19 Temmuz 2024 Cuma

soL "KÖŞEBAŞI" -19 Temmuz 2024 -

 

Türkiye'den Nijer'e 'çıkartma': Ne oldu, ne oluyor? -Can Kuyumcuoğlu-

Hükümet heyeti, Nijer’deki Batı karşıtı askeri darbeden yaklaşık bir yıl sonra ülkeyi ziyaret etti. Bu süreçte Türkiye, ülkedeki yatırımlarını artırmaya yönelik ciddi adımlar attı.

Nijer’in başkenti Niamey’e ziyaret düzenleyen hükümet heyeti, dış politika, savunma ve güvenlik konulu ortak çalışma toplantılarına katıldı. Heyette yer alan isimler arasında Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı İbrahim Kalın ve Savunma Sanayii Başkanı Haluk Görgün vardı.

İki ülke arasında petrol ve doğal gaz başlığında iş birliğini öngören "Petrol ve Doğal Gaz Alanında İş Birliğine İlişkin Niyet Beyanı"nı imzaladı.

Ziyaret sonrası basın toplantısı düzenleyen Fidan, yapılan ziyaretin “çok verimli” geçtiğini söyledi. Afrika ile ortaklık ilişkilerinin her geçen gün daha da ileriye gittiğini ifade eden Fidan şöyle konuştu:

"Bugün itibariyle 54 Afrika Ülkesi’nin 44’ünde büyükelçiliğimiz bulunuyor. Nijer ile tarihi ilişkilerimiz Osmanlı dönemine kadar dayanmaktadır. Son zamanlarda Nijer ile ilişkilerimizi daha yapısal bir zemine oturtmak için yoğun bir çaba içerisindeyiz. Afrika'daki güven ve istikrar da önceliklerimiz arasında. Nijer Devlet yetkilileriyle terörle mücadele, eğitim, enerji, sağlık, ticaret, güvenlik ve savunma gibi çeşitli konuları ele aldık. Üç çalışma grubu oluşturarak savunma, madencilik, güvenlik, enerji, ekonomi ve ticaret başlıklarını ayrıntılı şekilde görüştük. Toplantı sonunda ekonomi ve finans alanlarında işbirliğini ilerletmeye yönelik bir dizi ortak adım üzerinde anlaştık."

Hükümet heyetinin bu ziyareti, Nijer’deki Batı karşıtı askeri darbeden yaklaşık bir yıl sonra geldi. Bu süreçte Türkiye, askeri cunta yönetimiyle ilişkileri sıkı tutarak, ülkedeki yatırımlarını artırmaya yönelik ciddi adımlar attı.

Afrika’da ortaya çıkan yeni aktörler

Uzun yıllar boyunca eski sömürgeci güçlerin nüfuzu altında olan Afrika ülkeleri, son yıllarda yeni yabancı aktörler için geniş bir pazar haline geldi. Batı ülkeleri, bu konuda Çin ve Rusya'ya odaklansa da, Türkiye’nin da aralarında olduğu bir dizi ülke de kıtada ekonomik güç haline gelmeye başladı. Türkiye’nin yanı sıra Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Hindistan, İsrail, Mısır, Brezilya gibi ülkeler de kıtada ekonomik, askeri veya siyasi güç sağlamak adına buraya ciddi yatırımlar yapıyor.

Şimdiye kadar bu yeni rekabetin bir kısmı için odak noktası Nijer oldu. Ülkede geçtiğimiz yılki Batı karşıtı askeri darbeden sonra Fransız güçler çoktan ülkeyi terk ederken, ABD güçlerinin de ülkeden ayrılma süreci devam ediyor. Bu sırada, Rusya ve Çin’in yanında Türkiye ve İran’ın da ülkeye yönelik atılımları dikkat çekiyor.

Nijer’le silah anlaşmaları darbe öncesi başladı

Nijer'in savunma bağlarını Batı dışındaki ülkelerle çeşitlendirme çabaları esasında darbeden öncesine dayanıyor. Nijer'in darbe öncesi hükümeti, 2021’in sonlarında Türk Bayraktar TB2 insansız hava araçları (İHA) için bir sözleşme imzalamıştı. İHA’lar Haziran 2022'de teslim edildi. Türkiye ayrıca Nijer'e kara saldırısı ve silahlı keşif görevleri için uygun bazı zırhlı araçlar ve Hürkus-3 eğitim uçakları sattı.

Ancak Türkiye'nin savunma sanayiine dair politikası satışla da sınırlı kalmıyor, izlenen askeri politika kapsamında ülkelere satış sonrasında destek ve eğitim de veriliyor. Somali'ye gerçekleştirdiği satışların ardından ülkede askeri üs kuran Türkiye'nin benzer bir adımı Nijer'de de atmayı hedeflediği gündeme gelen iddialar arasında bulunuyor.

Erdoğan’ın daveti üzerine Şubat ayında Türkiye’ye ziyaret gerçekleştiren Nijer Başbakanı ve Ekonomi ve Finans Bakanı Ali Mahamane Lamine Zeine, ASELSAN tesislerini dolaşmıştı. Nijer heyetine eşlik eden Savunma Sanayii Başkanı Haluk Görgün, geliştirilen sistemleri Nijer heyetine tanıtmıştı.

Türkiye'nin yurt dışındaki eli: TİKA ve Maarif Vakfı

Diğer Afrika ülkelerinde de olduğu gibi Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) ve Türkiye Diyanet Vakfı, Nijer'de de faaliyet yürüyor.

Başkent Niamey'e 2014 yılında ofis açan TİKA eğitim, hayvancılık, tarım, sağlık, gıda, sosyal ve kültürel alanlar başta olmak üzere ülkede birçok proje gerçekleştirdi. Bunlar arasında okul inşaatı ve donanımı, Türkiye'de eğitime yönelik burs programları, mesleki eğitimler, hayvan ve tarım aleti hibesi, sağlık merkezlerinin modernizasyonu ve donanımı, su kuyusu kurulumu, sosyal merkezlerin açılması, gıda ve kıyafet yardımı gibi projeler öne çıkıyor.

TİKA'nın ülkedeki en büyük projesi 2019'da hizmete giren Nijer-Türkiye Dostluk Hastanesi'nin inşası ve donanımı oldu. Üç yıl süreyle Sağlık Bakanlığı ve Nijer Halk Sağlığı Bakanlığı tarafından ortak işletme modeliyle hizmet verecek olan hastanenin sonrasında Nijer'e devredileceği açıklanmıştı.

Türkiye Maarif Vakfı'nın Nijer'deki faaliyetleri ise 2017 yılında başladı. TİKA tarafından Selçuklu mimarisiyle 40 bin metrekare alan üzerine inşa edilen Nijer-Türkiye Dostluk Okulu, Maarif Vakfı'nın kullanımına sunuldu ve okul 2017-2018 eğitim öğretim yılının başında öğrenci kabulüne başladı. Gülenci darbe girişiminin ardından Nijer’deki cemaat bağlantılı 5 okul ve 3 yurt da Maarif Vakfı'na devredildi. Nijer-Türkiye Dostluk Okulu’nda yaklaşık 1600 öğrenci güncel olarak eğitim görmekte. Okullarda, okul öncesinden lise kademesine kadar eğitim veriliyor ve öğrencilerin B1 seviyesinde Türkçe ile mezun olması hedefleniyor.

Suriyeli paralı savaşçılar yaklaşık bir yıldır gönderiliyor iddiası

Öte yandan Rusya’nın Mali ve Orta Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerin yanında Nijer’de de askeri varlığını büyütmeye başladığına dair haberler dış basına birçok kez yansıdı.  Ancak Batı medyasının son altı ayda odaklandığı bir diğer nokta, Türkiye'den Nijer’e yüzlerce Suriyeli paralı askerin gizlice uçurulduğu iddiası oldu.

Bu paralı askerler, Suriye’deki iç savaş sırasında Türkiye tarafından desteklenen cihatçı grupların mensupları. Suriyeli paralı askerlerin Nijer'e vardığı iddiasıyla ilgili Mayıs 2024'te birkaç makale dış basında yer aldı. Suudi Arabistan tarafından finanse edilen Al-Hadath televizyonuysa, bu paralı askerlerin 27 Ocak 2024'te Nijer’e vardıklarını ileri sürdü. Suriye’deki cihatçı örgütlere yakınlığıyla bilinen İngiltere merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi'ni (SOHR) kaynak olarak gösteren Suudi kanal, Suriye'nin kuzeyinde Türkiye’nin himayesinde olan “Sultan Murad Tümeni”nden 3 bin 500'e kadar paralı askerin de Nijer'e gönderileceğini iddia etti. Suriyeli televizyon yorumcusu Fares Şihabi de, 27 Aralık 2023 tarihinde X’te yaptığı paylaşımda, Türkiye'nin Nijer'e paralı asker gönderdiğinden bahsetmişti.

Türk Dışişleri Bakanlığı iddiaları yalanlamış olsa da, Suriye’deki silahlı gruplara yakın kaynaklar, olayı doğrulayan açıklamalarda bulunuyor.

Mayıs ayında Fransız RFI kanalına konuşan SOHR kaynaklarına göre, Suriyeli paralı askerler ülkenin güneybatısındaki Tillabery bölgesinde konuşlandırıldı. SOHR direktörü Rami Abdulrahman, Amerika’nın Sesi’ne (VoA) yaptığı açıklamada, "Geçen yıl Eylül ayından bu yana Nijer'e yaklaşık 1100 Suriyeli savaşçının konuşlandırıldığını doğruladık" dedi.

Fransa merkezli bir insan hakları grubu olan Suriyeliler Gerçek ve Adalet’in Yanında (STJ) adlı sivil toplum örgütü de bu tür işe alımları belgelediğini söyledi. VoA’ya konuşan STJ yönetici müdürü Bassam el Ahmed, "Bu Suriyeli savaşçılar Suriye'den Türkiye'ye taşınıyor ve daha sonra Türk havaalanlarını kullanarak Nijer'e Türk askeri uçaklarıyla gönderiliyorlar" diye konuştu.

Libya ve Dağlık Karabağ’dan sonra Nijer

Bu durumda, Türkiye Suriye'nin dışında üçüncü kez paralı askerlerini konuşlandırmış oluyor. Türkiye ilk olarak, 2019'daki Libya İç Savaşı'nda, ülkeye Suriyeli paralı askerlerini göndermişti. Türkiye’nin paralı askerleri, burada zaman zaman Rusya’yla anlaşan Suriyeli paralı askerlerle de karşı karşıya gelmişti. Türkiye daha sonra 2020 sonlarında da Dağlık Karabağ’da Ermenistan’a karşı Azerbaycan safında savaşmaları için Suriye'deki aynı paralı asker havuzundan yararlandı.

Savaşçıların en büyük motivasyonu para

Paralı askerler, Sultan Murad Tümeni'nin yanı sıra, Sultan Süleyman Şah Tugayı ve Hamza Tümeni gibi Türkiye’nin Suriye’deki diğer birliklerinden de istihdam ediliyor. Paralı askerler, uzun süredir İslamcılık ve Türkçülük ideolojileriyle bezenmiş olsalar da, bu askerlerin asıl motivasyon kaynağı para. Aylık 1500 dolar maaş için altı aylık bir sözleşme imzalayan Suriyeli paralı askerlerin ailelerine de, askerlerin yaralanma durumunda 35 bin dolar, ölmeleri durumundaysa 60 bin dolar tazminat ödenecek.

                    Suriyeli paralı askerler bozkurt işareti yapıyor (2021). (Fotoğraf: memri.org)

Suriyeli paralı askerler, AFP’ye Mayıs ayında verdikleri söyleşide, para nedeniyle Nijer’e gitmeyi kabul ettiklerini söyledi.

Kendini “Ömer” olarak tanıtan bir asker, "Ayrılmamın asıl nedeni Suriye'deki hayatın zor olması. Kuzey Suriye'de silahlı bir gruba katılmak ve ayda 1500 Türk lirasından az kazanmak dışında iş imkânı yok" dedi. Ağustos ayında gittiği Nijer’deyse aylık 1500 dolar maaş aldığını belirten Ömer, Suriye'nin kuzeyinde Türkiye’nin kontrolündeki bölgeyi terk ederek Nijer'e giden 200'den fazla savaşçıdan oluşan ilk gruptan biri olduğunu aktardı.

İki diğer Suriyeli paralı asker de, Sultan Murad Tümeni bünyesinde olduklarını ve Nijer'de çalışmak üzere kaydolduklarını söyledi.

Paralı askerlerden biri, iki haftalık askeri eğitimden sonra, adını bilmediğini söylediği bir madenin yakınındaki bir alanı korumakla görevlendirildiğini aktardı. Kendisi ve diğer Suriyelilerin askeri üniforma giymiş Nijerlilerle birlikte çalıştığını ancak Nijerlilerin asker olup olmadıklarını bilmediğini ifade etti.

"Bizi birkaç muhafız ve savaşçı grubuna ayırdılar" diyen paralı asker, başka bir grubun Boko Haram'la savaşmak için gönderildiğini, bir diğer grubun da komşu ülke Togo'daki Lome'ye sevk edildiğini belirtti.

“Ahmet” takma adını kullanan bir paralı asker, eğitimden geçtikten sonra görevinin "askeri mevzileri korumaktan" oluşacağının kendisine iletildiğini ifade etti. Ahmet, "bir noktada savaşlar olabileceğini, ancak kiminle savaşacağını bilmediğini” söyledi.

Kendini “Abed” olarak tanıtan bir askerse Nijer’de ölmekten korktuğunu, ancak “Suriye'de 1000 TL’ye ölmek yerine Nijer’de 1500 dolara ölmeyi tercih edebileceğini” kaydetti.

Geçtiğimiz gün İngiliz yayın kuruluşu BBC’ye röportaj veren üç Suriyeli paralı asker de para için “Rus safında savaşmak pahasına” Nijer’e gitmeyi kabul ettiklerini aktarmıştı.

Dikkat çeken iddia: Türkiye’nin gönderdiği askerler Rus safında savaşıyor

Rus paralı asker grubu Wagner’in Nijer’de konuşlanmasına uzun süredir tepki gösteren Washington’un Türkiye’ye bağlı paralı askerlerin ülkeye vardığına dair iddialara sessiz kalması da dikkat çekiyor. Bu durum, ilk olarak dünya basınında ABD’nin “Rusların yerine Türklerin paralı askerlerini yeğlediği” şeklinde yorumlandı.

Ancak alana dair son raporlarda yer alan ilginç bir iddia, Batı medyasında kafaları karıştırmış durumda: Türk himayesindeki Suriyeli paralı askerler, Nijer’de Wagner'in muhalifleri veya rakipleri olarak değil, Rusların safında El Kaide ve IŞİD’e karşı savaşıyor.

Henüz doğrulanmayan bu iddia, bazı makaleler tarafından ABD’nin NATO üyesi olarak Türkiye’ye karşı sessiz kalmayı tercih etmiş olabileceği şeklinde değerlendirildi.

Aslında buradaki durum, Türkiye, Suriye ve Rusya üçlüsünün son diyaloglarının bir yansıması olarak görünüyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin aracılığıyla, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’la ilişkileri normalleştirme adımları atmaya başlayan AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Nijer’de de bu kapsamda taraflarla birtakım uzlaşı çizgisine yönelmiş olabilir. Zira, Suriyeli paralı askerlerin Suriye’nin kuzeyinden çekilmesi, bir bakıma tüm taraflara yarayacak nitelikte bir hamle.

Erdoğan için Suriye’yle normalleşme sürecinde en büyük baş ağrısı, Suriye’de TSK kontrolündeki bölgelerde paralı askerlerin varlığıydı. Türkiye, burada bulunan silahlı grupları Nijer’e göndererek, normalleşme sürecindeki bu tıkanıklığı da gidermiş olacak. Silahlı grupların bölgeden çekilmesi, Esad tarafı için de bir kazanç anlamına geliyor. Diğer yandan, bu askerler, Nijer’de Rus safında savaşarak, Putin için de bir avantaj sağlamış olacak.

Cihatçılarla çatışma noktası: Üç ülkenin sınırındaki Liptako-Gourma

Bu arada, çeşitli raporlara göre, Nijer’e giden Türkiye bünyesindeki Suriyeli paralı askerlerin bazıları Nijer’deki mevcut çatışmada, bazılarıysa Nijer, Mali ve Burkina Faso arasındaki üçlü sınır bölgesine konuşlanırken öldürüldü. Liptako-Gourma adlı bu bölge, yıllardır tüm Sahel bölgesinde cihatçı çetelere karşı savaşın başlıca merkezlerinden biri oldu. Sahel bölgesindeki IŞİD ve  El Kaide'ye bağlı cihatçı gruplar bu bölgede bulunuyor.

SADAT gönderiyor iddiası

RFI kanalında ortaya atılan iddialardan biriyse, bu paralı askerlerin SADAT tarafından işe alındığı.

AFP’ye konuşan bazı paralı askerler de, Nijer’e gitmeyi kabul ettiklerini, bu kapsamda SADAT’la altı aylık sözleşmeler imzaladıklarını öne sürdüler. Bir paralı asker, "SADAT subayları odaya geldi ve onlarla sözleşmeyi imzaladık. Seyahatten konaklamaya kadar her şeyi onlar hallediyor" ifadelerini kullandı.

Geçtiğimiz günkü BBC haberinde de Nijer'e paralı asker gönderilmesinin altında SADAT'ın olduğu iddia edilmişti.

BBC’ye konuşan paralı askerler de, silahlı örgüt liderlerinin kendilerine SADAT'ın sözleşmeler imzalandıktan sonra kendileriyle ilgileneceğini ve seyahat ve lojistiklerini ayarlayacağını söylediğini aktardı.

SOHR da, daha önce Nijer'e gitmiş diğer paralı askerlerden aldığı bilgilere dayanarak, SADAT'ın sürece dahil olduğunu iddia ediyor.

İddialara ilişkin İngiliz medya kuruluşunun iletişime geçtiği SADAT, Suriyeli paralı askerlerin Nijer için işe alınmasına dair iddiaları reddetti. SADAT tarafından yapılan açıklamada, "Bunun, gerçekle hiçbir bağlantısı yok. Nijer'de hiçbir faaliyette bulunmuyoruz" denildi.

"Devlet dışı aktörlere hizmet sağlamadığını" ileri süren şirket, "Türk Ticaret Kanunu'na göre savunma ve güvenlik alanında silahlı kuvvetlere ve güvenlik güçlerine danışmanlık, eğitim ve lojistik hizmetleri" sağladığını iddia etti.

SADAT’ın, Libya ve Karabağ’a Suriyeli savaşçı gönderme sürecinde de yer aldığı öne sürülmüştü.

Tüm bu iddiaları reddeden SADAT, bir yandan da faaliyetlerine ilişkin bilgilerini şeffaf bir şekilde kamuoyuyla paylaşmıyor. SADAT’ın Türkiye’de de devlet içinden birçok kişi ve kurumla bağlantıları ortaya çıkmış, ancak şirket bu iddiaları ısrarla yalanlamıştı.

SOHR’dan Türk tarafına tepki: Çıkarlar için Suriyeli yoksullar sömürülüyor

Bir dönem Erdoğan’ın Suriye’deki önemli destekçilerinden biri olan SOHR’un, artık Erdoğan’la kavgalı olduğu görülüyor.

SOHR direktörü Abdulrahman, Türkiye'nin, Ankara'nın dış çıkarlarına hizmet eden askeri operasyonlarda "paralı asker olarak işe almak için" kontrolü altındaki bölgelerdeki yoksul erkekleri "sömürdüğünü" savundu.

Savaş gözlemcisi ve diğer insan hakları grupları, yurtdışına gönderilen paralı askerlere verilen kazançlı ödeme vaatlerinin her zaman tutulmadığını öne sürdü.

ABD’deki Suriye Adalet ve Sorumluluk Merkezi'nden Muhammed el Abdullah’sa, örgütünün Azerbaycan veya Libya'ya gönderilenlere "Türk vatandaşlığı verme konusunda sahte vaatler" belgelediğini kaydetti.

'Nijer’de şu ana kadar 50 Suriyeli öldü'

Abdulrahman, ayrıca Nijer'de çoğunlukla cihatçıların saldırısı sonucunda yaklaşık 50 Suriyeli savaşçının öldürüldüğüne dair raporlara dikkat çekti. Abdulrahman, örgütünün yalnızca dokuz ölümü doğruladığını ve dört cesedin geri gönderildiğini aktardı.

Üyeleri Nijer'e gönderilen fraksiyonlardan bir kaynaksa, önümüzdeki günlerde yaklaşık 50 cesedin geri dönmesinin beklendiğini ifade etti.

                                                              /././

Kanıtlar dizilmiş geliyor -Mesut Odman-
Kapitalizm elindeki malzemeyi istediği gibi yoğurup hazırlayacak kadar uzun sürmüştür çünkü. Hâlâ da sürüyor. Yalnız oralarda değil, bizim buralarda da…

Kapitalizmin ömrü çok uzadı;  bile isteye uğraşanların yanı sıra ondan acı çekenlerin de katkılarıyla. Bu uzamanın emperyalizm adı verilen bir aşamaya ulaşarak devam etmesi, üstelik güçlü bir düşmanın varlığı sona erdikten sonra da sürüp gitmesi, keyif çatanları hiç bitmeyecekmiş sandıkları bir mutlulukla, tarifsiz acılar içindekileri ise kapkara bir umutsuzlukla kuşatıyor. Yalnız, bu cümlede bir uygunsuzluk olduğunu belirtmeden geçmemeli: Her iki taraf için uygulanan eylemi de “kuşatma” sözcüğüyle anlatmak olmaz. Eğer kuşatma eylemine konu edilen mutluluk ise, payına tarifsiz acılar düşene uygulanan kuşatma değil, sözgelimi, boğma ya da boğulma olsa ilk okunuşta rahatsız eden uyumsuzluk giderilebilir.

Brecht’ten esinlenmiş irdelemelerin ardına düşüp gitmektense, yazının çıkış rotasına dönmek yeğdir. Böyle diyerek gereğini yapalım.

Çıkış rotamız, insanlığın, daha doğrusu emekçi insanlığın büyüyüp duran dertleriyle ilgili üç beş söz etmekti. Bunun için her okuyanın hemen kabullenmeyeceği, hatta eğer o türün içinden de bu yazıları okuyan varsa, ne saçma diyerek yahut buradaki saçma sözü yerine ona yakın anlamlar taşıyan başka sözcükler kullanarak açıkça, hem açıkça hem sertçe karşı çıkabileceği bir yargı ile başlayabiliriz. Yargıyı baştan vermek sayılmaz, çünkü yıllardır yaşamış ve yaşayıp anlatanlardan okuyup dinlemişizdir: Bugün emekçi insanlığın bütün dertlerinin kaynağı da kökeni de sorumlusu da kapitalizmdir. Buradaki “bütün” sözcüğünün yanına yöresine bir yumuşatıcı getirmiyorum. Her okuyan ya da işiten ne anlıyorsa, onu demek istiyorum. Toplumsal olarak ne kadar derdimiz varsa onu.

Çok eskiden şöyle bir tartışmanın, belki de atışma demek daha doğru olacak, yapıldığını hatırlar gibiyim. Bu sosyalistler de alem doğrusu, kirazların kurtlanmasını bile kapitalizme bağlayacaklar nerdeyse! Aşağı yukarı böyle derlerdi, bir tür aşağılamaydı. Bizim içimizden kimilerimiz de “doğrudur, sorumlusu kapitalizmdir” diye karşılık vermişizdir.

Kurtlanma bir yana da 12 Eylül saldırısı ile uygulanabilir duruma gelmiş “ihracata dönük kalkınma hamlesi”nin sonucu olarak, kirazların ya da elmaların kurtlusunu biz içerdekilerin iyisini ise başka diyarlarda yaşayıp ihraç ettiklerimizi satın alanların yiyeceklerini söylediğimiz olmuş ve söylediğimiz “aynen çıkmıştır”.

Neyse, yine rotamızdan sapma eğilimi gösteriyoruz sanki. Dümeni sıkı tutmalı.

Kanıtlar çok, hemen her zaman da dizi dizi geliyor, demiştik. Ancak, hepsi bir yana, bazılarından söz etmek bile birden çok yazıyı gerektiriyor. Dolayısıyla, son birkaç günün olaylarına değinmekle yetinmeli.

Benim ilk aklıma gelenlerden biri, hani şu “özelleştikçe güzelleşir” diye diye halkın zenginliklerini satıp savdıkları oldu. Onların arasında da şu İzmir’deki dere gibi akan sokakta karşıya geçmek üzere adımını atar atmaz yana devrilip ölen genç tıp öğrencisi çocukla onu kaldırıp kurtarmaya koşan genç adamın görüntüleri. Sokağa sular akıp gitsin diye konulan ızgaraya basıp elektrik akımına kapılan gençlerin ölümünden sonra, sorumlu aranıyor bir de. Yok belediyenin ihmaliymiş, yok özelleştirme ile kamu malına konan şirketin sorumluluğu imiş…

Birkaç hafta önce de Mardin’de yine elektrik özelleştirmeleri furyasında voleyi vuran şirketin sorumluluğu olduğunu Elektrik Mühendisleri Odası gibi uzman kuruluşların açıklamalarından anladığımız yangınlar sonunda hayatlarını kaybeden insanlar olmuştu.

Göllerimizin, akarsularımızın, su kaynaklarımızın, ormanlarımızın göz göre göre yok oluşuna yol açan hummalı madencilik yağmalarını da hemen eklemek gerekir herhalde.

Özelleştirmelerin ülke ekonomisini ve onun bin bir emekle yaratılmış ürünleri ile kaynaklarını değil sadece, toplumsal hayatımızın bütün güzelliklerini de silip süpüreceğini, yalayıp yutacağını söylemekten dilimizde tüy bitmişti. Ama doğruları söylemek de, olacakları önceden görmek de yetmiyor. Onların hayata geçirilmesini sağlamak gerekiyor. Yoksa, çok duymuşuzdur bu sözü, en acısını o seçim miydi neydi ondan hemen sonra işitmiştik: “Atı alan Üsküdar’ı geçti.” Eğer hâlâ bir Üsküdar kalmışsa.

Bu yazı daha yazılmadan ABD’nin şu anda başkanı olan, ama üç beş ay sonra başka bir yerde olacağı tahmin edilen zat-ı muhteremin covid testinin pozitif çıkmakla birlikte genel durumunun iyi olduğu yolunda bir haber yayımlandı. Görür görmez şu geldi aklıma, fesatlığın bu kadarı olur diyenler çıkabilir: Acaba, dedim kendi kendime, şu geçen hafta yüce yaratıcının akıl sır ermez bir lütfuyla ölümden kurtulan Trump ya da onun kampanya danışmanları şöyle bir yorumu allayıp pullayıp yaygınlaştırsalar ne olur?

“O mermi Başkanı vurup öldürmek üzereyken, yüce Tanrı ona seslendi ve başını hafifçe şu tarafa çevir dedi. Böylece onun Amerika’yı yeniden büyük yapması için hayatını sürdürmesini sağladı. Aradan bir hafta geçmeden de artık Amerika’ya yapacağı tek iyiliğin evine çekilmek olacağı rakibine uzun süredir hepimizin unuttuğu virüsü gönderdi. Daha başka ne işaret bekliyorsunuz?”

Bu çok uzun elbette. Kampanyanın çeşit çeşit uzmanları nasıl uzatıp kısaltıp etkili kılacaklarını bilirler. Onların işidir.

Bana sorulursa, etkisi az olmaz. Hatta, olur da, Bay Başkanın hastalığı nasıl ve ne kadar zamanda atlatacağı bilinmez, biraz ağır geçer ve uzun sürerse, o Tanrısal müdahalenin varlığına iman edecek Amerikalı seçmenlerin sayısını kimse tahmin edemez.

Kapitalizm elindeki malzemeyi istediği gibi yoğurup hazırlayacak kadar uzun sürmüştür çünkü. Hâlâ da sürüyor. Yalnız oralarda değil, bizim buralarda da…

                                                                 /././

Patronları tarafından günlerce işkence gören Vedat Kurt: Şikayetimi geri çekmem için tehdit ediliyorum -Özkan Öztaş-

Otomobil bakım atölyesinde çalışırken maaşı verilmeyen ve günlerce işkence gören Vedat Kurt soL'a konuştu: Şikayetimi geri çekmem için tehdit ediliyorum.

Vedat Kurt iki gün önce Türkiye'nin gündemine girdi. Antalya'da otomobil bakım atölyesinde çalışırken maaşını alamayan Vedat Kurt, işletmenin 4 ortağı tarafından 3 ay boyunca işkenceye maruz bırakıldı. Patronlarınsa ceza almadığı ortaya çıktı. 

Adaletin geç de olsa yerini bulması için hukuki mücadelesini sürdüren Vedat Kurt yaşadıklarını soL'a anlattı. Kendisine işkence yapan eski patronları tarafından sürekli tehditler aldığını söyleyen Kurt, şikayetini geri çekmediği takdirde başına daha kötüsünün geleceğine dair mesajlar aldığını ifade etti. 

'Bana yapılan işkencelere şahit olan başka çalışanlar da var'

Vedat Kurt 2020 yılında Antalya'da girdiği otomobil bakım atölyesindeki işinden uzunca bir süre boyunca maaş alamadan çalışmış. O dönem için yaklaşık 60-70 bin lira civarındaki maaşına karşılık olarak işyerinden zorla aldığı yaklaşık 15 bin lirayla İstanbul'a gittiğini söylüyor. Ancak patronları ailesini arayınca parayı geri getirmek için otomobil bakım atölyesine döndüğünü, başına gelen olayların da o zaman başladığını ifade ediyor. 

Kurt, parasını isteyince günlerce işkence gördü. Patronlar, işkence gören Kurt'un sesinin duyulmasından çekindikleri için Kurt'u atölyeden alıp bir "personel evine" götürdü. Burada on civarında başka işçi de vardı. Bunlar da işkencelere şahit oldular. Kurt, yaraları iyileşene kadar aylarca bu evde alıkonuldu ancak sesini çıkaramadı.

soL'a konuşan Vedat Kurt, "Kimse beni ihbar etmedi. Ben de daha önce benzeri olaylara tanık olduğumda şikayet etmemiştim. Orası mafya tipli adamların işettiği bir yerdi. Herkes korkuyordu. Ben o zamanlar 18 yaşındaydım. Hukuki haklarımı ya da benzeri şeyleri de bilmiyordum. Benzer durumdaydı herkes. Zaten birçok işçi göçmendi. Kaçak çalışıyordu. Yani beni ihbar edecek olsa belki de göçmen ve kaçak olduğu için kendilerinin sıkıntıya gireceklerini düşündüler" diyor. 

'Şirketin aşçısı ağlayarak bana pipetle çorba içirdi'

Vedat Kurt'un patronları tarafından maruz kaldığı işkenceler akıl alır gibi değil. Sopayla dövülme, dişlerinin penseyle sökülmesi, parmaklarından elektrik verme gibi birçok işkenceye maruz kalmış. İşkencenin ardından uzunca bir süre yemek yiyememiş. Şirketin aşçısının kendisine pipetle çorba içirdiğini ifade eden Kurt, aşçının çorbayı içirirken gözyaşlarına hakim olamadığını ifade ediyor. 

"Kadını hatırlıyorum. Bana çorba içirirken bir yandan da gözlerinden yaşlar geliyordu. Ben ise ekmek dahi çiğneyemiyordum. Uzunca bir süre sadece pipetle çorba içtim. Mesela o kadını biliyorum. Yaşadıklarıma şahit oldu. Ama tanık olmayacak onu da biliyorum. Bana bunları yapan insanlar tutuksuz yargılanıyor. Her gün tehditler alıyorum. Şimdi başına bunlar gelen kişi bu tehditleri alıyorsa şahit olacak bir kişi kendini nasıl güvende hissetsin? Korkuyorlar ve haklılar. Elini kolunu sallayarak geziyorlar bana bunu yapanlar."

'Şikayetinden vazgeç, yoksa yaşadıklarından beterini yaşarsın diyorlar'

Türkiye bu olayları Gazeteci Mehmet Yetim'in, 15 Temmuz 2024'te sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımlarla öğrenmişti. Vedat Kurt'un Türkiye'de gündem olmasından sonra işkence yapan patronlar Vedat'a doğrudan ya da dolaylı şekilde ulaşarak şikayetini geri çekmesini istemiş ve tehdit etmişler.

Vedat Kurt bu süreci şu sözlerle anlatıyor: 

"İşkence edenler olaylar basına yansıdıktan sonra bana ulaşmaya çalıştı. Yakınlarımı falan arıyorlar. Bazen şikayetimi geri çekmezsem yaşadıklarımdan beterini yaşayacağımı söylüyorlar. Bir ara başka biri aradı. 'Ben mafyayım beni onlar tuttu, seni bulacağım' falan dedi. Sonra bana işkence yapan patronlardan biri arayıp 'Biz böyle bir şey yapmadık, yalan söylüyorsun' dedi. Bir başka aramalarında da yalvardı 'Üç çocuğum var Allah rızası için şikayetinden vazgeç' dedi. Sürekli tehdit mesajları alıyorum. Yakınlarımı, tanıdıklarımı arayarak mesajlar yolluyorlar."

'Bana attıkları bir mesajda aslında itiraf ettiler'

Vedat Kurt şikayetinden vazgeçmesi için aldığı mesajların birinde işkence yapan patronlardan birinin aslında suçunu itiraf ettiğine dikkat çekiyor.

Antalya'da "Antepli Ahmet Usta Özel Otobüs Bakım Servisi"nde çalışan Vedat Kurt, şikayetinde işyerinin, tabelada da adının geçmesi sebebiyle patronu A.T'nin kendisine mesaj attığını ve "İyi yapmışsın. Sosyal medyaya yansıtmışsın. Ama olayın tek faili ben değilim. Ben cezamı çektim" dediğini belirtiyor. 

Vedat Kurt bu durumu şu sözlerle anlatıyor:

"İşkence yapanların bazıları birkaç ay tutuklu yargılandı. 'Cezamı çektim' dedikleri o tutuklu kaldıkları süre. Yani aslında mahkeme devam ediyor ve henüz dava sonuçlanmadı. Ama A.T.'nin bana attığı mesaj itiraf niteliğinde. 'İyi yapmışsın. Sosyal medyaya yansıtmışsın. Ama olayın tek faili ben değilim. Ben cezamı çektim’ diyor. Yani evet ben bir suç işledim ama tek başıma değildim diyor. Ancak hâlâ bana ulaşabiliyorlar ve beni tehdit edebiliyorlar. Bu şahısların tutuklanması ve davanın o şekilde devam etmesi gerektiğini düşünüyorum."

'Lütfen bu davayı unutturmayın'

Vedat Kurt'un davası Ekim ayında Antalya'da görülecek. Hâlâ tehditler almaya devam ediyor. Üstelik dava gününe kadar kısa sayılamayacak kadar bir zaman var. Vedat aldığı tehditlerin dışında bir kaygısını daha dile getiriyor. 

"Daha çok var. Ben o duruşmada yalnız olmak istemiyorum. Muhtemelen bir ay sonra unutulacak bu gündem. Yaşananlar yanlarına kâr kalmasın bu insanların. Adalet yerini bulsun. Hukukta ne geçiyorsa onunla cezalarını alsınlar. Ben başka bir şey istemiyorum. Lütfen bu davayı unutturmayın. Birkaç ay sonra her şey unutulup yanlarına kâr kalmasın" diyor.

Can güvenliği olmadığını anlatan Vedat Kurt'un tek umudu bir an önce dava gününün gelmesi ve adaletin sağlanması. 

                                                              /././

Yükseköğretimde 2. öğretim! -Rıfat Okçabol-

Bu YÖK’ten yükseköğretimin niteliğini artırmasını ve üniversitelerin ulusal sorunlara çözüm üretmesini beklemek, abesle iştigal etmekten başka bir şey olmuyor.

Bilindiği gibi tarikatçı olduğu söylenen ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin genel sekreterliğini yapacak kadar da piyasacı olan Prof. Dr. Mehmet Sağlam’ın YÖK başkanlığında (1992-1995), Kasım 1992’de 2. öğretim programları başlatılmıştı. Bu program üniversite sınavını kazanma şansı olmayıp bir vakıf üniversitesinin bedelini karşılayamayacak olan orta sınıf aile çocuklarına verilen bir fırsat olmuştu. Bu programlar paralı idi ve dersler mesai saatleri dışında açılıyordu. Bu programın ücretini ödeyebilecekler diploma sahibi olacakları için ve programda görev alan akademisyenler de gündüz programlarına göre çok daha yüksek ders ücreti alacakları için pek memnunlardı. Bu programlar yeni kurulan taşra üniversitelerinde hızla yayılmıştı ve ciddi üniversiteler ise bu programlara pek yüz vermemişti.

2. öğretimin niteliksiz olacağı, bu programlar açıldığında olduğu gibi geçmiş yıllarda da çok kez dile getirilmişti. Prof. Dr. Erol Özvar, 30 Temmuz 2021’de YÖK başkanlığına getirildiğinde, bu programların niteliksiz olduğunu biliyordu. Üç yıldır bu programları uygulamakta bir sakınca görmeyen Erol Özvar, nedense 2024 Temmuz başında, devlet üniversitelerinde 2. öğretim programlarının kapatıldığını, mimarlık, eczacılık, psikoloji, beslenme-diyetetik ve temel bilimlerle ilgili bazı programlarda kontenjanın azaltıldığını açıklıyor. Yavuz hırsız ev sahibini bastırır deyişini haklı çıkarırcasına Erol Özvar, “Bu dönem üniversitelerimizdeki program kalitesini artırmaya yönelik belki de en önemli çalışmamız devlet üniversitelerimizdeki ikinci öğretim programlarının kapatılması olmuştur” diyor. Açıklamasının devamında da, “Vakıf üniversitelerinde, devlette olduğu gibi, ikinci öğretim programları yerine istihdama duyarlı ve geleceğin mesleklerine uygun programlara dönüştürülmesi temin edilecektir” diyerek tek açıklamada toplumu iki kez kandırmaya yelteniyor.

Yükseköğretim konularıyla ilgilenenlerin ya da çocukları yükseköğretimde okuyanların en iyi bildikleri sorunlardan ikisi, yükseköğretimin giderek niteliksizleştiği ile iş bulamayan yükseköğretim mezunlarının çoğunluğu oluyor.

Yükseköğretime kayıtlı öğrencilerin büyük çoğunluğunun 2 yıllık ön lisans programlarında, açıköğretimde ya da uzaktanöğretimde okuması, yükseköğretimin nitelikli olmadığının temel bir göstergesi oluyor. Ayrıca ağırlıklı olarak üniversitenin özerkliğine aldırmayıp laik ve bilimsel eğitim karşıtı oldukları için atanan rektörler ve dekanlar yanında gerici sendikaların çöreklendiği yükseköğretimin nitelikli olması söz konusu olmuyor. YÖK ise gerçekte niteliğe önem vermediğini, 2. öğretimin kapatıldığını duyurduğu açıklamada, “… gelecek akademik yıldan itibaren Çocuk Gelişimi, Felsefe, Sosyoloji, Tarih ve Türk Dili Edebiyatı açık öğretim programlarına 'ikinci üniversite' kapsamında sadece 35 yaş üstündeki öğrenciler kayıt yaptırabilecek” kararıyla gösteriyor. YÖK kafasına göre, 15 yıl kadar okuldan uzak kalmış kişi, açıköğretim programında örneğin çocuk gelişimcisi olacak! Olacak iş mi?

Son yıllarda 2. öğretim programlarına kayıt yaptıranların sayısının önemli ölçülerde azaldığı görülüyor. Az sayıda öğrenci olduğunda, onlardan alınan ücret, 2. öğretim programlarında ders verenlere ödenecek ücreti karşılayamıyor. Ayrıca normal 4 yıllık lisans programlarını kazanma şansı olmayanlar, paralı 2. öğretim yerine devam zorunluluğu olmayan açıköğretim ya da uzaktanöğretim programlarını yeğliyor. YÖK herhalde nitelik konusunu bahane edip bu gerçekler nedeniyle 2. öğretim programlarını kapatıyor.

Bilindiği gibi YÖK, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay gibi, anayasal bir kuruluştur. Bu kuruluşlar, yasal olarak özerk kuruluşlardır. YÖK’ün 14 üyesini Cumhurbaşkanı ve 7 üyesini de Üniversitelerarası Kurul seçiyor. Cumhurbaşkanı’nın bu üyeler ve üyelerden birini de başkan olarak ataması dışında yasal olarak YÖK’ün iç işlerine karışma yetkisi bulunmuyor. Ancak YÖK başkanları ve üyelerinin, 2008’den beri özerk bir kurulun üyesi olduklarını yadsıyıp YÖK’ü Cumhurbaşkanlığına bağlı bir kurula dönüştürdüğü görülüyor. Bu nedenle YÖK’ün kararları, genelde yükseköğretimin laik, bilimsel, ulusal ve evrensel değerini yükseltmek amacına değil Cumhurbaşkanlığının istek ve beklentilerini karşılamak amacına dönük oluyor. Bu YÖK’ten yükseköğretimin niteliğini artırmasını ve üniversitelerin ulusal sorunlara çözüm üretmesini beklemek, abesle iştigal etmekten başka bir şey olmuyor.

(soL)

Evrensel "KÖŞEBAŞI" -19 Temmuz 2024-

 

Destan yazmak, destan silmek -Ahmet Yaşaroğlu-    

15 Temmuz Darbe Girişimi’nin 8. yıl dönümünde iktidar medyası, darbecileri püskürtme konusunda halkın bir “Destan yazdığı” üzerine epeyce bir güzelleme yaptı. Ama bu yılkı anma etkinliklerinin sönüklüğünü de sessizce geçiştirdi. Örneğin bir TV’de etkinlikleri yayımlamak üzere ekrana çıkan muhabir, katılımın azlığına gerekçe olsun diye “havanın sıcaklığından” dem vuruyordu. Ama ortadaki durum açıktı ve sorun şuydu: Yoksa “destan yazan halk” son zamanlarda yazdığı destanı silmeye mi başlamıştı? Ama bir yanlış anlaşılmayı gidermek için kısa bir açıklama yapmak gerekiyor.

15 Temmuz 2016’da halkın darbeye tepki göstermesi ve sokağa çıkması haklı ve meşru idi. Ama darbeyi engelleyen asıl güç devlet kurumları içerisinde, özellikle orduda olan bölünme oldu. Darbeyi önceden haber alanlar hesaplarını yapmışlar, bunu bastırabileceklerini görmüşlerdi. Böylece darbecilere yol verildi ve bu darbe bastırılarak “Allah’ın lütfu” denilerek AKP darbesinin yolu açılmış oldu. İlan edilen olağanüstü halle içlerinde Hayat TV’nin ve Evrensel Basın Yayın’ın da olduğu pek çok TV ve yayın kapatıldı, KHK’lerle olağanüstü güçlerle donatılmış bir terör rejimi kuruldu. Ama o günden bu yana işleyen ekonomik ve politik süreç halk yığınları için yoksulluğun, açlığın ve sefaletin tavan yaptığı bir dönemin kapılarını ardına kadar açtı. Böylece yarım da olsa yazılan destan silinmeye başladı.

Bugün durum kısaca şu: 17 bin TL’lik asgari ücret 19 bin TL’nin üzerine çıkan açlık sınırının altına düşmüş durumda. Emeklilere müjdelen “artış” en düşük 12 bin 500 TL olarak açıklandı. 3.7 milyon emekli bu maaşla geçinecek! 12.500 TL üzerinde alan yaklaşık 12 milyon 500 bin emekli içinse herhangi bir düzenleme yok. Ortalama emekli maaşı 14 bin 500 TL’de kaldı. İktidar yetkilileri bu artışların bütçeye 33 milyar yük getireceğinden yakınıyor. Yardımlarla geçinenlerin sayısı 20 milyona doğru dayandı. Oysa aynı dönemde halkın soyulup, halktan gasbedilenin, asalak para babalarına aktarılmasının araçlarından birisi olan faize ödenecek miktar 574 milyar TL. Yoksulluk sınırının 60 bini geçtiği günümüzde destan yazdığı söylenen halkın durumu işte bu. Yerel seçimlerde bu halkın AKP’ye vurduğu tokat onu ikinci parti olmaya itti ve bu erime süreci devam ediyor. Yani eski “Destan siliniyor”, gerçek bir destanın yazılacağı koşullar olgunlaşıyor. Tek adam yönetiminin buna bulduğu “çözümlerden birisi” ana muhalefeti yardıma çağırmak, diğer politikalarını da aynı biçimde devam ettirmek.

Destandan yola çıktık, biraz farklı bir destan ve onun son zamanlarda öne çıkarılan bir figürü ile devam edelim. Bu figür bozkurttur. Bozkurdun Ergenekon Destanı ile Türk mitolojisinde önemli bir figür olarak yer aldığı bilinmektedir. Ama buradan yola çıkılarak onun ulusal bir sembol olarak kabul edilmesini önermek eğer bir aptallığın ürünü değilse, şovenizme yol vermenin bilinçli bir adımıdır. Eski Türk toplumlarının kurtla ilişkileri saygı ve korkudan, lanetlemeye -yakutlar- varan oldukça karmaşık ilişkiler bütününü içerir. Ayrıca başka topluluklarda ve örneğin İtalya’da da benzer bir efsanenin -Romus ve Romulus kardeşlerin kurt tarafından emzirilmesi- varlığı bilinmektedir. Türkiye’de bozkurdun ulusal bir sembol olduğunu iddia edip, faşist partinin el işareti ile yaptığı bu faşist sembolü övme kervanına katılanların hatırlaması gereken gerçeklerdir bunlar.

Türk kültüründe mitolojik hale gelmiş semboller üzerine çok fazla çalışma yapılmamıştır. Bu konuda yapılan ciddi araştırmalardan birisi Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Selçuk Kürşat Koca’nın doktora tezidir. “Türk Kültüründe Sembollerin Dili” adını taşıyan bu tezde kartal, aslan/pars, geyik, at, kurt, yılan, balık gibi pek çok hayvan motifinin özellikle mimaride kullanıldığı anlatılır. Anlaşılacağı gibi pek çok hayvan motifi kullanılmıştır ve en önde tercih edilenlerde kartal ve aslan/parstır. Kökenleri tartışmalı olan büyük Hunların bayrağındaki sembol ejderhadır. Selçuklu bayrağı ise çift başlı kartaldır. Göktürk bayrağında destanın etkiyle olsa gerek yer alan kurda, korku ve saygının birbirine karıştığı duygularla halkın toplumsal yaşamda çok az yer verilmiştir. Osmanlı’da ise kurdun özel bir yeri yoktur. Bunun nedenleri ne olabilir?

Bunun nedenini kuşkusuz eski Türklerin göçebeliğe ve hayvancılığa dayanan ekonomik yaşam tarzında, üretim biçiminde yatmaktadır. Kül Tigin külliyesinde bulunan koç başları adeta bunun kanıtı gibidir. Koyun besleyen, hayvancılık yapan bir toplumunun can düşmanlarından birisi kurttur. Hatta koyunu totem olarak kabul eden Türk boyları da vardır. Onların inanışına göre toprağa koyun kemiği ekilirse oradan kuzu çıkar (adı anılan kitap PDF, s. 162). Koyunları katleden ve kıran bir hayvanın sevilmek bir yana, sakınılması ve yok edilmesi gereken bir hayvan olmasından doğal başka ne olabilir ki? Bunun için özel köpekler eğitilir, görülen kurt oklanır! Bugün de bu tutum devam eder. Ama vurgulamak gerekir ki kurt da hayvan olarak doğadaki diğer hayvanlar ve canlılar gibi doğal döngünün bir parçasıdır ve ona özel bir anlam yüklenemez. Bu nedenle mitolojik olan kurtla, Türk faşistlerinin sembolü olan kurt işaretinin farklı gerçekleri ifade ettiğini bilmek gerekiyor.  

Cumhuriyetin ilk yıllarında "Türk tarih tezi” vb. aşırılıkların görüldüğü bir dönemde bir paranın üzerindeki bozkurdun, Nâzım’ın Kurtuluş Savaşı Destanı’nın bu faşist ve kanlı sembolün aklanması ve meşrulaştırılması için kullanılması akla ziyan bir tutumdur. Tarihsel gerçekler bozkurdun destanda kaldığını, halkın toplumsal yaşamından adeta sürüldüğünü kanıtlamaktadır ve bu bozkurdun ulusal bir sembol olmadığını, olamayacağını anlamak için yeterli bir nedendir. Bunun cumhuriyet tarihine yansımaları da vardır. Örneğin Anıtkabir’in girişinde bulunan aslanlı yolun sağında ve solunda bulunan 24 aslan 24 Oğuz boyunu temsil eder. Yani tarihe gönderme yapılırken kurt değil, aslan tercih edilmiştir.

“Köylünün milletin efendisi olduğu” tutumunun yaygınlaştırıldığı, küçükbaş hayvancılığın ekonomide çok önemli bir yer tuttuğu bir dönemde kurtta ısrar edilebilir miydi? Bütün bunların toplamı üzerinden vurgulamak gerekir ki bilerek ya da bilmeyerek bugün bozkurdun ulusal bir sembol olduğunu iddia edenler “yerli ve milli” faşizmin yaygınlaştırılmasına, Nazizm’in sembolü ile eş değer olan kurt işaretinin meşrulaştırılmasına ve masumlaştırılmasına yardım etmiş oluyorlar. Malum el işareti ile yapılan bu sembolün tarihi çok kanlı ve vahşidir. Halk kitlelerinin gerek mitolojik destanları tarihte bırakması nedeniyle gerekse de uyduruk destanları parçalaması nedeniyle, egemenliği, savaşçılığı, sömürücü sınıf hakimiyetini, onların kökenlerini hatırlatan ve temsil eden destanlar geride kalmıştır. Bazı destanların parçası olan yiğitlik ise kitleler ve onların en iyi evlatları tarafından temsil edilmektedir. Kitlelerin henüz kendi destanlarını yazmaya başlamadığı, bunun için bir hazırlık dönemi yaşadığı bir zaman diliminden geçiyoruz. Bu dönemde iyi hazırlık yapanlar, yarınlarda güvenle ilerleyeceklerdir.                                                                                    /././

İskender Bayhan: Erdoğan Suriye’nin yeniden imarından pay kapmak istiyor - Birkan BULUT-

EMEP İstanbul Milletvekili İskender Bayhan, Erdoğan’ın bölgede kızışan ticaret yolları mücadelesinde elini güçlendirmek ve Suriye’nin yeniden imarından pay kapmak istediğine dikkat çekti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile ilişkileri düzeltme çabasına dair tartışmalar sürüyor. Emek Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili İskender Bayhan, iktidarın Suriye politikasındaki amaçlarını, mülteci sorununu ve sosyalistlerin Ortadoğu’da demokratik, barışçıl çözüm önerilerini gazetemize değerlendirdi.

Tek adam yönetimi ve arkasındaki sermaye güçlerinin, ABD ve Rusya başta olmak üzere emperyalistler ve bölgesel güçler arasındaki çelişkilerden yararlandığını anlatan Bayhan, “Türkiye’yi çevreleyen coğrafyada her geçen gün keskinleşen nüfuz ve yeniden paylaşım mücadelesinden pay kapma politikasının zemini gittikçe daralıyor ve maliyeti ağırlaşıyor. Erdoğan’ın Esad yönetimi ile ilişkilerini ‘normalleştirme’ çabasının altında da esas olarak bölgesel düzeyde yaşadığı sıkışmışlık ve iç politikadaki hesapları yatıyor” dedi.

PUTİN’İN NATO KARŞISINDA TÜRKİYE HESABI

Rusya Devlet Başkanı Putin’in iki yıl önce yeni bir askeri operasyon için kapısını çalan Erdoğan’ı Esad yönetimine yönlendirdiğini hatırlatan Bayhan, “Putin, NATO üyesi Türkiye’yi olabildiği kadarıyla bölgede kendine karşı adım atamayacak bir noktada tutmak istiyor. Bu nedenle de Erdoğan-Esad yönetimleri arasında ilişkilerin geliştirilmesine önayak oluyor” dedi.

Erdoğan iktidarının, Esad yönetimi ile siyasi ilişkilerinin yeniden kurulmasını öncelikle Rojava’daki Kürt özerk yönetimine karşı askeri bir müdahale için istediğini söyleyen Bayhan, “Bir yandan işçi-emekçi halk kitlelerinde iktidarın sürdürdüğü ekonomik politikaya karşı ciddi bir tepkinin olduğu bir dönemde, askeri operasyonu şovenizmin ve milliyetçiliğin yükseltilmesi ve kendisine karşı yönelecek tepkilerin engellenmesi bakımından istiyor. Öte yandan, bu sürecin aynı zamanda yeni anayasa yapma hedefi doğrultusunda muhalefet üzerindeki baskıyı artırmaya hizmet etmesini umuyor” diye konuştu. Bölgedeki ticaret yolları arasında mücadelenin kızışması ve Erdoğan’ın kendi tekelci burjuvazisinin çıkarları temelinde bu mücadeleye ‘Kalkınma Yolu’ ile dahil olmaya çalıştığını da belirten Bayhan, “Suriye ile siyasi ilişkilerin yeniden kurulması bu konudaki pazarlıklarda elini güçlendirmek ve Suriye’nin yeniden imarından pay kapabilmek için de isteniyor” dedi.

ÖSO’CULAR HEM KOZ HEM TEHLİKE

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Suriye’deki muhaliflere desteğin süreceğini açıklaması ve sınır ötesi operasyonların devam etmesi, iktidarın Suriye’deki askeri varlığı konusundaki ısrarcılığının nedenini de tartışmaya açıyor. Fidan’ın Türkiye’nin bu cihatçı gruplarla iş birliğinin devam edeceği açıklamalarına ilişkin de Bayhan, ilk olarak bu grupların Esad yönetimi ile ‘normalleşme’ görüşmelerinde bir koz olarak kullanılmak istendiğini belirtti. İkinci olarak ise bölgedeki cihatçı gruplar arasında Türkiye karşı gösteri ve saldırılar düzenlenmesini hatırlatarak, “Geçtiğimiz günlerde, Erdoğan’ın Esad ile görüşme açıklaması sonrasında işgal altında tutulan bu bölgelerde cihatçı gruplar arasında Türkiye karşı gösteri ve saldırılar düzenlenmişti. Dolayısıyla MİT Başkanı olarak uzunca bir süredir bu cihatçı gruplarla ilişkilerden sorumlu olan Dışişleri Bakanı Fidan’ın açıklamasının bu cihatçı grupları teskin etmeyi ve Türkiye’nin onları koruyacağı mesajını içerdiğini de söyleyebiliriz” dedi.

ÖSO ya da SMO adı altında “ordu” olarak adlandırıp maaşa bağlanan cihatçı grupların kendi aralarında da çıkar çatışması olduğunu belirten Bayhan, bu gruplar hakkında yağma, katliam, tecavüz, fidye karşılığı insan kaçırma, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi BM tarafından da belgelenmiş binlerce suç dosyası bulunduğunu ifade etti. Bayhan, “Buradaki kaynakların bu cihatçı gruplar eliyle Türkiye’de pazarlandığı biliniyor” dedi.

"ESAD, KÜRTLERLE DOĞRUDAN SAVAŞ İSTEMEYECEKTİR"

Ancak Esad iktidarının ulusal kuvvetler arasında saydığı Kürtlerle doğrudan savaş pozisyonuna gelmek istemeyeceğine dikkat çeken Bayhan, şöyle konuştu: “Bugün Kürt özerk yönetiminin ABD ile sürdürdüğü iş birliğinden rahatsız olsa da Suriye yönetiminin Kürtlere yaklaşımının Erdoğan iktidarının yaklaşımından farklı olduğunu belirtmek gerekiyor. Suriye savaşının başladığı günden bu yana birkaç küçük çaplı çatışmayı saymazsak Esad yönetimi ve Kürtler arasında silahlı bir mücadele yaşanmadı.”

ULUSLAR KENDİ KADERİNİ TAYİN ETMELİ

Ortadoğu’da bütün işgallerin son bulması, halkların kendi kaderlerini tayin hakkı için emperyalistlere ve iş birlikçi bölge gericiliklerine karşı ortak mücadelesini savunduklarını belirten Bayhan, Suriye konusundaki çözüm önerilerini şöyle sıraladı: Bütün işgalci güçlerin çekilmesi, cihatçı çetelerin tasfiye edilmesi ve kendilerini demokratik Suriye’nin bir parçası olarak tanımlayan Suriye Kürtlerinin kaderlerini tayin hakkının tanınmasıdır. Patronların sömürüsünün üstünü örten ve mültecileri ülkede yaşayan sorunların kaynağı olarak gösteren ırkçı-gerici politikalar karşısında, ayrım yapılmadan, enternasyonal bir tutumla bütün işçi-emekçilerin ortak mücadelesini savunuyoruz. Türkiye’de ‘geçici barınma statüsü’nde tutulan mültecilere resmi olarak ‘mültecilik statüsü’nün tanınması, Türkiye ile AB arasındaki ‘Geri Kabul Anlaşması’nın iptal edilmesi ve kendi ülkelerine ya da üçüncü ülkelere gitmek isteyenlerin önündeki engellerin kaldırılması, ülkede kalmak isteyenler içinse vatandaş olabilmelerine olanak sağlanması gerekiyor.”

                                                             /././

Türkiye elektrik tekelleri: 21 bölge-12.75 milyar dolar özelleştirme -Kansu Yıldırım-

Son bir ayda, Diyarbakır ve Mardin’de elektrik hatlarından çıkan yangında 15 kişi, İzmir’de hatların yönetmeliğe aykırı döşenmesi sonucu kabloların izolasyon özelliğini yitirmesi nedeniyle 2 kişi hayatını kaybetti. Yani enerji şirketlerinin kâr ve maliyet hesapları, belediyelerin rantiyer kentleşme eğilimi, kamu yönetiminin ihalelerle şirketleşmesi yüzünden bir ayda 17 kişi öldü. Bu acı tablonun sebebi, kamu mülkiyetinde bir tekel olması gerekirken mutlak şekilde piyasa koşullarına teslim edilmiş enerji politikalarıdır.

Neoliberal enerji politikaları, enerji hizmetlerinin özel sektöre devri itibariyle oluşturulan parasal dolaşım alanından ibaret değildir. Ulusal sınırlar içerisindeki enerji hizmetlerinin şirketler arasında pay edilmesinden, uluslararası finans kuruluşlarından yerli ve yabancı enerji şirketlerinin faaliyet alanını genişletmesine dek, devletin uluslararası işbölümüne göre yeniden düzenlenmesinin bir ifadesidir.

Elektrik Mühendisleri Odası’nın “Elektrik Özelleştirmeleri Raporu”nu incelersek, Türkiye’deki enerji sektöründeki özelleştirmeyi iki başlığa ayırabiliriz: a) Elektrik dağıtım bölgelerinin özelleştirilmesi b) Elektrik üretim tesislerinin özelleştirilmesi.1 Bu yazıda, bütünleşik ilerleyen bu özelleştirme politikalarından elektrik dağıtım bölgelerinin (EDAŞ) özelleştirilmesine odaklanacağım.

Türkiye coğrafyası, 14 elektrik şirketi ya da şirket ortaklıkları için 21 EDAŞ bölgesine bölüştürülmüş durumdadır.

ÖZELLEŞTİRMENİN KISA AMA YIKICI TARİHÇESİ

Türkiye elektrik piyasasının özelleştirilmesine, 12 Eylül darbesinden hemen sonra, 1984 yılında çıkarılan 3096 sayılı “Türkiye Elektrik Kurumu Dışındaki Kuruluşların Elektrik Üretimi, İletimi, Dağıtımı ve Ticareti ile Görevlendirilmesi Hakkında Kanun” ile başlanmıştır. Söz konusu kanunla elektrik enerjisi piyasasının serbestleşmesi sağlanmış, şirketlere pozisyon tanımlanmıştır. Şirketlerin sadece “imtiyaz hukuku” çerçevesinde faaliyet göstermesini ileriye taşıyarak, “işletme hakkı devri” modeline doğru piyasalaştırma aşamalarına geçişi başlatmıştır.

Elektrik piyasasının özelleştirilmesinde, bugün bazı burjuva iktisatçılarının masum göstermeye çalıştığı Dünya Bankası kredileri aktif rol oynamıştır. 1992 yılında yapısal uyum kredileri doğrultusunda Türkiye Elektrik Kurumu’nun Yeniden Yapılandırılması Projesi’nin finansmanı için Türkiye’ye verilen 300 milyon dolar tutarındaki Dünya Bankası kredisi, özelleştirme sürecine ivme kazandırmıştır.

1994 yılındaki Dünya Bankası “Kalkınma Raporu”na göre ise, ağırlıkla kamu tekeli olan kuruluşların dikey ve yatay ayrıştırılma yoluyla rekabet sürecinin işleyeceği alanlar halinde bölünmesi önerilmiştir. Nilgün Ercan’ın belirttiği üzere, bugün EDAŞ’lar olarak bildiğimiz dağıtım şirketlerinin hukuki ve iktisadi zemini bu tarihlerde hazırlanmıştır. Elektrik sektöründe üretim-iletim-dağıtım biçiminde olan dikey örgütlenmeden üretim ve dağıtımın ayrıştırılması tavsiye edilmiş, yatay kamu tekelinin kırılması için coğrafi ayrıştırma referans gösterilmiştir.2

Gerçek anlamda, küresel kapitalizmle ve uluslararası finansal sermayeyle entegre elektrik piyasasının temelleri, 2001 sonrasında yani AKP iktidarı döneminde atılmıştır. Düzenleyici devlet modelinin kurumsal altyapısının oluşturulmaya başlandığı bu dönemde, 20 Şubat 2001 tarihinde 4628 sayılı Elektrik Piyasası Yasası ile “rekabet ortamında özel hukuk hükümlerine göre faaliyet gösterebilecek bir elektrik piyasası oluşturulması ve bu piyasada bağımsız bir düzenleme ve denetimin sağlanması” gerekçesiyle Elektrik Piyasası Düzenleme Kurumu ve Kurulu oluşturulmuştur.

Liberallerin demokrasi sunağı olarak allayıp pulladığı Avrupa Birliği, özelleştirme sürecini Katılım Ortaklığı Belgeleri ile düzenlemiştir. 2003 tarihli Katılım Ortaklığı Belgesi’nde “enerji hizmetlerinin yeniden yapılandırılması ve müktesebata uygun enerji piyasasının rekabete açılması; idari ve düzenleyici yapıların güçlendirilmesi” ifadelerine yer verilmiştir.

TÜSİAD, 2008 yılında hazırladığı “Türkiye’de Elektrik Piyasası Özelleştirme Önerileri Raporu”nda özelleştirmelerin yetersizliğinden yakınarak, “kamunun varlığınının devam ettiği bir yapıda ağırlıklı bir serbestlikten bahsetmenin hiçbir anlam taşımadığı” uyarısında bulunmuştur.3

2008 yılında TÜSİAD’ın serzenişi ilgili yerlere ulaşmış olacak ki, EPK’da yapılan değişikliklerle Rekabet Kurumu’nun tavsiyeleri doğrultusunda, (Kayseri hariç) 21 dağıtım bölgesinden 20’sini işleten TEDAŞ ayrı bir özelleştirme programına alınmış, her bölgede TEDAŞ iştiraki olarak ayrı EDAŞ’ların kurulması kararlaştırılmıştır. Hukuki olarak ayrıştırılma süreci sonucunda 2016 yılı itibariyle, EDAŞ’lar yasal olarak dağıtım veya görevli tedarik şirketleri olarak bölünmüştür.4

EDAŞ’LARIN ÖZELLEŞTİRİLMESİ

EDAŞ’lardan 11’i 2008-2010 yılları arasında, 2'si 2011 ve 2012 yıllarında, sekizi ise 2013 yılında özelleştirildi.

Böylelikle Türkiye elektrik piyasası, 21 bölgede faaliyet gösteren (AKSA 2 şirket, EnerjiSA-e 13 şirket, Limak, Kolin, Cengiz 4 şirket ve Bereket 2 şirket olmak üzere) 14 şirket arasında pay edilerek, elektrik dağıtımı tekelleştirilmiştir.

Özelleştirme programları, şirketlere yeni yatırım alanlarının oluşturulması ve kaynak aktarımı sağlanmasının ötesinde, ilksel birikimin güncel sureti olması nedeniyle devlet iktidarında sermayenin dolaysız egemenliğinin yoğunlaşması anlamına gelir. Marx, Kapital’in ilk cildinde burjuvazinin devlet iktidarını istediğini ve kullandığını, bunun ilksel birikimin asli unsuru olduğunu yazmıştı. İlksel birikim politikalarıyla, kamu mülkiyetindeki malların ve hizmetlerin özel sektöre devredilmesi, kamuyu mülksüzleştirme yöntemidir.

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın 2023 Yılı Faaliyet Raporu’na göre 1986-2023 döneminde gerçekleştirilen özelleştirme uygulamalarının tutarı 71,5 milyar dolardır. Dünya Bankası’nın alt kuruluşu olan Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası’nın raporuna göre ise, EDAŞ özelleştirmelerinin toplam tutarı 12,75 milyar dolardır. Toplam özelleştirme gelirinin yüzde 18,14’ü EDAŞ’ların satışından olup, bunun içerisinde elektrik üretim tesislerinin özelleştirilmesi bulunmamaktadır.

ÖZELLEŞTİRME PATRONA YARAR, HALKA ZARAR

EDAŞ’ların özelleştirilmesi sonucunda elektrik şirketleri daha düşük maliyetlerle daha yüksek kâr eder hale gelmiştir. ELDER sektör raporuna göre elektrik dağıtım şirketleri 2022 yılında 27,3 milyar lira yatırım yapmıştır. Ne var ki, yine aynı yılda sadece 4 elektrik dağıtım şirketinin 2022 yılı net dönem kârı 16 milyar 444 milyon olmuştur: Sakarya Elektrik Dağıtım A.Ş. (SEDAŞ), İstanbul Anadolu Yakası Elektrik Dağıtım A.Ş. (AYEDAŞ), Toroslar Elektrik Dağıtım A.Ş., Başkent Elektrik Dağıtım A.Ş.5

Şirketler yüksek kâr elde ederken, devlete borçları yapılandırılırken ya da borçlarını ödemezken, halk yüksek elektrik faturalarıyla boğuşmaktadır. Şirketlerin daha çok para kazanma hırsı uğruna mevzuata aykırı faaliyetleri ise insanları canından etmektedir. Enerji fiyatları 2024 Haziran ayında yüzde 2,22 oranında artmıştır. Bir önceki yılın aynı ayına göre enerji fiyatlarında yüzde 30,41 oranında artış yaşanmıştır.

________________

[1] Elektrik Mühendisleri Odası, Cumhuriyetimizin 100. Yılında Elektrik Özelleştirmeleri Raporu, 2022

[2] Nilgün Ercan, “Elektrik Sektöründe Piyasalaştırma Özelleştirme Uygulamaları ve Sonuçları”, Türkiye’nin Enerji Görünümü

[3] TÜSİAD, Türkiye’de Elektrik Piyasası Özelleştirme Önerileri Raporu, 2008

[4] Dünya Bankası - Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası, “Türkiye Cumhuriyeti: Elektrik Dağıtım Şirketlerinin Hizmet Kalitesinin İyileştirilmesine Yönelik Adımlar Raporu”, 2016

[5] Dağıtım şirketlerine yüksek voltajlı kâr, BirGün, 31.05.2023

                                                                              /././

Tesadüfen hayat -Nuray Sancar-

Çorlu’dan kalkan yüksek hızlı trenin raylarında menfez çöker; 25 kişi ölür, 328 kişi yaralanır. Dünyanın en şatafatlı havaalanı yapılır; su istasyonları, dere yataklarına yapılan binalar, metro istasyonları, yer altı geçitleri sular altında kalır. Rödovans sistemiyle çalışan maden ocaklarında grizu birikir, yine insanlar ölür. Yaz aylarında memleket cayır cayır yanmaya başlar; ormanlar kül olur. Yangın söndürmede kullanılacak uçak bir türlü bulunamaz. Meslek odaları, bilirkişiler uzayan ihmal listeleri hazırlamakla uğraşır; bazı durumlarda yılları bulan mahkemeler kurulur. Hiçbir sonuç çıkmaz.

Bu iğretilik, derme çatmalık yüzünden insanlar ve diğer canlılar için yaşamak bir tesadüf haline gelir.

Vaktiyle DEDAŞ’a özelleştirilen Diyarbakır-Mardin elektrik hatlarında, haziranda çıkan yangınlar sonucu 15 kişi yaşamını yitirdi, 80’e yakın yaralı var. Çok sayıda hayvan öldü ve köylülerin yaşam kaynakları kurudu, ekili biçili alanlar küle döndü. Elektrik Mühendisleri Odası Diyarbakır Şubesinin inceleme sonuçlarına göre; birçok yerde odundan yapıldığı anlaşılan elektrik direkleri üzerinde sigortaların olmadığı, bunların yerine iletkenlerle baypas işlemi yapıldığı, kırık izolatörlerin görüldüğü, izolatörlerin gevşek ve sıkı bağlarının usulüne uygun yapılmadığı tespit edildi.* DEDAŞ yetkilileri elbette yaptıkları işe toz kondurmuyor ve her şeyi inkar ediyorlar.

Günlerce süren bu yangından kısa bir süre sonra, üç gün önce, İzmir Alsancak’ta bir tıp öğrencisiyle bir müzisyen yağmur birikintisinden geçmeye çalışırken usulünce gömülmemiş kablo yüzünden elektrik akımına yakalanarak öldüler. Bu cinayet de geliyorum demiş ve Gediz Elektrik firmasına önceden birçok şikayet iletilmişti.

Halkın ortak mülkiyeti olması gereken bütün maddi varlıkları, hizmet işlerini özel şirketlere satan, bankalardan kredilendirilmesi kolaylaştırılan bu şirketlerin borçlarını ödeyip ödemediğine, işlerini kuralına uygun yapıp yapmadığına bakmadan her türlü teşviği de sağlayan devlet, özelleştirmeler sürecini taşınamaz bir kambur olarak halkın sırtına yüklemiş bulunuyor. Ödenen bedel, günlük hayatın her alanına yayılarak ağırlaşıyor. Şirketlerin ödemediği elektrik bedellerinin, dağıtım ücretlerinin, bir dizi verginin emekçilere yansıtıldığı elektrik faturalarına sık sık yapılan zamlar karşılığında alınan hizmet, her an cinayet failine dönüşme potansiyeline sahip bir canavarı besleme maliyeti haline gelmiş durumda.  

Yağmura, heyelana depreme dayanamayan, yangına kundakçılık yapan müteahhitliğin görünür adresi olan şirketler ve tekeller hiçbir sıyrık almadan çıktıkları dava süreçlerinden sonra kaldıkları yerden işlerine rahat devam edebiliyorlar.

Tabii ki bu tablo mevcut iktidar zamanında artan özelleştirme politikalarının bir ürünü. Ancak kimi müdürleri, yetkilileri, en fazla bakanlık bürokratlarını mahkeme önüne getiren facialardan özelleştirmeler sayesinde palazlanmış şirketler tek başına sorumlu olamaz. Özel şirketin nerede bittiğinin, iktidarın nerede başladığının belli olmadığı düzende devlet, hâlâ en büyük sermaye kuruluşu olarak hem tek tek özel şirketlerin ortağı durumunda hem de onların da ‘işvereni’ olmaya devam ediyor. Bu, birbirinin içinde eriyen ikiz beden, varoluşunu koruyabilmek için her felaketi ortak yarara dönüştürüyor, her bela onun için fırsata dönüşüyor.

Depremde yıkılan binaların müteahhitlerine yeniden inşa fırsatını nasıl yarattıysa, orman yangınları önceki gün Erdoğan’ın 8 il için imzaladığı, orman vasfını yitirmiş arazileri arsaya dönüştüren kararname ile de (Bu illerin içinde elbette Muğla ve Balıkesir gibi kıyı yağmasına müsait sahil-turizm kentleri var) fırsatçılar hazine arazilerine konma imkanı buldu.

Meslek odaları, partiler, kitle örgütleri, doğa savunucuları ve hukuk insanları, ne eksik ve yanlış yapılmış, nerede hangi ihmal olmuş diye raporlar hazırlarken o ihmal edilen kırık izolatörlerden, dayanıksız binalardan, çöken yollardan, kayan menfezlerden; nerede bir çürüme varsa oradan, finans kapital beslenmeye devam ediyor.

‘Yıkılsın yeniden yapalım’ döngüsü eşe dosta, sadık büyük tekellere kazandırırken köylü, DEDAŞ yangınında yanan ekili topraklarını kurtaramaz. Alsancak’ta açık kablodan, Çorlu’da çöken menfezden ölen canlar geri gelemez. Depremzedelerin bir kesimi çadırlarda yaşamaya devam eder. Kalanlar asgari ücrete abanan faturalar ve vergilerle tekellerin ve devlet şirketinin kasasını doldurmaya devam eder. Böyle bir düzende hayat pamuk ipliğine bağlıdır.

* https://www.iklimhaber.org/diyarbakir-ve-mardindeki-yanginin-nedeni-belli-oldu/

Hizbullah 2.0 yükleniyor! -Yusuf Karadaş-

Diyarbakır’da son aylarda farklı etkinlik ve mekanları hedef alan saldırılardaki artış dikkat çekiyor. Kadınların yüzme havuzuna girmesinin engellenmek istenmesinden “Filistin’e destek” adı altında bazı mekanların basılmasına ve bir dans gösterisine müdahaleden bazı iş yerlerinin kurşunlanmasına kadar ilk bakışta birbiriyle ilişkisi yokmuş gibi görünen bu saldırılar insanların yaşam biçimlerinin hedef alınması noktasında birleşiyor. “İslami değerlere sahip çıkma” adı altında gerçekleştirilen bu saldırılar, 1990’lı yılların Hizbullah’ını akıllara getiriyor. Hizbullah’ın devamcısı HÜDA PAR, bir yandan bu saldırılarla ilişkisi olduğu iddialarını reddederken öte yandan kendine yönelik suçlamalara karşı saldırgan ve tehditkâr dil kullanıyor. Ancak saldırılarla ilişkisini reddetse de HÜDA PAR’ın gerçekleştirilen saldırıları meşrulaştırma ve saldırıları gerçekleştirenleri sahiplenme biçimi kendisini ele vermekle kalmıyor, Kürt ulusal mücadelesine ve onun seküler-demokratik güçlerine karşı Hizbullah’ın yeni sürümünün devreye sokulmaya çalışıldığını gösteriyor.

Geçen ay Diyarbakır Kayapınar ilçesinde bir dans okulunun etkinliğine 50 kişilik bir grup “Allah-u Ekber” sloganları ile saldırmıştı. 2023 genel seçimlerinde AKP listesinden seçilen HÜDA PAR Mersin Milletvekili Faruk Dinç, sosyal medya hesabı üzerinden bu dans gösterisini “sapkınlık” olarak tanımlamış ve “halkın tepkisi” diyerek yapılan saldırıyı savunmuştu. Dahası Dinç, “Toplumun ifsat edilmek (bozma, karıştırma) istendiğini” ama “Halkın kendi değerlerine sahip çıkmaktan asla vazgeçmeyeceğini” söyleyerek insanların yaşam biçimlerini hedef alan/alacak yeni saldırıları sahiplenen ve teşvik eden bir tutum ortaya koymuştu.

HÜDA PAR, yine “Filistin’e destek” adı altında bazı işletmelerin basılması sonrasında yaptığı açıklamada bu saldırıları “siyonizm destekçilerine karşı halkın öfkesi” olarak tanımlamıştı. Ama açıklamada bu “öfke”nin neden İsrail’le sürdürdüğü ticari ilişkileri aylarca gizlemeye çalışan AKP-Erdoğan iktidarına yönelmediği ve HÜDA PAR’ın neden iktidar bloku (Cumhur İttifakı) içinde yer almaya devam ettiği soruları yanıtsız bırakılıyordu. Çünkü bu saldırıları gerçekleştirenlerin gerçek amacı Filistin davasını desteklemek değil, bu davayı topluma kendi gerici değerlerini dayatmak için kullanmaktı.

En son Sur ilçesinde Diyarbakır Barosu Eski Başkanı Tahir Elçi’nin eşi ve CHP Milletvekili olan Türkan Elçi’ye ait kafenin de aralarında yer aldığı iş yerlerinin kurşunlanması sonrasında bu saldırının arkasındaki güçlerin açığa çıkartılmasını isteyen DEM Parti, HÜDA PAR tarafından “Sırtını kaos ve çatışmaya dayamak” ve “Kemalistlerle ittifak yapmak”la suçlanmıştı.

HÜDA PAR’ın açıklamalarına bakıldığında “Şecaat arz ederken sirkatin söylemek” atasözünü hatırlatırcasına kendisine yönelik suçlamaları reddederken yapılan saldırılara sahip çıktığı görülüyor.

HÜDA PAR’ın bu gücü nereden bulduğu sorusunun yanıtı için şu noktalara dikkat çekmek gerekiyor.

Eski İçişleri Bakanı Soylu, son genel seçimler öncesinde HÜDA PAR’ın Cumhur İttifakı içine alınmasını “devlet aklı” ile açıklıyordu.

Bu ‘devlet aklı’ 1990’larda “PKK ile mücadele” adı altında Hizbullah’ın devlet tarafından desteklenmesine ve binlerce “faili meçhul” cinayetin işlenmesine yol açmıştı. O dönem domuz bağlı işkenceleri ve işlediği cinayetleriyle IŞİD’in habercisi olan Hizbullah, Kürt ulusal demokratik mücadelesinin içinde yer alan aydınları, gazetecileri, sendikacıları hedef alıyor, halka korku salmaya çalışıyordu. Devletin çeşitli kademelerinden yapılan açıklamalarda Hizbullah tarafından yapılan saldırılar “dini inançları kuvvetli vatandaşlar” denilerek sahipleniyordu.

Bilindiği gibi PKK Lideri Öcalan’ın 1999’da uluslararası bir operasyonla Türkiye’ye getirilmesi sonrasında Hizbullah’a ihtiyaç kalmayınca 2000’de Hizbullah’a yönelik operasyonlar yapılmıştı.

Ancak Kürt ulusal demokratik mücadelesinin şehirleşmesi ve halk desteğinin büyümesi, AKP-Erdoğan iktidarının yeni bir konsepti devreye sokmasına yol açmıştı. Yüzlerce cinayeti işlediklerini itiraf ettikleri halde 2011 sonunda yapılan bir yasal düzenleme ile Hizbullahçılar salıverildi. Hizbullah 2013’te bu kez HÜDA PAR adı altında ve yasal bir parti olarak karşımıza çıkarıldı.

2014’teki Kobanê kuşatması süreci, HÜDA PAR’ın iktidar için nasıl bir anlam ve önem taşıdığını ortaya koymuştu. HÜDA PAR bu dönem kuşatma altındaki Kürtleri değil, IŞİD’i desteklemiş ve daha sonra çıkan olaylar (6-7 Ekim olayları) Erdoğan iktidarı tarafından Kürt siyasetinin tasfiyesi için kullanılan Kobanê davasına gerekçe yapılmıştı.

İktidarın medyadaki akıl hocalarından Yusuf Kaplan’ın daha 2015’te HÜDA PAR’ı “HDP’yi bitirecek güç” ilan etmesi, HÜDA PAR ile ilgili hesabın ne olduğunu ortaya koyuyordu.

Özellikle 2016’daki darbe girişiminin demokratik siyasetin tasfiyesi için bir fırsat olarak kullanılmaya çalışılmasının en görünür sonuçlarından biri Kürt ulusal-demokratik hareketine yönelik çok yönlü baskı ve saldırılar oldu. Parti başkanları, milletvekilleri, belediye başkanlarının içlerinde yer aldığı binlerce Kürt siyasetçi tutuklandı, belediyelere kayyumlar atandı.

Başında eski Hizbullah hükümlüsü Enver Kılıçarslan’ın bulunduğu “Alimler ve Medreseler Birliği” gibi HÜDA PAR’ın yan örgütlenmeleri bu dönemde öne çıkartıldı ve kayyum belediyeleri tarafından özel olarak desteklendi. Alimler ve Medreseler Birliğinin düzenlediği ‘7. alimler buluşması’nda “Kürt sorununun laik-seküler güçlerin elinden kurtarılması” ve “ümmetçi çözüm” kararlarının alınmış olması, son dönemlerde insanların yaşam biçimlerini hedef alan saldırılardaki artışı ve bu saldırıların arkasındaki güçleri açıklıyor.

Yaşanan saldırılar ve HÜDA PAR’ın bu saldırılarla ilgili açıklamalarında kullandığı dil, Erdoğan iktidarının ve onun ‘devlet aklı’nın Hizbullah’ın güncel sürümünü devreye sokmaya çalıştığını gösteriyor. Ancak bu saldırı ve tehdit sadece Kürtleri değil, seküler ve demokratik yaşamdan yana bütün güçleri hedef almaktadır. Bu nedenle bu saldırının püskürtülmesi; eşit haklara dayalı barışçıl bir geleceğin, demokratik ve seküler bir yaşamın kurulabilmesi ancak ortak mücadele ile mümkündür.

(EVRENSEL)

                                                




Öldürülmesinin 40’ıncı yılında Kemal Türkler: Sınıf mücadelesi ile anılan sendikacı - Aziz Çelik / BİRGÜN

Kemal Türkler mücadeleci, kararlı, işçiye güvenen, işçinin de kendisine güvendiği başka türlü bir sendikacıydı. Türkler ve arkadaşları, Türkiye sendikal hareketini yoktan var eden kuşaktı. Sendikal hareketin yıldızının parlamadığı günümüzde onların kıymeti daha iyi anlaşılıyor.

Silin gözlerinizi
Aldandı yeniden
Beni vuranlar
Sürü şaşırır yolunu başı yitince
Sürü değilsiniz ki siz
İşçisiniz
Silin gözlerinizi görevdesiniz

Kitapları öldüremezler
Alanlarda bizi vuranlar
Tarihi geriye döndüremezler*

22 Temmuz Kemal Türkler’in öldürülmesinin 40’ıncı yılı. Türkler, 40 yıl önce evinden çıkıp sendikaya giderken alçakça bir pusuyla öldürüldü. Kemal Türkler, 1954-1980 arasında aralıksız 26 yıl Türkiye Maden-İş’in, kuruluşundan Aralık 1977’ye kadar 11 yıl DİSK’in genel başkanlığını yaptı. TİP’in ve DİSK’in bir numaralı kurucusu olan Türkler, Türkiye sendikal hareketini en çok etkileyen sendikal liderlerden biridir. Türkler, 1961 Saraçhanebaşı mitingi, 1963 Kavel grevi, 15-16 Haziran 1970 direnişi, 1976 DGM direnişi, 1 Mayıs 1976 ve 1977 kutlamalarının da aralarında olduğu sayısız işçi eyleminin, grevin ve direnişin mimarı, örgütleyicisi, katılımcısı veya destekçisi olarak mücadeleci ve kararlı sendikacı niteliğiyle öne çıktı.

Kemal Türkler, 1926 yılında Denizli’de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Denizli’de tamamladı. Bir kır emekçisinin oğlu olan Türkler, yaz tatillerinde un fabrikasında çalıştı. 1947’de İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Aynı yıl Bakırköy’deki Emayetaş fabrikasında çalışmaya başladı. Okul ile işçiliği birlikte götürmesi olanaksız hale gelince ikinci sınıftan ayrıldı. Türkler, sendikacılığa 1950’li yıllarda başladı. 50’li yıllar sendikacılığın çileli yıllarıydı. Grev hakkı yoktu, toplu iş sözleşmesi imkânsızdı. DP iktidarı sendikal hareketi baskı altına almıştı. Sendikalar maddi olarak son derece güçsüzdü. Sendikacılık çileli işti.

Maden-İş’i var etti

Emayetaş fabrikasında dört yıl çalışan Türkler, 1952’den başlayarak 1980’e 28 yıl sendikacılık yaptı. İstanbul Demir ve Madeni Eşya İşçileri Sendikası’na (daha sonra Maden-İş adını aldı) üye oldu. 1953’te sendikanın Bakırköy Şube Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi. İşçi mümessilliğine seçilen Türkler, işyerinde toplulukla iş uyuşmazlığı çıkarınca işten atıldı. Türkler, sendikanın Bakırköy Şube yöneticiliğinden sonra sendikanın genel sekreterliğini yaptı.
Sendikanın 1954 Genel Kurulu’nda kurucu Yusuf Sidal ve Genel Başkan Üzeyir Kuran’ın rahatsızlıklarını ve yorgunluklarını gerekçe göstererek görevi kabul etmemeleri üzerine genel başkanlığa seçildi. Türkler’in sendikanın genel başkanlığına seçilmesinden sonra, Ekim 1956’da toplanan 10. Büyük Kongre, Maden-İş’in Türkiye çapında örgütlenmesine karar verdi ve sendikanın adı Türkiye Maden-İş olarak değişti. Maden-İş bu değişikliğin ardından hızla örgütlenmeye ve büyümeye başladı. Türkler, iyi bir örgütçü olarak takdir topladı. Türkler’in 1950’li yıllarda amatör olarak çizdiği karikatürler Demir-İş sendikası haber bülteninde yayımlandı.

Türkler, Maden-İş’in uluslararası alanda da temsili için yoğun çaba sarf etti. Maden-İş, 1960’da Uluslararası Maden İşçileri Federasyonu’na (IMF) üye oldu. Maden-İş özellikle Avrupa sendikalarıyla bağlarını geliştirdi. Türk-İş yönetimi ABD sendikacılığı ile yakınlaşırken, Türkler uluslararası sendikal hareketin demokratik kanadı ile ilişkiler kurdu.

TİP ve DİSK’in kurucusu

Bir bölümü İstanbul İşçi Sendikaları Birliği (İİSB) yöneticisi olan 12 sendikacı ile 13 Şubat 1961’de TİP’i kurdu. Türkler, kurucusu olduğu TİP’te genel başkanvekilliği, Merkez Yürütme Kurulu üyeliği ve Genel Yönetim Kurulu üyeliği ile İstanbul il başkanlığı yaptı. Türkler, sendikacılık ile milletvekilliğinin birlikte yapılabildiği o yıllarda milletvekili olmayı tercih etmedi.

Kemal Türkler, Saraçhane Mitingi’nde aktif görev aldı. Ziya Hepbir’e göre miting önerisi Türkler’den gelmişti. Türkler mitingin konuşmacıları arasındadır.

Sendikal yasalar henüz çıkmadan Ocak 1963’te Kavel’de başlayan grev ile Maden-İş ve Kemal Türkler dikkatleri üzerine çekti. 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca çok sayıda işçi direnişi örgütledi. 4 Nisan 1964’te Singer grevinde gözaltına alınmalarıyla başlayan gözaltı ve tutukluluk serüveni sık sık tekrarlandı.

Kemal Türkler; Rıza Kuas, İbrahim Güzelce, Kemal Nebioğlu ve Mehmet Alpdündar ile birlikte 13 Şubat 1967’de DİSK’i kurdu ve DİSK Genel Başkanlığına getirildi. 11 yıl aralıksız DİSK Genel Başkanlığı yaptı. Türkler, DİSK’in yoktan var edilmesinde ve nice badireyi atlatarak büyümesinde belirleyici oldu.

Sayısız grev, direniş, gözaltı ve tutukluluk

DİSK’in kuruluşundan sonra karşılaştığı en büyük tehlike Demirel hükümetinin 1970’de Sendikalar Kanunu’nu değiştirerek DİSK’i yok etme girişimi oldu. Türkler liderliğindeki DİSK bu girişime sert tepki gösterdi ve Türkiye işçi sınıfı tarihinin en görkemli eylemine imza attı. 15-16 Haziran 1970 tarihinde İstanbul ve Kocaeli illerinde on binlerce işçi iş bırakarak direnişe geçti. 15-16 Haziran işçi eylemleri üzerine sıkıyönetim ilân edildi. Türkler ile birlikte çok sayıda sendikacı ve işçi tutuklandı. Türkler üç aya yakın tutuklu kaldı. Türkler 12 Mart 1971 yarı-askeri müdahalesinin ardından Mayıs 1971’de gözaltına alındı ve 26 gün gözaltında kaldı.

Kemal Türkler başkanlığındaki DİSK yönetimi, 1976’da yaklaşık yarım yüzyıl sonra 1 Mayıs’ın Türkiye’de ilk kez yasal bir mitingle kutlanmasını sağladı. DİSK, Eylül 1976’da Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin yeniden yasalaşmasına karşı tutum aldı ve direnişe geçti; bunun üzerine Türkler, bir grup DİSK yöneticisi ile birlikte yeniden tutuklandı. Genel Yas eylemi ile DGM yasa tasarısı engellendi. 1977 1 Mayıs’ında konuşmasını yaptığı sırada mitinge saldırıldı ve kanlı 1 Mayıs katliamı yaşandı.

1977-78 yıllarında Turgut Özal’ın başkanı olduğu işveren sendikası MESS ile Türkler’in başkanı olduğu Maden-İş arasında yürütülen toplu iş sözleşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlanınca, MESS grevleri olarak bilinen yaygın grevler yaşandı.

Türkler, İkinci Milliyetçi Cephe hükümetinin kurulması sırasında Ulusal Demokratik Cephe (UDC) çağrısı yaptı. Bu çağrı sonrasında DİSK’te ciddi bir kriz yaşandı ve krizi çözmek için Aralık 1977‘de toplanan DİSK 6. Genel Kurulu’nda Kemal Türkler ve Abdullah Baştürk genel başkanlığa aday oldu. İlk tur oylamadan sonra Türkler adaylıktan çekildi. Böylece kuruluşundan itibaren 11 yıl aralıksız sürdüğü genel başkanlık görevi sona erdi ve Genel-İş Genel Başkanı Abdullah Baştürk DİSK Genel Başkanı seçildi.

Aralık 1979 tarihinde toplanan Maden İş 23. Genel Kurulu sırasında Enternasyonal Marşı söylediği gerekçesiyle, Türkler başta olmak üzere, divan başkanı ve bazı yöneticiler sıkıyönetim mahkemesi tarafından tutuklandılar. 1959 yılında Maden-İş adına resmi bir yazıyla Başbakan Menderes’e başvurarak okuttukları mevlidin radyodan yayınını isteyen Türkler, 20 yıl sonra Enternasyonal Marşı söylediği için tutuklanıyordu. Bu 20 yıl aslında mevlitten Enternasyonal’e bir sendikacının öyküsüydü. Türkler hem mevlit okutmuş hem Enternasyonal okumuş bir sendikacıydı.

22 Temmuz 1980, Merter

Türkler, 1958 yılında Sabahat Hanım ile evlendi. Kemal ve Sabahat Türkler’in bu evlilikten Yasemin ve Nilgün adlarını verdikleri iki kızları oldu. Türkler, 22 Temmuz 1980 günü İstanbul Merter’de, sabah evinden çıkıp sendikaya gitmek üzere arabasına binerken kurşunlanarak eşinin, çocuklarının gözlerinin önünde faşist katiller tarafından öldürüldü. Türkler’in cenaze töreni büyük bir gösteriye dönüştü. Türkler, yüz binlerce emekçinin katıldığı bir törenle Topkapı Mezarlığı’na defnedildi. MHP iddianamesine göre Türkler’in öldürülmesi emrini Alpaslan Türkeş vermişti. Ancak Türkler’in ne katilleri ve ne de azmettirenler cezalandırıldı.

Türkler’in öldürülmesi Türkiye sendikal hareketinde bir dönemin sonuna işaret ediyordu. Ölümünden bir buçuk ay sonra 12 Eylül darbesi ile DİSK’in faaliyetleri durdurulacaktı. Türkler’den sonra bu kez de kurduğu örgüt, DİSK yok edilmek isteniyordu. Ancak bütün badirelere rağmen kurduğu DİSK ayakta kalmayı başardı.

Kemal Türkler, mücadeleci, kararlı, işçiye güvenen, işçinin de kendisine güvendiği başka türlü bir sendikacıydı. Gerek Maden-İş’in gerek DİSK’in başarısının sırlarından biri, bu mücadeleci ve kararlı sendikal anlayıştı. Kemal Türkler ve arkadaşları, Türkiye sendikal hareketini yoktan var eden kuşaktı. Sendikal hareketin yıldızının parlamadığı günümüzde onların kıymeti daha iyi anlaşılıyor.

Öldürülmesinin 40’ıncı yılında anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

* Sennur Sezer’in “Kemal Türkler’in son sözleridir” şiirinden

Aziz Çelik / BİRGÜN