7 Temmuz 2024 Pazar

soL "KÖŞEBAŞI" -7 Temmuz 2024-

Kayseri'de Suriyeli sığınmacılara yönelik saldırılar sanayi mesaisini durma noktasına getirdi -EGE GÖZÜPEK-

30 Haziran akşamı başlayan saldırılar sonrası kendilerini güvende hissetmeyen sığınmacı işçiler evlerinden çıkamıyor. Kayseri eski sanayide işler durma noktasına gelmiş durumda.

Kayseri'de 30 Haziran akşamı Melikgazi ilçesindeki Danişmentgazi Mahallesi'nde Suriyeli bir kişinin yine Suriyeli olan 7 yaşındaki bir kız çocuğunu taciz ettiği iddiasıyla başlayan gerginlik günler sürdü.

Suriyeli sığınmacıların ev ve işyerleri, WhatsApp grupları üzerinden toplanan gruplar tarafından yakılıp tahrip edildi. Araçlar kepçelerle ezildi.

Olayların ardından Suriyeliler can güvenliğinden endişe ederken pek çoğu bu nedenle işe gidemedi.

İstifa eden Çevre Bakanı Mehmet Özhaseki'nin Kayseri milletvekili olduğu 2021’de "Suriyeliler giderse sanayi batar. Sanayimizi onlar ayakta tutuyor" itirafı bugün doğrulanmış gibi görünüyor.

Sanayideki esnafın aktardıklarına göre 30 Haziran'dan bu yana bazı sanayi tesislerinde işçi eksikliği belirgin hale geldi. Başta mobilya sektörü olmak üzere birçok iş alanında sığınmacı işçi çalıştırıldığı için sanayideki işler durma noktasına geldi.

'Ailemi ve sevdiklerimi korumak zorundayım'

soL'a konuşan bir emekçi işyerindeki 15 göçmen çalışanın da işe gelmediğini ifade etti. İşçilere neden gelemedikleri sorulduğundaysa 30 Haziran'da yaşananların izlerini olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz: "Ailemi ve sevdiklerimi korumak zorundayım."

Öte yandan daha önce güvencesiz koşullarda çalışan göçmen işçilerin yerini tutması için patronların durumu kurtarmak için "çocuk işçilere" başvurduğu bir lise öğrencisinin anlatımıyla ortaya çıkmıştı. Sığınmacı olmayan, genellikle lise mezunu veya lise öğrencisi olan emekçilere patronların aylık 20 bin TL maaş teklif ettiği öğrenilmişti.

'Pencereden dışarı bakmaya korkar olduk, plakalarını değiştiren var'

Akşamları saldırı düzenledikleri Suriyeli işçilere ertesi gün neden işe gelmediklerine dair sorgulamalar patronların bir klasiği olmuş durumda.

Daha önce Antalya Serik'te de benzer bir durum yaşanırken 17 yaşındaki Suriyeli işçi Ahmet Handan El Naif, sokak ortasında bıçaklanarak öldürülmüştü. Patronların özellikle sanayi, hizmet ve tarım iş kollarında Suriyeli işçilerin saldırıların ertesinde neden işe gelmediği konusunda uyarı ve baskı yaptıkları da ortaya çıkmıştı. 

Kayseri'de de benzer bir durum söz konusu. 

soL'a konuşan sığınmacı işçiler güvenliklerini sağlamak adına araçlarının plakasını değiştiklerini ve zorunlu durumlar dışında evlerinden çıkmadıklarını ifade ediyor. Yaşanan olaylar Organize Sanayi Bölgesi ve Doğu Sanayi bölgesinde yoğunlaştığı için bu sanayilerde çalışan sığınmacı işçilerin güvenlik tedbirleri nedeniyle işe gitmedikleri ifade ediliyor. Saldırılar Argıncık, Küçük Mustafa, Kayabaşı, Eskişehir Bağları, Danışment, Sahabiye ve Mevlana mahallelerinde yoğunlaştığı için özellikle buralarda ikamet eden sığınmacı işçilerin yakın bölgelerdeki işyerlerine gitmedikleri belirtiliyor.

Mahallelerinde ailelerini ve yakınlarını korumak için nöbet tutan sığınmacı işçilerin işe gidememelerinin yanında olayların üzerinden geçen zamana rağmen hâlâ kendilerini güvende hissetmedikleri anlaşılıyor.

                                                         /././

Seyitömer'de çarklar zam için durdu: Patron işçileri alıkoydu, sendikadan ayrılmaları için para teklif etti -Emre Alım-

22 bin liraya çalışan Seyitömer Termik Santrali işçileri zam için 3 gün iş bıraktı. Şirketse, sendikadan ayrılmaları için işçilere rüşvet teklif etti, onlarca kişiyi santralde 20 saat alıkoydu.

Kütahya'daki Seyitömer Termik Santrali'nde zam talep eden yaklaşık 800 işçi, toplu iş sözleşmesi sürecinde 6 aydır sonuç alınamadığı için iş bıraktı.

Ağır ve tehlikeli sayılan bir işkolunda çalışan işçiler, en düşüğü 19 bin lira olmak üzere ortalama 23 bin lira ücret alıyor.

İş bırakma eylemi, işçilerin sözleşme sürecindeki ilk uyarısı değil. İşçiler Şubat ve Mart aylarında da patronun zam önerisini yetersiz bulmuş, eyleme çıkmıştı. Şirketse eylemlerin provakasyon amacı taşıdığını iddia etmişti.

Sendikadan istifa edene 3 bin lira ödül

Santralin sahibi Çelikler Holding, bu defa araya devleti soktu. Kütahya Valisi Musa Işın, yetkili sendika TES-İş aracılığıyla eylemdeki işçilerden üretime dönmelerini istedi. İşçilerse "Hayır" cevabını verdi.

Bu süreçte işçilere yönelik baskı da zirveye ulaştı. 

Şirket yönetimi, tüm işçilere attığı mesajda sendika üyeliğinden istifa edenlere 3 bin lira verileceğini duyurdu. İşçilerden sendikadan ayrıldıklarını belgelemelerini isteyen şirket yönetimi, "Sendika ücretinizi de hesaplarsak aylık 4 bin lira civarı avantajınız olacak" dedi.

                                      Şirket yönetiminin işçilere gönderdiği mesaj

İşçileri alıkoymanın cezası 500 yılı bulabilir

İş bırakma eyleminin başlaması üzerine mevcut vardiyadaki işçilerin santralden çıkışına izin verilmedi. Gece 23.00'te işbaşı yapan işçiler yaklaşık 20 saat alıkonuldu.

Süreci takip eden isimlerden CHP Kütahya Milletvekili Ali Fazıl Kasap, işçilerin alıkonularak zorla çalıştırılmasının suç olduğunu vurguluyor:

"Burada iş ve çalışma hürriyetin ihlali suçu var. Doksan işçiye yapılan muamele bireysel suç kapsamına giriyor. En az 6 yıl cezası var. Yani bu durumda orada mesul müdür her kimse 500 yıla yakın hapisle cezalandırılabilir."

Bir işçi üzerinden 518 bin lira kâr elde etti 

Şirketin enerji işkolundaki grev yasağının arkasına saklandığını kaydeden Ali Fazıl Kasap, aynı işkolundaki bazı firmalarda ortalama ücretin 45 bin lirayı bulduğunu söylüyor.

Şirket yönetimi geçtiğimiz haftalarda TES-İş sendikasına ziyaretinde, istenilen oranda oranda zam verememesine elektrik birim fiyatlarının düşük olmasını gerekçe gösterdi. Ancak bu savunmadan günler sonra elektrik satış fiyatı zamlandı.

Şirketin "zarar ederiz" çıkışının gerçeği yansıtmadığını söyleyen CHP'li Ali Fazıl Kasap, aksine Seyitömer Termik Santrali'nin en kârlı işletmeler arasında bulunduğunun altını çiziyor.

"Diğer termik santrallerde bazen yüzlerce kilometre öteden kömür taşınıyor. Burada mesafe yok. Santralle kömür havzası iç içe. Kömür bantlarla taşınıyor. Şirketin nakliye, navlun gideri yok. Burası Türkiye'nin en kârlı termik santrallerinden."

İSO500 verilerine göre santral 2023'te 627 milyon lira kâr elde etti. Şirketin her bir işçi üzerinden elde ettiği kâr 518 bin lira oldu. 

Eylem bitti, pazarlık devam ediyor

İşçiler yoğun baskıya rağmen iş bırakma eylemini Cuma gününe dek sürdürdü. Eylem, TES-İş ile patron tarafının sözlü uzlaşıya varması üzerine sonlandırıldı. Ancak süreç henüz sona ermiş değil. Taraflar uzlaşılan maddelerin altına imza atmadı, sonucu işçilere bildirmedi.

Seyitömer Termik Santrali ve Linyit İşletmeleri, 2012 yılında yandaş Çelikler Holding'e 2,2 milyar dolar bedelle özelleştirildi.

Özelleştirme sonrası olumsuz çalışma koşulları nedeniyle iş bırakma eylemi yapan yaklaşık 700 işçinin iş akdi feshedildi. Pek çok işçi çalışmak için başka bölgelere göç etmek zorunda kaldı.

                                                              /././

İran’da reformistlerin muhteşem olmayan dönüşü -HAKKI HACINEBİOĞLU-

İran öngörülemez bir ülke olma özelliğini perçinliyor. İki yıl önce doğru olan pek çok şey bugün yanlış. Bu öngörülemezliğin yarın İran halkı için daha fazla umut getireceğini bekleyebiliriz.

İbrahim Reisi’nin helikopter kazasında hayatını kaybetmesi nedeniyle gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci turla birlikte sonuçlandı. Pek çok açıdan ilginç ve düşündürücü olan seçimlerden beklenmedik bir şekilde reformist aday Mesud Pezeşkiyan galip çıktı. Pezeşkiyan’ın bir İran Türkü olması ve siyasi hayatında özellikle Fars milliyetçileri tarafından türkçülükle itham edilmesi Türkiye’de de dikkat çekti. 

Seçim mühendisliği

İran seçimleri için uzun bir süredir ilk akla gelen mesele müesses nizamın seçim mühendisliğidir. İslam Devrimi Rehberliği ofisi ve onunla bağlantılı olanlarda somutlanan müesses nizam molla rejiminin merkezini, onun katı ilkelerinin kurum ve kişilerini ifade ediyor. İmam Humeyni’nin on iki imamcı şii ilahiyatına temellendirdiği velayet fakih teorisinin, yani İran resmi ideolojisinin kurumlaşması demek de yanlış olmayacaktır. 

Bu ideolojiye göre devletin lideri İslam Devrimi Rehberi’dir hatta o yalnızca İran’ın değil tüm insanlığın tek meşru lideridir. Gayip olduğuna ve bir gün yeniden zuhur edeceğine inanılan son imam Muhammed Mehdi’ye vekaleten görevdedir. Rehber, fakihler denilen din adamları arasından ve bir tür fakihler konseyi olan Uzmanlar Meclisi tarafından hayat boyu görev yapmak için seçilir. Rejimin tüm merkezi kurumları doğrudan ona bağlıdır. Yargı erki neredeyse tamamen onun elindeyken, yürütme erkinin bazı bölümleri doğrudan bazıları dolaylı olarak onun elindedir. Bilindiği üzere bu görevi şu an İmam Ayetullah Seyyid Hacı Ali Hamaneyi yürütüyor.

İran’ın siyasi yapısı bundan ibaret değil. İran’da yalnızca bir fakihler teokrasisi yok. O aynı zamanda bir islam cumhuriyeti. Bu nedenle bir mecliste somutlanan yasama erki ile rehber ve cumhurbaşkanı arasında anayasanın pay ettiği bir yürütme erki bulunuyor. Ahir zaman siyasetinin meşruiyeti yalnızca tanrıya, peygambere ve ehlibeyte dayanamıyor. Tanrının yanında bulunan, yeniden döneceği günü bekleyen İmam Mehdi’ye vekaleten kurulan rejim seçimleri, adayları, katılım oranlarını önemsemek zorunda kalıyor. 

Tanrıyla birlikte rejime meşruiyet sağlayan seçimler bu açıdan önemli ve müesses nizam kontrol altında tutmakta kararlı. Müesses nizamın seçim mühendisliğini uygulayan kurum Anayasayı Koruyucular Konseyi. Konseyin üyelerinin yarısı doğrudan, diğer yarısı da dolaylı olarak rehber tarafından atanıyor. Cumhurbaşkanı aday adayları başvurularını yaptıktan sonra bu kurum tarafından adaylar belirleniyor. 

Konseyin adayları belirleme kriterlerini anayasanın yüz beşinci maddesi belirliyor. Bu madde İran’da doğmayan, müslüman olmayan, müslüman olsa da şii olmayan, şii olsa da velayet-i fakihe bağlılığını ilan etmeyen, velayet-i fakihe bağlılığını ilan etse de söz ve davranışlarıyla aksi yönde şüphe uyandıran kimselerin cumhurbaşkanı olmasını engelliyor. Bunun dışında, bu maddeye göre, cumhurbaşkanının dürüst, ahlaklı ve siyaset ricalinden olması gibi son derece muğlak kriterler de söz konusu. 

Konseyin seçim mühendisliği de bu muğlak ifadeler sayesinde gerçekleşiyor. Ayrıca, kadınların adaylığını yasaklayan bir ibare bulunmuyor gözükse de, siyasi elitlerden olmak ya da siyaset ehliyetine sahip olmak gibi iki manaya gelen siyaset ricalinden olma kriteri kadınların adaylığının engellenme gerekçesi olarak kullanılıyor.

Müesses nizamın seçim mühendisliği son seçimlerde de bariz olsa da en şiddetli örneği 2021’de görülmüştü. Adaylığına giden yıllarda rejimin itinayla parlattığı İbrahim Reisi, İran için bile aşırı olan bir seçim mühendisliğiyle tek ciddi aday olarak seçimlere girmişti.

Bu seçimlerde de elbette seçim mühendisliği devredeydi. Adaylığına izin verilen isimlerden beşi muhafazakarken, reformistlerden yalnızca Mesud Pezeşkiyan’ın adaylığına izin verildi. 2021’de adaylığı reddedilen Pezeşkiyan’ın kendisi dahi adaylığına şaşırdı.

Bu süreçte dikkat çeken bir diğer gelişme Ali Laricani’nin de adaylığına izin verilmemesi oldu. Laricani, devrimin önde gelen ailelerinden birine mensup. Güçlü bir muhafazakar ailenin ferdi olmasına rağmen reformistlerle de arası iyi, saygın bir entelektüel ve İran’da nadir bulunan bir özelliktir ki, nefret edeni az. 2021 seçimlerinde onun da adaylığı reddedilmişti. Konsey reddetme nedenlerini gizli tutsa da Laricani’nin reddedilme gerekçesi olarak yolsuzluk ima edilmişti. Laricani bunu şiddetle reddetmiş, Hamaneyi de isim vermeden “Birilerine haksızlık yapıldı.” demek zorunda kalmıştı. Laricani’nin adaylığının bir kez daha reddedilmesi şaşkınlığa neden oldu. Rejimin, belki de doğrudan Hamaneyi’nin cumhurbaşkanlığı makamında bu denli güçlü bir figürü istemediği anlaşılıyor.

Rejimin derin krizi

İran ağır bir ekonomik çöküş, aşırı sosyal huzursuzluk gibi hemen hemen her konuda derin ve çözümsüz görünen krizler yumağıyla karşı karşıya. Rejim bu krizleri gittikçe daha fazla yönetemez hale geliyor. 2021 seçimlerinde seçim mühendisliğinin de yardımıyla reformistler neredeyse siyaset dışı kaldı. Rejimle uyuşmazlık içindeki kitleleri rejimin sınırları dahilinde tutmak gibi bir işlevi olan reformistlerin neredeyse tasfiye edilmesi rejim için kayda değer bir kazanım getirmedi. Reformist siyaset zaman zaman rejim karşıtlığının yuvalandığı bir siyaset olsa da rejim için böyle önemli işlevleri de vardı.

Mehsa Emini’nin irşad devriyelerinin müdahalesi sonrası hayatını kaybetmesi sonrası yaşanan gösteriler rejimin kırılganlığını bir kez daha gösterdi. Reformistlerin siyaset dışı kalmasının sonucu seçimlere katılımın yüzde ellinin altına düşmesi oldu. Neredeyse atanmış olan muhafazakar hükümet ile müesses nizam arasındaki uyumun getirmesi umulan faydalarına, meşruiyet sorununu takip eden kitlesel gösteriler gölge düşürdü.

Bu şartlar altında gerçekleşen seçimlerde üç aday öne çıktı. Said Celili ve Muhammed Bager Galibaf muhafazakar adaylar olarak Mesud Pezeşkiyan reformist aday olarak seçimin önemli isimleri oldular. Daha önce iki dönem Tahran Belediye Başkanlığı yapmış olan ve halihazırda meclis başkanı olan Galibaf müesses nizamın en muteber adayıydı. Said Celili de en az Galibaf kadar sert bir muhafazakar olsa da daha silik bir isimdi. Seçimin ilk turu yaklaşırken muhafazakar kanattan Celili’ye Galibaf lehine çekilmesi için baskılar artsa da Celili çekilmedi.

Rejimin sorunlarının seçimdeki ilk yansıması da böylece ilk turda gerçekleşti. Pezeşkiyan’ın birinci olduğu ilk turda Celili, Galibaf’ı geçerek ikinci oldu. Celili’nin Galibaf’tan daha fazla oy alması en az Pezeşkiyan’ın birinci olması kadar şaşırtıcıydı. Muhafazakar seçmen dahi rejime muhalefet etmiş, işaret edilen adaya oy vermemişti. Galibaf, belediye başkanlığı döneminde yolsuzluk dosyası kabarmış bir siyasetçi. Rejime sadakatle ikbal kapısının açık olacağını anlamış, muhafazakarlığın en ucunda siyaset yapmaya özen göstermiş sıkı bir köktendinci. Karşılığında cebini fazlasıyla da doldurdu. İran ürünleri kullanmanın önemi hakkında sık sık nutuk çekerken, ailesinin sık sık Türkiye’ye alışverişe gittiği ortaya çıkmıştı. İran’a ve devrime sıkı sıkıya bağlı olan Galibaf’ın çocuklarının herhalde alışverişe gittiklerinde konaklamak için İstanbul Maslak’ta rezidans dairesi satın aldıkları da ortaya çıkanlar arasındaydı.

Üstelik iki muhafazakar adayın toplam oyu on üç milyon civarındaydı ve 2021’de Reisi’nin aldığı on dokuz milyon oyun epeyce altında kalmışlardı. Birinci turdaki bir diğer hayal kırıklığı reformist adayın varlığına rağmen katılım oranının 2021’deki yüzde kırk dokuzun bile oldukça altında kalarak yüzde kırk seviyesinde kalmasıydı. 

Pezeşkiyan önce Türk sonra İranlı mı?

Son reformist hükümet olan Hasan Ruhani hükümetinin fiyaskoyla sonuçlanması ve rejimin reformistleri neredeyse tasfiyeye varan politikaları reformist kanadın varlığını devam ettirip ettiremeyeceğine dair şüphelere neden olmuştu. Pezeşkiyan’ın adaylığı hakkındaki ilk yorumlar onun seçilmesinin mümkün olmadığı şeklindeydi. Genel kanaat Pezeşkiyan’ın adaylığına izin verilerek seçimlere katılım oranının yükseltilmeye çalışıldığı, bunun ötesinde bir sonuç çıkmayacağı yönündeydi. Hatta Pezeşkiyan ilk turda birinci geldiğinde bile yorumlar pek değişmedi. 

Reformistler Pezeşkiyan’ın adaylığının kendileri için cılız da olsa bir şans olduğunu düşündüler. Tüm reformist blok Pezeşkiyan’ı desteklemekte ortaklaştı. Muhammed Hatemi, Hasan Ruhani gibi önde gelen reformistler destek açıkladı. Hatta Ruhani hükümetinin dışişleri bakanı Cevad Zarif, Pezeşkiyan’ın kampanyasında bizzat yer aldı. Böylece Pezeşkiyan’ın adaylığı reformistler için bir silkinme imkanı yaratmış oldu.

Pezeşkiyan, İran Azerbaycanının kalbi Tebriz’de sevilen bir isim olsa da kimse onun cumhurbaşkanı olacağına ihtimal vermiyordu. Doktorluğu dönemindeki yardımseverliği, mütevazı hayatı ve İran’daki etnik azınlıkların sorunlarını merkeze alan siyasetiyle Azerbaycan ostanlarında ve Türkler arasında bir popülerliği vardı. Bu popülerlik seçimlere kadar, Azerbaycan’ın hatta Tebriz’in ötesine geçmiş değildi.

Pezeşkiyan’ın adaylığı kısa sürede, önce Azerbaycan ostanlarında ve Türkler arasında bir coşku yarattı. Tebriz’deki mitinginde Sovyet Azerbaycanının büyük bestecisi Reşid Behbutov’un “Azerbaycan” şarkısının çalınması özellikle Türk gençler arasında dikkat çeken bir heyecana neden oldu. Bu destek bir ölçüde diğer etnik ve mezhepsel azınlıklara da sirayet edince Pezeşkiyan’ın kazanma ihtimali doğdu. Pezeşkiyan ilk turda yalnızca dört Azerbaycan ostanında kazanmakla kalmadı; Sistan-Beluçistan, Gulistan, Luristan, Horasan-ı Şimali gibi etnik azınlıkların ve sünnilerin yaşadıkları yerlerde de birinci geldi.

Pezeşkiyan’ın farklı kesimlerin desteğini alması seçimlere küsmüş reformist seçmenin bir kısmının ikinci turda sandık başına gittiğini gösteriyor. İlk turda yüzde kırkta kalan katılım oranı ikinci turda yüzde kırk dokuza çıktı. Katılım oranının neredeyse tek adaylı bir seçim olan 2021 seçimini ikinci turda ancak yakaladığının altını çizelim. Oyların yüzde elli üç kadarını alan Mesud Pezeşkiyan birkaç ay hatta belki de bir hafta öncesine kadar kendisinin bile tahmin edemeyeceği şekilde cumhurbaşkanı oldu.

Türkiye’de asıl dikkat çeken konu Pezeşkiyan’ın Türklüğü oldu. Pezeşkiyan Türk olmanın da ötesinde türkçülük ve bölücülükle de suçlanmış bir isim. Daha önceki konuşmalarında Türkçe anadilde eğitimi savunduğu, İran Meclisi’nde bir Türk milletvekilleri grubu kurmaya çalıştığı da biliniyor. Açıkçası Pezeşkiyan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığı öncesindeki siyasi hayatı için Türk milliyetçisi yakıştırması yapmak mümkün görünüyor. 

Ancak burada birkaç mesele var. İran’da ayrılıkçı bir Türk milliyetçiliği son derece küçük, marjinal gençlik grupları haricinde bir yer tutabilmiş değil. Pezeşkiyan tarzı bir Türk milliyetçiliğinin görece yaygın olduğu söylenebilir. Ayrılıkçı olmayan, anadilde eğitim gibi bazı ulusal taleplerle öne çıkan “İranlı bir Türk milliyetçiliği” bu. İran’daki Türklerin ne denli azınlık olarak değerlendirilebileceği de soru işareti. Bugün olduğu gibi tarihte de Türkler, Farslarla birlikte İran’ın iki asli unsurundan biriydi. İran yönetici elitleri, İran kapitalizminin burjuvaları, aydınlar, sanatçılar, kanaat önderleri, ileri gelen mollalar arasında en az Farslar kadar yer aldılar.

Bir diğer mesele, Pezeşkiyan’ın o siyasi hattının Pezeşkiyan henüz lokal bir siyasetçiyken takip ettiği bir hat olarak kalma ihtimalidir. Keza Pezeşkiyan, adaylık sloganı olarak onun bu geçmişini örtecek bir slogan seçmeye özen gösterdi. “Beraye İran” (İran için) sloganıyla yerel siyasetin dar kalıbından çıkmak istediği açık.

İran öngörülemez bir ülke olma özelliğini biraz daha perçinliyor. İki yıl önce doğru olan pek çok şey bugün yanlış. Bu öngörülemezliğin yarın İran halkı için daha fazla umut getireceğini bekleyebiliriz.

                                                            /././

Hava trafik kontrolörleri hakkını arıyor: 'İnisiyatif almadan çalışma' eylemi -Özkan Öztaş-

Özlük hakları ve çalışma koşulları bakımından iyileştirmeler talep eden DHMİ çalışanları "İnisiyatif Almadan Çalışma" eylemi başlattı. Turizm sezonunda yapılan eylemler şirketleri sarstı.
Hava Trafik Kontrolörleri ve Diğer Ulaştırma Çalışanları Sendikası (HTK-SEN), Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) çalışan emekçilerin haklarını aramak için başlattığı "İnisiyatif Almadan Çalışma" (İAÇ) eylemini sürdürüyor. Türkiye genelinde hava trafik kontrolörlerinin katıldığı bu eylem, özellikle Antalya Havalimanı'nda büyük etki yaratmış durumda.

soL'un ulaştığı bilgilere göre bazı firmaların yaşanan aksamalardan dolayı yaşadıkları zararın maliyeti bir milyon avroyu aştı. Yapılan inisiyatif almadan çalışma eylemlerinin yine havayolu şirketlerine milyonlarca avroluk ek yakıt maliyeti ve operasyonel zorluklar getirdiği belirtiliyor.

Eylemin özü, hava trafik kontrolörlerinin kağıt üzerinde yazan prosedürleri harfiyen uygulaması ve herhangi bir inisiyatif almadan çalışması. Bu, örneğin, trafiğin uygun olduğu bir noktada kısa yol vermek yerine, prosedür gereği uzun yolu kullanmaları anlamına geliyor. Havayolu şirketleri bu durumu, Turizm Bakanı'na ve Antalya Valisi'ne ileterek çözüm arayışına girmişlerdi. Ancak yetkililerden beklenen adımlar atılmadığı için eylemler devam ediyor.

Sendikadan açıklama: 500 milyon civarında maddi zarar

HTK-SEN, 20-30 Haziran 2024 tarihleri arasında gerçekleştirdiği İAÇ faaliyetinin başarıyla icra edildiğini, ancak bu süreçte verilen sözlerin tutulmadığını belirtti. Sendika tarafından yapılan açıklamada, "etkisiz" denilen eylemin aslında sektöre ciddi etkilerinin olduğu, hava trafik kontrolörleri üzerindeki baskının arttığı ve ilgili meydan müdürlüklerinden düzenli raporlar talep edildiği ifade edildi.

Sendika Yönetim Kurulu, 3-14 Temmuz 2024 tarihleri arasında yeni bir İAÇ eylemi yapma kararı aldı. Yapılan açıklamada, "Bu faaliyet, meşru taleplerimiz karşılanıncaya, ülkemizin her yıl kaybettiği yüzlerce milyon avro bu vatana kazandırılıncaya dek kararlılıkla sürdürülecektir" denildi.

Sendikanın yaptığı açıklamada mevcut durumdan doğan 500 milyon civarındaki maddi zarardan bahsediliyor ve bu paranın Türkiye'ye operasyon yapan yabancı şirketlere verildiği ifade ediliyor. Zira Türkiye'ye ait uçaklar Türk hava sahasının çıktıktan sonra ilgili ödemelerini bağlı bulundukları hava sahalarına yapıyor. Yaşanan gecikmelerden ötürü yabancı hava sahalarında uçuş süresi artan uçaklar yabancı ülkelere fazladan ödeme yapıyor.

'Hava trafik kontrolörleri soL'a anlattı: Bizi bunu yapmaya mecbur bıraktılar'

Konuya dair soL'a konuşan bir hava trafik kontrolörü yaşanan sorunlara dikkat çekerken, eylem hukuki olduğu için şirketlerin çalışanları işten çıkaramadıklarını belirtiyor:

"Şirketlerimizin özellikle yoğun dönemlerde operasyonel anlamda yetersizlikleri olabiliyor. Biz hava trafik kontrolörleri olarak daha önce hem operasyonel yetersizlikleri hem de havacılık sektöründe var olan fiziksel ve donanımsal eksiklikleri kapatacak şekilde bir performansla çalışıyorduk. Yani görev tanımımızın çok üzerinde sorumluluk alarak, fazla yük taşıyorduk. Şu an bu yükü taşımayı bıraktık ve görev tanımımızın gerektirdiği kadar çalışıyoruz. Böylelikle de nerede ne eksiklik varsa çıkıyor ortaya. Bu yaptığımız faaliyete de İAÇ (inisiyatif almadan çalışma) diyoruz. İAÇ kesinlikle bir iş yavaşlatma ya da grev olmayıp, yalnızca ilave bir inisiyatif almaksızın Uluslararası Sivil Havacılık Kuralları ve yerel mevzuatın gerekliliklerini harfiyen yerine getirmekten ibarettir. 

Hava trafik kontrolörleri, hava trafiğini yöneterek ve uçakların güvenli iniş ve kalkışlarını sağlıyor. Uçakların rotalarını belirleyen çalışanlar, havaalanı trafiğini koordine ederek ve hava trafik kurallarına uygunluğu da sağlıyor.

Peki kontrolörler neden inisiyatif almadan çalışmaya mecbur bırakıldı? Hava trafik kontrolörleri özlük haklarını uzunca bir süredir alamayan, dünyadaki itibar ve özlük haklarına ülkemizde hiçbir zaman ulaşamamış bir meslek grubu. Yetkililerle sayısız kez görüşmelerine, maliyetleri Brüksel merkezli EUROCONTROL kuruluşu vasıtasıyla karşılandığından ülkemize hiçbir şekilde yük olmamalarına, üstelik ekonomimize girdi sağlayacak olmalarına rağmen bürokrasiyi bir türlü aşamayan bir meslek grubu. Bu nedenle HTK-SEN öncülüğünde seslerini duyurmak ve özlük haklarına kavuşmak adına çabalıyorlar. Hakları verilmediği müddetçe Türk havacılık sektörü bu şekilde çalışmaya adapte olmalıdır. Çünkü hava trafik kontrolörleri emeklerinin karşılığını alamadıkları sürece inisiyatif almadan çalışmaya devam edecekler."

Çalışanlar özlük hakları konusunda neler talep ediyor?

DHMİ çalışanları kamuoyundaki doğru bilinen yanlış bilgilere karşı da mücadele ediyor. Bunların başında da özlük hakları geliyor. 

Hava trafik kontrolörleri özel havayolu şirketlerinde çalışan pilotlar düzeyinde maaş talep etmediklerini DHMİ bünyesinde istihdam edilen pilotlara denk oranda seyrüsefer (havacılık) tazminatı almak istediklerini belirtiyor. Böylelikle mesleğin itibar bakımından hak ettiği seviyeye ulaşmasını ve milli maliyetlerde artış sağlanmasını hedefliyorlar.

Bunun için de özlük hakları ve çalışma koşulları bakımından iyileştirmeler talep ediyor.

Bu talepler, emeklilik şartlarının iyileştirilmesini, kamuda uzmanlığa denk giriş şartlarına sahip olmalarını ve teknik bir iş icra etmelerine karşın emekliliğe ilişkin ek göstergeleri en alt düzeyde bulunmalarını kapsıyor. Bu sebeple, ek göstergelerinin uzman kadroları için öngörülen 4200 seviyesine çıkarılmasını talep ediyorlar. Yıpratıcı çalışma saatlerinde düzenlemeye gidilmesini, esnek çalışma modeliyle daha iyi koşullarda bir yaşam sürdürmeyi talep eden hava trafik kontrolörleri kariyer planlamasına cevaz verecek düzenlemelerle mesleki gelişimi teşvik edici adımlar atılmasını talep ediyorlar. 

Turizm sezonunda yapılan eylemler şirketleri sarstı

HTK-SEN yönetim kurulu tarafından imzalanan bildiride, "Sürecin başından beri her türlü iyi niyeti sergileyen, aylarca bürokratik kanallara derdini anlatıp netice alamayınca sesini duyurmak adına bu faaliyete başlayan hava trafik kontrolörlerimiz, verilen hiçbir sözün tutulmaması nedeniyle bu eylemi sürdürüyor. Gerekli irade gösterildiği takdirde kısa süre içerisinde kolaylıkla çözüme kavuşturulabilecek bu meseleye dair bir adım atılmadığı sürece, İAÇ faaliyetleri devam edecek" ifadeleri yer aldı. 

Sendikanın geçtiğimiz sene Eylül, Ekim ve Kasım aylarında yaptığı eylemler yeniden başlarken, bu sefer turizm sezonunun en yoğun zamanına denk gelmesi eylemlerin geçmiş dönemlere göre daha etkili olmasını ve daha fazla gündem olmasını sağladı.

HTK-SEN tüm ilgilileri hava trafik kontrolörlerinin sesine kulak vermeye çağırdı.

Hava trafik kontrolörleri ise özlük haklarının iyileştirilmesi ve meslek itibarlarının korunması için yetkililerden gerekli adımların atılmaması durumunda mücadeleye devam edeceklerini söylüyor.

                                                               /././

 Kudüs, Hood ve Carta(I) -Serdal Bahçe-

"Robin Hood öyküsü de gerçekten ekonomik, sosyal ve siyasal bir kriz içinde olan 12. yüzyıl sonu ve 13. yüzyıl başı İngiltere’sinde geçmektedir. (...) Süreç İngiltere’yi Magna Carta’ya götürecektir."

Tarihin mitolojik hale gelmesi, mitselleşmesi aslında egemenlerin yazdığı tarihe bir karşı çıkış işlevini de taşır. Tarih mite, mit tarihe dönüşür. Resmi olarak kurgulanan tarih kazananların, el koyanların, yağmalayanların, servet ve güç sahiplerinin tarihi olurken, mitolojik tarih ezilenlerin, sömürülenlerin, dışlananların hikayesine dönüşür. Onların kralları, generalleri, komutanları, devlet adamları vardır, bize düşen ise haydutlar, isyancılar, köleler, sapkınlar, kaçaklardır. Biz kinimizi resmi tarihin anlatmadığı hikayelerde ve varlığı meçhul kahramanlarda ifade ederiz. Herhalde bu kahramanların en bilineni Robin Hood’dur. 

Varlığı veya yokluğu kesin olarak kanıtlanamamış bir kahramandır. Bilindik hikayesine göre aslında III. Haçlı Seferi’nin (1189-1192) neferlerinden biri olmalıdır. Dolaysıyla İngiltere Kralı I. Richard (Aslan Yürekli Richard) ile sefere giden orduya katılan küçük bir Saxon soylusudur. Haçlı Seferi dönüşü Nottingham’daki topraklarına Nottingham Serifi tarafından el konulduğunu öğrenir ve isyancı olur. Çetesiyle birlikte hem yoksul köylülerin tarımsal ürününe el koyan kilisenin hem de Kral John (ki Aslan Yürekli Richard’ın “hain” kardeşidir) yanlısı Nottingham Şerifi ve bölgesel soyluların zenginliğini yağmalar. Bu yağmadan elde edilenler yoksullar arasında paylaştırılır. Aslında bize servis edilen tek bir hikaye gibi görünse de anlaşılan yüzyıllar boyunca, nesilden nesle aktarılan faklı hikayelerden, baladlardan derlenmiş geniş bir öyküdür. Tarihin ezilenler tarafından mitselleştirilmesine en güzel örneklerden biridir Robin Hood. 

Aslında tarihsel metinlerde daha sonraki dönemler için birkaç Robert Hood (anlaşılan “Robin”, “Robert”ten türetilen bir isimdir, biraz daha sempatikleştirilmiş ve halkçılaştırılmış bir versiyonudur) geçmektedir ve gerçekten yüksek sömürüye ve feodal baskıya karşı isyan etmiş kişiliklerdir hepsi de. Bu tarihsel kimliklerin idealize edilmiş halidir galiba bizim hırsız Robin Hood. Aslında Robin Hood büyük Marksist Tarihçi Eric J. Hobbawm’ın Bandits (Haydutlar) kitabında anlatılan “sosyal haydut” tiplemesinin en ideal halidir. “Sosyal haydut”, sıradan hayduttan, yağmacıdan ve çeteciden faklıdır. Bu sonuncular zavallı köylüler ve serfleri de, ezilenleri de hedef alırken “sosyal haydut” sadece zenginleri, güç ve toprak sahiplerini hedef alırlar. Hobsbawm üç tür sosyal haydut tanımlar, asil soyundan gelen ancak haksızlığa isyan eden soylu haydutlar - ki Robin Hood kendisiyle ilgili sinematografik ve edebi uyarlamalarda böyle resmedilir – köylü isyancılar, ve intikam peşinde koşan intikamcı haydutlar. Hobsbawm özünde tarımsal ve pastoral bir öğe olan sosyal haydutların özellikle ekonomik ve sosyal çöküş dönemlerinde ortaya çıktıklarına işaret eder. Hepimizin bildiği Robin Hood öyküsü de gerçekten ekonomik, sosyal ve siyasal bir kriz içinde olan 12. yüzyıl sonu ve 13. yüzyıl başı İngiltere’sinde geçmektedir. Bu dönemde özgür köylüler, serfleşmiş köylüler, aristokratlar ve hatta monarşi bile bir krizin içinde debelenmektedir. Dönem bazen şiddetlenen bir iç savaşa açılmıştır, süreç İngiltere’yi Magna Carta’ya götürecektir. 

Ancak gerçekten soylu bir sosyal haydut mudur Robin? Aslında Robin Hood ile ilgili edebi ve tarihsel kaynaklar onun soylu olmadığına, özgür köylü, yeni tür özgür çiftçi (yeoman) sınıfından geldiğine işaret etmektedir. Yeomanlar ileride İngiliz kırsal kapitalizmini yaratacak toplumsal stokun en asli unsurudur. Bu anlamda Robin Hood hem yoksullaşan köylünün hem de aristokratik baskıdan kurtulmak isteyen orta halli ve zengin köylülerin tepkisini yansıtmaktadır. Gerçekten görkemli bir öyküdür. İçinde zengin-yoksul, özgür köylü-aristokrasi, yerel iktidar-merkezi iktidar, Norman-Anglo Saxon türünden ikiliklerle ifade edilen bir düzine eş anlı çelişki vardır. Nottingham Şerifi hem özgür köylülerin karşısına dikilen toprak sahibi soyluluğu, hem de yerel küçük soyluların karşısına dikilen merkezi iktidarı temsil etmektedir. Diğer yandan Robin ve arkadaşları kilisenin tahıl stoklarını yağmalayıp bunu yoksul özgür köylülere dağıtırken kilise karşıtlığını da ifade etmekteydiler. Kilise feodal dönemde en büyük toprak sahiplerinden biriydi. Böylece İngiliz özgür köylülerinin hem aristokrasiye ve merkezi monarşiye, hem de kiliseye karşı tepkilerinin bedenleşmiş hali olarak ortaya çıktı Robin Hood. Ama buraya kadar mit ve edebiyattı; şimdi tarihe dönelim. 

Robin çoğunlukla Aslan Yürekli Richard’ın neferi olarak görünür bize hikayelerde. Aslan Yürekli Richard ise Orta Çağ ile ilgili hikayelerde, mitlerdeki “iyi kral”dır. Peki gerçekten iyi midir? İşte mit ile tarih burada ayrılırlar. I. Richard, nam-ı diğer Aslan Yürekli Richard, II. Henry ile Akitinyalı Eleanor’un pek çok çocuğundan sadece biridir, ama en büyükleri değildir. Bunu bilerek vurguluyoruz çünkü feodalitenin gelişkin örneklerinde en büyük çocuk değilseniz, mirasınıza pek bir şey düşmüyor. Daha erken dönemlerde krallığın, toprakların çocuklar arasında paylaştırılmasının vahim sonuçları olmuştu, bölünme feodal monarşileri güçsüz kılıyordu. Böylece gelişti pirmogenitür (en büyük çocuğun her şeyi alması). Richard en büyük çocuk değildi. Ancak primogenitür de feodal dönemde kardeşleri birbirine karşı kışkırtan, kardeşleri babaya karşı kışkırtan bir dinamiğe sahipti. Kral Lear boş bir masal değildi, tüm feodal orta çağ (tüm ahlak, erdem sadakat vurgusuna rağmen) sadakatsizliklerin, ihanetlerin ve komploların tarihiydi. Kuşkusuz Akitinyalı Eleanor bu işin pirlerinden biriydi. 

Orta Çağ standartlarına göre oldukça serbest bir şekilde büyütülmüştü, tarihçilere inanırsak çağındaki en güzel kadınlardan biriydi. Akitinya Fransa’nın güney batısında devasa bir dükalıktı ve dükleri doğal olarak Fransa kralının vassalı idi. Ancak feodalitede bahsedildiği gibi vassallıklar ve sadakat çabuk atılan şeylerdi. Akitinya parçalanmış Fransa’nın bağrındaki en büyük yara idi. Bu yarayı hafifletmek için Fransa kralları Akitinyalı bir düşes ile evlenerek bağları güçlü kılmak isterlerdi. Bu türden evlilikler feodal dönemde normal vakalardı. Nitekim Akitinyalı Eleanor da VII. Louis ile evlendi. Ancak erkek çocukları olmadı. O dönemde siyasi gücün taşıyıcısının ve aktarıcısının erkek olması gerekirdi, erkek çocuğu olmayan kral hanedanın geleceğini riske atıyor demekti. Ama çözüm vardı. Kiliseden boşanma için gerekli izinler alınarak soylu yeni bir kadın bulunurdu. Eleanor bir kenara atıldı. Ancak o da çok boşta kalmadı. 

Richard’ın babası, II. Henry, Fatih William’ın torunu Mathilda’nın oğlu idi. Mathilda babası I. Henry tarafından Anjou kontu Geoffrey Plantagenet ile evlendirilmişti. I. Henry vârissiz ölünce taht için çıkan iç savaşı sonunda II. Henry kazandı. Henry böylece İngiltere tahtına oturdu, babası ve annesi aracılığıyla da Fransa’da geniş topraklara sahipti. Eleanor II. Henry ile evlendi. Böylece İngiltere kralı, eşi aracılığıyla Fransa’daki en büyük dükalıklardan biri olan Akitinya’ya da hükmetmeye başladı. Fransa topraklarının büyük bir bölümü böylece İngiltere’nin egemenliği altına girdi. Bu Fransa için bir lanetti. Ortaya feodal hukuka uygun, ancak bugünkü standartlara göre garip görüngüler çıktı. İngiltere kralı, Fransa’da sahip olduğu topraklar aracılığıyla aslında Fransa kralının vassalı konumunda idi. Feodalite mi? Parçalanmış bir gariplikler bütünüdür. 

VII. Louis’e erkek evlat veremeyen Eleanor, beşi erkek sekiz çocuk verdi II. Henry’ye. Richard dördüncü çocuk olarak doğdu. Doğduğunda ailesi, geniş bir imparatorluğa sahipti. Angevin-Plantagenet imparatorluğu İskoçya sınırından Pirennelere kadar uzanıyordu. II. Henry çok iyi bir asker, iyi bir komutan, iyi bir stratejisyen ve iyi bir yöneticiydi; ancak çok kötü bir eş ve ondan da daha kötü bir babaydı. Feodal dönemde son ikisi konusunda iyi birilerini bulmak zordu zaten. Henry’nin Fransa’daki toprakları Fransa kralının kalbine saplanmış bir bıçak olarak kalacaktı. Fransa kralı açısından sadece hükümranlık kaybı değildi söz konusu olan, aynı zamanda Fransa’daki İngiliz toprakları toplumsal ve siyasal huzursuzlukların da kaynağı olacaktı. Fransa kralının her merkezileşme adımı, her reformu İngiliz topraklarına sığınmış ve İngiliz kralının doğal müttefiki olan aristokrasi tarafından baltalanacaktı. Fransa bu yükten ancak Yüzyıl Savaşları’nın sonunda kurtulacaktı, ve işte o vakit tek ve bütün bir Fransa ortaya çıkacaktı. VII. Louis de muradına erdi ve bir erkek çocuğa sahip oldu; Philip Augustus, oğlu ve babasının en büyük ortak paydaları Plantagenetlere duydukları bitmeyen kin olacaktı. 

II. Henry başarılı bir askerdi; hem İngiltere’de isyancı aristokrasiyi dize getirdi hem de Fransa ve bağlaşıklarının Fransa’daki İngiliz topraklarına saldırılarını savuşturdu. Bu arada İngiltere’deki kilise topraklarına ve kilise atamalarına müdahale de etti; ve bu süreçte en büyük dayanaklarından birini, Thomas Beckett’i karşısına adı. İkisi arasındaki çatışma filmlere, kitaplara konu oldu. Beckett kilisenin ihlal edilemez haklarını savunurken eski dostunun bütün hışmını üzerine çekti. Ruhani korumaya ve papalığın gözetimine mazhar olan Beckett yine de kralın intikamından kendini koruyamadı. İngiliz kralının bile gücü onu Canterbury başpiskoposluğundan alamamıştı; sonunda büyük bir ihtimalle Henry’nin itelemesiyle bir grup şövalye onu Canterbury Katedrali’nde öldürdüler. Kralın gücü şimdilik ruhani iktidarı yenmişti. Ama Henry, Beckett cinayetinin lanetinden bir türlü kurtulamayacaktı. Vatikan Beckett’i aziz ilan etti. 

Feodalizm gerçekten ayrıcalıklara ve doğuştan gelen haklara dayanan bir sitemdi. Ancak bu ayrıcalıklar garip bir şekilde paylaşıldıkça azalan türden ayrıcalıklardı. Bu nedenle ayrıcalıktan yararlanmak için güç kullanmak gerekiyordu. Marc Bloch ünlü Feodal Toplum kitabında sayfalarca bir vassalın lorduyla kurduğu bağımlılık ilişkisinin törensel yanlarını anlattı. Aynı kaptan şarap içmek, verilen sözler, bu sözlerin ruhani iktidar tarafından tasdik edilmesi türünden törensel aşamalar bugünden bakınca komik görünüyordur. Ancak feodal toplumun tarihi okunduğunda toplumun sadakatsizlik ve ihanet içinde debelendiğini, bu türden törenlerin bunları dengeleme işlevi güttüklerini anlarsınız hemen. Artığa el koyan sınıf olarak aristokrasinin safları içinde kimsenin kimseye sadakati yoktu aslında. Buna rağmen yaratılan şövalye kültürü aslında bozuk bir toplumun idealizasyonu amacını taşıyordu. 

Şövalyelik ise sanılanın aksine tüm feodal Orta Çağ’a damgasını vuran bir kurum ve statü değildi. Tam tersine başta savaşlarda sıradan askerler kullanılırdı. Ancak zamanla askeri işlevin getirdiği ayrıcalığa sadece aristokrasi sahip çıktı çünkü şövalyeliğin getirdiği ayrıcalıklar vardı. Böylece 12. yüzyılın sonu, 13. yüzyılın başı gibi şövalyelik feodal Orta Çağ kültürünün hakim öğesi haline geldi. Aslan Yürekli Richard bu yeşeren kültürün pop starı gibiydi. Kraldı ancak savaş meydanında askerleriyle birlikte savaşıyor, onlarla birlikte yiyor, ve onlarla birlikte içiyordu. Bu askeri yoldaşlık hikayesinden bir iyi şövalye-kral miti doğdu; sıradan askerlerle düşüp kalkan bir kral olarak Richard, Norman köklerine rağmen Saxon küçük ve özgür köylüler için tepeden, göklerden gelen bir adaletin yeryüzünde billurlaşmış hali oldu. Ama aslında Richard bir aziz değildi, tam tersine yönetme hırsıyla gözü dönmüş bir ergendi gençliğinde. II. Henry, İngiltere tarihindeki en şaşalı kral olabilirdi ama kesinlikle oğullarına, eşine bile güvenmeyen bir otokrattı. Gücü hiç paylaşmak istemedi çünkü paylaşıldıkça azaldığını biliyordu. Feodalitede oğul ile babanın, kardeş ile kardeşin kanlı bir iç savaşa sürüklenmelerine yol açıyordu bu durum. Nitekim II. Henry (kimilerine göre müteveffa Aziz Beckett’in lanetiydi bu) ömrü hayatında dışarıdan gelen tehditlerden çok oğullarının isyanlarıyla uğraşmak zorunda kaldı. En büyük oğlu William, erken yaşta öldü (ölüm herkes için pe sıradandı o dönmelerde); ikinci oğlu Genç Henry’yi eş kral olarak atadı. Ama göstermelikti, gücü kendi elinde tuttu ve öz oğlunu bir tür kuklaya dönüştürdü. Bir küçüğü, Richard Akitinya dükalığını aldı, ama onun da tepesine bir sürü krallık görevlisi atadı. Üçüncü oğlu, Geoffrey ise daha önemsiz bir pozisyona itildi. Son oğlu, henüz çok küçük John (ileride zorla masaya oturtularak Magna Carta’yı imzalamak zorunda bırakılacak, İngiltere Kralı I. John) ise İngiltere’de bir grup öğretmenin ve danışmanın eline terkedildi. Ona toprak kalmamıştı (bu nedenle o her zaman John the Lackland, Topraksız John olarak kalacaktı). 

Ancak bu de facto durumu gözünü güç ve servet hırsı bürümüş oğulları kabullenmediler. Böylece ortaya Shakespeare’e ilham kaynağı olacak bir aile dramı çıktı. Genç Henry, Richard ve Geoffrey bazen tek başlarına, bazen de birlikte isyan ettiler babalarına karşı. En büyük destekçileri de Plantagenet imparatorluğunu zayıflatarak Fransa için manevra alanı yaratmak isteyen Fransa kralları olacaktı. Feodalizmde ulusal ve ailesel bağlar çok zayıftı, sadakat ise çabucak unutuluveren bir erdemdi (bu nedenle Bloch’un detaylarıyla anlattığı bağlılık törenlerinde en fazla sadakate vurgu yapılması bir ironiydi). Sadakatin en az olduğu toplumda, en övülen erdem olmasında şaşılacak bir yan yoktu. Bu aile içi isyanda oğulların en büyük destekçisi ise anneleriydi; Akitinyalı Eleanor. Oğlu Richard ile Akitinya’ya gelen Eleanor hırslı kocasının ona ait toprakları tanınmayacak hale getirdiğini fark edince oğullarının yanında saf tuttu. Dahası kendisini erkek çocuk doğuramadığı için boşayan ve kendisinden nefret eden Fransa Kralı VII. Louis’e oğullarına destek vermesi için başvurdu. Feodalizm tüm ahlaki ve şövalyevari söylencelere rağmen bu türden erdemlerin pek az olduğu bir dönemdi. Böylece ortaya Eleanor-sadaktsiz oğullar-Fransa ittifakı çıktı. 

II. Henry kötü bir baba, kötü bir eş olabilirdi, ancak mükemmel bir askerdi. Bu şer ittifakını savaş alanında perişan etti. Eleanor’u kendi ölümüne kadar sürecek bir hapislik hayatına itti; oğullarının tüm ayrıcalıklarını ellerinden aldı (onları yok etmesi düşünülebilecek bir şey değildi çünkü feodalitede bir feodalin en büyük gücü mirasını devralacak varislerinden geliyordu); Fransa kralına ise onur kırıcı şartları dikte etti. Oğulları önünde diz çökerek af talep ettiler ve özür dilediler. Tam da Bloch’un tasvir ettiği bağlılık yeminleriyle örülmüş bir tören sonucunda affedildiler. Ancak sadakatsiz oğullar baltaları yok etmemişlerdi, onları gömmüşlerdi; şimdilik. 

Bu hafta için bitirirken bu tarihsel aile dramını anlatan müthiş bir filmi analım. 1968 tarihli Lion in Winter tam da bu dönemi anlatmaktadır. Anthony Harvey’nin yönettiği filmde Peter O’Toole II. Henry’yi (ki bu rolüyle Oscar adaylığı kazanmıştır), her daim muhteşem Katharine Hepburn Akitinyalı Eleanor’u (bu rolüyle Oscar kazanmıştı), o vakitler pek genç Anthony Hopkins ise Richard’ı (geleceğin Aslan Yürekli Richard’ı) canlandırmıştı. Olağanüstü bir filmdir. 

Devamı gelecek haftalara..

                                                             /././

Nesrin’in öfkesi nerede? -YAĞMUR BÜŞRA EKİNCİ-

"Fikret Reyhan Cam Perde filmiyle, bir kadının hayatında sıkıştırıldığı yerleri incelikli bir şekilde işliyor. Nesrin’in hikayesinde birden çok kadının hikayesini izliyoruz."

Fikret Reyhan’ın son uzun metraj filmi Cam Perde Türkiye’de ilk gösterimini geçtiğimiz yıl gerçekleşen 42. İstanbul Film Festivali’nde yaptı. İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü ve En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı. Altın Koza Film Festivali’nde ise En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Kurgu ödüllerini aldı. Bir süredir bir dijital platformda gösterilmekte olan filmi soL okurlarının da dikkatine sunmak istedik.

Yönetmen Fikret Reyhan, Çatlak ve Sarı Sıcak filmleriyle emekçi mahallelerinden yaşamları sinemaya konu edindiğini göstermişti. Cam Perde filminde bir kadının gözünden boşanma süreci, tek başına var olma mücadelesi ve bunun ekonomisi bir arada işleniyor. 

Cam Perde, ana karakter Nesrin’in boşandığı eski eşi Ömer ve yeni sevgilisi Selim arasında kaldığı hayatının birkaç gününü seyirciye gösteriyor. Film Nesrin’in dövme yaptırmasıyla açılıyor, doktor muayenesinde beş haftalık gebelik haberi almasıyla devam ediyor. Boşanma, yeni bir hayat ve iş kurma yolunda ilerlemeyi isteyen bir kadının yaşayacağı çatışmayı izleyeceğimiz bir film olacağı böylece seyirciye gösteriliyor. Film, ilk bakışta, Nesrin’in hayatına girmiş olan iki erkeğin, eski eş Ömer ve müstakbel eş Selim’in Nesrin’e dönük birbirleriyle çatışan tutumları üzerinden ilerleyecek gibi görünse de aslında Nesrin’in arada kaybolan bir hayat yaşamasını incelikli bir şekilde işliyor.

                                              Fikret Reyhan, “Cam Perde” (2023)

Nesrin, Selim’in pastanesinde çalışıyor aynı zamanda eniştesiyle birlikte sipariş üzerine pasta yapıyor. Selim’le kurduğu ilişkide hem çalışanı olmak hem de sevgili olmak iç içe geçiyor. Bir yandan Ömer’in çalışmayan, suça meyilli, sorumluluk alamayan karakteri diğer yanda Selim’in sorumluluk sahibi iyi bir eş olduğunu görüyoruz. Ömer sürekli bir şeyleri düzeltebileceğini, düzelttiğini anlatmak için Nesrin’i zorlarken, eski eş Selim Nesrin’in Ömer’e gösterdiği hoşgörüden rahatsız oluyor. Selim’in buradaki tutumu “kadını korumak” görevini üzerine almış olmasından geliyor gibi görünüyor. Aynı Selim’in Nesrin’in üniversite okuma ihtimalinden rahatsızlık duymasında, kendi işini kurma olasılığını ciddiye almamasında ve son olarak gebeliği sonlandırma talebindeki tutumunda olduğu biçimde, sözde koruyuculukla bir kadının kendi başına var olmasına izin vermeme iç içe geçiyor. 

Nesrin’in hayatta yapmak istediklerinin seyirciye aktarıldığı sahneler yeğeniyle yaptığı kısa sohbetlerde gösteriliyor: 17-18 yaşlarında olan yeğeni ile üniversiteye gitme hayali kurması, birlikte dövme yaptırması Nesrin’in kendini arayışının, kendini tek başına var etme mücadelesinin gösterilmesi gibi. Film boyunca Nesrin’i öfkeli, bağıran halde göremiyoruz. Ömer kapısına dayandığında, çocuğu ile tehdit ettiğinde dahi “sakinliğini” koruyan bir karakter var karşımızda. Yeni hayatını kurmayı düşündüğü sevgilisi Selim ile ilişkisinde çalışmasının istenmemesi, kendine ticari bir kariyer hedeflemesinin şakaya alınması, gebeliği sonlandırma talebinin reddi bile Nesrin’i öfkelendirmiyor. Nesrin’in öfkesi nerede? Nesrin’in sakinlikle karşıladığı olaylar çocuğunun alıkonulması, iş yerinin taşlanması ve sokakta Ömer tarafından sıkıştırılması olunca öfkesinin nerede olduğu merak konusu oluyor. Selim ile kurduğu ilişkinin ekonomik bağımlılıkları beraberinde getirmesi, Ömer ile kurduğu ilişkisinin bir çocuğun hayatını da etkiliyor olması Nesrin’i öfkelenemez hale mi getirmiş? Nesrin’in hayatını kurmaya çalışırken Selim’le kurduğu iş ilişkisi, Ömer’le kurduğu anne-baba olma hali ince bir ip üzerinde yürümeye benziyor. 
Nesrin’in hayatında koruyucu görevini üstlenen erkekler de saldırganlık gösteren erkekler de Nesrin’i görmüyorlar. Bu, yakından tanıdığımız kadınların hikayesini seyirciye hatırlatıyor. Nesrin bu görünmez halin sonucu olarak çatışmaların dışında kalabilme yeteneği geliştirmiş gibi görünüyor. Aslında sakince kendi halinde yaşamak istediği hayatı kurmak, bu çatışmalardan uzaklaşmak istiyor, hayatının karar verici konumunu elde etmeye çalışıyor.

Fikret Reyhan Cam Perde filmiyle, bir kadının hayatında sıkıştırıldığı yerleri incelikli bir şekilde işliyor. Nesrin’in hikayesinde birden çok kadının hikayesini izliyoruz. Bir ilişkiden çıkmak, bir başka ilişkiye girmek, bir yandan da hayatın içinde varlığını bağımsızca kurmak arzusu bir arada olduğunda yaşanan çatışma anlatılıyor. Bu çatışma Nesrin’in iç çatışması değil de O’na ve birçok kadına yaşatılan toplumsal baskının sonucu değil mi?

Filmin eski eşin kadının hayatını sıkıştırmasını ilk andan itibaren izlettiği seyirci olabilecekleri biliyor, çünkü her gün okuduğumuz kadın cinayetlerine giden yolu izliyoruz. Aslında tam da bu yüzden ilk sahneden son sahneye kadar kadının hayatını nasıl yaşayacağını değil de hayatta kalıp kalamayacağını düşünüyoruz. Fikret Reyhan, filmi bu gerilim hattı ekseninde kurarak politik gündemlerin başında gelen kadın cinayetlerini sinemaya konu edinmeyi ve bunu yaparken sakin bir kadın karakter yaratarak izleyicinin tırnaklarını yemesini tercih etmiş gibi görünüyor.

                                                           /././

Ülkesi Türkçe, şiiri alev olan şair: Cemal Süreya -Yekta Armanc Hatipoğlu-

“Cemal’in ülkesi Türkçe oldu. Başkenti de şiir. Kendi istenci (iradesi) dışında Türkçe onun dili oldu ama o da Türkçeyi güzelleştirdi, zenginleştirdi. Nice güzel şey, onun Türkçesiyle yaratıldı.”

Cemalettin Seber ya da bilinen ismiyle Cemal Süreya, 1931 yılında Pülümür’de doğdu. 1938’de, Dersim Katliamı’nın olduğu yıllarda, henüz altı yaşındayken ailesi ve 866 kişiyle birlikte Bilecik’e sürgün edildi. Yaşamanın ilk yıllarında yaşadığı sürgün, yani “aklından hiç çıkmayacak o günler” şöyle yansıdı dizelerine:

“Bir yük vagonunda açtım gözlerimi,
Bizi kamyona doldurdular,
Tüfekli iki erin nezaretinde,
Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular,
Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar,
Tarih öncesi köpekler havlıyordu
Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler
Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki.
Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”

Annesinin sürgünde ölümü, Süreya’nın sürgünle tanışması gibi çok erken oldu. Annesi Güllü Hanım, Bilecik’e yerleştikten altı ay sonra yaptığı düşük sonucu meydana gelen kanamadan dolayı yirmi üç yaşında öldü.

Ardından ilkokul okumak için İstanbul’a giden Süreya burada sinema ve edebiyatla tanıştı. “Eline ne geçerse okuduğu” söylenen Süreya 1941’de, 3. sınıfın ilk dönemini bitirdikten sonra sürgün edildikleri Bilecik’e dönmek zorunda kalınca, Bilecik Birinci İlkokulu’na kaydoldu. Burada, alay etmek amacıyla kendisine “Kürt Cemo” denildi. Muzaffer İlhan Erdost, “Üç Şair” kitabında bu konuyla ilgili “Sanıyorum Kürt olduğunu değil sürgün olduğunu sakladı” diyor.

Süreya, o zamanları şöyle anlatıyor: Benim adım Cemal Süreya. Kürt Cemo derler bana. Alevi ve Kürt’üm. Zaza’yım da. Çoğusu bilmez bu yönümü. Küçüktüm ve sürgün edilmiştik. Arkadaşlarıma alay konusu oldum hep. Zaten Kürt Cemo lakabını da onlar taktı lakap olarak. Daha rahat alay ediyorlardı. Ben bu şekilde büyüdüm. Anasız, babasız. Her küçük çocuk görüşümde ağlarım ben.”

Ortaokulu parasız yatılı okudu. 1947’de ortaokulu bitirdikten sonra aynı yıl İstanbul’daki Haydarpaşa Lisesi’nde parasız yatılı öğrenci olarak öğrenim hayatına devam etti. Bildiğimiz anlamda şairliğinin bu dönemde başladığı biliniyor. Aruz ölçüsüyle başladı şiir yazmaya. Eski edebiyatçı, aruzcu olarak görüyordu kendisini ilk yıllarda.

1950’de Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuduğu yıllarda şiirleri yayımlanmaya başladı. Bu dönemde, bugün bildiğimiz Cemal Süreya doğmaya başladı; Süreya, eski şiiri bırakıyor, yeni şiire geçiş yapıyordu.

Mezuniyet, askerlik, memurluk; Süreya’nın hayatı “normal” gidiyordu ancak o, “normalliğin” içine şiirlerle giriyordu. Askerlik yaptığı döneme denk gelen, beşinci ayın beşinde saat beşte Kızılay’da Demokrat Parti’yi protesto etmek amacıyla toplanan grubun şifresi olan 555K’ye tanık oldu, meşhur 555K şiirini yazdı.

Şiir, şu dizelerle bitiyor:

“biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
bu, böyle gidecek demek değil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”

Maliye müfettişliği ve darphane müdürlüğü yaptı. İşçiler, onun için “Bürokrat değil aydındı” diyordu. Toplu sözleşme uyuşmazlığı nedeniyle toplam 330 işçinin çalıştığı Darphane ve Damga Matbaası’nda 23 Haziran 1988’de başlatılan grevin çadırında Cemal Süreya da duruyordu.

Cemal Süreya hiçbir sosyalist partiye örgütlenmedi ama sosyalistti. Muzaffer İlhan Erdost, Cemal Süreya’nın, sosyalizmi bilmeden önce de özlediği insani değerleri savunan bir sistem olduğunu sosyalizmi tanırken öğrendiğini söylüyor. Erdost, sosyalizmin Cemal Süreya’nın önce açık, sonra gizli sevgilisini olduğunu anlatıyor: “… Sosyalizmi sevmenin yasak olduğu günlerde gizlemedi sosyalist olduğunu. Sosyalizmin ‘moda’ olduğu günlerde de çığlıklanmadı ‘Ben sosyalistim’ diye.”

Süreya’nın sosyalizmi özümsememesi, bir sosyalist partide örgütlenmemesi, onun şiirlerinde sosyalist değerlerin olmadığı anlamına gelmiyor. Süreya’nın şiirleri, belki Marksist şairlerin şiirleri gibi yalın ve net değil ama içinde sosyalist ögeleri barındırdı.

“Kalın Abdal,” örneklerden biri. Şiirin son dizeleri şöyle:

“biz ki Nâzım’dık dünyada
rumelli kalın abdal
uçan kuşa selam saldık
sevdik oluklar boşaldık,
cemi cümle bir sofrada
muhannetlik kalmayana”

Cemal Süreya, şiirlerinde anlamsızı amaç edinmekten kaçındı. Kendi şiirini, “Alevdir çünkü benim şiirim, / Hayatın alev halidir” diye tanımladı.

Yaşadığı kimlik sorunları, sürgünle başlayan, yoksullukla geçen bir hayat… Muzaffer İlhan Erdost, Süreya’nın Türkçe ve şiirle kurduğu bağı şöyle anlatıyor: “Cemal’in ülkesi Türkçe oldu. Başkenti de şiir. Kendi istenci (iradesi) dışında Türkçe onun dili oldu ama o da Türkçeyi güzelleştirdi, zenginleştirdi. Nice güzel şey, onun Türkçesiyle yaratıldı.”

Renkli dergilerin, erotik şiirlerini başat hale getirip, apolitize etmeye çalıştığı Cemal Süreya, o kalıplara sığdırılamıyor. Süreya, önüne çekilmek istenen o “renkli” bariyeri, kendi yaşamı ve şiirleriyle ezip geçiyor. Çünkü alevdir onun şiiri, hayatın alev hali.

(soL)

Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" -7 Temmuz 2024-

 

Futbol sadece futbol değildir! -Işıl Özgentürk-

Sevgili okurlarım elektriğe yapılan yüzde 38 zam beni akaryakıt zammı kadar korkuttu. Tamam ütüyü bıraktım, bulaşıklarımı elde yıkıyorum, lambaların ışığını en küçüğe ayarladım, çamaşır makinesini gece yarısı çalıştırıyorum ama gene de elim mahkûm elektrik kullanıyorum. Beni kara bir düşünce aldı. Artık cümleten sokağa çıkıp protestolara başlarız dedim ve ne gördüm milletin meselesi Milli Takım’ın Avusturya’yı 2-1 yenmesi. Ama asıl önemlisi bir Milli Takım oyuncusu Merih Demiral’ın maç sonrası bozkurt işaretiyle milleti selamlaması. Sosyal medya ikiye ayrılmış, kimi Merih’in yanında kimi karşısında!

Dostlarım açıkça söylemeliyim, belki de 10 yaşımda babama ısrar edip beni maça götürmesini istemeseydim bu futbol denen ayak sporunu sevebilirdim ama öyle olmadı, ufak tefek olduğum için kalabalık giriş kapısında babamın korumasına rağmen sıkışıp kaldım, soluk alamadım ve daha sonra da bir topun peşinde koşturan insanların amacının ne olduğunu pek anlayamadım. Kısaca benim futbol ile ilişkim anında bitti, geçen yıla kadar. Geçen yıl ne oldu, hadi anlatayım. Kadıköy Çarşısı’nda dükkân önünde midye yerken slogan atarak ilerleyen fanatik bir Fenerbahçe seyircisi üstüme gelince dükkânın içine kaçtım ve sloganları şöyleydi: “İ...e Beşiktaş, karakola kaç!”

Fenerbahçe taraftarları bana kızmayın, bu denli cinsiyetçi bir sloganı sizler atıyorsunuz!

Neyse şimdi gelelim 1932-1968 yılları arasında Portekiz’i yöneten faşist diktatör  Salazar’ın ünlü sözü 3F’sine. Nedir bu 3F? Diktatöre sormuşlar “Portekiz’i diktatörlükle 36 yıl idare etmeyi nasıl başardınız?” Adam çok net yanıt vermiş: Futbol, fado (Portekiz halk şarkıları) ve Fatima ana (din).

Bu yanıt çok ünlüdür ve hemen hemen tüm diktatörlerin uygulamalarında yeri vardır. Hitler, Salazar’a nazaran daha sofistik kalıyor ama o da ari ırk palavrasını ustalıkla çok entelektüel bir ülkede taraf toplamak için kullanmadı mı? Yani toplumları idare etmenin en etkili yolu, onlara kendilerinde eksik olan bir inanç kaynağı sunmak! Bir gruba dahil etmek!

Devam edelim, bizde eğlence eksik, fado yok. 3F’nin ikisi futbol ve din, kendilerini boşlukta hisseden, önemsiz hisseden insanlara bir gruba dahil olma şansını tanıyor. Futbol bu iş için biçilmiş kaftan! Çünkü taraftar olan kişi giderek fanatikleşiyor ve belli bir süre için kazanılan bir maç, hayatın ta kendisi oluyor. “Elektriğe zam mı gelmiş alıştık artık ama golleri nasıl attık!” “Akaryakıt dört kuruş daha zamlanmış ne yapalım ama nasıl yendik!” “Çocukların anaokulu parası artmış, boş ver, o nasıl muhteşem bir goldü yarabbi? Atana kurban!” Açıkça futbol sadece futbol değildir. Özellikle son yıllarda bu alan adeta bir karapara aklama, vergi kaçırma organizasyonu olarak yaşamımızda oldukça önemli bir rol oynuyor. Örneğin milyon dolarlar ödenerek ülkemize getirilen futbolcular, aldıkları paralara karşılık nasıl bir vergi ödüyorlar ben bilmiyorum. Bu alan gri. “Takımım kazandı!” diye cebinde et parası olmayanların, iki günlüğüne de olsa kendilerini başarılı ve zengin hissetmelerini de pek anlayamıyorum. Ama hissediyorlar! İşte 3F bu!

Taraftar! Açıklaması: Herhangi bir gruba dahil olan! Bu futbol kadar, magazin dünyası ve din için de geçerli. Örneğin tarikatlar, biz de henüz tarikatların insan üzerindeki etkisini etraflıca anlatan “Takva” filminden başka bir film yapılmadı, çok açıklayıcı sosyolojik araştırma da pek yok. Ama dijital kanallarda özellikle Amerikan toplumunda etkin olan tarikatlarla ilgili belgeseller var. İnsanların bir gruba ne olursa olsun kendini adamaları dehşet verici. Tarikat reislerinin her sözü sorgulanmadan yerine getiriliyor. İnsanlar onlar için çalışıyor, çocuklarını onlara sunuyorlar. Ben izledikçe insanoğlunun en büyük açmazının bir grubun içinde varolmak isteği olduğunu düşünmeye başladım. Belki de birey olmak insana ağır bir yük gibi geliyor. Öbürü ise sorgusuz sualsız kolayca varolmak. Bu insanoğluna güven veriyor, onu dertlerini, başarısızlığına unutturuyor.

Ama artık yazarın son sözünü söylemeye geliyorum: Evet, insanoğlu yaşamı boyunca iki ana duygu çatışması yaşar: Biri güven, diğeri merak. Bu iki duygudan merak, insanoğlunun gelişme motorudur. İyi ki var!

Yerim azalıyor. Evet, milli maçın ardından Merih Demiral bozkurt işaretiyle izleyenlere selam yollamış. Bu insanların canını sıkmış, sıkar çünkü ülkemizde bozkurt işareti ne yazık ki Türk mitolojisinden bir alıntı değil, özellikle 12 Eylül öncesi insanları acımızca öldüren faşist grupların birbirlerini selamlama işaretidir.

Son söz: Açık Radyo’nun (95.0) lisansı RTÜK tarafından iptal edilmiş.

RTÜK yeşili, doğayı, denizleri, iyi müziği ve hak arayanları sevmez! O, 3F taraftarıdır! Biz de Açık Radyo taraftarıyız, edeplice söylüyoruz: RTÜK bu iptali hemen düzelt! Bir zahmet sabah programlarına bir el at! Kutsal (!) ailemizin nasıl çöktüğünü gör!

                                                          /././

Mustafa Necati’nin öğretmenlere mektubu -Özdemir İnce-

Yüzünü görmediğim öğretmen meslektaşım İsmail Somuncu 23.02.2009 tarihli mektupla birlikte fotokopisini yaptırdığı 1929 tarihli İlkmektepler Talimatnamesi ile birlikte o dönemin Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin öğretmenlere yazdığı, biraz sonra okuyacağınız mektubu göndermişti. Parantez içindeki sözcük güncellemeleri tarafımdan yapılmıştır. 

                                                 ***

Muallim (öğretmen) arkadaş; Muallim mektepleri (öğretmen okulları) bu mezunları tevziatında (dağılımında) senin hissene Antalya Maarif Emirliği mıntıkası dahilindeki Isparta vilayeti (ili) isabet etti. Orası güzel vatanın himmet (gayret) ve irşadına (yol göstermesine) muhtaç feyzli (verimli) bir köşesidir, yeni mezunlarımızın memleket içine dağılmalarının derece ve zaruretini (gerekliliğini) gerek geçen sene mezunları arkadaşlarımızla ve gerekse sizinle münakaşa eylemiş (tartışmış) ve aramızda kararlaştırdığımız neticeyi, ilkmektep muallimleriyle mesleki bir hasbihal (dertleşme) şeklinde bütün meslektaşlarımıza ilan etmiştim.

Burada sana bundan tekrar bahsetmeye lüzum görmüyor ve kemali emniyetle (büyük bir güvenle) senin de aziz vatan ve milletine hizmet edebilmek için, bugünü sabırsızlıkla beklediğine kani (inanmış) bulunuyorum. Harcırahının (yolluğunun) hemen gönderilmesi mahalline (ilgili yere) yazılmıştır. Oraya varır varmaz teçhizat (donatım) bedelini de alacaksın.

Yollarda azami muavenette (en çok yardımda) bulunmaları için maarif (eğitim) idarelerine lazım gelen talimat verilmiş olduğundan iskele, istasyon ve yol uğrağı kasabalarda yakalarında yıldız bulunan bir zat (kişi) sana intizar edecek (seni bekleyecek) ve delalette bulunacaktır (yol gösterecektir). Binaenaleyh (o halde) onların da seni kolaylıkla tanıyabilmeleri için yakana bir yıldız takmalısın. Gideceğin yer, hiç de yabancısı olduğun yer değildir. Orada seni sevinç içinde bekleyen vatan yavruları, senin gibi mektebini ikmal eder etmez (okulunu bitirir bitirmez) vazife (görev) basına koşmuş hanım ve bey muallim (öğretmen) arkadaşların, hasılı vatanın her köşesinde tesadüf ettiğin ve edeceğin yüksek alınlı kardeşlerin vardır.

Artık mektep hayatın nihayete ermiş oluyor ve hakiki mücadele hayatına girmiş bulunuyorsun. Binaenaleyh (o halde) vazifesinin yüksek ve kutsi (kutsal) mahiyetini (nitelik, öz) tamamen idrak etmiş her muallim (anlamının gerçekten bilincine varmış her öğretmen) arkadaşın gibi senin de seni bekleyen yavrularının arasına koşmakta bir dakika teahhur etmeyeceğine (gecikmeyeceğine) eminim. Bilhassa (özellikle) bu sene yeni Türk harflerini tamim (yayma) gibi şerefli bir vazifen daha vardır. Bütün memleket evlatlarını bir an evvel yeni harflerle okutarak Türkiye’de okuma yazma bilmeyen bir fert (insan) bırakmayacak kadar geniş bir azimle (gayretle) çalışmak mecburiyetindesin (zorundasın). Bunun için yeni Türk harflerini çabuk öğren ve hemen herkese öğretmeye başla. Bu hedefe varmak için kürsü, mektep lazım değildir. Her yerde her gördüğüne kadın, erkek, fakir, zengin, çiftçi, tüccar, köylü ve şehirli tefrik etmeyerek (ayrım yapmadan) derhal öğreteceksin. Milletimize yeni bir teali (yükselme) sahası yaratacak olan bu büyük zaferi kısa bir zamanda kazanacağına mutmain (inanmış) olarak vazifelerinde muvaffakiyet diler ve işe mübaşeret haberine intizar eylerim (başlama haberini beklerim) aziz meslektaşım.

Maarif Vekili Mustafa Necati

                                                 ***

Mustafa Necati (d.1894, İzmir-ö.1 Ocak 1929, Ankara) mübadele, imar-iskân, adliye ve milli eğitim bakanı. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından başlayan süreçte, başlangıçta Batı Anadolu bölgesinde, daha sonra ise Ankara’da birçok konunun fikir babası ya da uygulayıcısı olmuştur. İşgalden bir gün önce Anadolu matbaasında basılıp dağıtılan ünlü bildiriyi arkadaşları ile birlikte kaleme almıştır.

Milli eğitim bakanı iken Harf Devrimi yapılmış, bu devrimin kısa zamanda kökleşmesi için Millet Mekteplerini kurmuş ve halkın “yeni harfleri” kısa zamanda öğrenmesini sağlamıştır. Ölürken Millet Mekteplerini sayıkladığı söylenir. Ölümü üzerine Atatürk hıçkırarak ağlamış ve “Ah o ne evlattı” demiştir. Onun eserlerini yıkmaya kalkışanlar onun karşısında bir Don Kişot’tan başka bir şey değildir!

(Cumhuriyet)


6 Temmuz 2024 Cumartesi

Birgün "KÖŞEBAŞI" -6 Temmuz 2024-


Yanlış yazılan / söylenen sözcükler -Atilla Aşut-

Bir dile dışarıdan giren sözcükler, o dilin yapısına uyum sağlamak için kimi ses, biçim ve anlam değişikliklerine uğrayabilir. Bu tür değişimler dilbilim açısından doğal sayılır. Ancak yabancı dillerden ödünç alınan sözcükler, örneğin Türkçenin sözlüklerine girerek ölçünlü yazım biçimine dönüşmüşse değişim süreci tamamlanmış sayılır. Bu sözcüklerin yazım biçimine artık dokunulmaması gerekir.

Gelin görün ki yabancı kaynaklı sözcükleri sürekli bozarak kullanmak, insanlarımızın kolayına geliyor sanki! Örneğin Batı dillerinden Türkçeye giren “şarj” sözcüğünün “şarz”; “direkt”in “direk”“kontör”ün “kontur”; “koroner”in “kroner”“orijinal”in “orjinal”; “ötanazi”nin “ötenazi”; “restoran”ın “restorant”; “sezaryen”in “sezeryan”; “sutyen”in “sütyen”; “vejetaryen”in “vejeteryan” biçiminde yazılıp söylendiğine çok sık tanık oluyoruz. Bu konuda daha yüzlerce örnek verebilirim. Günümüzde “ambar” sözcüğünü “anbar”“herkes” sözcüğünü “herkez”, “sağanak”ı “sağnak”; “yalnız”ı “yanlız” diye seslendirenler de az değil…

“Pos” sözcüğü, Türkçede bıyık için kullanılan bir sıfattır. “Gür ve uzun” anlamına gelir. Ama son yıllarda dilimize giren bir başka “POS” daha var. O da kredi kartıyla alışverişlerde kullanılan elektronik ödeme aygıtının kısa adıdır. İngilizceden dilimize giren bu kısaltmanın açılımı “Point of Sale”dir. Bir tür elektronik ödeme noktası ya da “yeni nesil yazarkasa” da diyebilirsiniz…

Gelin görün ki bu aygıtın adını “post” diye yazanlar da oluyor

Örneğin Akşam gazetesi, 30 Haziran 2024 tarihli sayısındaki “Taksilerde POS Komisyonu” başlıklı haberinde sözcüğü doğru kullanmış. Ama haber metninde tutarsızlık sergileyerek “pos”u “post”a dönüştürmüş!

“Post”un Türkçede birden çok anlamı var. Ama bunlar arasında elektronik ödeme araçları yer almıyor!

                                      (Akşam, 30 Haziran 2024) Başlıkta başka, içerde başka!

OKURDAN

Karma Dile Eleştiri

Sayın Attila Aşut,

Elimden geldiğince yazılarınızı izliyorum. Ben de çok uzun süredir Türkçenin doğru kullanımına özen göstermeye çalışıyorum.

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni 1977 yılında bitirdim ve halen hukukçu olmaya, yaşamımı bu çerçevede sürdürmeye çabalıyorum. Türk Dili’nin özleşmesi, yabancı sözcüklerden arındırılması bilincine, Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ve diğer aydınlanmacı yazar ve bilim insanlarından etkilenerek ulaştım. Bu özen nedeniyle de okuduğum her yazıya denetleyici gözle bakıyor; Türkçe olmayan bir sözcük gördüğümde, onun Türkçe karşılığını zihnimden geçiriyorum.

BirGün’ün 30.6.2024 tarihli sayısında Sayın Selin Nakıpoğlu’nun “Sessizliğin Ortasında” başlıklı yazısını okurken Arapça “mütevellit” sözcüğünü gördüm. Benden çok genç bir insan ve sanırım hukukçu olan yazarın bu eski ve Türkçe olmayan sözcüğü kullanması garibime gitti. Bu sözcük yerine kolayca anlaşılabilecek “oluşan” sözcüğünü kullanabilirdi. Ayrıca yazarın o tümcesinde geçen “teklif edilen” yerine “önerilen”; “kanunilik” yerine “yasallık”; “hürriyetler” yerine “özgürlükler”; “müdahale” yerine “el atma” gibi Türkçe sözcükler konabilirdi.

Yazıların bütünlüğü içinde yabancı ve Türkçe sözcüklerin birlikte kullanılmaması gerekir. Çünkü yazım birliğinin sağlanması tutarlılık gereğidir.

Bu kadar uzun yazdığım için bağışlamanızı diliyorum. Ancak gazetede ve internet sitesinde yazarın ve gazetenin e-posta adresini bulamadığımdan hem dertleşmek hem de Sayın Selin Nakıpoğlu’nun görebilmesi için size yazıyorum. Aydınlık ve güzel günlere ulaşmamız dileklerimle saygılarımı sunarım.

Mehmet ŞİŞMANGİL/Avukat

HAFTANIN NOTU

Tunceli’nde bir vakıf: SETKAV 

Değerli Eğitimci ve Araştırmacı-yazar Mesut Özcan, yıllarca büyük emek harcayarak Tunceli Belediyesi’nin çatısı altında Vecihi Timuroğlu Kütüphanesi’ni oluşturmuştu. Başka yazarların da kitaplarını bağışlamasıyla zenginleşip genişleyen bu kütüphane, varlığını kurumsal bir güvenceye ve özerk bir yapıya kavuşturmak için uzun süredir vakfa dönüşme çabasındaydı. Girişimcilerin hazırladığı Vakıf Senedi geçen hafta mahkemece kabul edildi ve kısa adı SETKAV olan Sanat, Edebiyat, Tarih ve Kültür Araştırmaları Vakfı, kuruluşunu tamamladı. Vakıf, yazılı ve sözlü tarih başta olmak üzere sanatsal, yazınsal ve kültürel alanlarda araştırmalar yaparak bunları toplumun hizmetine sunacak.

Vakfın Kurucu Genel Başkanı Mesut Özcan, SETKAV’ın çalışma alanları konusunda şu bilgiyi verdi bize: “Tarihsel, sanatsal, edebi ve kültürel mirasımıza ait her dilden sözlü ve yazılı, görüntülü, sesli her türlü belgeyi; kitap, broşür, bildiri, afiş, kartpostal, fotoğraf, resim, el yazması, ses kaydı gibi eserleri gerek edinerek gerek ödünç alarak araştırmacıların ve toplumun hizmetine sunmayı amaçlıyoruz. Bu materyalleri sergilemek, bunun için kütüphaneler, müzeler, müze-kütüphaneler, enstitüler açmak da uzun erimli amaçlarımız arasında yer alıyor. Genel Merkezimiz Tunceli’de ama ülkenin değişik yerlerinde şubeler açacağız. Yoğun bir çabanın ve emeğin ürünü olan SETKAV, hem Tunceli’de hem Türkiye’de önemli etkinliklere imza atacak.”

                                                                  /././

İşçi Partisi’nin seçim zaferi -Hayri Kozanoğlu-

İngiltere’de yaygın bir inanış var: Seçimleri muhalefet kazanmaz, iktidar kaybeder. Bu yaklaşımın bu seçimler için doğru olduğunu söylemek olanaklı. Muhafazakârların itibarının yerle bir olması İşçi Partisi’ne kazandırdı.

Birleşik Krallık’ta İşçi Partisi 650 sandalyeden 409’unu kazanarak büyük bir seçim zaferine imza attı. Neredeyse tüm Avrupa’da aşırı sağ yükselişini sürdürürken Birleşik Krallık’ta ibrenin sola kayması elbette sevindirici. Ancak İngiliz İşçi Partisi lideri Keir Starmer’ın politik zihniyetinin Tony Blair’in Üçüncü Yol çizgisini andırması; konuya sol, kamucu, anti-emperyalist bir mercekten bakanların sevinirken dikkatli olmasını gerektiriyor. Bilindiği gibi Blair döneminde İşçi Partisi hafif makyajlarla neoliberal politikaları uygulamış, Irak işgaline katılacak ölçüde Atlantikçi bir rota izlemişti.

Gerçekçi olmak gerekirse, İşçi Partisi bu ezici seçim başarısını “dar bölgeli” seçim sisteminin azizliğine borçlu. Böylece oyların sadece yüzde 34’ünü alarak tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde geçirdi. 2019 seçimlerine göre oylarını sırf yüzde 4.2 artırması bu sonuca yetti. Kamuoyu oylamaları İşçi Partisi’ni Muhafazakar Parti’nin yüzde 20 önünde göstermesine karşın, sandıktan bunun yarısı yüzde 10’luk bir fark çıktı. . Aslında İşçi Partisi bu başarıyı, sağ oyların Muhafazakarlar ile yüzde 14 oy toplayan İngiltere’nin Trump’ı Nigel Farage ‘ın Reform Partisi arasında bölünmesi sonucu elde etti.

Hatırlanırsa 2017 seçimlerinde Jeremy Corbyn liderliğinde İşçi Partisi oyların yüzde 40’ını toplamasına karşın, Muhafazakar Parti’nin yüzde 42.4’luk desteğinin gerisine düşüp muhalefette kalmıştı. Daha sonra müesses düzenin tüm aygıtları, Corbyn’ın sistem için arz ettiği “kızıl tehlikeye” karşı konuşlandı. Brexit sürecinin iyi yönetilememesinin de etkisiyle 2019 seçimleri kaybedildi ve emperyal heveslerini taze tutan devlet aygıtı açısından daha muteber bir isim Keir Starmer İşçi Partisi’nin liderliğine getirildi.

CORBYN’İ DURDURAMADILAR

Dünya solu ve başta Filistinliler gelmek üzere ezilen halklar seçimi hangi partinin kazanacağı kadar, Jeremy Corbyn’in Londra’nın Kuzey İslington bölgesindeki seçim sonucuna odaklandılar. Corbyn Filistin bağımsızlık mücadelesine verdiği destek sonucu haksız yere  antisemitik diye yaftalandı ve partiden ihraç edildi. Bağımsız aday olarak, çok kültürlü bir dokuya sahip, Türkiyeliler’in de yoğun yaşadığı 41 yıldır hizmet ettiği seçim bölgesinde İşçi Partili adaya 8 bin oy fark atarak yeniden seçildi. Dar bölge sisteminde bir bağımsız adayın, hele İşçi Partisi ile özdeşleşmiş bir ismin seçilmesi çok zordu ve Corbyn bunu başardı. Gönüllü aktivistlerinin kapı kapı dolaşarak seçmenle yüz yüze ilişki kurmaları da elbette bu yüz güldürücü sonuçta rol oynadı.

Bu seçimle radikal sol adaylar İşçi Partisi’nden Starmer’in İsrail’e kayıtsız şartsız desteği noktasında, Filistin direnişine destek temelinde ayrıştı. Bu kapsamda Shockat Adam Güney Leicester, Labal Mohammed Desbury ve Batley, Adnan Hussain Blackburn, Ayoub Khan Birmingham Perry Bar’dan seçildiler. Corbyn’i de katarsak Filistin yanlısı grup, parlamentoda aşırı sağcı Reform Partisi’nin 4 temsilcisinden daha fazla ağırlığa sahip olacak. Buna karşın Filistin mücadelesine destek veren, zaman zaman komplocu tezleriyle sola mensubiyeti tartışılan Britanya İşçiler Partisi lideri George Galloway Rochdale’deki sandalyesini kaybetti.

Sosyalist seçmenlerin, özellikle üniversite mezunlarının  bazılarının da desteğini esirgemediği Yeşiller Partisi yüzde 7 oy toplarken 4 milletvekilliği de kazandı. Partinin eş başkanları Carla Denyer ve Adrian Ramsay de parlamentoya girdi.

İşçi Partisi’nde Corbyn ile kader birliği yapan Sosyalist Kampanya Grubu’nun önde gelen isimleri gölge Hazine Bakanı John Mac Donnell, gölge içişleri bakanı Diane Abbott benzeri birçok isim de koltuğunu korudu. İşçi Partisi saflarında ayrıca Starmer’ın hışmından kurtulmak için seçim kampanyası boyunca keskin bulunacak siyasi mesajlardan kaçınan, parlamento açıldıktan sonra sesini yükseltebilecek azımsanmayacak sayıda sol kanat milletvekili bulunuyor.

Özetle, sadece Filistin meselesinde değil; işçi hakları, kemer sıkma politikaları, mülteciler konusu, küresel iklim değişikliği, LGBTQ talepleri ekseninde Starmer’ın “ana akım” çizgisine muhalefet edebilecek bir potansiyel var. Ancak seçim sonrası Muhafazakar Parti’nin örgütünü toparlama çabası içine gireceğini, yüzde 12 oyla 71 sandalye kazanan Liberal Demokratlar’ın Starmer politikalarından kendilerini ayrıştırmakta güçlük yaşayacaklarını düşünürsek, gerçek muhalefetin parlamento dışından sosyal hareketlerden yükseleceğini öngörebiliriz.

MUHAFAZAKÂRLARIN TÜKENİŞİ

İngiltere’de yaygın bir inanış var: Seçimleri muhalefet kazanmaz, iktidar kaybeder. Bu yaklaşımın 2024, 4 Temmuz seçimleri için kesinlikle doğru olduğunu söylemek olanaklı. Çünkü İşçi Partisi lideri Starmer’ın popülaritesinin o kadar da yüksek seyretmediği, partisinin ne önerdiğinin seçmen tarafından net algılanmadığı bir iklimde, perşembe günü Murat Nişancıoğlu’nun da ayrıntıları ile ortaya koyduğu gibi Muhafazakarların itibarının dibe vurduğu bir dönemde İşçi Partisi aradan sıyrılmayı başardı.

Becerikli, iş bitirici bir imaja sahip Muhafazakarlar 2019 seçimlerinden bu yana dört başkan değiştirdiler, parti içi hizipler ülkeyi yönetmekten çok birbirlerinin kuyusunu kazmaya odaklandılar. Hayat pahalılığı, yüksek faizler, yerinde sayan ücretler, kamu hizmetlerinin dökülmesi, düşük büyüme, verimliliğin artırılamaması gibi olgular seçmeleri iktidardan yabancılaştırdı, 190 yıllık tarihinin en büyük yenilgisini yaşamasına yol açtı.. Aslında bu semptomlar başta Almanya ve Fransa, kıta Avrupası’nda da hissediliyor, bu ortamdan aşırı sağ besleniyor. Ancak Birleşik Krallık’ta bu sorunlar hem daha uzun zamana yayılmış durumda, hem de daha şiddetle deneyimleniyor. “Sol karşıtı”, saldırgan bir dile sahip, Robert Murdoch’un The Sun Gazetesinin bile İşçi Partisi’ne destek açıklaması Muhafazakarların tükenmişliğinin en belirgin göstergesi kabul edilebilir.

İŞÇİ PARTİSİ NEREDEN NEREYE?

2019 seçimlerinde İşçi Partisi’nin seçim manifestosu demiryollarının, enerji sisteminin, su dağıtımının, posta hizmetlerinin tekrar ulusallaştırılmasını öneriyordu. Kamuoyu yoklamaları bu politikalara halkın desteğinin yüksek olduğunu gösteriyordu. Partinin ekonomi kurmayı Mc Donnel’a Marksist “suçlaması” yapılıyor, o da “Das Kapital’den daha öğrenilecek çok şey var” diye cevap veriyordu. Haftalık New Statesman Dergisi, “Manifesto Marksist değil, daha ziyade Keynesyen” diyerek ortalığı yatıştırıyor, ekonominin “kumanda tepelerinin” kamulaştırılmasının öngörülmediğini aktarıyordu.

2024 manifestosunda ise, bu kamucu yönelimden vazgeçiliyor, büyümenin hızlandırılması, verimliliğin artışı öngörülüyor, ancak bu sonuçlara nasıl ulaşılacağı ayrıntılandırılmıyor. Starmer’ın öne çıkardığı temalardan yeşil dönüşümden bile geri adım atıldı. Finans kapitali yatıştırmak, bütçe açığı sorununu gözettiklerini kanıtlamak için 28 milyar poundluk yatırım planı yarıya indirildi. Birleşik Krallık’ta önemli bir gündem maddesini oluşturan çocuk yoksulluğu konusunda net bir çözüm üretilemedi. Starmer’ın Fransa’dan “minik botlarla” gelebilecek mültecilere yönelik sözlerine tepkiler giderilemedi. Özellikle Bangladeşlilerin küçümseyen yorumları, ülkenin en meşakkatli işlerini üstlenen bu kesimde derin bir kırgınlık yarattı.

Starmer bugün küresel ekonomide büyük bir güç haline gelen varlık yönetim şirketlerinin finansmanına bel bağlıyor. Özellikle dünyanın bu konudaki en büyük firması Black Rock ile işbirliği planlıyor. Kamu-özel işbirliği projeleri aracılığıyla altyapı yatırımlarını hızlandırmayı hedefliyor. Konut sorununu da bu yolla hafifleteceğini umut ediyor. Bristol Üniversitesi öğretim üyesi Daniela Gabor bu yaklaşımın sakıncalarına dikkat çekiyor. Dünya örneklerinden yola çıkarak, konut fiyatlarının yükseleceği, kiraların artacağı uyarısında bulunuyor. Bu tarz işbirliklerini benimseyen hükümetlerin fonlara tutsak düşeceğine, başta iklim, enerji ve sosyal politikalar gelmek üzere yaşamın her alanının özelleşeceğine işaret ediyor.

Yeni başbakan Starmer dış politikada da Atlantik ekseninde Britanya’yı dünya sahnesinde daha etkin kılmaya hazırlanıyor. AB’ye tekrar  katılmayı denemeden başta Almanya,  ilişkileri yeniden kurmayı hedefliyor. NATO’ya daha fazla entegrasyon, Ukrayna’ya tam destek, İsrail’in Gazze’deki vahşetini görmezden gelmeye devam etmek gibi  Washington’un dümen suyunda politikalarla ABD’nin “en sadık dostu” imajını pekiştirmeyi hayal ediyor. Kısaca Tony Blair’in 2024 sürümü bir imaj sunuyor.

İşçi Partisi’nin ılımlı solu diye nitelendirilecek bir çizgide, saygı duyulan bir insan hakları savunucusundan nasıl bir dönüşümle Starmer 2.0 ortaya çıktı bu konu daha çok konuşulacak. Hatırlanırsa Blair, Thatcher’ın reklam şirketleriyle, o dönem Saatchi & Saatchi, kampanya yönetme stratejisini aynen kopya etmişti. Starmer de, hırslı bir veri analisti Morgan McSweeney önderliğinde, düşük profilli bir üslupla  bu başarıyı yakaladı. Ama yaşamla organik bağı bulunan sendikalar, sosyal hareketlerden, dolayısıyla onların dert ve taleplerinden kopuk bir rota izlemiş oldu.

PROFESYONEL ELİTLERİN BAŞBAKANI

Parti kadrolarında çok sayıda yönetim danışmanı, yatırım uzmanı, şirket stratejistine yer verdiği belirtiliyor. 2019 seçimlerinde Kızıl Duvar diye nitelenen İngiltere’nin kuzeyindeki işçi sınıfı bölgelerindeki yıkılmaz kabul edilen kaleler bile düşmüş, bu konu üzerine çok yorum yapılmıştı. Bugün bu kurtarılmış bölgeler yeniden fethedildi. Ancak Starmer’ın işçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştirmeye yönelik bir vaadi bile yok, Aksine Hazine Bakanı olması beklenen Rachel Reeves, İngiliz Merkez Bankası’ndan yetişmiş klasik bir piyasacı.

The Guardian’daki köşesinde Dan Evans, Starmer’ın bir ustabaşının oğlu olmasına karşın; elit profesyonellerin, orta sınıf yöneticilerin, eğitimde başarı gösterip kariyer basamaklarını hızlı tırmanan teknokratların sınıfsal çıkarlarının temsilcisi olduğunu, onlar gibi bir düşünce yapısı taşıdığını söylüyor. Gelgelim benzer bir kafa yapısına sahip, arka arkaya 5  Oxford mezunu başbakanın ülkeyi ve partilerini düşürdüğü durumdan ders çıkarır mı, bu soruyu yanıtlamak için biraz bekleyip pratiği görmek gerekiyor. Dileğimiz Thatcher taklidi başbakanlığı 44 gün süren Liz Truss’ın akıbetine, Blair’in renksizi diye nitelenen Keir Starmer’ın uğramaması.

                                                                  /././

Halkın önünde altın yıllar yok -Nurcan Bilge Gökdemir-

Erdoğan, CHP’yi uyumlu ortağa dönüştürerek seçime kadar huzurlu bir dört yıl geçirme hayalinin sonuna geldi. Şimdi 3. Dünya Savaşı ve bölgesel kriz korkutması ile seçim dalgasını durdurmaya çalışıyor.
                                   Erdoğan, Astana görüşmelerine Emine Erdoğan'la birlikte gitmişti. (Fotoğraf: AA)

İktidarın yerel seçim yenilgisine yol açan seçmen duruşunun daha da yaygınlaştığını gösteren kamuoyu araştırmaları iktidarın kâbusu oldu. “Dört yıl daha iktidarda kalmak” hedefi Erdoğan, kurmayları ve yandaş gazeteciler tarafından sürekli kamuoyuna pompalanıyor. Bir yandan 3. Dünya Savaşı, bölgesel krizler, sözde düzelmeye başlayan ekonomik sorunlar anlatılırken diğer yandan da milletvekilleri “Sonucuna katlanırsınız” denilerek tehdit ediliyor. Erdoğan’ın “Dört altın yıl” diye ifade ettiği bir sonraki seçime kadar olan süre AKP’nin belki partneri MHP belki yeni ortakları ile altın günler vaat ediyor olabilir ama açlıkla sınanan milyonların bu süreyi beklemeye tahammülü olup olmadığı temel belirleyici.

HUZURLU DÖRT YIL CHP’DEN GELMEDİ

Erdoğan’ın 31 Mart Yerel Seçimleri sonrası süreçte CHP ile yakınlaşmasına damga vuran “Huzur içinde dört yıl arayışı” istediği gibi sonuçlanmadı. Normalleşme/yumuşama arayışı ile geçen iki ayın sonunda iktidar ile anamuhalefet olması gereken mevzilere çekildi.

CHP Lideri Özgür Özel halkın 31 Mart’ta oylarıyla verdiği “Rejimi değiştirme” görevinin gecikmeli olarak da olsa gereğini yerine getirerek, “İki ay sonra seçim, en geç 1.5 yıl sonra seçim” çağrısında bulundu. Memur ve emekli aylıklarına yapılan zammın resmi enflasyonu bile karşılamayan bir oranda olması, TBMM’nin birbiri ardına iktidarın despotik, gerici, sermaye yanlısı ajandasını hayata geçiren düzenlemeleri yasalaştırması, Sinan Ateş davası ile ülkenin bir suç ortaklığına teslim edildiğinin deşifre olması erken seçim talebini vazgeçilmez bir zorunluluk olarak hem anamuhalefetin hem iktidarın önüne koydu.

Özgür Özel’in açıklaması gelmeden bunun işaretlerini gören iktidar çok iyi bildiği manipülasyon aygıtlarını hemen devreye soktu. Önce Erdoğan’ın varislerinden biri olarak görülen Dışişleri Bakanı Hakan Fidan katıldığı bir televizyon programında 3. Dünya Savaşı ihtimalini dillendirdi.

Ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dolmabahçe Çalışma Ofisi’nde MÜSİAD Yönetim Kurulu’nu kabulünde yılın ikinci yarısından itibaren enflasyonun düşmesini sağlayıcı politikaların sonuç vereceğini iddia ederek, “1 Nisan sabahı itibarıyla seçim gündemini tamamen geride bırakmış olduk. Türkiye’nin önünde 4 yıllık hazine değerinde seçimsiz bir süre var. 85 milyon olarak bu dönemi çok iyi değerlendirmemiz, gerilim siyaseti, popülist dayatmalarla heba etmemiz gerekiyor. 4 yıllık sürede inşallah ekonomi başta olmak üzere asıl gündemimize odaklanabileceğiz” dedi.

Muhalefetin erken seçim talebini halkın gündeminden kopartmayı amaçlayan şu açıklamayla stratejisini açıkça gösterdi:

“Türkiye son bir yılını seçim gündemiyle geçirmişken bölgemizde her gün yeni bir kriz ve çatışma patlak verirken milletimizin çözülmesi gereken bunca meselesi varken sırf eski ve yeni takım arkadaşlarına çalım atmak için bu tür tartışmalara meyledilmesini doğru bulmuyoruz. Muhalefet iç hesaplaşmasını ülkeye, millete ve ekonomiye zarar verecek şekilde yürütmemelidir."

MİLLETVEKİLLERİNE TEHDİT

Ülkenin karşılaştığı her güçlükte gündem saptırmaya dönük olarak kullanılan tüm enstrümanlar sahneye sürüldü. Fidan’ın Dünya Savaşı söyleminin bugüne kadar söylenenlerin zirvesi olduğunu da belirtelim.

Tek eksik erken seçim kararı alma yetkisine sahip milletvekillerinin korkutulması kalmıştı ki orada da Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum sahneye çıktı. Bir analiz yayımladı Anadolu Ajansı bültenlerinde Uçum.

Seçimlerin yenilenmesi kararını Meclis verecekse 360 milletvekilinin oyu gerektiğini belirten Uçum, “Elbette bu kararı verecek milletvekilleri de yeniden seçilmek isterlerse siyasi ve toplumsal riskleri göze almak zorundadır” korkutmasında bulundu.

Erdoğan ve kurmayları kendi istekleri doğrultusunda gereken uyarıları yapıp ülkenin önüne bir rota koydu: Seçimsiz geçirilecek dört yıl, üstelik de altın dört yıl…

Oysa ki 31 Mart Yerel Seçimlerinde ortaya çıkan iktidar karşı iradenin gerekçeleri hala orta yerde duruyor, üstelik de ağırlaşarak. Milyonlar insanca yaşamaya yetecek ücretin daha uzağında, enflasyondaki düşüşün memur ve emekli zamlarının belirleneceği aydan hemen önce düşüvermesi hiç kimseyi ikna etmiyor, adalet arayışı yakıcı bir gündem olarak orta yerde duruyor, TBMM’den iktidarın gerici ideolojisini, sermaye yanlısı tercihini yansıtan düzenlemeler birbiri ardına geçiyor… Yenileri Meclis’e sunulmak için sıraya girmiş durumda.

İktidarın ülkeyi açlığa, karanlığa boğup seçim yaklaşırken göz boyayıcı icraatlarla seçim kazanma alışkanlığını sürdürmeyi amaçladığı ortada. Ancak bu kez vadedilen altın yılların parıltısı çoktan söndü. 31 Mart bu parlaklığın geniş halk kesimleri için bir illuzyon olduğunun artık görüldüğünü gösterdi. İktidar son barutlarını kullanarak, kitabı bildiği yerden okuyarak yeni bir zafer hayal ediyor. Ancak bu kez olacak gibi durmuyor. Seçim yoluyla iktidarı değiştirmek dışında bir kurtuluş umudu olmadığı görülüyor.

CEPHEYİ TAHKİM ARAYIŞI

İktidarı zorlayan tek gerçek erken seçim dayatması da değil elbette. Ortağı MHP ile kurduğu zoraki evlilik güçlükle sürüyor. Bu ortaklık şimdi de Sinan Ateş suikastının testinden geçiyor.

Yargılama sırasında ortalığa dökülen ve MHP ile Ülkü Ocaklarını adres gösteren deliller, hazırlandığı ortaya çıkan sahte tutanaklar iktidar ortaklığını tehdit eden yeni gelişmelere yol açtı. Dönemin Ankara Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şube Müdür Yardımcısı Kerem Gökay Öner’in, Sinan Ateş cinayetinin ardından kaçan eski Ülkü Ocakları yöneticisi Tolgahan Demirbaş’ın sokakta değil MHP eski Milletvekili Olcay Kılavuz’un evinde gözaltına alındığına ilişkin suç duyurusunda bulunması başka sürpriz gelişmelerin de yaşanabileceği beklentisini artırdı.

Buna paralel Erdoğan’ın, MHP ile ortaklığı bozma durumunda eski yol arkadaşları ile barışma yoluna gidebileceği henüz çok ham bilgiler olarak konuşuluyor.

Tüm bunları tek bir çerçeveye oturtacak olursak, Erdoğan kendi için altın yıllar hayal ediyor. Bunun için erken seçim istemiyor, ortağı ile gündeme gelebilecek sorunların iktidarı kaybetmesini önlemek için de yeni partnerler arıyor.

Burada anahtar yoksul çoğunluğun elinde, 31 Mart’ta gösterdiği iradeye sahip çıkıp çıkmaması bundan sonraki sürecin belirleyicisi olacak.

(BİRGÜN)