29 Temmuz 2024 Pazartesi

Evrensel "KÖŞEBAŞI" -29 Temmuz 2024-

Türkiye’nin Somali’deki varlığı kime ne kazandırıyor? -Fatih Polat-

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 2 yıl boyunca Somali’de görev yapmasını öngören Cumhurbaşkanlığı Tezkeresi, TBMM’de önceki gün kabul edildi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın imzasıyla TBMM Başkanlığına gönderilen tezkerede, Türkiye ile Somali arasında yürürlükte bulunan anlaşmalar kapsamında Somali’de güvenlik ve istikrarın sağlanmasına yönelik eğitim, yardım ve danışmanlık faaliyetlerinin sürdürüldüğü, Somali savunma ve güvenlik kuvvetlerinin yeniden yapılandırılması ve “terörle mücadele” edebilecek kapasiteye ulaşabilmesini teminen uluslararası toplumla birlikte 10 yılı aşkın süredir destek sağlamaya devam edildiği belirtildi.

Afrika’nın doğu ucunda yer alan Somali’de, Türkiye'nin en büyük denizaşırı askeri üssü bulunuyor. TURKSOM Askerî Eğitim Üssü, dönemin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve Somali Başbakanı Hasan Ali Haire başkanlığında düzenlenen törenle 30 Eylül 2017’de resmen açılmıştı. Üssün inşaatı iki yıl sürdü ve yaklaşık 50 milyon Amerikan dolarına mal olmuştu.

Türkiye’nin Asya, Afrika ve Avrupa olmak üzere üç kıtada 10’dan fazla ülkede askeri varlığı bulunuyor. Birleşmiş Milletler (BM) ve NATO görevleri hariç Türkiye Irak, Suriye, Katar, Somali, KKTC ve Libya’ya kendi girişimleriyle asker görevlendirirken, KKTC ve Suriye’deki bilinen yoğun ilginin yanına Somali’yi de özel bir başlık olarak eklemek gerekiyor.

Somali ile ilişkiler Erdoğan’ın, dönemin başbakanı olarak, 2011 yılındaki ziyaretinden sonra hızla gelişirken, Türkiye’nin askeri varlığı buna paralel olarak artarak neredeyse kalıcı hale geldi.

Osman Kavala, uluslararası hukuk da umursanmadan ‘Soros’ ile döne döne ilişkilendirilerek ısrarla hapiste tutulurken, Soros’un, 2 Mart 2002 günü, Sabancı Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada dile getirdiği “Türkiye’nin en iyi ihracat ürünü ordudur” sözü alttan alta iktidar politikası olarak işliyor gibi gözüküyor.

Somali’ye böylesi demir atmanın nedenlerini tartışırken, meselenin ekonomik boyutuna bakılmadan politik boyutu doğru anlaşılamaz. Yani meseleyi anlamakta zorlandığınız her anda Marksist yöntemi yardıma çağıracaksınız.

İnternette ‘Türk-Somali İş Konseyi’ sayfasına baktığınızda karşınıza Yürütme Kurulu olarak şu isimler çıkıyor:

  • “Ahmet Sami İşler (Başkan) Albayrak Turizm Seyahat İnşaat Tic. AŞ
  • Levent Güngör (Üye) Albayrak Şirketler Grubu
  • Trabzon Liman İşletmeciliği AŞ
  • Levent Özyurt (Üye) Özyurt Madencilik İnşaat San. ve Tic. AŞ
  • Salim Metin (Üye) Corbus Çelik San. ve Tic. AŞ”

Yani Saray’a akraba bir iş konseyi profili. Sayfada yer alan Temmuz 2022 Somali Bilgi Notu’nda ise ‘Türkiye-Somali Ticareti’ başlığı altında şu bilgilere rastlıyoruz: “Türkiye ile Somali arasındaki ticarette genellikle Türkiye net ihracatçı konumunda bulunmaktadır. Türkiye’nin Somali’ye ihracatı 2016 yılı öncesi 100 milyon USD altında iken bu yılda 126 milyon USD’ye yükselmiştir. Takip eden dönemde ise artış göstermeye devam etmiş ve 2021 yılında 355 milyon USD’ye yükselmiştir. Başka bir deyişle, Türkiye’nin Somali’ye ihracatı son 6 yılda yüzde 196 artmıştır. 2022 yılının ilk 5 ayında Somali’ye olan ihracat bir önceki yılın aynı dönemine kıyasla yüzde 29 artarak 156 milyon USD’ye yükselmiştir.”

Yani Somali’nin askerlerine eğitim veriyor ve ‘korsanlardan koruyoruz’ derken alt metinde de 2022 yılı itibariyle son altı yılda yüzde 196 artan bir ihracattan bahsediliyor. Türkiye’de iktidar sözcüleri sürekli ‘milli ekonomi’den söz ediyor diye bu ihracat gelirinin Türkiye’de milletin cebine girdiği sanılmasın. Gazetemizin manşet haberlerinde yer alan ve Meclise de taşınan, iktidara yakın patronların karlarını katlarken, sıfır vergi ödeme maharetleri gibi düşünün bunu da. Asgari ücretli işçi ve emekçi açlık sınırına, emekliler ise adına ancak ‘sosyal yardım’ denilebilecek aylıklara mahkum edilirken, iktidara yakın isimler Türkiye’de olduğu gibi Somali’de de karlarına kar katıyor. 

Örneğin Albayraklar Şirketler Grubu’na ait Trabzon Liman İşletmeciliği sayfasına gittiğimizde de “Mogadishu Alport” başlığı altında şöyle deniliyor: “Doğu Afrika’da stratejik bir konuma sahip olan Mogadishu Limanı, Somali’nin dünyaya açılan tek ve en büyük limanıdır. 2014 yılında Somali hükümetiyle yapılan anlaşma uyarınca, limanın 20 yıl işletme hakkını Albayrak Grubu almıştır. Liman devralındıktan sonra, birçok alt yapı geliştirmesiyle beraber modern ekipmanlarla gelişimi sağlanmıştır. İkinci faz yatırımlarla Mogadishu Limanı’nın kapasite ve iş hacmi önemli ölçüde artacak, hizmet kalitesi de gelişmeye devam edecektir.” Yani Albayraklar için işler yolunda.

Bu arada, geçtiğimiz aylarda, Türkiye’nin sevk ve idaresindeki Suriye Milli Ordusu adı verilen oluşumun, Nijer, Burkina Faso ve Nijerya’ya paralı asker gönderdiğine dair haberler gündeme geldiğini de hatırlatalım. Türkiye’de, aldığı maaşla ay sonunu getiremeyen fakir fukaranın, kendi vergileriyle finanse edilen devlet televizyonunda, “Somali’nin askerini bile biz eğitiyoruz” haberlerini izleyip göğsü kabarsın, ihracat gelirleriyle de mutlu olsun (!) Ona bu kadarı yeter! Çünkü ötesi Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi ‘sermaye düşmanlığı’!

                                                        /././

Evrensel'in manşeti-Maliye Bakanlığından itiraf:Tekeller vergi ödemiyor-Andaç Aydın ARIDURU-

Vergi ödemeyen patronlarla ilgili yaptığımız haberler ve Mecliste yapılan tartışmalar üzerine Hazine ve Maliye Bakanlığından itiraf niteliğinde bir açıklama geldi: "Tekeller vergi ödemiyor."

Vergi ödemeyen patronlarla ilgili yaptığımız haberler ve Meclis’te yapılan tartışmalar üzerine Hazine ve Maliye Bakanlığı açıklama yapmak zorunda kaldı. Bakanlık incelemelerin sürdüğü, “büyük mükellef” denilen dev şirketlerden 735’inin zarar ediyor gerekçesiyle vergi ödemediği bilgisini paylaştı, Mecliste kabul edilen vergi paketinin çözüm olacağını ileri sürdü. Bakanlık açıklamasını değerlendiren gazetemizin yazarı Prof. Dr. İzzettin Önder, açıklamanın şirketlerin zarar göstererek vergiden kaçtığının itirafı olduğunu söyledi. Önder, vergi paketinin de adalet sağlamayacağını, yükün yine emekçilerin sırtında olduğunu dile getirdi.

AÇIKLAMA YAPMA ZARURETİ

Maliye Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada dijital vergi levhası bilgileri paylaşılarak, vergi yükümlülükleri ile ilgili haberler yapıldığı ve “açıklama yapma zarureti”nin doğduğu belirtildi. Mükelleflerin beyanlarının doğruluğunu araştırmak amacıyla Vergi Denetim Kurulunun risk analiz sistemi üzerinden yaptığı tespitler sonucu 2815 büyük mükellefin halihazırda toplam yüzde 27’si nezdinde vergi incelemeleri yapıldığı belirtilerek “Bu oranın müteakip dönemde daha da artırılması planlanmaktadır. Ayrıca yine sürekli zarar beyan eden mükelleflerden büyüklüğü ve sektörüne göre beyanı riskli değerlendirilen öncelikle 735 mükellef nezdinde vergi incelemeleri yürütülmektedir” dendi. “Vergi mahremiyeti” gerekçesiyle mükellef bazında detaylı bilgi paylaşılmadığı iddia edilen açıklamada “Haberlere konu olan mükellefler arzu ederlerse kendileriyle ilgili açıklama yapabilirler” dendi. Mecliste kabul edilen vergi paketine de değinilen açıklamada “Bu paket, son günlerde kamuoyunda dile getirilen eleştirilere de kritik bir düzenleme ile yanıt vermektedir. Paketle birlikte, istisnalar nedeniyle ödenecek vergisi çıkmayan mükelleflere yurt içi asgari kurumlar vergisi getirilmektedir” dendi.

MALUMUN İLAMI!

Maliye Bakanlığının açıklamasını değerlendiren Prof. Dr. İzzettin Önder, şirketlerin zarar göstererek vergiden kaçtığını dile getirerek “Maliye Bakanlığı bu açıklamayla malumun ilamını yapmış oldu” diye konuştu. Bakanlığın vergi ödemeleri takibi konusunda elinde yeterli imkanların bulunduğunu hatırlatan Önder, “Bakanlık zarar ettiğini söyleyen şirketlerin tamamının beyanlarını elektronik sistem üzerinden görebilir. Karşılaştırarak zarar ediliyor mu görebilir” dedi.

735 şirketin zarar gösterip vergi ödemediğini ancak teşvikler ve vergi istisnalarıyla birlikte vergi ödemeyen büyük şirket sayısının bundan da fazla olduğunu söyleyen Önder, şöyle devam etti: “Büyük ve çok uluslu şirketlerin ne teşviğe ne de vergi istisnasına ihtiyacı yok. Ancak devlet ucuz emeği ve sermayenin vergilendirmeyişini kapitalistlere altın tepside sunuyor, sömürüyü büyütüyor.”

"YÜK YİNE EMEĞİN SIRTINDA"

Meclisten geçen yeni vergi paketiyle yüzde 25 olan kurumlar vergisi, yerli şirketler için asgari yüzde 10’a, çok uluslu şirketler için ise asgari yüzde 15 olarak belirlendi. Paketi de değerlendiren Önder, “Devlet bu düzenlemeyle birlikte sermayeden vergi almadığını açıkça ortaya dökmüş oldu. Vergi istisnaları ve teşvikler ile vergiden düşülen milyarlarca lira var” dedi. Sermayeden asgari yüzde 10 ve 15 oranında alınacak vergiye karşı, işçiden yüzde 27 vergi kesilmeye devam edileceğini ifade eden Önder, Türkiye’de vergi yükünün çoğunu işçi ve emekçilerin sırtlandığını vurguladı.

İşçi ve emekçilerin ödediği vergilerin enflasyon karşısında güncellenmemesinin de çalışanlar üzerindeki vergi yükünü arttırdığını hatırlatan Önder, “Kamu ihalelerinde şirketlerle yapılan anlaşmalar enflasyon oranında güncelleniyor. Yani şirketler kazançlarını enflasyon endeksinde zarar etmeden elde ediyorlar. Yani kazanırken daha da çok kazanıyor vergilendirilirken vergi istisnalarıyla daha da az ödüyorlar” dedi.

AKP’Lİ VEKİLLER, SANAYİ ODALARI BAŞKANLARI, İNŞAAT PATRONLARI…

Evrensel, son iki haftada yaptığı haberlerde vergi ödemeyen patronlara yer vermişti.

Evrensel’in 18 Temmuz 2024’teki haberinde sanayi odası başkanlarına ait şirketlerin son üç yılda ya hiç vergi ödemediği ya da cüzi miktarlarda ödediği vurgulanmıştı. 23 Temmuz 2024’te yayımlanan haberde “Vergi paketinin ilk imzacısı olan AKP Denizli Milletvekili Nilgün Ök ve ailesine ait şirketler son yıllarda hiç vergi ödemediği” vurgulanırken, 27 Temmuz 2024’teki haberimizle, “Toplam 190 milyar liralık adrese teslim kamu ihalesi alan 20 inşaat patronun 8’i hiç vergi ödemediği, diğerlerinin ödedikleri ise denizde su damlası kadar olduğu” ortaya çıkmıştı.

                                                      /././

Türkiye’de iklim değişikliği sorumlularının sıralı listesi -Özer Akdemir-

Prof. Dr. Aykut Çoban son dönemlerde çeşitli çevre kuruluşları, hükümet kurumları ve bazı sendikalar tarafından emek ve ekoloji hareketinin gündemine sokulmak istenen “adil geçiş” ya da “adil dönüşüm”ün günümüz Türkiye işçi sınıfı ve ekoloji hareketinin gündemi olmadığı görüşünde. “İklim değişikliğine uyum” diye gerekçelendirilen adil geçişe işçi sınıfının değil sermayenin ihtiyacı olduğunu ileri sürüyor. Çoban, Türkiye'de iklim krizinin sorumlularını sayarken “Yeni yayınlanan İstanbul Sanayi Odası'nın en büyük 500 şirket raporuna bakmak yeterli. Orada, hem de sıralı halleriyle var” diyor.

İKLİM POLİTİKLARININ ENGELİ EMEKÇİLER Mİ?

Adil geçiş kavramı literatürde “Özellikle iklim değişikliği ile mücadele çabaları çerçevesinde, fosil yakıtlar gibi çevreye zarar veren endüstrilerin kapatılması veya dönüştürülmesi sırasında, bu süreçten etkilenen işçiler ve topluluklar için sosyal ve ekonomik koruma sağlanmasını hedefler” cümleleri ile tanımlanıyor.

Ekoloji Birliğinin çevrim içi yaptığı ekoloji tartışmalarının ilkinde adil geçiş kavramı tartışıldı. Programda “Adil geçişin yanlış önermesi: İklim politikasının engeli sayılan emekçiler” başlıklı bir sunum yapan Ankara Üniversitesi SBF Kent ve Çevre kürsüsünden KHK ile uzaklaştırılan Prof. Dr. Aykut Çoban, “Benim için ne adil geçiş ne fosil ekonomisi! Dolayısıyla da birinden birini tercih etmek gibi bir ikilemin içerisinde olunmaması gerektiğini düşünüyorum. Zaten fosil ekonomi savunulamaz ama adil geçiş de onun kadar, özellikle emekçiler ve ekolojistler açısından tehlikeli bir proje” dedi.

İŞÇİ SINIFI İSYAN ETMESİN DİYE ADİL GEÇİŞ

Özellikle gelişmiş ülkelerde adil geçişin işçi sınıfının isyan etme potansiyelini bastırmaya dönük bir proje olarak ortaya konduğunu ifade eden Çoban, Türkiye'de işin farklı bir yönünün daha bulunduğunu belirtiyor: “Türkiye yenilenebilir enerji gibi yeşil dönüşümün vadedildiği sektörlerde ekoloji mücadelesi çok zengin ve çok şiddetli bir şekilde cereyan ediyor. Böyle olduğu zamanda işçi sınıfı eğer adil geçişe ikna edilirse bu durumda işçi sınıfını ekolojistlerin karşısında bir bariyer olarak dikilecek. Haliyle ikisini düşman haline getirecekler.”

KARİYER KOÇLUĞU!

Adil geçişin aslında toptan bir toplumsal dönüşüm yönü bulunduğu söylemlerini adil geçişin istihdama yönelik vaatlerinin albenisini yükseltmeye dönük bir felsefi atraksiyon olduğunu kaydeden Çoban, “Birincisi radikal köklü bir dönüşüm, sistem değişikliği falan denilen şeyin içi doldurulmuş değil. Yani nasıl bir dönüşüm olacak? Böyle bir toplumsal dönüşüm olacaksa bunun stratejisi nedir? Bunu hayata geçirecek özneler kimler? Bu devlet ve sermayeyi ile sosyal diyalog halinde mi olacak, işçi sınıfının inisiyatifiyle mi olacak? Buradaki somut öneriler nedir?” sorularının belirsiz olduğunu söyledi.

AKP hükümetinin 2022-2026 yılları için yürürlüğe koyduğu orta vadeli programda (OVP) “yeşil dönüşümden etkilenebilecek meslek gruplarında nitelikli iş gücü yetiştirmeye yönelik programlar” gibi cümlelerin olduğunu belirten Çoban, “DİSK’in Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN Europe) ile beraber yayınladığı bir yayında da istihdam, beceri kazandırma, işçi sağlığı, güvenliği vesaire kanunlarında değişiklik yapılması öneriliyor. Dünyada adil geçiş üzerine yapılmış yayınların hepsinde; işçilere beceri kazandırma, yeşil işlerde yetkinlik kazandırmak, iş başında eğitim vermek, yaşam boyu eğitim fırsatları sunmak, finansal okur yazarlık gibi başlıklar olduğu görülüyor. Yani bunların tamamını dikkate alırsak adil geçiş projesi işçi sınıfı için kariyer koçluğundan başka bir şey değil” dedi.

Hükümetin OVP’de 2022-26 için tasfiye edilecek, kapatılacak, yasaklanacak, cezalandıracak, herhangi bir fosil ekonomisi tesisi bulunmadığına dikkat çeken Çoban “O zaman şimdi kapatılacak bir iş yeri yokken kime dönük bir adil geçiş programı yapılıyor sorusu akla gelir. Diyelim ki Türkiye'de kömür tasfiye edilecek, kömürden çıkılacak ve buradaki işçiler tasfiye edilecek. İşçiler böyle bir tasfiyeye karşı çıktıklarında sen iklim politikasına karşı çıkıyorsun, dünyanın geleceği ile oynuyorsun!” denileceğini ifade etti.

ADİL GEÇİŞ İŞÇİLERİ BÖLMEYİ HEDEF ALIYOR

Meseleye böyle yaklaşıldığında “Türkiye'de iklim politikaları hayata geçirilmiyorsa bunun sorumlusu işçilerdir” noktasına gelineceğini aktaran Çoban şöyle konuştu: “Oysa iklim sorununun nedeni kapitalizm. Eğer biz iklim sorununun nedeni sermaye etkinlikleridir, gerekli politikaları hayata geçirmeyen devletlerdir, hükümetlerdir diye bakarsak o zaman iklim sorununu çözmek için meseleye istihdam politikalarından ya da başka bir deyişle adil geçişten başlamamamız gerekir. Yani ‘fosil mi ve adil geçiş mi’ ikileminden çıkmanın birinci kuralı sorunun nedenini saptamak. Sorunun nedeni emekçiler değil, sorunun nedeni sermaye ve devlet, dolayısıyla da kapitalizm…”

Adil geçişin işçileri bir fabrika, bir tesis, bir iş yeri temelinde parçalamayı esas aldığını dile getiren Çoban, “Orada parçaladığı sınıfı aynı zamanda bireyler olarak atomize ediyor. O işçi bireye de diyor ki ‘Bak sen eğitim alırsan yeşil işlere gidebilirsin, yeteneklerine geliştirirsen şu sektörde iş bulabilirsin.’ Söz konusu iş yerinde işçilerin birlikte bir planlama yapması, birlikte önerilerde bulunması, iş birliği, dayanışma, kendi aralarında sınıf bilincine uygun eyleme geçme, bunların hiçbirine olanak sağlamıyor. Sadece sağladığı kariyer koçluğu! Dolayısıyla da işini kaybedebilecek işçiler arasında rekabeti körüklüyor ve bütün olarak sınıfın bütünlüğünü ve kolektif dayanışmasını, kolektif eyleme geçmesini de erozyona uğratıyor. Bu bakımdan, işçi sınıfının tarihsel, kolektif sınıfsal, mücadele birikimini ortadan kaldırıyor” dedi.

SERMAYENİN SORUMLULUĞU SÜMEN ALTI

Bu yönüyle adil geçişin, işçi sınıfını birleştiren değil, bölen bir proje olduğunu ifade eden Çoban, “İşçi sınıfını kapitalizme karşı değil de işyerindeki kendi arkadaşlarıyla rekabet haline getiren bireyler olarak varsaydığımızda işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadele gücünü de ortadan kaldırmış olacak adil geçiş” dedi.

Adil geçiş sürecinde sermayenin sorumluluğunun tamamen sümen altı edildiğini kaydeden Çoban, devletin resmi yayınlarında sermayenin iklim değişimindeki sorumluluğundan hiç söz edilmediği gibi, sermayeden “yeşil dönüşümün motoru oldular” gibi olumlu ifadelerle bahsedildiğine dikkat çekiyor.

İSO 500 LİSTESİNİN GÖSTERDİĞİ

Oysa, Türkiye'de iklim krizinin sorumlularını bulmak için yeni yayınlanan İstanbul Sanayi Odası (İSO)'nın 500 şirket raporuna bakmanın yeterli olacağını kaydeden Çoban, “O sıralı listede ilk sekizde iki petrol rafinerisi, dört otomotiv şirketi var. Devamına baktığınız zaman da uzun listede çimento şirketleri, elektrik enerji üretim şirketleri, madencilik şirketleri, demir çelik şirketleri, savaş sanayi şirketleri… Şimdi niye 500 listeye bakmıyoruz da işçi sınıfının adil geçişiyle uğraşıyoruz?” dedi. Bu 500 şirketin Türkiye’de sanayi gelirlerinin yüzde 40'ına sahip olduğunu aktaran Çoban, “Petrol rafinerileri bakımından, işte termik santraller bakımından tekel pozisyonundalar. AKP iktidarının olduğu 20 yıl boyunca 500 firmada çalışan işçilerin ortalama sömürülme oranı yüzde 363! Yani işçiler için ayrılan pay 100. İşçilerin yarattığı değerden sermayenin aldığı 363” dedi.

Önümüzdeki hafta bu köşede, Çoban’ın adil geçişe işçilerin ve sendikaların yaklaşımı ile emek ekoloji mücadelesinin adil geçiş dayatmasına karşı ortak mücadele alanlarına dair görüşlerine yer vereceğiz.

                                                   /././

Seyhan Avşar, Yasin Ekrem Serim ve Halil Falyalı ortaklığının belgesini paylaştı -Evrensel

Gazeteci Seyhan Avşar, Lefkoşa Büyükelçiliğine atanan Yasin Ekrem Serim ile öldürülen kumarhane işletmecisi Halil Falyalı arasındaki ortaklığın belgesini paylaştı.

Gazeteci Seyhan Avşar, Dışişleri Bakan Yardımcısıyken önceki gün Lefkoşa Büyükelçisi olarak atanan Yasin Ekrem Serim'in, Kuzey Kıbrıs'ta öldürülen kumarhane işletmecisi Halil Falyalı ile iş ortaklığının belgesini sosyal medya hesabından paylaştı.

Avşar, paylaşımında "Dünden beri Lefkoşa Büyükelçiliği’ne atanan Yasin Ekrem Serim’in bir dönem mafya lideri Halil Falyalı’nın ortağı olduğunu hatırlattığım habere ilişkin 'belge var mı?' diye soruluyor. Şirket ortaklığından bahsediyoruz nasıl belgesiz yazılabilir ki. Merek edenler için işte o belge" ifadelerini kullandı.

Gazeteci Seyhan Avşar, Yasin Ekrem Serim'in, Falyalı'nın ortağı olduğunu belirtmişti. Avşar'ın aktardığına göre, uzun yıllar örtülü ödeneğin başında bulunan ve Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olan Maksut Serim’in, Dışişleri Bakan Yardımcısı koltuğunda oturan oğlu Yasin Ekrem Serim ile diğer oğlu Halil İbrahim Serim, Falyalı ile şirket ortağıydı. Şirketin kurulduğu tarihte de Halil Falyalı hakkında Türkiye’de yakalama kararı bulunuyordu.

Belgeye göre Northern Associates Trading Limited (Kuzey Ortakları Şirketi) isimli şirket 3 ortak tarafından 22 Aralık 2020’de kuruldu. Ortaklar ise Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Maksut Serim’in oğulları Halil İbrahim Serim ve Yasin Ekrem Serim ile Halil Falyalı.

TAZMİNAT DAVASI REDDEDİLMİŞTİ

Yasin Ekrem Serim, Falyalı ile arasında ortaklık değil "satış anlaşması" olduğunu iddia ederek, "İddiaları avukatım aracılığıyla yargıya taşıdım. Bahse konu hususla ilgili bir ortaklık söz konusu değildir. Bir bina satışı söz konusudur. Bununla ilgili de gerekli belgeleri avukatım aracılığıyla mahkemeye ileteceğiz, yargıda takibini yapacağız" demişti.

Serim’in şikayetiyle açılan Avşar’a açılan 250 bin TL tazminat davası, 8 Ocak 2024'te Ankara 16. Asliye Hukuk Mahkemesinde görülen ikinci duruşmada reddedilmişti.

ÖLDÜRÜLEN FALYALI, ABD VE TÜRKİYE'DE ARANIYORDU

Girne’de 8 Şubat 2022 tarihinde uğradığı silahlı saldırıda öldürülen Halil Falyalı, ABD tarafından kara para aklama ve uyuşturucu ticareti suçlarından aranıyordu. Yasa dışı bahis pazarında etkili olduğu belirtilen Falyalı hakkında Türkiye’de de yakalama kararı bulunuyordu.

Falyalı'nın ismi Sedat Peker'in ifşa videolarında da gündeme gelmişti. Peker, eski başbakan Binali Yıldırım'ın oğlu Erkam Yıldırım'ın Venezuela'ya giderek iki ülke arasındaki uyuşturucu rotasını görüştüğünü öne sürmüş, Yıldırım'ın Kıbrıs'a gittiğinde Halil Falyalı'nın misafiri olduğunu ve Falyalı'nın "uyuşturucu para trafiğini yönettiğini" iddia etmişti. Ayrıca Falyalı’nın elinde siyasilere yönelik şantaj görüntüleri arşivinin bulunduğunu iddia etmişti. 

(EVRENSEL)


soL "KÖŞEBAŞI"+"GÜNDEM" -29 Temmuz 2024-

 

Vergi reformu ve TÜSİAD’ın dokunulmazlığı -Anıl Çınar-

Tekelci düzenin kuralıdır, pasta küçüldükçe büyük tekellerin ne kadar büyük olduğu daha rahat anlaşılır. 

Büyük şirketlerin vergi vermemek için bin takla attığını biliyorduk. Ama son “dedikoduların” yetkili organlar tarafından doğrulanması yeni bir gelişme oldu. 

Vergideki adaletsizliğin başka adaletsizliklere karşı duyarlılığı kaşıması kuşkusuz mümkün ve iyi bir şey. Bu açıdan “sosyal” medyada oluştuğu iddia edilen tepkinin ne kadarının gerçek ne kadarının yaratılmış olduğuyla ilgilenmiyoruz.

Ancak, “adalet” keskin bıçaktır. Adalet arayışının, kendisi adaletsizlik üreten bu düzeni sorgulamaya varması düzenin tepesindekiler için en son istenecek şeydir.

Bunun üstesinden nasıl gelindiğini biliyoruz. Hatırlayalım, Bill Gates “en zenginleri vergilendirmeliyiz” diyenlerden biriydi. Ali Koç ise “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir” diyecek kadar uyanıktı.

Şunun farkındalar: Kapitalist düzenin kimse için bir albenisi kalmadı. Ama kapitalizmin çarklarının çalışması için yağlanmaya ihtiyacı var.

“Ben de biliyorum bütün bunları, ama değişmiyor, en azından…” 

Patronlar derslerine iyi çalışıyor. Devrimci bir dönüşümün zehri olan, ortalamacılık ve bitkinlik üreten o kadim ideolojiye başvuruyorlar. Ayrıca bu büyük bir avantaj sağlıyor onlara. Kendilerini gizleyebilme kabiliyetini…

Evet, medyada dolaşıma çıkan büyük şirketlerin listesine bakıldığında özenle seçildiğini görüyorsunuz. İktidar bloğundaki gerilimler, küçülen pastadan kimlere ne pay kalacağı, kimlerin birbirinin ayağına bastığı muhtemel nedenlerdir.

Listede Amazon, Trendyol, Yemeksepeti gibi yeni palazlanan teknoloji/tedarik şirketleri var. Adlarını herkesin ezberlediği inşaat şirketleri ve Demirören, Turkuvaz gibi medya baronları da. Oysa, büyüğün de büyüğü var. Ve listelere baktığımızda asıl büyükleri nedense pek göremiyoruz. Asıl büyükler, TÜSİAD'ın çekirdek aileleri ve holdingleri yok.

Yanlış anlaşılmasın, adı geçsin geçmesin, vergi meselesinde halkın cebinden çıkana konan herkesle derdimiz var. Ama sermayenin güzeli çirkini olmazken bu farklılık nereden ileri geliyor?

Yorumlara bakıldığında nedeni kolayca anlaşılıyor: Bir grup misyon sahibi ekonomist ve gazeteci bu hengamede TÜSİAD'ın, söz konusu vergi reformunun asıl destekleyicisi olduğunu anlatıyor. 

Ne diyordu TÜSİAD’ın sözcüleri? “Vergi yükünün adil dağıtıldığı etkin bir vergi sistemine ulaşılmalı, vergi vermeyenden vergi almanın yolu bulunmalı”. Demek istedikleri aslen şuydu: Türkiye ekonomisinin kaynakları bize kadar var. Herkesin bir ısırık aldığı o büyük pasta artık yok. Herkes boyunun ölçüsünü alsın ona göre konuşsun.

Üstelik “vergi reformu” ne Mehmet Şimşek’in ne de diğer TÜSİAD’cıların ilk defa gündeme getirdiği bir şey. Tekelci düzenin kuralıdır, pasta küçüldükçe büyük tekellerin ne kadar büyük olduğu daha rahat anlaşılır. 

Nitekim TÜSİAD’ın Görüş dergisi 2011 Aralık’ında çıkan sayısı 2008 kriz dalgasının gecikmeyle gelen bir aksi gibidir. “Verginin kutsallığı”, “kayıt dışılığın önlenmesi” ve hatta sorumlu vatandaşın vergisini vermeyenden hesabını sorması TÜSİAD’ın topluma sunduğu çözüm önerileridir.

Bazı nüanslar dışında TÜSİAD’ın alet çantası o günden bugüne pek değişmedi. Aynı teknik çözümlemeler, aynı hikayeler…

Yani, bizim anladığımız, TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Ömer Aras’ın “Vergi vermeyenlerden vergi almalıyız” derken kastettiği holdinglere TÜSİAD’ınkiler dahil değil.

Neden? Çünkü zaten Koç kadar Sabancı kadar büyükseniz oyunu “vergi kaçırmak” üzerinden kurmazsınız. Vergi kaçırmanın çok ötesinde bir oyun kurarsınız. O oyunda da attığınız adımlar baştan sonra “yasaldır.”

Nitekim, Kamuyu Aydınlatma Platformu’ndan ulaşılması mümkün belgelerde Koç’a, Sabancı’ya ve “oyunu kuralına göre oynayan” diğer büyük holdinglere sunulan cenneti fark etmek hiç de zor değil. Şirket açıklamalarında yazılanlar “vergiden yasal olarak nasıl düşülür?” sorusunun yanıtı gibi.

Tabii bu da yetmez. Yetmeyeceğini bildikleri için “biz yatırım yapıyoruz” argümanına başvururlar.

Asıl mesele de burada. TÜSİAD bir yandan Türkiye ekonomisinin kaynak yönetimini kontrol ederken diğer yandan itinayla inşa ettiği networkü kendi adına konuşturmaktadır.

Bu networkte aile adıyla kurulan üniversiteler, köşe yazarları, “siyaset bilimciler”, fon kavşağına dönüşmüş “sivil toplum kuruluşları”, düzen siyasetinin her kanadından siyasetçiler ve elbette “solcular” bulunuyor. 

Yani aslında TÜSİAD’ın konuşmasına ihtiyaç yok. Bunlar konuşsun, tartıştırsın, normalleştirsin. Kimse Koç’un kârını sorgulamasın, sorgulayana da “zamanı mı” denilsin, kimse TÜSİAD’a dokunamasın.

Bu ideolojik kirlenmede gedik açmadan halk adına bir çıkış imkansız.

İnsanın aklına ister istemez Umut Sarıkaya’nın ünlü karikatürü geliyor: “Doğru diyorsunuz da sonuçta işverenler de o kadar kişiye ekmek yediriyo…” Ama bir önemli farkla, karikatürde konuşan “teyze”nin yerini Ali Koç sempatizanları ve holding profesörleri almış durumda.

Buna yanıtı polis saldırırken “biz burada yirmi sene ekmek yedik” diyen, mücadele eden Polonez işçisi veriyor.

Biz ürettik ve biz yedik. Şimdi de hakkımız olana el koyma zamanı.

                                                           /././

Görülen lüzum üzerine...-Engin Solakoğlu-  

Vatanınızı sevdiğinizi kanıtlamak istiyorsanız, kaynaklarını tüketmeye ve öldürtmeye yönelik kandırmacaların amigoluğunu yapmayacak, kapitalist yağma ve emperyalizm kalfalığından vazgeçeceksiniz.                                          Devlette çalışanlar ve devlete işi düşenler bilir. Sık karşılaşılan bir ifadedir. Arkasından genellikle pek olumlu bir haber gelmez. Tatsız, sevimsiz bir şeyle karşılaşırsınız. Bu haftaki yazı öyle olacak. Sevimsizliğinin ötesinde içinde yaşadığımız cehennemvari ekonomik koşullarda hayatta kalma mücadelesi veren Türkiye halkının ezici çoğunluğu bakımından hiçbir önem ve öncelik taşımıyor. Bununla birlikte ülkenin yazgısına yön verme iddiasını taşıyan bir kesimin oyuncağı, asıl sorunlarımızı gizlemenin bir aracı olarak kullanıldığı için irdelenmesi ve tekrara düşmek pahasına ısrarla açıklanması gerekiyor.

Konumuz “Mavi Vatan” ya da “Mavi Masal”...

Dün gece geç saatlerde bugün ne yazacağımı düşünürken, ABD’deki seçimlerde ve Paris olimpiyatlarının “tartışmalı” açış töreni arasında kararsızken bu mesele gelip aklımın orta yerine çöreklendi.

CHP Milletvekili Büyükelçi Namık Tan TBMM”de Somali Tezkeresi konusunda bir konuşma yaptı. “AKP iktidarı Somali’de ne arıyor”, daha genelleştirirsek “Doğu Afrika’da neyin peşinde” sorularına son derece ayrıntılı yanıtlar içeren Yalçın Cuğ imzalı iki makaleyi1 okumanızı öneriyor ve o konuya girmiyorum.

Büyükelçi Tan, bir meslektaşım. Kendisiyle tanışıklığım, doğrudan olmamakla birlikte aynı konularda birlikte çalışmışlığım var ama bu köşenin okuyucularının hiç zorlanmadan tahmin edebilecekleri gibi ideolojik olarak hiçbir yakınlığım yok. 

Tan’ın TBMM konuşmasının ardından CHP’nin içinde küçük çaplı bir kıyamet koptu. Parti içinde “Ölesiye Batıcı, sosyal demokrat/liberal ve elbette anti-komünist” kanat ile “Mahçup Batıcı, 1930 model milliyetçi ve ziyadesiyle anti-komünist” kanat birbirine girdi. Daha sonra bu küçük kıyamet dalga dalga CHP’nin dış çeperlerinde ve seküler şovenizmin eteklerinde bekleşenlere de yayıldı. “Yedirtmeyiz!” çığlıkları yeri göğü inletti. İçi boş slogan sözcükleri yinelenip sonuna yazıyla “nokta” yazılmak suretiyle konunun tartışılmaya açık olmadığı pek “veciz” biçimde vurgulandı. 

Sermaye sevdasından vaz geçemeyen bu iki kanadın birini diğerine tercih etmek gibi bir mecburiyetimiz yok. Yine de yeri geldiğinde  doğruları söyleme mecburiyetimiz baki. Zira halka yalan söylemek suçtur! 

“Mavi Vatan” konusunda 7 Haziran 2021’de yazdıklarımı anımsatarak başlayacağım:

“Tehdit algısının öznel sebeplerle köpürtülmesi bir ülkenin gücünü değil, güçsüzlüğünü berkitir. Karar alıcıları akılcılıktan uzaklaştırır, hataya iter, sonuçta kayıpları çoğaltır. Zihinlerimizi birkaç yıldır meşgul eden, ateşli tartışmalara neden olan “Mavi Vatan” kavramı bunun en güzel örneğidir.

Bir yandan gerçekten tümüyle içdeniz niteliği taşıyan Marmara’yı zehirli ve sümüksü bir “AKlığa” büründürürken, diğer yandan ülke haritasının çevresindeki suları 'paint-brush' ile maviye boyamanın ve kendi topraklarında kapitalizmin her geçen gün şiddetlenen saldırısı sonucu yoksullaştırılmış, açlık sınırına itilmiş kitleleri “Mavi Vatan” sloganlarıyla sarhoş etmeye kalkışmanın, yurtseverlikle de ulusal çıkarla da bağdaşır yönünü bulmak güçtür. 

Bir kere şunu yineleyelim. Vatan, yurt veya ülke diye tanımladığımız alan klasik ve kabul görmüş tanıma göre sınırlarınız içindeki topraklar ve karasuların toplamından ibarettir. Kıta sahanlığı, Münhasır Ekonomik Bölge kavramlarıyla tarif edilen alanlar bu alana dahil edilmez zira vatan dediğimiz alandan farklı olarak bunlar üzerindeki egemenlik haklarınız sınırlıdır. Örneğin Marmara Denizi'ne karşı hesap verme kaygısı taşımadan ve kaygısızca işlediğiniz suçları bu alanda aynı rahatlıkla işleyemezsiniz. Somutlaştıralım: 'Derin deniz kolektörü' adını verdiğiniz ve Marmara’yı bir lağım çukuruna dönüştüren cinayet tekniğini, Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge olarak tanımladığınız alanda, yani karasularınızın ötesinde kullanırsanız, uluslararası planda hesap vermek zorunda kalabilirsiniz.

'Mavi Vatan' söyleminin zaafları bununla da sınırlı değildir. İddiaya temel oluşturan Münhasır Ekonomik Bölge kavramı Türkiye’nin taraf olmadığı 1982 tarihli BM Deniz Hukuk Sözleşmesine dayanır. Bu konuları benden çok daha iyi bilen Aydın Sezer ve Selim Kuneralp gibi uzman ve diplomatların da altını ısrarla çizdikleri gibi, aynı sözleşme, içinde yerleşim bulunan adaların da kıtalar kadar deniz alanına sahip olduklarını varsaymakta ancak Türkiye’nin 'Mavi Vatan' tezi örnekse Kıbrıs, Rodos ve Girit yokmuş gibi yapmaktadır. Deyim yerindeyse Türkiye aynı ayetin içindeki 'Namaza yaklaşmayın' ifadesini benimseyip 'sarhoş iken...' kısmını yok saymaktadır.

Bunlar meselenin teknik görünen kısımları. Bir de işin politik dram bölümü var. Meslek hayatım boyunca birçok subay tanıdım. Özellikle Kıbrıs bağlamında Deniz Kuvvetleri kurmaylarıyla çalıştım. Şimdi 'Mavi Vatan' diyenlerden birkaçını tanıma fırsatım oldu. Aralarında kendi dünya görüşleri ve ölçüleri içinde yurtsever olmadığını düşündüğüm hiç kimseye rastlamadım. Kaldı ki, o insanlardan kimileri yurtsever oldukları için sümüklü vaiz çetesinin hedefi oldular. Ağır haksızlığa uğradılar ama ne yazık ki çetenin suç ortağının kim olduğunu hatırda tutmak istemediler. O yüzden bir sonraki paragrafı biraz da içim burularak yazdığımı itiraf etmek zorundayım. İspanyol solculara atfedilen bir söz var ya hani 'Sınıf savaşını göz ardı eden çevrecilik, bahçıvanlıktır' diye. Aynı şekilde sınıf olgusunu dikkate almayan yurtseverliğin de akıldışı bir ırkçılık veya en iyi ihtimalle ağır bir hüsranla sonuçlandığını söylemek yanlış olmaz.

Tek önceliği iktidarda kalmak olan her yönüyle çürümüş bir rejimin katarına, büyük olasılıkla yurtseverlik duygularıyla ve 'belki yönünü değiştirim' düşüncesiyle tutunmanın size en az iki zararı dokunabilir. Bunlardan birincisi, katarın vardığı noktadan hiç mi hiç memnun kalmayabilirsiniz. İkincisi daha o hedefe dahi varmadan yolun en sevimsiz bölümlerinden birinde katardan bir uçuruma fırlatılabilirsiniz.”

Aradan 3 yıldan fazla zaman geçmiş. Fırsatçı bir dış politika uygulayan, uluslararası sistemin boşluklarına sızarak temsil ettiği sermaye sınıfının imkanlarını genişletmeye çalışan, boşluk bulamadığında hızla rota değiştirip aksi yönde gitmekten kaçınmayan Akepe iktidarı “Mavi Vatan” hikayesini müzeye kaldırmış, önceki süreçte tespih tanesi gibi peşine takılanlar ise hâlâ aynı renkli vatan söyleminde çırpınarak yavaş yavaş batıyorlar. Neresinden baksanız acıklı bir görüntü...

Şimdi lütfen kimse bana elden düşme vatanseverlik pazarlamaya kalkmasın. Vatan ve vatanseverlik konusunda kendi adıma sınavına girip çaktığım bir ders kaldığını sanmam. Kaldı ki Fransa’dan Küba’ya, Sovyetler Birliği’nden Yunanistan’a kadar dünyanın bir çok yerinde vatan savunmasının ne anlama geldiğini çarpışarak ve can vererek gösterenler Komünistlerdir. Vatan sınırları genellikle savaşlar sonucunda belirlenir ancak buna ilave olarak diplomatik müzakere masasında kesinleşir. Bunun ötesindeki vatan tanımları masal bile değil kandırmacadır zira masalların hiç değilse bazılarında öğretici, sempatik, iç ısıtan unsurlar mevcut olabilir.

Üç yanı denizlerle çevrili Türkiye’nin güçlü bir donanmaya sahip olma hedefi ne kadar meşru ise, o denizleri yaşatarak kaynaklarından yararlanma ve halkının esenliği için kullanma hedefi de o kadar geçerli ve saygıdeğerdir. Ancak bu hedefe ulaşmanın aracı fütuhat çığırtkanlığı yapmak, “o da benim, bu da benim” diye haykırmak olamaz.  O anlayışın somut sonuçlarını tamamı bizim olan, yani rengi ne olursa olsun vatanın parçası olan Marmara Denizi’nde, aidiyeti hiçbir tartışma götürmeyen adalarımızda yarattığımız dehşet verici tahribatta görüyoruz.

Vatanınızı sevdiğinizi kanıtlamak istiyorsanız, halkı uyutmaya, sınırlı kaynaklarını tüketmeye ve son tahlilde öldürtmeye yönelik kandırmacaların amigoluğunu yapmayacak, kapitalist yağma ve emperyalizm kalfalığı sevdasından vazgeçeceksiniz. 

Yönünü, yolunu bulmakta zorlanan, hurafelerle vakit ve enerji harcayan bu kesime bir de ipucu vereyim: Washington’da yapılan NATO zirvesinin sonuç bildirgesinde benimsenen Montrö Sözleşmesi’ne dair 31. Madde’ye bir daha göz atarak işe başlayabilirsiniz. İşte orada haklı olarak ve avazınız çıktığı kadar bağırmanızı zorunlu kılacak, daha açık bir deyişle Türkiye’yi Karadeniz’de ateşe atacak ifadeler mevcut.

                                                                     /././

Hakkari'de mayına basarak yaşamını yitiren çobanın ardından: Ölenler haber konusu, kalanlar göç yolcusu -Özkan Öztaş-

Geçtiğimiz günlerde Hakkari'de mayına basarak hayatını kaybeden çoban Bedrettin Düzen'in ardından mayınlı araziler tekrar gündem oldu. Yüz binlerce mayın emekçilerin yaşamını tehdit ediyor.

Geçtiğimiz günlerde Hakkari'nin Yüksekova ilçesinde, Sat Buzul Göllerinin olduğu Doski Vadisinde hayvancılık yapan çoban Bedrettin Düzen, mayına basarak hayatını kaybetti. 

Bölge halkı iki köy arasındaki alanın yasaklı olmadığını söylüyor. Bu alan çobanların hayvancılık faaliyetleri her gün sürdürdüğü mıntıkalara bir örnek. Ancak köylüler bu tür örneklerle zaman zaman karşılaştıklarını ve arazide hayvancılık yapanların can güvenliğinin olmadığını ifade ediyor. 

Uzmanlar "patlayıcı cisim" diyor. Bölge halkı ise mayın diyor en kısa haliyle. İşte Bedrettin Düzen, çobanlık yaparken bu mayınlardan birine basarak yaşamını kaybetti. 

Üç çocuk babasıydı Bedrettin Düzen. Geride çalışmaktan başka yaşama şansı olmayan ve geleceğe kaygılardan uzak bakmak isteyen bir aile bıraktı. Bir de ülkenin acı gerçeğini; mayınlı arazilerde tarım ve hayvancılık yaparken mayına basarak can veren emekçilerin hikayesini bıraktı Bedrettin. 

Çobanlar ve çiftçiler: Ekmeğini mayınlı araziden çıkarıyorlar

Resmi rakamlara göre 1984 yılından 2009 yılına kadar arazilerde bulunan mayınlara basarak yaşamını yitirenlerin sayısı 1269. Üstelik bu vakaların neredeyse tamamı tarım ya da hayvancılık faaliyetleri sırasında meydana geldi; veya bölgede yaşayan insanların pikniğe gittiği örneklerde yasaklı olmayan arazilerde yaşandı. Yani ailenizle pikniğe gittiğinizde ya da hayvanlarınızı otlatmak için arazide gezdiğinizde bir mayına basarak yaşamınızı kaybetmeniz hâlâ büyük olasılık. Sayısı binden fazla örneği mevcut. 

Konuya dair açıklamalarda bulunan DEM Parti Hakkari Milletvekili Öznur Bartın, bu mayınların tamamının Kürtlerin yaşadığı illerde olduğuna dikkat çekiyor. Ve ne yazık ki sadece sınırda bulunan iller değil bunlar. Dersim gibi Diyarbakır gibi örnekler de mevcut. 

Çobanlar ve çiftçiler işte böylesi arazilerde ekonomik faaliyetlerine devam ediyor. Deyim yerindeyse ekmeklerini mayınlı arazilerden çıkarıyorlar. Yine resmi verilere göre anti-tank ya da anti-personel türüyle ifade edilen mayınların bölgedeki sayısı bir milyondan fazla. Tam sayısıyla 1 milyon 3943 mayın hâlâ bu arazilerde bulunuyor. 

Hakkari Barosu yaptığı açıklamada bu ve benzeri olaylara neredeyse her yıl denk gelindiğine dikkat çekiyor. 

"Bölgemizde temizlenmeyen mayınlar ve çatışma artıklar yaşam hakkı ihlallerine neden olmakta ve bölge halkı için tehlike oluşturmaya devam etmektedir. Hemen her yıl benzer ölüm ve yaralanma ile sonuçlanan vakaları yaşamaya devam ediyoruz. Yaşam hakkına önemli bir risk alanı oluşturan mayınlı alan haritalarının paylaşılması ve temizlenmesi gerekmektedir." 

Açıklamaya imza atan 14 il barosu mayınlı arazilerin temizlenmesini ve Türkiyen'in tarafı olduğu Ottowa Sözleşmesi'nin gereklerini yerine getirmesini talep ediyor. 

                        Hakkari Yüksekova'da mayına basarak yaşamını kaybeden çoban Bedrettin Düzen

'Mayınlar yalnızca sınır hatlarında değil'

Konuya dair soL'a konuşan İnsan Hakları Derneği (İHD) Hakkari Şubesi Eş Başkanı Sibel Çapraz, tarım ve hayvancılık yapılan alanlardaki mayınların yalnızca sınır hatlarında olmadığına dikkat çekiyor. Sadece ölümle sonuçlanan patlamaların gündeme geldiğini ifade eden Çapraz, patlayıcı cisimlerin yaralanmalara da sebebiyet verdiğini belirtiyor.

Sibel Çarpaz'ın konuya dair değerlendirmeleri şu şekilde:

"Bölgenin özel güvenlik alanlarında zaman zaman patlayıcı cisimlerin yol açtığı can kayıpları yaşanmıştı. En son 2012’de yine Dağlıca (Oremar) bölgesinde olan Gulord köyünde, evinin bahçesinde bulduğu yabancı bir cisim ile oynarken patlama gerçekleşmiş ve Uğur Çavmak (12) ailesinin gözü önünde can vermişti. 11 Mayıs 2024’te Hakkari kent merkezine 35 km uzaklıktaki Üzümcü köyünün Derav mezrasında bulunan askeri alana yakın bir bölgede pikniğe giden Uğur Koşar bulduğu bir cismin patlaması üzerine yaralanmıştı. Geçtiğimiz günlerde çobanlık yaptığı Veregoz bölgesinde, mayın patlaması sonucu hayatını kaybeden Bedrettin Düzen oldu. Patlamaların yanı sıra yine kolluk güçlerinin açtığı ateş sonucu yaralanan ya da yaşamını yitiren insanların sayısı da fazla. 

Bu bölgelerin çoğunluğu yaşam alanlarının olduğu bölgeler ve orada yaşayan insanlar yaşamlarını idame ettirmek için bahçelerine ya da hayvanlarını otlatmak için arazilere gitmek zorunda kalıyorlar. Sadece sınır güvenliği değil, sınır hattına yakın bölgelerde yaşayan insanların güvenlikleri de sağlanmalıdır. Devlet, yurttaşların yaşamını güvenceye alacak tedbirler almadır."

'Mayınlı araziler hayvancılığı bitirmiş durumda. İnsanlar göç ediyor'

Ekonomik faaliyetlerini sürdürmek için mayınlı arazilerde tarım ve hayvancılık yapan köylüler yaşadıkları sorunlardan dolayı çoğunlukla köylerden ilçelere göç ediyor. Ancak yetkinlik alanları tarım ve hayvancılık olan köylüler ilçe merkezlerinde de tutunamıyor hayata doğal olarak. Hal böyle olunca büyük kentlere göçler başlıyor. Bu durum yalnızca bireylerin göç etmeleri ve kurulu düzenlerinin değişmesi manasına gelmiyor. Aynı zamanda ülke tarımının ve hayvancılığının da belli bölgelerde bitme noktasına geldiğini gösteriyor. 

İHD Hakkari Şubesi Eş Başkanı Sibel Çapraz bu durumu şu şekilde anlatıyor: 

"Sınır hatlarındaki tüm bu ihlallerden kaynaklı insanların yaşam alanları, çekilmez bir hal alıyor ve insanlar ekonomik olarak geçinme ve güvenlik sorunu yaşıyor. Bu anlamda tarım ve hayvancılık yapmanında gittikçe güçleştiğini hatta yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu da söyleyebiliriz. İnsanlar da ciddi anlamda bir göç başlamış durumda. İlk başta Köylerden ilçeye geçme durumu yaşanıyor ve orada da geçinemeyince bu sefer metropollere göç etmek zorunda bırakılıyorlar."

Bedrettin Düzen'in yaşadığı ve hayatına mâl olan olay aslında mayınlı arazilerde çobanlık yapan binlerce ailenin yaşadıklarının ya da yaşayabileceklerinin bir örneği. Bu olay bir milyondan fazla mayının, mayınlar yüzünden can veren binden fazla insanın ve kalanların hayatı yeniden kurmak için göç etmesinin hikayesi. Bölgede yaşayan insanlar bu mayınların biran önce temizlenmesini talep ediyor.

                                                               soL - GÜNDEM

Mafya lideri Falyalı'nın eski ortağı Kuzey Kıbrıs'a büyükelçi yapıldı

Kuzey Kıbrıs’ta öldürülen mafya lideri Halil Falyalı’nın eski ortağı Yasin Ekrem Serim Türkiye’nin yeni Lefkoşa Büyükelçisi oldu.(https://haber.sol.org.tr/haber/mafya-lideri-falyalinin-eski-ortagi-kuzey-kibrisa-buyukelci-yapildi-394400)

                                                               ***

Murat Kurum zam farkını soran kadına yardım kartı uzattı: Eli boşta kaldı

Murat Kurum, dul/yetim aylıklarındaki zam farkının neden yatırılmadığını soran kadının eline yardım kartı tutuşturmaya çalıştı.(https://haber.sol.org.tr/haber/murat-kurum-zam-farkini-soran-kadina-yardim-karti-uzatti-eli-bosta-kaldi-394396

                                                              ***

TKP, Zorlu Holding'in yıllık kârıyla yapılabilecekleri saydı: 'Halkımıza feda olsun'

Özelleştirmelerle büyüdü, AKP ile palazlandı, milyonların emeğiyle kârını katladı. TKP'nin "Holdinglerin mal varlıkları ve kârları halkımıza feda olsun" kampanyası bu kez Zorlu Holdingi hedefe koyuyor. Zorlu ailesinin el koyduğu bu tutarla yapılabileceklerin bir kısmı şöyle: 2 milyon 73 bin ailenin bir yıl boyunca doğal gaz faturası ödenebilir * Bir yıl boyunca 1 milyon 382 bin emeklinin günlük bir öğün yemeği bu rakamla karşılanabilir *306 bin hanenin ihtiyacı olan beyaz eşya alınabilir * 4 bin adet park Zorlu Holding’in bu dört şirketinin yıllık kârı ile yapılabilir.(https://haber.sol.org.tr/haber/tkp-zorlu-holdingin-yillik-kariyla-yapilabilecekleri-saydi-halkimiza-feda-olsun-394391)

Van'da ırkçı yazılama yapan 16 yaşındaki çocuk: Beni devlet görevlileri yönlendirdi

Van'da belediyenin Kürtçe trafik uyarılarının üzerine “Türkiye Türktür, Türk kalacak” yazılamaları yapanın, TEM'de polis tanıdığı olan 16 yaşındaki lise öğrencisi olduğu belirtildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/vanda-irkci-yazilama-yapan-16-yasindaki-cocuk-beni-devlet-gorevlileri-yonlendirdi-394399)

                                                              ***

Milli Eğitim’e siyah çelenk: ‘Çağdışı müfredatı tanımıyoruz, ÖMK’ye boyun eğmeyeceğiz’

Eğitim-İş üyesi öğretmenler bugün Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı’na ve tüm yurtta il milli eğitim müdürlüklerine siyah çelenk bırakarak Meclis’teki ‘meslek kanunu’ tasarısını protesto etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/milli-egitime-siyah-celenk-cagdisi-mufredati-tanimiyoruz-omkye-boyun-egmeyecegiz-394401)

                                                               ***

Erdoğan'ın İsrail'e verdiği 'gözdağı': Karabağ ve Libya'ya nasıl girildi, Suriye'den neden bahsetmedi?

Erdoğan, İsrail için "Libya'ya, Karabağ'a girdiğimiz gibi gireriz" dedi. Türkiye Karabağ'a hiç doğrudan girmedi, Libya müdahalesi "siyasi fiyasko" oldu. Suriye müdahalesini ise hiç ağzına almadı.(https://haber.sol.org.tr/haber/erdoganin-israile-verdigi-gozdagi-karabag-ve-libyaya-nasil-girildi-suriyeden-neden-bahsetmedi)

                                                                  ***



Sahaflar Çarşısı(XVI) - Bir döneme yakından bakarken: Umudun ön günü ve Yağmur Sıcağı / Özkan Öztaş-soL

 Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Demirtaş Ceyhun'un Yağmur Sıcağı romanını konuşuyoruz. Yusuf Şaylan'la olan söyleşimizde 1970'li yıllara romanın penceresinden bakıyoruz.

Yağmur sıcağı bulantıcıdır biraz. Hele ayaklarınızı bastığınız toprak sıcak memleketler olunca bu sıcak daha bir dayanılmaz olur. Hemen boşalsın gökyüzü olduğu yerden de bir nebze serinlesin ister insan böylesi zamanlarda. Bir yandan da bulutlar yağmur toplar böylesi sıcaklarda. Bazen öncesinde bir fırtına ya da gök gürültüsü ile çıtır çıtır başlar yağmurun taneleri ve ıslatır toprağı. 

Toprak kokusu bereketli toprakların imgelerinden biridir. 

Biraz da bu yüzden yağmur sıcağı bunaltıcı olduğu kadar o serinliğin de öncesidir. Sadece yağmura değil, serinliğe de gebedir. 

Belki de yine öylesi "sıcak günlerden" geçtiğimiz için Yusuf Şaylan elinde Demirtaş Ceyhun'un Yağmur Sıcağı kitabıyla geldi. Bu buluşmamızda 1960'lı ve 1970'li yıllara bakacağız yakından. Yusuf Ağabeye Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde rastladığımda bir masaya oturmuş bir bardak çay eşliğinde kitabın son sayfalarını okuyordu. 

"Her hafta yetişebiliyor musun bu kitaplara?" diye sordum kitabı bitirip masaya koyunca. "Evet, planlı bir okumayla hepsi mümkün. Yeter ki okumak hayatımızın olağan akışında mutlaka yer alan bir alışkanlık olsun" diye cevap verdi. Aldığı notları, gözlüğünü ve kalemini çıkarıp masaya koydu. Bu "başlayabiliriz" manasına geliyordu. 

Çaylarımız tazeleniyor. 

Başlıyoruz. 

'Hiç bir şey değişmiyor bazen, değişen onca şeyin arasında'

1970'li yıllar Türkiye devrimci mücadelesinin belki de yeni arayışlara dair en bereketli olduğu dönemlerden biri. Gençlik hareketleri, sendikal mücadeleler, siyasi partiler ve daha birçok örnekte arayışların toprağa saçılmış tohum gibi filizlendiği yıllar.

Yusuf Şaylan bu açıdan edebi bir ayrıntıya da dikkat çekiyor. Zira bu dönem edebiyatta ve siyasette yeni bir dil kurma uğraşının da olduğu yıllar. Dolayısıyla zaman zaman propaganda metinlerine zaman zaman da edebi metinlere yansıyor bu. Gözlüğünü burnunun üzerine oturtup notlarına bakarken "Mesela erinç, erinçsizlik, ansımak gibi sözcükler yer alıyor romanda. Bazı örneklerin keyifli bir arayışın sonucu olduğu çok belli. Bazı örneklerin de zorlandığını düşünüyorum. Zira türetilen kelime de Türkçe değil zaten. Öyle olunca yeni bir yabancı kelimeye ne gerek vardı diye düşünüyor insan. Ama yeni bir ülke kurmak isteyen insanların yeni bir dil kurma arayışı da pek keyifli değil mi" diyor Yusuf Şaylan.

Demirtaş Ceyhun'un Yağmur Sıcağı romanı sadece yazıldığı dönemin politik atmosferini değil, aydınların arayışlarının nasıl somutlandığını anlamak için de kıymetli veriler sunuyor. Ve ekliyor Şaylan: 

"Mesela o döneme bakınca bazı şeyler de pek değişmemiş diyor insan. Kitap ilk baskısını 1976 yılında yapıyor. İnsan ilişkileri, toplumsal yapı ve topluma dair yazarın çözümlemelerine bakınca Türkiye pek de değişmemiş diyor insan. Birazcık da normal aslında bu. Üretim ilişkileri değişmeden bunların topyekun değişmesi de çok mümkün değil zaten. Bir sürü şey değişiyor şu hayatta ama bazı şeyler aynı kalıyor işte. Umudu büyütenler mesela hala umudu büyütmeye çalışıyor. Romandaki kaypak karakterler sanki bir anda yanı başımızda bitiveriyormuş gibi tanıdık geliyor insana. Ancak 1970'li yılları anlamak için kıymetli bir kitap olduğunu düşünüyorum."

Türkiye panoraması

Demirtaş Ceyhun 1934 yılında Adana'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Adana'da tamamladıktan sonra İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde yüksek mimarlık okudu. Mimarlık eğitimi almasına rağmen, edebiyat ve gazetecilik alanında çalışmalar yaparak tanındı. Roman, öykü ve deneme türlerinde eserler vermiştir. Gazeteci olarak çeşitli gazetelerde yazılar yazdı ve toplumsal sorunlara dikkat çekti. "Yağmur Sıcağı", "Gecekondu", "Çıkmaz Sokak" gibi önemli eserleri ilk akla gelenler arasında.

Demirtaş Ceyhun'un "Yağmur Sıcağı" romanı, Türkiye'nin toplumsal ve siyasi değişimlerinin etkisi altında olan bireylerin hayatlarını anlatan eseri. Roman, köyden kente göç, sınıfsal çatışmaları ve bu süreçte yaşanan zorluklar gibi konuları ele alıyor. Kitabın merkezinde bireylerin toplumsal değişim karşısındaki direnişleri, uyum süreçleri ve değişimleri. 

Yusuf Şaylan bu ayrıntının altını çizerken "Bu kitap bana 'insan her yaşta ve her koşulda değişebilir' umudunu veriyor. Hani bazen insanlarımıza bakıp 'Bunlardan bir şey olmaz' diye eleştirenler oluyor ya. Aslında bu bir yanıyla 'Benden bir şey olmuyor değiştiremiyorum insanları' demenin kaçamak bir itirafı gibi geliyor bana. Yoksa insanlarımız burada ve onları çürüten düzen de ortada. O yüzden bu roman bir tür Türkiye panaroması sunuyor bence insana" diyor.

Yağmur Sıcağı köyden kente göç eden insanların karşılaştığı zorlukları, toplumsal değişimlerin bireyler üzerindeki etkilerini ve bu süreçte yaşanan toplumsal çatışmaları ustalıkla ele alıyor. Roman, Türkiye'de sanayileşmenin getirdiği sancılı sürecin yeni yaşam biçimlerine uyum sağlama çabalarını ve bu süreçte yaşanan kimlik bunalımlarına da değiniyor. Köyden kente göç, toplumsal sınıf farklılıkları, modernleşme ve kimlik bunalımı romanın merkezinde duran konular arasında yer alıyor. Roman, Türkiye'nin toplumsal değişim sürecindeki bireylerin yaşam mücadelelerini ve bu süreçte yaşadıkları zorlukları derinlemesine ele alıyor. Diğer yandan, karakterler üzerinden toplumsal değişimin birey üzerindeki etkilerini ve bu değişim karşısında bireylerin direniş ve uyum süreçlerini ustaca işliyor.

Romandaki karakterler, genellikle gecekondu mahallesinde yaşayan, ekonomik zorluklarla boğuşan ve sosyal adaletsizliklere karşı direnen insanlardan oluşuyor. Bu karakterler, yaşadıkları zorluklar ve bu zorluklara karşı verdikleri mücadeleler aracılığıyla romanın temalarını ve mesajlarını somutlaştırıyor. Gecekonduların mekanı İstanbul'dur. Kahramanlarımız ise hayatta kalma mücadelesi veren insanlardan oluşuyor çoğunlukla.

Demirtaş Ceyhun romanda 1960'lı yılların ikinci yarısından 1970'lerin başına kadar uzanan dönemi ele alıyor. Kitabın temel tezi, kapitalist düzenin ve bu düzenin yarattığı adaletsizliklerin, emekçi sınıf üzerindeki baskılarının ve bu baskılara karşı gelişen direniş hareketlerinin anlatımı üzerine kuruludur. Demirtaş Ceyhun, bu romanında, kapitalizmin toplumda yarattığı eşitsizlikleri ve insanların bu eşitsizliklerle başa çıkma çabalarını gerçekçi bir bakış açısıyla ele alır. Roman, bireylerin kendi yaşamları üzerindeki kontrolsüzlüklerini ve sistemin onları nasıl ezdiğini, aynı zamanda bu koşullar altında gelişen dayanışma ve direniş ruhunu gözler önüne serer.

Satır aralarında yer alan Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişin sancıları, kendi devriminden korkan Halk Fırkası'nın cumhuriyetin tekerini ileriye döndüremeyince "Osmanlı'yı cumhuriyetleştirme" çabaları, Şeyh Sait isyanı, birçok yazarın "Doğulu" demeye dahi çekindiği yıllarda Kürt olmanın neden gururla ifade edilebileceğine dair ayrıntılar anlatımı zenginleştiren imgeleri oluşturuyor. 

İşçiler, parti, öncü ve yağmurdan sonra toprak kokusu

Yağmur Sıcağı romanı bir yandan dönemi anlamak için diğer yandan da o romanın merkezinde duran TİP'in bıraktığı boşlukları ve kadrolarının tercihlerinin nasıl sonuçlara gebe olduğunu anlamak için de kıymetli veriler sunuyor. Tüzük tartışmalarına sıkışan öncülük, biçimsel tartışmalara yenik düşen sınıf çalışmaları ve gençliğin arayışları kitabın yine merkezinde duran konular arasında yer alıyor. 

Şaylan bu dönemi anlatırken birazcık uzaklara bakıyor. Matematik hesabı yaparak yılları ölçüp tartıyor. 

"Milli Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrim tartışmaları, gençliğin arayışları ve örgütlenip dağlara çıkmaları, tüzük tartışmaları ve zaman zaman komik duruma düşen sendika tartışmalarına rastgeliyor okuyucu. Bu neden önemli dersen, bence eksikleri görmek, hataları anlamak bazen merkezde duran sorunların nasıl etrafından dolaşıldığı anlamak için önemli. Ya da başka bir ifade ile bugün sınıf mücadelesinin neleri geride bıraktığı, hangi tartışmaları tükettiği ve ne kadar mesafe aldığının da göstergesi. 

Mesela politik tartışmaların etrafında yer alan bazı şeylerden bahsetmek isterim. Bazı şeyleri idealize etmenin yarattığı sonuçlar, değişimin her yaşta ve koşulda bir şekilde olabiliyor oluşu, türküler üzerine yapılan sohbetler, ajanstan haber dinlemenin ne denli önemli olduğunun hissettirilmesi. Yalnızlık üzerine yapılan tartışmalar ya da kahramanımız Zekeriya'nın 12 Mart Askeri Müdahalesini alkışlaması, aşka dair hatta gülmeye dair yazılan şeyler çok keyifli bence.

Bir de örgütlü olmanın önemi. Romanda bir yede insan örgütlü olmazsa nasıl arınır burjuvazinin kirinden diye bir ifade geçiyor. Bir vesile insanların bunu hatırlatması çok kıymetli. O yüzden de roman bir kez daha önemli hale geliyor bence. Herkes yağmur sıcağından bunalmış durumda o yıllarda. Ancak gökyüzünü patlatıp o yağmuru yağdıracak irade neden ortaya çıkmadı? İşte romana bakınca biraz daha anlıyor insan. Belki de toprak kokusu o günlerden ders çıkaranlara nasip olacaktır" diyor ve gülümsüyor Şaylan. 

Yağmur sıcağı ve Gogol'un paltosu

Dostoyevski Rus edebiyatını anlatırken "Hepimiz Gogol'un paltosundan çıktık" der. Zira Palto öyküsü Rus edebiyatın önemli bir eşik olarak kabul edilir. 

Yusuf Şaylan bunu 1960'lı yıllardaki TİP'i anlatırken anımsatıyor. "Türkiye solu bu dönem çeşitlendi ve filizlendi. TKP ve TİP o dönemin ana unsurları olmakla birlikte Gogol'un paltosu gibi sol siyasetin de şemsiyesi oldu. O dönemi anlatan bir kaç kaynak daha var" diyor ve "Hatta dur bir saniye" diyerek telefonu eline alıyor. Mesud Odman'ı arayarak "Mesud Abi senin ve bir de Yalçın Küçük'ün yazdığı bir eleştiri yazısı vardı kaçıncı sayılardaydı o?" diye soruyor.

Mesud Odman biraz müsaade isteyerek arşive bakıyor. Ve ekliyor. "15 ve 22 Şubat 1977 tarihli Yürüyüş Dergileri" diyor. 

Önce Mesud Odman kaleme alıyor eleştiri yazısını. "Yazılması gerekenin yazılmayan romanı" başlığını taşıyor yazısı. Yalçın Küçük Yağmur Sıcağı'nı değerlendirdiği yazı da onun hemen ertesindeki hafta yayınlanıyor. "Bilinçsiz öfkeliler ve sezgi gücü" başlığını taşıyor onun yazısı da. Mesud Odman o dönemi anlamak için bir de Adalet Ağaoğlu'nun "Ölmeye Yatmak" romanını ekliyor. Tavsiyeler listesinde başa alıyoruz bu nedenle. 

Ancak Yusuf Şaylan bir şerh düşüyor Gogol hatırlatmasıyla tekrar. Ve ekliyor:

"Romanın yazıldığı dönemde ele alınan değerlendirme yazıları ile bugün arasındaki ayrımı okuyucu iyi ölçüp tartmalı. Bizler o dönemden yaklaşık 50 yıl sonra birçok tartışmanın netleştiği ve çözümlendiği bir yerdeyiz artık. O yüzden bizim için mevzu o dönemi bir laboratuvar olarak görmek olmalı. Bazen okur dönemin eksiklerine ve bırakılan boşluklara odaklanırken romanın kendisini günah keçisi gibi görebiliyor. Bu hataya düşmemeli. Her şey bir yana bu roman o dönemi en yalın ve en sade anlatan romanlardan biri. 

Mesela konuya dair Sadık Albayrak'ın bir anekdotunu paylaşmak isterim seninle.

Sadık Albayrak roman için 'Demirtaş Ceyhun romanlarında neoliberalizmin dünya çapında egemen olduğu, 1980'lerden sonra emperyalizmin kültürü ve insan aklını bozan saldırısına karşı kitaplarla, yazılarla yürüttüğü etkin bir mücadele var. Edebiyatımı Geri İstiyorum kitabıyla 12 Eylül'den sonra gerçekçi damarı kesintiye uğratılarak sunulan, Yalçın Küçük'ün "Küfür Romanları" dediği sistem güdümlü edebiyata karşı köklü bir eleştiri getirdi. Yine günü gününe postmodernizmin felsefe ve edebiyatı esir almasına karşı eleştirel bir mücadele başlattı. Aynı dönemde laikliğin adım adım kemirilmeye başlayarak bugünkü yıkımına yol alırken Demirtaş Ceyhun Sis Çanı kitaplarından biriyle sürüklendiğimiz karanlığa karşı erken uyarı yapıyordu' diyor. Bunlar önemli notlar."

Bitirirken belki o dönemin eleştirilen romanları, kültürel iklimi ve öncülük ilişkisinin bıraktığı boşlukları ve yarattığı sonuçları hatırlamak adına bir makale daha hatırlatılabilir diye düşünüyoruz. Yalçın Küçük'ün "Kolay okuyucuyu aşmak ya da aydıncıklar" makalesi. 1979 yılında Edebiyat Cephesi'nde kaleme aldığı makaleyi Yeni Gelen dergisi bir süre önce yeniden paylaşmıştı.

Sohbetimizin sonuna gelirken gözlüğünü tekrar burnunun kemerine yerleştiriyor Yusuf Şaylan: "Bu kitap neden okunmalı sorusu çok zor bir soru. Ama şöyle kolaylaştıralım. Ben okurken en çok neresinden etkilendim. 

Bak şimdi şu sözlere. 

'Kavganın amacı, elbet yenmektir karşıdakini. Lakin, her zaman insan rakibini yeneceğim diye inanınca mı girer kav­gaya? Tövbe. Kavganın çaresizi de vardır, bre yiğen . . . Unutma. Ve de, kavga etmesini de kavga öğretir anca adama. Say ki, bi­zimkisi de o, işte. Yo yo yoooo, konuşmak yok. Bir şey an­latma bana. istemiyorum. Hele dinle biraz da. Sus da, dinle. Çünkü, aslolan paniğe kapılmamaktır bu aşamada. Ben de, işte bunu bile bile kavgaya geldim haaa. Yani, iyi bilirim, bu kav­gamız, henüz kavgayı kazanma kavgası değildir. Kavgayı öğren­me kavgasıdır. Öyleyse, deney kazanacağz. Başlıca amacımız, deney çoğaltmak olacak. Ders alacağız."

Şaylan biraz duruyor ve "Ders alacağız" kelimesini yineliyor. 

Sonra gözlüğünü ve kitabını masaya bırakıyor. Kitap için sohbetimizin yeterli olduğunu anlıyorum bu hareketinden. Son bir çay daha söylüyoruz kalkmadan önce. Hava sıcak. Çivi çiviyi söker hesabından. Henüz havada yağmur yüklü bulutlar yok ama sıcak da biriktiriyor taneleri. 

Haftaya bu sıcağın başka öykülerine bakmaya devam edeceğiz. 

Kaynaklar
1) Yürüyüş Dergisi 15 Şubat 1977 Tarihli Sayısı (TÜSTAV)
2) Yürüyüş Dergisi 22 Şubat 1977 Tarihli Sayısı (TÜSTAV)
3) Kolay Okuyucuyu Aşmak: http://www.yenigelendergisi.com/icerik/elestiri/yalcin-kucuk/kolay-okuy… 
Özkan Öztaş-soL