer liderliğindeki İşçi Partisi, lehine olan bunca duruma karşın hâlâ ne idüğü belirsiz bir durumda. “Bu parti neyi temsil eder?” sorusunun cevabı hâlâ bir muamma. Önümüzdeki 18 ayda bu sorunun cevabı netleştikçe yeni hükümetin de adı ona göre belirlenecek.
(İbrahim Sirkeci-Birgün)
Arzu Okay: ‘Keşkesiz Bir Kadın’ (III+IV+V) - Mesut Kara / Evrensel
(III)
Çok sevdiği, birlikte filmler izlediği anneannesiyle birlikte ilk filmini birlikte izleme olanağını da yakalar Arzu Okay, anneannesini kaybetmeden önce. Anneannesi Osmanlı’da ilk diplomasını aldığında çarşaflı fotoğrafı olan, cumhuriyet sonrası şapka giyen ilk öğretmenlerdendir. Anneannesinin adı Gülsün’dür fakat öyle nazlıdır ki ailesinden başlayarak herkes ona Eda dediğinden Eda olarak tanınır, bilinir. Arzu Okay da bu nedenle kızına Eda adını koyar çünkü “Ona aşıktım” dediği anneannesine hayrandır. Arzu Okay’ın Adanalı olan babası Orhan Kemal’le kardeş çocuklarıdır.
Arzu Okay filmlerde oynamaya başladığı, para kazanmaya başladığı günlerde annesiyle yaşadığı bir tartışma sonrası evden ayrılır. Ayrılış o ayrılıştır bir daha da dönmez eve. İlk geceyi toplumcu filmler çeken Bilge Olgaç’ın evinde geçirir. Birlikte film çekmişlerdir, Arzu Okay’ı çok sevmiştir Bilge Olgaç. Fakat 12 Mart’ın sıcak günleridir, her yer aranıyor, ev baskınları yapılıyordur. Bilge Olgaç “Bu gece kal ama bu ev her an basılabilir, yarın başka bir çözüm ararsın” der. Ertesi gün Yapımcı Abdurrahman Keskiner’le buluşur. Arzu Okay’ın “Apo” dediği Keskiner, kalması için Kink Otel’de yer ayırtır ve 1500 lira da para vererek yardımcı olur. Bilge Olgaç da Abdurrahman Keskiner de Yılmaz Güney’in arkadaşlarıdır ve Arzu Okay Yılmaz Güney’le Keskiner’in yazıhanesinde bir kez karşılaşabilir ancak.
Annesinin evden çıktığı, evde olmadığı bir zamanda da gidip giysilerini alır evden.
Otelde kalmaya alışkın olmadığı için Cihangir Akyol’da küçük bir ev tutar, aile dostu bir tanıdık mobilyacıdan da ev eşyalarını alır. İlk flörtü, birlikte amatör fotoroman çektikleri Acar Film’in sahibinin oğlu Gürcan olsa da o günlerde “Hayatımın en büyük aşkı” dediği Beşiktaşlı Yusuf Tunaoğlu vardır hayatında ve sinemadan da yeni arkadaşlar edinmeye, dostluklar kurmaya başlamıştır.(1) Yine Akyol Sokak’ta oturan Feri Cansel sık görüştüğü, sevdiği arkadaşlarındandır.
SİNEMA SERÜVENİ
Arzu Okay’ın sinema yıldızlığını herkes bilir fakat yaşadığı süreçleri, yaşadıklarını herkes bilemez. Bir söyleşisinde şöyle söyler Arzu Okay: “Beni tanımak için bana zaman ayıranlar bilir benim nasıl olduğumu. Herkes için geçerli bu. Birisini tanımak için ona zaman ayırman lazım. Onun için de emek vermen lazım.”(2)
Oyunculuk hiç aklında yoktur, okuyorken fizikçi olmak istiyordur fakat hayatı annesinin Zeki Müren’le çekilecek fotoroman için seçmelere fotoğrafını göndermesiyle değişir. Oyunculuk kariyerine şanslı başlar. Fotoromanda Zeki Müren, sinemada ilk filminde Ayhan Işık gibi iki büyük yıldızla oynar.
“Aç kaldım, yapmak zorundaydım, yaptım” dediği ‘erotik filmler furyası’ başlamadan önce oynadığı 30’un üstünde filmde “Yeşilçam’ın masum kızı” olarak ünlenir Arzu Okay. Bunların arasında Ayhan Işıklı filmler dışında fotoroman döneminden tanıştığı Kadir İnanır’la başrol oynadığı “Sırada Bu Yoktu” (1972) ve İrfan Atasoy, Yıldıray Çınar, Hakan Balamir’, Sadri Alışık’, Yılmaz Köksal, Tugay Toksöz, Zeki Müren, Murat Soydan, İzzet Günay, Cihangir Gaffari gibi oyuncularla oynadığı filmler vardır. Bu filmlerde soyunmayan masum, güzel genç kadındır; olsa olsa bikinili görünür.
HAYATIN DEĞİŞİMLERİ SİNEMAYI DA ETKİLER
Fakat hayat farklı akmaya başlar, bu sinemayı da etkiler. Birkaç koldan yaşanan köklü dönüşümler sinema sektörünü de sarsar, derinden etkiler. Yeşilçam sineması yapımcıları “altın çağı” denilen ’60’lı yıllarda kazandıklarını sinemaya aktarıp, sinemanın, sektörün gelişip dönüşmesini sağlamak yerine çokça söylendiği gibi “han-hamam” yapmaya, kişisel mal varlıklarını çoğaltmaya harcamış olması, “Sektör olamamış sektörün” birbirinin tekrarı tecimsel filmler üretir konuma gelmesi bir tıkanmaya dönüşür. Bu süreçte radyonun artık evdeki insana yetmemeye başlaması, dışarıdaki en önemli “eğlencesi” sinemanın artık yeni bir şey veremiyor olması ve “Radyo görüntülü olacakmış” söylentilerinin gerçeğe dönüşüp televizyonun evlere girmeye başlaması insanların, ailelerin sinema salonlarından çekilip eve kapanmalarına yol açar.
Tam da o günlerde inşaat sektörünün gelişip para kazandırıyor olmasıyla, il ve ilçelerde, mahallelerde rantsal dönüşümlerin başlaması, bahçe içindeki evlerin yerine apartmanların yükseliyor olması sinema salonlarının da yerini iş hanlarına çok katlı apartman bloklarına bırakır olmuştu.
Yeşilçam’ı yaşatan ‘aile’ salonlardan çekilip eve kapanınca seyircisiz kalan krizdeki “sektör” bu kez İtalya’da başlayan erotik komediler furyasını örnek alarak ‘sokaktaki adam’ için filmler üretmeye başlar. Bir süre sonra yaşanan toplumsal sokak çatışmaları nedeniyle güvensizleşen sokaklardan, çay bahçelerinden ailelerin tamamen çekilip eve kapanmasıyla kalan sinema salonlarını işsiz güçsüz, taşradan gelen, cinsellik yaşayamayan erkekler için yapılan aralarına yapancı filmlerden alınan porno parçaların eklendiği ve zamanla çekilen yerli porno filmler doldurur. Sabah başlayıp geç saatlere kadar süren arka arkaya devamlı matinelerle gösterilen bu filmler kendi yıldızlarını da yaratır. ‘Öncüler her zaman ağır bedel öder’ gerçeği bu kez yüzünü sinemanın bu dönemi ve ilk soyunan fakat bu dönemin seks-porno filmlerinde oynamayan sadece soyunup vücudu görünen kadın oyuncular acımasız biçimde gösterir. Bu kadın oyuncuların başında da toplumsal ikiyüzlülüğün “seks yıldızı” olarak simgeleştirip ötekileştirdiği Arzu Okay geliyordur. Arzu Okay için izini hayatı boyunca taşıyacağı, bedelini ödeyip hesaplaşacağı yeni bir süreç başlar sinemada. O güne dek yaşadığından farklı bir süreçtir bu; farklı ikinci bir kimlik gibi, ikinci bir hayat… Sonrasında bu defteri de kapatıp bambaşka yeni bir hayat, yeni bir Arzu Okay yaratmayı da başaracaktır Arzu Okay
(1) Mesut Kara Arzu Okay nehir söyleşiler, 2004
(2) Arzu Okay ile Dobra Dobra, Bursa’da Bugün 21. 07. 2013
***
(IV)
Fakir ya da zengin ama iyi kız, masum güzel olarak tanınıp ünlendiği sinema dünyası için “Sevdim ben sinemayı, gerçekten çok sevdim” der Arzu Okay. ’70’li yıllar başladığında ülke için çalkantılı yıllar da başlıyordu. Seyircisini kaybeden sinema da kendi krizini aşamıyor, var olan salonlar boşalıyordu.
Filmler sessiz çekiliyor, dublaj yapılıyordur. Erotik filmler furyasında Memduh Ün’ün çektiği fakat adını kullanmadığı bir filmde kendi sesiyle konuşmayı dener fakat olmaz, içine sinmez Halit Refiğ ve Fikret Hakan’ın yönettiği, senaryosunu Selim İleri’yle, Fikret Hakan’ın yazdığı Cennetin Kapısı (1973) filminde Fikret Hakan, Sevda Ferdağ ve Yusuf Sezgin’le birlikte oynar Arzu Okay. Kendinden yaşça büyük oyunculara özenerek takma kirpiklerle, makyajlar yaparak oynadığı dönemlerdir. O filmden bir anısın şöyle anlatır: “Sevda bana diyor ki ‘Bak Arzu’cuğum yapma, o kadar gençsin, o kadar güzelsin ki kaşına gözüne bir rimel sür öyle oyna.’ Ben de içimden kıskanıyor herhalde diyorum. Oysa bana iyilik olsun diye öyle doğru bir şey söylüyor ki. Sonra kendisine de söyledim bunu.”(1)
Arzu Okay filmlerde oynamaya başladığında ilk olarak çekimlerdeki en önemli etkenlerden biri olan kamera ve kullanılan mercek meselesini çözer, kendisinin ekranda ne kadar görüleceğini bilmek, oyununu ona göre ayarlamak ister, bunun için de kullanılan merceği bilmesi gerekiyordur. 35’likse perdeye ne kadar, nasıl yansıyacaktır. Oyununu ona göre ayarlar perdede büyük yer kaplıyorsa küçük oynar, genel bir planda boydan çekiliyorsa büyük oynar ki daha belirgin olsun. Bu hesapları yapar ve kısa zamanda öğrenir.(*)
Bu önemli meseleyi çözdükten sonra filmler arka arkaya gelir. Kazandığı parayla ancak kendisine ve annesine bakabiliyordur. Çünkü asıl parayı Ayhan Işık’lı filmse, Ayhan Işık alıyordur yanındaki oyuncuya da kıyaslanamayacak bir ödeme yapılıyordur. Yapımcıdan istenen Ayhan Işık filmidir, yanında (Dört büyüklerden biri değilse) Arzu Okay da oynasa Mine Mutlu, Feri Cansel ya da “Sokaktan geçen bir kız da oynasa” fark etmiyordur, filmi Ayhan Işık sattırıyordur. Arzu Okay da ilk döneminde tek başına filmleri sattıracak bir isim olmadığından, Ayhan Işık, Yılmaz Köksal, Behçet Nacar gibi oyunculara eşlik eder.
EROTİK FİLMLER FURYASI
’70’li yılların ortalarına yol alırken Ayhan Işık’lı, Cüneyt Arkın’lı, Yılmaz Güney’li, Ediz Hun’lu, Türkan Şoray’lı, Fatma Girik’li, Hülya Koçyiğit’li filmleri izleyeceğimiz salonlar kalmamıştı artık. Ülke çalkantılı günler yaşıyor, aileler evlerine çekiliyordu... Yeşilçam’ın idolleri de kopmuşlardı çok sevdikleri sinemadan. İşte o günlerde krizi çok derin yaşayan Yeşilçam yeni arayışlara girmiş, televizyonun da etkisiyle eve kapanan ailenin yerine “sokaktaki adama”, “lümpen” seyirciye film yapmaya başlamıştı. Önceleri erotik komedi diye başlayan bu furya zamanla pornoya kadar uzandı. Seks-komedi, hatta avantür filmlerin aralarına yabancı filmlerden “parçalar” döşendi. Sinema salonlarının önünde teşrifatçılar, “üç film birden”, “parça var”, “her muamele var” diye çağırıyordu artık sokaktan geçenleri. Taşradan, Anadolu’dan gelmiş, “buraların yabancısı” olanlara sinema salonuna değil, “geneleve” geldiğini düşündürtecek tarzda çağrılardı bunlar. Daha sonra yerli pornolar çekilmeye başlanır.
O yıllarda sokak edebiyatı da bu filmlerin adlarında karşılık bulmaya başlamıştır. Günümüze kadar gelen “Parçala Behçet”, “Yırt Kazım” gibi.
Aralarına parçalar döşenmiş erotik-komedilerin, seks filmlerinin yanı sıra porno filmler de artık birçok sinemada gösteriliyordu. Gittikçe iğrençleşen ve açık sömürüye dönüşen bu filmlerde her türden fetişizm, grup seks, oral seks gibi pornografinin bütün unsurları kullanılıyordu.
Erotik-komediler ve seks filmlerinin, soyunup yatağa giren ve sevişen oyuncuları arasında Mine Mutlu, Arzu Okay, Zerrin Egeliler, Figen Han, Feri Cansel, Ali Poyrazoğlu, Hadi Çaman, Mete İnselel, Aydemir Akbaş’ı sayabiliriz. Bu oyuncular, soyunmuş, yatağa girip sevişmişler fakat hiçbiri porno film de oynamamıştır.
Sonraki yıllarda erotik komedilerde, seks filmlerinde, porno filmlerde oynayan kadın oyuncular sırra kadem bastılar, ortadan kayboldular. Kimse nerede olduklarını, bugün ne yaptıklarını, nasıl yaşadıklarını bilmiyordu. “Yeşilçam hiçbir zaman vefasız olmadı diyen” sinemanın meslek örgütü yöneticileri de yapımcılar, yönetmenler de hatta aynı seti paylaştıkları arkadaşları da bu oyuncuların izini kaybetmişti.
Tabii sözünü ettiğimiz oyuncular nedense sadece kadın oyunculardı. Onlar “lanetlenip” günah keçileri olarak anılırken Ali Poyrazoğlu, Hadi Çaman, Aydemir Akbaş gibi o dönemin erkek oyuncuları “saygınlıklarından” hiçbir şey kaybetmemişlerdi.
Yayımlanan bir iki röportaj dışında o dönemin ünlü seks oyuncularından bugün ortadan kaybolan ve (medyanın yaklaşımları nedeniyle belki de haklı olarak) izini bulduğunuzda da görüşmek istemeyenler arasında Bursalı bir gazinocuyla evlenen Zerrin Egeliler, Zerrin Doğan, Dilber Ay, Ceyda Karahan, Elif Pektaş, Zafir Saba, Necla Fide, Nur Ay, Ayşen Selvi, gibi isimleri sayabiliriz. Bu isimlerin bir kısmı evlenmiş, bir kısmı başka şehirlere, ülkelere yerleşmiş ve izini kaybettirmiş. Feri Cansel sevgilisi tarafından öldürülmüş, Mine Mutlu kansere yenik düşmüş, Seher Şeniz intihar etmişti.
EROTİK FİLMLERİN ‘SEKS YILDIZI’ ARZU OKAY
Erotik filmlerde oynamayacağım diyen, başlarda gelen teklifleri reddeden fakat sosyal ve gelecek güvencesi, arkasında paralı bir ailesi, sahiplenip kollayanı, başka tutunacak dalı olmayan Yeşilçam filmlerinin masum kızı Arzu Okay, bu değişime ayak uydurmak zorunda kalmış, filmlerde soyunmaya başlamıştır.
Erotik filmler furyası başlamadan önce 50’nin üstünde filmde çoğunda başrollerde masum iyi kız olarak yer alır Arzu Okay kazandığı para bırakalım ev sahibi olmayı kendi masraflarını bile karşılayamıyorken bir de annesine bakıyor, anne evinin giderlerine destek oluyordur.
(1) - (*) “Türkiye Sineması Görsel Hafıza Projesi”, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi
***
(V)
Gelir düzeyi düşük ve düzensiz olan alt-orta sınıf insanları için hayat her zaman zor olmuştur bu ülke insanı için. Bu sürekli iş bulan yıldızlar dışındaki sinema emekçileri için de böyle oldu her dönem.
Erotik filmler furyası öncesinde çoğu başrolde oynadığı onca filme rağmen bu Arzu Okay için de böyledir. Kazanabildiğiyle bırakalım yüksek standartlarda bir “yıldız hayatı” yaşamayı anca geçinebiliyordur. Setlere dolmuşlarla ya da set minibüsleriyle gidip gelen Arzu Okay eline biraz para geçtiğinde o günlerin ekonomik otomobillerinden bir Murat 124 alabilmiştir. “Güçlü bir ailen yoksa maddi anlamda arkanda, belli bir birikimin yoksa çalışmadığın zaman nasıl yaşayacaksın? Eline ne geçiyorsa onunla yaşayacaksın. Hiçbir sosyal güvencesi yok ki sinemada çalışan insanların. Ne gelse oynuyordum, para lazım çünkü.”(1)
AÇ KALDIM OYNADIM
Ülkenin de sinemanın da kriz günlerinde işler eskisi gibi gitmiyor yaşamı sürdürecek parayı kazanmak her geçen gün daha da güçleşiyordur.
Arzu Okay elindeki son parasıyla elektrik parası yatırmaya gittiği bir gün parası ucu ucuna yeter. Başka parası kalmadığından eve yürüyerek dönmek zorunda kalır. Taksim’den Topağacı’ya yürüyecektir. Harbiye Orduevi’nin önünde ayağındaki kırmızı topuklu ayakkabının topuğu kırılır. “Meşhur Arzu Okay oradaki banka oturup topuğu yapıştırmaya çalışır fakat yapıştıramaz. Topuğu çantasına koyup topallaya aksaya yürümeye başlar, Bir yandan da ağlıyordur. Eve gidip bulamayan arkadaşı Fatma taksiyle dönerken Arzu Okay’ı o halde görüp alır arabaya, birlikte eve dönerler. Evde yemek yapacak sadece yeşil mercimek ve soğan vardır, alacak parası olmadığından kıyma yoktur.
Erotik filmler furyası başlamış fakat Arzu Okay oynamayacağını söyleyerek gelen teklifleri reddetmiştir. Fakat nereye kadar dayanabilecektir yapacak başka bir mesleği ve işi olmayan bir oyuncu? Elektrik parasını zar zor ödeyen, evine yürüyerek dönmek zorunda kalan, evinde yemeğe koyacak kıyması bile olmayan Arzu Okay o gün o filmlerde oynamaya karar verir. Başka bir film teklifi de yoktur zaten, furya başlamış sektör tamamen erotik komedi filmlerine dönmüştür. Masum iyi kızlar soyunmaz tabusunun Müjde Ar öncesi ilk kırılmasıdır bu.
“Talep o yöndeydi, ben de cevap verdim. Aç kaldım, yapmak zorundaydım, yaptım.” diyen Arzu Okay aynı söyleşide şunları da söyler: “Ben hiç rahatsız değilim. Bugün de olsa, gene oynarım. Benim oynadığım filmlerden sonra, birçok sanatçı arkadaşım da “Masum kız soyunur” diye soyundular. Ama hep başı çekenin başı yanıyor.”(2)
‘SOYUNDUĞUM İÇİN DEĞİL KÖTÜ FİLMLERDE OYNADIĞIM İÇİN ELEŞTİRİLEBİLİRİM’
“Tabii insanın bir sürü insanın önünde çıplak olması çok rahatlık verici bir durum değil, sonra iş olarak bakıyorsun… Şöyle eleştirilebilir; film kötüydü, kötü filmde oynadın. Tamam onu kabul ediyorum, kötü filmlerde oynadım ama başka alternatifim yoktu. Soyunmaktan yana kaygım yok, bugün bir filmde oynarken gerekiyorsa yine soyunurum. Yanlış olan kötü filmde oynamam. Dünyanın her yerinde her sinemada her türlü çıplaklık var, mesele çıplaklık değil o çıplaklığı nasıl sergilediğin.(*)
“Filmler kötü çekiliyordu başka şansımız yoktu. O dönem başka bir furya olsa o filmlerde oynasak, yine kötü filmlerde oynamış olacaktık” diyen Arzu Okay önemli bir gerçeğin altını çiziyordu. Filmlerde yıllarca masum iyi kızı oynayarak kazanamadığı parayı birkaç yıl erotik filmlerde oynayarak kazanır Arzu Okay fakat yaptığı iş gittikçe zor gelmeye başlar. Kötü filmlerde oynayarak sinemaya haksızlık yaptığını düşünür.
3-5 günde çekilen maliyeti çok düşük, daha çok erotik komedi ve avantür filmlerdir bunlar. Bunların hiçbiri seks filmi ya da porno değildir. “Bunun bir suç olduğunu, yanlış bir şey olduğunu düşünmüyorum. Gerekirse bugün 64 yaşında yine bir erotik filmde oynayabilirim. Bizim yaptığımızda kötü olan, kötü filmlerde oynamış olmamız. Beni eleştiren, “Arzu, sen kötü filmlerde oynadın” derse anlarım, “Tamam, doğru söylüyorsun” derim... Daha iyisi yapılıyordu da ben mi oynamadım!”(3)
HAYATINI YENİDEN KURAR BAŞKA BİR ARZU OLARAK
Sinemayı, sahneyi bırakan Arzu Okay liseyi dışarıdan bitirmeye karar verir ve dersler almaya başlar. Ders aldığı Matematik Öğretmeni Fevzi Kozal deri işiyle uğraşıyordur. Laleli’de bir pasajın zemin katında küçük bir dükkanları vardır fakat sermayesizlikten işi büyütemiyorlardır. Birikmiş biraz parası olan Arzu Okay Fevzi Kozal’ın ortaklık önerisi üzerine teklifi kabul eder ve işe ortak olur.
Bu adım yeni hayatının da ilk adımı, başlangıcıdır. Sondasında ticari hayatında adım adım yükselir, başarılarına yeni başarılar ekleyerek hayatını sıfırdan yeniden kurar; kendi çabasıyla Arzu Okay’ı yeniden yaratır. Geçmişiyle yüzleşmiş, yaşadıklarından dersler çıkarmış, ne yaptığını bilen “keşkesiz” bir Arzu Okay’dır bu. Kendini yeni işine verir. Canını dişine takarak çalışıyordur, çünkü bütün parasını bu işe yatırmıştır ve sinemaya da sahneye de dönmeye niyeti yoktur.
Kişisel çabalarıyla fuarlara katılmaya, koleksiyonlar üretmeye, işi büyütmeye yönelir. Kısa sürede de önemli başarılar elde ederek işi büyütür. Hilton’da düzenlenen borçlanarak katıldıkları ilk fuarda iç piyasa açısından bir başarı elde edemeseler de iş yapmaya başladıkları bir ihracatçı sayesinde dış piyasaya açılırlar. Fransa’ya ürün satmaya başladıklarında Arzu Okay Avrupa’daki fuarlara katılarak işi büyütmeyi sürdürür. 14-15 milyon dolarlık cirolar yapmaya başlamışlardır. 3 bin metrekare kapalı üretim alanında yanında 640 kişi çalıştığı bir dönemdir bu. İhracata yaptığı katkılardan dolayı Dönemin Devlet Bakanı Işın Çelebi’nin elinden başarı ödülü de alır Arzu Okay; fakat ne ödülü veren ne dönemin medyası ödül alanın “o Arzu Okay” olduğunun farkında değildir; “bir dönemin seks yıldızına ödül” türünden haberler yapılmaz.
1990 krizinde batarlar ve her şeylerini kaybederler. “Sonra tekrar bir şirket kurar işe yeniden başlar. Bir firmayla ortaklık yapar, butik işletir, kendi işini yapmayı sürdürür.
Barışa Yürüyorum İnisiyatifinin “Ölüm değil yaşam” diyerek 27 Aralık günü Bodrum’dan Diyarbakır’a başlattığı ‘Barış için yola yola çıkanlar’ arasında Arzu Okay da vardır; Diyarbakır’daki etkinliklere, yürüyüşe bağımsız bir aktivist olarak katılır. Diyarbakır’da bacağına plastik mermi yer, TOMA’ların tazyikli suyuna, gaz bombalı saldırılara hedef olur. O anları şöyle anlatır: “O arada özel tim girdi içeri, hepsinin sadece gözleri ve ağzı açık... İstediğimiz sadece barış, başka bir şey istemiyoruz, “İnsanlar ölmesin” diyoruz. Bulduklarına giriştiler, hayatımda o anı unutmam. İnsanın insana vurduğunda çıkan o sesi unutamam! Gaz bombası, su hiçbir şey...”
“Hep bildiğim yolda yürüdüm. Hiç ‘keşke’m yok!”, “Kimsenin kafasındaki Arzu’yla uyuşmadım”(4) diyen Arzu Okay artık kendine zaman ayırmak istiyor, yıllardır sürdürdüğü yazılar yazma, şiir yazma uğraşında yoğunlaşmak istiyordur.
(1) - (*) “Türkiye Sineması Görsel Hafıza Projesi”, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi
(2) - (**) Fatih Türkmenoğlu söyleşisi, 15 Nisan 2007
(3), (4) Arzu Okay- Keşkesiz Bir Kadın, Söyleşi Türey Köse, İletişim Yayınları
Mesut Kara / Evrensel
Deniz, Yusuf, Hüseyin 51 yıl sonra hâlâ genç, hâlâ mücadele alanlarında aramızda + "Üç Fidan"sız 51 yıl + Denizlerin antiemperyalizimi, bir de onlarınki
Deniz, Yusuf, Hüseyin 51 yıl sonra hâlâ genç, hâlâ mücadele alanlarında aramızda (İhsan Çaralan-Evrensel)
Ayaktakiler (Soldan sağa): Kor Koçalak, Hüseyin İnan, Recep Sakın, Mustafa Çubuk, Deniz Gezmiş. Oturanlar (Soldan sağa) Mete Ertekin, Yusuf Arslan, Ercan Öztürk, Semih Orcan ve sedyede Mustafa Yalçıner | Mamak Cezaevi 1971 - Mustafa Yalçıner'in arşivinden alınmıştır.
Bugün 6 Mayıs!
6 Mayıs, 51 yıldan beri artık takvimlerde herhangi bir gün değil; Deniz, Hüseyin, Yusuf günü!
Bugün, Türkiye’nin devrimcilerinin, sosyalistlerinin, emperyalizme karşı olan her siyasi çevrenin onların şahsında, onlardan önce ve sonra devrimci mücadelede hayatını kaybeden devrimcileri anma günü!
Bugün, Türkiye devrimcilerinin emperyalizme, her türden gericiliğe, sömürüye karşı yürüttükleri mücadelenin muhasebesini yaptıkları, devrim ve sosyalizm mücadelesinde bilinçlerini yeniledikleri, mücadele azimlerini biledikleri gün!
Bu yüzden bugün vesilesiyle yapılan etkinliklerde, elbette dünden öğrendiklerimizin ışığında konuşulan dün değil bugündür; nasıl bir gelecek istediğimiz, daha da önemlisi bu geleceği nasıl elde edeceğimizdir!
Bu yüzdendir ki devrimciler, 6 Mayıs haftasına yayılan etkinliklerde 6 Mayıs’ın temsil ettiği değerlerden feyzalmaya çalışırken, gerici güç odakları ve onların sözcüleri ise kendilerinin de emperyalizme karşı olduklarını göstermek için yalanlarını “Denizler bugün olsaydı bizim gibi davranırdı” demeye kadar götürmektedirler.
ANTİEMPERYALİZM SEÇİM MALZEMESİ OLARAK KULLANILMAK İSTENİYOR
Nitekim 2023 6 Mayıs’ının 14 Mayıs’ta yapılacak seçimin öncesine denk gelmesi sahte antiemperyalistlerin seslerini yükseltmesine de yol açtı.
Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan 18 Nisan günü Afyonkarahisar’daki seçim mitinginde “Bizim siyasi hayatımızın tamamı emperyalistlerle ve onların taşeronlarıyla mücadele etmekle geçti” dedi. Cumhur İttifakına destek açıkladıktan sonra AKP listelerinden milletvekili adayı olan DSP Genel Başkanı Önder Aksakal bir adım daha öne çıkarak “Deniz Gezmişler bugün olsaydı Erdoğan’a oy verirdi. Onlar da ABD karşıtıydı” diyerek antiemperyalizm ve “Denizler”in istismarında nerelere varılabileceğini gösterdi. Nitekim Erdoğan’ın hukuk işleri başdanışmanı ve AKP’nin ideologlarından Mehmet Uçum da “2023 seçimlerinde iktidar değişikliği Türkiye’nin tam bağımsızlığına darbe olur” diyerek Erdoğan’a yakın destek verdi.
Tabii ki Erdoğan’ın, Aksakal’ın, Uçum’un birden “emperyalizme karşı mücadeleyi”, “Denizleri” ve “tam bağımsızlığı” hatırlamalarının nedeni yaklaşan seçimlerdir.
Bu yüzden de bir yandan en gerici güçlerle iş birliği yapıp emperyalistlerle iş birliğinin envaiçeşidini siyasi maharet olarak propaganda edenler “Siyasi hayatımızın tamamı emperyalistlerle mücadele etmekle geçti” demekte de bir sakınca görmemektedir.
EMPERYALİSTLERLE İŞ TUTMAK ANTİEMPERYALİSTLİK DEĞİL, İŞ BİRLİKÇİLİKTİR!
Gerçekte Erdoğan’ın siyasi hayatının tamamı “Siyasi hayatımızın tamamı emperyalistlerle mücadeleyle geçti” iddiasının tam tersidir. Çünkü Erdoğan’ın siyasi geçmiş olarak gösterdiği MTTB ve MSP’nin gençlik örgütü olan “Akıncı Gençlik” örgütlenmeleri, ABD ve Batı emperyalizminin komünizme karşı mücadelesinin en önemli projesi olan “Yeşil Kuşak”ın dayanaklarındandır. Sonraki yıllarda Erdoğan’ın tutumu, Erbakancılığın Batı emperyalizmine değil ama Batı kültürüne, seküler sosyal yaşam tazına karşı olma üstünden bir Batı düşmanlığıdır! Ki bunun emperyalizme karşı mücadeleyle bir ilgisi yoktur.
Nitekim Erdoğan 2002 seçimiyle tek başına iktidar olunca ilk yaptığı (yapacağı) iş, ABD’nin Irak’ı işgal saldırısının Türkiye üstünden yapılmasına destek vermek oldu. Ama hükümet tezkeresi TBMM’de reddedilince Erdoğan ABD tarafında “gerekli liderliği yapamadığı için” eleştirilse de birkaç yıl sonra, İslam dünyasını Batı emperyalizminin bölge stratejisine entegre etmenin projesi olan Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin Eş Başkanı yapıldı. Erdoğan’ın Türkiye’si Batı emperyalizminin “bölgesel gücü” ve “model ülkesi” oldu. Erdoğan da “Ben GOP’un Eş Başkanıyım” diye yıllarca övündü!
2007 sorasında Erdoğan, “yeni Osmanlıcı aktif dış politika”ya yönelince bölgeye müdahale eden ABD ve Rusya emperyalizmleri arasındaki çelişkilerden yararlanarak “Kırıntılardan pay alma” tutumunu, “büyük diplomasi dehalığı”, “emperyalizme karşı mücadele” olarak propaganda etti. Ama gerçekte Erdoğan’ın yaptığı emperyalistler arasındaki rekabetten yararlanma ve bölge gericilikleri arasındaki çatışmalarda taraf olarak “İslam alemine liderlik” iddialarıyla da birleşince Erdoğan’ın emperyalizm karşıtlığı, ABD ve Rusya başta olmak üzere emperyalistlerin bölgeye yeni üsler kurarak, yeni iş birlikçiler bularak bölgeye yerleşmelerine meşruiyet sağlamak oldu.
GERÇEK BİR ANTİEMPERYALİST MÜCADELE DAHA DA ÖNEM KAZANDI
‘60’lı yılların ikinci yarısında ete kemiğe bürünen gençlik mücadelesiyle öne çıkan Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in 1972’nin 6 Mayıs’ında darağacı altındaki haykırışlarıyla, bu mücadele antiemperyalizmi de aşarak sömürüsüz, sınıfsız, barış içinde bir dünya amacına bağlandı. Bu binlerce gencin bedelini hayatlarla da ödediği gerçek bir antiemperyalist mücadeledir. O dönemin en yaygın sloganı olan “tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” şiarının ifade ettiği antiemperyalizm böyle bir antiemperyalizmdir. Yani ne Erdoğan’ın sahte antiemperyalizminin ne kendi gericiliği ile Denizlerin adını istismar etme çabasının ne de Uçum’un eski solculuğundan kalma tek adam rejimini “tam bağımsızlık” olarak gösterme gayretinin gerçek antiemperyalizmle, gerçek bağımsızlıkla ilgisi yoktur.
Çünkü biliyoruz ki Erdoğan’ın;
- Batı ve Rusya emperyalizminin savaş alanı yapılan Ukrayna krizinde hem Ukrayna hem de Rusya ile iş tutmasının,
- NATO’da bütün savaş ve silahlanmaya dair kararlara imza atarken sadece İsveç’in üyeliğine “teröre destek verdiği” gerekçesiyle ayak sürümesinin,
- NATO’ya karşı Şangay 6’lısıyla, ABD’ye karşı Rusya ya da Çin’le flört etmesinin gerçek bir anti emperyalizmle bir ilişkisinin olmaması gibi liberal sol-sosyal demokrat çevrelerin ABD’ye tepki gösterirken Avrupalı emperyalistlerin “demokratlığı”nı gerekçe göstererek emperyalizme karşı mücadelenin dışında tutmasının da elbette gerçek antiemperyalizmle hiçbir ilgisi yoktur.
GERÇEK BİR ANTİEMPERYALİST MÜCADELE SÖZÜMÜZÜ YİNELİYORUZ
Dahası, “kapitalizmin tekelci aşaması olan emperyalizm”e karşı olmanın elbette ki kapitalizme karşı mücadeleyle birleşmediğinde başarılı olma şansının olmaması, gerçek antiemperyalizmle sahtelerini ayırmayı kolaylaştırmaktadır.
Nitekim ülkemizde antiemperyalizm mücadelesinin Denizlerin şahsında bir mücadeleyle simgelenmesi ülkemizde antiemperyalizme karşı mücadele için sağlam bir zemin oluşturmaktadır.
Bizlere genç hayatlarını feda ederek sınanmış bir gerçek antiemperyalist mücadele temeli sunan Deniz, Yusuf ve Hüseyin yoldaşlarımızın ve devrimci mücadele içinde hayatını kaybeden devrimcilerin anısı önünde saygıyla eğiliyor, önümüzdeki dönemde daha da önem kazanacak olan gerçek bir demokrasi ve antiemperyalist mücadeleyi daha ileri bir mevziye taşıma sözümüzü yineliyoruz.
Onlar, aramızdan fiziken ayrımlarından 51 yıl sonra da hâlâ genç, hâlâ mücadele alanlarında aramızda!
/././
"Üç Fidan"sız 51 yıl (BİRGÜN)
68 Kuşağı’nın devrimci önderlerinden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın 6 Mayıs 1972’de idam edilmesinin üzerinden 51 yıl geçti. Ülkenin bağımsızlığı için mücadele eden Üç Fidan için etkinlikler yapılacak.
6’ncı Filo’yu denize döken; emperyalizme, faşizme, savaşa, açlığa, yoksulluğa karşı mücadele bayrağını ellerinden düşürmeyen Üç Fidan’ın mücadelesi bugüne ve geleceğe ışık tutmaya devam ediyor.
Üç fidan ülkenin bağımsızlığı için mücadele ederken bugün sözde bağımsızlığı savunanların oylarıyla idam edildi. AKP’nin ortaklarından DSP Genel Başkanı Aksakal ‘‘Deniz Gezmişler, üç fidan asıldı. Emperyalizme karşı mücadele eden o yiğitler bugünkü seçimde Recep Tayyip Erdoğan’a oy verirdi" demişti. Ancak Denizlerin idamında Milli Görüş Hareketi’nin de imzası bulunuyordu. ‘‘Yaşasın tam bağımsız Türkiye’’ diyenleri katledenler bugün Türkiye’nin bağımsızlığından bahsediyor.
ASKERİ DARBE ÖĞRENCİLERİ VURDU
Dünyada sol ve özgürlükçü hareketlerin hakim olduğu ‘68 dönemi’ Türkiye’de de geniş kitleleri etkisi altına aldı. 1969 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin işgaline öncülük eden Gezmiş hakkında tutuklama kararı çıkartıldı, ancak Gezmiş yakalanmaktan kurtulmayı başararak Filistin’e gitti. 12 Mart 1971’de muhtıra ile gelen askeri darbe, öğrenci hareketini hedef tahtasına oturttu. THKO ve Mahir Çayan önderliğindeki THKP-C’nin pek çok üyesi tutuklandı veya öldürüldü. Deniz Gezmiş, Gemerek’te, Yusuf Aslan Şarkışla’da, Hüseyin İnan Kayseri’de yakalandı.
Gezmiş, Aslan ve İnan, savcılığını Baki Tuğ’un üstlendiği, Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlığındaki Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No’lu Askeri Mahkeme’de yargılanarak idama mahkûm edildi. Bu dönemde onları kurtarmak için yapılan girişimlerin çoğu sonuçsuz kaldı, hapisten kaçmayı başaran Mahir Çayan önderliğindeki bir grup NATO’ya ait radar istasyonunda çalışan iki İngiliz ve bir Kanadalı teknisyeni kaçırarak Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın serbest kalması istemiyle eylem başlattılar, ancak Kızıldere’de kuşatıldıkları evde katledildiler.
ULUCANLAR’DA SABAHA KARŞI İDAM EDİLDİLER
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkında verilen idam cezaları TBMM’de 24 Nisan 1972’de yapılan oylamada 48’e karşılık 273 kabul oyuyla kesinleşti. İdam kararları, TBMM Genel Kurulu’nda Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisi grubunca, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra idam edilen Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’a karşılık olmak üzere "üç - üç" diye tempo tutularak onaylandı. CHP kanadında ise İsmet İnönü ve Bülent Ecevit ile arkadaşları "siyasi suçlarda idam cezasına karşı çıkarak" ret oyu kullandılar.
Deniz Gezmis, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, 6 Mayıs 1972’de, bugün müze olan Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde sabaha karşı asılarak idam edildiler. İdam edildiklerinde Gezmiş ve Aslan 25, İnan ise 23 yaşındaydı.
YURT GENELİNDE ANMALAR YAPILACAK
Üç Fidan, bugün İstanbul Dolmabahçe’de ve Ankara Karşıyaka Mezarlığı’ndaki kabirleri başında anılacak. Üç Fidan için pek çok kentte da anma yapılacak: Adana Çukurova Belediyesi’nin Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan için yaptırdığı Üç Fidan Parkı, bugün saat 14.00’te törenle açılacak. SOL Parti İzmir İl Örgütü de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın ölümlerinin yıl dönümü olan bugün İzmir Narlıdere’de Bağımsızlık Yürüyüşü gerçekleştirecek. “İşbirlikçi iktidarı gönderiyoruz” sloganıyla yapılacak yürüyüş Narlıdere Semt Polikliniği önünde başlayacak ve SOL Parti Seçim Bürosu önünde sona erecek. Saat 16.00’da başlayacak Bağımsızlık Yürüyüşüne SOL Parti MYK Üyesi ve İstanbul Milletvekili Adayı Alper Taş da katılacak. Yürüyüşün ardından Narlıdere Demokrasi Meydanı’nda saat 17.00’de Ali Asker konseri düzenlenecek. İzmir Bayraklı’da yarın düzenlenecek etkinlikte ise Gezmiş’in hayatını anlatan belgesel gösterimi sunulacak ve Deniz Gezmiş’in ağabeyi Bora Gezmiş, kardeşini anlatacak. Devrimci 78’liler Federasyonu tarafından organize edilen, Bayraklı Belediyesi tarafından desteklenen etkinlik sonunda da anma konseri düzenlenecek. Bursa’da Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı Üç Fidan Gençlik Parkı’nda anılacak.
/././
Denizlerin antiemperyalizmi, bir de onlarınki (Nuray Sancar-Evrensel)
Bundan 51 yıl önce idam sehpasına çıktığında Deniz Gezmiş’in son sözleri “Yaşasın tam bağımsız Türkiye, Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi, yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi, kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler, köylüler olmuştu.” Bu beş cümle onun hayatını adadığı davanın kaynağını, seyrini, hedeflerini ve mücadelesinin dayandığı güçleri kısaca özetliyordu.
1920’de partisinin ve ondan kısa bir süre önce de Kominternin kuruluş kongresinde konuşan Mustafa Suphi’nin söylediklerine benziyordu bu sözler. Her ikisi de ülkenin ‘tam bağımsızlığı’ için mücadele etmişlerdi. Dünya halklarını ezen emperyalizme karşı mücadele ile sosyalizm arasında kesintisiz bir bağ kuruyorlardı; bu mücadelenin özneleri olarak ezilen iki ana kesime işaret etmekteydiler: İşçi sınıfı ve köylüler. Hem Mustafa Suphi ve hem de Deniz ve arkadaşları için antiemperyalist mücadelenin içeriği ve koşulları hemen hemen aynıydı.
Türkiye’de emperyalizme karşı mücadelenin içeriği böyle bir gelenekle şekillendi ve günümüzün koşullarına uygun olarak da gelişti. Her şeyden önce emperyalizm bir dış düşman değildir. Günümüzde hedef ülkelerde sermayenin birikim, yayılım ve dolaşımından ortak fayda sağlayan, kendi gücünü buradan alan yerel kaynaklara dayanarak var olabilir emperyalizm. O yüzden antiemperyalist mücadelenin adresi emperyalizmin ulusal dayanaklarına yönelen bir mücadeledir aynı zamanda. Ama bu mücadelenin hedefi bir hükümeti indirip yerine yenisini getirmekten ibaret değildir. Doğrudan doğruya mevcut devlet cihazına antikapitalist radikal bir müdahaledir. Çıktığı bir televizyon programında Denizleri ve Mahirleri anarak ‘Emperyalizme karşı mücadele eden o yiğitler bugünkü seçimde Recep Tayyip Erdoğan’a oy verirlerdi’ diyen DSP Genel Başkanı Önder Aksakal doğruyu söylemiyor bu bakımdan.
Ancak Aksakal’ın, aynı gün Afyon’da konuşurken emperyalizmi dize getirdiğini söyleyen Erdoğan’la arasındaki uyuma bakılırsa, 21 yıldır iktidarda olan ve Türkiye kapitalizmini emperyalist devletlerle çeşitli gerilim düzeylerinde yöneten iktidarın ve destekçilerinin propaganda malzemelerinden biri bu seçim döneminde de içi boşaltılmış bir antiemperyalizm. Erdoğan emperyalizmin finans düzenini yıktığını, IMF’den emir almayı bıraktıklarını, memleketin hakkını yedi düvele karşı savunarak BM toplantılarında ‘Dünya beşten büyüktür’ dediğini söylüyor. Davos’ta da one minute çıkışı yapmıştı.
Bunu söyleyen Cumhurbaşkanının partisinin 21 yıllık iktidarı altında 2022 verilerine göre hazinenin borç stoku ilk 10 ayda 1.1 milyon lira artarak 3.8 trilyon liraya çıktı. Bunun vadesindeki faiz yükü ise 10 ayda 2 trilyon lira artarak 3.4 trilyon liraya ulaştı. IMF’siz uygulanan IMF programları, DB nezareti ve DTÖ bağlamı altında tarım çökertildi. Özelleştirilen kamu kurumlarının yerli-yabancı sermayeye peşkeş çekilmesinden sorumlu olan da aynı iktidardır. Yabancı sermayeye her şey vaktiyle ‘Babalar gibi satıldı.’ Londra tefecilerine el açma işini ilk yapan da bu iktidardır. Sıcak para akışındaki açıkları Körfez ülkeleriyle swap yaparak, sağdan soldan nakit arayarak kapatmaya da uğraştılar.
Erdoğan tribünlere oynamak için yaptığı çıkışları emperyalistlere had bildirmek olarak yansıtıyor. Ondan, o kadar çok ey Amerika, ey Avrupa seslenişi çıktı ki işin iç yüzü ortada olmasa ikna edici de olacak! Ne var ki ABD’ye ya da Avrupa’ya çemkirmek antiemperyalizm demek değildir. One minute çıkışından sonra İsrail ile tatbikat yapan da, Almanya’ya faşist dedikten sonra Suriyeli göçmenleri içeride tutmak için milyonlarca avro alan da, ‘iki ey’den sonra ABD ne derse onu yapan da onun iktidarıydı.
Erdoğan’a bir adım ileri iki adım geri, bağırmalı çağırmalı politikanın uygulanması için elverişli koşulları sağlayan konjonktür, kapitalist kampı ikiye bölen Çin ve Rusya’nın yükselişiydi. Bu sadece Erdoğan Türkiyesi için değil başka orta büyüklükteki kapitalist ülkeler açısından da bir gerekçeydi. Dış politikanın karşılıklı restlerle, şantaj, tehdit ve yaptırımlar ve ayar vermelerle sürebilmesi, daha büyükler arasındaki paylaşım savaşının şiddetiyle ilişkilendi. Türkiye’nin bir kamptan diğerine sürüklendiği, ikisini birden idare etmeye çalıştığı, her iki kampın ve tek tek emperyalist ülkelerin Türkiye’ye çeşitli nedenlerle ihtiyaç duyduğu böyle bir konjonktürde ne kadar bağırırsan o kadar antiemperyalist görünebilirsin!
Seçime çok az bir zaman kala AKP’nin sözcüleri silah sanayisinin mamulleri ile övünüyorlar. Türkiye’nin bağımsızlığı bu silahlarla ölçülüyor. Parası ödendiği halde ABD’nin rehin tuttuğu F16’ların, ABD’nin şantajıyla hangara çekilen Rus füzelerinin, yine ABD istediği için sessizce limana bırakılan Mavi Vatan projesinin unutulduğu sanılıyor. Ama unutulmuyor işte.
Demek ki Denizler ve Mahirler yaşasaydılar Erdoğan’a oy vermezlerdi… Onlar Dolmabahçe’de altıncı filoyu protesto ederken önlerine barikat kuranların ya kendileri ya soyundan gelenler bugün AKP iktidarının içinde ya da çeperinde. İdam cezasını onaylamak için Mecliste el kaldıranlarla aynı ruh halini ve politik düzlemi paylaşanlar antiemperyalist olamazlar.
Denizlerden miras kalan; hem emekçilerin birikimlerini beşli çetelere, tekellere dağıtıp hem de tekellerin düzeni anlamına gelen emperyalizme karşı olunamayacağıdır. Onların idam sehpasında bize hatırlattığı şudur; ancak işçiler, köylüler ve diğer sömürülenler antiemperyalist mücadelenin öznesi olabilirler. Gerisi hikayedir.
Öne Çıkan Yayın
T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-
Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...

-
“Bankacılığın En Uzun Yılı”: Erdem ve liyakat dolu “eski Türkiye”-Yalçın Doğan- “Altınok, Hazine Genel Sekreteri olarak bir genelge hazırlıy...
-
Suriye ‘asıl depreme’ doğru adım adım -Akdoğan Özer- Geçen aralık ayında “öncü deprem” ile sarsılan Suriye’de geçen hafta yaşananlar sonucu ...
-
Fatih Altaylı’dan Murat Bardakçı’ya: Sen git onu kendilerini Araplaştırdıkları yetmiyormuş gibi memleketi de Araplaştırmaya çalışan dostla...