15 Temmuz 2024 Pazartesi

soL "KÖŞEBAŞI" -15 Temmuz -

 

Murat Ülker ile keriz silkeleme sanatı üzerine -Anıl Çınar-

Murat Bey’in satır aralarından bunun bir sanat olduğunu anlıyoruz. Bir tür keriz silkeleme sanatı veya disiplini… Çünkü Murat Bey gerçekten eğleniyor.

Biliyorsunuz “keriz silkelemek” bir borsa deyimi. Büyük oyuncuların mali ve ilişki güçlerini kullanarak piyasayı manipüle etmeleri sonucu küçük oyuncuların duygudurum dalgalanmalarından para kazanmalarına deniyor.

Halbuki hayatın kendisi koca bir borsa olarak görüldüğünden olacak türlü patron, şirket sahibi ve yöneticisi bu silkeleme işine ayrı bir boyut kazandırmış durumda. Daha emekli olmayı beklemeden anı kitabı basıyor, engin tecrübelerini anlatıyor, yaşam koçluğuna adım atıyorlar.

Sahiden sinir bozucu bir durum bu. Kitapçıya gidiyorsun onlar, haber takip ediyorsun onlar, video izleyeceksin onlar, reklamda onlar… Biz her yerde sizin kompozisyon ödevinden hallice saçmalıklarınızla karşılaşmak zorunda mıyız?

Bu düzenin çarkları arasına sıkışmamız yetmezmiş gibi bir de her şey kendi suçumuz oluyor. Ne olup olamayacağımıza da patronlar karar veriyor. Onların öğütlerini dinleyeceğiz, üç kuruşluk felsefelerinden hayatımıza anlam devşireceğiz ya da hırslanıp onlardan biri gibi olmaya uğraşacağız. Hatta bunun için de kitaplarına para vereceğiz.

Murat Bey ise bu konuda ayrı bir seviyeye gelmiş durumda. Çünkü onun işi anılarla falan değil, o direkt felsefe yapıyor. “Bu yazma ve paylaşma konusu beni okuma konusunda belirli bir disiplinde tutuyor” diyor ama bu özdisiplin planına biz neden tanık oluyoruz onu anlayamıyoruz.

Nereye gitsek “Murat Ülker şunu yazdı” karşımıza çıkıyor. Koca koca haber siteleri Murat Bey’in buluşlarını ve yorumlarını yayınlayıp duruyor. 

Ne çok seveni varmış!

Murat Bey’in satır aralarından bunun bir sanat olduğunu anlıyoruz. Bir tür keriz silkeleme sanatı veya disiplini… Çünkü Murat Bey gerçekten eğleniyor.

Mesela, sanat koleksiyonuna kattığı parçalarla ilgili bir soru geliyor kendisine. Soruyu soran ise Ekonomim’den Gila Benmayor. Gila Hanım her zaman olduğu gibi patronlara uzatıyor mikrofonu:

“Tam da burada bahsedeceğim nedenle koleksiyoner değilim, koleksiyonerlik belli bir disiplin ve çerçeve içerisinde olur. Ben, baktığımda bağ kurabildiğim eserleri, eğer denk düşerse koleksiyona katmayı seviyorum. Bu da bana çağrıştırdığı bir anı, geçirdiği bir his ya da duyguyla başlıyor. Onu görmeye devam etme isteği yani... O yüzden belli bir aritmetiği yok. Hepsi benim için kıymetli. Düşünsenize siz, ben, hepimiz gideceğiz onlar kalacaklar... Biz onlara bir süre geçici ev sahipliği, bir nevi bekçilik yapıyoruz yani.”

Murat Bey bizimle kafa buluyor. Kendi mülkiyetine geçirdiği eserlerden bahsediyor. Halbuki tam da Gollum’un Hükmeden Yüzüğe baktığı gibi bakıyor bu eserlere. Kıymetlimis… Aslında farkında ne yaptığının ama “bizimkisi ev sahipliği” demek istiyor.

Bu arada, bu duygunun ve kelimelerle kafa bulma sanatının başka sevenleri olduğunu da yine Gila Hanım’dan öğreniyoruz. Bu sefer sahne Borusan’ın eski “efsane” CEO’su Agah Uğur’un. Gila Hanım’la DAVOS’tan tanıştığını anlıyoruz. Bizim burada Davos’a gidenler için ne denilir, şimdilik söylememeyi tercih ediyoruz, sözü patrona veriyoruz:

“Benden bağımsız görüyorum. Kurumsallaşmış bir şirket gibi. Sahipleri kendilerinden bağımsız görüyorlar şirketleri. Şirketleri önde kendileri arkada. Ben koleksiyonerliği de öyle görüyorum.”

Kafa bulmanın da bir sanat olduğunu anlıyoruz. Murat Bey ise bunu silkeleme aşamasına taşıyor.

Geçtiğimiz günlerde kendi bloğunda yazdığı (ve tabii ki her yerde karşımıza çıkan) bir yazıyla devam etmek istiyoruz. Bu sefer konu çalışma saatleri, işçi verimliliği, serbest zaman…

Murat Bey gözlerini Yunanistan’a çeviriyor. Yunanistan’da yeni yürürlüğe giren altı iş günü çalışma kuralı dikkatini çekiyor. Yazı önce kendisinin “dedim, ama bir sorun niye dedim” kıvamında bir alıntısıyla başlıyor: “Haftada 4 gün çalışmanın verimli olduğu kanıtlanırsa niye denemeyelim?” Sonra samimi duygularını ifade etmeye başlıyor: “Gelenek olarak Avrupa’nın çalışmayı sevmeyen bu toplumunun çalışma şart ve prensipleri mensup oldukları Avrupa Birliği şartlarına göre çok daha rahat ve geniş.” 

Kelimelerle kafa olanlara yardımcı olalım. Yunan işçisinin sıkıya gelmesi gerektiğini, iş disiplinin böyle kurulabileceğini söylüyor. Gökten inmiş gibi anlattığı, “çalışma şart ve presipleri” dediği şey Yunan işçisinin mücadeleyle kazandığı haklar. Sendikanın çalıştığı, işçinin mücadele ettiği yerde “haftada 4 gün falan boşverin bunları, binin tepelerine" diyor.

Kesesinde başka neler saklıyor diye bakmaya devam ediyoruz, kitap incelemelerine denk geliyoruz.

Bir pasaj görüyoruz. Friedrich Engels’in “İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu” kitabında anlattıklarıyla 2018 senesinde Prof. Philip Alston tarafından BM adına yazılan rapor arasındaki benzerlikler dikkatini çekiyor. Engels’in kitabı işçi sınıfı fertlerinin hangi sefil şartlar altında yaşamak zorunda kaldığını anlatıyor. Ve kitabın mesajı karıştırılmaya hiç müsait değil: Bu sefil şartların yaratıcısının, en tepesinde patronların oturduğu bir düzen olduğunu söylüyor Engels.

Murat Bey hiç üstüne alınmıyor. Alınmamanın sanata dahil olduğunu anlıyoruz. Murat Bey alınmıyor, bahsi insanlıktan açmaya yelteniyor ve sonunda devletçilik düşmanlığına varmanın bir yolunu bulabiliyor:

“Evet haklılar, insanın gayesi hayatını kazanmak değil iyi insan olmaktır. Ama yine insan için kendi gayreti ile kazandığı kutsaldır. Herhalde güvence adı altında körfez ülkelerindeki bazı şehir devletlerinde olduğu gibi herkesin maaş/mansıp adı altında devletten koşulsuz bir para alması kasdedilmemektedir. “Güvence” muhtaç olunduğundaki belli bir süre için olmalıdır. Yoksa batıdaki gibi işsizler ve sığınmacıların istismarına açıktır.”

“İşsizlik neden var?”, “Sığınmacı sorununu başlatan kimdi?” bunlar Murat Bey’in bilimsel melekelerini aşıyor. Ve her zamanki gibi, “işinizde birinci olun” öğüdüyle kapatıyor.

Dahası var ama yeter… Çünkü amacımız Murat Bey'i keşfe çıkmak değil. Murat Ülker sınıfının insanı, sınıfının cüretini gösteriyor. Biz işte bu cüretle ilgileniyoruz. 

Biz de fazla uzayan bu yazıyı kapatırken Murat Bey’e referans verelim.

Yine yakınlarda yazdığı bir yazı: “Yönetim Kurulunda Felsefe Yapalım Mı?” Sokrates’ten Žižek’e uzanan uzunca bir liste yapmış. Sırayla bu isimlerin neler söyleyebileceğini anlatmış. 

İşte “Sokrates, yönetim kurulunda temel sorularla diyalog başlatır, adaleti ve şeffaf iletişimi teşvik ederdi”, yok Hegel olsa “kurumsal “geist” (ruh) kavramını tartışarak, kurumun bütünsel faydasını gözeten adımlar atılmasını sağlar ve kararların bütünün faydasına olmasını teşvik ederdi”, yok Arendt olsa “totalitarizme karşı nasıl bir duruş sergileyebileceğimizi sorgulardı”…

Merak edenler için, listede herkes var ama Marx yok. 

Bir anlığına, “belki Marx’ı filozof değil, devrimci bir siyasetçi olarak görmüştür” deyip, Murat Bey’e sahip olmadığı bir akıl mı atfedelim diye düşünüp vazgeçiyoruz, ama son söz olarak Marx’ın ağzından konuşma ihtiyacı duyuyoruz:

“Murat Ülker, babası gibi bir kapitalist ve yeminli bir antikomünist. Meydanı boş bulduğunu düşünüp fikir jimnastiği yapmaya başlamış veya bir kapitalist olarak hiçbir işe yaramadığı için boş zamanını eğlenerek geçirmeye başlamış. 

Bizim zamanımızda işçi onuruyla böyle dalga geçme cüretini gösterenlere meydanlarda iyi yanıtlar verdik. Bizden sonra bu yanıtlar büyüdü ve Ülker gibileri bir kapitalist olarak insan içine çıkamayacak duruma geldi. Çünkü onlar işçilerin emeğinden zenginleşen, kanından beslenen vampirlerdi. İşçi olmak, emeğiyle geçinmek onurluydu; fabrikatör olmak, kapitalist olmak ahlaksızlık. 

8 saatlik iş günümüzü de insanca koşullarda yaşama hakkımızı da sokaklarda mücadeleyle kazandık biz. Murat Bey’in “okul veya askerlik arkadaşlığı”na benzettiği ve “iş arkadaşlığı” dediği şey bir sınıf kardeşliğiydi. Ve Murat Bey gibi grev kırdırmak için fabrikaya asker çağıranlara karşı mücadeleyle ortaya çıkmıştı. 

Ayrıca, “işsizlik, tembellik” deyip duruyor. İşsizliği işçi sınıfını terbiye etmek için kullanan kendisi değilmiş gibi. Beni yönetim kuruluna layık görmediği de iyi olmuş, çünkü benim yerim patronların değil işçilerin yanıdır.”

                                                                 /././

Şam’da kahvaltı -Engin Solakoğlu-

Sömürü düzeninin salt Suriye değil, her konuda Türkiye’yi içine soktuğu çukur öylesine derin ki, dışarı çıkmak için parmakların ucunda dikilmek yeterli olmayacak. Sıçramak gerekecek.

Pazar sabahı tercihan dış politika konusunda haftalık köşenizi yazmak için masanın başına görece erken bir saatte oturuyor, dünyada siz uyurken neler olup bittiğini görmek için sosyal medyaya bakıyorsunuz ve bir de bakıyorsunuz ki ABD’deki Başkan adaylarından birine suikast düzenlenmiş. Donald Trump saldırıdan hafif yaralarla kurtulmuş. Çeşitli mecralardan mesajlar ve sorular yağıyor.

ABD’nin tarihi suikasta uğrayan Başkan ve siyasetçilerle dolu. Bu itibarla şaşırtıcı veya istisnai sayılabilecek bir gelişme değil. Süpermarketten ateşli silah, otomattan mermi satın alabileceğiniz, şiddetin hayatın olağan parçası olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Kimin yaptığı zaten belli olmuş. Herkesin merak ettiği kimin “yaptırdığı”. İşin arkasında komplo aranması da doğal. Zira ABD siyaseti komplo bakımından pek zengin.

Bence bireysel bir eylem de planlı bir saldırı da olabilir. Trump’ın seçimleri kazanma olasılığı esasen yüksekti şimdi daha da yükseldi. “Demokrasi”ye saldırıymış filan... Geçiniz! Ağlayacak dram arıyorsanız ABD’nin burnunu soktuğu herhangi bir ülke veya bölgedeki halkların durumuna bakabilirsiniz. Sonuçta ABD’ye zarar verecek ve yıkılmasını hızlandıracak her gelişme dünya halkları için iyidir deyip kapatalım bu bahsi.

                                                             ***

Suriye’yle bir yakınlaşma olacak mı, liderler görüşecek mi? Türkiye’de halkın belki de en yakından takip ettiği dış politika konusu bu. Bunun sebebi de belli: Suriyeli göçmenler. Akepe’nin ekonomik politikalarıyla gayet bilinçli bir şekilde yoksullaştırılan halkın öfkesinin yöneltildiği yer burası. Akepe liderine akıl verenler de sanırım bu noktadan hareketle “Suriye’yle barış” söylemini öne çıkartıp, o sürecin Türkiye’deki göçmenlerin geri dönüşünü sağlayacağına kamuoyunu inandırmak istiyorlar.

Türkiye’nin güney komşusu Suriye’yle ilişkilerinin iyileşmesine aklı başında hiç kimsenin karşı çıkması düşünülemez. Gel gelelim bu ne kadar mümkün?

Suriye rejimini değiştirmek için çıkartılan iç savaşta ABD öncülüğündeki geniş bir ittifakın içinde yer alarak etkin rol oynayan Erdoğan rejimi Suriye’yle yakınlaşma siyasetini ne kadar ileri götürebilir? 

Türkiye’nin Suriye siyasetinin ne kadarının yerli ve milli olduğu sorusundan başlamakta yarar var. Suriye’de rejim değiştirmek Erdoğan ve Davutoğlu’nun cin fikri değildi. Plan, ABD’de “Arap Baharı” rezaletinin önemli bir parçası olarak hazırlandı ve uygulamaya sokuldu. “Arap Baharı” konseptini çok da abartmayalım. ABD’nin öncelikli kaygısı her zaman İsrail’in güvenliğini sağlamak oldu. Bunun için Irak ve Libya parçalandı. Mısır evcilleştirildi ve son olarak da Suriye güçsüzleştirildi. İsrail’in güvenliği terimi de yanlış anlaşılmasın. Güvence altına alınmaya çalışılan şey egemen, sınırları belli bir devletin ve halkının güvenliği değil, hesapsızca genişleme ve öldürme özgürlüğüydü. Bu hedeflendi ve bir noktaya kadar başarıldı. Türkiye’yi yönetenlerin kendi “kalfa boyutlu” emperyal hedefleri doğrultusunda kılıç kalkanla daldıkları bu “gaza” adlı adınca emperyalizmin Ortadoğu uçbeyi İsrail’in genişletilmesi planıydı. Neyse ki yürümedi. Rusya’nın ve sıranın Suriye’den sonra kendisine geleceğini bilen İran molla rejiminin müdahalesinin de katkısıyla Suriye yıkılmadı ama kısmen de olsa işgal edildi. En önemlisi, İsrail’in yayılmacı, sömürgeci ve saldırgan siyasetine gösterebileceği tepki ve direnç asgariye indirildi.

Gelinen noktada Akepe genel başkanı isteyerek veya zorunlu kalarak “ben vazgeçtim, eve dönüyorum” diyebilir mi? Daha geçen hafta NATO’ya övgüler düzen, Washington ve Londra’nın kontrolündeki mali piyasalardan kaynak arayan bir rejimin Suriye’yle gerçekten barışma ihtimali var mı? Suriye topraklarında asker bulunduran ABD buna izin verir mi?

Sorunun ikinci ama en az birincisi kadar zorlu bacağı ise Suriye topraklarında devam eden işgal ve o işgali taşere ettiğimiz güçler. Suriye’de rejim değiştirebilmek için bu ülkedeki en gerici kesimlerden ordu kurmaya kalkışmak. Onlar yetmeyince dünyanın dört bir tarafından profesyonel kelle kesicileri İdlib’e doldurmak. Ülkeyi, güvenlik aygıtını bir anlamda “Peşaver etkisi”ne açık hali getirmek. Merak edenler şuradan bakabilirler bunun ne anlama geldiğine.

O yazıdan kısa bir aktarma yapayım: “İdlib’de bir avuç uzman dışında artık adlarını ve hangi ana cihatçı gövdeye, hangi Selefi oluşuma bağlı olduklarını kimsenin akılda tutamadığı yığınla cihatçı örgüt var. Bunların Türkiye ile yakın bağları olduğu, ABD’nin de uzun parmaklarının buralarda dolaştığı herkesin bildiği bir sır”.

Suriye’yle barış süreci başlatıldığı takdirde bu güçler boş mu duracaklar? Sorunun yanıtının ipuçlarını Erdoğan birkaç hafta önce Suriye liderine görüşme çağrısı yaptığında yaşanan olaylardan almış olmalıyız. Bu kelle kesicilerin Suriye’yle barış yapılması halinde ne olacakları sorusuna kim cevap verebilir? Örneğin Esat bunlara af çıkartır mı? Aklı varsa çıkartmaz. Kaldı ki bunların büyük bölümü Suriyeli dahi değil. Peki, bu kişilerin aynı yörede yaşayan aileleri ve yakınları nereye gider? İran’a mı, Irak’a mı? Hiç sanmam! Üstelik bu bölgelere olası bir “barış” sonrası Rusya ve Suriye tarafından düzenlenecek operasyonların yeni bir göçe yol açacağı ve bunun adresinin de Türkiye olacağı kesin. Akepe düzeni, Türkiye’de toplumsal patlamalara yol açması muhtemel  böyle bir riski göze alabilir mi?

Bu dışsal etkenlerin yanında bir de iç durum var. Akepe tarafından hesapsızca aktarılan kaynaklar sayesinde büyüyen ve güçlenen Türkiye sermayesi bir şekilde yayılma ve genişleme peşinde. Burjuvazinin bu tercihi devlet kademelerinde de taraftar buluyor. Türkiye’nin büyümesinin güvenliği için bir zorunluluk olduğu anlayışı, yeni Osmanlıcılık aromalı bir “irredantizm”le topluma da benimsetilmeye çalışılıyor. Buradaki temel sıkıntı ise toplumda göçmenlere en tepkili olan ve asalım keselim sözlerini dillerinden düşünmeyen kesimlerin bu tarz bir toprak genişlemesi konusunda da en hevesli görünenler olmaları. Son 80 yıldır dayatılan gerici eğitimin en somut göstergelerinden biri sebep-sonuç ilişkisi, eski deyimle “illiyet bağı” kavramından habersiz kitleler üretmesi. Başka ülkelerin topraklarını işgal etmenin doğrudan göçmen sayısını artıracağını hesap edemiyorlar.

O halde konuşulan “yakınlaşma” veya “barış” sürecinin bugünden yarına gerçekleşmesini beklemek gerçekçi görünmüyor. Süreç görüntüde başlasa da kısa sürede güvenlik ve göçmenler boyutunda halkın geniş kesimlerinin arzu ettiği türden bir sonuca varması olanak dahilinde değil.

Diğer taraftan Suriye’yle ilişkiler normalleşse dahi göçmenlerin tamamının Türkiye’den ayrılmaları beklenmemeli. Basitçe anlatalım. Birincisi göçmenlerin hepsi Suriyeli değil. İkincisi Suriye yönetimi kendince haklı sebeplerle bunların bir kısmına kucak açmayacaktır. Üçüncüsü bu ülkede doğmuş, burada okula giden, bir bölümü ana dillerini bile bilmeyen yüzbinlerce göçmen kökenli var. Dördüncüsü göçmenlerin işgücü piyasasındaki varlığından alabildiğine yararlanan sermaye kesimleri dönüşleri engellemek için ellerinden geleni yapacaklardır.

Özet olarak, Esat-Erdoğan görüşmesi gerçekleşse bile bunun Suriye ve Türkiye halklarının hayatına olumlu anlamda dokunabilecek bir sürecin başlamasına olanak sağlayacağını düşünmek güç.

Sömürü düzeninin salt Suriye değil, her konuda Türkiye’yi içine soktuğu çukur öylesine derin ki, dışarı çıkmak için parmakların ucunda dikilmek yeterli olmayacak. Sıçramak gerekecek.                                         /././

Trump’ın kulağındaki kan -Kemal Okuyan-

ABD'de yaşanabilecek sert kırılmaların sonuçlarına hazır olmak gerekir. Fırsatlarla tehditler kendilerini genellikle aynı anda hissettirir. 

Trump’a ateş eden Thomas Matthew Crooks, belki hayal kırıklığına uğrayan eski bir destekçi. Düşük olasılık da olsa, saldırı sadece ve sadece kişisel bir motivasyonun ürünü. Belli zamanlarda bu tür kişisel inisiyatifler büyük toplumsal-siyasal sonuçlar doğurabiliyor. 

Hangi zamanlarda? 

Kriz zamanlarında, belirsizliklerin arttığı dönemlerde, çok fazla aktörün devreye girdiği ve çelişkilerin aşırı biriktiği anlarda…

Yoksa birçok durumda kişisel inisiyatiflerden kimsenin haberi olmaz bile…

Dediğim gibi, alabildiğine hassaslaşan ve çok ciddi bir siyasi krizin içinde yuvarlanan ABD’de kişisel bir kararla eski başkanı (ve yeni başkan adayını) vurmak isteyecek birinin önünü açan bir sürü faktör var. Siyasi krizler istihbarat ve güvenlik zaafiyetini de beraberinde getirir. Nitekim Trump’a dönük saldırıda ihmaller listesi çok uzun. Üstelik ihmal olması da gerekmiyor. Birilerinin bu türden eylemlere göz yumma olasılığı her zaman vardır. 

Trump’ın kulağının bireysel bir eylem sonucu kanadığını ileri sürmüyorum. Bu bile olabilir diyorum.

Bir diğer seçenek, Trump’ı kahramanlaştırmak için iyi planlanmış bir eylemin gerçekleştirilmiş olması. Failin öldürülmesinin kıymeti yok, ABD’de, özellikle Trump destekçileri arasında bir sürü fanatik bulunuyor. Öldürmeye ve ölmeye hazırlar. 

Peki bu kadar riskli bir tezgah kurulabilir mi? Ya kurşun birkaç santim şaşsaydı? ABD’de konuyla ilgilenen uzmanlara göre 150 metre, bu türden “ince” bir hesap için yeterince uygun. Tersinden söyleyecek olursak, Crooks’un Trump’ı ıskalaması şaşırtıcı. Yani, öldürmeyip yaralamak ve kahramanlaştırmak için bir plan yapılmış olması mümkün. Saldırganın üç el ateş etmesi bu “teori”yi zayıflatsa da…

Özetle, her hareketi ve her hareketsizliği ile daha fazla sallanan Biden’a öldürücü darbe Trump’ın kana bulanmış yüzü ile vurulmak istenmiş olabilir. Bu tür bir akıl yürütmenin kaynağının ABD’nin içinde değil dışında olması da mümkün. 

Asla olmayacak olan ise, birilerinin iddia ettiği gibi, olayın bizzat Trump tarafından planlandığı… Kendini her şeyden fazla seven, bencil, paragöz ve sahtekar bir adamın, kazanmanın eşiğindeyken böyle cesaret göstermesi düşünülemez bile.

Bir diğer olasılık, bu kurşun, ABD’de Trump’ın seçilmesini ne pahasına olursa olsun engellemek isteyenlerin “altın vuruş”u olarak Trump’ın kafasına doğru gönderildi ve yolunu şaşırdı. 

Bu yönde bazı bulgular ortaya çıkarsa eğer, herhalde kimse buna şaşırmaz. 

Bana göre bu olasılıkların hiçbirine şaşırmamalı. Çünkü ABD birbiriyle ilişkili çift yönlü bir krizle karşı karşıya.

Birincisi, emperyalist sistem içindeki hegemonyasını eskisi gibi sürdüremediği gibi, ortaya çıkan küresel krizi yönetmekte de zorlanıyor. 

İkincisi, olağan dönemlerde başkanların IQ’sundan bağımsız olarak işleyen siyasal sistem artık dağılmanın eşiğinde. Hepimiz biliyoruz ki ABD hödük başkanlarla ilk kez karşılaşmıyor. Ama eskiden onlarla pekala yüzüyordu ABD gemisi. Oysa şu anda işler sarpa sarmış durumda, yürüyen, yüzen, giden hiçbir şey yok.

Yakın gelecekte ABD’de neler olabileceğini anlamak için bugün bu dağılmayı hızlandıran etmenlere yakından bakmak gerekir.

İlk sıraya, büyük tekellerin bu dağılma halinin yarattığı olanaklara kilitlenmelerini yazmak gerekiyor. Öncelikleri yönetme krizine son vermekten çok, boşluklardan yararlanarak yeni fırsatlar yaratmak olan dev şirketlerin hamleleri ve aptal başkanları daha kolay manipüle edeceklerini düşünerek siyasal sisteme dayattıkları tercihler, krizi derinleştiriyor.

İkinci olarak, yeni sayılabilecek bazı büyük tekellerin ABD ekonomisinin iç dengelerinde yarattığı sarsıntıların siyasal krize yeni unsurlar eklediğinden söz edebiliriz. Düne kadar yeni yetme olarak değerlendirilen Bill Gates’in Amerikalı sömürücüler arasında veteran konuma geldiği tuhaf bir dönemdeyiz. Amazon’un, Musk’ın şirketlerinin kısa sürede bütün dengeleri altüst ettiği açık bir gerçek.

Üç… Yıllarca ABD’de sistemin en büyük güvencesi olan “ahmaklaştırılmış toplum” kendisine verilen role sığamayacak ölçüde çürümüş ve ırkçılık, bağnazlık, bencillik ve dinsellikle bezenmiş kötücül bir değerler sistemi çok geniş bir kesimin ahlakı haline gelmiştir. ABD’de onca kepazelik ve “düzen” içinden gelen engelleme girişimlerine rağmen Trump’ı ayakta tutan bu toplumsallıktır. Bir önceki başkanlık seçimlerinden hemen sonra yaşanan Kongre Baskını’nın ardından Trump’ın yeniden dönüşünün çok zor olduğunu düşünüyordum. Belki erken konuşmamak gerekiyor ama şu ana kadar Trump’ın ayakta kalması ve önümüzdeki seçimin en güçlü başkan adayı olmasının nedeni, yaşanan krizin derinliği ve bu krizin sözünü ettiğim “Trump ahlakı”nı benimsemiş toplumsal kesimleri kemikleştirmesidir.

Dört… Kötülük ve ahmaklık ABD toplumunun bir kesimini kenetlendirdi. Peki diğer taraf? Diğer tarafta iyilik mi var? Biden’ın bölgemize savaş getireceğini, seçilmesi durumunda daha iyi bir dünya ile karşı karşıya olmayacağımızı ısrarla söylediğimizde bize Marksizm dersi vermeye kalkanlar sonrasında her zamanki gibi sessizliğe gömüldüler. Biden’a umut bağlayan kitlelerin Trump’ın tabanından daha “tercih” edilir olması hiçbir şey değiştirmiyor hatta işleri karmaşıklaştırıyor. Demokrat Parti yönetimi, toplumda ırkçılık, cehalet, dinsel fanatizm gibi olgulardan rahatsız olan geniş bir kesimi istismar ediyor. Sonra sıra gelsin derin hayal kırıklıklarına ve ırkçılığın, cehaletin, dinsel fanatizmin ve hatta faşizmin bu hayal kırıklığından yararlanmasına… 

Biden’ın icraatları ve tükenmişliği Trump’a, Trump’ın yalancılığı ve ahmaklığı Biden’a yarıyor ama hem dünya halkları hem ABD’nin giderek çaresizleşen emekçileri sürekli kaybediyor.

Beş… ABD uzun bir süredir bir rol modeli olmaktan çıktı. Eskiden insanları cezbedecek bir ideolojik-kültürel salgısı vardı ABD emperyalizminin. Bunun ortadan kalkmasını sadece ekonomi ile açıklamak mümkün değil. Çok karmaşık iç ve dış dinamiklerin ürünü olan bu inandırıcılık yitimi ABD’deki sistemin dişlileri arasındaki uyumu tamamen ortadan kaldırdı. Meşruiyet sorunu olmayan bir sistemde ahenk daha kolay sağlanır. Meşruiyet krizi ise elbette dağılmayı hızlandırır.

ABD’de sistem dağılmış durumda. Bu nasıl toparlanır ya da toparlanır mı göreceğiz. Ancak şu anda bazı olasılıkları not etmek gerekiyor.

ABD’deki dağılmanın dünyada sürmekte olan savaşların kapsamının genişlemesine ya da yeni çatışmaların yaşanmasına yol açması beklenebilir. Hatta, ABD’de sistemin birden fazla kurumunun dağılmayı durdurmak için “savaş”ı tercih etmesi güçlü olasılıktır. 

Ancak ABD açısından savaş yalnızca Ukrayna, Filistin, Suriye ya da bir başka coğrafyadaki silahlı bir çatışma anlamına gelmeyebilir. ABD’de bir iç savaş olasılığı da her zamankinden daha yüksek. Trump taraftarlarının fanatizmi ve tepeden tırnağa silahlanmış olması, mülkiyet düşkünü orta sınıfların güvenlik arayışının ürünüdür ama artık çok daha fazlasıdır. Bunun karşısında konsolide olan bir güç yoktur, Biden’ın destekçileri bu açıdan gevşek ve kararsızdır ama ABD’nin yoksul siyahları ve Latinolarının “uysal” diye tanımlanmaları da hiçbir biçimde mümkün değildir. 

ABD’nin bir diğer zayıf noktası, eyalet sistemidir. Ekonomik sorunlar derinleştiğinde ve merkezi yönetimi güçlü kılan ideolojik-siyasi tutkal eridiğinde eyalet sistemi son derece kırılgan hale gelir. Şu anda yaşanan budur. Eyaletlerin her açıdan daha özerk davranma eğilimine girmesi, eyaletler arası ideolojik-kültürel göçün yaygınlaşması, bin bir gerekçeyle tetiklenebilecek bir toplumsal huzursuzluğun bir iç savaşa dönüşebileceğinin göstergeleridir.

Yönetimin ve iki partili siyasal yapının her iki tarafının son derece net siyonizm destekçisi tutumuna rağmen Filistin dayanışmasının toplumda kısa süre içinde çok güçlü bir rüzgar yakalaması örneğinde olduğu gibi, ABD’de bir toplumsal çalkantı ya da iç savaşın düzen sınırları içinde kalmayabileceği de hesaba katılmalıdır. Polis şiddetine karşı geçtiğimiz yıllarda ortaya çıkan geniş çaplı hareketin bazı örneklerde baskın bir sınıf karakteri kazanması ve düpedüz emekçi öfkesine dönüşmesi bu söylediğimizi destekleyen bir olgu olarak değerlendirilebilir.

Bugün itibariyle, ABD’de yönetiminin, bütün kurumlarıyla, sözünü ettiğimiz dağılmayı durdurabilecek bir araca sahip olmadığı gözükmektedir. Ancak düzenin sahipleri içinde bu durumdan kaygılanarak çözüm arayışına girenlerin sayısı hızla artmaktadır. Çözüm ise elbette Biden’ın yerine başka bir aday bulmaktan ibaret olamaz. Zaten bu bir çözüm de getirmez. 

Sorun Trump ya da Biden’ın çok ötesindedir. Ve bütün dünyayı ilgilendirmektedir.

ABD emperyalizmini zayıflatacak her gelişmede hayır vardır. Ancak dünyanın hemen her noktasına bulaşmış olan bu büyük gücün bünyesinde yaşanabilecek sert kırılmaların sonuçlarına hazır olmak gerekir. Fırsatlarla tehditler kendilerini genellikle aynı anda hissettirir. 

Unutmayalım, ABD emperyalizminin Trump’ın kulağındaki kanı çok uzaktaki diyarlara taşıma yeteneği hâlâ var.

Bu güç pazarlıklarla, manevralarla değil, açık ve halk katılımıyla yürütülen bir anti-emperyalist mücadeleyle alt edilebilir. 

                                                                /././            

STK ve şirketlerle mikrokredi işbirliği Samandağlı kadınlara kurtuluş olur mu? -SERAP EMİR*-                               Samandağ Belediyesi’nin bir uluslararası fon kuruluşuyla bir içki şirketini yanına alıp mikrokredi işlerine aracı olmasının, hayal kırıklığıyla sonuçlanabileceğini bilmek gerekiyor.

Kadınlar hem Türkiye’de hem de dünyada çok ağır ve katmanlı sorunlarla karşı karşıya, özellikle de emeğiyle geçinmek zorunda olanlar. Temelde kapitalizmden kaynaklanan bu sorunların kapitalizm içinde çözülemeyeceği doğru ancak acil çözüm bekleyen sorunlarımızdan bir kısmı için bugünden yapılabilecekler olduğu da doğru. Yani mücadele edersek bugünden kazanabileceklerimiz var.

Bugünün değiştirilmesi ve iyileştirilmesi söz konusu olduğunda ise artık neredeyse herkesin söylediği bir gerçek var: Türkiye’de mücadele uzunca bir süredir sandığa kilitlendi. Bu değiştirilemediği oranda siyaset içeriksizleşerek aynılaşmaya, seçimler bir aritmetik jimnastiği olmaya ve insanlar gündelik yaşamlarındaki değişimi, iyileşmeleri sandıktan beklemeye devam ediyor, edecek de. 

En son 31 Mart yerel seçimlerinde de aynısı oldu. Sol partilerin kazanmaya yakın olduğu belediyeler heyecan yarattı, kazanılan birkaç yerde insanlar umutlandı, beklentileri arttı. Ne güzel. Üstelik belediyeler söz konusu olduğunda dar da olsa bir oyun alanı var. Yani ilkeli, planlı ve halkçı bir belediyecilik ile kentte pekâlâ bir şeyler iyileştirilebilir, beklentiler bir miktar da olsa karşılanabilir. Özellikle de kadınlar için. Örneğin bakım yükünü kadınların üzerinden alacak yaygın ve ücretsiz belediye kreşleri, şiddete karşı kurulacak bir destek birimi ya da kadın istihdamını artıracak kimi önlemler ilk aklıma gelenler. Ama, insanların umutlanmasına vesile olan bir belediyenin, temel işlevi mikro-kredicilik olan bir vakıfla ve bir şirketle yan yana gelip “kentteki kadınlar yararına güzel şeyler yapacağız” diyeceği, doğrusu benim aklıma gelmezdi. Hatay Samandağ Belediyesi’nin Oxfam KEDV (Kadın Emeğini Güçlendirme Vakfı) ve MEY İçki ile birlikte yürüttüğü “Gastronomi Köyü” projesinden söz ediyorum. 

Projeyi ve detayları Cumhuriyet yazarı Zeynep Oral’ın köşesinden okumak mümkün.1   

Yazıdan anlaşılan, proje 6 Şubat depreminden önce Samandağ Kadın Kooperatifi ile Samandağ Belediyesi arasında başlatılıyor, ancak belediyeden kiralanan bina depremde hasar görüyor ve proje yarım kalıyor. Şimdi ise “sürdürülebilir bir gelecek ve Samandağlı kadınların liderliğinde bir turizm merkezi” için Oxfam KEDV ve MEY İçki de projeye dahil oluyor. 20 dönümlük bir arazi köy haline getirilecek ve şehir dışından ziyaretçilerin gelip konakladığı, geleneksel yemekleri tattıkları, belli ki “köy hayatını deneyimledikleri” bir turizm mekanı olacak. Bu mekanda da, şimdilerde gastronomi eğitimi alan Samandağlı kadınlar çalışacak. 

Projeye katılan kadınların heyecanını tahmin edebiliyorum, depremin alt üst ettiği kentte kadınların emek verecekleri işlere sahip olmaları başlı başına mutluluk verici. Ancak Samandağ Belediyesi’nin bir sermaye grubuyla ve 90’lı yıllarda yıldızı parlayan bir uluslararası yardım kuruluşuyla, kadın meselesinde “işbirliği” yapmayı tercih etmesi kaygı verici.

Yıllarca toplumun en yoksul kesimlerine, özellikle de kadınlara bir kurtuluş reçetesi olarak pazarlanan mikro-krediciliğin veya buna dayanan herhangi bir projenin Samandağlı kadınlara bir kurtuluş olacağından şüphe duyulmalı.

Konuya biraz daha yakından bakalım. İki ortaktan biri, Oxfam KEDV. Kurucu Başkanı, Şengül Akçar.

Sabancı Vakfı’nın sitesinde Akçar’a ayrılan sayfada şöyle yazıyor2:

Akçar, KEDV ile Türkiye'de ilk kez gerçekleştirilen mikro-kredi uygulamasını, MAYA'yı hayata geçirdi. KEDV'in bir iktisadi işletmesi olarak Haziran 2002'de faaliyete başlayan MAYA, küçük çaplı işleri olan dar gelirli kadınlara, işlerini geliştirebilmeleri ve ekonomik hayata aktif olarak katılabilmeleri için küçük miktarlarda kredi veriyor.”

Sayfanın devamından KEDV’in kredi kaynaklarından birinin de Sabancı Vakfı olduğunu ve iki vakfın Mikro Girişimci Kadınlar İş Portalı üzerinden ortaklık kurduklarını da anlıyoruz. Türkiye’de mikro-kredinin öncüsü olmakla övünen KEDV, 2020 yılında, dünyanın en büyük uluslararası yardım kuruluşlarından olan İngiltere merkezli Oxfam’a dahil oluyor ve adı Oxfam KEDV olarak değişiyor. 

Oxfam’ın Türkiye hariç 20 ülkedeki temsilciliklerinin tamamının Oxfam ve menşe ülke adından oluştuğu, tek istisna olarak KEDV’in de Oxfam’ın Türkiye temsilciliği olduğu görülüyor.

İnternet sitesinde Oxfam kendisini “1995’ten bu yana yoksulluğa, eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşı mücadele eden bir sivil toplum kuruluşu” olarak tanıtıyor. Onu benzerlerine kıyasla okura daha aşina kılan ise şu her yıl yayımlanan “dünyanın en zengin yüzde …’i toplam gelirin yüzde ….’ine el koyuyor” haberlerine kaynak olması. Oxfam’ın yoksulluğa karşı mücadelede vardığı en radikal nokta da burası. Bu raporlar Davos gibi zengin kulüplerinde “servet vergisi alınsa bari” önerilerine meze oluyor. Toplam bütçesi milyar dolarları bulan Oxfam’ın en temel gelir kaynağı da emperyalist devletler ve bu zengin kulüplerinden gelen bağışlar. 

Biz, Oxfam’ın Türkiye’de kendisine ortak olarak seçtiği KEDV’e dönelim. Akçar, bir mülakatta şöyle diyor:

Kadınlara iş ve ürün geliştirme hizmeti, mikro kredi ve pazarlama desteği sağlayarak ekonomik bağımsızlıklarını destekliyoruz. Kadın Kooperatifleri hareketini 21 yıl önce başlattık. Kadın kooperatifleri bugün hem kadın istihdamını artırma potansiyeli taşıyan önemli bir seçenek hem de kadınların kamusal alana kollektif liderlikleriyle çıkmaları için bir araç olarak benimsenmiş durumda.”

Akçar’ın sözünü ettiği kooperatif modeli, mikro-kredinin doğasına da çok uygun. Mülksüz ve borcu ödeyememe riski yüksek olan yoksullar, ancak 5-10 kişi bir araya gelip birbirlerinin borcuna kefil olduklarında mikro-kredi kullanabiliyorlar. STK’lar da tam olarak burada devreye giriyorlar, bankaya veya STK’ya karşı yüksek faizle borçlanacak insanları bir araya getirerek süreci yönetiyorlar.3 KEDV’in Türkiye’de öncüsü olduğu model, işte bu.

Akçar’ın yukarıdaki alıntıda sözünü ettiği iş ve ürün geliştirme, yalnızca işletme açmakla sınırlı değil. KEDV, tam kurulduğu ve geliştiği 80’ler ve 90’ların ruhunu taşıyor. Özal dönemini anımsatırcasına, devletin veya belediyelerin yurttaşlara ücretsiz olarak sağlaması gereken kamusal hizmetleri de iş ve ürün geliştirme yelpazesine dahil ediyor. 

Örneğin bir mahallede kreş ihtiyacı mı var, birkaç kadın toplanıp KEDV’e başvuruyor, KEDV kadınlara bir kooperatif kurdurup onun üstünden kredi veriyor, bununla kreş açılıyor ve sonunda kadınlar kreş işletmesinin başına geçiyor. Günün sonunda hem kadınlar borçlanmış hem de mahalleye ücretli bir kreş açılmış oluyor. Kamusal hizmetmiş, ücretsiz kreş talebiymiş, devletin yükümlülükleriymiş, bunların esamesi okunmuyor… 

KEDV kadınlara iş geliştiriyor, önlerini açıyor, hatta bu arada devlete “koşul dayatmayı da bıraksanız, mevzuatı falan rahatlatsanız” diye akıl veriyor:

Kadın kooperatiflerine baktığımızda, bunların hepsi ciddi bir iş yapıyor. Bir kere çocuk eğitim ve bakımı gibi bir alanda kamu hizmeti veriyorlar. Çocuk yuvaları işletiyorlar. Bu alanı düzenleyen mevzuatta esneklikler sağlanabilse, hemen her mahallede kadınlar kooperatif kurabilir ve bu hizmetleri verebilirler. Örnekleri var. 20 çocuk kapasiteli bir yuva açsalar bile en az 2 kadına istihdam sağlıyor. Bu yaşlardaki çocuk sayısı dikkate alınırsa, 200 bin kadın istihdam edilebilir."4

Mikro-kredicilik, 80’lerden başlayarak estirilen devletin kamusal alandan çekilip küçülmesi gerektiği rüzgarını arkasına aldı ve 90’larda büyüyüp serpilen STK’lar aracılığıyla 2000’lerin başında Türkiye’de de yaygınlaştırıldı. Toplumun en güvencesiz kesimlerine bir çeşit yakayı kurtarma hayali olarak pazarlanan bu borçlanma yolu, hem yoksulları yeniden sisteme bağlıyor hem de devletin çekildiği kamusal alana sivil toplumculuğun girmesine yardımcı oluyordu. 

Pazarlamanın hedef kitlelerinden biri de işsizlik oranlarının, sömürünün ve güvencesizliğin daima yüksek olduğu kadın emekçilerdi. Bugüne dek milyonlarca kadın, kendi işini kurma hayalleriyle mikro-kredi adı altında yüksek faizlerle borçlandırıldı ve büyük balığın küçük balığı yediği piyasa koşullarında tutunamayıp battı. 

İşte STK’lar, vakıflar ve onları fonlayan sermaye grupları, kadın yoksulluğuna karşı yıllarca böyle mücadele etti… Sonra onlar gazetelerde baş köşelere taşınıp “kadın emeğinin dostu” oldular; hayal sattıkları milyonlarca kadın ise borç batağına saplandı ve kendilerine yine 3. sayfalar kaldı.   

Kulağa “abartılı” gelebilecek bu durumun kanıtı, mikro-kredilerin çıkış ve çöküş öyküsü.5 Dünya Bankası ve IMF yanında uluslararası bankaların, hükümetlerin ve STK’ların içinde olduğu bu devasa mekanizmanın yoksulluğun azaltılmasıyla en ufak bir ilgisi yok, aksine kitlesel intiharlara ve yoksulların daha da yoksullaşmasına neden oluyor. Bu söylediğim ise hem saha araştırmalarıyla, hem üzerine yazılan kitaplarla hem de intiharlarla ilgili yayımlanan sayısız gazete haberiyle ortaya konmuş bir gerçek. Özellikle Hindistan’da hükümetin ve uluslararası bankaların teşvikiyle mikro-kredi kullanan, içlerinde kadınların da yer aldığı 100 bini aşkın çiftçinin intiharları en çarpıcı ve üzücü örneklerden biri.

KEDV’in kurucusu Şengül Akçar da bu modelin dünya genelinde ortaya koyduğu sonucun ne olduğunu iyi biliyor. Nitekim, Birikim Dergisi’ne verdiği mülakatta mikro-krediciliğe hep “kadınları borçlandırdığı için” itiraz edildiğini belirtiyor ve soruyor: 

Eğer kadınların bu mikro girişimlerinin kredilendirilmesine karşıysak, onlara sunduğumuz alternatif ne? Evde oturup, sosyal yardımlardan yararlanmak mı? Bence kadınların finansa erişimine itiraz etmektense, dünyadaki mikro finans sektörüne bakıp, uygulamaların yanlışlarına itiraz etmek gerekiyor.”

Öncelikle bir yanlışı düzeltelim: Sosyal yardımlarla eleştirdiği AKP de mikro-kredi konusunda tam olarak Akçar gibi düşünüyor. Özellikle iktidarlarının ilk yıllarında bizzat kendi bakanları eliyle bu işi yürüttüler, AB destekli hibe programları ve KOSGEB aracılığıyla binlerce kadını borçlandırdılar. Erdoğan 2017’de yaptığı bir konuşmasında mikro kredi uygulamasından 160 bin kadının yararlandığı ile övünüyordu.6

Diğer yandan Akçar’a göre düşük gelirli kadınların sadece iki alternatifi var, ya kredilerle borçlanıp “iş hayatına” atılarak birer girişimci olmak ya da evde oturup sosyal yardım almak. Bu dünyada işçilere yer yok.
 
Oysa milyonlarcamız ayın sonunu getirebilmek için köle gibi çalışıyoruz, tatil demeden, mola demeden, bazen güneşi bile görmeden… Ne kadar bıksak da her işyerinde az çok benzer koşulların olduğunu bilerek, birlikte mücadele ederek çalışıyoruz. Tam bu noktada “İşte…” diyor Akçar, “madem koşullarınız bu kadar kötü, bırakın işi, biz mikro-kredi verelim kendi işinizin patronu olun.” Mücadeleden alıkoyuyor, hayal satıyor.

Akçar’ın sattığı hayallerin her dönem alıcısı çıkıyor, çünkü hep çaresiz hisseden kadınlar bulunabiliyor. 

Ama Samandağ Belediyesi’nin bir uluslararası fon kuruluşuyla bir içki şirketini yanına alıp bu işlere aracı olmasının, hayal kırıklığıyla sonuçlanabileceğini bilmek gerekiyor.

* Kadın Dayanışma Komiteleri Sözcüsü

(soL)

                     


Sahaflar Çarşısı(XIV) / Dünyayı değiştiren kadın: Aleksandra Kollantai'ın Sevgi Yolları - Özkan Öztaş/soL-Kültür

 Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Yusuf Şaylan'la birlikte Aleksandra Kollantai'ın Sevgi Yolları kitabını konuşuyoruz.

Ankara'da da tarihe direnen mekanların sayısı azalıyor her yerde olduğu gibi. Yusuf Şaylan'la bu buluşmamızda bu mekanlardan birinde bir araya geliyoruz. Meşrutiyet Caddesi'ndeki Boğaziçi Pastanesi'nde konuşacağız bu haftaki kitabımızı. Yusuf ağabey geldiğinde, yüzünde güleç bir ifadeyle sandalyesini çekip oturuyor. 

"Eskiden burası bak, tam şu karşıdaydı. Sonra buraya geldi. Nerden baksan altmış, yetmiş yıllık tarihi var buranın" diyor. Sabah erken saatler olmasına rağmen epey kalabalık. "Çaylarımızı söyleyelim önce" diyor Yusuf ağabey. Kendisi mekanın müdavimlerinden olunca oturanlardan çalışanlarına kadar birçok kişiyle sohbet ediyor çaylar gelene kadar. 

Çaylar gelince çantasından kitabını çıkarıyor. Bu hafta sosyalizm ve kadın mücadelesinin önemli isimlerinden biri olan  Aleksandra Kollantai'ı konuşacağız. Yusuf Şaylan parmakları masanın üzerinde "hazırım" der gibi. "Başlayalım mı?" diye soruyorum, evet dercesine gözlerini kırpıyor. 

Peki ya devrimden sonrası?

Kollontai, sosyalizm tarihine damga vuran, edebiyat ve politika dünyasında önemli bir yere sahip olan bir figür. Yusuf Şaylan  Aleksandra Kollantai'ın Sevgi Yolları kitabını özellikle de devrimden sonraki süreci kavramak adına okunması gerektiğini vurguluyor. 

"İnsan bu döneme dair kitapları okuyunca, anlıyor ki hayat pek de öyle tek düze değil. İnsanın kendisi bir yanıyla da çok zor bir mevzu. Hatalar yapıyor, bazen bunlardan ders çıkarıyor ya da bazen hiç akıllanmıyor. Ama her seferinde komünistlerin daha iyisini yapmak ve daha iyisini kurmak için ellerinden geleni yaptığını gösteriyor tarih bize. Hatta bana kalırsa devrimi yapmak yaprağı yerden kaldırmak gibi bir şey. Esas mevzu ondan sonra başlıyor. Yeni insanı yaratmakta yani asıl konu.

Şimdi böyle deyince devrimi hafife alıyorum gibi anlaşılabilir. Maksadım bu değil ama devrimden sonra esas işin başladığının özellikle altını çizmek isterim. Aleksandra Kollantai işte bu açıdan zengin bir malzeme sunuyor bize. Bir de her şey bir yana kadın gerçekten inanılmaz bir kadın. kavgacı, inatçı, direngen, narin, hırçın, suskun, çığırtkan... Yani bir insanda mevcut olan her şey var. Ama öyle bir tarih bilinci ve birikimi var ki işte o her insanda olan özellikler Aleksandra Kollantai'da bir yeteneğe ya da avantaja dönüşüyor adeta. Biraz klişe gibi gelebilir 'Kadın Olmadan Devrim Olmaz, Devrim Olmadan Kadın Kurtulmaz!' sözü. Ben pek severim bu cümleyi. Aleksandra Kollantai biraz da bunun neden ve nasıl olduğunu anlatıyor bize kitabında"

                                                        Aleksandra Kollantai

Bolşeviklerin tüm erdemlerine sahip bir kadın

Kollontai, sosyalist hareketin en önemli isimlerinden biri. 1917 Ekim Devrimi'nde aktif rol aldı ve Sovyetler Birliği'nin ilk kadın bakanı olarak tarihe geçti. Kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki çalışmalarıyla devrimci mücadelede kadınların yerini güçlendirdi. Onun eserleri, kadınların toplumsal hayatta ve devrimci mücadelede aktif rol almaları gerektiğini savunan güçlü birer manifestodur.

"Sevgi Yolları" edebi ve politik bakışını yansıtan bir eser. Bu kitap, sadece bir aşk hikayesi değil, aynı zamanda dönemin toplumsal ve politik dinamiklerini derinlemesine irdeleyen bir çalışma. Bugün de geçerliliğini koruyan temalarıyla, bireylerin toplumsal sorumlulukları, emekçi sınıfın mücadelesi ve devrimci bir bilincin inşası gibi konuları işliyor.

Kitap üç öyküden oluşuyor ve her biri farklı bir kadının devrimci mücadelesini anlatıyor. Vassilissa, olay örgüsünde öne çıkan karakterlerden biri. Vassilissa, Bolşevik Parti'ye katılmadan önce bile savaş karşıtı bir duruş sergileyen, idealleri uğruna mücadele eden bir kadın. Kollontai'nin güçlü kalemi, bu karakterler aracılığıyla sevgi, fedakarlık ve devrimci bilincin iç içe geçtiği bir dünyayı tasvir ediyor. Kitap, kadınların devrimci hareket içindeki yerini ve önemini vurgularken, sevginin ve insan ilişkilerinin politik mücadeledeki rolünü de gözler önüne seriyor.

Ancak Yusuf Şaylan bu özelliklerin dışında çok önemli olduğunu düşündüğü bir ayrıntıya dikkat çekiyor. Kitabın arka sayfalarında bir satır arasına saklanmış ve tarihi her şeyi baştan aşağı daha dikkatli okumamızı gerektiren bir ayrıntı bu. Yusuf Şaylan burayı anlatırken biraz iç çekiyor ve sakin sakin, kendinden emin ve rahat bir şekilde konuşuyor:

"Bak buraya şimdi, İlya Ehrenburg da anlatıyor Aleksandra Kollantai'ı. Bu ifadelere bakar mısın? 'O eski Bolşeviklerin bütün erdemlerine sahipti.  Sıradan işçilerle rahatça konuşabilme yeteneğini de içeren yüksek bir zeka. Sanatla yakından ilgilenir, çağdaş edebiyatı - ki bu sadece Rus edebiyatıyla sınırlı değildi- ta­nırdı. Bütün eski Bolşevikler gibi inançlarını söylevlerde ve konuşmalarda yaptığı itirazlarda dile getirebilirdi. Konuşmacı olarak ün­lüydü ve sonraları diplomat olarak sözlerini yazılı kağıttan okuma gereksinimini duymamıştı. Bu kadının doğal tavırları insanları cezbediyordu. Soğuk İsveç Kralı'yla da maden işçileriyle konuştuğu gibi teklifsiz konuşur ve her zaman kendi olarak kalmayı başarırdı. Evindeki hizmetçi kızı bana 'özel sekreterim' diye tanıştırmıştı. Elçilikte masaya hep birlikte oturulurdu. Çalışanlar, şoför ve hizmetçi kız."

Bu pasajı okuduktan sonra duruyor Yusuf Şaylan ve gülümsüyor. Yüzünde gururlu bir tebessüm beliriyor. Ve tekrar ediyor, "Elçilikte masaya birlikte oturulurdu. Çalışanlar, şoför ve hizmetçi kız." 

Arkasına yaslanıp devam ediyor Şaylan, "Açıkcası sosyalizm güçlüyse bu yüzden. Ya da güçsüz olduğu anlarda bu özelliklerinden uzaklaştığı için diyebilirim. Bunlar hiçbir kitapta yazmaz. Hiçbir kitapta elçilikte diplomatik bir göreviniz varsa masaya şoförünüzle birlikte oturun yazmayacaktır da. Ama bir komünist diyelim ki yabancı bir ülkede diplomatlık görevindeyken, protokol bir misafiri geldiğinde onu şoförüyle eşitleme erdemine sahip olan değil midir? Mesela bu pasajı okurken aklımıza diplomatik bir saygısızlık ya da tuhaf bir şey gelmiyor değil mi? Sence Aleksandra Kollantai saygısızlık etmiş midir? Ya da sosyalizm deneyimine tuhaf düşecek bir bayağılık mıdır bu davranışı. Bak sorarken bile gülüyorsun. Öyle değil çünkü. Her misafirinde derin izler bırakan örnekler bunlar. İşte biz komünistler biraz böyleyiz. Eşitlik konusu yaşamı kavrayışımızda belirleyicidir. Basit ve düz bir mevzudan söz etmiyorum elbette. Bir de o dönemleri düşün. Aleksandra Kollantai ilk kadın bakan. Aynı zamanda diplomat. O yıllarda kadının adı bile yok. Ancak Sovyetler Birliği her alanda kadınlarla erkeklerin eşitliğini var etmeye çalıştı. Ve tarihin gördüğü en büyük başarılara imza attı." diyerek tamamlıyor sözlerini.

                                                                      Yusuf Şaylan

'Çeliği güçlü kılan esneyebilmesidir bir yanıyla'

Günümüzde Kollontai'ın fikirleri ve eserleri hala ilham verici. "Sevgi Yolları", sosyalist kadın hareketin klasiklerinden biri olarak kabul ediliyor. Kadınların özgürleşmesi, toplumsal cinsiyet eşitliği ve devrimci mücadele konularındaki görüşleri, bugün de geçerliliğini koruyor. Kitap, genç kuşaklara kadın mücadelesinin köklü tarihini ve bu mücadelenin bugünkü önemini hatırlatıyor.

Aleksandra Kollantai'ın devrimden sonrası için yazdığı birçok şey bir yanıyla kitapta yazılanlar ile uygulamadaki farklar arasındaki açıyı da anlamak adına önemli. Şaylan buraya özellikle dikkat çekiyor. 

"Bu eğilip bükülmek anlamına gelmemeli. Zor bir detay ama anlatmaya çalışayım. Yazılanları baz alacaksak eğer su kaç derecede kaynar mesela? 100 derece değil mi? Şimdi suyu o dereceye kadar getiren bir kişi su hala kaynamadıysa ne yapacak? Hayata mı küsecek? Yoksa 'Su zaten kaynamıyormuş bizi kandırmışlar' mı diyecek? İşte çelik bir irade burada birazcık esner. Eğilip bükülmez, ama esner. Çünkü bazı yüksekliklerde suyun daha yüksek derecelerde kaynayacağını öngörür ya da bilir. Ateşi körükler, daha çok odun taşır. İşte Kollantai'ı okumak bu açıdan önemli diyebilirim. Pratikler o teorik gerçeklerden beslenir ama çoğu zaman birebir örtüşmez. Komünistlerin eğilip bükülmemesi bir yana, teorinin o kavramsal ifadelerin karşısına kırılmamasının bir nedeni de budur. Çünkü kitapta yazılanlar hayata bir izdüşümü olarak geçmez. Farklılaşır.

Öyle zamanlarda insan esner. Ve daha iyisini yapmak için konumlanır. Mesela öyküdeki kahramanımızdan yola çıkarak bir örnek verelim. Kadın, eşi tarafından terk ediliyor ve bir çocukla yapayalnız kalıyor. Terk edenin de terk edilenin de kitabında yazmıyor böyle şeyler. Evet. Ama kadın da bu böyle olduğu için hayata küsmüyor. Kreş mücadelesi başlatıyor ve kreşler açmaya başlıyor. Bu tür zorluklar ya da nesnel durumlar daha iyisini yapmak için her zaman daha fazla mücadele edilmesi gerektiğini gösterir. Ama o nesnelliğe uygun olarak. Kaynama noktasını her daim arayarak, o topraklara özgü olanı bulup tarihsel olanla buluşturarak. Ama illa ki mevzuyu kökünden ele alarak. Geçiştirmeden ve basit olan çözümlerle vakit kaybetmeden."

Duruyor ve sessizliğe dalıyor Şaylan. Düşünüyor biraz sessizce ve gülümseyerek bir beyit okuyor. 

"Bir bağ ki viran ola içi dikenle dola 

Ayıklamak n'eylesin od ile yanmayınca" 

Kimden bu dercesine bakıyorum gözlerimi kısıp. "Yunus Emre'den bu. Çok devrimci bulurum bu dizeyi. Viran olup dikenle dolan bağı ayıklamak yetmez. Yakacaksın. Başka çaresi de yok. Bu kitabı tekrar okuyunca bu beyiti tekrar tekrar anımsadım. Bak gördüğün gibi Anadolu insanı bu tür örneklerde pek bi mahirdir. Baktı ayıklanacak yanı yok, yakar atar viran bahçeyi. Bizim insanımız biraz da öyle değil midir? Pire için yorgan yakar. İşte o zaman daha iyisini kurmak kalır geriye" diyor ve yüzündeki gülümseme biraz daha belirginleşiyor. 

"Sevgi Yolları", bireysel özgürlükler ile toplumsal sorumluluklar arasındaki dengeyi arayan bir eser olarak, günümüz okuyuculara önemli mesajlar veriyor. Kollantai’ın cesur ve öncü duruşu, bugün de ilham vermeye devam ediyor. Kadın mücadelesinin önemli ismi Kollantai için soL'da ve Gelenek Dergisi'nde yazılan yazıları da hatırlatıyor Yusuf Şaylan." Okurlar bir ara ona da bakmak isterler belki" diyor. 

Aleksandra Kollantai'ın Sevgi Yolları kitabının kapağını kapatıyor ve kitabı çantasının içine koyuyor. Bugünlük bu kadar diyoruz. Haftaya Türkiye tarihinin ilginç sayfalarından birine bakacağız. Kalkmadan önce "Bir çay daha içeriz bence" diyor Şaylan ve daha cevabı almadan garsonun yanına gidiyor siparişi vermek için. Tüm masalar Aleksandra Kollantai'ın elçilik masasındaki buluşma sahnesini andırıyor, bir emekçi bahçesi gibi. Çaylarımızı yudumlayıp kalkarken haftaya buluşmak üzere sözleşiyoruz.

Özkan Öztaş/soL-Kültür 

14 Temmuz 2024 Pazar

Alman basını yayınladı: Almanya'nın 'savaşta acil durum' planları ortaya çıktı + Mısır'dan tanıdık bir yöntem: Sıcak para için Suudi Arabistan'a toprak satabilir (soL)

Alman basını yayınladı: Almanya'nın 'savaşta acil durum' planları ortaya çıktı

Der Spiegel ve Bild gazetelerinin iddiasına göre, Almanya'daki kritik otoyollar savaş zamanı askeri sevkiyat için sivil trafiğe kapatılıp tamamen NATO'nun kontrolüne bırakılacak.

Alman Der Spiegel ve Bild gazeteleri, Alman Savunma Bakanlığı'nın Rusya ile olası bir askeri çatışma için acil durum planları hazırladığını iddia etti.

Konuya ilişkin belgelerin eline geçtiğini bildiren iki gazete, planın, Almanya'nın NATO birlikleri için önemli bir geçiş ülkesi olarak hizmet etmesini öngördüğünü ve nüfusunun ve sivil hizmetlerinin yabancı askeri personele yardım etmesinin beklendiğini aktardı.

Almanya hükümeti, geçtiğimiz ay, zorunlu askerlik ve üreticileri savaş malları üretmeye zorlama gibi önlemleri içerecek şekilde, 1989'dan bu yana ilk kez savaş zamanı yönergelerini resmi olarak güncellemişti.

Der Spiegel, cuma günü yayımladığı raporunda, gizli "Operasyonel Plan Almanya" (OPLAN DEU) kapsamında, ülkenin üç ila altı ay içinde Hollanda ve Belçika'daki limanlardan Doğu'ya doğru 800 bin NATO askerin yanı sıra tanklar ve diğer donanımlar dahil yaklaşık 200 bin aracın geçişini ayarlayabilmesi gerektiğini iddia etti.

Bu kapsamda, birkaç önemli otoyol askeri sevkiyat amacıyla kullanılacak. Bu da bu yolların sivil trafiğe kapatılacağı anlamına geliyor. Her iki medya kuruluşunun iddiasına göre, yerel halkın yoldan geçecek askeri personele yiyecek, barınma, dinlenme alanları ve yakıt sağlaması bekleniyor.

Der Spiegel, Federal Sivil Koruma ve Afet Yardımı Ofisi Başkanı Ralph Tiesler'in, "düşman aktörlerin NATO birliklerinin hareketini sabotaj veya füze saldırısı yoluyla engellemek veya yavaşlatmak için önlemler alabileceğini" öngördüğünü aktardı. Alman polisi ve acil durum servislerinin, bu önemli rotaları korumayı ve bunlara yönelik herhangi bir saldırının sonuçlarını ortadan kaldırmayı önceliklendirmeleri gerekeceği bildirildi.

Bir Almanya Savunma Bakanlığı sözcüsünü kaynak olarak gösteren Bild gazetesiyse, Almanya'nın, NATO'nun lojistik merkezi rolünü üstlenecek olmasının yanı sıra, Rusya ile askeri bir çatışma çıkması durumunda topraklarında büyük bir savaş esiri kampı kurmak zorunda kalacağını ileri sürdü.

İki medya kuruluşu, Alman Ordusu (Bundeswehr) Genel Müfettişi Carsten Breuer'in, Berlin'in Moskova ile olası bir askeri çatışmaya hazırlanmak için 2029'a kadar vakti olduğunu tahmin ettiğini aktardı. Gazeteler, Rusya'nın o zamana kadar NATO'ya saldırabilecek bir konumda olabileceğini ifade etti.

Yerel halkın şimdiden bu senaryo için önlemler aldığı ve tatbikatlara katıldığı belirtiliyor. Der Spiegel'in ismi açıklanmayan bir kasabanın belediye başkanını kaynak göstererek aktardığına göre, yerel halk bu çabalara dönük henüz bir coşku göstermedi.

Medya kuruluşu, yetkilinin "Şimdiye kadar çok az kişi 'yeni bir evre'ye girildiğini kavradı" dediğini aktardı.

Son aylarda NATO üyesi ülkeler, Rusya'nın ittifaka dönük saldırı planları yaptığını iddia ediyordu. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin geçtiğimiz ay bu iddiaları "saçmalık" olarak nitelendirmiş ve bu tür söylemleri öne sürenlerin "tamamen delirdiğini" öne sürmüştü.

                                                              /././

Mısır'dan tanıdık bir yöntem: Sıcak para için Suudi Arabistan'a toprak satabilir

Mısır'ın ekonomik krize önlem olarak yabancı yatırım çekme hedefi toprak satma aşamasına vardı. Kahire bu kapsamda stratejik bir noktada bulunan tatil beldesini Suudi Arabistan'a satabilir.

                                                  Ras Cemile turizm bölgesi

Mısır, ülkede gittikçe kötüleşen ekonomik krize karşılık ulusal kalkınma projelerine yabancı yatırım çekmek amacıyla Türkiye'yi andıran bazı önlemler alıyor. Bu önlemler nedeniyle Mısır, bugün topraklarının bir kısmını kaybetme riskiyle karşı karşıya.

Mısır hükümetinden bir kaynağa göre Suudi Arabistan, Mısır Merkez Bankası'ndaki mevduatlarını kullanarak Kızıldeniz kıyısındaki "gelecek vaat eden" Ras Cemile turizm bölgesini ve Mısır'ın birkaç devletle birlikte ortak işlettiği şirketlerini satın almayı önerdi.

RT'de yer alan habere göre, anlaşmayı müzakere eden kuruluş olan Kamu İşletmeleri Sektörü Bakanlığı'ndan bir yetkili, Mısır'ın kendisine dövize anında erişim sağlayacak teklifi önceden onayladığını söyledi. Kahire, Şubat 2024'te BAE ile Akdeniz kıyısındaki Ras El Hekma tatil beldesinin geliştirilmesiyle ilgili olarak 35 milyar dolarlık benzer bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma Merkez Bankası'ndaki 11 milyar dolarlık yabancı mevduatın kullanılmasını da içeriyor.

Suudi Arabistan'ın Mısır Merkez Bankası'ndaki mevduatları yaklaşık 10,3 milyar dolar. Riyad'ın Ras Cemile'nin geliştirilmesine yönelik teklifi, Mısır eğitim şirketi Sera Education'ın yanı sıra gayrimenkul, geliştirme, sağlık, enerji, elektrik, finansal hizmetler ve gıda alanlarındaki diğer şirketlerin kontrol hissesinin satın alınmasını da içeriyor. Yerel medyaya göre, bu anlaşmalar yakında duyurulacak.

Ras Cemile'nin yatırım değeri

Ras Cemile bölgesi şu anda popüler bir dalış noktası. Güney Sina Valiliği'ndeki Şarm El Şeyh Uluslararası Havaalanı'na yaklaşık 11,5 km uzaklıkta. Ras Cemile, Mısır'ın 2016 yılında Mısır'da büyük protestolara neden olan belirsiz bir sınır belirleme anlaşması sonucunda Suudi Arabistan'a devrettiği Kızıldeniz'deki Tiran ve Sanafir adalarının tam karşısında yer alıyor.

Suudi yatırımcılar, Ras Cemile'nin Tiran ve Sanafir adalarına yakınlığı ve Şarm El Şeyh ile Suudi Arabistan'ın kuzeybatısında inşa edilen Neom kentsel alanı arasında turizm geliştirme potansiyeli nedeniyle bu anlaşmayı sonuçlandırmak istiyor. Şubat ayında Mısır Kamu Sektörü Bakanı Mahmud Esmat, Ras Cemile bölgesini yatırıma sunma planlarını duyurdu. Esmat'a göre, yaklaşık 860 bin metrekarelik bu alan büyük bir stratejik değere sahip.

                                                       Tiran adasının Mısır'dan görünümü

Devlet varlıklarının satışı

Mısır'ın büyük bir borcu var. Bu, esas olarak ülkenin yeni idari başkentin inşası ve silah anlaşmaları gibi mega projelere yaptığı harcamaların artmasından kaynaklanıyor. Merkez Bankası'na göre, Mısır'ın dış borcu son on yılda dört katına çıkarak 2023 yılı sonuna kadar 168 milyar dolara ulaştı. Bu, ülkenin gayrisafi yurtiçi hasılasının (GSYİH) yüzde 43'üne eşit. Sadece 2023'ün son çeyreğinde Mısır'ın dış borcu 3,5 milyar dolar arttı.

Krizin bir sonucu olarak Mısır hükümeti yardım için Uluslararası Para Fonu'na (IMF) yöneldi. Ülke para birimini yüzde 35'in üzerinde devalüe ederek IMF'den ek kredi aldı. Mart 2024'te IMF, Mısır'ın kurtarma kredisini 3 milyar dolardan 8 milyar dolara çıkarmayı onayladı. Ayrıca IMF, Mısır'ın yaklaşık yüzde 30'luk enflasyonuyla mücadele etmesi için daha sıkı bir para politikası uygulamasını, daha esnek bir resmi döviz kuru benimsemesini, büyük hükümet projelerine yapılan harcamaları azaltmasını ve yakıt sübvansiyonlarını azaltmasını önerdi.

Mısır, ekonomik krizi hafifletmek için 2018'den beri devlet varlıklarını Körfez ülkelerine satıyor. Aynı hükümet kaynağına göre, Suudi Arabistan'ın teklifi ayrıca Mısır ordusuna ait olan Siwa Doğal Su Ulusal Şirketi (SAFI) ve Wataniya Petroleum dahil olmak üzere en az altı kamu şirketini satın almayı da içeriyor.

Ras Cemile anlaşması

Şubat 2024'ün sonunda Mısır, Ras Cemile kıyı bölgesini geliştirme planlarını açıkladı. Kamu İşletmeleri Sektörü Sözcüsü Mansour Abdel Ghani, yerel televizyona verdiği röportajda Bakanlar Kurulu'nun konuyu görüşmek üzere özel bir komite kurduğunu kaydetti. Medya, özellikle 2018'de Riyad'ın Mısır'ın Güney Sina'da kendisine Neom kentsel ve iş bölgesinin bir parçası olacak bir toprak tahsis edeceğine söz verdiğini söylemesi nedeniyle, yatırımcının Suudi Arabistan olduğunu hemen tahmin etti.

Suudi Arabistan'ın Ajlan & Bros şirketi, Nisan ayında Ras Cemile bölgesinde yaklaşık on otel inşa edilmesiyle ilgili olarak Mısır Bakanlar Kurulu'na bir teklif sunarak 1,5 milyar dolarlık yatırım taahhütünde bulundu. Aynı zamanda, Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Mısır ile Ras Cemile Limanı'nı işletme hakkını verecek bir anlaşmaya varmaya çalıştı. Kahire'nin anlaşmayı nakit olarak finanse etme talebi nedeniyle diyalog çıkmaza girdi. Bunun sonucunda Riyad, Mısır Merkez Bankası'ndaki mevduatlarını kullanmayı teklif etti.

Kızıldeniz'deki köprü projesine yakın

Ras Cemile, Mısır'ın 2016 yılında Mısır parlamentosu tarafından onaylanan bir anlaşmanın parçası olarak Suudi Arabistan'a devrettiği Kızıldeniz'deki Tiran ve Sanafir adalarının yakınında yer alıyor. Ayrıca, Kızıldeniz üzerinde yapılması planlanan köprünün bulunduğu yere de yakın. Köprü projesi, Suudi Kralı Salman bin Abdulaziz el Suud tarafından aynı yıl Kahire'ye yaptığı bir ziyarette duyurulmuştu.

Bu durumdan oldukça endişeli olan Mısır halkı, Suudi Arabistan'ın Mısır limanı Ras Cemile'nin geliştirilmesine yatırım yaparak, Akaba Körfezi'nden Kızıldeniz'e giden tek geçit olan Tiran Boğazı üzerinde tam kontrol sağlamayı amaçladığına inanıyor. 

Haritaya bakıldığında, Mısır halkının bu endişesinin yersiz olmadığı görülüyor. Ras Cemile, Şarm El Şeyh tatil beldesinin yanında ve havaalanının kuzeyinde yer alıyor. Bölge, Mısır'ın 8 Nisan 2016 tarihli deniz sınırlarının belirlenmesi anlaşması uyarınca ikinci ada Sanafir ile birlikte Suudi Arabistan'a devrettiği Tiran adasına en yakın nokta.

Bedevi efsanesine göre isimleri Prenses Sanafir ve Tiran adında fakir bir genç adamdan gelen bu iki ada, Şarm El Şeyh'e 40 km uzaklıkta. Tiran Boğazı'nda seyrüsefer yalnızca Tiran ve Şarm El Şeyh arasındaki koridordan mümkünken, diğer rotalar sığ sular nedeniyle uygun değil. Tiran'ın alanı 80 kilometrekare, Sanafir adası ise 33 kilometrekare. Eski zamanlarda Tiran, Hindistan ile Güneybatı Asya arasındaki ticaretin merkezi ve gümrük vergilerinin toplandığı bir Bizans istasyonuydu. Günümüzde berrak suları ve mercan resifleriyle ünlü olan adalar, dalış meraklılarını cezbediyor.

Sina Yarımadası'nın güneydoğusunda bulunan Ras Cemile, Şarm el Şeyh kentinin hemen kuzeyinde yer alıyor. Ras Cemile'nin hemen karşısında Tiran ve Sanafir adaları var.

Mısır'ın bir parçası olarak Tiran ve Sanafir'in tarihi

Mısır'ın adalar üzerindeki egemenliği ilk olarak, Osmanlı İmparatorluğu ile Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa arasındaki savaşa Avrupa'nın müdahale etmesinden sonra imzalanan 1840 Londra Sözleşmesi'nde mühürlendi. Savaş sırasında Kavalalı, Suriye'nin tamamı ve Arap Yarımadası'nın bir kısmı üzerinde kontrol kurdu ve Mısır'ın egemenliğinin tanınmasını talep etti. O dönemde zayıflayan Osmanlı İmparatorluğu, Kavalalı'nın planlarını durduramadı. Bu da Büyük Britanya, Rusya, Fransa, Avusturya ve Prusya'yı savaşa müdahale etmeye zorladı. Avrupa güçlerinin yardımıyla, Kavalalı'nın yalnızca Mısır ile Tiran ve Sanafir adaları üzerinde kontrolü elinde tuttuğu şartlar altında bir barış antlaşması imzalandı.

                                     Osmanlı Devleti'ne isyan eden Kavalalı Mehmet Ali Paşa

1906'da adalar, Mısır'ın İngiliz himayesi altına girmesini öngören İngiliz-Osmanlı anlaşmasıyla Mısır'ın bir parçası olarak tanındı. Ancak 1930'larda yeni kurulan Suudi Arabistan Krallığı, iddiaya göre Hicaz Krallığı'nın bir parçası olan bu adalar üzerinde hak iddia etti. 1956'daki Süveyş Krizi sırasında, Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnasır'ın Süveyş Kanalı'nı millileştirme kararına yanıt olarak Fransız, İngiliz ve İsrail birlikleri Sina Yarımadası'na çıktığında, adalar geçici olarak İsrail ordusu tarafından işgal edildi. Sovyetler Birliği'nin müdahalesinden sonra çatışma sona erdi ve adalar Kasım 1956'da Mısır'a iade edildi. 1967'deki Altı Gün Savaşı'nın bir sonucu olarak Tiran ve Sanafir, tekrar İsrail kontrolüne girdi ancak 1982'de Kahire'ye iade edildi. Mısır ve İsrail arasında barışı tesis eden 1978-1979 Camp David Anlaşmaları'na göre adalar, uluslararası barışı koruma güçlerinin konuşlandırılacağı "C Bölgesi"nin bir parçası haline geldi.

                                         Süveyş Krizi sırasında hasar almış bir Mısır tankı

2010 yılında Mısır ve Suudi Arabistan, karasularının sınırlarının belirlenmesi ve adaların statüsü konusunda müzakerelere başladı. 2016 yılında adaların Riyad'a devredilmesi konusunda bir anlaşma imzalandı. Aynı zamanda, Mısır'ın Şarm El Şeyh tatil beldesi, Tiran adası ve Suudi Arabistan'daki Ras Al Sheikh Hamid'i birbirine bağlayacak olan Kızıldeniz'in üzerinden 50 km uzunluğunda bir köprü inşa edilmesi konusunda başka bir anlaşma imzalandı. Bu belgenin imzalanması, Riyad'ın 1,7 milyar dolar tahsis ettiği Sina Yarımadası kalkınma projesinin bir parçasıydı.

Adaların Suudi Arabistan'a devredilmesi kararı Mısır'da şiddetli protestolara neden oldu. Hem halk hem de ülkenin yargı sistemi bu karara şiddetle karşı çıktı. Ülke genelindeki kitlesel protestolar polis tarafından dağıtıldı. 21 Haziran 2016'da Yüksek İdare Mahkemesi bu anlaşmayı geçersiz ilan ederek, 1906 anlaşmasına aykırı olduğunu ve devlet düzenlemelerini ihlal ettiğini ilan etti. Hükümet 8 Kasım 2016'da bu karara itirazda bulundu, ancak mahkeme bu itirazı reddetti.

Ancak, 2 Nisan 2017'de Kahire Acil Davalar Mahkemesi Mısır ile Suudi Arabistan arasındaki anlaşmanın meşruiyetini tanıdı ve Yüksek İdari Mahkeme'nin kararı geçersiz ilan edildi. 13 Haziran 2017'de adaların devrine ilişkin anlaşma Mısır Parlamentosu tarafından onaylandı. 2018'de de Yüksek Mahkeme, bu anlaşmayı onaylandı.

İsrail'in bölgedeki rolü

İsrail için adaların devri, İsrail'in diplomatik ilişkileri normalleştirmeye çalıştığı bir ülke olan Suudi Arabistan'a baskı uygulamanın bir aracı haline geldi. Camp David Anlaşmaları, her iki adanın da silahsızlandırılmasını ve ABD Başkanlığındaki çok uluslu barış gücü kuvvetlerinin topraklarında bulunmasını şart koştuğu için anlaşma Tel Aviv'in onayını gerektiriyordu.

İsrail, iki adayı Suudi Arabistan'a devretme izni verdi. Ancak Riyad'ın barış gücü birliklerinin çekilmesi konusundaki ısrarı, ABD'nin arabuluculuğunda İsrail, Suudi Arabistan ve Mısır arasında müzakerelere yol açtı. 2022 yazında taraflar, ABD askerleri de dahil olmak üzere çok uluslu barış gücü kuvvetlerinin Sina Yarımadası'ndaki en yakın bölgeye konuşlandırılması ve buradan kapalı devre televizyon (CCTV) kamera sistemi aracılığıyla durumu uzaktan izleyebilmeleri konusunda bir anlaşma imzaladılar.

Anlaşmanın bir parçası olarak Suudi Arabistan, doğuya doğru giden İsrail uçaklarının hava sahasını geçmesine izin vermeyi de kabul etti. Riyad ayrıca hacıları İsrail'den Cidde'ye taşıma olasılığını görüşeceğine söz verdi. Bu konu Washington'ı Umman ile müzakere etmeye zorladı, çünkü Umman İsrail uçaklarının hava sahasından uçmasına izin vermeseydi, Suudi Arabistan ile yapılan anlaşma işe yaramazdı. Nihayetinde Umman, Şubat 2023'te İsrail'e hava sahasından geçme izni verdi.

Aralık 2022'de Mısır beklenmedik bir şekilde üçlü anlaşmayı askıya aldı ve anlaşmanın bazı noktaları konusunda endişelerini dile getirdi. Bunlar çoğunlukla adalara video gözetim kameraları yerleştirilmesi gibi teknik konulardı. Sonuç olarak barışı koruma güçleri henüz geri çekilmedi ve Riyad ile Tel Aviv arasındaki diplomatik ilişkilerin normalleştirilmesi süreci, Ekim 2023'te Gazze'de çıkan savaş nedeniyle sekteye uğradı.

BM güçlerinin çekileceği nokta: Ras Cemile tatil beldesi

Bununla birlikte, Suudi Arabistan geçtiğimiz yıl Tiran ve Sanafir adalarını sadece isimlerde küçük değişikliklerle krallığın güncellenmiş resmi bir haritasında yayınladı. Suudi Arabistan'ın Genel Araştırma ve Coğrafi Bilgi Otoritesi, tüm hükümet kurumlarını bu haritaya başvurmaya çağırdı.

Şu anda, taraflarca çözülmemiş tek konu, adalardaki uluslararası barışı koruma güçlerinin varlığı. Bu konu taraflar arasında çözülürse, BM barışı koruma birlikleri Sina Yarımadası'ndaki "en yakın noktaya" çekilecek. En yakın nokta ise Ras Cemile'nin "geleceğin lüks tatil beldesi" olarak görünüyor.

(soL)

Ozan Bingöl yazdı: İşçiye, emekçiye, memura bir darbe de vergi tarifesinden -SÖZCÜ

Düşük tayin edilen gelir vergisi dilimleri, ücretlinin yıl içinde kısa bir süre içinde üst dilimdeki vergi oranı üzerinden vergilendirilmesine neden oluyor. Bu ise, fazla vergi ödemektir. Gizli vergi zammıdır.

Enflasyon dönemlerinin en büyük kaybedeni ücretliler ve dar gelirlilerdir. Serveti olanların, taşınmazları, taşıtları, malları enflasyonla birlikte değerini korur. Yüksek faiz getirisinden de yararlanırlar. Ama bordro mahkumlarının maaşları enflasyonla birlikte hızla erir. 

Türkiye’de ücretlilerin enflasyonla eriyen maaşları, maaş artışına paralel şekilde artırılmayan vergi tarife dilimleriyle de ayrıca erimektedir. Sadece maaşları değil, yemek istisna hakları ve benzeri diğer istisnalar da eriyip gitmektedir.

DÜŞÜK ARTIŞLAR VERGİ ADALETİNİ DAHA DA BOZUYOR

Mali güce göre vergileme ilkesi Anayasamızın da öngördüğü bir ilkedir. Vergi adaleti yönünde vergi politikası uygulaması açısından da gereklidir. Mali güce göre vergilendirme, esas itibariyle, kişilerin ekonomik ve kişisel durumları göz önüne alınarak vergilendirilmeleridir. Ancak, vergi uygulamalarımız vergi adaletini tesis etmeye yardımcı olmak bir yana, tam tersine bozucu bir şekilde çalışıyor. Aşağıda tarife dilimleri uygulaması bu konudaki çarpıcı örneklerden birisidir. 

TARİFE DİLİMİ NEDİR? NEDEN ÖNEMLİDİR?

Gelir vergisinde artan oranlı vergileme söz konudur. Ücret gelirleri de Gelir Vergisi  Kanununa göre vergilendirildiği için artan oranlı tarife dilimi yoluyla vergilenir.

Gelir vergisinin hesabında, Gelir Vergisi Kanununun 103 üncü maddesinde yer alan gelir vergisi tarifesi uygulanır. Bu tarife artan oranlı dilim usulüne göre belirlenmiştir. Örneğin 2024 yılı için gelir vergisi tarifesi ücretliler için aşağıdaki gibidir.

• 110.000 TL'ye kadar 15%
• 230.000 TL'nin 110.000 TL'si için 16.500 TL, fazlası 20%
• 870.000 TL'nin 230.000 TL'si için 40.500 TL fazlası 27%
• 3.000.000 TL'nin 870.000 TL'si için 213.300 TL, fazlası 35%
• 3.000.000 TL'den fazlasının 3.000.000 TL'si için 958.000 TL, fazlası %40

Yukarıdaki tabloya göre bir ücretlinin yıl içinde elde ettiği ücretin gelir vergisine tabi matrahı ilk dilime gelinceye kadar %15 üzerinden vergilenir. Bu dilim aşılınca, dilimi aşan tutarlar için daha yüksek oran uygulanır ve ücretlinin eline geçen net maaş düşer. Artan oranlı vergileme nedeniyle ücretlinin yıl başındaki ve yıl sonundaki maaşı farklılaşır.

DÜŞÜK TAYİN EDİLEN VERGİ DİLİMLERİ GİZLİ VERGİ ZAMMIDIR

Tarife dilimleri, ücretlilerin yıl başındaki net maaşlarını ilerleyen aylarda azaltan bir unsur olduğu için çalışanlar için büyük önem taşır. Düşük tayin edilen gelir vergisi dilimleri, ücretlinin yıl içinde kısa bir süre içinde üst dilimdeki vergi oranı üzerinden vergilendirilmesine neden olur. Bu ise, fazla vergi ödemektir. Gizli vergi zammıdır.

Tarife dilimleri yıllardır olması gereken düzeyin altında belirlenmektedir. Birincisi, mevzuattan kaynaklı olarak her yıl yeniden değerleme oranının %5’i aşmayan kesirlerinin tarife dilim artışında dikkate alınmamasıdır. Oysa aynı mevzuatı yapanlar, maktu ÖTV artışını yapanlar virgülden sonraki dört haneyi de esas alarak vergi artışları yapıyorlar. Yani kuruşun binde birini bile dikkate alıyorlar. İşçinin hakkı olan tarife dilim artışında, yemek bedeli istisna tutarı artışında ve benzeri alanlarda ise %5’e kadar olan kısmı siliveriyorlar. 

ASGARİ ÜCRETİN 21 KATINDAN 5,5 KATINA KADAR DÜŞTÜ

Aşağıdaki tablodan da görüldüğü üzere 2000 yılında gelir vergisi tarifesinin ilk dilimi bir aylık brüt asgari ücretin 21 katına denk gelmekteydi. 2010 yılından itibaren ilk gelir dilimi asgari ücretin bir yıllık brüt tutarının altında kalmaya başlamıştır. 2024 yılında 5,5 aylık brüt asgari ücret tutarı toplamı gelir vergisi tarifesinin ilk dilime eşit olmaktadır. Bunun anlamı şudur, vergi tarife dilimleri maaş artış oranını takip edememiş, bundan dolayı ücretli maaş artışlarının bir kısmını yine vergi olarak ödemek zorunda kalmıştır.

ÇALIŞANLARIN VERGİ KAYBI NE KADAR? 

2000 yılında gelir vergisi tarifesinin ilk dilimi brüt asgari ücretin 21 katı idi. Bu oranı bugüne uyarladığımızda gelir vergisi tarifesinin ilk diliminin 420.000 TL olması gerekiyor. Oysa 2024 yılı için gelir vergisi tarifesinin ilk dilimi 110.000 TL’dir. 2000 yılında ikinci gelir dilimi birinci gelir diliminin 2,5 katı idi. Buna göre ikinci gelir dilimi de 1.050.000 TL olmaktadır. Bunun anlamı 2000 yılındaki gibi bir sistem olsa çalışanlar ilk vergi dilimine matrahları 420.000’lirayı aştığında girecekti. Örneğin brüt maaşı 40.000 TL olanlar yıl boyunca aynı oran üzerinden vergilenecek, çalışanların büyük bir çoğunluğu ise bir üst dilime dahi geçmeyecekti. 

Konunun daha net anlaşılması için olayı örneklerle somutlaştırmak istiyorum. Bunun için mevcut durum ve 2000 yılındaki ilk dilim-asgari ücret orantısına uygun gelir dilimleri için bazı brüt maaşların vergi kayıplarını tek tek hesapladım. Buyurun tablo aşağıdadır:

Yani bugün ortalama 60.000 TL brüt maaş ile çalışan bir vatandaş, politik tercihlerin bir sonucu olarak bu yıl için 42.240 TL daha fazla gelir vergisi ödemiş olacaktır. Yukarıdaki tablo bize, ücretlinin tarife dilimi nedeniyle uğradığı kaybın bir yıllık dönemde bile ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Son 24 yıl için yapılacak hesaplamada çalışanın kaybının çok büyük tutarlara ulaşacağı açıktır. 

Tarife dilimindeki artışın yeniden değerleme oranında artırılmaması, %5’lik kesirlerin dikkate alınmaması nedeniyle yapılacak hesaplamalarda da çalışanların tarife dilimindeki eksik artış nedeniyle önemli tutarda kayba uğradıkları görülmektedir. 

Neresinden bakarsanız bakınız bu tablo, vergi sisteminin çalışandan, ücretten, emekten yana olmadığını göstermektedir.

VERGİ TARİFE ZULMÜNE NEDEN SON VERMİYORLAR?

Doğumdan ölüme, iğneden ipliğe, ekmekten suya kadar her şeye vergi ödeyen bireyler olarak sormak hakkımız.

Damga vergisi, harçlar ve diğer pek çok vergi artışında yeniden değerleme oranı kuruş kuruşuna uygulanırken, ÖTV maktu artışlarında bir kuruşun binde biri tutarındaki artış bile dikkate alınırken yıllardır gelir vergisi dilimleri üzerinden bordro mahkumuna yıllarca neden gizli vergi zammı yapılmaktadır. 

Vergi torba yasasındaki önemli amaçlardan birinin de vergi adaleti olduğunu söyleyen Sayın Hazine ve Maliye Bakanı milyonlarca çalışanın maaşına gizli vergi zammı anlamına gelen tarife dilimi zulmüne dur diyecek bir düzenlemeyi bu torba yasaya neden eklememektedir. 

Ücretlilerin talebi kendilerine yeni bir istisna tanınması, özel bir lütuf sunulması değil, yıllarca dilim dilim, gizli gizli ellerinden kayıp giden gelir kayıplarına bir noktada son verilmesidir. Haklı bu talebe hayır demek mümkün müdür?

Yıllardır işçiye, emekçiye, memura tarife dilimi ile zulmedenler, hayat pahalılığı ile sınayanlar, enflasyon canavarı ile baş başa bırakanlar; “vergi adaletini tesis edeceğiz” cümlesini bir zahmet kurmasınlar...

SÖZCÜ