BAHÇELİEVLER KATLİAMI - 8 EKİM 1978

 

Bahçelievler Katliamı'nın 45. yılı: 'Borcumuzu ancak devrimimizi gerçekleştirerek ödeyebiliriz' (soL)

Bahçelievler Katilamı'nda hayatlarını kaybeden Serdar Alten, Latif Can, Faruk Ersan, Efraim Ezgin, Salih Gevenci, Hürcan Gürses ve Osman Nuri Uzunlar mezarları başında anıldı.

Türkiye İşçi Partisi üyesi 7 devrimcinin Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı gibi faşistlerce katledildiği Bahçelievler Katliamı'nın üzerinden tam 45 yıl geçti. 7 devrimciyi katleden katiller ise yıllarca bu düzen tarafından kollandı, sonunda AKP eliyle serbest bırakıldı.

8 Ekim 1978 günü silahlı faşistler Ankara’nın Bahçelievler semtindeki 15. Sokakta bulunan evde ODTÜ Elektrik Bölümü öğrencisi Serdar Alten, Ankara Devlet Mimarlık Akademisi öğrencisi Hürcan Gürses, Ankara İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi Gazetecilik Bölümü öğrencisi Efraim Ezgin, Hacettepe Üniversitesi İstatistik Bölümü öğrencisi Latif Can ve Osman Nuri Uzunlar, Faruk Erzan ve Salih Gevenci'yi vahşice katletti.

Mezarları başında anıldı

Katledilen devrimciler, bugün ölüm yıldönümlerinde Ankara Karşıyaka Mezarlığı'nda anıldı.

Anma kapsamında çeşitli konuşamlar gerçekleştirildi.

soL yazarı Mesut Odman, yaptığı konuşmada, "45 yıldır devrimimizi gerçekleştirememiş durumdayız. O çocuklara borcumuz var. Borcumuzu ancak devrimimizi gerçekleştirerek ödeyebiliriz" dedi.

                            

                                                                   /././

Bahçelievler Katliamı'nın 44. yılı (soL- 8 Ekim 2022)

Bahçelievler Katilamı'nda hayatlarını kaybeden Serdar Alten, Latif Can, Faruk Ersan, Efraim Ezgin, Salih Gevenci, Hürcan Gürses ve Osman Nuri Uzunlar'ı saygıyla anıyoruz.

Türkiye İşçi Partisi üyesi 7 devrimcinin Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı gibi faşistlerce katledildiği “Bahçelievler Katliamı”nın üzerinden tam 44 yıl geçti.

8 Ekim 1978’de 7 devrimciyi katleden katiller yıllarca bu düzen tarafından kollandı, sonunda AKP eliyle serbest bırakıldı.

EFRAİM, FARUK, HÜRCAN, LATİF, OSMAN, SALİH, SERDAR...

8 Ekim 1978 günü silahlı faşistler Ankara’nın Bahçelievler semtinde 15. sokaktaki eve geldiklerinde ODTÜ Elektrik Bölümü öğrencisi Serdar Alten, Ankara Devlet Mimarlık Akademisi öğrencisi Hürcan Gürses, Ankara İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi Gazetecilik Bölümü öğrencisi Efraim Ezgin, Hacettepe Üniversitesi İstatistik Bölümü öğrencisi Latif Can ve Osman Nuri Uzunlar evde bulunuyordu. Faşistler beş genci bayılttıktan sonra eve gelen iki devrimci Faruk Erzan ve Salih Gevenci ile birlikte 7 TİP’li genci vahşice katlettiler.

8 EKİM 1978…

Devrimcileri vahşice öldüren faşist katil Haluk Kırcı, daha sonra anılarında pişmanlık duymadığını belirteceği, “o gecenin yaşanması gerekiyordu” diyeceği Bahçelievler Katliamı’nı 1980 yılında verdiği ifadesinde şöyle anlatıyordu: 

“Kapı açılır açılmaz içeri girdik, hepsini yere yatırdık. Ne yapacağımız konusunda talimat almak için Abdullah’a (Çatlı) birini gönderdik. Abdullah eter ve pamuk verip, “Hepsini teker teker bayıltıp öldürelim” demiş. Dışarı çıkıp arabada bekleyen Abdullah’la konuştum. ‘Evde öldürmek zor olacak, ikişer ikişer götürüp öldürelim’ dedim, ‘olur’ dedi. İki kişiyi büyük reis’in arabasına bindirip Eskişehir yoluna götürdük. Müsait bir yer bulup ikisini de yere yatırıp üçer el kafalarına ateş ettik. Geri döndük. Böyle zor olacağını anlayınca Abdullah, ‘tek tek boğalım bunları’ dedi. Bir tanesini zorla boğdum, diğer dördünü bu şekilde öldürmek de zor olacaktı. Arkadaşları gönderdim. Sonra da sedirin üzerinde bulunan dört kişiye yakın mesafeden ateş ederek mermilerin hepsini boşalttım. Silahı da götürüp Abdullah’a verdim.”

İDAM KARARI TAHLİYELERLE BOZULDU

Görgü tanıklarının ifadelerinin incelenmesinin ardından Duran Demirkan yakalandığında dava süreci başladı. Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı ve İbrahim Çiftçi gibi faşist katiller açılan dava sonucu idama mahkum edildi, ancak 26 Nisan 1991’de “hesabın yanlış yapıldığı” gerekçesiyle karar bozuldu ve katiller salıverildi.

SAYISIZ CİNAYETTE ROL ALDI, SERBEST BIRAKILDI

Türkiye’deki kontrgerilla örgütlenmesinde sayısız cinayeti ya bizzat gerçekleştiren ya da örgütlenmesinde rol oynayan Haluk Kırcı, 1988'de idama mahkûm oldu. 1991 tarihinde Bursa Cezaevi'nden şartlı olarak tahliye edildi, “bir yanlışlık” olduğu anlaşılınca tekrar aranmaya başlandı. 1996'da İstanbul'da yeniden yakalandı ve aynı gün firar etti. 1999'da yakalandı, “Susurluk çetesine üye olmak” suçundan 4 yıl hapse mahkûm oldu. Kırcı bu süreçte de 2 kez “yanlışlıkla” tahliye edildikten sonra en son 2005 yılında Kartal Cezaevine girdi, 28 Mayıs 2010 tarihinde salıverildi.

FİRAR ETTİ, SUSURULUK'TA ÖLDÜ

Abdullah Çatlı hakkında “katliamın planlayıcısı” suçlamasıyla 1982’de gıyabi tutuklama kararı çıkarıldı. Aldığı cezalardan "kaçmayı başaran" Çatlı, Fransa ve İsviçre’de uyuşturucu, sahte pasaport suçlarından tutuklu kaldı. 1990’da İsviçre’de tutuklu bulunduğu cezaevinden firar etti, Türkiye’ye sahte pasaportla girdi. Çatlı, 3 Kasım 1996’da Susurluk kazasında öldü.

CEZA ALMADI, MHP GENEL BAŞKANLIĞI'NA ADAY OLDU

Serbest bırakıldıkları süreç içerisinde faşist katillerden İbrahim Çiftçi savcı Doğan Öz’ü katletti, ceza almadan tekrar bırakıldı, MHP Genel Başkanlığı'na da aday oldu.

AKP İÇERİDE KALANLARI DA TAHLİYE ETTİ

2012 Temmuz ayında AKP’nin 3. Yargı Paketi’yle katliamın sanıkları Bünyamin Adanalı ve Ünal Osmanağaoğlu tahliye edildi. AKP’nin katilleri kollayan yargı paketi sonucu Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi, 7'şer kez idam cezasına çarptırılmış olan ancak idamın kaldırılmasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilen katil Bünyamin Adanalı ve Ünal Osmanağaoğlu hakkındaki cezanın infazının durdurulmasına karar verdi. 

Bahçelievler katliamını konu alan ve titiz bir araştırmaya dayanan "Gecenin Kapıları" adlı romanın yazarı Ozan Özgür, 7 TİP'li öğrencinin katillerinin tahliyesini sormamız üzerine “utanç” kararı şöyle yorumlamıştı: 

"Bu adamlar her zaman sermayeye hizmet etmiş adamlardır. Bahçelievler'de bunlar vardı, Maraş'ta da, Çorum'da da. Sermaye de her zaman bu tür adamlarını korumaya özen gösterdi. 12 Eylül ve Özal'la başlayan ve bugüne kadar gelen bütün iktidarlar döneminde, bu katillerin çıkarılmasına, çıkarılamıyorsa cezalarının hafifletilmesine uğraşıldı. İstisnasız bütün iktidarlar, bu adamları kurtarmak için düzenlemeler yaptılar, yasalar çıkardılar. Ceza hukukunda yapılan bütün değişikliklerden mutlaka ve öncelikle faydalandırıldılar. Bunun nedeni, işte sermayeye yaptıklarını söylediğim hizmettir. Sermaye, bu adamların hizmetlerini hiç unutmamıştır, hep mükafatlandırmaya çalışmıştır. Bugün sermayenin göz bebeği AKP de, bu çabayı nihayete erdirmiş oluyor. Katilleri kurtarmış, böylece yaptıkları hizmetlerin bedelini ödemiş oluyor. 7 tane gencecik devrimciyi vahşice öldüren eli kanlı caniler, sokaklara salınıyor. Oysa aynı haktan yararlanmak isteyen sendikacıların talebi reddediliyor. AKP kendisine en yakışanı yapmıştır."

BEHİCE BORAN NE DEMİŞTİ?

TİP Genel Başkanı Behice Boran, faşist katliamın ardından verdiği demeçte, "Bizim faşistlere cevabımız işçi, emekçi kitleler içinde örgütlenmemizi genişletip derinleştirerek daha da kök salmamız olacaktır. Katliamın Partimizin üye kazanma kampanyası açtığı gün yapılması rastlantı değildir. Burjuvazi ve emperyalizm işçi sınıfının politik hareketinin güçlenmesinden korkuyor. Burjuvazi ve emperyalizm Partimizden korkuyor. Korku ecele çare değildir. Yerli kapitalizmin ve emperyalizmin er geç tarih sahnesinden silinmesine de çare olmayacaktır” diyecekti.

                                                            /././

Bahçelievler Katliamı'nın 43. yılı: 'Ölmeyeceksiniz/bizim sevgili ölülerimiz'(Ali Rıza Aydın-soL- 8 Ekim 2021)

Yağmanın, zulmün ve sömürünün hesabının sorulacağı günlerin mücadelesi “ölmeyecek bizim sevgili ölülerimiz”e saygıyla devam ediyor. Unutmayacağız, unutturmayacağız, gelecek kuşaklar da unutturmayacak.

LATİF, EFRAİM, NURİ, HÜRCAN, SALİH, FARUK, SERDAR

(…)

kardeşler

ne söylenir şimdi

nasıl anlatılır

var mıdır

sizi anlatacak

bir söz ustası

kalbimize saplanmış yedi hançerle

ne yapabiliriz ki

bir dağ gibi

dikilip yürümekten başka

kanlarınızla ağaran tanyerine doğru

(…)”

Başlıktaki ve yukarıdaki dizeler Mesut (Odman) Odabaşı’nın 8 Ekim 1978 Bahçelievler katliamının ardından yazdığı şiirden. Katliamla ilgili önemli kaynaklardan biri Ozan Özgür’ün Gecenin Kapıları” romanı.*

Belgesel ve roman karışımının etkin örneklerinden birini veren, yalnızca katliama değil, planlayıcılarından gerçekleştirenlere, aramızdan vahşice ayırdıkları yedi dirençli fidana, dönemin siyasal ve toplumsal ilişkilerine kadar birçok alana baktırıp, görülmesi gereken gerçekleri gösteren roman 2019 Halit Çelenk Hukuk Ödülleri içinde Seçici Kurul ödülüne de değer görüldü. HÇHÖ’de edebiyatın “roman” kategorisinde yer alan bir eser ödül kapsamına alınırken, 1978 yılında Bahçelievler’de yedi genç Türkiye İşçi Partili arkadaşımızın yaşamlarına vahşice son verilmesinin tarihini anlatmasıyla, unutmamak ve unutturmamak adına “benzersiz bir kaynak” olarak değerlendirildi.

Başkent Ankara’nın merkezinde yapılan bu katliam, ideoloji ve siyasetle birlikte yedi genç yurttaşını koruyamayan, katliamı çözüp suçlularını cezalandıramamak bir yana kollanıp korunmasına yol açan devletin, onun içinde yargının ve düzen adına cezasızlık ikliminin ve düşman ceza politikasının yolunu açan hukukun içinde bulunduğu durumu göstermesi yönünden örneklerle dolu. Katliamla ilgili önemli bir kaynak da iddianameleri ve savunma belgeleriyle dava dosyaları. Çeşitli zamanlarda toplantı bildirileri, açıklamalar ve basında yer alan bilgi ve belgelerle parça parça kamuoyuna sunulan bu kaynak derlenip topluma sunulmasını bekliyor.

Öyle bir katliam ki, hem ideolojik ve siyasi yapıları bilinen gençlerin faşist katillerce hunharca yok edilmesini, hem 1970’li yılların ikinci yarısında tırmandırılan ve 12 Eylül 1980 askeri darbesine giden cinayetlerle dolu karanlığı, hem bu dönemdeki siyasal durumu ve devlet yönetimini, hem Ankara’nın göbeğinden halka salınmak istenen tehdit ve korkuyu, hem de toplumcu ve elbette sınıfsal mücadelenin üzerine kalın bir beton örtme isteğini gözler önüne seriyor.

Dönem, faili meçhul seri cinayetlerine faili bilinen ama cezalandırılmayan cinayetler silsilesinin eklenmesiyle ceza hukuku ve ceza yargılamasına geniş bir bölümün açılmasını sağlıyor. Bu bölümün uzantısını 1980’lerden, 90’lardan, 2000’lerden bu yana artan örnekleriyle görüyoruz. Bölümün içine eklenen siyasi davaları da unutmuyoruz.

Halit Çelenk’ten Erşen Sansal’a birçok yurtsever, gerçekçi, aydın, devrimci avukatın yaşamı bu cinayetleri, katliamları çözmekle ve davalarla geçti. Katledilenler arasındaki Serdar Alten’in ölüm yatağında anlattıkları olaya ve davalara ışık tuttu. Katliamı gerçekleştirenlerden Haluk Kırcı yaptıklarını açıkça anlattı, sonra da “katliam değil intikamdı” eklemesini unutmadı. Yargı basit adli vaka gibi yaklaştı davaya, ceza hukukunun bile gereğini yerine getirmedi. Çatlı, Çiftçi ve bu katliamdaki birçok ismin birçok katliamla bağlantısı basında ve dava dosyalarında yer aldı. Hukuksuzluğun tavana vurduğu örnekler, katliamcıların koruyuculuğu ile katliamcılara karşı toplumsal savunma mücadelesinin bir arada görülebileceği belge ve delillerle dolu.

Bahçelievler katliamı, sonuçlanmamış bir toplumsal olay ve dava olarak, Ozan Özgür’ün deyişiyle “tarihsel bir ayna” olarak duruyor. Mesut Odman bu durumu “Gecenin Kapıları” romanı üzerinden, “katliamı gerçekleştirenlerin bile çarpık ve yanıltıcı olduğunu iddia edemeyecekleri bir ayna tutma ve görülmesi gerekenleri açığa çıkarma” olarak açıklıyor. Nitekim dava dosyalarındaki belge ve bilgiler de katliamı açık ve net gösteriyor.

Türkiye'de etkisi artarak yükselen yurtsever, özgürlükçü, eşitlikçi, aydınlanmacı, ilerici, sosyalist hareketlere karşı ağır darbeler vurmak için kullanılıyor seri katliamlar. Bahçelievler katliamı toplumsal ve siyasal dönemi, karar verilmesi,  planlanması, uygulandığı mahalle ve sokak, uygulanış şekli, katledilenleri, onların geleceği ve siyasi mücadelesi, tanıkları, sanıkları, davalarıyla ve sonuçlanmamış haliyle tipik bir örnek; düzenin elbirliğiyle perdelenmeye çalışıldığı, maşa katillerin öne çıkarılıp gerçek katillerin gizlendiği örneklerden biri.

Katliamlar biçim değiştirerek, toplulaştırılarak devam etti, ediyor. İşçi cinayetlerine kadın cinayetleri ekleniyor. Emekçi halk hukukla ve hukuksuzlukla, yoksullaştırmayla, hak gasplarıyla, siyasi ve ekonomik tehditle, işsizlikle çok yönlü baskı altında. Kaynağı belli: devleti, hukukuetnik ve dinsel her türlü gericiliği yanına alan sömürücü düzen.

10 Ekim, 103 kişinin hayatını kaybettiği ve yüzlerce kişinin yaralandığı 2015’deki Ankara katliamının da yıldönümü. Yine bir 10 Ekim’de, 1987’de aramızdan ayrılan Behice Boran’ın Bahçelievler katliamının birinci yıl anmasında dediği gibi, ne “ölenler geçmişe”, ne de “mücadele bayrağı uzlaşma hesaplarına” teslim edilecek.

Ölüm devrimcilere yakışmıyor. Yedi fidana yakışmadı. Ne diyor Abdullah Nefes:

“ne zaman ki ölüm,

öleni yaşatarak geçiyor dünyamızdan,

korku atlastan da olsa

papatyalardan hatta,

yakışmaz insana...”

Sömürenler, katledenlerse  Abdullah Nefes’in dizeleriyle:

“yoklar

yok olacaklar

sürdükçe bereketli

varlığı

insanın…”**

Katledilen emekçilerin, gençlerin, fidanların, gazetecilerin, eğitimcilerin, aydınların, sosyalistlerin, komünistlerin,  devrimcilerin hesabının sorulacağı; yağmanın, zulmün ve sömürünün hesabının sorulacağı günlerin mücadelesi “ölmeyecek bizim sevgili ölülerimiz”e saygıyla devam ediyor. Unutmayacağız, unutturmayacağız, gelecek kuşaklar da unutturmayacak.

*Tüm-Der’in yayın organı Amaç’ta yayımlanan şiirin tamamı, Yazılama Yayınevi tarafından (Üçüncü Baskı: Ekim 2018) yayımlanan romanın sonunda da yer alıyor.

** Abdullah Nefes’in Bahçelievler katliamının ardından 10 Ekim 1978 tarihinde yazdığı “Birler-Altılar-Binler” şiiri, Yürüyüş Dergisi’nin 24 Ekim 1978 tarihli 185. sayısında yayımlandı. Şiirin yazıldığı tarihte Serdar Alten hastanede yaşam savaşı verdiğinden aramızdan alınanlar şiirde “Altılar” olarak geçiyor.

   


Herkes yılgın Cem Yılmaz - Ayşen Şahin / Evrensel

 


Beş altı sene önceye kadar, ‘90’lardan ve 2000’lerin başlarından bahsederken, ‘Bu döneme kıyasen görece iyiydi’ diyordum.

Beyaz Toroslar, faili meçhuller, Madımak, ölüm oruçları ve daha birçok travmanın da ağırlığıyla, bu ülke hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedi şerhini illa koymak gerek.

Şimdilerde ’90’lar ve 2000’lerin başları, bugünle kıyaslanamaz’ diye düşünüyorum. Hiç bu kadar boğulduğumuzu hatırlamıyorum. 

Gerek en ufak bir zafer kırıntısına olan açlığımız gerek insanca bir yaşamdan yoksunluğumuz gerek belirsizlik sisinde boğuluşumuz etkendir buna.

Ancak bir husus var ki umudumu en çok kıran o oluyor: Ortak değerlerimizin kalmayışı, eylemsizliğimizin sinizm batağına dönüşmesi. 

Mesela Kadın Milli Voleybol Takımı siyasi bir atışmanın öznesi olabiliyor, Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes ödülü ayrı bir tartışma yaratıyor, seneler sonra Yılmaz Güney üzerinden bir haftalık bir mesai harcanıyor. Tartışmak, tartışma kültürüne sahip toplumlarda felsefenin gereğidir, insana vizyon katar, toplumun önünü açar. Bizde ise bitirgen. Biz eleştiriyi kırılganlığımız üzerinden ya da ilerici bir noktadan yapmıyoruz, farklı bir söz üretebilmenin şehvetiyle, bir başkasının yanlışı üzerinden kendimize doğrucu kılıflar dikebilmek ve eylemsizliğimizi bastırmak için kullanıyoruz. İktidar bizi acılarımızla yarıştırdı, acılarda ayrışanların neşede ve coşkuda birleşmesi zaten imkansız olurdu. Bunu çok iyi başardı, bir mutsuzluğun sarmalında boğdu bizi, coşkuyu ve yaşama olan hevesi aldı elimizden. 

Ortak duyguları ortadan kaldırılan insanların, ortak doğrusu da olmuyor. Ortak bir doğru olmayınca, iktidarın yanlışlarını yedirmesi kolaylaşıyor. O da onun doğrusu zira. 

Ortak doğru dediğim çok basit şeyler üzerinden günlük hayata sirayet edebiliyor. 

Seksenlerde her cuma Kemal Sunal filmi olurdu mesela. Cumaları yemeği erken yerdik evde, annem mısır patlatırdı. Güldürü akşamı denirdi, ailece film izlerdik tüplü televizyonda, diğer evlerin çoğunda aynı şeyin izlendiğini bilerek. Kemal Sunal filmleri komiktir ve güzeldir. Bazıları daha güzeldir elbet ama hepsi keyif verir.

Çoğunluk hemfikirdi, beğenmeyen ise öncelikle kendi tarzını izah ederdi, neden ona göre olmadığını. Eleştirisini genel bir kanaat ve kabul görmüş akademik bir tez gibi dayatmazdı.

’90’larda Cem Yılmaz çıktı. Cem Yılmaz komikti. Çoğumuz hemfikirdik. Bu ülkede komedi ile para kazanılabileceğini gösterdi. Neşeye ödenen bedelin hakkını her seferinde verirdi. Çalışmanın, yaratıcılığın ve zekanın iyi para etmesi bu alanda emek vermek isteyen herkes için iyidir. Bir emeğin ederinin düşük olması değil her tür emeğin ederinin yüksek olması derdindeyiz neticede. 

Biz bir kazanım umuduyla dili bari değiştirelim diye hassasiyetler icat edip dayatmadan önce sahnedeki gösterilere daha bir ağız dolusu gülerdik, Huysuz Virjin’e de cinsel şakalarında rahatça gülerdik, o zaman daha rahat konuşuyorduk ikili ilişkileri, cinselliği, daha tahammüllüydük bizim gibi olmayanlara.

Cem Yılmaz zamanla bir sinemacıya dönüştü. Her şey çok güzel olacak replikleri iki neslin dilinde pelesenk oldu. Komikti, güzeldi. Gora, Arog derken iktidarın şu son dönemlerinde Cem Yılmaz ne iş çıkarsa karşısında bir cephe buldu: Kendini tekrar ediyor, hiç komik değil, mesajı yok, küfürle güldürmeye çalışmış, yeni nesli yakalayamıyor vesaire vesaire.

Kimse zahmet etmedi eleştirirken neden kendine göre olmadığını izah etmeye. Beklentisini çok somut bir gerçeklik gibi koydu insanlar ortaya. 

İktidarın susma mecburiyetiyle konuşma zorunluluğu arasında mekik dokuyan siyaseti hepimize sirayet etti. Üstelik her şeyden yoksun, hiç olmadığımız kadar yoksulduk.

Cem Yılmaz’ın bilet fiyatları battı insanlara, filmlerin maliyeti rahatsız etti, gişesi daha da. 

Hem gülecek yerimiz mi vardı allasen? Ölüyorduk, boğuluyorduk. Çıkıp bir şeyler söylesindi delikanlı gibi. Net tepkiler koysaydı ortaya. Parasını bölüştürseydi ya mesela? 

Daha çok yardım yapsaydı. Yardım etmiş mi? O zaman neden düzgün duyurmadı? Duymayanın hatası değil ki bu? Söylemezse işte böyle eleştirilirdi. 

Memleket savunusundaki pozisyonunu sosyal hayatta da sosyal medyada da sinemasında da yeterli bulmadı insanlar.

Bizim için artık çoğumuzun hemfikir olduğu bir konu değildi Cem Yılmaz’ın komik olması. Hiçbir konuda, hiçbir acıda ve hiçbir sevinçte hemfikir olamadığımız gibi.

Sosyal medyada ortak doğruların parçalanması algoritma uyarınca büyük etki yaratıyor. Bir geçmişi silip atmakta büyük heves uyandırıyor bu tartışmalar.

Ömrünü belirli bir konuya vakfetmişlerin başına sık geliyor. 

Biz de mizahına saldırırken olamadığımız her şeyi bekledik Cem Yılmaz’dan. Devrimci tavır bekleyen de vardı, hayır hasenat bekleyen de. Daha komik olmasını bekleyen, artık komik olmadığını kabul etmesini bekleyen ve dram görmek isteyen de.

Do Not Disturb yayın tarihi belli olduğunda kızım (Ki siyasetin erişememekle suçlandığı en genç kesimden) eve girerken heyecanla dedi ki ‘29’u akşamı hiçbirimiz plan yapmayalım, evde olalım da Cem Yılmaz filmi geliyormuş, birlikte izleriz.’ Ve bu istek oğlumda da karşılık buldu.

Kemal Sunal zamanları gibi. Ergen evladı olanlar takdir edecektir ebeveyn ile onlar arasında o kadar az ortak nokta oluyor ki, o kadar az anı paylaşmaya gönüllü oluyorlar ki aynı şeyden zevk alabildiğini görmek bir nimet.

O zaman kendi adıma hakkını teslim ettim. Benim neslimde bu heyecanı uyandıran insan sayısı bir elin parmağını geçmiyor genç kuşakta.

Film, beklediğimiz gibi değildi. Komik değildi. Gençler yine de çok beğendi. Film iyiydi.

Bunca yıpratıcı eleştiri içerisinde havlu atmak yerine, dilediğiniz buysa, talebiniz buysa buyurun yaptım deyip koymuş önümüze. Diğer filmleri, bunu yapamadığımdan değil, onları yapmak istediğimden yaptım der gibi.

Ya da diğer bir opsiyon; kırıcı ve yıkıcı da olsa, eleştiriyi aldım, evrilttim kendimi, değiştirdim. Nasıl? der gibi.

İkisini de bu kahrolası döngüde çok kıymetli buldum. 

Bir de şöyle düşündüm: Bu memleket gerçekten hiç bu kadar boğulmamıştı dertten. Cem Yılmaz filmine bile sirayet etti tüm yaşadıklarımız. Bu toplumu güldürme vazifesinden çıkıp ruh halimizi anlatma çabası gördüm filmde. Emekçinin adı yok mesela filmde ha Metin ha Çetin. Hepimiz okyanusa atılıp yüzmeyi öğrenmemiz beklenen bir deneme sürecine sokulduk sanki Metin gibi, sağ kalan işi alır.

Aydın kesim gelinen noktaya dair kendi bileklerini keserken göremiyor emekçi nasıl bir hayatta var olmaya çalışıyor. Filmde Ayzek’in Bahtiyar’a dediği gibi; Cam gibi telefonun var ve hâlâ ölmek istiyorsun öyle mi?

Yeni bir söz üretemeyişimize geliyor ’Abi senin hiç kendine ait bir lafın yok mu ya?’

Ayzek her konuda haklı da değil.

Bir seçimin sonucunu anlamlandıramayışımıza denk geliyor hap kafasının cehaletin öz güvenine yansıması, internetten bulduğu sözlerle bir profesörü hakir görürken.

Otoriter rejimin propagandasının renkli hapları, her gün, günde onlarca kez halka zerk edilen.

Biz de Ayzek gibi balkondan otomobile düşüyoruz her yanılgımızla yüzleştiğimizde ve maalesef kalkıp işimize dönüyoruz biz de, yine ölmediğimize şaşsak da durumu zamanla normalleştirerek.

Sosyal medyanın her mecrası ayrı zehirliyor artık bizi. Instagram’a bakınca Ayzek’in sözüyle ‘Siz mutlu musunuz bari, bir tek ben mi başaramıyorum?’

Twitter’a bakınca ‘Herkesin bir fikri olmasından artık bunaldım, ya bir kişi de çıksın benim bir fikrim yok desin.’

Okumak dediğin hele sanat için okumak, kenarda kalmış bir otelin çamaşırlarını yıkayarak bile mümkün olamıyor işte gençler için.

Ve Davut’un yaptığı yorum nezdinde; yeteneğine, gençliğine bakmadan azıcık ayağı bile aksasa bir erkeğe muhtaç görülüyor kadın, sanki bir erkeğin onu eş olarak alması bir nimet, sanki hayat tek başına bir kadın için azap gibi.

Kadın hakkı savunurken kadının mağduriyeti göze sokulur hep. Sanki haklı olmanın ön şartı gibi mağduriyet.

O yüzden ayrı bir sevdim Bulut Eczanesindeki alkolik Saniye’yi. Hep kadınlar mı mağdur olacak?

Kadın cinayetlerine değinileceğinde filmler, diziler, kitaplar uzun uzun kadının çilesi anlatılırdı. Öldürülmenin haksızlığını ispat için kadının hayatının altının üstüne gelmesi şartmış gibi. Ters köşe ile seyirciye Davut’u sevdirip potansiyel katiller aramızda diyebilmek de varmış işte, sevginin eril dildeki suistimalini anlatmak, kravatın örttüğü suçları ifşalamak buradan da mümkünmüş. Aramızdalar ve Davutları kurtardı birileri kadınlar öldürülmediğinde, psikolojik, ekonomik, dijital şiddette beyan bile almadan kadından, ‘İyi adam, yapmaz’ diye savunabilenler düşünsün bir Davut’u. İyi adamdı güya.

Hayata ince ipliklerle kendini bağlamaya çalışanları nasihate boğdu birileri, akıl verdi, fikir verdi. Yüzüne hakir gördü, eleştirdi, küçümsedi. O bağlar kopuveriyor işte Ayzek’teki gibi. 

Ufacık metrekarelerde, her gün kısıtlanan imkanlarla, boğucu günler geçerken, neden yaşadığını anlamlandırmaya çalışırken, laktozsuz, glutensiz beslenmeyle, güneşi selamlayarak, astrolojiden medet umdurarak bastırıldı isyan. Bireymişiz birey. Örgütlü bir güç olamadıktan sonra goji kadar işlevli işte bireyciliğimiz.

Film bizi anlatıyor, çıkmazlarda boğuluşumuzu. Her koldan yılgınlığımızı, kafayı yemişliğimizi, birimizin bile artık normal olmayışını.

Tek bir aydınlık sahne yok filmde, geçip giden günlerimizdeki gibi.

Filmi beğendim çünkü bana feyz oldu.

Cem Yılmaz’ın eleştirilerden yılmayıp yapmadığını denemesi iyi geldi. Ondaki imkan başkasında olsa, bırakır giderdi belki de. Memleket sevgisi sınavının soruları herkes için ayrı olmalı, koşulları gibi. 

Hiç denemediklerimi deneme hevesi konusunda bana faydası oldu.

Haletiruhiyemizi sinemada izlemek o duygudan çıkmaya çalışmak için iyi bir yüzleştirme oldu.

‘Lan sen güya iyi adamdın nasıl yaptın?’ hissinin Davut karşısında dile gelmesi içimin yağlarını eritti.

Saniye ile Suhal ile kendini ezdirmeyen kadın izleyebilmek iyi geldi, mağduriyetlerin yorgunuymuşum.

Bahtiyar karakteri aydın kesim için sağlam bir tokattı, size gelene kadar pes edecek kimler kimler vardı sınavına çekerken bir yandan bu dünyaya fazla gelen hassas kalpleri de anlaması anlamlıydı.

Delireni yargılama mutlaka bir delirteni vardır dedirtti film, anlaşılır ve asıl hedefi sorgulatır diye umdum.

Yine beğenmeyenler olmuş. Eleştiri de çok filme.

Kimselerin aklına gelmemiş üzülmek Cem Yılmaz bile artık komik değil çünkü gülecek hiç yerimiz kalmadı diye, bizi güldürmesine bile müsaade etmedik diye.

Kendi adıma, sevdiği işi yapmaktaki inadı, yaşın ve tecrübenin ahkamına girmeden kendini geliştirmeye olan emeği, kin ve nefret dalgasını göğüste yumuşatıp yapıcı eleştiriye çevirmedeki kıvraklığı, denemekten vazgeçmediği için teşekkür ederim.

Uzun yıllardır Yılmaz Erdoğan kırgınlığı var üzerimde, kronik. Bir yazıyla vedalaşmıştım onunla. ( https://www.evrensel.net/yazi/83259/mustehzi-gulusune-dair-ince-bir-sitemden-ote-derin-bir-vedadir)

Yoklayan siyatik gibi hâlâ ara ara vurur. Sinemacılar, yazarlar, şairler; hayatımıza satırlarıyla, replikleriyle mana katarlar. Yaşamları o satırların bağlamından koptuğunda, bizden de bir bağ kopar.

Bu bağı tutmaya çalışma çabasına da teşekkür ederim. Söylemedikleri için kızanı çok oldu zaman zaman ama yapmadığı şeyler de bazen insanların yaptıklarından yeğ. Turuncu forma ile maça da çıkabilirdi, Beştepe’de gösteriye de. Yapmadı. Kırmadı. 

Ben oldum, Cem Yılmaz’ım, komedyenim, gerekirse kendim çekerim de demedi, gitti İftarlık Gazoz’da oynadı. Bu ülke için önemli bir filmdi, bize kazanabileceğimizi hatırlatan bir seçimin sloganına dönüşen, dile pelesenk ettiği filmin adı gibi ‘Her şey çok güzel olacak’

Mazhar bize artık çok da mazhar değil ama şarkı da ona kalmadı;

‘Benim hâlâ umudum var

İsyan etsem de istediğim kadar’

Beğenince söylemek lazım, takdiri unutup iğnesiz çuvaldızcı olmaktan korkarım. Ne diyordu şarkı;

‘Eyvallah dersin olur biter.’

Eyvallah, do not disturb, yapmış adam işini.

Güzel günler bizi bekler umarım, geciktik yolda.

Bir gün varırsak oralara, yeniden gülmek isterim katılarak Cem Yılmaz’a.


Ayşen Şahin / Evrensel

Menzil, istismarın kitabını yazdı! + Tebliğciler okul geziyor (BİRGÜN)

 

Menzil, istismarın kitabını yazdı! (İsmail Arı-Birgün)

Menzil Cemaati’nin “kadın ve aile” kitabında, erkeklerin aynı anda dört kadınla evli olabileceği ve kadının bu duruma karşı gelmemesi gerektiği ifade ediliyor. Kitapta ‘çocuk yaşta evlilik’ ile ‘dayak’ da savunuluyor.

İktidarın desteğiyle kamuda hızla örgütlendiği bilinen Menzil Cemaati’nin “Kadın ve Aile İlmihali” isimli kitabında skandal ifadeler yer aldı. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Ana Bilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görev yapan Dilaver Selvi tarafında yazılan ve Menzil Cemaati’ne bağlı Semerkand Yayınları’nın bastığı kitapta, çocuk yaşta evlilik ile erkeklerin çok eşliliği savunuluyor. 

Kitapta, çocukların evlendirilebileceği, “Buluğ çağına gelmeyen çocukların nikahı velilerinin izni ve bizzat nikahta bulunmaları ile geçerli olur. Evlenecek erkek ve kadının buluğ çağına ulaşmış olması gerekir” ifadeleriyle anlatılıyor. 

“Kadınlar, hem cinsi olan doktor, ebe ve sağlık personelini tercih etmeli” denilen kitapta, kadınların kocalarından izin alarak toplutaşımaya binmesi gerektiği, sadece zorunlu hallerde taksiye binebileceği anlatılıyor. Öte yandan “Şefkat tokadı” adı altında şiddet “Bazen tokat cehenneme doğru gideni cennete çevirebilir” şeklinde meşrulaştırılıyor. 

‘ERKEĞİN 4 EŞİ OLABİLİR’ 

Kitapta evlenilecek kadınların özellikleri ise “Bakire olması, çocuk doğurmaya elverişli olması ve güzel olması” şeklinde sıralanıyor. Ayrıca bir erkeğin aynı anda dört kadınla evli olabileceği ancak kadının sadece bir eşinin olabileceği anlatılıyor. Erkeğe dört kadının helal beşinci kadının ise haram olduğu belirtilen kitapta şunlar sıralanıyor: 

• “Erkek ikinci evliliği yapıyorsa, birinci hanımı bunu anlayışla karşılayıp Allah rızası için erkeğe yardımcı olmalı ve karşı gelmemeli. 

• Bazı erkekler şehvet yönünden çok güçlü ve aşırı isteklidir. Koca böyle iken kadın isteksiz ve cinsi yönden soğuksa erkek ikinci bir evlilik yapıp her iki hanımına da adaletli davranmalı. 

• Kadının çocuğu olmuyorsa bu durumunda babanın neslinin devamı için birinci hanımını boşamadan ikinci evliliği normaldir. 

• Tek evliliği kanunlaştıran ülkelerde erkekler fiilen tek kadınla yetinmeyip yasak ve gizli ilişkiler kurmakta, bu da aile, toplum ve şahsın ahlakı üzerinde büyük yıkımlara neden olmaktadır. 

• Evlenme niyetinde olan kız ve erkek sadece kızın akrabalarının yanında görüşüp, tanışıp koşabilirler. 

• Kadının ‘Kendimi sana nikahladım’ demesine karşılık erkeğin ‘Kabul ettim’ demesi nikah için yeterli.” 

                                                     /././

Tebliğciler okul geziyor (Berkay Sağol-Birgün)

Tarikat eliyle artan gerici kuşatma devam ediyor. Öğrencilerin velilerden izinsiz Kuran dinletisine götürülmesinin ardından, şimdi de okul önlerinde ‘Tebliğciler’ geziyor.

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), Gençlik ve Spor Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı iş birliğinde hayata geçirilen ‘Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum’ (ÇEDES) projesi kapsamında okullarda velilerden izinsiz dini etkinlikler yapılıyor. İzmir’in Buca ilçesinde bulunan Fatih Sultan Mehmet Anadolu Lisesi’nde okul dışında ‘Tebliğciler’ isimli gerici grupların okul önlerinde öğrencilerle konuşmaya çalıştığı öğrenildi. Eğitimciler, gericilerin öğrencileri hedef almasına ilişkin "Laiklik karşıtı uygulamaları militanca uygulamaya koydular. Laik eğitim mücadelemizi yükselteceğiz" dedi.

Eğitim Sen İzmir 5 No’lu Şube Başkanı Özcan Çetin, BirGün’e yaptığı açıklamada, şu ifadeleri kullandı: “Okullardaki öğretmen açığı, eğitim öğretim araçlarının eksikliği, yıkılan okulların öğrencilerinin başka bölgelere gönderilmesi gibi çok yoğun sorunlar var. ÇEDES projesinden sonra eğitim öğretim laiklik karşıtı uygulamalar bombardımanına tutuldu. Laik eğitim mitinginden sonra Milli Eğitim yetkilileri yasa ve yönetmeliklere aykırı laiklik karşıtı uygulamaları fütursuzca ve militanca uygulamaya koydular. Aynı gün içerisinde birçok okulda öğrenci velilerinden izin alınmadan, öğrenciler derslerden alınıp din adamlarının Kuran dinletisine götürülüyor. Bazı okullarda bu olanlardan okul müdürlerinin bile haberi yok. Gittikçe paralel bir sürece girilmeye başlandı.”

Çetin, şöyle devam etti: “Bütün okulların imam hatipleştirilmesine yönelik bir çalışma var. İzmir’in hemen hemen tüm ilçelerinde Eğitim Öğretim Birliği Yasası’nı engelleyen, bunun karşısında konumlanan bir süreç yönetiliyor. Veliler özellikle çocuklarının derslerden alınıp Kuran dinletilmesine tepkili. Tüm bunlar yaşanırken, Tebliğciler okul çıkışında öğrencilerle sohbet etmeye çalışıyor. Laik eğitim mücadelemizi yükselteceğiz.”

VELİLERİN HABERİ DAHİ YOK

Öte yandan Buca Süleyman Şah Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nde öğrenim gören öğrenciler de önceki gün Mevlid-i Nebi Haftası kutlama programı çerçevesinde Kuran dinletilmek üzere ders saati içerisinde konferans salonuna götürüldü. Öğrencilerin etkinliğe katılımına dair velilerin izni olmadığı öğrenilirken salondaki din görevlisinin öğrencilere dini bilgiler aktardığı bildirildi.


Zoroğlu’nun mağduru çocuk anlattı: Beni böyle manipüle etti - Timur Soykan / BİRGÜN

 

Çocuk ve ergen psikiyatristi Prof. Dr. Salih Zoroğlu hakkındaki iddiaların ardı arkası kesilmiyor. Çok sayıda mağdur aile ve çocuk haberlerimizden sonra bize ulaştı. Onlardan biri; 17 yaşındayken Salih Zoroğlu’nun hastası olan Ceyda. (Bu gerçek ismi değil.) Ceyda bugün 19 yaşında ve üniversiteye başladı. Çok zor dönemlerden sonra ayakta durmayı başarmış, pırıl pırıl, güçlü bir genç. Ben onun iddiaları olduğunu vurgulayarak sözü Ceyda’ya bırakıyorum:

“Annem, babam, benden 7 yaş küçük erkek kardeşimle mutlu bir hayatımız vardı. Babamın her şeyi ailesidir, çok ilgilidir. Babam beni kendimi bildim bileli şu soruyla büyüttü; Aramızda ne var kızım? Cevap da hiç şaşmazdı. Sevgi, saygı ve hoşgörü. 11. sınıfa kadar derslerim çok iyiydi. Saatlerce ders çalışırdım. Başarılı olma konusunda takıntılarım başlamıştı ve bunalıma girmeye başladım. Sürekli ağlamalarım oluyordu. Bir gün aileme kendimi hiç iyi hissetmediğimi ve psikolojik destek almak istediğimden bahsettim. Ailem psikiyatriste götürdü. Antidepresanlar kullanmaya başlamıştım ama gittikçe kötüye gidiyordum. Kendime zarar verme düşüncelerim oluştu. Sürekli ilaç değiştirmeye başlamıştım. Ailem araştırdı ve Salih Zoroğlu’nu buldu.

’AĞIR BİR DKB HASTASISIN’

Ben haberlerinizde anlattığınız Ayşe, Elif ve Beyza’dan 1 yıl önce Zoroğlu’na gitmiştim. Aralık 2021’de Bakırköy’deki kliniğine gittik. Formlar verdi, ben, annem, babam doldurduk. Çoklu Kişilik Bozukluğu (ÇKB) ölçeğiymiş. 0’dan 10’a kadar puanlar olan sorular vardı. Aslında yanıtlarımdan yüksek bir oran çıkmamıştı. Ama Zoroğlu, ÇKB ya da diğer adıyla Dissosiyatif Kimlik Bozukluğu (DKB) teşhisi koydu. “Başka bir doktora gitsen sana çok hafif bir DKB teşhisi koyardı ama sen çok ağır bir DKB hastasısın. Bu hastalık çok büyük bir travma sonucu ortaya çıkar. Anne, baba ve akraba tecavüzünden kaynaklanıyor. 6 ayda travmalarını ortaya çıkaracağız ve iyileşeceksin” dedi.

’18 KİŞİLİĞİ VAR’ DEMİŞ

İçimdeki farklı kişiliklerin travmalarımı hatırlamamı engellediğini ve bu istismarı yapan kişiyi bulacağımızı söylüyordu. Kendimi iyi hissetmiyordum ve ’Bana neler oluyor’ diye düşünüyordum. Annem ve babama da bunları söylemişti ve onlar da çok sarsılmıştı. Biri böyle bir şey yaptıysa bulunmasını istiyorduk. İlk görüşmeden sonra aileme içimde 18 farklı kişi olduğunu söylemiş. Daha sonraki seanslarda annem ve babamı almamaya hatta hiç bilgi vermemeye başladı. Hatta babamın benimle hiç gelmemesini istedi. Hiçbir DKB hastasının babasını muayenehanesine almadığını söyledi.

’BİR SENARYO KURMUŞTU’

Ama seans sırasında sürekli babamla ilgili imalarda bulunuyordu. Ben çok kızıyordum. Dayıma, anneme, kuzenlerime iyi ve kötü olarak 0-10 arasında puan vermemi istiyordu. Bana bunlar çok saçma geliyordu. Ben 2.5 yaşındayken çok ciddi bir kabızlık sorunu yaşamışım ve bağırsağın dışarı çıkması şeklinde büyük bir hastalık geçirmişim. Bu ameliyatın ismi de Rektal Prolapsusmuş. Ameliyat sayesinde hayatım kurtulmuş. Bunun aslında cinsel istismardan kaynaklandığını söyledi. Böyle bir şey olmadığını söyledim. Ama inanmıyordu. Kafasında senaryoyu kurmuştu ve benim de kafasında kurduğu şeyi itiraf etmemi istiyordu.

Seanslar ilerledikçe Zoroğlu, içimdeki kişiliklerin çıkmadığını söylüyor, baskı yapıyordu. “Senin bu kişilikleri ortaya çıkaracak cesaretin yok, ben boşuna uğraşıyorum. Sen korktuğun için iyileşmiyorsun. Yüzleşecek cesaretin yok. Çaba harcamıyorsun” diyordu. Bunları sürekli tekrarlıyordu. Seanslar 2-3 saat sürüyordu. O kadar çok şey anlatıyordu ki... Ben de sürekli “Ben neden iyileşemiyorum” diye düşünüyordum.

’BABAMI EVDEN UZAKLAŞTIRDI’

Terapide konuştuklarımızı aileme anlatmam yasaktı. Profesör, anneme babam evde olduğu için içimdeki kişiliklerin ortaya çıkmadığını, iki hafta eve gelmemesini söylemiş. Bana hiç anlatmadılar. Babam şehir dışına iş için gittiğini söyledi. Çok sonra öğrendim meğer bizim eve yakın ofisinde kalıyormuş. Telefonla görüntülü aradığımda bizim ofis olduğunu anlamamam için tuvalette bir köşeye geçip saçlarını ıslatıyor, “Kızım otelde banyodayım” diyormuş. Görüntülü arayınca ofisten çıkıyor, minibüse binip sanki başka şehirde gibi benimle konuşuyormuş.

’SANAL BİR DÜNYADA GİBİYDİM’

İki ay sonra, Mart 2022’de doktor “Yeni bir tedavi var. Ketamin mucize bir ilaç, sana çok iyi gelecek. Travmaları hatırlayacaksın” dedi. Önce çok az dozlarda Ketamin verdi. Sonraki seanslar da yeterli etki olmadığını söyleyerek dozu arttırdı. Çok garip bir duyguydu. Sanal bir dünya gibi oluyordu. Dışarıda bir dünya var ama onun içinde kendi birey gibi hissetmiyorsun. Sanki yerçekimi kayboluyor, uzaya çıkıyordum. Her şey çok gizemli geliyordu. Mesela Profesör’ün odasının yanında bir tuvalet var. Onun kapısını görüyorum, çok garip, büyülü gibi geliyor. Tuvalette bambaşka bir dünya olduğunu düşünüyorum. Kapıyı açıyorum. ‘Burası ne kadar değişik bir yermiş’ diyorum. Bazı seansları hatırlamamaya başlamıştım.

’VE BABAMI SUÇLADI’

Profesör bana 2.5 yaşında bağırsak ameliyatı olmadan önce yaşadıklarımı hatırlayacağımı söylüyordu. Bir gün babamın bana yıllarca cinsel istismarda bulunduğunu söyledi. Ben kesinlikle böyle bir şey olmadığını söyledim. Ama o ısrar ediyordu. Uzun süre direndim, sonra babama gidip “Bu adam seni suçluyor” dedim. Babam çok şaşırdı, yıkıldı. Bizi Zoroğlu’na gönderen doktorun yanına gittik, “Ne yapalım” diye sorduk. “Siz kendinizden eminsiniz. Gerçek ortaya çıkar, terapiye devam edin” dedi.

Profesör, bizi kendine mecbur bırakmıştı. “Kişiliklerden biri intihara sürüklüyor” diyordu. Annem, babam bundan çok korkuyordu. Ben de Ketamin verdiği için kliniğe gitmek istiyordum. Profesör, babamın 2 hafta daha eve gelmemesini söyledi. Babam da suçlandığı için gerçek ortaya çıksın istiyordu. Benim için de korkuyordu. Kabul etti.

Salih Zoroğlu seanslarda annemi suçlamaya başlamıştı. Onlara ‘anne’, ‘baba’ dememi yasakladı. “İsimlerini de söylemeyeceksin, sadece isimlerinin ilk harfleriyle onlardan bahsedeceksin” dedi. Annemin babamı koruduğunu söylüyordu. Diğer doktoruma mesaj atıp bana terapi yapmamasını söylemiş. Böylece dayanağım olan o psikiyatristten de beni kopardı.

Nisan 2022’de seanstayken kriz geçirmişim. Annem telaşı fark edip odaya girdiğinde beni koltukta yatarken görmüş. Gözlerim dönüyormuş. Çantamın içinde sprey Ketamini görmüş. “Kızımın eline neden ketamin verdiniz ” diye bağırmış. “Ketaminden değil” demişler. Beni hastaneye kaldırmışlar. Orada kendime geldim.

Ben babamın bana tecavüz etmediğini söylediğimde Profesör çok sinirleniyordu. Ketamin dozunu sürekli artırıyordu. Bana “Diğer kişiliklerin kabul etti” dedi. Krizlerin ‘Hatırlama’ olduğunu anlattı. “Senin içinde 3 tane o... kişilik var. Onlar bunu istiyor” dedi. Ben kabul etmeyince öfkelendi. “Sen önce konsomatris, sonra eskort ve anne olunca da tacizci olacaksın, kendi çocuğuna bunları yapacaksın” dedi.

’AKLIMLA OYUN OYNUYORDU’

Seanslar sırasında aslında söylemediğim, anlatmadığım şeyleri ben söylemişim gibi anlattığını ve bunu da gerçekten inanarak söylediğini fark ettim. Çok meraklı birisi olduğum için cep telefonumla ses kaydı almaya başladım. Bu kayıtları dinliyordum ve söylemediğim şeyleri gerçekten ben söylüyormuşum gibi beni kandırmaya çalıştığını anladım.

Güvenim tamamen kırılmıştı ama kendimi çaresiz de hissediyordum. Çünkü bana o kadar fazla kendisi dışında bu hastalığı tedavi edebilecek kimse olmadığını söylemişti ki ondan başka kimsenin beni iyileştiremeyeceğine inanmıştım.

’BULANIK BİR GÖRÜNTÜ...’

Mayıs 2022’de Ketamin aldığım bir seanstan sonra eve gelmiştim. Gözümün önüne çok kısa, bir anlık, bebeklikten, hayal gibi, halüsinasyon gibi bulanık bir görüntü geldi. Ben dışarıdan kendi bebekliğimi görüyorum ve babam sanki bana o kötülüğü yapıyor gibi. Çok kötü oldum, ağlama krizine girdim. Anneme “Beni dışarı çıkar” dedim. Evden çıkmadan önce de Zoroğlu’na yazmıştım.Annemle arabaya bindik. Salih Zoroğlu annemi arayıp “Bingo, tamam artık. Bundan sonrası yokuş aşağı, kolay” dedi. Babasının boş bir evinin olduğunu, orada kalabileceğimizi söyledi. Eşi bize anahtar ve ilaçlar getirdi. Annem ile üç gün o evde kaldık. Çok fazla ilaç kullanıyordum, sürekli uyuyordum.

Ben babamın bunu yapmış olamayacağını biliyordum ama onu görmek istemiyordum. Sonra babama mesaj attım. Şöyle yazdım:

 “Baba kafam çok karışık hiçbir şey net değil, ben senin böyle bir şey yapmış olabileceğini düşünmüyorum, için rahat olsun, sıkıntı yok, kendini yıpratma, sadece biraz zaman ver sonra düzelecek her şey inanıyorum. Ne görmüş olursam olayım sana inanıyorum, sen benim canım babamsın.”

’EVDEN KAÇTIM’

Salih Zoroğlu’nun babasının evinde 3 gün kaldıktan sonra evimize gittik. Valizlerimi topladım. Annemle babam gitmeme karşı çıkıyordu, yalvarıyorlardı ama onları dinlemiyordum. Bu dönemde 18 yaşına girmiştim. Profesör evden ayırılıp tek başıma yanına gitmemi istiyordu. 9 Mayıs günüydü. Ben “Annem kliniğe getirsin” dedim. Bana kızdı. “Tek başına gelemeyecek kadar cesaretin yoksa terapilere devam etmemize gerek yok. İyileşmeyeceksin” diye mesaj atıyordu. Profesör “Taksiye bin, kliniğe gel” demişti. Evden kaçıp taksiyle muayenehanesine gittim.

’DEFOLUN BURADAN’ DİYE BAĞIRDI

Annemle babam peşimden gelmişti. Beni geri götürmek istiyorlardı. Zoroğlu, annemle babama “Defolun buradan” diye defalarca bağırdı. Anneme ‘Kadın’, ‘Karı’ diye hakaret ediyordu. Babam hiçbir şey yapmadığını söylüyordu. Ben de onlara gitmeleri için bağırıyordum. Sonunda beni kaybetme korkusuyla annem ve babam gitti.

O gece korkunçtu. O gün yine Ketamin verdiler. Akşam olduğunda ben içerideyken kapıyı kilitleyip evlerine gittiler. Klinikte yalnızdım, çok soğuktu, ne yastık ne yorgan vardı. Ağlama krizine girdim. Zoroğlu’nu arayıp iyi olmadığımı söyledim, kliniğe geldi. Koluma iğne yaptı ve terapi odasına götürdü. Ve burnumdan ilaç çektirdi. Terapi yaptı. Sonrasında ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum.

’BABASININ EVİNE GİTTİK’

Zoroğlu, ertesi gün klinikte çalışan psikolog kadın ile babasının evinde kalacağımı söyledi. Valizimi alıp o eve gittik. Benden iki, üç gün sonra benden iki yaş küçük bir kız çocuğu getirdiler. Bir de 14 yaşında erkek bir çocuk getirdiler. Çok perişan haldeydi. Zoroğlu bu evde de terapiler yapıyordu.

Ben artık babamı suçlamaya başlamıştım. Beni aileme böyle düşman etti. Herkesle iletişimimi kopardı. Salih Zoroğlu, babamdan şikayetçi olmamı söylüyordu. Ama ben bunu kabul etmedim.

Babam, annem sürekli Profesör ile görüşmeye çalışıyordu ama o kabul etmiyordu. O mesajlar duruyor. Babama da “ÇKB hastası” diyor ve yaptıklarını hatırlamadığını anlatıyor. Babam ise çocukluğundan beri her anı hatırladığını, kesinlikle böyle bir kötülük yapmadığını yazıyor. Profesör babamdan mallarını benim üzerime geçirmesini ve bir daha karşıma çıkmamasını istiyor. “Bizim derdimiz üzüm yemek bağcıyı dövmek değil” diyor. “Siz aradan çekilirseniz 3 ayda iyileşir” yazıyor.

Annem daha önce geldiğimiz için Zoroğlu’nun babasının evini biliyordu. Ben orada kalırken annem ile babam bu evin olduğu sokağa geliyormuş. Arabanın içinde dışarıdan sürekli eve bakıyorlarmış. Evde yatarken yanıma aldığım bir oyuncağım vardı. Onu kapıya bırakmışlar. Annem benim sevdiğim yemekleri yapıp kapıya koymuş. Ama hiç kapıyı çalamıyorlardı. Babam sonra anlattı, defalarca sabaha kadar orada durmuş. Bir sabah annem uzaktan izlerken ben, psikolog ve Salih Zoroğlu çıkmışız, ben ağlıyormuşum. Annem uzaktan ağlayarak izlemiş.

Bu evde kalırken beni ara ara kliniğe götürmeye başlamışlardı. Orada kısa süre dosyaları yerleştirdim. Klinikte artık Ketamin’i kendim alıyordum. Hatta etkilerini görmek için bilgisayarımın kamerasıyla kendimi kaydetmiştim.

’KARDEŞİNİ KAÇIRALIM’ DEDİ

Akşam eve geri dönüyorduk. Zoroğlu bir gün bana 100 dolar verdi ve “Banka hesabı aç” dedi. Pasaport ve vize alacağımı söyledi. Beni Almanya’ya gönderecekti.

“Kardeşini de anne ve babandan kurtarmamız lazım. Sana yaptıklarını ona da yaparlar. Onu kaçırmamız lazım” dedi. Erkek kardeşim o zaman 12 yaşındaydı.

Benim liseden mezuniyet törenim vardı. Annemle elbise almıştık. Ben o evdeyken mezuniyet balosu oldu, gidemedim. O evdeki son günümde okula sınav olmak için gitmem gerekiyordu. “Annem ben arabayla okula götüreyim. Söz hiç konuşmayacağım” dedi. Ben de kabul ettim. Okuldan çıktığımda arabada, ben de annemde ağlıyorduk. Annem “Kızım lütfen, başka doktora gidelim. Evine dön” dedi. Doktorun hepimizi manüpile ettiğini anlamıştım. “Tamam eve döneceğim” dedim. Zoroğlu bana çok ağır hakaretler etti, “Babanla yaşadıklarını sen de istiyorsun” deyince ben onun ne kadar sapkın zihniyetli olduğunu gördüm. Bunu çok daha korkunç ve küfür şeklinde söylemişti.

Zoroğlu’nun da hocası olan psikiyatri profesörüne gidip yaşadıklarımızı anlattık. Bunların çok korkunç olduğunu, bizi manipüle ettiğini anlattı. Çoklu Kişilik Bozukluğu teşhisi koymadı.

Bundan sonrası da çok kötüydü. Annem ve babamın yaşadıkları nedeniyle çok büyük suçluluk duydum. Onlar çok büyük acılar çekti. Ben eskiden gittiğim psikiyatristime döndüm. O da ÇKB olmadığımı söyledi, tedaviyle iyileşmeye başladım.

Salih Zoroğlu’ndan şikayetçi olmayı çok düşündük ama korktuk. Artık hayatıma devam etmek istiyordu, psikolojik olarak çok yıpranmıştım. Babama, anneme iftiralar atabilirdi. Hep “Başka çocuklara, anne-babalara da bunları yaparsa” diye düşündük, cesaret edemedik. BirGün’de çıkan haberinizi okuduğumda çok sevindim. Profesör başkalarına bize yaşattıklarını yapamayacaktı.

Timur Soykan / BİRGÜN

Gazze’de sadece Hamas yok: Birçok Filistinli örgüt İsrail'e karşı savaşıyor - İbrahim Varlı / BİRGÜN

 

Hamas'ın silahlı kanadı İzzettin el-Kassam Tugayları'nın İsrail'e karşı başlattığı Filistin tarihinin en büyük operasyonuna diğer örgütler de katıldı. Gözler İzzettin el-Kassam Tugayları'na çevrilse de Gazze ve Filistin'de bir tek Hamas yok, başka örgütler de var.

Gazze Şeridi'ni kontrol eden Hamas'a bağlı İzzettin El Kassam Tugayları'nın İsrail'e karşı bu sabah başlattığı "Aksa Tufanı" operasyonuyla Ortadoğu'da cehennemin kapıları yeniden açıldı. İsrail'e yönelik bugüne kadarki en kapsamlı operasyon bölgede savaş çanlarının çalınmasına neden oldu. İsrail, "savaş durumu" ilan ederken Filistinli direniş örgütleri İsrail'e karşı birleşti.

Operasyonu Hamas'a bağlı İzzettin el-Kassam Tugayları başlatsa da Akdeniz sahiline sıkıştırılmış 1,5 milyonluk küçük “şehir devleti” olan Gazze Şeridi'nde Marksist direniş örgütlerinden Selefi gruplara kadar birçok yapı varlık gösteriyor. İrili ufaklı bazı gruplar dışında tutulursa, ikisi İslamcı beş büyük örgüt var Gazze’de.

Hamas ve İslami Cihad gibi radikal İslamcı örgütler ön plana çıksa da Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC), El Fetih ve Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi (FDHKC) gibi solcu örgütlerin silahlı kanatları da Gazze Şeridi'nde aktif.

Filistin'in efsanevi lideri Yaser Arafat’ın kurduğu El Fetih, George Habaş’ın kurduğu FHKC ile Nayef Havatme’nin kurduğu FDHKC, 1964'te kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) bünyesinde yer alıyor.


FHKC - EBU ALİ MUSTAFA TUGAYLARI

Marksist eğilimli Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) askeri kanadını oluşturuyor. Kudüslü bir Ortodoks aileden gelen George Habaş tarafından 1967 yılında kurulan FHKC, efsaneleşmiş devrimci Leyla Halid’in katıldığı uçak kaçırma eylemleri ve işgalci İsrail’e karşı yürüttüğü uzun soluklu direnişle tanınıyor. FHKC’nin, Habaş’tan sonraki ikinci lideri ve tugaylara adını veren Ebu Ali Mustafa 2001’de evini füze ile vuran İsrail tarafından katledildi. FHKC’nin şimdiki lideri Ahmet Saadet halen İsrail zindanlarında tutuklu bulunuyor. 2001 yılında ilk defa Gazze’den füze fırlatan Ebu Ali Mustafa Tugayları, özellikle Han Yunus’un batısında işgal askerlerine zor anlar yaşatıyor.

EL FETİH - EL AKSA ŞEHİTLERİ TUGAYLARI

Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin (Hareketi Tahriri Filistin-kısa adıyla El Fetih) askeri kanadını oluşturuyor. El Aksa Şehitleri Tugayı, İsrail’in tüm saldırılarına karşı silahlı direnişe etkin bir şekilde destek verdi. 2000’de patlak veren İkinci İntifada sürecinde özellikle ön plana çıktı. Tugayların lideri İkinci Filistin İntifadası’nın sembol ismi Mervan Barguti olduğu iddia ediliyor. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) en güçlü bileşeni olan El Fetih ise Filistin direnişiyle anılan Yaser Arafat liderliğinde 1958’de kuruldu.  Filistin davasının ve direnişinin temel aktörü olmuştur. Gerilla savaşı veren El Fetih, 1968’de Filistinlilerin başlıca örgütüydü. 1967 savaşında Karame direnişiyle, FKÖ içinde etkin oldu.

FDHKC-YURTSEVER KURTULUŞ TUGAYLARI

Marksist eğilimli Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FDHKC) askeri kanadı. 1969 yılında FHKC’den ayrılan Ürdünlü Ortodoks bir aileden gelen Nayef Havatme tarafından kuruldu. FDKC, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’nın İsrail’in fiili işgali altında bulunduğu dönemde bu alanda gençlik, işçi vb. örgütlenmeler kuran ilk hareket olarak dikkat çekiyor. İsrail saldırganlığına karşı silahlı direnişe katılan Yurtsever Kurtuluş Tugayları, daha önce farklı isimlerle anılıyordu. Bu ismi ise 2000 yılındaki İkinci İntifada’dan bu yana taşıyor.

İSLAMİ CİHAD HAREKETİ- KUDÜS TUGAYLARI

Kudüs Tugayları, İslamcı/Selefi İslami Cihad Hareketi’nin askeri kanadını oluşturuyor. 1969 yılında Fethi el Şekaki liderliğinde kurulan örgüt, özellikle o dönem Mısır’da üniversite eğitimi gören gençler arasında etkili olmayı başardı. El Şekaki ve ekibinin 1980’li yıllarda Filistin’e dönmesinden sonra örgütsel çalışmaya başlayan selefi İslamcılar, özellikle Birinci İntifada süreciyle silahlı direnişe de yöneldi. Halen İsrail vahşetine karşı direnen örgütlerden biri olan Kudüs Tugayları, kimi zaman etkili eylemler gerçekleştirebiliyor. İslami Cihad Hareketi’nin kurulduğu dönemlerde özellikle İran tarafından desteklendiği belirtiliyor. Örgütün Gazze Şeridi’nde faaliyet gösteren diğer gruplara nazaran etkisi görece daha zayıf.


İSLAMİ DİRENİŞ HAREKETİ (HAMAS)- EL KASSAM TUGAYLARI

Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu İslami Direniş Hareketi’nin (Hamas) askeri kanadını oluşturuyor. 1987 yılında Şeyh Ahmed Yasin liderliğinde kurulan Hamas, halen devam eden İsrail karşıtı direnişte etkin bir yer işgal ediyor. Adını İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadele verirken hayatını kaybeden Şeyh İzzeddin El-Kassam’dan alan Tugaylar ise 1992’de kuruldu. Karakteristik özellikleriyle dikkati çekiyor. Savaşçılarının sayısının 10 bini bulduğu iddia ediliyor. “Kuzey Şeridi Tugayı”, “Gazze Tugayı”, “Orta Tugayı” ve “Güney Tugayı” olmak üzere 4 tugaydan oluşuyor. Tugaylar, 2005’de İsrailli er Gilad Şalit’i esir alarak aylarca rehin tutmuştu. Örgütün siyasi liderleri İsmail Haniye ve Halit Meşal Katar’da sürgünde yaşıyor.

 İbrahim Varlı / BİRGÜN


Öne Çıkan Yayın

"İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor" + İki manşet ve pis bir iş - EVRENSEL-

" İsrail Batı’nın pis işlerini yapıyor"-Yücel Özdemir- İsrail’in Ortadoğu’da yaptıklarını en iyi Almanya Başbakanı Friedrich Merz’...