13 Temmuz 2024 Cumartesi

soL "KÖŞEBAŞI" -13 Temmuz 2024 -

 

Sovyet satrancının öncüsü, dünya şampiyonu: Mihail Botvinnik kimdir? -Ali Kuzulugil-

1948 ila 1963 yılları arasında dünya şampiyonu unvanına sahip olan Botvinnik, satranç dünyasında büyük bir iz bıraktı. Botvinnik, kurduğu satranç okuluyla da gelecek nesillere öncülük etti.

Ekim Devrimi’nin spor ve sanata dair katkıları sayısızdır. Sovyetler Birliği’nin bu alandaki katkıları, birliğin dağılmasından bu yana, unutturulmuş veya unutturulmaya çalışılmıştır. Satranç da bu sporlardan biriydi. 

Bin yılı aşkın tarihi olan bu “strateji oyunu” Ortaçağ’da feodal Avrupa krallıklarında ve başta İran olmak üzere Yakın Doğu’da oynanmaktaydı. Satranç, bu dönemde sadece soyluluğa özel bir oyundu. Bu durum Rusya ve Doğu Avrupa için de geçerliydi. 

Batı Avrupa ve ABD’de bu durum, Sanayi Devrimi’yle birlikte değişti. Satranç genel olarak sokaklarda, barlarda oynanan bir oyun haline geldi. Bu dönemde birçok “satranç ustası” ortaya çıkarken, oyun bu ülkelerde bütün sınıflardan insanların oynadığı ve izlediği bir etkinlik halini aldı.

Ekim Devrimi'nden sonra halk sporu haline gelen oyun

Rusya’daysa durum farklıydı. Satranç, halk tarafından pek ilgi görmeyen ve erişilebilir olmayan bir oyundu. Bazı istisnalar dışında, çoğunlukla soylular tarafından oynanmaktaydı. Bu dönemde öne çıkan bir Rus usta da, soylu bir aileden gelen ve hayatını genç yaşta oyuna adayan, sonraki yıllarda da dünya şampiyonu olarak anılacak olan Aleksandr Alehin’di.

                                                       Aleksandr Alehin (1921)

Rusya’da oyunun halk arasında yaygınlaşması ve hatta birkaç on yıl içinde ülkeyi sembolize eden bir spor haline gelmesi Ekim Devrimi sayesinde oldu. Marx, Lenin, Troçki ve Stalin gibi devrimcilerin de oynadığı satranç, devrimin ardından Sovyetler Birliği Devleti ve Komünist Parti tarafından öne çıkarıldı ve halk arasında yaygınlaştırıldı.

Yazar Maxim Gorki'nin İtalya'daki evini ziyaret eden Lenin, bilim insanı ve yazar Aleksandr Bogdanov'la satranç oynarken. (1908)

Öne çıkan oyuncu: Mihail Botvinnik

Devrimden sonra Parti içinde ve ülke genelinde satranç eğitimi verilmeye başlandı. Bu süreçte öne çıkacak olan satranç oyunculardan biri de Mihail Botvinnik olacaktı.

12 yaşında satrancı öğrenen genç komünist Botvinnik, oyunu kısa zamanda kavramış ve okul şampiyonlukları kazanmaya başlamıştı. 1925’te, yani oyunu öğrenmesinden iki yıl sonra, Kübalı dünya şampiyonu Capablanca'yla Leningrad'da karşı karşıya geldi. Capablanca'nın aynı anda birden fazla tahtada, birden fazla kişiyle oynadığı simultane oyunda Botvinnik, soğukkanlı bir şekilde avantajı kazandı ve rakibinin göremediği bir bitirici kombinezonla galip geldi. 1927’deyse daha 16 yaşındayken, turnuvadaki en genç oyuncu olarak Sovyetler Birliği şampiyonasına katıldı. Bu şampiyonada 5'inci oldu ve “Usta” unvanını kazandı. 

Eğitimine elektrik mühendisliği okuyarak devam eden Botvinnik, 1930’lara doğru birçok yerel turnuvaya katıldı. 1931’de Sovyet Şampiyonası'nı kazandı. Gelecekte bilgisayar bilimleri ve bilgisayar satrancı üzerine çalışacak ve büyük katkılarda bulunacak olan Botvinnik, o dönemlerde de bu konulara ilgi duyuyor ve eğitimine büyük önem veriyordu.

30’larda uluslararası müsabakaların da aralarında olduğu birçok turnuvaya katılan Botvinnik, 1938’de dönemin dünya şampiyonu Alehin’e, Dünya Şampiyonluğu için meydan okudu. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından dolayı bu maç yapılamadı. Botvinnik, savaştan dolayı satranca ara vermek zorunda kaldı. 

                                                        Mihail Botvinnik (1938)

Dünya şampiyonluğu serüveni

1946’da Dünya Şampiyonu Alehin'in ölmesinin ardından, satranç camiası, dünya şampiyonunun 1948’de yapılacak olan turnuvanın galibi olmasına karar verdi. Bu turnuva Dünya Satranç Federasyonu (FIDE) gözetiminde yapılacaktı. Bunun öncesinde şampiyonluk, kişiden kişiye geçen, mevcut şampiyona meydan okuyup onu yenerek kazanılan bir unvandı. 1948’de yapılan Şampiyonluk turnuvasında Botvinnik, en yüksek puanla galip gelerek Dünya Şampiyonu oldu. Botvinnik’in dünya şampiyonluğu 1963’e kadar devam etti. 

Bu maçtan sonra dünya şampiyonluğu kuralları şöyle değişti: Her üç yılda bir şampiyonluk maçı olacak, eğer dünya şampiyonu kaybederse sonraki yılda bir rövanş isteyebilecek ve berabere biten maçlarda şampiyon unvanını koruyacaktı.

Botvinnik 1951’de David Bronstein’e karşı maçı berabere bitirerek şampiyonluğunu korudu ve sonraki şampiyonlukta da Vasili Smıslov’a karşı berabere bitirerek unvanını elinde tuttu. 1957’de Smıslov’a yenilse de bir sonraki yıl kendisini rövanşa çağırdı ve bu rövanşta şampiyonluğunu geri kazandı. 1960’ta bir başka “yıldız” olacak olan Mihail Tal’a karşı oynadı ve bu maçı kaybetti. Ama bir kez daha, sonraki yıl yapılan rövanşta şampiyonluk unvanını geri aldı.

                                    Botvinnik, Mihail Tal'la maç sonrası el sıkışırken. (1960)

Sovyet okulunun öncülüğü

1963’e kadar şampiyonluğunu koruyan Botvinnik bu yılki maçı Tigran Petrosyan’a karşı kaybetti. Bu dönemde artık rövanş kurallarının değişmesinden dolayı bir rövanş maçını zorlamadı. Sonraki yıllarda şampiyonluk maçlarına veya aday maçlarına katılan Botvinnik, tekrar şampiyon olamasa da Sovyet satrancında büyük bir iz bıraktı. 

1963’te, Botvinnik, başka Sovyet satranç eğitimcileriyle beraber Kasparov, Karpov, Kramnik gibi geleceğin ustalarının da yetişeceği bir satranç okulu kurdu. Bu okulun mirası, Sovyet ekolünün 20. yüzyılın geri kalanında da satranç dünyasında egemen kalmasını sağladı. Satranç dünyasında önemli bir oyuncu ve eğitici olan Botvinnik, bilgisayar satrancına da büyük katkılarda bulundu.

Burada ilginç bir detaya değinmekte fayda var. Soğuk Savaş’ta Sovyetler Birliği’ne satrançta rakip olan ABD’nin ünlü satranç oyuncusu Bobby Fischer, oyuna başladıktan sonra genel olarak eğitimini ihmal etmek zorunda kalmış ve daha 16 yaşında okulu bırakmıştı. Dünya şampiyonalarına çıkana kadar da kendi ülkesinde hiç itibar ve saygı görmemiş ve Soğuk Savaş sona erdiğinde Amerikan medyası ve siyaseti nezdinde değerini kaybetmişti. 90’larda Yugoslavya’da, ambargo dönemi sürerken yapılan bir turnuvaya katıldığı için ABD’de aranan bir “suçlu” haline gelmişti. Hayatının geri kalanını Japonya, Norveç gibi ülkelerde iltica arayarak geçirmek zorunda kalan Fischer, ürettiği komplo teorilerinden dolayı da deli olarak görülmüş ve tüm itibarını daha ölmeden kaybetmişti. 

                                                              Bobby Fischer (1962)

Bunun tam aksine, Sovyet satranççıları, hem satranç konusunda yetenekleri dolayısıyla saygı görmüş, hem de maddi sorunlar yaşamadan eğitim hayatlarını tamamlamıştı. Bunun ötesinde, Botvinnik örneğindeki gibi, satranç dışında bilgisayar bilimlerine katkıda bulunmuşlardı. Kariyerlerinin “doruğu” bittiğinde ise, gelecek neslin satranççılarını eğitme gururunu yaşamışlardı.

                                                                   /././

AKP tipi tarihçilikten son haberler…-Aydemir Güler-

Geçiniz! 1996-97 restorasyon denemesi sırasında, bugün AKP ile süren gelenek, darbecilikten daha beter, eski tip kontracı pozisyonundadır. 

soL portal Perşembe günü haberini yaptı. CHP’nin ışıkları açıp kapatma çağrısına AKP’li Selvi’nin getirdiği yorum darbecilik çağrışımı olmuştu. soL’a göre asıl sorun ortada bir eylem olamamasıydı. Doğrudur ve bu Özel liderliğinin aynı anda bütün tuşlara basarken bir tını elde edemeyişine yeni bir örnek oluşturmuştur. Bense bugün Selvi’nin yakın tarih çarpıtması üstünden devam edeyim. Hafızası zayıf, çarpıtma kurguculuğu ondan da zayıf olan Abdülkadir Bey, AKP tipi tarihçiliğe katkıda bulunmak istemiş! 

Başlangıç tarihimiz 3 Kasım 1996’dır ve o gün Balıkesir’in Susurluk ilçesi yakınlarında bir otomobil kamyonun altına girmiştir. Araçtakilerin sıfatları kişi sayısından daha uzun bir liste yapıyordu: Mafya, siyasetçi, aşiret reisi, milletvekili, polis şefi, kontrgerilla katili… Hal böyle olunca “kaza” sözcüğünü de tırnak içine almak gerekir. İşin aslı Susurluk, 1990’larda fazla inişli çıkışlı bir yolda ilerleyen Türkiye siyasetinde dönemeçlerden biridir. 

Olayın kökenleri önceki on yıllara uzanır. Aslında NATO üyelerinden başlayarak tüm kapitalist devletlerde kontrgerilla komünizme karşı mücadele esas alınarak yapılandırılmıştı. Ancak 1990’ların başında sosyalist ülkelerin çözülmesiyle bir defter kapandı. Misyonun bizde başarıya ulaşması, daha eskiye, 12 Eylül 1980’e tarihlenmelidir. Solun önünün kesilmesiyle birlikte eski karşıdevrim örgütlenmesi de masaya yatırılmak durumundaydı. 

Masaya yatırılmış olmalı… Ancak sermaye düzeninin en karanlık hücrelerinde nefes alıp veren kontrgerilla örgütlenmesi basit bir hukuk ihlali, yasa tanımazlık değil, küresel bir konseptin uzantısıydı. Nasıl NATO Varşova Paktı son bulduğunda varlık nedenini kaybetti diye feshedilmedi ve bunun yerine yenilenmesi tercih edildiyse, söz konusu örgütlenmeler de benzer arayışlara girdiler. Türkiye’de düşman kolay bulundu ve yeni eksen Kürt hareketine karşı kuruldu. ‘80’lerde Kürt hareketi hafife alınmış sayılıyordu. “Terörle mücadele” için her yol mubahtı. 

Abdülkadir Bey başka türlü, örneğin şeriatçı hareketin engellenemez yükselişi falan diye hatırlıyordur, ama 1990’larda siyasi rejim “kontrgerilla cumhuriyeti” kıvamına gelmişti. 12 Eylül faşizminden çıkışa, yani demokratikleşmeye (!) yakıştırılabilmiş olan Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı olmasıydı. Aynı zamanda, kadın lider diye hakkında kitlelerden sempati talep edilen Tansu Çiller’in de başbakan olduğunun altını çizelim. Yıl 1993’tü. 

Dünyada eski yapının dönüştürülmesi operasyonunun adı, Batının en kitlesel komünist partisine ev sahipliği yapan İtalya’da kondu. 1992’de Milano’da savcı Antonio Di Pietro “Temiz Eller Operasyonunu” başlattı. Eski bir sosyal-demokrat başbakandan girip yakın zamanların şarlatan-faşist bir başbakanından çıkan, mafyayı, bürokrasiyi, sermayeyi radardan geçiren bu operasyon gerçekten zorunluydu. Soğuk Savaş yıllarında Atlantik ittifakında yer alan devletlerin bağırsakları çok fazla dolmuştu. Zehirlenme çoktan başlamıştı da, Sovyet sosyalizmi yenildikten sonra bunu tolere etmek anlamlı olmaktan çıkmıştı… 

Burjuva demokrasisi açısından bakılırsa radikal sayılan, “sömürü düzeni” kriterinden yaklaşırsak makyaj değişiminden ibaret görebileceğimiz bir operasyondan söz ediyoruz. Restorasyon olarak tanımlamakta sakınca olmayan bu hareket, her bir ülkenin iç dinamiklerine göre farklı dozlarda ama hayli yaygın biçimde yaşandı. 

Türkiye’de bu varta, 12 Eylül’ün üstünü çizdiği liderlerin geri dönüşüyle ve kadın başbakan imajıyla atlatıldı. Susurluk da bu anlamda bir restorasyon gündemi açmıştır. “Kaza” ile vefat değil bir tasfiye ilanı verilmiş oldu. Sonuç olarak kontrgerilla biraz itibar kaybetse de, geleneksel kadroları özenle korundu, yapı yeni döneme adapte edildi. 
Elbette her toplumsal, siyasal kavşakta olacağı gibi herkes olayı kendi cephesinden yorumladı ve müdahalede bulunmayı denedi. Komünistler olarak, kimi devrimci hareketlerle paralel biçimde düzenin bütünlüğüne işaret ettik örneğin. Slogan “Aşiretsiz, Mafyasız, Patronsuz bir Düzen için… Sosyalizme” afişi oldu, duvarları kapladı. 19 Ocak 1997’de Şişli’de Sosyalist İktidar Partisi’nin öncülüğünde bir de miting düzenlendi. 

Şaşırtıcı olmayan bir biçimde liberallerin geliştirdiği inisiyatif çok daha fazla yankılandı. “Sürekli Aydınlık için Yurttaş Girişimi” 1 Şubat 1997’de “bir dakika karanlık eylemini” başlattı. O sıra solda klasik siyasi mücadelelerin demode olduğu, işçi sınıfının kökten değiştiği, parti formunun terk edilmesi gerektiği tezlerinin ağırlığı hissediliyordu. Açıkçası “Temiz Eller” denince, bu bağlama sivil toplum duyarlılığı, yurttaş inisiyatifi vb. daha fazla denk düşüyordu. Üstelik liberal sol bu yoldan düzenin egemenlik mekanizmalarıyla da rezonansa girme şansı yakaladı. Ufuk Uras’ın genel başkanı olduğu ÖDP de 1996 Ocak ayında kurulmuştu… Tesadüf bu ya, yıllar sonra 2014’te, kalabalık ve her kökten liberal, 28 Şubat’ın üstüne yeterince gidilmediği yolunda “Kaygılıyız” başlıklı bir gazete ilanı verdiğinde imzacılar arasında Uras ile Selvi birlikte yerlerini alacaklardı. 

Neyse; iktidarda ise Refahyol vardı. Erbakan’ın Refah Partisi, AKP’nin atasıydı. Türkiye’de düzenin bağırsaklarının zehirleyici ölçülerde şişmesinde Erbakan’ın lideri olduğu akımın payı büyüktür. 1995 Aralık’ında RP’nin birinci parti olmasının yolu, laik aydınların düşürüldükleri pusularla, 2 Temmuz ‘93’te Sivas’taki şeriatçı kalkışmayla döşenmiştir. Yani 12 Eylül döneminde “kendisi zindanda fikirleri iktidarda” olan sadece faşist MHP değildir. Dinci gericiliğin Türkiye karşıdevriminin ana damarlarından biri olduğunun itirafı 1980’lerde icat olunan “Türk-İslam sentezi”dir. Askeri diktatörlük sayesinde memlekete biçilen resmi ideolojide İslamcılığın yeri vardır. Dolayısıyla sadece başbakan yardımcısı Çiller’in Susurluk çetecilerine “vatan için kurşun atanlar” diye sahip çıkması değil, Erbakan’ın olayın üstüne giden herkesi ve kitlesel bir eyleme dönüşen “bir dakika karanlık” dalgasını “glu glu dansı” diye yaftalaması da, eşyanın doğasına gayet uygun olmuştur. 

Abdülkadir Selvi bütün bunları boş vermekte ve ışıkları aç-kapa’dan 28 Şubat’a atlayıvermektedir. Askeri lojmanlarda birileri kampanyaya katılmış mı; Genelkurmay’ın ışıkları gece yanık mıymış… Geçiniz! 1996-97 restorasyon denemesi sırasında, bugün AKP ile süren gelenek, darbecilikten daha beter, eski tip kontracı pozisyonundadır. 

Dedik ya, kavşaklarda her aktör müdahale eder diye... 1997 itibariyle, o zaman kullandığımız bir kavramla Asker Partisi’nin dümeni kaptığı doğrudur. Bu ağırlık merkezinin oluşmasıyla birlikte dikkat çekici bir değişim olmuş, merkezi tema bağırsak temizliğinden laiklik savunusuna kaymıştır. Her türden gericiliğin ve sermaye düzeninin organik ilişkilerini örtmek bütün düzen güçlerinin birinci görevidir. Asker Partisi de, başka çalışmalarda çokça konu ettiğimiz bir süreç içinde, şeriatçılara iktidar yolunu açarak terhis olmuştur. Bu tarihsel bir fiyaskodur. Dinci gericilere ve liberallere, “demokrasi mücadelesi” başlığı atılmış bir Amerikan senaryosunu birlikte oynayacakları sahne armağan edilmiştir. Bunun için Selvi dâhil bütün AKP’liler, darbecilikle suçladıkları kişilere şükran borçludur. 

Selvi yakın siyasi tarihi çorba ettikten sonra güncelliğe dönmekte ve CHP’ye muhalefet görevini ifa ederken darbe çağrışımı yapmaktan özenle kaçınmasını tavsiye etmektedir. Bu tavsiyenin karşılık bulmuş olması da muhtemeldir. Çünkü muhatabı, darbeci geleneğin bugünkü siyasi iktidarda capcanlı yaşamakta olduğunu dile getirebilecek akıldan da niyetten de yoksundur. 

                                                              /././

MSGSÜ’de Temel Eğitim Bölümü kapatıldı: Senato kararı yok sayıldı -Burcu Günüşen-

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi’nde temel sanat eğitimi veren bölümün kapatılması tepkilerin ardından iptal edilmişti. İptal kararı yok sayıldı, YÖK’ten bölüme kapatma yazısı gitti.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Güzel Sanatlar Fakültesi’nde temel sanat eğitimi veren Temel Eğitim Bölümü’nün kapatılması için Mayıs ayında Üniversite Senatosu’nca alınan karar tepkiler üzerine iptal edilmişti.

Ancak Temel Eğitim Bölümü’ne geçtiğimiz günlerde Rektörlük tarafından iletilen yazıda YÖK’ün Senato’nun ilk kararına dayanarak bölümü kapatma kararı aldığı ortaya çıktı.

Üniversitede hem Mimarlık hem de Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinin ders aldığı, bölümler arasında sanat üzerine dil birliğini sağlayan Temel Eğitim Bölümü’nün kapatılması kararı tepkiyle karşılandı.

Temel Eğitim Bölümü Başkanı Prof. İnsel İnal “Bu bölüm sanat ve estetik üzerine bir dil birliği sağlıyor. Temel tasarım ve sanat ilkeleri konusunda da bölümlerin kendi mesleki eğitimlerinin dışında da kuramlar ve uygulamalar üzerinden ortak bir paydayı öğrencilere aktarıyor” dedi. 

Fakülte Kurulu’nda bölüm başkanlarının tamamının bölümün kapatılmaması için oy verdiğini ve “Eğer bu bölüm olmazsa biz neyin üzerine kendi eğitimimizi inşa edeceğiz?” dediklerini aktaran İnal “Temel olarak verilen tasarım ve sanat ilkeleri bu anlamda bütün disiplinlerin en alt katmanını oluşturuyor” diye konuştu.

Senato'nun iptal kararından YÖK'ün haberi yok mu?

MSGSÜ Rektörü Handan İnci Elçi’nin bölümün kapatılmaması için verilen Senato Kararı’na rağmen, YÖK’ten gelen kapatma kararını bölüme iletmesi ve kararı yürürlüğe koyması şaşkınlık yarattı.

Temel Eğitim Bölümü’nün kapatılması kararıyla ilgili süreç hayli ilginç:

27 Mayıs’ta toplanan Üniversite Senatosu Temel Eğitim Bölümü’nün öğrencisi olmadığı iddiasıyla kapatılması kararı vermişti. Ancak Güzel Sanatlar Fakültesi Kurulu’nun görüşü alınmadan verilen bu karar itirazlara yol açmıştı.

MSGSÜ Rektörü Handan İnci Elçi kendisine iletilen itirazları usul yönünden haklı bularak Senato’nun kararının tekrar görüşülmesine karar vermişti. 

3 Haziran’da toplanan Fakülte Kurulu’nda Temel Eğitim Bölümü’nün kapatılmaması görüşü oybirliğiyle onaylanmıştı.

5 Haziran’da da Senato Kurulu bu konuyu görüşmek için bir kez daha toplanmıştı. Rektör Handan İnci Elçi’nin de katıldığı Senato Kurulu’na Fakülte Kurulu’nun görüşü sunulmuş ve Senato Kurulu’ndan bu kez Temel Eğitim Bölümü’nün kapatılmaması kararı çıkmıştı. soL’un edindiği bilgiye göre rektör de bu toplantıda bölümün kapatılmaması için oy kullanmıştı.

Ancak bu toplantının yapıldığı gün YÖK Yürütme Kurulu’nun, MSGSÜ Senato’sunun Temel Eğitim Bölümü’nün kapatılması için verdiği ilk kararı görüşmek üzere toplandığı ortaya çıktı. Bu toplantıda YÖK bölümü kapatma kararı aldı ve üniversiteye iletti.

Temel Eğitim Bölümü’ne yaklaşık 40 gün sonra gelen YÖK’ün kapatma kararına rektörlüğün itiraz edip etmediği bilinmiyor. Ancak Rektörlüğün Senato Kurulu’nun aksi yöndeki ikinci kararına karşın bu kararı uygulamaya koyması, dikkat çekiyor.

Sürece ilişkin görüş almak için telefonla ulaştığımız MSGSÜ Rektörlüğü’nden ise haber yayına hazırlandığında henüz bir geri dönüş yapılmamıştı.

                                                            /././

Washington’daki NATO zirvesini nasıl yorumlayalım? -Erhan Nalçacı-

Tek meşru olan ABD’de 60 kadar örgütün birlikte Washington’da düzenlediği protesto gösterisiydi. Onun dışında o civarda dolaşan, gözüken herkes emekçi sınıfların gözünde suçludur.

1949’da kurulan NATO 75. yılını üç gün önce Washington’da üye ülke devlet başkanlarının katılımı ile kutladı ve yapılan zirvede önemli kararlar alındı.

Bu savaş ve kan kokan kararlara bakmadan önce NATO’yu bir kez daha tarih içine yerleştirmeyi denemeliyiz. Aksi takdirde sermaye yanlısı medya yazarlarının gerçeği çarpıtma ve halkı yönlendirme faaliyetiyle başa çıkmamız mümkün olmayacak.

NATO’nun 75 yıllık tarihini üç dönemde inceleyebiliriz. 

1-Devletli hale gelmiş işçi sınıfına karşı emperyalizmin karşı-devrim örgütü olarak NATO (1949-1990)

Sovyetler Birliği’nin NAZİ Almanyası’nı kesin bir askeri yenilgiye uğratması, sosyalizmin Avrupa ve Asya’ya yayılmasıyla emperyalizm bir karşı devrim örgütü olarak NATO’yu kurmak zorunda kaldı. En başından itibaren emekçi halk düşmanı bir zemin üzerinde yükseldi.

Sovyetler Birliği’ni nükleer silahlı bir saldırıyı da içerecek şekilde sürekli olarak tehdit altında tuttu. Ancak sınıfsal olarak yarılmış dünyada bu tehdidin gerçek anlamda yıkıcı bir savaşa dönüşmesine işçi sınıfı izin vermedi.

Zaten bu dönemde NATO emperyalist kampa katılan bütün kapitalist devletlerin içinde karşı-devrimin örgütlendiği, her türlü cinayet, sabotaj, satın alma, çeteleşmeyi içeren bir yapı olarak kendini gösterdi.

Tüm hikâyeyi buraya alamayız ama örneğin, 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’de öldürülen bütün aydınlar NATO’nun kont-gerilla örgütü tarafından katledilmişlerdi: Kemal Türker, Bedrettin Cömert, Abdi İpekçi, Cavit Orhan Tütengil ve diğer birçoğu. Öldürülen yüzlerce genç, eline silah tutturulup faşist çetelerin üyesi haline getirilen binlerce halk çocuğu, boşa giden yaşamlar, hep NATO marifetiydi.

2-Sovyetler Birliği’nde karşı devrim sonrası emperyalist yeniden yapılandırmanın aracı olarak NATO (1990-2011)

Sovyetler Birliği bir şekilde çözülünce ABD liderliğindeki emperyalizme dünyayı yeniden şekillendirmek için büyük bir fırsat çıktı. Hemen hemen bütün ülkelerde bir operasyon yürüttüler.

Bu operasyonların bazıları NATO aracılığıyla gerçekleşen düzeltici savaşlardı, stratejik buldukları Afganistan, Yugoslavya, Irak, Libya, Suriye gibi ülkelerde NATO’nun dahli olan tarifsiz cinayetlerin işlendiği, nesillerin yaşamını karartan savaşlar yaşandı.

Öte yandan sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimi emperyalist sistem içinde eritmek için NATO ve AB birlikte çalıştı. Washington zirvesinin kapanış bildirgesinde bu sefil birliktelikten övgüyle bahsediliyor.

Emperyalist yeniden yapılandırma döneminde Türkiye çeşitli operasyonlara maruz kaldı. Sistemli bir şekilde burada ele almak imkânsız, ancak 1990’ların başında işlenen aydın cinayetlerinden de NATO sorumluydu. Şeriatçı çeteleri kullanışlı araçlar haline getirmek için NATO devredeydi. Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turhan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve diğerleri.

Şimdi Türkiye yayılmacı bir politika izliyor diye yüreğinin yağları eriyen ama 2008’den itibaren Ergenekon vb. operasyonlara maruz kalanlar da NATO kurbanı olmuşlardı.

3-Emperyalist paylaşım savaşında Batı emperyalizminin savaş örgütü olarak NATO (2011- …) 

Bu dönemi bu köşede birçok kez işledik. Çin’deki kapitalist reformlar büyük bir sermaye birikimiyle sonlandı, yüz milyonlarca işçinin çalıştığı, dünyadaki madenlerin ve enerjinin önemli bir kısmını kullanan dev bir sanayi ortaya çıktı. Çin devleti dünyada meta ve sermaye ihracatını, hammadde ve enerjinin Çin’e yönlendirilmesini yöneten, uzun erimli hedefleri olan bir özellik kazandı. Yeni İpek Yolu veya Kuşak-Yol Projesi bu sermaye-meta-enerji ve hammadde transferini içeren, geçtiği her yerde hegemonya inşa eden bir projeydi.

Eğer Rusya’nın Asya’da Pasifik’ten Orta Avrupa’ya, Kuzey Buz Denizi’nden Karadeniz’e uzanan eşsiz coğrafyasını düşünürseniz bu yolun güvenliğinin neden Rusya’ya zimmetlediğini anlarsınız. Kendisi bir sanayi devi olmayan ama soğuk savaş deneyimiyle büyük bir askeri kapasiteyi devralan Rusya kendisine doğru tehditkâr bir şekilde yayılan NATO’ya karşı Çin ile bütün gerilimlere rağmen müttefik olmayı tercih etti. Şangay İşbirliği Örgütü bir güvenlik örgütü olarak bu ittifaktan doğdu.

ABD emperyalist hegemonyada uğradığı erozyonu geç fark etti ve ancak 2011’de emperyalist paylaşım savaşının düğmesine bastı. Ukrayna, Suriye, Tayvan, Afrika, Filistin, hep sürekli yer değiştiren paylaşım savaşının fay hatlarının geçtiği yerler bugün.

NATO bildirgesi zaten Rusya ve Çin’i esas hedef tahtasına koyuyor, Pasifik kuşatması için zirveye Japonya, Güney Kore, Filipinler ve Avustralya liderleri katılıyor, NATO görev alanı olarak Afrika ve Ortadoğu tarif ediliyor.

Ukrayna Savaşının birçok hedefinin yanı sıra asıl olarak Rusya’yı Pasifik’te, Orta Asya’da, Akdeniz’de savaşamaz hale getirmek olduğunu biliyoruz. 

Ukrayna-Rusya savaşında kaç kişinin öldüğünü psikolojik savaş nedeniyle iki taraf da gizliyor. Geçen gün Hakan Fidan 500 bin kişinin öldüğünü satır arasına sıkıştırdı. Doğru olabilir. Böyleyse bu korkunç kasaplığın dışında bize savaş boyunca göstermedikleri yüz binlerce eli ayağı kopmuş, yüzü parçalanmış genç vardır geride.

NATO zirvesi bu kan içicilik sürsün diye de yapıldı. Savaş sürsün ve daha çok insan ölsün diye savaş uçakları (F-16’lar) ve mühimmat sevkiyatı karara bağlandı. NATO açıkça Karadeniz’de genişleyeceğini ilan etti.

Ancak savaşın kanla sürdürülmesinin dışında Almanya’ya Rusya’yı vuracak uzun menzilli füzelerin yerleştirme kararı ürküntü veriyor insana. Bu karar oyunu değiştirebilir.

Sonuçta böyle bir cinayet şebekesinin toplantısına hangi koşulda katılınır?

Tek meşru olan ABD’de 60 kadar örgütün birlikte Washington’da düzenlediği protesto gösterisiydi. Onun dışında o civarda dolaşan, gözüken herkes emekçi sınıfların gözünde suçludur. “Ama ben bunun suç olduğunu bilmiyordum” filan anlamayız.

2026’da 22 yıl sonra NATO zirvesi Türkiye’de toplanacakmış.

Bu kadar çok katilin, halk düşmanının, entrikacının, tarihsel olarak batmış, yatacak yeri olmayan kadronun halkın parasıyla Türkiye’de toplanması hangi koşulda mümkün olabilir?

Bunu ancak halkımızın örgütsüz ve bilinçsiz bırakılmasıyla başarabilirler.

Eh, iki yıl az değil, örgütlü ve NATO’nun ne mal olduğunu bilen bir halk yaratmak için.

                                                           /././

Fransa’da ‘Yeni Halk Cephesi’ ve ‘Boyun Eğmeyen Fransa’ NATO hakkında ne söylüyor? -Evin Nagehan-

1936’da Avrupa’da yükselen faşizme karşı Sovyetler’in de desteğiyle kurulan Halk Cephesi’yle NFP tarihsel ve siyasi olarak çok farklı yerlere oturuyorlar.

Fransa’da 30 Haziran-7 Temmuz 2024 erken genel seçimlerinden birinci çıkan Yeni Halk Cephesi’nin (NFP) hükümet kurup kuramayacağı tartışılırken ittifakın dış politikada ve özellikle de NATO konusundaki pozisyonu Türkiye’de yeterince ele alınmadı. Bu yazıda geçtiğimiz iki yıl içerisinde gerçekleşen üç farklı seçim için hazırlanan dört farklı seçim programından hareketle bu ittifakın NATO konusundaki tutumunu incelecek ve özellikle de ittifakın mecliste en çok vekile sahip partisi olan Boyun Eğmeyen Fransa’nın (LFI) 2024 AB parlamentosu seçimlerinde bu konudaki yaklaşımına odaklanacağız.

NFP’nin ekonomi alanındaki vaatleri, ırkçılık karşıtı pozisyonu Türkiye’deki benzer gündemlerden hareketle ön plana çıkarken, ittifakın Afrika’daki siyasi-ekonomik varlığı ve Yeni Kaledonya gibi denizaşırı topraklarındaki meşruiyeti sorgulanan Fransa’nın dış politikası ve özellikle NATO-ABD yayılmacılığı konusunda nasıl konumlandığı geçtiğimiz günlerde soL’da yayınlanan bir yazı dışında Türkiye medyasında yakından incelenmedi. 

Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron’un Avrupa Parlamentosu seçimlerinin gerçekleştiği 9 Haziran 2024 günü Fransız Parlamentosu’nu feshetmesinin hemen ardından kurulan Yeni Halk Cephesi (NFP) ittifakı LFI, Sosyalist Parti (PS), Ekolojistler (EELV), Fransız Komünist Partisi (PCF) ve diğer birkaç partiden oluşuyor. 2022 parlamento seçimlerine Yeni Ekolojik ve Sosyal Halk Birliği (NUPES) olarak katılan ittifak partileri Macron’un seçim kararına yanıt olarak ve faşist Ulusal Birlik’in (RN) yükselişini durdurma iddiasıyla 10 Haziran’da toplanarak hızlı bir kararla 1936’nın Halk Cephesi ittifakını çağrıştıran bir isimle genel seçimlere girmeye karar verdiler.

Ukrayna’da AKP-Erdoğan’dan daha ‘ileri’ bir pozisyon: Putin yargılansın

Türkiye bilindiği üzere 2022’de başlayan Rusya-Ukrayna savaşının başından beri bir taraftan Rusya’yla ilişkilerini her düzlemde sürdürür ve geliştirirken bir taraftan da Ukrayna’ya başta SİHA olmak üzere çeşitli silahlar satıyor. NFP ise Ukrayna konusunda AKP-Erdoğan’dan daha agresif bir tavır içerisinde Rusya çeperindeki NATO-ABD yayılmacılığıyla uyumlu politikaları savunuyor.

NFP’nin programında bırakın Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra hızlanan NATO yayılmacılığına karşı bir pozisyon almayı, ‘Vladimir Putin'in saldırgan savaşını durdurmak ve onun suçlarına uluslararası adalet önünde cevap vermesi için’ aşağıdaki politikaların uygulanması gerektiğini savunuyor:

  • Ukrayna’ya gerekli silahların sağlanması
  • Ukrayna’nın dış borçlarının silinmesi
  • Rus ‘oligarkların’ mal varlıklarına el konulması

NFP bunlara ek olarak Birleşmiş Milletler’in (BM) bölgeye gönderilerek nükleer santrallerde ‘güvenliği’ sağlamasını talep ediyor.

NUPES’ten (2022) NFP’ye (2024)

NFP’nin öncülü olan NUPES ittifakı 2022 yılındaki seçimlere daha ayrıntılı bir programla girmişti. Bu iki programı incelediğimizde ittifak partileri arasında bugün en çok milletvekili çıkartan, zaman zaman ‘aşırı sol’ olarak da anılan, 2022’de parlamento seçimleriyle birlikte gerçekleşen başkanlık seçimlerinde de aday olan Jean-Luc Melenchon’un kurucusu olduğu LFI’nin NATO konusundaki rezervlerini geriye çektiğini ve ‘savunma’ politikalarında AB’nin rolüne ve BM zeminine vurgu yaptığını görüyoruz. 

NUPES-2022 programında farklı ittifak partilerinin NATO hakkındaki görüşleri ayrı ayrı belirtilirken ve LFI ve PCF’in NATO’da kalmayı savunan PS’ten daha farklı bir konumda olduğunun altı çizilirken, NFP-2024 programında NATO’nun adı bile geçmiyor. Melenchon her ne kadar erken genel seçimlerden önce program hazırlamak için çok kısa bir süreleri kalmış olduğunu belirtse de dış politika gibi önemli bir başlıkta NATO yayılmacılığının LFI (ve burada incelemediğimiz PCF) için bir kırmızı çizgi olmaması asgari ‘solculuğu’ da sorgulanır hale getiriyor. 

Fakat biraz geriye gittiğimizde bu pozisyonun zaman darlığıyla açıklanamayacağını, Melenchon’un 2011’deki partisi Sol Parti (PG) ve PCF’le kurduğu Sol Cephe (FG) döneminde de Fransız Parlamentosu’nda Libya’ya emperyalist müdahaleyle ilgili oylamada evet oyu verdiğini biliyoruz.  2024 AB seçimlerinden birkaç ay önce de LFI’nin 2019 yılından beri AB parlamentosu vekili olan ve 2024’teki seçimde de listenin en başında yer alarak tekrar seçilen Manon Aubry, Rusya’nın bir NATO ülkesine saldırması durumunda o ülkeyle dayanışması gerektiğini belirtmişti. Her ne kadar Aubry bu pozisyonunu Avrupa Birliği çerçevesinde imzalanan anlaşmalara dayandırarak inceltse de aynı Aubry 2019 AB seçimlerine giderken NATO’dan çıkılması gerektiğini savunuyordu. 

Melenchon’un geçmişte Suriye konusunda daha ‘dengeli’ bir tavır aldığını söylemek mümkün olsa da 2022’de başlayan Rusya-Ukrayna savaşından sonra bu pozisyonda önemli bir değişiklik olduğunu söylemek de mümkün. 2012’deki cumhurbaşkanlığı sırasında Suriye’deki ‘muhaliflere’ Fransa tarafından silah yardımı yapıldığını kabul eden eski Cumhurbaşkanı François Hollande’ın da son seçimlerde NFP ittifakı sayesinde PS’ten vekil seçilerek yeniden siyasete döndüğünü de not edelim. Yine Beşar Esad’ı ‘diktatör’ olarak gören ve 2017 başkanlık seçimlerinde Melenchon’un rakiplerinden biri olan Benoit Hamon da ittifakın içerisinde yer alan eski bir milletvekili.

Tartışmalı Avrupa Sol Partisi ve LFI programları ve bunlarla çelişkili bir NFP programı

Öte yandan NFP’nin, bileşeni LFI’nin üyesi olduğu AB parlamentosundaki Avrupa Sol Partisi’nin (ELP) programında yer alan ‘Bizim zaferimiz barıştır’ sloganıyla ve LFI’nin kendi 2024 seçim programıyla da NATO konusunda çelişkili bir pozisyonu olduğunu görüyoruz.

 ELP programında ‘NATO'nun genişlemesine ve Avrupa'daki yeni silahlanma yarışına karşı sesimizi yükseltmeye devam ediyoruz’ denirken, NFP’nin Ukrayna konusunda yukarda değindiğimiz tutumu bu programla çelişiyor. ELP programının kendi içinde de çelişkiler olduğu belirtmek lazım. 2024 seçim programında AB’ye açık bir çağrıda bulunularak ‘NATO'nun talimatları ve kararları doğrultusunda dünya çapındaki müdahaleler için askeri kapasiteleri geliştirmek yerine uluslararası politikasını yalnızca BM Şartı ve BM kararlarına dayandırmaya çağırıyoruz’ ifadesine yer verilmişti. Melenchon da benzer bir şekide 2011’de Libya müdahalesinde NATO’nun değil, BM’nin rol oynaması gerektiğini belirtmişti.

LFI’nin 2024 AB seçimleri programında her ne kadar ‘Avrupa Birliği, NATO'nun arkasında saf tutmayı kabul ederek ABD'nin dünya genelinde gerilimi artırma stratejisinin bir parçası oluyor’ ifadesiyle ABD’ye karşı bir mesafe konulduğu izlenimi verilse de ELP programındakine benzer bir şekilde ‘Avrupa Birliği Üye Devletleri arasındaki karşılıklı savunma maddesinin, NATO'nun kolektif savunmasının yerine Avrupa Birliği'nin kolektif savunmasının uygulanmasının temeli ve çerçevesi olarak sürdürülmesi’ gerektiğinin altı çiziliyor. 

Esasında ELP, LFI ve Melenchon’un geçmişten günümüze pozisyonları değerlendirildiğinde emperyalist müdahalelerin doğasıyla ilgili temel bir reddedişten ziyade biçimsel bir ayar talebi gözlemliyoruz. Yani ne müdahale gerekiyorsa ne olacaksa olsun, NATO zemininde değil AB iradesiyle BM zemininde olsun deniyor. NATO’nun Rusya’yı çevrelemekten kuşatmaya geçen performansı düşünüldüğünde ABD’nin emperyalist politikalarını AB üzerinden dengelemek için böyle bir seçimin söz konusu olduğunu düşünmek için hiçbir nedenimiz yok, yakın tarihe bakınca böyle bir naiflik lüksümüz de yok.

Sonuç yerine

En passant, altında imzaları olan programlara ihanet edenler sadece Fransa’da da değiller, düzen siyasetinde seçimler söz konusu olunca Türkiye’de de akan sular duruyor, ne program ne ilke kalıyor. Fransa’da seçimlerden önce programında NATO’ya karşı birkaç kelam etmek için zaman bulamayanların 2023 genel seçimleri öncesinde TBMM’de Finlandiya’nın NATO üyeliği oylamasına katılmaya zaman bulamayanlar (kendi iddialarına göre ‘oylamadan haberdar olmayanlar’) tarafından kutlanmasını bir tesadüf olarak görmemek gerekiyor. 

1914’e mi yoksa 1939’a mı gidiyoruz, tartışılır, fakat 1936’da Avrupa’da yükselen faşizme karşı Sovyetler’in de desteğiyle kurulan Halk Cephesi’yle NFP tarihsel ve siyasi olarak çok farklı yerlere oturuyorlar. Şüphesiz Sovyetlerin bütün mirasını bir grup sermayedara peşkeş çeken günümüzün kapitalist Rusya’sı da Sovyetler’den çok farklı bir yerde. Bununla birlikte ‘NATO’nun her şeyden önce bir uluslararası sermaye örgütü olduğunu bu günlerde yeniden hatırlamak gerekiyor’ ve sermaye karşıtı olmayan, tekelleri devletleştirmek yerine sahiplerini vergilemenin daha kolay ve mümkün olduğunu savunan bir ‘sol’ programın mantıksal sonuçları dış politikada emperyalizmle şu veya bu zeminde uyumu gerektiriyor.

                                                                  /././

Bozkurt işareti yapan hekimler, hekimlik andını sansürleyen dekanlar nereden çıktı? -Mustafa Ersözlü-

Hekimlik andına da aykırı olarak bir ırkın üstünlüğünü amaçlayan siyasi sembollerin hekimlikle beraber anılması zaten bir utançtır.

Yakın dönemde hekimlerin merkezinde durduğu iki olay dikkat çekiciydi. İlki ameliyat sırasında kanlı eldivenleri ile bozkurt işareti yapan bir cerrahi ekibinin fotoğrafının sosyal medyada dolaşıma girmesiydi.1 İkincisi ise hekimlik andının sansürlendiği mezuniyet töreninde dekanın sansürlediği bölümü ‘unutmayan’ yeni mezun hekimlerin protestosuydu.2 İkinci olayda sansürleme eyleminin öznesi olan tıp fakültesi dekanına odaklanırsak, her iki olayın da aslında düzen siyasetinin hekimlere biçtiği rolü temsil etmesi bakımından ortaklık taşıdığını iddia edebiliriz.

Türkiye sağının 12 Eylül darbe hükümetinin başlattığı yoldan 1980 sonundan itibaren sağlıkta reform tartışmaları ile başlayan girişimlerin sosyal demokrat-ırkçı-liberal koalisyonunda başarıya ulaşamaması ve 2002’de AKP hükümetinin Sağlıkta Dönüşüm Programı (SDP) ile sağlıkta özelleştirmeleri tamamına erdirdiği bütünsel süreçte başat sorumluluğu taşıdığı bilinmektedir.3SDP’nin temelinin 1980’li yıllarda Dünya Bankası ve IMF tarafından diğer çevre kapitalist ülkelerle birlikte ülkemize de dayatılmış olan hazır reçetelere dayandığı sır değildir.

Günümüzde sağlıkta özelleştirmenin 2022 yılında ‘Beyaz Reform’ olarak devam ettiği dönemin sağlık bakanı tarafından ifade edilmişken, ülkenin en büyük kentinde 10 hastanenin 7’sinin özel hastane olduğu bir noktaya gelinmiştir.4 Tedavi edici sağlık hizmetlerinin devlet hastaneleri kapatılarak yerleşimlerin dışında mega sağlık AVM’leri olarak kurgulanan şehir hastanelerine taşınması da bu hastanelerin işletim modeli sebebiyle özelleştirmeyi derinleştiren önemli bir diğer faktördür.5

Düzen siyasetinin bütününde sağlıkta özelleştirmeye karşı ciddi bir itiraz yükselmezken bu yazının odağını oluşturan sağ siyasetlerin, başta bugün iktidarı paylaşan AKP ve MHP olmak üzere birkaç biçimsel çatlak ses dışında tam bir ortaklıkla süreci desteklediği unutulmamalıdır. Dolayısıyla yalnızca SDP’nin siyaseten temsiliyetini üstlenen AKP’li sağlık bakanları değil, MHP’nin ve ondan türeyen partilerin de programatik olarak desteklediği bir süreç söz konusudur.

Sağlıkta gericileşme ise hem bütünsel olarak toplumda dinselleşmenin destekleyicisi hem doğurganlığı artırıcı (pronatalist) amaçla hem de piyasaya entegre edilen şarlatanlıkla sağlıkta dönüşümü tamamlayan bir unsur olarak hizmet etmiştir. Gericileşme; kürtajın fiilen kamu hastanelerinde yasaklanmasında, birinci basamak sağlık hizmetinde doğum kontrol yöntemlerine ulaşımda yaşanan zorluklarda, HPV aşısının bilimsel kanıtlara uygun olarak bağışıklama programına dahil edilmemesinde, kamu hastanelerine dahi sokulan alternatif tıp şarlatanlığında ve hastanelerde din görevlisi istihdam edilmesinde kendini göstermektedir.

Hal böyle iken, bazı hekimlerin bu tablonun sorumlusu olan siyasetlerden birinin sembolü olan bozkurt işaretini açıkça ve mesleki kimlikleriyle beraber sahiplenmesi bir abes yaratıyor. Hekimlik andına da aykırı olarak bir ırkın üstünlüğünü amaçlayan siyasi sembollerin hekimlikle beraber anılması zaten bir utançtır.

Ek olarak, konu hekimler açısından sadece 'hekim siyaset yapamaz' diye geçiştirelemeyecek kadar ciddidir. Sağlığı yaratan sosyoekonomik ve çevresel koşulları düzeltmek, nitelikli ve bilimsel sağlık hizmetini yaratacak bir halktan yana siyaset yapmak hekimliğin mantıksal sonucudur. 19. yüzyılda ‘tıp bir sosyal bir bilimdir’ diyen Rudolf Virchow hekimlerin de ‘yoksulların avukatı’ olması gerektiğini ifade etmişti.  

AKP hükümetlerinin bütün üniversitelerde düzenin gereksinimlerine göre gerçekleştirdiği dönüşümün karakteri siyasal İslamcılığı öne çıkardı. Bu tablodan tıp fakülteleri de nasibini alınca binlerce yıllık hekimlik andı dahi 12 Eylülcü Türk-İslam sentezinin ‘hassasiyetlerine’ göre revize edilmeye çalışıldı. soL’da yeni mezun hekimlerle yapılan söyleşide “mesleğimizin değerlerine karşı yapılan herhangi bir müdahaleye boyun eğmemeliyiz’ diyen hekim bu gerici projenin tutmadığını göstermektedir.6 Binlerce yıl önce hastalıkları mitlerle değil insan bedeninin gözlemine dayalı olarak açıklayan Hipokrat'ın kaldırdığı dinsellik örtüsü hekimlerin gözüne tekrar örtülemeyecektir.

Türkiye toplumunun kendisine giydirilmeye çalışılan gericilik gömleğini reddetmesi kadar, hekimler ve sağlık emekçileri arasında yaratılan gerici örgütlenmeler ve düzenin projelerine rıza verilmesi için işleyen mekanizmalar da gerçektir. AKP’li yıllarda akademinin siyasal İslamcı ve piyasacı dönüşüme direnememiş olması tıp fakültelerinin ve oradan yetişen hekimlerin ilerici değerlerle bağını koparamasa da zayıflattı. Göz yumulmaya devam edilen faşist örgütlenme de üniversitelerde tıp fakültelerinde kadrolaşmayı sürdürmektedir. Böyle olunca mezun olan hekimler içinde sağın yarattığı tahribata ve işlenen suçlara rağmen sağın örgütlülüğünün devamı şaşılacak şey değildir.

Kamu hastanelerinde güvencesiz ek ödemeye dayalı ücret alan, ‘sözleşmeli’ çalışma teşvik edilerek kazanılmış hakları budanan, mesai dışı poliklinikler yapan ve reel ücretlerinde azalmanın yarattığı göreli yoksulluk genç hekimlerin gerçekliğidir. İşçileşen hekim ise bu gerçekliğe rağmen çalışma ortamında ‘sınıf karakteri’ kazanamamaktadır. Sınıf karakteri kazanamamasında mesleğin tarihsel olarak taşıdığı geleneksel roller kadar mesleki dayanışmada eksiklik ile kamuda ve özelde sağlık işkolunda emeğin örgütsüzlüğü de rol oynamaktadır. Sağlık işkolunda kamuda örgütlü olan ana sendikal aktörlerin yazıda bahsi geçen iki sağ siyasete bağlı sarı sendikalar olması da sermaye sınıfının başarısıdır.

Sermaye bu başarıya giden yolda kendi bürokrasisini sağlamlaştırmış, sağlık işkolunda her kademede sınıf işbirlikçisi yandaşlar kazanmıştır. SDP'ye karşı binlerce hekim ve sağlık emekçisini harekete geçiren eylemlerin ana öznesi olan Türk Tabipleri Birliği başta olmak üzere emek-meslek örgütlerini nasıl itibarsızlaştıracaklarını, etkisizleştireceklerini tekeller adına onlara emir veren DB'nin raporlarından öğrenmişlerdir.

Yazıda atıf yaptığımız iki olayda da görüldüğü gibi hekimler toplumun  bir parçası olarak toplumsal çürümeden payını almıştır. Dolayısıyla bütünlüklü bir toplumsal bir ileri atılımı yaratacak siyasal program ve onun taşıyıcısı bir işçi sınıfı örgütlülüğü olmadan ne hekimliğin saygınlığını ne de binlerce yıllık geçmişe sahip olan hekimlik andını dahi korumak mümkün olmayacaktır.

                                                        /././

Elektrik çilesi bitmiyor: 'DEDAŞ oldu zulümdaş, artık yeter!' -Özkan Öztaş-

Bakımsız nakil hatları yangın çıkaran Dicle Elektrik Dağıtım Şirketi'nin uzun süreli kesintileri de bitmek bilmiyor. Bölgede yaşananları DEM Parti Urfa Milletvekili Dilan Kunt Ayan soL'a anlattı.

Diyarbakır’ın Çınar ilçesiyle Mardin’in Mazıdağı ilçesi arasında 20-21 Haziran’da on binlerce dönüm arazide çıkan yangında 15 yurttaşımız yaşamını yitirmişti. Valilik yangın daha devam ediyorken "anızdan çıkan yangın" demiş ancak ilerleyen günlerde ortaya çıkan kamera kayıtları ve yapılan incelemelerin sonucunda yangının elektrik nakil hatlarından kaynaklandığı ortaya çıkmıştı.

15 yurttaşımızın canını kaybettiği yangınlarda, sorumluluğun Dicle Elektrik Dağıtım Şirketi'nin (DEDAŞ) olduğu biliniyorken ortada ne bir istifa ne de bir açıklama var. 

Konuyu meclis gündemine taşıyan DEM Parti Şanlıurfa Milletvekili Dilan Kunt Ayan, yaşanan problemlerin ne yangından ibaret olduğunu ne de yaşanan felaketle sona erdiğini ifade etti. soL'a konuşan Ayan, uzun süreli kesintilere dikkat çekerek bölge halkının DEDAŞ çilesinden artık bıktığını ve her gün telefonlarına gelen ihbarlarla kurumun şikayet edildiğini belirtiyor. 

'Özel şirket değil adeta iktidarın temsilcisi'

DEM Parti Şanlıurfa Milletvekili Dilan Kunt Ayan konuyu her şeyden önce sürecin özelleştirilmesine getiriyor ve buradaki işleyişe dikkat çekiyor:

"Burada DEDAŞ bir sürü hukuksuzluğa ya da soruna sebep oluyor. Sürekli elektrik kesintileri yaşanıyor. Bakın dikkatinizi çekerim. Burası termometrelerin 45 dereceleri gösterdiği, hissedilen sıcaklığın artık ne olduğunun kimsenin tahmin edemeyeceği kadar sıcak yerler. Şanlıurfa, Diyarbakır, Mardin, Batman, Siirt ve Şırnak illeri her sene termometrelerin en sıcak rakamları ölçtüğü yerler. Bırakın uzun süreli kesintileri bir saatlik elektrik kesintilerinin dahi yaratacağı ciddi sorunlar var. Hastalar var, makinaya bağlı evinde yatan hastalar bunlar. Gıda zincirinin bozulması söz konusu. Bu kadar sıcakta 1 saatlik kesintilerde özellikle de marketlerde ve iş yerlerindeki, restoranlardaki gıdaların bozulması olası bir ihtimal. Düzenli kesintiler oluyor, şirket alt yapı ve bakım çalışmaları yapmadığı için yangınlara sebep oluyor ama kimse sesini çıkarmıyor. Soruşturulmuyor ya da gündem olmuyor.

Kim bu şirketler? Bu gücü nereden alıyorlar? Nasıl oluyor da bunca soruna sebep oluyorlar da hiçbir yaptırımla karşılaşmıyorlar. İşte bu sorular bölge halkında ister istemez 'Bu şirketin dokunulmazlığı mı var?' sorusunu akla getiriyor. Özelleştirilen, yandaşlara peşkeş çekilen kamu kaynakları adeta iktidarın temsilcisi gibi algılanıyor." 

                                           DEM Parti Şanlıurfa Milletvekili Dilan Kunt Ayan

'15 kişi hayatını kaybetti, Erdoğan ilk açıklamasında anız yangını dedi'

Diyarbakır ile Mardin arasında çıkan yangınlarda 15 yurttaşımızın hayatını kaybetmesi, yüzlerce hayvanın can vermesi ve binlerce dönüm arazinin yok olması bölgedeki yurttaşların büyük tepkisini çekti. Valilik tarafından yangınlar henüz devam ediyorken kaynağın "anız" olduğunun söylenmesiyse bardağı taşırdı.

Dilan Kunt Ayan da bu konuya ısrarla dikkat çekiyor ve haklı olarak da öfkeleniyor. Uzun yıllardır yenilenmeyen ahşap elektrik direklerine dikkat çekiyor:

"Hatırlarsınız. Diyarbakır Valisi ilk saatlerde çıktı ve anız yangını dedi. Bölgede yaşanan felaketlerde bir tür 'hak ettiler' ya da 'kesin kaçak elektrik kullanıyorlar o yüzden' tarzı algılar yaratılıyor. Bakın bizim elimizde araştırmalar var. Bölgedeki kaçak elektrik mevzusu kamuoyunda pompalandığı düzeyde değil. Mutlaka var. İnsanlar bazen bu yöntemlere başvuruyor ya da buna mecbur kalıyor. Tespit edilenler de cezalandırılıyor zaten bu ayrı. 

Ama biz biliyoruz ki kaçak elektrik kullanan fabrikaların tükettiği elektrik nüfusu 1 milyon olan şehirlere yakın düzeyde. Bu fabrikalara ne oluyor? Ceza kesilmiyor, hayır. İndirimler uygulanıyor borçlar taksitlendiriliyor. Ama burada 15 kişi hayatını kaybedince 'kesin kaçak elektrik, kesin anız yangını' deniyor. Bu kasıtlı bir şey. Bilerek yapılıyor, kamuoyuna bu pompalanıyor. 

Kamera kayıtları çıktı ortaya. Yapılan araştırmalar da uzun yıllardır yenilenmeyen altyapı nedeniyle yangınların elektrik direklerinden çıktığını gösterdi. Bu direkler ahşap direkler. Türkiye'de nerede kaldı bu direkler, lütfen ama kimse kendisini kandırmasın. Turgut Özal yıllarından kalan direkler bunlar. Sonra bunlar yangına sebep olunca ne oldu, günler sonra çıktı Recep Tayyip Erdoğan Meclis konuşmasında 'anız nedeniyle çıkan yangınlarda' hayatını kaybedenleri andı, yakınlarına baş sağlığı diledi. 

Anız falan yangını yok ortada. Yangın bundan çıkmadı. Ama kimse konunun DEDAŞ'a gelmesini istemiyor.'

'İnsanlar artık DEDAŞ değil zulümdaş diyor, DEAŞ diyen de var'

DEDAŞ'ın bakım, onarım ve yenileme yapmaması, uzun süreli kesintileri bölgede özellikle de tarım alanında yaz aylarında birçok çiftçiyi mağdur ediyor. 

Ancak yaşananlar sadece DEDAŞ kapsamındaki Şanlıurfa, Diyarbakır, Mardin, Batman, Siirt ve Şırnak illerinden ibaret değil. Akıllara CK elektriğin kar yağışı nedeniyle günlerce elektrik iletemediği ve yine yurttaşlarımızın ölümüyle sonuçlanan Isparta'daki 2022 Şubat'ında yaşananlar geliyor. Özelleştirmelerin yarattığı yıkımın ya da şehrin adı değişse de sebep olduğu sonuçlar aynı. 

Dilan Kunt Ayan da bölge halkının artık DEDAŞ'a "zulümdaş" dediğini ifade ediyor. Sinirle gülüyor bir yandan "DEAŞ diyenlere de denk geliyoruz bazen. Halk gerçekten çaresizce ve öfkeyle bu isimleri takıyor. Zaman zaman zulüme zaman da IŞİD'in diğer ismi olan DEAŞ'a benzetiyorlar. Artık yeter diyenlerin sayısı artıyor" diyor. 

'DEDAŞ dedikleri şirketler iktidarın dokunulmaz varisi gibi'

DEM Partili vekil şöyle konuşuyor:

"Her gün onlarca telefon geliyor. Buradaki AKP'li Urfa vekillerine de ilettik durumu. Gelin bir çözüm bulalım dedik. Hatta yerel gazeteciler çok heyecanlandı bu durumdan, işte şimdi sorun belki çözülecek diye. Çözüm ne oldu? Bir hafta sonra yüzde 38 elektriğe zam geldi. Akıl alır gibi değil gerçekten. 

Bize oy veren vermeyen herkes anladı. Bu tür sorunlarla yalnızca biz ilgileniyoruz. AKP'ye oy verenler de öyle. Mahcubiyetle geliyorlar yanımıza, Utana sıkıla söylüyorlar. Böyle görünce onları ben mahcup oluyorum. Yahu siz değil sebep olanlar utansın neden mahcup olasınız ki diyorum. AKP'nin Urfa'da bence oy kaybetmesinin bir sebebi de bu. DEDAŞ dedikleri şirketler iktidarın dokunulmaz varisi, temsilcisi gibi. Özellikle de tarımda büyük sorunlar yaşanıyor. Elektrik kesildiği için çiftçiler tarım yapamıyor. Bu da mahsulün çoğu zaman zarar görmesine sebep oluyor. Ancak biz de sorunun çözülmesi için elimizden geleni yapıyoruz. Devam da edeceğiz."

Dilan Kunt Ayan bunları anlatırken masasının üzerinde konuyla alakalı dosyalar ve gelen şikayetler gözüme çarpıyor. Bir sürü sorun bir yana DEDAŞ'ın yarattığı problemler özellikle de yaz aylarında halkın öncelikli gündemi haline gelmiş. Ayan, bu nedenle sürecin peşini bırakmayacaklarını ve takipçisi olacaklarını tekrar ediyor.

*Kapak Fotoğrafı: Mezopotamya Ajansı (MA)

                                                       /././

Kayseri'de göçmen işçilerin hayatını kurtaran mahallenin abisi: Malatyalı Hasan'ın öyküsü -Sevda Çiçek-

"Malatyalı Hasan"ın mahallenin bıçkınlarından olduğu anlaşılıyordu, yine de, sokakta galeyana gelen bir grubun üzerine yanına bir iki akrabasını ve eşini alarak yürümek kolay iş değildi.

30 Haziran'ı 1 Temmuz'a bağlayan Pazar gecesi, Kayseri'de karanlık bir gece yaşandı.

Suriyeli bir çocuğun tacize uğradığı haberinin yayılmasıyla bağdaştırılan ancak nasıl örgütlendiği konusunda hâlâ soru işaretleri olan o gece çok sayıda kişi toplandı, kentin Suriyelilerin yoğun yaşadığı mahallelerine yöneldi ve birçok kişi ve mekana saldırıda bulundu. Göçmen işçiler hedef alındı, evleri ve işyerleri kundaklandı, araçları ateşe verildi.

Yaşananları takip etmek için sahadaydık. 

Büyük bir kalabalık, Eskişehir Bağları'nda yaşayan Suriyelilerin ev ve işyerlerine saldırıyordu. Bunların içinden 50-60 kişilik bir ekip, Selçuklu Semt Pazarı'nı geçerek Metin Yüksel Caddesi'ne yöneldi.

Grup, cadde boyunca dümdüz ilerliyor, kendisine yeni hedefler arıyordu.

Bir ara sokaktan bir adam çıktı. 30'lu yaşlarındaydı. Yanında eşi ve akrabaları vardı. Caddedeki grubun üzerine yürümeye başladı.

"Malatyalı Hasan derler bana burada" diye seslendi önünü kestiği gruba.

Karşımızdaki tablo, pek de makul görünmüyordu. "Malatyalı Hasan"ın mahallenin bıçkın ağabeylerinden biri olduğu anlaşılıyordu, yine de, ne olursa olsun, sokakta galeyana gelen bir grubun üzerine yanına bir iki akrabasını ve eşini alarak yürümek kolay iş değildi.

'Burası yoksulların mahallesi, burası yalnızların mahallesi'

Hasan, "Burası yoksulların mahallesi, burası yalnızların mahallesi.  Bu mahallenin sakinleri olarak böyle bir şey olduysa biz kendimiz çözmesini biliriz, size kalmadı" dedi ve grubun üzerine yürümeye başladı.

Orada olanlar, gazeteciler, görevliler ve meraklılar, yaşananları şaşkınlıkla izliyordu.

Kalabalık bir anda ne yapacağını şaşırdı ve gerilemeye başladı.

'Komşularımızla bir sorun varsa bizim sorunumuzdur, buradan uzaklaşın'

Malatyalı Hasan'dan cesaret alan mahalleli de bir adım öne çıktı yaşananları görünce. Yine mahalledeki bir kadın, Suriyeli kadınları arkasına alarak "Burası Malatyalılar'ın sokağı, burada hesap sorulacaksa biz sorarız. Komşularımızla olan sorun bizim aramızdadır. Bu mesele onlarla bizim aramızda, uzaklaşın buradan" diyerek bağırdı.

Yaşanan duruma şaşıran saldırgan grup önce afalladı. 50-60 kişi, önce bir süre bekledi. Böyle bir dayanışma ya da karşı tepki beklemedikleri her hallerinden belliydi. Birkaç adım geriledikten sonra o sokağa girmekten vazgeçtiler ve diğer sokaklara doğru giderek gözden kayboldular. 

Malatyalı Hasan sayesinde birçok ev yanmaktan ve taşlanmaktan kurtulmuştu. Aksi durumda birçok göçmen işçinin başına gelebileceklere birkaç saattir tanık olmuştuk. Mahallede vicdan ve cesaret sahibi biri kalktı ve kadınların, çocukların, yaşananlardan sorumluluğu olmayan masumların zarar görmesini, dayak yemesini, evlerinin yanmasını önledi. 

Biraz böyledir çünkü aynı mahallede yaşamak. Yüz yüze baktıkları insanların başına gelecek felaketlere gözlerini kapatmamışlardı.

Gece sabaha döndüğünde birçok ev ve işyerinin camları kırılmış, Suriyeliler ait olduğu düşünülen araçlar yakılmıştı.

Mahalleli kadınlar göçmen kadın ve çocukları aralarına alarak nöbet tuttu

Saldırı tehlikesi atlatıldıktan sonra cesaretini perçinleyen Malatyalı Hasan, mahallede biriken mahalle sakinlerine seslenerek, "Neden sesiniz çıkmıyor?" diye sordu.

Olaylar o gece boyunca, 01 Temmuz 2024 saat 03.30'a kadar devam etti.

Malatyalı Hasan, böyle davranan tek kişi değildi. Başka bazı yerlerde de mahalleli kadınlar, mahalledeki göçmen kadınları aralarına alıyor, çocuklarını koruyor, vandallardan sakınıyorlardı.

Diğer yandan, vandallara karşı sanki yalvarırcasına, kışkırtırcasına komşusunu ihbar eden insanlar da gördük. "Burası değil, yan taraf!" diye şikayet ediyor, başkalarının arabalarının yağmalanmasına hedef gösteriyorlardı. 

2 Temmuz günü Mevlana Mahallesi ve Sahabiye Mahallesi'ndeki Suriyelileri, yakılan ve taşlanan dükkanlarının başında çaresizce toplanırken bulduk. Dükkanlarını kendi çabalarıyla onarmaya çalışıyorlardı. Onlarla sohbet etmek ve sıkıntılarını sormak istediğimizde içlerinden biri "Yapılan ayıp" diyebildi sadece. Sorulara şüpheyle yaklaşıp konuşmak istemediler. 

Mevlana Mahallesi'nde Suriyeli genç çocuklarla karşılaştık, yaşananları sorduk. Komşularının kendilerini koruduklarını ve ele vermediklerini ifade ettiler. Türkçelerinden uzun zaman önce Türkiye'ye geldikleri anlaşılıyordu. Daha rahat ve açık anlattılar yaşadıklarını.

Mahalleli mahcup gözlerle baktı yüzümüze, "Bu mahalleden böyle saldırganlar çıkmaz. Başka yerlerden geldiler" diyebildi sessizce.

(soL)

T24 "KÖŞEBAŞI" -13 Temmuz 2024-

 

Ne olacak emeklinin hâli? -Binhan Elif Yılmaz-

Son günlerde gündemi meşgul eden konu, kök aylığı 10 bin TL'nin altında kalan emekliler için yeni bir düzenlemenin yapılacak olması. En düşük emekli aylığı artırılacak, ancak henüz tutar net değil

Memur ve emekli maaşlarına ne kadar zam geleceği 3 Temmuz günü TÜİK'in açıkladığı haziran enflasyon verisine göre şekillendi. TÜİK altı aylık enflasyonu yüzde 24,73 olarak açıklarken, SSK ve Bağkur emeklileri için zam oranı da yüzde 24,73 oldu.

Temmuz ayına akaryakıt, elektrik gibi zamlarla başlamış ve artacak fiyatlarla daha da sıcak bir yaz bizleri beklerken, geçtiğimiz altı aylık enflasyonu telafi edeceği düşünülen yüzde 24,73'lük maaş zammı hiç tatmin edici olmadı.

Ayrıca kök aylık sorunu da çözülemiyor. Enflasyondaki artış karşısında emekli aylığı hâlâ 10 bin TL altında kalan yaklaşık 1,8 milyon emekli var. Yapılan temmuz zammının emeklinin aldığı aylığa değil de kök aylığa yapılıyor olması böyle bir kitleyi yaratıyor.

Diyelim ki emekli aylığı 8 bin TL olan bir emeklinin aldığı yüzde 24,73 zam sonucunda yeni aylığı hemen hemen 10 bin TL'ye tamamlandı ama zaten altı ay önce de aylığı buydu. İşte bu durum 1,8 milyon emeklinin refah seviyesinde herhangi bir değişiklik olmaması anlamına geliyor. 

Son günlerde gündemi meşgul eden konu, kök aylığı 10 bin TL'nin altında kalan emekliler için yeni bir düzenlemenin yapılacak olması. En düşük emekli aylığı artırılacak, ancak henüz tutar net değil.

Aslında sosyal güvenlik, ne zaman karşılaşacağımızı bilmediğimiz hastalık, kaza, analık, işsizlik gibi risklere karşı güvence sağlama görevini üstlenen ve bu risklerin ortaya çıkardığı gelir azalışını ve/veya gider artışını telafi eden bir sistem.

Sosyal güvenlik sistemi hem emekli aylıkları hem de sağlık ödemelerini gerçekleştirmek durumunda. Bu ödemeleri de aktüeryal dengesini sağlayacak şekilde prim gelirleri (kısmen devlet katkısı) ile finanse ediyor.

Aşağıdaki grafik, yıllar itibariyle nominal olarak emekli aylığı ve sağlık ödemelerinin yanında, yüzdesel olarak da prim gelirlerinin bu ödemeleri karşılayabilme kapasitesini gösteriyor.

Kaynak: SGK, mali istatistikler

2003 sonrası sosyal güvenlik sistemi reforma tabi tutulmasına rağmen açıklarda azalış ve aktüeryal denge sağlanamadı.

Bu bağlamda kurum açık vermeye devam ederken bütçe transferlerine muhtaç durumda. Aşağıdaki grafik ise var olan açıklar nedeniyle bütçe transferlerinin GSYH içindeki payını gösteriyor.

Kaynak: SGK, mali istatistikler

Prim gelirleri ise son yıllarda enflasyonun etkisiyle artıyor, kronik kayıt dışılığa rağmen. Başta da yazdığım gibi bu prim gelirleri emekli aylığı ve sağlık ödemelerini finanse edecek. Ama SGK'nın aylık mali istatistiklerine göre hazırladığım aşağıdaki grafiğe bakalım.

Yüksek enflasyon sonucunda emekli aylıklarının altı ayda bir TÜİK enflasyonuna göre artışı normal (mavi sütun) ama normal olmayan sağlık ödemelerindeki artış (turuncu sütun). 

Sağlık TÜFE, haziran ayında manşet enflasyonun 7 puan üstünde geldi. Bir yıl önce Haziran 2023'te manşet enflasyon yüzde 38,2'ye inerken de sağlık TÜFE yüzde 65,7 ile rekor tazeliyordu.

Sosyal güvenlik kapsamındakiler aldıkları sağlık hizmetine ayrıca katkı payı ödüyor, düşük düzeydeki aylıklar daha da eriyor.

Kaynak: SGK, mali istatistikler

Son yılların sosyal güvenlik reformu sonuç vermedi, sistem açıkları büyük. Açıkları azaltmak için, sağlık ödemelerinin payını azaltmak, bunun için de sağlığın maliyetini düşürmek gerek. O nedenle bir sağlık reformuna ihtiyaç var. Ama önce enflasyondan kurtulmak lazım. Enflasyon beklentileri çıpalanmadıkça para ve maliye politikasında alınan önlemler sonuç vermiyor, enflasyona yeniliyoruz.

                                                            /././

Çok tartışılacak işkence davası: İşkenceyi tespit vatana ihanet midir? -Gökçer Tahincioğlu-

Konu 15 Temmuz bile olsa işkence suç sayıldığında bu memleket güzelleşecek. Ortada içinden çıkılamayacak bir ikilem yok. Aynı yargı, hem 15 Temmuz davalarına bakıp hem de işkence suçunu işleyenleri yargılayabilir

Kameraların, avukatların olmadığı bir oda, başınızda kendini sonsuz haklı ve güçlü gören insanlar, durmaksızın vuruyorlar.

Ya da bir askıda, elektrikle gerilen bir bedenin yıkıntısında.

Ya da bir "hoş geldin" dayağında…

Sizi yok etmeyi, gururunuzu, kişiliğinizi ezmeyi, bedeninize zarar vermeyi hak gören, dokunulmaz kılınmış insanlar…

Durmaksızın vuruyorlar.

                                                    * * *

İşkencenin bir insanlık suçu olduğuna kuşku yok.

Ancak dünyanın her yerinde işkenceciler, sonsuz bir haklılıkla işlerinin başındalar.

Ve işkencenin soruşturmalarda hiçbir işe yaramadığı, aksine soruşturmalara zarar verdiği binlerce kez kanıtlandı.

Öyle olmasaydı bile insanlık suçu sayılan bir eylem elbette savunulamazdı ancak hayatında işkence ile henüz tanışmamış, etkilerini bilmeyen insanlara yanıt da vermek gerekiyor.

Zira işkencecilerin en büyük meşruiyeti, kamuoyu desteği…

"Suçu olmasa niye yapsınlar?", "Teröristlere yapıyorlar, elleri dert görmesin…", "Siz devleti yıkmak mı istiyorsunuz?"

Devletle işkenceciyi bir tutmak dışında, önermelerde sorun yok.

Oysa canhıraş, devletin işkenceci olmadığını, kişilerin kusurlarının devlete mâl edilemeyeceğini de savunuyor aynı kişiler

                                                    * * *

Eyüp Birinci

Anayasa Mahkemesi, 2021 yılında, iktidara bağlı medyayı kızdıran bir karara imza attı.

15 Temmuz darbesinden sonra Antalya'da gözaltına alınan, KHK ile mesleğinden ihraç edilen öğretmen Eyüp Birinci kararı…

Yüksek Mahkeme, Antalya Emniyeti'nde gözaltına alındıktan sonra bağırsaklarından ameliyat olmak zorunda kalan Birinci'nin, gözaltında ağır işkence gördüğü iddiasıyla başlatılan soruşturmanın takipsizlikle sonuçlandırılmasını hak ihlali saydı.

Zira Antalya Başsavcılığı, takipsizlik kararını farklı doktor raporlarını dikkate almadan, kamera kayıtlarını savcılık kanalıyla istemeden, tanıkları dinlemeden vermişti.

Yüksek Mahkeme, kararında, soruşturmanın yeniden başlatılarak, eksiklerin giderilmesini, daha sonra bir karar verilmesini istedi. Avukat Münip Ermiş'in ısrarıyla çıkan bu kararın ardından savcılık, yeni bir soruşturma açmak zorunda kaldı.

                                                    * * *

Antalya Başsavcılığı, bu karar nedeniyle "anayasal zorunluluk" vurgusuyla yeniden başlattığı soruşturmayı, Türkiye açısından şaşırtıcı, tartışılacak ve örnek oluşturabilecek bir iddianameyle tamamladı ve dört kişi hakkında dava açtı. İki sanığın "işkence", iki sanığın da "ihmali davranışla işkence" suçundan yargılanmasını istedi.

                                                        * * *

İddianamede, Eyüp Birinci'nin, emniyette yaşadıklarına yönelik anlatımlarına geniş yer ayrıldı. Ve anlatımlarının araştırmalar sonucunda doğrulandığı belirtildi. İşkenceyi polis memurları M.T. ile H.K.'nin yaptıkları ifade edildi. Doktor F.Y.'nin ise açık darp izlerine rağmen Birinci'nin darp edilmediğine dair rapor düzenlediği kaydedildi. Diğer bir polis memuru S.K.'nin de Birinci'nin resmi sorgunun yapıldığı nezarethaneden başka bir yere götürülmesine, burada darp edildiğini bilmesine rağmen sessiz kaldığı ifade edildi. Doktor ve diğer polis memurunun da "ihmali davranışla işkence" suçunu işledikleri öne sürüldü.

                                                      * * *

Yaşananlar şöyle anlatıldı iddianamede: "Eyüp Birinci'nin 24 Temmuz 2016'da Antalya İl Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü'ne götürüldüğü, şüpheli polis M.T. ile H.K. tarafından belirtilen doğrultuda ifade vermesi sağlanmak amacıyla Antalya İl Emniyet Müdürlüğü hizmet binası içerisinde sistematik olarak ve belirli bir süreç içerisinde insan onuruyla bağdaşmayacak şekilde süreklilik gösterecek nitelikte işkence teşkil eden eylemlere maruz bırakıldığı…"

                                                         * * *

"Şüpheli doktorun, Birinci'nin vücudunda herhangi bir darp veya cebir izi bulunmadığı yönünde üç ayrı tarihte rapor düzenlediği, aksi yönde raporların ise işkence ve darp izlerini gösterdiği…"

                                                     * * *

"Müşteki Eyüp Birinci'nin tekmelenip tokatlanarak ve yumruklanmak suretiyle darp edildiği, yine müşteki Eyüp Birinci'nin üzerindeki kıyafetlerin soydurulup çıplak vaziyette tutularak darp edildiği, ayrıca müşteki Eyüp Birinci'nin hayalarının sıkılması suretiyle vücuduna acı verildiği, yine müşteki Eyüp Birinci'ye yönelik olarak "Sana üç kelime söyleyeceğim, avazın çıktığı kadar bağıracaksın, senin ağzını kırarım, amına koyarım, dişlerini dökerim, a.. koyduğumun çocuğu kalk, burada bildiğin her şeyi öteceksin, eğer konuşmazsan buradan ölün çıkar, arkana sokup çıkartmadığım hiçbir şey bırakmam, seni s.. s… hamile bırakırım, milletin yüzüne bakamazsın, Eyüp Birinci gel şimdi seninle hesaplaşacağız, her şeyi anlatacaksın, anlatmazsan buradan ölün çıkar, seni öldürürüm, patlatırım, erkeklik yapamazsın, karının yüzüne bakamazsın, cinselliğin biter, konuş, öleceksin…", "oğlum bu adamı kızdırma, bu ne söylerse yapar, oğlum seni buradan iteklerim, ölür gidersin, seni kimse bulamaz, düşmedi a… k… çocuğu" şeklinde sözler sarf edilmek suretiyle müşteki Eyüp Birinci'nin vücut bütünlüğü ile cinsel dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştirileceği inancının doğrultulduğu, ayrıca müşteki Eyüp Birinci'nin ağzına cop sokulduğu, ayrıca müşteki Eyüp Birinci'ye yönelik olarak "Ben evdeyken karını ve kızını gördüm, birazdan onları buraya getireceğim, senin gözlerini açacağım ve onları soyup neler yapacağımı göstereceğim" şeklinde sözler sarf edilmek suretiyle müşteki Eyüp Birinci'nin yakınına kötülük yapılacağı inancının yaratıldığı…"

* * *

İlk soruşturma hiçbir araştırma yapılmadan kapatılmıştı.

İkinci soruşturmada tanıklar işkenceyi açıklıkla anlattı.

Ayrıca Birinci hakkında üç ayrı tarihte, biri İstanbul Adli Tıp'tan olmak üzere darp raporu verildiği anlaşıldı. Bu raporlarda açıkça "işkence teşkil eden eylemler sonucunda hayati tehlike geçirecek şekilde ve basit tıbbi müdahale ile giderilemez nitelikte ve burnunda kemik kırığı oluşacak şekilde yaralandığı" anlatılıyordu.

İlk takipsizlik kararında, bu yaralanmaların merdivenden düşme sonucu yaşandığı gibi akıl almaz bir iddia vardı. İddianamede ise bunun mümkün olmadığı da anlatılıyor

                                                   * * *

Yargılama yakında başlayacak.

Davayı açan Antalya Başsavcılığı, sadece işkence yapan polisler hakkında değil, işkenceyi gizleyen polis ve doktor hakkında da dava açarak, alışılmadık bir uygulamaya imza attı. Takdir görmesi gereken bir cesaret…

Soruşturmanın yeniden açılmasını sağlayan Anayasa Mahkemesi kararı için, iktidar medyasında, "ihanet" başlıkları atılmıştı. İşkencenin görünmez olması istenmişti.

Oysa Birinci hakkında zaten örgüt davası açılmıştı.

Birinci, Gülen cemaati yapılanmasına üye olduğu gerekçesiyle yargılandığı davada 8,5 yıl hapse mahkûm edildi ve cezasını çekti. Bu süreçte kırılan burnundan ve bağırsaklarından ameliyat olmak zorunda kaldı. Tahliye olduktan sonra eşi de tutuklandı.

Kanunlara uygun kanıt toplamak, bu kanıtlara göre yargılama yapmak anayasal bir zorunluluk.

Belli ki işkence sadece bu soruşturmaları seyrinden çıkarmaya ve insanlık suçu işlenmesine yol açıyor.

Konu 15 Temmuz bile olsa işkence suç sayıldığında bu memleket güzelleşecek.

Ortada içinden çıkılamayacak bir ikilem yok.

Aynı yargı, hem 15 Temmuz davalarına bakıp hem de işkence suçunu işleyenleri yargılayabilir.

Ve hiçbir işkenceciden kahraman çıkmayacağını ortaya koyabilir.

Ve adalet, ancak böyle bir yargı tarafından sağlanabilir.

                                                                /././

                                                                   

12 Temmuz 2024 Cuma

Birgün "KÖŞEBAŞI" -12 Temmuz 2024-

 

Deprem davalarına kamuoyu ilgisinin önemi -Gözde Bedeloğlu-

6 Şubat depremlerinde, Adıyaman’daki İsias Otel’de hayatını kaybeden Kıbrıslı ortaokul çocuklarının aileleri, her gece yayınladıkları sosyal medya mesajlarıyla, adaletsiz geçen günleri sayıyor. Bugün 522’inci gün.

İSİAS OTEL DAVASI

Sonuncusu 12 Haziran’da olmak üzere üç duruşma yapıldı. Tutuklu otel sahibi Ahmet Bozkurt, suçlamaları reddetti, “projede olan mühendislerim, görevlilerim işlerini çok doğru yapmışlar, hiçbir eksiğim yok” dedi.

Gazi Üniversite’sinden gelen bilirkişi raporuna göre Bozkurt asli kusurluydu. Ama Bozkurt, otel inşaatında her türlü malzemeyi fazlasıyla kullandığını savundu. Uzmanların tespitine göre yapıda dere çakılı kullanılmıştı. Kolonlar saniyeler içinde göçmüştü. Binada deprem yönetmeliği eksik uygulanmıştı. 12 Haziran’daki son duruşmadan önce, 28 Mayıs’ta, Adıyaman Valiliği İl İdare Kurulu, yapı ruhsatında imzaları bulunan ve sorumlulukları tespit edilen dönemin ruhsat büro teknisyeni, ruhsat büro şefi, imar müdürü ve belediye başkan yardımcılarından hayatta olan dört kişi aleyhine soruşturma izni vermişti. Denetim görevini yerine getirmeyen kamu görevlilerinin yargılanmasının önünü açan bu karar mağdur aileler için memnuniyet vericiydi. Bu konuda, ülkece adaletin peşine düşen Kıbrıslıların çabası ve azminin etkisi büyük elbette. 72 kişinin öldüğü İsias Otel ile ilgili davanın dördüncü duruşması 22 Ekim’de yapılacak.

RÖNESANS REZİDANS DAVASI

6 Şubat’ta yıkılan bir diğer bina Hatay’daki 12 katlı, 250 daireli Rönesans Rezidans’tı. 269 kişi öldü. Müteahhit Mehmet Yaşar Coşkun, depremden dört gün sonra Karadağ’a kaçmaya çalışırken İstanbul Havalimanı’nda gözaltına alındı ve tutuklandı. İfadesinde Rönesans Rezidans’ın neden yıkıldığını bilmediğini söyledi ama bir tahmini vardı; deprem yeryüzüne çok yakın bir mesafede olduğu için yıkılmış olabilirdi. Ayrıca dediğine göre Karadağ’a kaçmıyordu, iş için gidiyordu. Saniyeler içinde yıkılan binanın temel atma törenine devlet erkanı da katılmış ve daireler ‘cennetten bir köşe’ sloganıyla satışa çıkarılmıştı. Uzmanlara göre, sarsıntının şiddetini toprağın sertliği belirliyordu ve binanın da buna uygun olarak tasarlanması gerekiyordu. Sarsıntının şiddeti fark etmeksizin, binalar, hele de deprem bölgesindekiler, hasar alsa da yıkılmamalıydı. Müteahhit Coşkun, Rönesans Rezidans’in çökmediğini, yan yattığını söyledi. Binanın dağılmamasını sağlam yapılmış olmasının göstergesi saydı. İddianamede yer alan bilirkişi raporlarında, kullanılan betonun düşük kalitede olduğunun tespit edildiğidi ve parçaların elle ufalandığı belirtildi. İlk duruşma 18 Nisan’da yapıldı. Sanıklar depremi suçladı. Mağdurlar, dere yatağına 12 kat izin verenler ve imar affında imzası olanlar da yargılansın dedi. Bir sonraki duruşma 17 Temmuz’da.

EZGİ APARTMANI DAVASI

Maraş’taki 10 katlı Ezgi Apartmanı depremde yıkıldı. 35 kişi hayatını kaybetti. Bilirkişi raporunda, müteahhit ve tadilatı yapılan giriş katındaki Kervan Pastanesi’nin yıkımda asli kusurlu oldukları belirtildi. Pastanede perde duvarında havalandırma delikleri açılmış, kolon kesilmiş ve servis asansörü için projede bulunmayan bir boşluk açılmıştı. Ezgi Apartmanı imar barışından faydalanan binalardan biriydi. Haklarında ‘olası kastla öldürme ve yaralama’ suçlarından dava açılan pastane sahipleri Sami Kervancıoğlu ve Mustafa Pekel yaklaşık 300 gündür firari durumda. Kırmızı bülten çıkarılması talebi, sanıkların kiriş ve kolon kesmediğini savunan avukatları Ersan Şen’in itirazı ve mahkeme heyetinin kararıyla reddedildi. Apartman sakinleri 2021 yılında Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne verdikleri dilekçede Kervan Pastanesi’nin tadilatının binaya zarar verdiğine dair endişelerini dile getirmiş, ancak müdürlük tadilatın imar affına girdiğini ve binanın taşıyıcı sistemlerine zarar verilmediğini bildiren yazılı bir açıklama yapmıştı. Ayrıca, firari sanıkların haklarında yakalama kararı verilmeden önce Ankara’da TEKNOFEST’e katıldığı basına yansımıştı. Karar çıkar çıkmaz ortadan kaybolmaları, öncesinde durumdan haberdar edildiklerine dair şüpheye sebep olmuştu. Bu davada da sorumlu herhangi bir kamu görevlisi yargılanmıyor. Ezgi Apartmanı davasının üçüncü duruşması bugün görülecek.

FURKAN APARTMANI DAVASI

6 Şubat’ta yıkılarak 51 kişiye mezar olan binalardan biri de Gaziantep’teki Furkan Apartmanı. İnceleme raporunda bodrum kat seviyesinden kolon kesildiği, bazı kolonların ise inşa edilmediği vurgulandı. Binanın inşası tamamlandıktan ve kullanıma başlandıktan sonra zemin, asma ve teras katlarda projesiz ve izinsiz bir şekilde eklentilerin yapıldığı tespit edilmiştir, dendi. Apartmanın taşıyıcı sistem elemanlarının inşasında donatı detaylandırma yetersizliklerin olduğu kanaatine varılmıştı. Raporda müteahhit, projesiz ve ruhsatsız olarak yapılan teras kat ilavesi ile zemin ve asma katlarda yapılan tadilat ve değişikliklerden sorumlu olan kişi veya kişiler ve belediyenin ilgili birimindeki yapı ruhsatlarında proje kontrollerinden sorumlu kişilerin asli kusurlu olduğuna dikkat çekildi. Ayrıca belediye yapı denetim kontrol birimi ve belediyenin ilgili biriminin ise tali kusurlu olduğu belirtildi. İki müteahhit Hasan Hüseyin Sever ve Abdullah Devrim Sever halen firari durumda. Avukatları Ersan Şen’in, sanıklara tutuklanmayacakları yönünce bir güvence verilmesi halinde geleceklerini söylemesi bir pazarlık olarak görüldü ve yakınlarını kaybetmiş olan ailelerden büyük tepki çekti. İlgili kamu görevlileri bu davada da yargılanmıyor. Bununla birlikte içerde tutuklu yargılanan da kimse kalmadı. 19 Temmuz’da bir kez daha görülecek olan davanın karar duruşması olması bekleniyor. Davada, araziyi imara açan, inşaat planlarını onaylayan ve inşaat ruhsatlarını veren kamu görevlileri yargılanmıyor. Sonuca bağlanacak olan bu davanın diğer süregiden davalar üzerinde nasıl bir etkisi olacağı merak konusu.

İMAR AFFI

Depremin yıktığı illerde toplam 300 bine yakın kaçak yapının imar affı kapsamında affedildiği ve uygulamanın ülke genelinde de yaygın şekilde kullanıldığı biliniyor. Üstelik mevzuata uygun olmayan bu yapıların affedilmesi için beyan yeterli görülmüştü. 6 Şubat depremlerindeki yıkımın ve can kaybının büyüklüğünde, hiç kuşusuz, kuralsız kaidesiz yapılan binaların yasallaştırılmasının payı çok, ama ne yazık ki sorumlusu yok!

                                                                /././

Sol, Vesaire -Zafer Arapkirli-

Birkaç gün önce İngiltere topraklarına ayak bastığımı öğrenen eş dost, hep birlikte aynı lafı kullanmaya başladı:

12 yıl aradan sonra Britanya’da sol yeniden iktidara yürüdü. Yine, 58 yıllık (1966’dan bu yana) bir aradan sonra İngiltere milli takımı ilk kez bir kupa kazanmaya çok yakın.”

Gerçekten tarihi günler yaşıyor bu ülke. 4 Temmuz günü yapılan genel seçimde 650 sandalyeli Avam Kamarası’nın 411 üyeliğini kazanarak iktidara gelen Sir Keir Starmer liderliğindeki İşçi Partisi (Labour Party), 79 yıl sonra ilk kez oyların bu kadar büyük ölçüde kanat değiştirdiğine (İngiliz siyasi jargonunda “swing” derler) tanık oluyor.

Yaklaşık 20 sene bu ülkede mesleğini icra etmiş biri olarak, haliyle çok yakından izlediğim bu ülke siyasetinde, Labour’ın seçim zaferinin analizini (naçizane) biraz daha geri plan bilgisine sahip olarak yapabilecek konumda sayarım kendimi.

Bence soru şu:

İngiltere’de gerçekten “sol”mu iktidara geldi, yoksa sadece ülkeyi yöneten “siyasi parti” mi değişti?

Londra’daki oldukça uzun gazetecilik yıllarımda Margaret Thatcher’ın 11 yıl sonra (gözyaşları dökerek) Downing Street 10 numaradan ayrılışına da tanık oldum, 1994 yılında İşçi Partisi liderliğine Tony Blair’in seçildiği andan itibaren Labour’ın  “sol”dan ışık hızıyla uzaklaşmasına da, 10 yıllık Blair Hükümetlerinde  Thatcherist politikaların nasıl devam ettirildiğine de, başarısızlığın (maalesef sola mal edildi bu) seçmeni nasıl Labour’dan hızla uzaklaştırdığına da, ve devamında bugünlere nasıl gelindiğine de.

1994 yılında Blair partinin başına seçilir seçilmez yapılan program değişikliğinde ilk iş, Labour’ın “kamucu/devletçi ve özelleştirmeye karşı” anlayıştan uzaklaştırıldığı Kurultay’da da oradaydım. 1997 seçim manifestosunu açıkladığı basın toplantısında Tony Blair’a bizzat (en ön koltuklardan birinde) şu soruyu sorarken de:

“Seçim beyannameniz, bayağı bir Thatcherizm kokmuyor mu?”

Önce bir kahkaha attığını, sonra hangi ülkenin gazetecisi olduğumu sorup, aynen şu cevabı verdiğini anımsıyorum:

“Bizim ülkeyi, bizim gazetecilerimizden daha iyi izlediğiniz belli…”

İşin (sol ve sosyalistler açısından) vahim yanı, şimdiki unvanı ile “Sir Tony” (o aralar ona herkes partinin geleneksel kültürü içinde ‘comrade/yoldaş’ diyordu) ağır bir suçlama içeren bu sorumdan rahatsız bile olmamıştı.

Sonraki dönemde yaptıkları, ülkeyi monetarist politikalarla idare etmesi, özelleştirmenin daha da azgınlaşarak devam etmesi, gelir dağılımındaki adaletsizliğin artmasıi, adeta “yemin billah” yüksek öğretimi asla paralı yapmayacakları yolundaki vaatlerine rağmen, “cart” diye paralı yapması, başta eğitim, sağlık ve ulaştırma olmak üzere kamu hizmetlerinin kötüleşmeden çöküşe, çöküşten enkaza doğru hızla yol alması, “Yoldaş Tony”i, gelmiş geçmiş en başarısız Muhafazakar (Tory), sağ liderlerden biri konumuna getiriyordu. Dış politikada Bush’un ve Clinton’ın peşine takılarak imza attığı emperyalizmin utanç verici adımlarını sanmıyorum bile.

Arada bir tek Nisan 1998 Kuzey İrlanda Barış Anlaşması “başarı çıkıntısı”  sayılabilir. Ama onun da esas olarak Clinton’ın başarısı olduğunu, meselenin (Kuzey İrlanda meselesi) bir “terörü bitirme meselesi” olmanın ötesinde ele alınıp çözülmüş sayılmayacağını da bilen bilir.

Özetle, 10 yıllık Blair döneminde, “solun iktidar olduğu” efsanesi de, bugün parti içindeki solu tasfiye ede ede yürüyen Sir Keir Starmer ile “solun yeniden gerçekten iktidara gelip gelmediği” de çok tartışma götürür.

O halde, siyasetin “fundamental”ını bir kez daha önümüze koyup düşünmenin ve hatta bu düşünme egzersizini Türkiye’ye de uyarlamanın gereği ortadadır.

Uluslararası siyasette Britanya’nın “Çok özel stratejik müttefiklik ilişkisi” içinde olduğu ABD ile hem İsrail - Filistin hem Suriye hem de Ukrayna - Rusya meselelerinde aldığı ortak tavrın değişip değişmeyeceği merakla beklenirken. Sir Keir Starmer’ın vergi ve gelir dağılımı politikalarından tutun da, kamu hizmetlerini düzeltmeye kadar hangi konuda ne yapabileceği ya da yapmak isteyip istemediği kocaman soru işaretleridir. Ama millet sağ - muhafazakar iktidardan ve politikalarından o kadar bezmiştir ki, “haydi bir daha , bir kez daha şu Labour’u deneyelim?” mi demiştir, yoksa  “sola yönelmek” midir 4 Temmuz seçiminin sonucu? Bu hala tartışmalıdır.

Size, 31 Mart’ta CHP’yi 47 yıl sonra birinci parti yapan ve Özgür Özel’i “umut gibi” gösteren sandık iradesini hatırlatmıyor mu bu?

“Sol” mu kazanmıştı burada da?

Halkın açıkça “kırmızı kart” gösterdiğini ve bir an önce erken seçim istediğini bir türlü kabullenmeye yanaşmayan Özgür Bey mi, ülkeyi bir erken seçime götürerek “Sol” siyasete yönelecektir? Hala büyük bir soru işaretidir.

Tam da İngiltere seçiminin yapıldığı gün, Sayın Özel’e “parti programı, sol muhteva, bu konuda bir değişiklik ihtimali” içerikli bir soru sorduğumda nasıl rahatsız olduğunu ve soruyu (biraz da agresif bir tavırla) nasıl geçiştirdiğini üzülerek not almıştım.

Tam bir hafta önceki, mezkur mülakatta “Ben sokakçıyım. Sokak adamıyım” diyen Özgür Bey’in bugün “evlerdeki elektrik düğmeleri ile kitle eylemi” aradığını da aynı şekilde izliyoruz. O Özgür Bey’in “buram buram sol alternatif” olabilecek bir 1 Mayıs eyleminde kitleyi nasıl Bozdoğan Kemeri önüne terkedip aracıyla uzaklaştığını not aldığımız gibi.

Biri “sol” mu dedi?

(Birgün)

Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" -12 Temmuz 2024-

 

Yandı, bitti, kül oldu -Barış Pehlivan-

Arka Bahçe’nin kadim okurları bilir; Zerya Kuyumculuk dosyası hakkında birçok yazı kaleme aldım. Madem fikri takip bu işin alfabesi, devam ediyorum.

Üç ortaktılar: Zülfikar OrtaçZülküf Ortaç ve Serdar Adıgüzel

Diyarbakır’da altın üreten Zerya Kuyumculuk’un sahipleriydiler. İnsanlardan aldıkları yüklü miktarda parayı ve altını işletiyorlardı. Gelin görün ki 22 Haziran 2020’de birden kayboldular. Kendileriyle birlikte, onlarca kişinin yüz milyonlarca lirası da buhar oldu. Onlar her ne kadar “İflas ettik” deseler de belgeler ve tanıklar aksini söylüyordu.  

İşte o davada sona yaklaşıldı. Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki son duruşmada, esas hakkında mütalaa verildi. Savcı, özetle şunları dedi: 

-Sanıklar Zülküf Ortaç, Zülfikar Ortaç ve Serdar Adıgüzel fikir ve eylem birliği içerisinde hareket etti. 

-Kendilerine gelen altın ve paralarla hem kendi işlerini yürüttüler hem de müştekilere ödemeler yaptılar. 

-İşleri bozulunca ödemeleri yapmakta zorlandılar, aldıkları altın ve paraları borçlarını ödemek için kullandılar, çeşitli bahaneler üreterek müştekilerin bırakmış olduğu para ve altınları iade etmediler. 

-61 kez ayrı ayrı “dolandırıcılıktan” cezalandırılmalılar. 

Mahkeme de iki sanığın (Zülfikar Ortaç ve Serdar Adıgüzel) tutukluluk haline devam kararı verdi. Sanık Zülküf Ortaç’ın halen kayıplarda olduğu davada yeni duruşma tarihi ise 9 Eylül olarak belirlendi. 

Şimdi... 

Özetle, yıllardır devam eden davada iki ay sonra karar açıklanacak. 

İyi, güzel de... 

Görünen o ki bu davanın siyasi ayağının üstü kapatılacak. 

Öyle ya, Zerya Kuyumculuk’a varlıklarını teslim edenler arasında polislerden valilere, savcılardan hâkimlere kadar geniş bir nüfuzlu kesim de vardı. Keza, söz konusu devlet görevlilerinin FETÖ borsasından kazandığı paraları ve ihalelerden aldığı komisyonları bu saadet zincirine emanet ettiklerine dair tezler tartışıldı. Hatta dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun Diyarbakır’a gidip Zerya Kuyumculuk’a varlığını emanet edenlerden biri olan valinin makamında soruşturmaya yön verdiği de duruşmalarda iddia edildi.

Lakin... 

Gelinen noktada, “kazandıkları” paralar buhar olan bürokratlar şikâyetçi de olmadı. Mahkeme de bu iddialara kulak kapattı, duymazdan geldi. Yani, dosyayı klasik bir “dolandırıcılık” kapsamında tutmaya gayret etti. 

Platon’un sözü geliyor aklıma: “İyi insanların toplumdaki olaylara karşı kayıtsızlığının cezası, kötü insanlar tarafından yönetilmektir.”

                                                     /././

Kurban edilen Kumburnu -Murat Ağırel-

Son yazılarımda doğa harikası yerlerin nasıl üç beş kişiye verildiğini, buralardan nasıl rant elde edildiğini yazıyorum.

Ben böyle yazınca “E ne yapalım para kazanmayalım mı?” diye çıkışıyorlar. Ama kimsenin aklına cennet vatanın topraklarını vatandaşa yani gerçek sahibine ücretsiz açmak gelmiyor. 

Fethiye’den devam edelim...

Bilirsiniz, Türk turizminin en sembol fotoğraflarından birisi Ölüdeniz’deki Kumburnu sahilidir ve dünyanın en iyi sahilleri arasında gösterilir.

Kumburnu’nda da bir önceki yazımda anlattığım bir al gülüm ver gülüm hikâyesi var. Bakanlık, 2014’ten bu yana hep Muğla’ya Hizmet Vakfı ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı Türkiye Çevre Koruma Vakfı’nın kurduğu MUÇEV şirketine veriyor. MUÇEV de alt kiralama yapıp, üstüne komisyonunu koyup bir başkasına devrediyor. Sistem 10 yıldır böyle işliyor. 

MUÇEV, her yerde olduğu gibi burada da “Ahmet Şavkın” isimli, Mavi Göl Turizm AŞ’nin sahibine alt kiralama yapmış. Doğa harikası bu alanı halen bu şahıs işletiyor. Ahmet Şavkın, halen Göcek’teki Güverte Restoran’ın sahibi. Plaj, “1. Derece Doğal Sit Alanı” olmasına rağmen işletmeci tarafından ticari yapılara kurban ediliyor. Sit alanında, bazı yerlerin atölyeye çevrilerek etrafı kamışlarla sarılıyor. 

Kumburnu’nda mevzuata aykırı yapılaşmanın önünü açan şey, koruma amaçlı imar planının olmaması. Ölüdeniz/Kumburnu plajını da kapsayan kamusal alanların işletmesi alt kiracılara verilmiş.

Hatta bakanlıkların kiraladığı kamusal alanlarındaki restoran, kafeterya, plaj ve büfe alanları 3. kişilere devrediliyor. Mevzuat gereği, 6 metrekare yüzölçümünde sabit yapı niteliğinde olmayan büfe izini verilen bu alanlarda yüzlerce metrekarelik kapalı ve yarı açık alanlara yayılan restoran, kafeterya vb. yapılar mantar gibi türemiş durumda. Bu durum başta 3621 sayılı kıyı kanunu olmak üzere ilgili tüm mevzuatlara aykırı.

Anlatayım...

YOLUNU DA YAPTILAR

Mesela TUI Blue Faralya Projesi: 

Ölüdeniz bölgesindeki Faralya’da tam olarak Sümbeki bölgesinde, daha önce 65 dönüm olan ve halk arasında “Bakanın Yeri” (Bakan Ekrem Pakdemirli) diye bilinen alan 98 dönüm olarak genişletilip Babadağ’daki teleferiki işleten KIRTUR’a kiralandı. (Bir önceki yazıma bakabilirsiniz.)

Sümbeki Burnu, Fethiye turizmine en büyük katkısı olan tarihi Likya Yolu’nun alternatif yol rotası üzerinde. Sümbeki burnundan öncelikle Faralya halkı olmak üzere Fethiye’de yaşayan yurttaşlar ve bölgeye gelen yerli ve yabancı turistler faydalanmakta.

Sümbeki Burnu A Tipi Mesire Yeri’nin işletme hakkı Fethiye Orman İşletme Müdürlüğü’nün 5 Temmuz 2022’de yaptığı ihale sonrasında KIRTUR’a yıllık 16 milyon TL’ye (o dönem için 1 milyon Avro) kiralanmış. Sözleşmede mesire yerine ulaşımı sağlayan orman yolunun da Fethiye Orman İşletme Müdürlüğü tarafından yapılacağı belirtiliyor. Fethiye Orman İşletme Şefliği Amenajman Planı içerisinde kalan Sümbeki Burnu Mesire Yeri’nde son zamanlarda yoğun bir ağaç kesimi gerçekleşti ve tarihi Likya Yolu tahrip edildi. Kiralanan alan, kısa süre öncesine kadar deniz kenarında ve tamamen çam ağaçları ile kaplı 98 dönümlük bir devlet ormanıydı. Ancak ihaleden sonra Fethiye Orman İşletme Müdürlüğü kepçeleri, yangın söndürme araçları, görevlileri kontrolünde ve KIRTUR’un kiraladığı iş makineleri ile 2023 Mayıs ayından itibaren yüzlerce ağaç kesildi. Faralya Sümbeki Burnu’ndaki ormanlık alanda, bu çalışmalar esnasında patlayıcı bile kullanıldı. Akıl alır gibi değil... Orman arazisi hiçbir kamu yararı gözetilmeksizin adeta bir tatil köyüne çevriliyor. 

Faralya/Sümbeki Burnu’nda aslolan sadece doğanın katledilmesiyle yapılacak dev tesis değildir. Önünde bulunan koya “güneşleme terası” adı altında yapılacak iskele ile tekne bağlanması ve butik marina yapılması da çok önemli. 

Niye mi? Burası, Asya’dan gelip Kızıldeniz’den geçerek Avrupa limanlarına giden gemilerin rotasına yakın stratejik bir nokta. Açık denizlere doğrudan açılan bir yer ve buraya dışarıdan kimsenin ulaşması, görmesi, denetlemesi mümkün değildir. Kısacası, Yalıkavak Marina gibi değil, göz önünde, ayakaltında bir yer değil. Yalıkavak Marina artık “deşifre” oldu. O nedenle “bazı işler için” yeni marinalara ihtiyaç var.

Karşı kıyıda Yunanistan’da aynı şeyler oluyor mu diye baktım. İşletmeler tam denetimli ve ruhsatlı. Plajların sadece küçük bir bölümünü kullanabiliyorlar. Öyle her plaja bir işletme durumu da yok neredeyse çoğu koy ve plaj ücretsiz. Kimse kafasına estiği gibi parayı basıp bir koya yerleşemiyor. 

Sözün özü, plajlarımıza binlerce lira vererek ulaşmaya bir süre daha devam edeceğiz ya da hiç denize girmeyeceğiz.

                                                        /././

Sokak köpekleri üzerinden rant -Zülal Kalkandelen-

AKP’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sunduğu sokak köpekleriyle ilgili yasal düzenlemede yine büyük bir algı operasyonu yapılıyor.

Aylardır sokak köpeklerinin belediye bakımevlerine alınacağını, bir ay içinde sahiplenilmeyenlerin “uyutulacağını” yani iğne yapılarak öldürüleceğini söylediler. Kamuoyundan büyük bir tepki gelince farklı kesimlerden görüş alacağız dediler. Her zaman yaptıkları gibi kendilerine yakın gazetecilerle, zaten hayvan nefreti ile bilinen isimlerle, örneğin hayvanların nasıl zehirlenebileceğini anlatan profesör unvanlı kişilerle konuşarak bir yasa teklifi oluşturdular.

Medyaya sızdırdıkları bilgilere göre bir ay içinde sahiplenilmeyen tüm köpeklerin öldürülmesinden vazgeçilmiş ancak bu süre içinde  “kuduz”  ile “salgın hastalık” riski olan ve “rehabilite edilemeyen” köpekler öldürülecekmiş! Yani topluma önce ölümü gösterdiler, şimdi sıtmaya razı etmek istiyorlar!

Demek ki sokak hayvanlarının belediyeler tarafından kısırlaştırılıp aşılandıktan sonra bulunduğu yere bırakılmasını hükme bağlayan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun 6. maddesi değiştiriliyor!

ÖLDÜRMEYE YASAL KILIF!

İşin tuhafı, 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu’nun “hayvan hastalıklarının kontrolü ve yükümlülükler” başlıklı 4. maddesinin b bendi, “ihbarı mecburi bir hastalığın ortaya çıkması veya ortaya çıkma şüphesinin varlığı halinde, hayvanların izole edilmesi veya itlaf ve imha edilmesi” yetkisini Tarım ve Orman Bakanlığı’na zaten veriyor.

Öyleyse şimdi ne yapılmak isteniyor? Şu anda ortada böyle bir hastalık ya da kuduz salgını olmadığı halde bu maddeyi sokaktan toplanan köpeklere uygulayabilmenin yasal kılıfı hazırlanıyor.

Uzun bir süredir kuduzun yayıldığına ilişkin yandaş medyada çıkan haberlerin aksine, kuduz salgını yok ve risk artmıyor. Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği’nin açık kaynaklarında yer alan bilgiye göre yıl bazında kuduz pozitif evcil ve vahşi hayvan dağılımı gerçeği ortaya koyuyor.

2018’de 437 evcil hayvan vakası varken, bu rakam 2023’te 86’ya inmiş. Buna sığır, eşek, katır, koyun, keçi, at, kedi gibi hayvanlar da dahil, en yüksek oran sığırlarda ve bunun nedeni de köylerde hayvanların yaban hayatı ile temasının daha yoğun olması.

Bu gerçekler biliniyorken ve köpeklerde salgın bir hastalık yokken, toplumda infial yaratılıyor ve bu durum bakımevlerine alınan köpeklerin öldürülmesi için kullanılıyor. Elbette devlet kurumları, insan sağlığını düşünmek zorunda. Öyleyse soruyorum: Kuduz riski varsa, neden kurban döneminde karantina uygulanıp hayvan satışları durdurulmadı?

BAHANE HAZIR: ‘REHABİLİTE EDİLEMİYOR’

Sorulması gereken sorulardan bir diğeri de, 1393 belediyenin 3/4’ünde hayvan bakımevi yoksa köpekleri nereye alacaklar? İçinde 200, 300 hayvan bulunanlarda yaşanan vahşeti yıllardır anlatıyoruz.

Konya’daki gibi binlerce köpeğin ırk ayrımı bile yapılmadan bir araya konulduğu dev tesislerde kuşkusuz köpekler agresifleşip diğer köpeklere saldırabilir. Çünkü o bakımevleri gerçekte, yetersiz ve eğitimsiz personeli ile tam bir HAYVAN HAPİSHANESİDİR. Bu durumda “Rehabilite edilemedi”  denerek köpeklerin öldürülmesi sonucu doğacaktır.

Üstelik kuduz denerek öldürülen birçok köpek vakasında, otopsi sonucunda rahatsızlığın aslında gençlik hastalığı, iç parazit, travma, sinir sistemi hastalıkları, yemek borusu hastalıkları olduğunun ortaya çıktığı da bir gerçektir.

Bu konuda yapılması gerekenleri, son olarak 2 Haziran 2024 tarihinde bu köşede  “Sokak köpekleri konusunda yol haritası” başlıklı yazımda bir kez daha yazmıştım.

Ancak anlaşılıyor ki konuya akılcı ve insani yaklaşılmıyor. AKP, bir yandan ormanların içinde devasa hayvan hapishaneleri inşa ettirmek, diğer yandan AKP Iğdır Milletvekili Cantürk Alagöz’ün geçen kasım ayında Sağlık Bakanlığı’na 159 milyon TL’lik kuduz aşısı satması gibi bu sorunun yarattığı ranta odaklanıyor!

(Cumhuriyet)