KISA KISA GÜNDEM - 12 TEMMUZ 2023 -

 


Son dakika... Köprü ve otoyol geçişlerine KDV zammı geldi (Cumhuriyet)

Son dakika... KDV'deki artışın ardından köprü ve otoyol geçiş ücretlerine zam geldi. Karayolları Genel Müdürlüğü (KGM) yeni ücretleri açıkladı.

15 Temmuz Şehitler ve Fatih Sultan Mehmet köprüleri geçiş ücreti, tek yön otomobil için 8 TL 25 kuruştan, 8 TL 50 kuruşa çıktı. Hafif ticari araçlar için 10 TL 75 kuruştan 11 TL’ye, motosikletler için 3 TL 25 kuruştan 3 TL 50 kuruşa yükseldi.

Motorine büyük zam: Pompa fiyatlarına yansıdı (soL)

Dolar kurundaki hareketlilik ile KDV ve ÖTV oranlarında yapılan zamlar benzin ve motorin fiyatlarında değişikliğe neden olmaya devam ediyor. Motorine de dün gece yarısından itibaren 1 lira 7 kuruşluk zam geldi. Fiyat değişikliği pompa fiyatlarına yansıdı. Benzin grubunda ise fiyat değişikliği gerçekleşmedi. Güncel akaryakıt pompa fiyatlarına göre, İstanbul'da motorin litre fiyatı 26,37 liradan, benzinin litresi ise ortalama 26,65 liradan satılıyor.

Milli Eğitim Bakanı Tekin'den 'karma eğitim' açıklaması: 'Gerekirse kız okulları açabilmeliyiz' (soL)

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, katıldığı canlı yayında eğitim sistemiyle ilgili konuştu. Tekin, 'kız okulları' kurmanın, kız çocuklarının okula gönderilmemesini engelleyecek bir çözüm olabileceğini öne sürdü. Kız çocuklarını okula göndermeyen ailelerin "Ben çocuğumu erkeklerle aynı okula göndermek istemiyorum" dediğini iddia eden Tekin, "Şimdi benim Milli Eğitim olarak birincil hedefim ne? Kız çocuklarının okullaşması sağlamaktı. O zaman veliyi ikna etmek için biz, gerekirse kız okulları da açabilmeliyiz, veli isterse çocuğunu kız okullarına gönderebilmeli, isterse erkeklerin gittiği okullara gönderebilmeli" dedi. Karma eğitimin esas olduğunu söyleyen Tekin "Ama bu tür gerekçelerle, yani eğitimin, okullaşma oranının artması anlamında bu tür tedbirleri almak gerekiyorsa beraber alalım" ifadelerini kullandı.('Karma eğitim esastır ama...') Karma eğitime karşı olmadığını söyleyen Tekin, "Tam tersine özgürlükçüyüm, karma eğitim isteyen veliler için de kuşkusuz o olacak. Zaten bizim Milli Eğitim'in temel kanununda öyle diyor, karma eğitim esastır ama benim asli görevim, okullaşma oranını artırmaktır" diye konuştu.

TKP'den Büyükelçilik binasının satışa çıkarılmasına tepki: Ankara ABD'nin çiftliği değildir! (soL)

TKP Ankara'dan Büyükelçilik binası satışa çıkarılması nedeniyle yapılan açıklamada, 'Sizi önce o binalardan, sonra da memleketten kovacağız' denildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/tkpden-buyukelcilik-binasinin-satisa-cikarilmasina-tepki-ankara-abdnin-ciftligi-degildir)

Türkiye kişi başına düşen polis sayısında Avrupa üçüncüsü: 5 yılda yüzde 21 artış (soL)

Avrupa’da polis sayısının en fazla olan ülke konumundaki Türkiye'de, 100 bin kişi başına düşen polis sayısı ise 568. Euronews'in aktardığı AB İstatistik Ofisi Eurostat verilerine göre; 2021 yılında Türkiye’de 100 bin kişi başına 568 polis düşüyor. Bu sayı 2019-2021 yılları ortalamasına göre AB’de 335. 100 bin kişi başına düşen polis sayısında zirvede Karadağ (678) bulunurken, ikinci sırada Sırbistan (596, 2015 verisi) var. Üçüncü sıradaki Türkiye’nin ardından Kıbrıs (547) ve Yunanistan (520) geliyor. 100 bin kişi başına düşen polis sayısı Türkiye’de 2009 yılında 515 idi. Bu sayı 2015’te ise 464'e indi. 2016’da 462 ile en düşük oran görülürken, 2021’de 568'e yükseldi. Böylece son beş yılda kişi başına düşen polis sayısı yüzde 21 artış gösterdi. 2021 yılında Türkiye’de polis sayısı 475 bin idi. Bu sayı 2009’da 368 bin; 2016’da 364 bin idi. Türkiye’deki polis sayısı 2016-2021 dönemini kapsayan son 5 yılda yüzde 31 artış gösterdi. 

Dünyaca ünlü yazar Milan Kundera yaşamını yitirdi (Cumhuriyet)

Çek asıllı Fransız yazar Milan Kundera, 94 yaşında hayata veda etti.

"Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği""Gülünesi Aşklar""Bilmemek"   romanlarının ve daha bir çok ölümsüz eserin yazarı Milan Kundera yaşamını yitirdi. Çekya Televizyonu'nun bildirdiği habere göre, yaşayan son varoluşçu olarak nitelendirilen Kundera, hayatını kaybettiğinde 94 yaşındaydı. Çekya'nın Brno kentinde doğan Kundera, 1968'de Sovyetler Birliği'nin  Çekoslovakya'yı işgalini eleştirdiği için sürgün edilmiş ardından da 1975'te Fransa'ya göç etmişti.1985 yılında Kudüs ödülüne layık görülen dünyaca ünlü yazar, "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" isimli kitabı 80’lerin sonuna kadar anavatanında yasaklı kalmıştı. 20. yüzyılın en etkili romancılardan biri olarak gösterilen Milan Kundera, 1970’li yıllarda ülkesini terk etmesinin ardından kaybettiği Çekya vatandaşlığını 40 yıl sonra geri kazanmıştı.

Biden ile kucaklaşma: Tarihin en Amerikancı iktidarı yine şaşırtmadı (Birgün)

Son yıllardaki ABD karşıtı söylemini seçimler yaklaştıkça artıran Erdoğan, İsveç meselesinde NATO’ya bağlılığını kanıtladıktan sonra bulduğu ilk fırsatta ABD Başkanı Joe Biden ile kucaklaştı. 2 ay önce kendisini devirmeye çalışmakla suçladığı Biden ile samimi bir hava yakalayan Erdoğan’ın “Yeni bir süreç başlatıyoruz” sözleri, yandaş medya tarafından manşetlere taşındı. Erdoğan’ın son hamlesi, siyasal İslamcı iktidarın bazı destekçilerinde ise hayal kırıklığı yarattı. (https://www.birgun.net/haber/biden-ile-kucaklasma-tarihin-en-amerikanci-iktidari-yine-sasirtmadi-452350)

Erdoğan’a hakaret davalarında bugün: Çocuğa da hapis cezası verdiler (İsmail Arı-Birgün)

‘Cumhurbaşkanı’na hakaret’ ettiği iddiasıyla CİMER’e şikâyet edilen ortaokul öğrencisi 14 yaşındaki çocuğa beş ay hapis cezası verildi. Üstelik mahkeme, Cumhurbaşkanlığı’nın şikâyetten vazgeçmesine rağmen bu kararı aldı.
Erdoğan’a hakaret iddiasıyla verilen tartışmalı yargı kararlarına bir yenisi daha eklendi. “Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiği” iddiasıyla hâkim karşısına çıkarılan 14 yaşındaki çocuğa da hapis cezası verildi. Ortaokul öğrencisi B.C.G., “Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiği” gerekçesiyle İstanbul Gaziosmanpaşa 2. Çocuk Mahkemesi’nde yargılandı. İlk kez 18 Mayıs’ta hâkim karşısına çıkan çocuğun 6 Temmuz’da yargılanmasına devam edildi. Duruşmada Cumhurbaşkanlığı’nın şikâyetçi olmadığını belirtti. Ancak buna rağmen 2009 doğumlu B.C.G.’ye “Cumhurbaşkanı’na hakaret suçunu işlediği” iddiasıyla önce 1 yıl hapis cezası verildi. Ardından da sanığın yaşının küçük olduğu ve “iyi hali” gerekçe gösterilerek 7 ay indirim yapıldı. B.C.G.’ye beş ay hapis cezası veren mahkeme, ‘hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına’ da karar verdi.(CİMER’E ŞİKÂYET EDİLDİ, DAVA AÇILDI) Savcı Bilal Korkmaz tarafından hazırlanan iddianamede, ‘delil’ olarak o dönem 13 yaşında olan B.C.G.’nin bir WhatsApp grubunda sarf ettiği sözler gösterildi. Soruşturma, Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi’ne (CİMER) yapılan şikâyet gerekçe gösterilerek açıldı. Çocuk hakkında bir de Adli Tıp’a rapor hazırlatıldı. Raporda, çocuğun eyleminin hukuki anlam ve sonuçlarını algılayıp, davranışlarını yönlendirme yeteneğinin yeterince gelişmiş olduğu belirtildi. Ayrıca iddianamede, çocuğun, “Cumhurbaşkanı’nın onur, şeref ve saygınlığına saldırıda bulunduğu” iddia edilerek cezalandırılması istendi. İlk duruşmaya katılan çocuk, “WhatsApp grubunda Erdoğan isimli bir şahıs, Atatürk ile hakaret içerikli mesajlar yazınca ona tepki gösterdim. Cumhurbaşkanı’na hakaret kastım yok. Beraatimi talep ediyorum” dedi. Çocuk daha önce savcıya verdiği ifadede ise “WhatsApp grubunda bulunan şahısların şeriat gelecek, idam gelecek. Atatürk’ü sevenler idam edilecek. Şeriat yanlısı olmayanlar ülkemizde rahat yaşayamayacak. Ülkede şeriat yanlısı olmayanların yeri yok” şeklinde ifadeler kullandığını ve buna tepki gösterdiğini ancak küfür etmediğini belirtmişti.(BİN 75 ÇOCUĞA DAVA)  “Cumhurbaşkanına hakaret” ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılanların sayısında da geçen yıl rekor kırıldı. Geçen yıl tam 16 bin 753 kişi hâkim karşısına çıkarıldı. “Cumhurbaşkanına hakaret”, “Devletin egemenlik alametlerini aşağılama”, “Türk Milletini”, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, devletin kurum ve organlarını aşağılama” suçundan 2022 yılında tam bin 75 çocuğa dava açıldı.

Dindar nesil için para akıttılar (Mustafa Bildircin-Birgün)

Kamunun harcama detayları, iktidarın ‘tercih’ini gözler önüne serdi. AKP iktidarı, yılın ilk 5 ayında kültür ve sanat için 1,3 milyar TL harcarken din hizmetleri için toplam 16 milyar TL ödedi.
Baskı ile festival ve konserlerin iptal edildiği, sergilerin hedef alındığı ülkede, kamu kurumlarının harcama rakamları, iktidarın ‘tercihini’ açığa çıkardı. Din hizmetleri ve yaygın din eğitimi için harcanan para, kültür ve sanat için ödenen tutarı 12’ye katladı. Merkezi yönetiminin bütçe giderlerine yönelik verilere göre, din hizmetleri ve yaygın din eğitimi için ocak ile mayıs döneminde 16 milyar 69 milyon TL’lik harcama gerçekleştirildi. Kamunun “din hizmetleri ve yaygın din eğitimi” kaleminden bu yılın ocak ve şubat aylarında yaptığı ödeme; kayıtlara sırasıyla 3 milyar 966 milyon 872 bin TL ve 2 milyar 989 milyon 975 TL olarak geçti. Mart ile mayıs döneminde yapılan harcama ise aylara göre şöyle sıralandı: •Mart: 2 milyar 987 milyon 324 bin TL, •Nisan: 3 milyar 114 milyon 497 bin TL,•Mayıs: 3 milyar 10 milyon 402 bin TL (SANATA CİMRİ) Din hizmetlerine harcanan 16 milyar TL’ye karşın kültür ve sanat için kamunun kasasından çıkan para 1 milyar 337 milyon 809 bin TL’de kaldı. Merkezi bütçeden, “Sanat ve kültür” kalemine ödenen para, aylara göre şöyle: •Ocak: 303 milyon 442 bin TL, •Şubat: 220 milyon 9 bin TL, •Mart: 226 milyon 366 bin TL •Nisan: 350 milyon 532 bin TL, •Mayıs: 237 milyon 460 bin TL

Hukukçuların yaşadığı sitede yönetime 'siviller' seçildi: Savcı, yeni yönetim için gözaltı kararı aldı (Birgün)

Başakşehir'de hakim ve savcıların da oturduğu Ortaköy sitesinde, hakimlerin bulunduğu site yönetimine, siviller seçilince hakimler site yönetimini vermek istemedi, yeni yönetim savcı kararı ile gözaltına alındı. Patronlar Dünyası'ndan Semih Demirhan'ın haberine göre  Başakşehir'deki Ortaköy Sitesi'nde 7 Temmuz'da yönetici seçimleri yapıldı. Seçimler sonunda Zekeriya Bektaş, Mariye Sarıcı ve Nursel Polat yeni yönetici oldu. Yeni yöneticiler görevi devralmak için dün sitedeki yönetim ofisine gitti. Ancak, bekledikleri bir ortamla karşılaşmadılar. Aralarında hakimlerin de bulunduğu eski yöneticiler, yönetimi kendilerine devretmeyeceklerini söylediler. Eski ve yeni yöneticiler arasında tartışma çıktı. Yeni yöneticiler, yönetim ofisini kilitleyerek evlerine gitti.(ANAHTARI VEMEYİNCE GÖZALTINA ALINDILAR)  Bir süre sonra yeni yöneticiler, evlerine gelen polislerin, "Yönetim ofisinin anahtarlarını verin yoksa gözaltına alınacaksınız" sözleri ile neye uğradıklarını şaşırdı.  Anahtarları vermeyeceklerini, kendilerinin yönetici olarak seçildiklerini söylemelerine rağmen polisleri ikna edemediler. Eski yönetici "hakimler" yeni yöneticileri savcılığa şikayet etti ve savcı Tuncer Bingöl de gözaltı kararı verdi. Yeni yöneticiler, gözaltına alınarak karakola götürüldü.

Veriler açıklandı: Sanayi üretimi mayıs ayında da negatif (Birgün)

Türkiye İstatistik Kurumu mayıs ayına ilişkin sanayi üretim endeksini açıkladı. Verilere göre sanayi üretimi nisan ayının ardından mayıs ayında da yıllık bazda yüzde 0,2 azalış kaydetti.

Sanayi üretim endeksi, mayısta aylık bazda yüzde 1,1 artarken, yıllık bazda yüzde 0,2 düşüş gösterdi. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), mayıs ayına ilişkin  sanayi  üretim endeksi sonuçlarını açıkladı. Buna göre, mayısta takvim etkisinden arındırılmış sanayi üretimi geçen yılın aynı ayına kıyasla yüzde 0,2 düştü. Sanayinin alt sektörleri incelendiğinde, mayısta madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksinin geçen yılın aynı ayına göre yüzde 7,1, elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksinin de yüzde 1,3 azaldığı hesaplandı. İmalat sanayi sektörü endeksi ise yüzde 0,6 arttı. Arındırılmamış sanayi üretim endeksi de yıllık bazda yüzde 11,3 yükseldi.(SANAYİ ÜRETİMİNDE AYLIK VERİLER)  Mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış sanayi üretimi, söz konusu ayda nisana kıyasla yüzde 1,1 arttı. Sanayinin alt sektörleri incelendiğinde, mayısta madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksinin bir önceki aya göre yüzde 2,4, imalat sanayi sektörü endeksinin yüzde 0,9 ve elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksinin yüzde 2,4 yükseldiği görüldü. Nisan ayında sanayi üretimi yıllık bazda yüzde 1,2; aylık bazda ise yüzde 0,9 gerilemişti.

(derleyen: mstfkrc)

Milyonlarca insanı tanık gösteriyorum - Timur Soykan / BİRGÜN

 

                                                                                                                     Fotoğraf: Depo Photos

Gezi Davası ile ilgili tebliğnameyi yazan Yargıtay Savcısı, milyonlarca insanı etki ajanları, nüfuz casuslarının sokağa çıkardığını savunuyor. Kitaplardan alıntılarla ajan senaryosu yazıyor. Ben de itiraz ediyorum ve milyonlarca tanığa soruyorum: Sizi etki ajanları mı sokağa çıkardı?

Türkiye’de bir savcı, dünyanın düz olduğuna inanıp bunun karşıtı faaliyet yürütenleri suçlayabilir. Ya da bir Yargıtay Savcısı, üç harflilerin Türkiye’de darbe planladığını savunup bu cinlerle bağlantılı olduğun iddiasıyla seni yargılayabilir. Üstelik birkaç kitaptan alıntı yapıp seni hapse atabilir. 

İnanmıyor musun? Yargıtay Savcısının, Gezi Davası’yla ilgili yazdığı tebliğnameyi okumanı öneririm. Türkiye’deki adalet sisteminde ekmek kırıntısı kadar akıl ve mantık kalmadığını ortaya koyan eşsiz bir metin ve sadece 77 sayfada bunu başarıyor. Mutlaka internetteki tam metnini okumalısın. Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Mine Özerden, Hakan Altınay, Yiğit Ali Ekmekçi hakkında yazılmış tebliğnameyi okurken dejavu yaşadım. Sanki FETÖ’cülerin Ergenekon Davaları dönemine ışınlandım. Hiçbir somut olguya, delile dayanmayan uçuk senaryolardan iddianameler onların döneminde başlamıştı. Artık yüksek yargıda, Yargıtay’da TRT’ye propaganda dizisi yazılıyor ve atış serbest. Delil hak getire…

CASUS DİZİSİ YAZIYOR

Savcı özetle şunu savunuyor: Gezi olayları, toplum refleksiyle bir anda oluşmadı. Planlı bir senaryoydu. Etki ajanları, yönlendirici ajanlar, nüfuz casusları yaptı. George Soros ile bağlantılı Osman Kavala ve etkili ajanları bir yıl öncesinde toplantılar yaptı. İnsanları sokağa döktüler. Yani; savcı, Osman Kavala ve etki ajanlarının, neredeyse Türkiye’nin tüm şehirlerinde milyonlarca insanı sokağa dökecek güce sahip olduğunu iddia ediyor. Birilerinin düğmeye basıp milyonlarca insanı harekete geçirdiğine inanmamızı bekliyor.

Yetmiyor…

Gezi eylemlerine katılanların büyük çoğunluğunun terörist olduğunu savunuyor.  Böyle senaryoya film repliğiyle yanıt verilir. İtiraz ediyorum: Gezi Direnişi’ne katılmış biri olarak tanıklık ediyorum. Sokağa çıkanların çok büyük çoğunluğu hayatında ilk kez eyleme katılmış insanlardı. Evlerinden eşofmanlarıyla çıkan, Taksim’e yürüyen binlerce insanı gördüm. Gezi Direnişi’ne katılmış milyonlarca insanı tanık gösteriyorum. Evlerine gelip ya da telefonla arayıp sokağa çıkmalarını söyleyen bir ajan oldu mu? Çıkıp bunu söyleyecek tek kişi var mı?

Gezi Parkı’na sarma sarıp getiren teyzeler mi etki ajanı? Poğaça taşıyan amcalar mı nüfuz casusu? Biber gazına karşı gözümüze talcid süren talcidman mi yönlendirici ajan?

Milyonlarca tanığız ve kefiliz birbirimize. 

Çadırda sabahlayan gençler, yeryüzü sofrasında birlikte iftar yapanlar, namaz kılanlar ve onları koruyanlar, duran adam, kütüphaneye kitap taşıyan gençler, yaralıları tedavi eden doktorlar, biber gazından kaçarken el ele tutuşanlar, konser veren müzisyenler, ders veren öğretmenler ve polisin attığı gaz kapsülü ve sıktığı kurşunlarla öldürülen çocuklar, gençler bu memleketin güzel evlatlarıydı. 

                                                                                                                                 İllüstrasyon: Murat Başol

DELİL YERİNE HAYAL DÜNYASI

Ama Gezi Davası tebliğnamesini yazan savcının görevi, hakikati yok etmek. Her yerde ajan arayıp bunun için sayfalar dolduran savcı, Gezi Direnişi’nin gerçekten nasıl başladığını yazmıyor. Oysa gerçek; deliller, somut olgular, fotoğraflar, videolar, kamera kayıtları, haberler ve milyonlarca tanıkla ortada duruyor. Savcı tebliğnamesinde İstanbul’un merkezindeki tek yeşil alanın AVM yapılarak ranta açılmasına karşı Gezi Direnişi’nin başladığına değinmek istemiyor. Ağaçları koruyan insanların biber gazına boğulmasına, çadırların yakılmasına toplumda oluşan öfkeyi yazmıyor. Ajan bulmak için yasa dışı tapelerde, biyografilerde, komplo teorilerinde kılı kırk yaran savcı, Gezi Direnişi’ni başlatan yağma düzenini de unutmamızı istiyor.  Ama hepimiz hatırlıyoruz:

AKP’nin açgözlü, talancı yönetimi, İstanbul’un anayasası olan imar planlarına rağmen Kuzey Ormanlarını katlediyor, betona boğuyordu. Aslında yasayı çiğneyen rantçı iktidardı ona karşı direnenler yasayı savunuyordu. Validebağ Korusu, Sevda Tepesi, kentin pek çok yeşil alanı peşkeş çekilmek istenmişti. Tarihi Emek Sineması yıkılıyor, Haydarpaşa Garı otel yapılmak isteniyordu. Türkiye’nin dört bir yanında insanlar doğasını korumak isterken dereler HES’lerle kurutuldu, zeytinlikler, kıyılar her gün imara açıldı. Ve laiklik boğuluyordu. Türkiye’nin kurucu liderlerini ‘İki ayyaş’ diyerek aşağılıyorlardı. AKP-FETÖ ortaklığı kumpas davalarıyla korku iklimi oluşturmuştu. ÖSYM sorularını bile çalmışlardı. Toplumun çok farklı kesimleri, Türkiye bugün içinde olduğu karanlığa gömülmesin diye bir araya gelmiş ve dünya tarihinin en onurlu direnişlerinden birini doğurmuşlardı. Polisin orantısız şiddeti tepkiyi de büyütmüştü. Tebliğnamede zarar gören bina ve araçları tek tek sayan savcı, polisin attığı biber gazı kapsülü ve kurşunlarla öldürülen gençlerin adını bile anmadı.

Oysa bu tebliğnameden sadece birkaç gün sonra Ali İsmail Korkmaz’ın katledilmesinin 10’uncu yıldönümüydü. Ali İsmail Korkmaz’ı öldüren ve onu tekmelerken ayağı incindiği için rapor alan polis bu davanın şikâyetçisi yapılmıştı. Defalarca beraat ile biten Gezi Davası’nı tekrar raftan indiren savcı, Anayasa Mahkemesi üyesi yapılmıştı. Son davada mahkûmiyet kararını veren mahkemenin bir üyesi, AKP’den milletvekili aday adayıydı.   

SAVCININ AJAN SENARYOSU

Peki, tüm aşikâr gerçekleri inkâr eden savcının ajan senaryosundaki kanıtı ne? Etki ajanları konusunda yazılmış kitaplar. Tebliğnamenin önemli kısmını o kitaplardan alıntılar oluşturuyor. Yargıtay Savcısı, 2002’de evinin önünde başından vurularak öldürülen Necip Hablemitoğlu’nun ‘Köstebek’ ile ‘Şeriatçı Terörün ve Batının Kıskacındaki Türkiye’ kitaplarından yaptığı alıntıları delil olarak gösteriyor. Mesela bir alıntı şöyle: “Artık hedef ülkelerde özellikle istihbarat - ajitasyon faaliyetlerinde deşifre olma riskine girilmiyor, bu iş genellikle doğrudan ya da dolaylı olarak servisle ilişkili yerli işbirlikçilere, taşeronlara sipariş ediliyor. İşte literatürde bu yerli işbirlikçilere - taşeronlara “etki ajanları”, “yönlendirici ajanlar” ya da kapsamlı bir deyişle “nüfuz casusları” deniliyor.” 

İyi de…

Hablemitoğlu bu kitaplarında Fetullahçı çetenin devlette örgütlenmesini ve yabancı istihbarat servisleriyle ilişkisini anlatıyor. Savcı da FETÖ’cülerin devletteki örgütlenmesini ‘etki ajanı’ varlığının kanıtı olarak tebliğnamede uzun uzun yazmış. Böylece sanıklar hakkında bir FETÖ suçlaması varmış gibi yapıyor. Ama aslında yok. Sanıklar örgüt talimatıyla hareket etmekle suçlanıyor ama ‘Hangi örgüt’ diye sorarsanız, yanıt yok.

Ama bir sorun var: Bu davanın sanıkları, FETÖ’yle yıllarca mücadele etmiş insanlar. Mesela Can Atalay, FETÖ kumpaslarına karşı avukatlık yapmış, o dönemin muktediri savcı ve hakimlerle duruşma salonlarında karşı karşıya gelmiş bir isim. Zaten en başından beri FETÖ’nün yayın organları Gezi Direnişi’ni hedef almıştı. Ama olsun savcının hayal dünyasındayız.

ETKİ AJANI OLMAZ

‘FETÖ ve etki ajanları’ konusunu işleyen savcı için de sorunlar var:

Mesela…

Hablemitoğlu’nun bu kitapları yazmasından sonraki yıllar boyunca AKP’liler ile Fetullahçılar ortaktı. ‘Okyanus ötesine’ selam yollayan, Ergenekon davalarının savcısı olduğunu söyleyen, Fetullah Gülen’e ‘Bitsin bu hasret’ diyen Recep Tayyip Erdoğan, etki ajanı mı? Fetullah Gülen’e övgüleri, Amerika’daki çiftliğinde çektirdikleri fotoğrafları arşivleri dolduran AKP’liler, bakanlar neden etki ajanı değil? Önceki gün ortaya çıktı. Yeni Adalet Bakanı’nın avukat kardeşinin telefonunda Bylock varmış ve 1.454 kez Bylock kullanmasına rağmen ceza almamış. Etki ajanı değil miymiş? Hablemitoğlu’nun kitaplarını okuyan savcı ve meslektaşlarının akıllarına FETÖ’cüleri general, emniyet müdürü, vali, kaymakam olarak atayan ‘etki ajanları’nı soruşturmak niye hiç gelmedi?

Bir tane de güncel soru var: Ankara’nın göbeğinde Hablemitoğlu’nu öldüren katiller, 21 yıl boyunca neden tespit edilmedi? Kısa süre önce davanın sanığı Nuri Gökhan Bozkır’ın tahliye edilip firar etmesini kimler sağladı?

Neyse bunlar gerçek bir adalet sistemine sorulacak sorular.

BİR FETÖCÜ, BİR POLİS

Savcının senaryosunda esinlendiği bir kitap ise Mustafa Yıldırım’ın Sivil Toplum Kuruluşları hakkında yazdığı ‘Sivil Örümceğin Ağında.’ Tebliğnamede bu kitaptan yapılan alıntı ve kesinlik vurgusuna bakınca kanun maddesi zannedebilirsiniz. Savcı, Soros, Otpor, Canvas, Turuncu Devrim gibi uluslararası örneklerle teorisini kanıtlamaya çalışıyor. Savcı, George Soros ile Osman Kavala ve Açık Toplum Vakfı’nın bağlantısına dört elle sarılıyor. Ancak bu gizli, bilinmeyen bir bağlantı değil. Tabii savcı, Soros ile Erdoğan ve bazı AKP’li isimlerin toplantı fotoğraflarını da hatırlamak istemiyor. Ayrıca bunlar nasıl ajanlarsa dinlemeye karşı hiç önlem almadan cep telefonlarından konuşuyorlar. Etki ajanı FETÖ’cüler onları yasa dışı şekilde dinliyor, savcı ‘ajanları’ birbirine karıştırıyor. Polisler savcının işine gelince etki ajanı olmaktan çıkıp delilleri yeniden kıymetli oluyor. Üstelik bu dinleme kayıtlarında defalarca ‘şiddetsiz eylem’den bahsedilmesine karşın savcı bu kısımları önemsemiyor.

NİYET OKUYAN SUÇLAMA  

Savcı, Gezi Direnişi’nin bu ülkenin demokrasisine katkı yapacağını düşünmeyi de suça dönüştürüyor. Bunun için yapılan toplantıya katılmak büyük delil olarak sunuluyor. Yani senaryo yazarı savcının niyet okuma yeteneği de var. Hukukta yeri yok ama olsun. Tebliğnamede Osman Kavala’nın hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs suçundan ağırlaştırılmış müebbetle, Mücella Yapıcı dışındaki diğer sanıkların yardım ettikleri iddiasıyla 18’er yıl hapisle cezalandırılmasını isteniyor. Mücella Yapıcı’nın ise beraatı talep ediliyor. Can Atalay’ın Hatay Milletvekili olmasına karşın tahliye edilmemesi gerektiğini anlatan savcı, geçmişteki Anayasa Mahkemesi kararlarını da hiçe sayıyor.

Şimdi ülkenin önünde çok önemli bir soru var: Yargıtay Dairesi, bu senaryo ile ağırlaştırılmış müebbet ve 18’er yıl hapis cezalarını onaylayacak mı? Onaylarsa yargının hayal gücüne bağlı özgürlüğünüz ve masumiyetiniz.

Tebliğnamedeki hayal dünyası bu yazıya sığmadı. Daha sonra devam edeceğiz.

Timur Soykan / BİRGÜN

Cumhuriyet'in 100. yılına dair sergiler – (2) : İşgal altındaki İstanbul'dan manzaralar (MUHAMMED NALBANT-soL/Kültür)

 

Kuruluşa giden yoldaki bir evre olarak, İstanbul’un işgal edildiği dönemi ele alan “Meşgul Şehir: İşgal İstanbul’unda Siyaset ve Gündelik Hayat, 1918–1923” adlı sergiyi gündeme getireceğiz.

“920'nin 16 Martı

uykuda kesti kâfir üçümüzü,

kurşuna dizdi kâfir ikimizi.

İngiliz'in hepsi değil domuzu

Sabaha karşı aldı canımızı.”

Girişteki satırlar Nâzım Hikmet’in “Kuvayı Milliye Destanı” adlı eserinden. İstanbul’un işgali esnasında direniş gösteren ve hayatlarını kaybeden Osmanlı askerlerinin seslenişini taşıyor bize Nâzım…

soL Kültür’de bu yazıda Cumhuriyet’in 100.yılı çerçevesinde, kuruluşa giden yoldaki bir evre olarak, İstanbul’un işgal edildiği dönemi ele alan “Meşgul Şehir: İşgal İstanbul’unda Siyaset ve Gündelik Hayat, 1918–1923” adlı sergiyi gündeme getireceğiz.

“Meşgul Şehir” sergisi bir önceki inceleme yazısında ele alınan sergiye nazaran isminin hakkını vermekte. Ele alınan başlığın bir odaklanma barındırması, incelenen zaman diliminin de daha uzun olması, o sergiye kıyasla bu sergiyi daha renkli ve ilgi çekici hale getirmiş.

Beş yıl boyunca işgal altında kalan şehirde, hem şehri işgal altında tutan askerlerin hem de tarihi bir alt-üst oluş dönemine denk gelinmesi sebebiyle ortaya çıkan çok büyük bir göç dalgasından etkilenen göçmenlerin ve şehir halkının gündelik hayatlarından bol miktarda kesitler görmek mümkün.

İstanbul'un işgali

Sergiyi incelemeye “İşgal” ile başlamak gayet yerinde olacaktır.

Bilindiği üzere, İstanbul’un işgali, 1. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden iki gün sonra, 13 Kasım 1918’de, İtilaf Devletleri donanmasının İstanbul önlerine demirleyip, ardından kentin stratejik noktalarının kontrol altına alınmasıyla başlamış, 16 Mart 1920’de idareye de el konmasıyla işgal her düzeyde hayata geçirilmişti. Beyoğlu ve Rumeli yakası İngilizler, İstanbul yakası Fransızlar ve Anadolu yakası İtalyanlar'ın kontrolüne bırakılmıştı.

Şehrin işgali, birden fazla milletten insanın tebaası olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda herkeste aynı etkiyi göstermez. Ekalliyetin bir kısmı bu olayı büyük bir sevinç içinde karşılarken diğer bir kısmı Türk nüfusla birlikte korku ve üzüntü ile karşılar çünkü Türklerin bu durum karşısında gösterecekleri tepkilerden ve kendilerine verecekleri zarardan korkmaktadırlar.

Sergide işgale dönük tepkilerin toplu halde gösterildiği ve çok sayıda insanın katıldığı mitingleri ve şehrin işgali ve işgalden kurtuluşunu; Ankara hükümetinin yönetimindeki birliklerin şehre girişlerini görmek de mümkün.

Sergiyi incelemeye işgal İstanbul’unda Gündelik Hayat başlığı ile devam edebiliriz.

20.yüzyılın başlarında yalnız Osmanlı İmparatorluğu ve etki alanı değil, bütün dünyanın sarsılması ve Çarlık Rusya’sında bir sosyalist devrimin de gerçekleşmiş olması ile birlikte çok sayıda insan yerinden yurdundan olmuştu. Bu insanlar arasında ailelerini kaybetmiş olan ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş çocuklar olmakla birlikte Devrimle birlikte sosyal/sınıfsal konumlarını kaybetmiş ve ülkelerinden kaçmış çok sayıda Çarlık Rusya vatandaşı da bulunmaktaydı.

Çocuklar aidiyetlerine göre kendi cemaatlerinin okul ve yurtlarında eğitim alır ve bakılırlarken, siyasi göçmenler, sığınmacılar çok zor şartlar altında hayatta kalmaya çalışmışlar. Yine Devrimden önce Çarlık aristokrasisi mensubu olan bir göçmen kadının İstanbul’daki yaşamı sırasında tramvay ücreti ödememek için birçok yere yürüyerek gidip gelmesi ile ilgili paylaşımlar, oldukça ilgi çekici.

Tabii sadece siyasi göçmenler olmamış şehrin işgal dönemindeki misafirleri. Devrimden sonra ülkelerinden kaçan ve İstanbul’u güvenli bir liman olarak gören sanatçılar; ressamlar, şarkıcılar o dönemde şehrin sosyal/kültürel yaşamına damga vurmuşlar.

Serginin işgal döneminde kültür-sanat-eğlence faaliyetlerini inceleyen bölümünde oldukça renkli detaylarla karşılaşabilirsiniz.

İşgal İstanbul'unun emekçileri

Tabii bütün olup bitenler sadece askerlerin ve tarihin büyük dalgalarının bu şehre getirip bıraktığı insanların yaşamlarından ibaret değil. Olağanüstü bir durum, bir uluslararası kriz olan savaş nedeniyle doğal olarak şehir sakinleri normal şartlar altında “karşılayabildikleri” ihtiyaçları ve aldıkları hizmetlere de ulaşmakta güçlük çekerler.

Emekçiler işgale ve işgalin kendi üzerlerindeki etkilerine karşı koymak için çeşitli yollara başvurmuşlar. Kimi işçi örgütlenmeleri ya da grupları üretimden güçlerine ve işgal kuvvetlerine mensup subaylara da dayanarak “muhataplarını” tehdit etmekte kimileri ise partili mücadele içinde kolları sıvamışlar.

Savaş sadece cephede savaşanı değil, belki de en ağırı geride kalanı vuruyor. Geride kalanlar açlıkla, yoklukla, işsizlik ve çürüme ile mücadele ediyor. Hugo’nun “üç temel sorun”dan biri olarak andığı ve “kadının açlık yüzünden alçalması” olarak tanımladığı fuhuş, ne yazık ki işgal yıllarında şehir yaşamının ciddi bir sorunu ve gerçeği haline gelmiş. Erkeklerin cepheye gitmesi ve eve ekmek getirecek, evin ihtiyaçlarını karşılayacak insan olmayınca fuhuş yoluyla para kazanmak da kadınlar için hayatta kalabilmenin bir yolu olmuş ve şehrin belli mahalleleri, köşe başları fuhşun işlek noktaları haline gelmiş. Öyle bir duruma gelinmiş ki fuhuş yapan kadınların düzenli olarak sağlık kontrolünden geçirilmeleri için çeşitli uygulamalar yürürlüğe konulmuş, bu kontrolleri yapacak sağlık merkezleri, bölümleri bile açılmış.

Değinmeden bitirmek, ayıp olur. Kime?

Tabii ki zamandan ve mekândan bağımsız değil. Olağanüstü zamanlar; eskinin yıkıldığı ve yeninin doğduğu, doğmakta olduğu zamanlar, doğal olarak kendi ruhuna uygun insanı da yaratıyor. Örneğin, Fransız İhtilali’nin etkisiyle fırtınaların üzerinde gezinen ve fırtınalara yön veren; imkânsız nedir bilmeyen, özgürlüğün aşığı ve kölesi insanların doğuşu. Tabii ki tesadüf değil.

Geç bir doğumun konusu olan topraklarımız da bundan payını fazlasıyla almış. Öyle ki sergide karşınıza sık sık “gençlik stajlarını” Avrupa’nın çeşitli yerlerinde, barikatlarında yapmış ve sonra ülkesine dönmüş ve çeşitli eserler vermiş sanatçılara; ülkesi için mücadele eden aydınlara rastlıyorsunuz: İşte, onlara değinmemek olmaz…

Sergi 26 Aralık 2023 tarihine kadar Meşrutiyet Cad. No:47, 34430 Beyoğlu adresinde, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde ziyaret edilebilir.

MUHAMMED NALBANT-soL/Kültür

Avrupa genelinde aşırı sağ neden/nasıl yükseliyor? - Hazırlayan: İbrahim Varlı / Yazı dizisi-BİRGÜN

 


Aşırılığı besleyen Merkez " ALMANYA" (Gürsel Köksal) 


Merkez partilerin sağ çıkışları aşırı sağı daha da güçlendiriyor. Irkçı AfD, yüzde 20’yi aşan anket sonuçlarıyla ikinci büyük siyasi güç konumuna geldi. Son iki hafta içinde iki seçim kazandılar.

Almanya’daki son kamuoyu yoklamalarına bakılırsa bu pazar günü genel seçim yapılsa ülkedeki aşırı sağcı örgütlerin en güçlüsü olan AfD (Almanya için Alternatif) ortalama yüzde 19,4 oy oranıyla Federal Meclis’teki ikinci büyük parti olabilecek durumda.

Kimi anketlere göre oy oranı yüzde 21’i bulan AfD böylece merkez sağdaki Hıristiyan birlik partileri ittifakı hariç (CDU/CSU), başta iktidardaki üçlü koalisyon partileri SPD, Yeşiller ve FDP (liberaller) olmak üzere parlamentoya girebilecek durumdaki tüm partileri geride bırakıyor.

10 yıl önce kurulan ve büyük bir hızla Almanya’daki ırkçı, milliyetçi, yabancı düşmanı, İslam ve Yahudi düşmanı ve diğer ayrımcı güçlerin, neo – nazi eğilimli örgüt ve grupların çatı partisi konumunu kazanmayı başaran AfD’nin geçtiğimiz iki haftadaki yerel seçimlerde gösterdiği başarılar da bu eğilimi doğruluyor.

BİR HAFTADA İKİ SEÇİM

Son olarak ülkenin doğusundaki bir bölge (Thüringen eyaletindeki Sonneberg Kaymakamlığı) ve bir kentteki (Saksonya Anhalt eyaletindeki Raguhn-Jessnitz kasabası) seçimlerin ikinci turunda AfD’nin adayları, kendilerine karşı tüm partilerin desteklediği adayları geride bırakarak ülkenin ilk aşırı sağcı kaymakamı ve belediye başkanı unvanlarını kazandılar. Her iki seçimde de seçmen sayısı, katılım oranları ve kazananla kaybeden adaylar arasındaki oy farkı küçük olmasına rağmen, aşırı sağcıların bu başarısı, son kamuoyu yoklamalarıyla birlikte değerlendirildiğinde Almanya demokrasisin ağır bir krize doğru yuvarlandığını gösteriyor.

Danimarka, Avusturya, İtalya, Hollanda ve İsveç gibi Batı Avrupa ülkelerinde doğrudan hükümet koalisyonlarında yer alan aşırı sağcıların Almanya’da da benzeri siyasi gelişmelerin anahtar gücü halini alıp alamayacağını önümüzdeki aylarda (Hessen ve Bavyera) ve önümüzdeki yıl (Brandenburg, Saksonya ve Thüringen) gerçekleştirilecek eyalet seçimlerinde göreceğiz.

Başta Hristiyan demokratlar ve liberaller olmak üzere gelecekteki potansiyel ortakları olabilecek partilerin merkez yöneticileri AfD’yle her düzeyde işbirliğine karşı olduklarını açıklıyorlar, ancak son yıllardaki gelişmeler demokrasiden yana güçlerin bu alanda sürprizlere hazırlıklı olmaları gerektiğini gösteriyor. Özellikle CDU’dan alt düzeydeki politikacıların “en azından yerel düzeyde” de olsa AfD’yle işbirliğini doğal ya da gerekli gösteren açıklamaları, bu doğrultudaki pratikleri bunun kanıtı. 2020 yılında Thüringen’de liberal parti FDP’nin başkanının CDU ve AfD’li milletvekillerinin oylarıyla eyalet başbakanlığına seçilmesinin neden olduğu krizin etkileri halen sürüyor. Dönemin CDU’lu Federal Başbakanı Merkel’in müdahalesiyle demokratik partiler bu “arıza”yı bir ay içinde giderip, Sol Parti-SPD ve Yeşiller’in azınlık hükümeti kurdular, ancak bu durum başta Thüringen olmak üzere özellikle Almanya’nın doğusundaki eyaletlerde AfD’nin gücünü daha da artırdı. Thüringen’deki seçim taktiğiyle demokratik partileri şok eden AfD’nin bu eyaletteki örgütlenmesinin başında halen partinin en radikal liderlerinden Björn Höcke yer alıyor. Sosyal bilimciler, Almanya’daki iç istihbarat teşkilatı BfV’nin (Anayasa’yı Koruma Örgütü) resmen takibi altında olan Höcke’nin açıklamalarını faşist, ırkçı, tarih revizyonisti (Hitler dönemindeki insanlık suçlarını inkar eden), anti semitist olarak tanımlıyor, nasyonal sosyalizmin dili ve fikirlerini kullandığına işaret ediyorlar. Bir dönem parti üyeliğinden atılması bile gündeme gelen bu politikacı, artık AfD’nin en güçlü liderlerinden biri...


AfD’NİN YÜKSELİŞİ

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’daki çeşitli aşırı sağcı partiler zaman zaman eyaletler çapında kısmi başarılar kazanmış olsalar da 2013 yılında AfD’nin kuruluşuna kadar federal düzeyde marjinal siyasi güç olarak kalmışlardı. Ancak AfD’nin kuruluşunun, özellikle de 2017’de yüzde 12,6 oy oranıyla Federal Meclis’e girmesinin ardından bu durum büyük hızla değişti. Kendi içinde sürekli çalkantı içinde olan, bünyesindeki neo-nazi bağlantılı üyeleri nedeniyle kısmen de olsa istihbarat teşkilatının takibatı altında olan AfD’de çeşitli kanatlar arasındaki güç kavgası nedeniyle kurucularından birçoğu artık parti üyesi bile değil. Ancak kendi içindeki bu sorunlar AfD’nin aldığı kitle desteğinin istikrarlı bir biçimde artmasına engel olamadı.

AfD’nin güçlenmesinde pandemi ve Ukrayna savaşı nedeniyle daha da derinleşen ekonomik krizden etkilenen, gelecek korkusu yaşayan orta kesimlerin, işini kaybetme endişesi içindeki işçilerin ya da işsizlerin kulak verdiği demogojik propogandanın etkisi var elbette.

Pandemi dönemindeki sınırlandırıcı önlemlerin, zorunlu aşı uygulamasının ve son dönemlerde de konut sahiplerine gelecekte ağır yükümlülükler getirmesi sözkonusu olan çevreci politikalarla ilgili kafa karıştıran tartışmalar da AfD’ye hizmet ediyor.

Ancak siyasal gözlemciler son gelişmelerin özellikle gerek sosyal demokratlar, yeşiller ve liberallerden oluşan hükümet koalisyonunun, gerekse de merkez sağ ana muhalefetin ve ana akım medyanın yaşanan güncel gelişmelere ilişkin siyasi söylemlerinin ve politikalarının sağa kaymasından kaynaklandığına işaret ediyorlar.

SAĞ POPÜLİZM TUZAĞI

Almanya’nın saygın siyaset ve kültür dergilerinden “Konkret”in bu konudaki sorularını yanıtlayan Prof. Gideon Botsch, AfD’yle ilgili kamuoyu yoklamalarını değerlendirken “Burada öncelikle konuştuğumuz öncelikle anket sonuçları, gerçek bir başarı değil” hatırlatmasını yaptıktan sonra, “Demokratik partilerin sağ popülizm politikalarıyla seçmen kazanma umutları esas olarak aşırı sağcı partilerin güçlenmesine neden oluyor” diyor.

Postdam Üniversitesi’ne bağlı aşırı sağ ve anti semitizm araştırmalar bölümünü yöneten Botsch, Almanya’daki son durumun medyanın ve demokratik partilerin performansından kaynaklandığına işaret ediyor. Merkel hükümeti döneminde de bir ara AfD’yle ilgili anket sonuçlarının şimdikine yakın düzeye çıktığını hatırlatan Botsch’ın açıklaması önemli: “O dönemde hükümet koalisyonu içindeki partilerinden biri olan CSU, hükümete karşı sağdan muhalif tutumdaydı. Şimdi de benzer bir durumu FDP’yle yaşıyoruz. Bir koalisyon partisi hükümete sağdan muhalefet ediyor. Bunun yanısıra eş zamanlı olarak Hıristiyan birlik partileri de benzer şekilde sağ uçta muhalefeti sürdürüyor ve sosyal demokrasinin de bir bölümü buna katılma eğilimi gösteriyor. Tüm politikalarda değil ama iç güvenlikte, iklim aktivistlerinin eylemlerinin kriminalize edilmesinde ve her şeyden önce de göç politikasında.”

SAĞA AÇILMA AfD’NİN İŞİNE GELİYOR



AfD’nin önce anketlerde, sonra da seçim sandıklarındaki güçlenmesini demokratik partilerin sağ retoriğe yönelmesinden kaynaklandığını tespit eden başka ciddi araştırmalar da var. Bütün bunlardan çıkan sonuç, özellikle son zamanlar CDU ve CSU’nun genel başkanları Friedrich Merz ve Marcus Söder’in göç, göçmenler, sığınmacılar, çevreci aktivistlerle ilgili açıklamalarının AfD’nin ekmeğine yağ sürdüğü, bu partinin geniş kitleler nezdinde daha da “normalleşme”sine yol açtığına işaret ediyorlar. Ve de AfD’nin söylemini üstlenerek sağdan seçmen kazanmayı hedefleyen politikaların bunların orjinal savunucularını güçlendirerek, demokrasiye zarar vereceğine de...

AfD’nin nezdinde aşırı sağın güçlenmesinin bir diğer nedeni ise bu partinin Ukrayna savaşına ilişkin tutumu. Ukrayna’dan gelen yüzbinlerce mülteciye açıkça karşı olan AfD, Almanya’nın savaşta NATO ve Ukrayna’yı desteklemesine de muhalefet ediyor, biran önce ateşkes ve barış görüşmeleri çağrısında bulunuyor, Rusya’ya karşı ekonomik ambargolara karşı çıkıyor. Bütün bunları yaparken “Olanlar kötü. Ancak biz Almanya’nın kendi çıkarlarını gözetmeliyiz” tavrını savunarak, savaşın yaygınlaşmasından endişe duyan geniş kitleleri temsil etmeyi hedefliyor. Sol Parti’yi bile karıştıran, bölünmenin eşiğine getiren bu önemli konuda puan kazanıyor. Gelecekte kendisine en yakın partiler CSU, CSU ve FDP’yle işbirliği söz konusu olduğunda bu tutumunu sürdürmesi zor ama şimdilik “savaşa karşı, barıştan ve diplomasiden yana tek parti” görüntüsü veriyor.

                                                             /././

Küskünleri harekete geçiriyorlar "ALMANYA" (Kai BUDLER, Anti faşist yazar)

                                                                                                                                Fotoğraf: AA

AfD özellikle küskün seçmenleri, “düzen karşıtı” söylemlerle harekete geçiriyor. Doğuda kendisini Doğu Almanya'nın çıkarlarının gözetleyen bir parti olarak pazarlıyor.

Almanya için Alternatif (AfD) partisi kuruluşundan beş yıl sonra 2018'de tüm eyalet parlamentolarında, Federal Meclis'te ve Avrupa Parlamentosu'nda temsil edilmeye başladı. Bu yeni bir parti için olağanüstü bir başarı. Başlangıçta "Avrupa şüphecisi" ya da "ulusal muhafazakâr" olarak tanımlanan parti çoktan değişim geçirerek radikal sağcı çizgisini ortaya koydu. Özellikle Almanya'nın doğusundaki aşırı sağcı "Pegida" (Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar) yapılarıyla iş birliği ve artan mülteci sayısı sırasındaki ırkçı eylemleri, partiyi giderek daha fazla radikalleştirdi. Ve açıktan radikal sağcıların toplandığı bir partiye dönüştü. Bu zamana kadar parti, "yeni sağ" tarafından yayılan sağ yelpazenin faydalarını çoktan fark etti.

Aynı zamanda Doğu Almanya’daki kendilerini sözde "temel muhalefet" olarak gören yerel derneklerinin etkisi de arttı. Bu dernekler ile istenmeyen federal başkanları devirmeyi ve kendi güçlerini ve ağlarını daha da genişletmeyi başardılar. Partinin gerçek karakteri uzun zamandır bilinmesine rağmen, parti kamuoyunda hala çoğunlukla bir "protesto partisi" olarak depolitize ediliyordu. Bugün bile bu durum, NPD ve klasik neo-Naziler gibi aktörlerin içinde barındırdığı bir partiyi sadece “radikal sağcı” olarak tanımlamanın yetersizliğini ortaya koyuyor.

KÜSKÜN SEÇMENLERİ HAREKETE GEÇİRİYORLAR

Örneğin Thüringen Eyaleti için yapılan araştırmalar, AfD'nin özellikle NPD'nin daha önce en büyük başarılarının mevcut olduğu yerlerde güçlü olduğunu gösteriyor. AfD, özellikle daha önce oy kullanmayan seçmenleri (küskün seçmenler) “düzen karşıtı” söylemlerle harekete geçiriyor. Doğu Almanya'da kendisini Doğu Almanya'nın çıkarlarının gözetleyen bir parti olarak göstermeyi ve Doğu Almanya'dan ve 1989'daki olan gelişmeleri araçsallaştırmayı başarıyor. Almanya Federal Cumhuriyet´in eski SED (Almanya Sosyalist Birlik Partisi) rejimine benzer bir “diktatörlük” haline geleceğine dair propaganda yaparak, kendilerini "özgürlük savaşçıları" olarak göstermeye çalışıyorlar. Parti ülke çapında ayrıca geçmiş yılların ekonomik krizlerinden faydalanmakta ve bu dönemde ortaya çıkan aşırı sağ ve komplo teorisi ideolojisi geleneğinden gelen protesto ortamını kendisine bağlıyorlar.

2021 federal seçimlerinde AfD seçmenlerinin yaklaşık %50'si aşırı sağcı görüşlere sahip olsa da parti uzun zamandır toplumun tam ortasından erkeklerin ağırlıkta olduğu bir seçmen kitlesine yöneliyor.  Ancak toplumun tam içinde AfD'nin seçilmesine yol açan ırkçı tutumlar uzun süredir zaten mevcuttu. 2021 federal seçimlerinden sonra yapılan bir ankette, katılımcıların dörtte birinin oy verme kararında en büyük rolü sosyal güvenlik oynamış. Bu durum AfD için farklılık gösteriyor. AfD seçmeninin %40'ı seçimlerde göç ve göçmenliği seçimlerde belirleyici bir konu olarak belirtmiş.
Çeviri: Ezgi GÜNEYTEPE

                                                        /././

Irkçılığın Fransız halleri "FRANSA" (Esmeray YOĞUN, Akademisyen)

                                                                                                                     Fotoğraf: Depo Photos

Fransa ve Avrupa sokaklarını saran ırkçılığı anlamak için neoliberalizmin doymak bilmez arzusunu ve sermayenin köleleştiremedikleri ile kurduğu ilişkiyi analiz etmek gerekiyor.


Genç Nahel’in 27 Haziran sabahı Nanterre’de ölümü, ülkede derin bir duygu ve öfke dalgasını tetikledi. Aslında Nahel’in acımasız katli, artan sosyal eşitsizlik ve giderek artan yoksulluğa karşı bir kıvılcım görevi gördü ve ülke genelinde birçok şehirde acilen siyasi yanıt arayan bir isyanı tetikledi. Sokakta adalet arayan banliyölerden gelen yoksul gençlerle karşı karşıya kalan hükümet, çareyi güvenlik önlemlerini arttırmakta buldu ki bu yanlış karar yoksulluğa ve eşitsizliğe karşı isyan eden kesimi daha da öfkelendirdi. Sermaye yanlışı Macron hükûmeti, caniliğini, beceriksizliğini maskelemek için Nahel’in öldürmesine sessiz kalmayıp sokaklara dökülen gençleri hedef alarak sermayeyi hoş tutmaya çalışmaktadır. Ülke çapında süregiden isyan ateşinin dumanından bile korkan sermayedar ya da hükûmet yanlısı kesim ise oldukça tedirgin.

Biraz daha derinden bakacak olursak, bu yoksul mahallelerde, ırkçılığın, polis şiddeti ile harmanlanan haksızlık ve ayrımcılık, mahalle sakinleri için adeta sıradanlaştığını söylemek yerinde olacak. Neoliberal kemer sıkma politikaları nedeniyle kamu hizmetlerinin, sosyal devletin ve eşitliğin yok edildiği bu mahallerde hayatta kalmak hiç de kolay değildir. Oralardan başka bir hayatı düşünmek ise sadece romantik bir düş.

DERİNLEŞEN EŞİTSİZLİK

Fransa’da, en zengin %10’luk kesim ulusal servetin yarısından fazlasını elinde bulundururken, en yoksul %50’lik kesim pastanın %10’undan azını paylaşmakta. Bu ne demek? 

Bu demek oluyor ki kriz dönemlerinde daha da zenginlesen bir azınlık ve karşılığında da gittikçe daha da yoksullaşan bir başka azınlık ayni ülkede iki ayrı dünyayı yaşıyor. Özellikle Covid-19 sonrası rakamlar tüyler ürpertici bir hal aldı. Fransa’da, yardım kuruluşlarına göre, pandemi nedeniyle en az bir milyon insan daha yoksulluğa itildi. Secours Catholique’in paylaştığı rakamlara göre, 7 milyon kadar insan veya yani Fransız nüfusunun yaklaşık %10’u gıda yardımlarıyla geçinmektedir.

Sanırım bugün Fransa ve hatta tüm Avrupa sokaklarını saran ırkçılığın arka planını anlamak için neoliberal politikaların doymak bilmeyen arzularını ve sermayedarların köleleştiremedikleri ile kurduğu ilişkiyi derinlemesine analiz etmek gerekiyor.

2020’den bu yana, ilk 10 Fransız milyarder 189 milyar € kazandı.

Fransız milyarderlerin sayısı pandemi döneminde 95’ten 109’a yükseldi.

Fransa’da ne zaman bir ekonomik ya da politik kriz olsa, bir günah keçisi yaratılır, suçlanacak bir azınlık bulunur. Elbette bu azınlık başkent Paris’in lüks  semtlerinden ve onun zengin olanaklarından uzak banliyölerde yaşıyor. Yaşıyor diyorum ancak bu insana yakışır bir yaşamdan çok uzak, Fransızca’ da HLM (habitation à loyer modéré) denilen işsiz ve yoksulluğun buram buram hüzün koktuğu zavallı konutlarda kendilerine verilenle yetinmek zorunda kalan ve başkaldırmasından hep korkulan genelde Müslüman ya da siyahi nüfustan oluşmakta. Kimdir banliyölerde yaşayan bu azınlıklar, aslında azınlık demek matematiksel olarak büyük bir mantıksızlığı kendi içinde barındırıyor zira azınlık dediklerimiz çoğunluğu oluşturmakta!

BANLİYÖLERDEKİ HAYATLAR

Banliyölerde yaşayanların büyük bir kesimi ayda ortalama 715 € ile yaşıyor. Dikkat; yoksulluk sınırı 1102 euro olan bir ülkeden bahsediyoruz. Yani banliyölerde gördüğünüz insanların çoğu yoksulluk sınırının altında hayat sürdürmektedir. İnternetten gördükleri o ihtişamlı yaşamların çok uzağında hayatlar ve çıkması mümkün olmayan bir girdap. 65 milyonluk Fransa’nın yaklaşık %11’i yani yoksulluk sınırının altında bir gelirle yaşamakta. 

Polisin 17 yaşındaki Nahel’i vurması şans eseri oradan geçmekte olan bir vatandaşın videosuyla ortaya çıktı. Bu dehşet verici olayda hükûmetin ve ana akım medyanın ilk yaptığı şey olay red etmek ve kurbanı ötekileştirmek idi, ta ki video sosyal medyaya düşünceye kadar. 

Halk adaleti aramak için sokağa döküldü vatandaş fena gergin. Katil polisin Nahel’i öldürmeye nasıl cesaret ettiğini ya da onun tetiği çekerkenki rahatlığının nereden geldiğini girişteki ekonomik durumla yeniden tartışalım.

Özellikle 2000’den beri gittikçe artan eşitsizlikler en zengin ve en fakir arasında bir uçurum yaratmakta. Bu uçuruma ve onun acımasız bekçisi polise karşı gelen herkes cezalandırılmakta. Bunu 2018 sarı yelekliler olaylarında ve her seferinde gittikçe artan polis şiddetiyle ünlenen emeklilik yasa tasarısı protestolarında açıkça görmek mümkün. Özellikle süregiden emeklilik yasa tasarısı manifestolarında yaklaşık 1000’e yakın göz altı ve bine yakın polis şiddeti yaşandı.

Polis şiddetini sadece polisle açıklamak ise oldukça nahif ve orantısız kalacak. Zira yaşanan her vakanın altında sermaye ile hükûmet anlaşması var. Bu anlaşmanın polise düşen kısmında sermayenin bekçiliğini yapması görevini yaparken öldürmek de dahil tüm yetkilerle donatıldığı görülüyor. Bu yetki 2017’de Cazeneuve yasası yani "öldürme lisansı" ile alenen yasalaştı. İçişleri Bakanlığı üzerinde büyük bir etkiye sahip polis sendikası Alliance’in, yani 3 ayrı polis sendikasının birleşmesinden meydana gelen yapının, halk düşmanlığı ise aslında politik bir görevlendirmedir. Bu görevlendirmeyi Holland hükûmeti, "öldürme lisansı" ve iş kanunu da dahil olmak üzere bir çok sosyal alanda yasalaştırmıştır. Gelinen nokta ise kendi içinde birbirinden uzak ve oldukça kutuplaşmış ülkeler barındıran bir Fransa’dır. 

                                                            /././

Kral Charles’ın faşistleri "İNGİLTERE" (Levent ÖZÇAĞATAY, Araştırmacı-Yazar)
                                                                                                   
Fotoğraf: AA

Birleşik Krallık’taki aşırı sağın Kıta Avrupası gibi geniş tabanı olan politik bir partiye dönüşmesi şimdilik olanaksız. Ancak aşırı sağın politikaları Muhafazakâr Parti'nin gündemine girmeyi beceriyor ve muhalefeti de sağa çekiyor.

Avrupa'da aşırı sağın ürkütücü yükselişi ve aşırı sağ popülist partilerin iktidara oynuyor olması Birleşik Krallık’taki demokrat kesim tarafından  endişe ile izleniyor. İtalya seçimlerinde sandıktan birinci parti olarak çıkan aşırı sağcı İtalya’nın Kardeşleri Partisi'nin lideri Giorgia Meloni’nin diğer sağ partilerle koalisyon kurup Benito Mussolini döneminden bu yana İtalya'nın en sağcı hükümetine liderlik etmeye başlaması, bazı gazetelere “Faşizm İtalya’ya geri döndü” manşeti ile verildi ve Başbakan Rishi Sunak’ın Meloni’yi Londra’da ağırlarken Birleşik Krallık ve İtalya'nın bir takım  değerler açısından "çok uyumlu" olduğunu açıklaması eleştirilere konu oldu.

Radikal sağ popülizm zaten, Fransa’daki Le Pen liderliğinde iktidara aday olmuş ve akabinde tüm demokratları ilgilendiren bir Avrupa sorununa dönüşmüştü. ‘Avrupa’nın en Kuzeyindeki İsveç ve en güneyindeki İtalya arasında ne tür ortak zemin ve ideolojik bağlar bulunabilir de her ikisinde de ayni dönem içinde radikal sağ partiler yükselişe geçebilir’ sorusunu da gündeme getirmişti. Dünyanın her tarafında demokrasilere musallat olmuş sağ popülizm, halkı kutuplaştırarak, gelenek/ilke/değer/kural tanımayarak kitleleri siyasal manipülasyonla sorumsuzca istismar edebileceğini, İktidara gelebileceğini ve iktidarını sürdürebileceğini öğreniyordu.

BİRLEŞİK KRALLIK'TAKİ FARK

Birleşik Krallık’taki (Büyük Britanya) aşırı sağın İtalya, İspanya, İsveç ve Fransa’da olduğu gibi geniş tabanı olan politik bir partiye dönüşmesi şimdilik olanaksız gözükse de aşırı sağın  belirlediği politikalar ılımlı sağda yer alan ve on üç yıldır iktidarda olan Muhafazakar partinin gündemine girmeyi beceriyor ve politik yelpazenin solunda yer alan ana muhalefet İşçi partisini de sağa çekiyor. Özellikle covid ile ilgili yasaklamalar ve karantina uygulamaları dönemlerinde internette aktifleşen aşırı sağ gurupların  komplo teorilerinin arkasına sığınarak evlerinden dışarı çıkamayan ve düzene şüphe ve öfke ile bakmaya başlayan gençlere ulaşması, aşırı sağ düşüncenin gençler arasında endişe verici seviyelere gelmesi ve radikalleşmesi güvenlik birimlerince hızla büyüyen bir tehdit olarak belirtiliyor.

İkinci dünya savaşında Faşist İtalya ve Nazi Almanya’sına karşı savaş vermiş olan bu ülkede eski kuşaklar neo-faşist ve neo-nazi örgütlenmelere hep kuşkuyla bakmıştır. 1930’lı yıllarda Mussolini özentisi bir lideri olan, siyah Gömlekliler olarak da bilinen ‘British Union of Fascists’ isimli politik parti de ikinci dünya savaşının  başladığı yıllarda komünist, yahudi ve sendikacıların liderlik ettiği   toplumsal direniş nedeni ile tarihe gömülmüştü.

Aşırı sağ, savaşı takip eden yıllarda kolonilerden adaya göçün başlaması ile Hristiyan ve beyaz İngiliz toplumun bazı kesimlerinde fark edilen yabancı ve göçmen düşmanlığını pompalayarak yeniden örgütlenmeye ve partileşmeye başladı. Taraftar ve üye olarak seçtikleri guruplar pastadan pay alamayan, kendini dışlanmış hisseden ama sosyalist soldan uzaktaki beyaz isçiler ve işsizlerdi. Zaten örgütlü olan, ‘holigan’ olarak bilinen futbol kulüplerinin  taraftar gruplarına ve sosyal yabancılaşmanın sonucu olarak bir alt kültür olarak beliren ve kendine politik yelpazede yer bulamayan ‘skinhead’ hareketine sızmayı başardılar. Bu partiler popülist bir yaklaşımla mevcut toplumsal normlara meydan okuduklarını ve ülkeyi kontrol etmekle suçladıkları varlıklı, liberal elitlere karşı sıradan insanları temsil ettiklerini iddia ediyorlar ama geneldeki hedefleri çoğunluğu Karayiplerden ve Hint alt kıtasından gelen göçmenler oluyordu. Bu arada  İrlanda’da İngiliz egemenliğine karşı süregiden bağımsızlık mücadelesi nedeniyle İrlanda’lı göçmenler, LGBT toplumu, sosyalistler ve kaçınılmaz olarak her krizde günah keçisi olmaya mahkum Yahudiler de bu  ırkçı ve bölücü saldırılardan paylarını  alıyordu.

AŞIRI SAĞIN PARTİLERİ

Aşırı sağın savaş sonrasında Birleşik Krallık'ta etkin olan dört büyük örgütlenmesi oldu: Ulusal Cephe (NF), British Ulusal Partisi (BNP), İngiliz savunma ligi (EDL) ve Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP).

1980’li yıllarda ortaya çıkan ilk üç örgütlenmenin ortak teması göçmenlerin ve etnik azınlıkların beyaz İngilizlerden farklı ve aşağı olması ve bir tehdit oluşturduğuydu. Asılsız rakamlar vererek göçmenlerin suça yönelip çeteler kuran, düşük ücret ile çalışmayı kabul ederek var olan iş fırsatlarını kapan, barınma ve sosyal güvenlik fonlarını beyaz İngilizlerin elinden alan bir tehdit olduğu iddia edilerek dar gelirli İngilizleri kadrolarına almayı başarıyorlardı. Yalnızca göçü engellemek değil aynı zamanda ırklar arası evlilikleri yasaklamak ve ülkeye yerleşmiş göçmenleri geri göndermek gibi akıl almaz öneriler getiriyorlardı. Kitleler ise ardı ardına gelen ekonomik krizlerin, gelir kaybının, artan eşitsizliklerin, terörizm ve istikrarsızlığın nedenleri ile ilgili olarak sosyalistlerin ileri sürdüğü karmaşık ve anlaşılması zor açıklamalar ve uzun dönemli örgütlenmiş direniş çağrıları yerine ‘ortak pazara hayır’, vatanımızı geri istiyoruz’ ‘IRA’ye teslim yok’, ‘siyahlar ve Yahudiler bizim yerimizi alamaz’ gibi basit sloganların peşine takılıyorlardı.  

Seçimlerde az sayıda Belediye meclis üyelikleri ve Avrupa parlamentosunda iki sandalye almalarına rağmen bekledikleri büyümeyi gerçekleştiremeyerek sokak yürüyüşlerine, mitinglerine odaklandılar ve paramiliter örgütlenmelere yöneldiler. Geçtiğimiz yıllarda ise Karayip ve Hindistan kökenli politikacıların yalnızca azınlıkların haklarını her zaman savunmuş olan sol partilerde değil sağcı Muhafazakar Parti içinde bile politik kariyer yapma imkanları olduğunu ve hatta başbakanlık ve bakanlık gibi makamlara  gelebildikleri gerçeği ortaya çıkınca  eski model ırkçılığın artık geçerli olamayacağı kabul edip cihatçı terörü beslemekle suçladıkları Müslüman toplumu hedef olarak seçtiler. Özellikle New York ve Londra’daki radikal İslam ve cihatçı terör eylemlerine tepki göstermek için  camilere ve giyiminden kuşamından Müslüman olduğu belli olan kişilere saldırılarını arttırdılar. 2016 yılında bir milletvekilin  öldürülmesi ve 2017’de Londra’da bir camiden çıkan Müslümanlara minibüsle saldırı düzenlenmesi gibi olayların perde arkasında silah, patlayıcı maddeler ve kesici aletler ile askeri eğitimler veren Combat 13, Önce Britanya, EDL gibi aşırı sağcı terör gruplarının olduğu ortaya çıktı. Norveç’te iki terörist saldırı ile 77 kişiyi öldüren aşırı sağcı terörist Breivik’in soruşturmalarda EDL yönetimi ile temasta olduğu ve EDL ideolojisinden etkilendiği ortaya çıktı.

YABANCI KARŞITLIĞI

Aşırı sağın seçim sandığında büyümesi Avrupa Birliğine karşı giderek artan tepkinin UKIP içinde birleşmesi ile oldu. Parti, en büyük başarı seviyesine, iki parlamento üyesi kazandığı ve Birleşik Krallık’ı Avrupa Parlamentosu'nda temsil eden en büyük parti olduğu 2010'ların ortalarında ulaştı. AB’den çıkarak göçmenlerin ve sığınmacıların adaya göçünün ve Britanya'nın İslamlaştırılmasının engellenmesi,  Brüksel’ in Londra üzerindeki egemenliğinin sona erdirilmesi, sınırların korunması partinin tek politikasıydı. UKIP Brexit’ten sonra misyonunu tamamlayarak gücünü kaybetti. Fakat onun mirası Muhafazakâr parti içindeki şahinlere kaldı. Boris Johnson’un akşam kararsız olarak yatıp sabah Brexit’ci olarak uyanmasının nedeni UKIP’in başarısını analiz edip Avrupa Birliğine düşmanlığı kendinin ve muhafazakar partinin  politik geleceği için bir fırsat olarak görmesidir. Brexit’i uluslararası yardım bütçesinin kısıtlanması, kamu harcamalarının azaltılıp vergilerin düşürülmesi, grevleri ve özgürlükleri engelleyen ve polisiye yetkileri artıran yasaların çıkarılması, sığınmacıların Ruanda’ya gönderilmesi gibi aşırı sağı memnun edecek politikalar takip etti. Böylece daha önce aşırı sağı desteklemiş seçmenlerin Muhafazakar partiye yönelmesi sağlandı. En iyi örnek 2019 genel seçimlerinden sonraki haftalarda, liderleri 2018'de Müslümanlara karşı nefret suçları nedeniyle hapse atılan aşırı sağcı ‘Önce Britanya’ grubunun 5.000'den fazla destekçisinin Muhafazakarlar'a katılmasıdır. Örgütün sözcüsü, "Radikal İslam'a karşı sağlam bir duruş sergilemeye istekli olan Muhafazakârları destekleyeceğiz" diyordu.

Aşırı sağın Muhafazakar partiye sızması ve ılımlı kesimin gücünü yitirmesi partide bir kimlik bunalımı yarattı. Brexit’ten bu yana  süregelen iç savaş, önce Boris Johnson’un başbakanlıktan sonra da  milletvekillikten istifa etmesi ile ivme kazandı. Ülkenin politik yelpazesinde merkezin sağında yer alan ve geleneksel olarak  kendi bünyesindeki sağ kanat, tek ulus, ve sol kanat ile barış içinde yasayan parti son yıllarda yeni beliren katı Brexit’ciler, yumuşak Brexit’ciler, Avrupa Birlikçiler, ılımlı ulusalcılar, ılımsız ulusalcılar, göçmen düşmanları, vergi düşmanları, kuzeyliler, yeni muhafazakarlar gibi yeni beliren guruplar nedeniyle gölgesi ile kavga eden parti konumuna girdi. Ilımlı kanat dağılırken Muhafazakarlar aşırı sağa çekildi.

Ana muhalefet İşçi Partisi ise Muhafazakarların boşalttığı yeri merkeze kayarak doldurmak amacı ile sosyalist kanadını dışlayan, sürmekte olan grev dalgalarına ve sendikalara sırtını dönen, sağcı başına şirin gözükmek için çevreci ve eşitlikçi planlarını erteleyen, gölgesinden korkan bir parti izlenenimi vermeye başladı.

Bu gelişmeler Birleşik Krallık’ın pek birleşik olmadığının yeni bir göstergesi. İngiltere ve Kuzey İrlanda’da aşırı sağ hatırı sayılır bir politik güç iken İskoçya ve Galler’de yerinde sayıyor.

(BİRGÜN)





Ali İsmail Korkmaz'ın katledilmesinin üstünden 10 yıl geçti: Hep 19 yaşında, düşlerinde özgür dünya...(soL)


Gezi Direnişi'nde polis saldırısı sonrası yaşamını yitiren Ali İsmail Korkmaz bir kez daha saygıyla anılıyor.

Haziran Direnişi sırasında Eskişehir'de polisler ve yandaş esnaf tarafından dövülerek katledilen 19 yaşındaki üniversite öğrencisi Ali İsmail Korkmaz'ın ölümünün üzerinden 10 yıl geçti. 

Polis ve yandaş esnaf hunharca saldırdı

Gezi Direnişi sırasında  Eskişehir'deki eylemlere katılan Ali İsmail Korkmaz, 2 Haziran'ı 3 Haziran'a bağlayan gece polisin yoğun saldırısından korunmak için bir ara sokağa girmişti.

Ali İsmail, girdiği sokaktaki arabaların arkasına 'pusuya' yatan polisler ve AKP'nin esnafının saldırısına uğradı. 

Saldırının ardından gittiği Yunus Emre Devlet Hastanesi’ne 'İfadeni ver gel' denilerek alınmadı. İfadesinin verdikten sonra hastaneye yeniden gelen Ali İsmail, beyin kanaması teşhisiyle Osmangazi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne sevk edildi.

Ameliyata alınan Ali İsmail Korkmaz'ın 4 Haziran'da bilinci kapandı. 

10 Temmuz günü ise Ali İsmail hayata gözlerini kapadı.

Talimatı da 'cezaları' da Erdoğan verdi

Ali İsmail'i katledenler hakkında açılan davada, katillere verilen cezalar ödül niteliğinde oldu.

'Polise talimatı ben verdim' diyen Erdoğan'ın, polisleri de koruduğu verilen cezalardan anlaşılıyor.

Ali İsmail Korkmaz’ı sokak ortasında döverek öldüren polis ve esnafla ilgili kasten adam öldürmek ve bu suçu kolaylaştırmaktan  açılan davada, mahkeme önce polis memurlarından Mevlüt Saldoğan’a 10 yıl 10 ay, Yalçın Akbulut’a 10 yıl, fırıncılar İsmail Koyuncu, Ramazan Koyuncu ve Muhammet Vatansever'e yaralama suçundan altı yıl sekizer ay hapis cezası verdi.

Polisler Şaban Gökpınar ve Hüseyin Engin’in delil yetersizliğinden beraatlarına karar verildi. Yargıtay 1’inci Ceza Dairesi, polis memuru Hüseyin Engin ile fırıncı Ebubekir Harlar hakkındaki kararı  bozdu. Yeniden yargılama sonunda polis Hüseyin Engin’e yedi ay 15 gün, fırıncı Ebubekir Harlar’a ise altı yıl sekiz ay hapis cezası verildi.

Ayrıca Ali İsmail'in başına tekme atarak ölümüne neden olan polis Mevlüt Saldoğan, mağdur sıfatıyla Gezi Davası'na müdahil oldu.

Hatay, Ali İsmail için söyleyecek

Ali İsmail'in, düşlerindeki dünyayı hayata geçirmek için ailesi tarafından kurulan ALİKEV, aramızdan ayrılışının 10. yıl dönümünde Ali İsmail'i özel bir konserle anacak. 

Hatay'da düzenlenen 23. Evvel Temmuz Festivali kapsamında gerçekleşecek konserde, Hüsnü Arkan şarkılarını Ali İsmail’in anısı için Antakya'ya bağlı Ekinci köyünde söyleyecek.

Öne Çıkan Yayın

"İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor" + İki manşet ve pis bir iş - EVRENSEL-

" İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor"-Yücel Özdemir- İsrail’in Ortadoğu’da yaptıklarını en iyi Almanya Başbakanı Friedrich Merz’...