1 Ağustos 2024 Perşembe

soL "KÖŞEBAŞI" -1 Ağustos 2024-

 

Vergide sınıfsallık -Ali Rıza Aydın-

Kapitalizmin yasalarına karşı savaşım işçi sınıfının yasalarıyla verilecek. Bu savaşım verilemediği durumda kapitalizmin yasaları, iyileştirme maskesi altında eşitsizlik üretmeye devam edecek. 

Toplumsal kaynakların sınırlı sayıdaki insanların elinde toplanması ve insanın insanı sömürmesinin başlamasıyla farklı yönetim modelleri ortaya çıkıyor ve halktan kaynak toplanarak gelirin yeniden dağılımının yolu açılıyor.

Günümüzde vergi ve benzeri yükümlülükler denilen bu kaynaklar tarihsel süreçte çeşitli biçimlerle kendini gösteriyor. Kölelik türü bedensel yükümlülüklerde borçlunun bedenini rehin gösterdiği dönemler yaşanıyor. Toprak, ürün, hayvan, silahlı insan gücü gibi çeşitli kaynaklar sınıflı toplumların araçları olarak ele alınırken toplumda “vergi sınıfları” ayrımları da yapılıyor. Seçme ve seçilme hakkı farklı ölçütlerle varlığa ya da vergiye bağlanıyor. Vergiler gelirin, ürünün, toprağın ve diğer kaynakların yeniden dağılımıyla zenginleşmenin, sermaye birikiminin önemli aracı durumuna geliyor. Yönetim ve denetim gücünü elinde tutanların emrindeki memurluk/askerlik benzer zenginliğe bağlanıyor. Yönetim ve denetimi elinde tutanlar halkın mal varlığıyla birlikte emek gücünü, hak ve özgürlükleri de elinde tutuyor. Bir yandan da halktan toplanan kaynakların halka kamu hizmeti olarak dağılması gündeme getiriliyor.   

Yöneticiler tarafından kuralların konulduğu/değiştirildiği uzun dönemlerin ardından 1789’a gelindiğinde Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisiyle, “kamu gücünün sürdürülmesi ve idare giderleri için ortak bir vergi”nin zorunlu olduğu, bu verginin “tüm vatandaşlar arasında güçleriyle orantılı olarak” dağıtılması gerektiği, “bütün vatandaşların bizzat ya da temsilcileri aracılığıyla, ortak verginin gereklerini belirlemek, buna özgürce rıza göstermek, kullanımını izlemek, miktarını, matrahını, tahakkuk biçimini ve süresini belirlemek hakları” olduğu öngörülüyor. 

Bu öngörü, bugüne kadar burjuva devletlerinin “vergi hukuku”nun kaynağı olarak kullanıldı. 1982 Anayasasının “vergi ödevi” başlıklı 73. maddesi de özünü aynı yerden alır. Anayasaya göre, “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır.”  “Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır.” Kanuniliğin esnetildiği bir hüküm de unutulmadı. Buna göre; “vergi resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirlediği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapma yetkisi cumhurbaşkanına” verilebiliyor. Yetki başkanlı rejimden önce bakanlar kuruluna veriliyordu.

Vergi konusunda 1789 Bildirisindeki “vatandaşların bizzat ya da temsilcileri aracılığıyla” belirleme hakları artık bütünüyle temsilcilerde. Yasama organı ve kanunla yetki verme yoluyla yürütme organı olan cumhurbaşkanı vergi konusunda belirleyici. Vergilerin mali güce göre toplanıp toplanmadığı, vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, nerelere nasıl kullanıldığı konularında halkın toplumsal denetim hakkı yok. Denetimi bütçe ve kesinhesap kanunları görüşülürken Yasama Organı yapıyor. Halk ancak bireysel olarak hak arama özgürlüğü yoluyla yargıya başvurabiliyor. Bir de Anayasa Mahkemesi tarafından, kendisine iptal davası açılması ya da itiraz başvurusunda bulunulması durumunda anayasal denetim söz konusu. Mükellef hakkı ihlali savıyla bireysel başvuru ise adı üstünde bireysel. Bugünlerde başlayan ihbarcılık da bireysel. 

Bu tür bireysel yolların gidip dayandığı yer devlet, yasama, yürütme ve yargı organları. Ki devlet artık vergi sorumlu ve yükümlülüklerini müşteri olarak görüyor. Vergi konusunda Anayasaya uymayan, Anayasayı uygulamayan devlet. Sermaye sınıfına vergi kolaylıkları, muafiyet, istisna ve indirim sağlayan, bunu yasalarla yapan devlet. Vergi yükünü sermaye sınıfının üzerinden alıp emekçilere yıkan devlet. Kamu giderlerini karşılamak üzere vergi topladığı halde, bu vergiyi sermaye sınıfına çeşitli yollarla transfer eden, gelirin yeniden dağılımında sermaye sınıfını kollayan devlet. Vergi ödemeyen şirketler devletin denetiminde. Bu şirketlerin vergiden kaçınma yolları için kurduğu vakıflar devletin denetiminde. Ulaşım, sağlık, eğitim gibi gereksinmeleri paralı yapan, halktan topladığı kaynaklarla kamu hizmeti yapmak yerine yap-işlet yoluyla patronları zengin eden devlet. 

Emekçilerin hak gasplarına göz yuman, toplumsal üretim araçlarını özelleştirerek halkın elinden alıp özel mülk sahiplerine devreden, kamu hizmetlerini piyasalaştıran, sömürücü düzenini yaşatan, koruyan aynı devlet. Devlet sınıfsal, sermaye sınıfının, sömürünün aracı.

Kamusal gereksinimleri karşılamak için kişi ve kuruluşların mal varlıklarının bir bölümünün kamu gücüne dayanarak devlete geçirilmesi olarak tanımlanabilecek vergi, anayasal kaynağının ve amacının tersine, kamusal gereksinimlerin karşılanması yerine sömürü aracına dönüşmüş durumda. Hem mali güce göre alınmayarak, yükünü emekçilerin sırtına bindirerek hem de kullanımında kamusal gereksinmeler yerine sermaye sınıfına aktarılarak sömürüyü derinleştiriyor.  

Verginin sömürü aracı olarak kullanılmasına yol açacak hukuksal düzenlemelere, işlemlere izin verilemez. 

Kapitalizmin yasalarına karşı savaşım işçi sınıfının yasalarıyla verilecek. Bu savaşım verilemediği durumda kapitalizmin yasaları, iyileştirme maskesi altında eşitsizlik üretmeye devam edecek.                                      /././

‘Kapitalist her ülke potansiyel olarak İsrailleşme eğilimindedir’ -Kemal Okuyan-

TKP Genel Sekreteri Okuyan, İsrail’in, Sovyetler’in dağılmasının ardından kimsenin kural tanımadığı bir dünyanın "örnek devleti" olduğunu belirtti: "En küstah, en kıyıcı, en umursamaz, en zalim..."

Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye’nin İran’ın başkenti Tahran’da kaldığı eve düzenlenen saldırı sonucu öldürülmesine ilişkin TKP’den “orman kanunlarını artık tek kural haline geldiğinin yeni bir kanıtı” yorumu yapıldı.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada uluslararası alana belli kurallar gelmesini sağlayanın Sovyetler Birliği olduğunu hatırlattı, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası kimsenin kural tanımadığı bir dünyaya geri dönüldüğünü ifade etti.

İsrail’in tek ölçütün “güç” olduğu bir dünyanın “örnek devleti” olduğunu belirten Okuyan, bu devletin giderek var olma hakkını ve meşruiyetini yitirdiğini dile getirdi.

Uluslararası kuralsızlıkların kaynağının toplumsal eşitsizlikler olduğunu kaydeden Okuyan “Bu nedenle her ülke potansiyel olarak İsrailleşme eğilimindedir” diye belirtti.

Kemal Okuyan’ın paylaşımı şöyle:

Hamas lideri Haniye’nin Tahran’da öldürülmesi kuralsızlık ve orman kanunlarının artık tek kural haline geldiğinin yeni bir kanıtıdır.

Uluslararası alana belli kuralların gelmesi ve herkesin her istediğini yapamamasını sağlayan, emperyalist sistemin karşısına dikilen Sovyetler Birliği’ydi. Çatışmalar çıkıyor, siyasi cinayetler yine işleniyordu ama herkes silahlanmaya sistematik olarak karşı çıkan, toplumsal adaleti ve eşitliği savunan bir toplumsal sistemin baskısını hissediyor, kendisini çeki düzen veriyor, ayağını denk alıyordu.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra sıcak çatışmaların sayısı bir anda arttı, adım adım kimsenin kural tanımadığı bir dünyaya geri döndük.

Bugün dünyada biricik ölçü “güç”tür.

“Ben gider başka bir ülkede birilerini vururum. Başka bir ülkeyi işgal ederim. Sınırları tanımam. Ben haklıyım çünkü benim çıkarlarım her şeyin üstünedir...”

İsrail işte bu dünyanın “örnek” devletidir. En şımarık, en küstah, en kıyıcı, en umursamaz, en zalim. Giderek var olma hakkını, meşruiyetini yitiren bir ülkeden söz ediyoruz.

Ama unutmayalım, uluslararası alandaki kuralsızlıkların kaynağı toplumsal eşitsizliklerdir. Sorguladığımız, karşısına dikildiğimiz holdingler düzeni, kuralsızlıklar manzumesidir. Bu nedenle kapitalist her ülke potansiyel olarak İsrailleşme eğilimindedir.”

(https://x.com/OkuyanKemal/status/1818560888963559690)

                                                         /././

Vasatlaşma çağı -Nevzat Evrim Önal-

Orta sınıf konformizminden nefret etmeli; vasatlığını, kalitesizliğini her fırsatta yüzüne çarpmalıyız. Etraflarına inşa ettikleri savunma duvarlarını yıkmalıyız...

Geçen haftaki yazımızda kapitalist sınıfın kuralsızlık eğiliminin toplumu bir bütün olarak nasıl kuralsızlaştırıp çürüttüğünü tartışmıştık. Bu hafta tartışmamızı, bu durumun kentli ve eğitimli bireydeki sonuçlarına doğru genişleteceğiz.

Günümüz kapitalist toplumunda orta sınıfı “Toplumun, hayatını insan onuruna yakışır biçimde yaşayabilecek maddi koşullara sahip ayrıcalıklı kesimi” olarak tanımlayabileceğimizi düşünüyorum. Bu ayrıcalık birden fazla biçimde (kendi küçük mülküne sahip olarak, yüksek gelirli bir işte çalışarak vb.) elde edilebilir, dolayısıyla kelimenin gerçek manasıyla bir “sınıf”tan ziyade bir gri bölgeden, arada kalmışlık halinden bahsediyoruz.

Öte yandan orta sınıfa mensup bireyleri birleştiren bir ortak özellik vardır: Sahip oldukları ayrıcalık eğretidir; kapitalist toplumun belirsizliğe, krizlere ve kuralsızlığa eğilimli işleyişi içinde kolaylıkla kaybedilebilir ve birey yavaş yavaş ya da aniden yoksul işçi yığınlarının bir parçası haline gelebilir.   

İnsanın maddi yaşantısı, duygu ve düşüncelerinin temelidir; dolayısıyla orta sınıfın ayrıcalıkları ve bunların eğretiliği, bu sınıfa mensup bireyin haletiruhiyesinin de temel belirleyenidir. Avucun içinde ama akıp giden; yumruğunu ne kadar sıksa o kadar hızlı akan kum tanelerini andıran ayrıcalığın bireyin psikolojisindeki başlıca sonucu strestir. Kentli ve eğitimli birey söz konusu olduğunda bu stres, bitmeyen ve beyhude, aynı zamanda çelişkili bir savunma güdüsü ve konfor arayışı yaratır: Birey bir yanda hayatın onun özerk ayrıcalıklarını koruyacak biçimde kurallı olmasını, diğer yandan bu kuralların onun konforunu ve hazlarını sınırlamamasını ister.

Ama maalesef toplumun tanrıları olan egemen sınıf maddi zenginliğin o kadar büyük bölümünü tekellerine almış ve hep daha fazlasını almaktadır ki, geriye kalan milyonlarca insanın tamamını insanca yaşatacak konfor olanağı mevcut değildir. Bu yüzden kentli ve eğitimli birey kendisini sürekli toplumdan kaçma, konfor alanını toplumun dışında, izolasyonda, yalnızlıkta aramak zorunda bulur.

                                                           ***

Milyonlarca örnekten birini seçelim ve incelemeye devam edelim. 

Tüm Twitter faaliyeti yukarıda anlattığımız haletiruhiyenin dışavurumu niteliğinde olan bir kişi, şöyle özet niteliğinde bir tweet atmış: “Hayatta öncelik daima kendimiz olmalıyız arkadaşlar. Önce kendi iyiliğimiz, önce kendi mental sağlığımız. Bir insan veya fikir size iyi gelmiyor mu, haydi güle güle.”1

Bu düşüncenin bencilliği, kendi ayrıcalıklarını kanıksayan hali meselenin kolay görünen kısmı. İnsanlar, tam da yaşamsal önceliklerinden dolayı, ücretine zam yapmayan ve işten atmakla tehdit eden patronlarına, halden anlamayan ve kiraya yapabildiği kadar zam yapan ev sahibine “haydi güle güle” diyemez. Kolay görünmeyen ve asıl tartışmak istediğim kısım ise şu: Bu her türlü sıkıntıdan kaçma ve dengeyi yalıtık bireyselliğinde arama halinin zorunlu sonucu vasatlaşmadır. İnsan nitelikli düşünceleri, incelikli estetiği ve olgun kişiliği ancak kimi zorluklar çekerek, ayrıca başka insanlara ve fikirlere katlanarak geliştirir ve içselleştirir. Sıradan insanı kalınlığıyla korkutan romanları ya da teorik metinleri, uykusunu getiren senfonileri ya da sanatsal filmleri kendi sıkılganlığınızla ve sürekli dağılmaya çalışan dikkatinizle mücadele etmeden, yani kendi üzerinizde bir disiplin kurmadan okuyamaz, izleyemez, dinleyemezsiniz. Bunları (ve bunlara yönelik eleştirilerinizi) sadece sizi onaylayan değil size itiraz eden, fikir ve değerlendirmelerinizi sorgulayan insanlarla tartışmadan içselleştiremez, “size ait” hale getiremezsiniz. Asabınıza hâkim olma becerisi kazanmadan, yani olgunlaşmadan bu tartışmaları soğukkanlılıkla mantıki sonucuna kadar götüremezsiniz.

Özetle, insanlardan kaçıp ıssızlaştıkça, gelişemezsiniz. İnsanı konfor değil aşılan zorluklar geliştirir. Orta sınıf, baş tacı yaptığı Nietzsche’den en azından bunu öğrenebilirdi, ama belli ki işine gelmiyor.

                                                            ***

İçinde yaşadığımız dönemin düşünsel açıdan da estetik açıdan da ne denli vasat olduğunun farkında mıyız? Kapitalist toplumda (aslında sınıflı toplumların tümünde) düşünce ve estetik üretiminin esasen bir orta sınıf faaliyeti olduğu düşünüldüğünde; vasatlaşmanın sebebinin bu bireysel konfor saplantısı ve tüm zorluklardan tavşan gibi fıtı fıtı kaçma hali olduğuna eminim. Düşünce ve estetik üretenler insanlığı ilerletme ya da tarihe iz bırakma değil kendi bireysel konforlarını sürdürme (yani değişimden ziyade her şeyin olduğu gibi devam etmesi) motivasyonuyla hareket ettikçe; birincil meseleleri üretimlerinin içeriği ve dönüştürücülüğü değil düzen açısından beğenilirliği ve pazarlanabilirliği oluyor. Bu yüzden içinde yaşadığımız çürüme çağının vasatlığı kendisini en belirgin biçimde akademide ve sanatta gösteriyor.

Herhalde bunun ülkemizdeki en çarpıcı örneği edebiyat alanında yaşandı. Terazinin bir kefesine cumhuriyetin kuruluşundan 12 Eylül darbesine kadar geçen yıllarda Türk edebiyatının verdiği anıtsal eserleri; Yakup Kadri’yi, Yaşar Kemal’i, Kemal Tahir’i, Aziz Nesin’i koyun. Diğer kefesine de Nobelli Orhan Pamuk’u, Taraf paçavrasının başyazarı Ahmet Altan’ı, cemaat gelini Elif Shafak’ı, soyadında “t” olmayan katil Emrah Serbes’i yerleştirin. Vasatlığa ve kalitesizliğe teslim olmadıysanız, fark çok açık olacaktır. 

Daha önemlisi ise şu: Bu vasatlaşmanın yaşanabilmesi için 12 Eylül’ün yaptığı alan temizliği, aydın kırımı bir ihtiyaçtı. Cücelerin köy meydanında caka satabilmesi için önce devlerin hapse atılması, sürülmesi, öldürülmesi gerekiyordu. Bu yüzden, günümüz liberal entelijansiyasının 12 Eylül eleştirisi babaya diklenen ve odasına gidip kapıyı çarpan ergen atarı; batı kurumlarına doğru dillendirdiği AKP eleştirisi de büyük ağabeyinden yediği dayağı bire bin katıp ağlaya ağlaya babasına anlatan, kollanıp şımartılmış küçük kardeş mızmızlanmasıdır.

Bu insanların hemen hepsi, gece yatağa yatıp kendisiyle baş başa kaldığında, ne denli niteliksiz olduğuyla yüzleşir. Kırk küsur yıl önce bu ülkenin, taşıdığı buğdayların ağırlığıyla başı eğik duran başaklarla dolu bir tarla olduğunu, 12 Eylül’ün hasata fırsat vermemek için tarlayı sürüp geçtiğini, kendilerinin de bir daha pek sulanmayan bu tarlada biten faydasız otlar olduğunu bilir. Aydın olmadığını ama aydın kanıyla sulanmış topraktan beslendiğini, koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi denen keçinin teki olduğunu bilir.

Tüm bunları bilir, ama kişiliksiz olduğu için ertesi gün uyandığında kaldığı yerden düzeni aklama işine devam eder. 

Ama ayrıcalıkları eğreti olduğu için hep tedirgindir. Bu yüzden vasatlığını dokunulmaz kılmak ister. Bu yüzden eleştirinin her türünü “aydın despotizmi” diye damgalamaya çalışır. Bu yüzden nitelikli niteliksiz her düşüncenin birbiriyle aynı değerde olduğu saçmalığını savunur. Bu yüzden emperyalist merkezlerle kurduğu fon ilişkileri sorgulandığında önündeki mama tası dürtülmüş kedi gibi tıslar. Çünkü ürettiği vasat düşünceler ve vasat estetik düzen tarafından korunup kollanmazsa, kitapları sermayenin zincir kitapevlerinin çok satan raflarına konmaz ve metrolardaki billboardlarda reklamı yapılmazsa, batı akademisinin postmodern düşüncelerini papağan gibi tekrarladığı makaleler kerameti kendinden menkul “prestijli” dergilerde basılmazsa, uyduruk fikirleri “uzman görüşü” diye sermaye televizyonlarında parlatılmazsa alkış alamayacağını ve daha önemlisi, allah korusun, her emekçi gibi geçimini sağlamak için çalışmak zorunda kalacağını bilir. Bu yüzden kalemi eline her aldığında ya da konuşmak için ciğerlerine her nefes çektiğinde emperyalist hiyerarşide olabildiğince yüksekteki bir egemene yaranmaya, kapısına kul olmaya çalışır.   

“Okumuş karanlık” işte bu vasat alçaklıktan fışkırır.

                                                           ***

Yani orta sınıf haletiruhiyesi ile düşünsel-estetik vasatlaşma arasında diyalektik bir kısır döngü var. Orta sınıf saflarından çıkan ve sömürü düzenini ideolojik olarak desteklemeyi meslek edinmiş entelektüeller, bu düzende hasbelkader ayrıcalıklı bir yaşam sahibi olmuş ve en büyük kaygısı da elindeki bu (düzenin egemenlerinin sahip olduklarıyla karşılaştırıldığında hayli dandik) ayrıcalıkları kaybetmek olan insancıkların kaçış güdülerini ve konfor arayışlarını pışpışlıyor. Düzen de kendisine büyük ideolojik fayda sağlayan bu kısır döngüyü koruyor ve besliyor. Bu yüzden her şeyin kalitesizleştiği bir vasatlaşma çağında yaşıyoruz.

İnsanlığın geleceğine dair biraz olsun dert taşıyan herkes ise bu bataklıkta boğulmamaya, insanlığını yitirmemeye, vasatlığa teslim olmamaya çalışıyor. Ama bu çaba da elde kalan kırıntıları korumaya yönelik ve sonunda kaybetmeye mahkûm. 

Bu yüzden ben çözümün savunma değil saldırıda olduğunu düşünüyorum. 

Bizi kuşatan karanlık, beka stratejisini orta sınıf bireyin ayrıcalıklarını ve konforlarını savunma kaygısı üzerine kuruyor. Çelişkili bir dünyada çelişkisiz hayatlar yaşamaya çalışan, her türlü gerilimden patolojik biçimde kaçanlar huzuru düşünsel ölümde arıyor ve sonunda buluyorlar. Ne var ki üretip yaydıkları ölü düşünceler etkisini sürdürüyor. O zaman biz de buraya saldırmalıyız. Orta sınıf konformizminden nefret etmeli; vasatlığını, kalitesizliğini her fırsatta yüzüne çarpmalıyız. Etraflarına inşa ettikleri savunma duvarlarını yıkmalı, oturdukları camdan evleri taş yağmuruna tutmalıyız. 

Lovecraft haklı; “ölü düşüncelerin tuhaf bedenlerde yaşadığı toprak lanetlidir.” Üzerimize çökmüş laneti kaldırmak için bu hortlakların kalbine kazık çakmalı, cenazelerini gömmeli ve ideoloji dünyasında yeni, devrimci düşünceler için mevziler zapt etmeliyiz. 

                                                                                 /././
Ataması yapılmayan öğretmen mezarlığı: Şantiyeler -Özkan Öztaş-
Ataması yapılmadığı için geçim sıkıntısı yaşayan öğretmenlerin önemli bir kısmı inşaat şantiyelerinde çalışıyor. Kamuoyunda sürekli gündem olan iş cinayetlerinin ardında öyküye yakından bakıyoruz.

"Eskiden bir kıymeti vardı öğretmenliğin..."

Öğretmenlik mesleğinin yaşadığı sorunları konuşurken hemen hemen herkesin etrafından dolaştığı cümle burada düğümleniyor: "Eskiden" diye başlıyorlar ve bugün içine düştükleri hali yabancılaşarak anlatıyorlar. Belki de sadece bu sayede tahammül edebiliyorlar yaşanan onca kötü örneğe. 

Onlarca yıl eğitim alıp üniversitede eğitim fakültelerinde dirsek çürütüp, diplomalarını alıp öğretmenlik mesleğini yapamayanların öyküsü. Artık meslekleri dışında iş bulanlar şanslı sayılıyor. Ataması yapılmadığı için inşaat şantiyelerinde çalışan öğretmenlerin başına gelen iş kazaları artık günlük haberlerin "alışıldık" başlıkları arasında girmiş durumda. 

Yaşananları ve ataması yapılmayan öğretmenlerin farklı uzmanlık alanlarında çalışmak zorunda kalırken başlarına gelen iş kazalarını konunun muhatapları ile soL için konuştuk. 

'En son 10 yıl önce tahtanın karşısında öğrencilere ders verdim'

Ataması yapılmayan öğretmenlerin sorunları kanıksanmış durumda artık.

Türkiye'de eğitim fakültelerinden mezun olan binlerce öğretmen, atanma beklentisiyle yıllarını geçirirken büyük ekonomik ve psikolojik zorluklarla karşı karşıya kalıyor. Öğretmenlerin yaşadığı bu sorunlar, sadece bireysel düzeyde değil, toplumsal ve ekonomik açıdan da önemli etkiler yaratıyor haliyle. 

Onur 2013 yılında Ankara Üniversitesi'nden mezun bir öğretmen. Sosyal Bilgiler Öğretmeni. Bir süre geçici işlerde çalışmış sonra da köyüne dönmüş. Köyünde tarımda ve inşaat işlerinde çalışarak hayatta kalmaya çalışıyor. Ailesine ait bir evde yaşıyor. Şanslı sayılanlardan yani.

"Bir sürü hayalle gelmiştim Ankara'ya oysaki. Özel eğitim kurslarında ders verirken mesleğimden iğrendim resmen. Buralarda üç otuz paraya çalışacağıma memleketime dönerim diye düşündüm. En azından masrafım olmaz. Şimdi bakınca garip geliyor. Düşünsene en son 10 yıl önce ders vermişim. 10 yıl önce tahtanın karşısında önlüğümü giydim. Şimdi başka birinden bahsediyormuşum gibi geliyor bana. Garip yani."

Onur, 2009 yılında ilk kez üniversiteyi kazandığında memleketin ücra bir yerinde okuma yazmayı öğretme hayali varmış. Belki Türkçe konuşmayı ilk kez öğrenecek, kısa traşlı saçlarıyla, mavi önlükleriyle öğrencilerini hayal ederek başlamış derslerine. Mezuniyetine yaklaştıkça da bu hayalden gittikçe uzaklaştığını söylüyor.

'Kabahat bizdeymiş gibi bir de atanamayan öğretmen dediler adımıza'

"Eskiden bir kıymeti varmış mesleğin. Şimdi de öyle anlatır ya mesleğin büyükleri, köylerde öğretmenlerin kapısını çalan öğrenciler, bir sıcak ekmek biraz peynir getirir falan. Filmlerde görünce gözlerimi kaçırıyorum gerçekten. Ben okula başladığım yıllarda 'Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu' vardı. Eylemlerine katılırdım, destek verirdim. Sonra atanan her biri geride kalanı boğulur gibi bıraktı gitti. Ataması yapılmayan yüz binlerce öğretmen kaldı geride. 

Basında falan çıkıyor ya 'atanamayan öğretmen' diye. Vallahi sinir oluyorum. Bak artık inşaatlarda ya da tarlada çalışıyorum. Öğrendiğim hiçbir şeyi iş hayatımda kullanmıyorum. 25 yaşında şantiyelerin, tarlaların, demirin, çimentonun, pancarın ya da buğdayın cahili olarak başladım çalışmaya. Yaşıtlarım zehir gibiydi. Ben ise soruyorum bu ne tohumu ne ilacı diye. Yazık değil mi onca emeğe. Sonra kalkıp 'atanamayan öğretmen' diyorlar. Kabahat bende mi? İmkan vardı da ben mi atanamadım mesela. Sosyal Bilgiler Öğretmenliği'ne 500 kişi alacaklarsa 30 bin öğretmen yetiştirenler de kabahat yok mu? 

Böyle olunca okuldaki bir öğretmenimiz geliyor aklıma. Kulakları çınlasın. 'Çocuklar sizin bir kabahatiniz yok. Atansanız da atanmasanız da birer öğretmensiniz artık. Bir çoğunuz atanamayacak ama bu sizin öğretmen olduğunuz gerçeğini de değiştirmeyecek' demişti. 

Ama mezun olunca iş baskısı, geçim sıkıntısı, atanan arkadaşlarının sosyal medya paylaşımları, ailenizin 'E sen artık çalışmayacak mısın?' diye gözlerinizin içine bakması çok can yakıcı. İntihar edenler ayrı bir dünya... Şimdi bakıyorum sınıf arkadaşlarıma çok azı öğretmenlik yapabiliyor. Gerisi benim gibi. Hayatta kalmaya çalışıyor." 

Onur bu sözlerle anlatıyor hayatını. Şimdilerde Kırşehir'de. "Ankara iş bulsan gelir miydin?" diye sorunca da "Bugün özel okullarda çalıştığım parayla öğrenci hayatımdaki kaliteyi dahi yakalayamam" diyor gülerek. konuşurken kalite kelimesini vurgulayarak söylüyor.

Yaşadıkları tercih değil bir zorunluluk. Kabahatin öğretmenlerde olmadığı ise herkesin malumu. 

23 yaşında ataması yapılmayan beden eğitimi öğretmeni Fedai Altun inşaat işçiliği yapıyordu. Malatya’nın Yeşilyurt ilçesinde yaşayan Fedai Altun, Dilek Mahallesi’ndeki mezarlıkta elektrik trafosu boyarken hayatını kaybetti.




Cumhuriyeti olmayan bir ülkenin öğretmene ihtiyacı olur mu?

Cumhuriyetin en temel çıktılarından biri eğitimin aynı zamanda bir istihdam politikası olması. Devletin her yurttaşa iş güvencesi vermesi gerektiğine dikkat çekiyor Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay.

Konuya dair soL'a verdiği demecinde, "Bugün bu ülkede eğitim zorunlu mu? Evet zorunlu. O zaman mezunlarının ne iş yapacaklarına da bir çözüm üretmesi gerekir bu düzenin. Ama cumhuriyetin, aydınlanmanın, eğitimin ayaklar altına alındığı bir dönemde mezunlarının da ne iş yapacağını düşünmesini beklemek çok makul değil elbette. Oysa cumhuriyetin temel felsefesinde yurttaşlarının eğitiminden iş hayatına değin geçen süreçte devletin planlaması vardır. Eğitim ile istihdam arasındaki bağ kopmuş durumda. Planlama falan yok. Sonuçta eğitim denilen şey bir yerden sonra mesleki yeterliliği belirler. O zaman eğitimin istihdam ile bağını yeniden hatırlatmak gerekiyor. Bu cumhuriyetin erdemidir ve bu erdem bugün ayaklar altına alınmıştır. Üzülerek belirtmek isterim ki öğretmenlerin mesleklerinden umudu kalmamıştır bugün. Mezunların neredeyse yarısından fazlası iş bulamıyor. İş bulmak bir tür piyango gibi, şans gibi bir şeye dönüşmüş durumda. Olan ne yazık ki bu ülkeye oluyor. Cumhuriyetin kazanımları ayaklar altına alınırsa, eğitimin, aydınlık gelecek yaratmanın, öğretmenlerin ayakta kalması mümkün olur mu?" diyor. 

Ülkede son 20 yılda yaşanan gerici değişimler ve müfredata yapılan müdahaleleri şimdilerde Öğretmenlik Meslek Kanunu ile görevi başındaki öğretmenler için tasarlıyor iktidar. Geriye de tek bir soru kalıyor: Cumhuriyeti olmayan bir ülkenin neden bir öğretmene ihtiyacı olsun ki?

İş kazalarında yaşamını yitiren öğretmenler

Milli Eğitim Bakanlığı'nın yeterli sayıda kadro açmaması nedeniyle binlerce öğretmen, ya düşük ücretli işlerde çalışmak zorunda kalıyor ya da işsiz kalıyorlar. Öğretmenlerin büyük bir kısmı, geçimlerini sağlamak için geçici ve güvencesiz işlere yönelmek zorunda. Bu durum, öğretmenlerin ekonomik sıkıntılar yaşamasına, borçlanmalarına ve maddi güvencesizlikle başa çıkmak zorunda kalmalarına neden oluyor.

Ataması yapılmayan 26 yaşındaki İngilizce öğretmeni İlyas Bul, 14 Ekim 2023 tarihinde Mersin’de yapımı süren Akkuyu Nükleer Güç Santrali'nin (NGS) inşaat sahasında yüksekten düşerek yaralanmış ve kaldırıldığı hastanede yaşamını kaybetmişti. Bul'un hayatını kaybetmesinin ardından Akkuyu Nükleer A.Şiş cinayetine ilişkin açıklamada bulunmuş ve benzer örneklerde de işçilerin kötü çalışma koşulları nedeniyle sıkça gündeme gelen şirket, iş cinayetinin sorumluluğunu üstlenmemişti. 

İlyas Bul'un yaşadığı sorunları meclis gündemine taşıyan DEM Parti Mersin Milletvekili Ali Bozan da yaşanan iş cinayetlerinin iktidar açısından ne kadar önemsiz olduğunu dile getiriyor. soL'a konuşan Bozan bu durumu şu sözlerle anlatıyor:

"İlyas bul 26 yaşında ataması yapılmayan bir öğretmendi ve Mersin’de yaşıyordu. Ataması yapılmadığı için hiç bilmediği bir iş alanı olan Akkuyu Nükleer Santrali‘nde çalışmak zorunda kaldı. 14 Ekim 2023 tarihinde iş cinayeti sonucu yaşamını yitirdi. Çalışma ve Sosyal güvenlik Bakanlığı’na İlyas Bul'un ölümü ile ilgili verdiğimiz soru önergesine ne tesadüf ki öğretmenlik meslek kanunu görüşmelerinin yapıldığı tarihte cevap verildi. Aslında bize gönderilen bir cevap değildi sadece bir kağıt parçasından ibaretti. Çünkü sorduğumuz hiçbir soruya cevap verilmemişti. Soru önergesine bakanlığın verdiği cevap bile iktidarın iş cinayetlerine ve ataması yapılmayan öğretmenlere bakışını açık şekilde ortaya koyuyor.

26 yaşındaki İlyas Bul olması gerektiği şekilde ataması yapılsaydı, mesleği olan öğretmenliği yapabilseydi bugün yaşıyor olacaktı. İlyas Bul’u öldüren aslında bu sistem ve iktidardı. İktidarın 22 yıllık yanlış eğitim politikaları nedeniyle bugün yüz binlerce öğretmen atama bekliyor. İktidar atama bekleyen öğretmenlerin sorunlarını çözmek bir yana, hali hazırda öğretmenlik yapanların kazanılmış haklarını ellerinden almaya çalışıyor. Aynı şekilde birçoğu ataması yapılmadığı için özel sektörde çalışmak zorunda bırakılan öğretmenlerin sorunlarını da çözmekten çok uzak. Özel sektör öğretmenlerini asgari ücret veya asgari ücretin altında çalışmaya mahkum eden sistemini devam ettirmeye çalışıyor."

Ataması yapılmayan öğretmenler uzmanlıkları dışında çalışırken iş cinayetine kurban gidiyor

Ataması yapılmayan öğretmenler iş bulabilmek için inşaatlarda veya farklı işlerde çalışmak zorunda. Bu da uzmanlık alanlarının dışında çalışan öğretmenlerin iş kazalarına daha çok maruz kalmasına sebep oluyor. 

soL'a konuşan İş Sağlığı ve Güvenliği (İSG) Uzmanı Fide Lale Durak ataması yapılmayan öğretmenlerin deneyim sahibi olmadıkları alanlarda çalışırken güvenlik önlemlerinin patronların inisiyatifine bırakıldığına dikkat çekiyor.

İSG Uzmanı Durak, süreci şu sözlerle anlatıyor:

"İş cinayetleri sonucunda yaşamını kaybeden atanamamış öğretmenlerin genelde inşaat, fabrika ya da madencilik gibi tehlikeli ve çok tehlikeli işlerde çalıştıklarını görüyoruz. Bu sektörlerde risklerin yüksek ve çok sayıda olması iş kazalarının yaşanma olasılığını ve şiddetini artırıyor. Yani, yaşanan kazaların ölümle sonuçlanma olasılığı birçok çalışma alanına göre daha yüksek. Bu yüzden, tehlikeli ve çok tehlikeli olarak belirlenmiş iş yerlerinde çalışacak mesleklerin bazıları için mesleki yeterlilik şartı getirildi.

2018 yılında yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararnamesine göre; Mesleki Yeterlilik Kurumu (MYK) 'ulusal ve uluslararası meslek standartlarını temel alarak teknik ve meslekî alanlarda ulusal yeterliliklerin esaslarını belirlemek; denetim, ölçme ve değerlendirme, belgelendirme ve sertifikalandırmaya ilişkin faaliyetleri yürütmek için gerekli ulusal yeterlilik sistemini kurmak ve işletmek üzere' kuruldu. Buna göre MYK tarafından mesleki yeterlilik eğitimi ve sertifikası gereken 204 meslek var ve bunların çoğu makine, inşaat, otomotiv, enerji gibi sektörlerde karşımıza çıkıyor. Mevzuat ilk çıktığında madenciliğin olmaması ise dikkat çekiciydi, sonradan eklediler. 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği yasasında ise bu konuya 17. maddede yer verilir. Dolayısıyla, kaynakçı, kalıpçı sıvacı ya da MYK’nin listesindeki mesleklerden herhangi birini yapacaksanız bu sertifika olmadan çalışamazsınız.

Yukarıda sıraladıklarımız elimizdeki yasa ve buna bağlı zorunluluklar. Peki pratikte nasıl işliyor? Öncelikle MYK gerekliliklerini sorgulamak iş yerlerine bırakılmış. Devlet bir yasa çıkarıyor ama bunun uygulanması patronların inisiyatifinde denebilir. Elbette usulüne uygun çalışan iş yerleri de vardır. Ancak en kuralına uygun yerde bile, MYK sorgulaması yapan İSG Uzmanları ile ana işi yönetenler arasında gerilim olur. Mesleki yeterlilik ya gereksiz görülür ya da zaman baskısı ile hemen iş başı yapılması istenir."

Ataması yapılmayan öğretmenler, tahtanın önüne geçip öğrencileriyle buluşacakları günleri artık bir hayal olarak görüyor. İnşaatlarda ve benzeri işlerde çalışıp hayatta kaldıkları süre zarfında bu hayalden gittikçe de uzaklaşıyorlar.

(soL)



31 Temmuz 2024 Çarşamba

Birgün "KÖŞEBAŞI"+"GÜNDEM" -31 Temmuz 2024

 

Özel’in niyeti, Sabah’ın hedefi -Berkant Gültekin-

Yerel seçimler sonrası siyasette başlayan “yumuşama-normalleşme” süreci, gerek muhalefet gerekse de iktidar kanadında kendi taraftarlarını yarattı. Özellikle iktidar çevrelerinin sürece eleştirel yaklaşan muhaliflere dönük tavrı oldukça ilginç.

Yıllardır Erdoğan’ın arkasına dizilmeyi vazife bilen ve onun yıkıcı üslubunu sahiplenen bu kesimler, şimdilerde kimi muhaliflerin kutuplaşmış bir ortama ihtiyaç duydukları için gerginliği körükleyerek yumuşama sürecini sabote etmeye çalıştıklarını söylüyor. CHP lideri Özgür Özel’in hükümet ile diyalog kurmayı önemseyen tavrı, Saray’a yakın bu kesimlerden takdir görüyor.

“Yumuşama” ya da “normalleşme”… Adına ne denilirse densin, iki tarafın da süreçten farklı beklentileri olduğu muhakkak. CHP bunu, karşı mahalleye ulaşabilmenin yolu olarak görüyor. Liderler arasındaki görüşmelerin ve karşılıklı kullanılan “nazik” üslubun, uzun yıllar AKP’yi desteklemiş muhafazakâr seçmenin CHP’ye dönük önyargılarını ortadan kaldıracağı ve oy verme davranışını değiştirebileceği düşünülüyor.

Yerel seçimlerin ardından Özgür Özel ile iki defa röportaj yapan Sabah gazetesi ise iktidarın senaryosunda üzerine düşen rolü oynuyor. 31 Mart’taki yerel seçimden 8 gün sonra Sabah yazarı Yavuz Donat, Özel’in kapısını çalmış ve ilk röportajı yapmıştı. Röportajının başında “CHP'nin klasik siyaseti, Recep Tayyip Erdoğan karşıtlığına endeksli... Varsa yoksa Erdoğan” diyen Donat, Özel’in “farkını” vurgulamıştı. Nitekim Sabah gazetesi Özel röportajını manşetine şu ifadelerle taşıyordu: “Makama saygıdan asla taviz yok” (Makamdan kasıt tabii ki Cumhurbaşkanlığı, yani Erdoğan). Altbaşlıkta da CHP Lideri’nin “Bayram günü Sayın Cumhurbaşkanı’nı arayacağım. Bayramını tebrik edeceğim” şeklindeki sözlerine yer verilmişti.

Aradan 4 aya yakın zaman geçti, “yumuşama” sürecinde bazı gerilimler oldu ama Sabah gazetesi yine Özel’e mikrofon uzattı. İkinci röportajın MHP’nin müdahalesi ve Erdoğan ile Özel arasındaki karşılıklı atışmalardan sonra gelmesi önemli. Zira söz konusu gerilim ,“Acaba yumuşama erken final mi yaptı” diye düşündürtmüştü. Sabah’ın sayfalarını bir kez daha Özel’e açmasından anlıyoruz ki iktidarın henüz böyle bir niyeti yok.

Zaten ikinci röportaj da Özel’in “Siyasette yumuşamayı halk sahiplendi” sözleriyle servis edildi. Özel’in “Normalleşme, sokakta satın alındı” yönündeki değerlendirmesi, gazete tarafından öne çıkarıldı: “Siyasi gerilimin, Türkiye'ye hiçbir faydası yok. CHP'ye de faydası yok. Millet, yumuşama istiyor. Seçimden sonra 25 ile gittim. Gezdiğim her ilde, ilçede, mahallede, sokakta şunu gördüm; Yumuşamanın, normalleşmenin halkta karşılığı var.”

Özel, Sabah yazarı Donat’a Rize’de yaşadıklarını da anlattı. Rizelilerin kavgadan şikâyet ettiğini belirttikten sonra, “Onlar Erdoğan'ın tarafında duruyor ve bizi hiç dinlemiyorlardı. Söylediklerimizi duymuyorlardı. Normalleşme ile birlikte bizi daha dikkatli dinliyorlar. Söylediklerimize önem veriyorlar. Bizim seçmen, bizim mahalle zaten arkamızda... Ama karşı mahalleye seslenebilmek için ben normalleşmeyi, yumuşamayı çok çok önemli görüyorum” değerlendirmesini yaptı.

CHP’nin Özel ile yaşadığı değişime dönük vurgu, röportajın dün yayınlanan ikinci bölümünde de sürdü. Bu kez ana konu, Fetullahçı çetenin 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimiydi. Malum, eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “kontrollü darbe” tanımı epey tartışma yaratmıştı. CHP’nin yeni lideri Özel ise 15 Temmuz için “Bal gibi darbe” diyordu. Özel konuşuyor, Sabah da yazıyordu: “Buna tiyatro diyen ya gerçeklikten kopmuştur ya da eksik akıllıdır. Bunu söylemek Türkiye'ye yapılmış en büyük kötülüktür. O gece CHP adına kürsüye çıktım ve bu FETÖ meselesini haykırdım.” CHP’nin tarihine darbecilik üzerinden vuran Yavuz Donat, Özel’i takdir etmeden geçmiyordu: “Tebrikler, 100 yaşındaki CHP'nin yeni nesil Genel Başkanı Özgür Özel.”

Özel’in ve CHP’nin karşı tarafa seslenebilme niyeti bir yana, iktidarın propaganda makinası, Sabah aracılığıyla ilk röportajdan bu yana farklı bir kurgunun peşinde. İktidarın gazete üzerinden yapmaya çalıştığı CHP’yi değil, mevcut tek adam düzeninin varlığını, işleyişini ve politik anlatısını meşrulaştırmak. Yerel seçimde birinci parti olan CHP’ye de düzen içinde yeni bir rol biçiliyor. “Yumuşama”nın etkisiyle partinin muhalifliğini seyreltmesi, kontrol dışına çıkmaması ve “devletin üstün çıkarlarının” farkına vararak siyasi rotasını buna göre güncellemesi isteniyor.

İktidar, kendi tabanına, eski CHP’nin gittiğini, aslında yenildiğini, sahnede şimdi “Başkan”ı kabullenen, “Yeni Türkiye” ile kavga etmeyen, “yeni nesil” CHP’nin olduğunu anlatıyor. Bu hikâye, muhalefetin başarısından çok “iktidarın zaferine” selam gönderiyor. Alt metinde “CHP’nin yola geldiği” mesajını görmemek için hayli iyi niyetli olmak lazım. Kutuplaşmanın, gerilimin ve kaosun tüm yükü de “eski CHP”nin üzerine atılıyor, Erdoğan’a zerre kadar eleştiri yapılmıyor. CHP’ye bugün tutulan alkış, yarın şartlar değiştiğinde, CHP’ye “gerginliğin sorumlusu” etiketini vurmak için de uygun zemin oluşturuyor elbette. Çünkü bu denklemde her şey CHP’nin doğruları ya da yanlışlarıyla ilgili…

Hiç şüphe yok ki iktidar olmak isteyen bir partinin farklı kesimlere ulaşabilmesi, etki alanını genişletebilmesi gerek. Ancak bunun nasıl yapılacağına ilişkin strateji, istikrarlı olmalı ve ayaklarını yere sağlam basmalı. CHP, karşı tarafa ulaşırken, iktidar ile kurduğu diyalog ilişkisini köprü olarak kullanmayı tercih ediyor. Bu kısmen işlevli olabilir ama en nihayetinde rakibinin açtığı alana bağlı. Sadakat ve aidiyet ilişkisini de temelden değiştirmiyor. Erdoğan’ın zaman kazanmak ve güç biriktirmek için ihtiyaç duyduğu “yumuşama”nın sonuna gelinip iktidar yine sert ve kutuplaştırıcı bir dili tercih ettiğinde, CHP kendisine uzak kesimlerle buluşmak için ne yapacak?

Doğru olan, mevcut kimlik temelli siyasi saflaşmayı, iktidarın ekonomideki tercihlerini deşifre eden bir retorik ve halkçı bir belediyecilik anlayışıyla bozmak, “yumuşama/normalleşme” gibi gösterilere sıkışmadan, toplumu da denkleme dahil ederek muhalefeti derinleştirmek ve erken seçimin koşullarını “daha adil bir düzen” iddiasıyla zorlamak... Belediyeleri çalışamaz hale getirmek için “SGK tahsilatı” planını devreye alan, katliam yasası üzerinden yeni kamplaşma alanları yaratmak isteyen iktidarın çekindiği de tam olarak bu.

                                                                /././

Cehennemin içinden -Kaan Sezyum-

Yeryüzü cenneti Türkiye diye bir hayal vardı zamanında. Masmavi denizleri, eşi benzeri olmayan nehirleri, ormanları, dağları, her karışından bereket çıkan toprakları, lezzetli meyveleri, sebzeleri, binbir türlü hayvana, börtüye, böceğe ev sahipliği yapan muhteşem topraklar… O toprakların her parçası için sel olup akmış kanlar, vatanı yaratabilmek için verilen canlar, bir parça toprağına sahip çıkmak için şehit olan binlerce hayat…

Bir zamanlar, “kendi kendine yeten 7 ülkeden” biri olarak, dünyanın tahıl ambarlarından biri miydik? Dünyanın zeytin ve fındığının büyük kısmını biz mi üretiyorduk, tam hatırlayamıyoruz. Artık dünyanın yaşaması ve hayatta kalması en pahalı ülkesi olma yolunda sağlam ve cahil adımlarla ilerliyoruz. Bilimi, bilgiyi, insanı, hayatı değil sadece parayı ve gücü seviyoruz. Sadece bizi yönetenler değil, biz de artık o korkunç canavara dönüşmek zorunda kalıyoruz, hayatta kalmak, bu korkunçluğun içinde boğulmamak için çeşitli çeşitli canavarlara, korkunç fikirlere, öfkelere dönüşüyoruz. Eleştirdiğimiz gerçek üstü saçmalık 20 küsur yıl içinde, biz farkında olmadan nefes alıp verdiğimiz, yaşadığımız ya da yaşamaya çalıştığımız gerçekliğimiz haline geldi bile. Her şeyden nefret ediyor, herkesten tiksiniyor, sürekli “acaba dolandırıldık mı?” kaygısıyla düzenbazlığın her türüne maruz kalmanın verdiği deneyimle, kendimizin iyiliğini başkalarının kötülüğünün önüne koyuyoruz. Artık biz de vahşi bir hayvanız, çok yakında sıra bize de gelecek. “Sahipsiz” olanlarımız yaşama veda edecek. “Sahipli” olanlar için yine vergi indirimleri, 3-4 maaş, çakarlı araç avantajı, çeşitli hukuki kolaylıklar ve daha neler neler…

Sahiplilerin gücü nedense sadece suçsuzlara ve güçsüzlere yetiyor nedense. Yıllar içinde gördük ki, onlar ülke için değil, hep kendileri için bir şeyler istiyorlar. Bir gün yakın akrabaya bir makam, bir gün bir makam arabası, bir gün makam arabası konvoyu, bir gün uçak, bir gün vergi indirimi, bir gün kupon bir arazi… Tarikat yurtlarında çocukların başına gelmedik kalmaz, bu bizimkiler hemen mecliste oy atarken kikirder… Kadınlar öldürülür ve her geçen gün de öldürülmeye devam eder, bu bizimkiler kendi imzaladıkları İstanbul sözleşmesinden çıkarırlar ülkeyi. Vatandaş geçim derdinden iki büklüm olmuşken, kendilerine yönetim kurullarından fantastik maaşlar bağlarlar… Deprem olup binlerce can toprak altına girmişken bile satacak bir şeyler bulup, bu zorluğu da karlılıkla atlatma derdindedir bizim sahipliler.

Bizim gibi sahipsizler ise hep sahipsizdir. Vergisini daha maaşını almadan önce verir, kirasını ödese bile, dışarıda yemek yiyecek parası yoktur, et ve süt ürünleri, zeytinyağı fiyatlarına hayretler içinde bakar… Biz sahipsizlerin kimsesi yok mudur peki? İlla ki bir sahibimiz mi olmalı ve ona itaat mi etmeliyiz? Düşünen, çalışan, sorgulayan gençleri, bu ülkenin parlak yüzlerini nasıl esaret altında tutabiliriz ki?

Sevilmemiş, şiddet görmüş, çocukluğu sıkıntılar içinde geçmiş bir zihin, büyüdüğünde sevmeyi nasıl öğrenebilir, neyi sevebilir? Alırsın eline sopayı, herkesin kafasına vurursun, herkes de sana saygı gösterir. Korkudan hiçbir zaman iyi bir his doğmaz. Korkarak büyüyen, büyüdüğü zaman da korkutmak ister ama içindeki o korku hiç bitmez. İster binlerce kapının ardında bir kapıda dur, istersen en büyük piramidin tepesinde, korkusundan kurtulamamış bir zihin hayatının son gününe kadar korkmaktan ve korkutmaktan başka bir şey bilmez.

Cehennem gerçekten var mı yok mu, ne kadar yatarımız var bilemem ama sahipsizler için cehennem şu anda ve burada, onu hepimiz görüyoruz, biliyoruz, çünkü yaşıyoruz.

                                                    /././

‘Dağ Türkleri’ -Şükrü Aslan

Erken Cumhuriyet yazınının en ilgi çekici ifadelerinden birisi “Dağ Türkleri” idi. Hemen her şeyin Türklük etrafında tanımlandığı; buna göre kabul ya da reddedildiği zamanlarda üretilmiş tuhaf bir ifadeydi. ‘Tuhaf’ diyorum, çünkü bir yandan nüfus sayımlarında ‘Anadiliniz nedir?’ diye sorulup tüm kimlikler kaydediliyor, diğer yandan Türk olmak dışında herhangi bir etnik kimliğin varlığını kabul etmek yerine, yok sayılması tercih ediliyordu. İşte ‘Dağ Türkleri’ ifadesi aslında Kürtler’in diğer adıydı. Sanki Kürtlerden bahsedilmezse yok olacaklarmış gibi.

Yine de kimi zaman diğer kimliklerden ve tabii Kürtlerden bahsedildiği olmuştu. Ama bu da daha çok aşağılamak veya dışlamak anlamında bir kullanımdı. Mesela Kütahya milletvekili Naşit H. Uluğ aynen şöyle yazmıştı: “Toprağa ot gibi bağlı adama Kürt derler. Kürt toprakla alınıp satılır, toprağa sahip olanların malıdır. Türk’ün başı yukarıdadır. Esirlik damgasını alnına vurdurtmaz. Bir Türk’ün köyüne çökebilmek için, onu önce Kürtleştirmek şarttır.”

Bu tuhaf durum bazen çok daha zorlama teorilerin inşa edilmesine yol açmıştı. Mesela Kürt coğrafyasındaki nüfusun büyük çoğunlukla aslında Türk olduğu ama asırlar boyunca ağalar ve şeyhler eliyle Kürtleştirildiğini iddia eden bir yazın üretilmişti. Dolayısıyla bunların yeniden Türkleşmesini sağlamak gibi bir de ‘milli’ görev belirlenmişti. Cumhuriyet rejiminin bu politikasının toplumsal maliyeti, bugün dahi hesaplanamayacak kadar ağırdır.

∗∗∗

1937’de Dersim’de görev yapan Albay Nazmi Sevgen, bu yaklaşıma uygun olarak kendince Dersimlilerin menşeini tarif etmiş ve onların Türk olduğunu ‘tespit’ etmişti. Açık biçimde  “Kuvvetle ve selahiyetle iddia edebiliriz ki Tunceli diyarı hakiki Türk nesline uzun seneler meva olmuş ve olmakta bulunmuştur” demişti. Ona göre “anayurttan Türkmen olarak gelen Dersimliler, bu çetin yerlerde yığıldıkları otokontlara karışmış ve Zazalığa bulaşmışlardı.”

Dönemin öğretmenleri de resmi söylemle aynı dilden konuşuyorlardı. Mesela Ö. Kemal Ağar, “Tunceli halkının kendi aralarında dağ Türkçesi konuştuklarını” yazmıştı. Her nedense öteki dilin adı ‘Dağ Türkçesi’ olmuştu. Bir başka eğitimci Sıdıka Avar, müdür olduğu Elazığ Kız Enstitüsü’nde ‘çocukların Kürtçe bildikleri halde utançlarından bunu söylemediklerini’ yazmıştı. Okula teftişe gelen Bingöl Valisi’nin Dersimli kız çocuklarını görünce “Bunlar Kürt kızları mı?” diye sormuş, çocuklara ailelerini hatırlatarak tehditkâr konuşmuştu. Kendisi ise “Efendim, bunlar Tunceli’nin Türk kızlarıdır” diyerek kendince ‘milli’ bir görev yapmıştı.

Rejimin sosyolojik olgulara gözlerini kapatan tutumu bazen çok daha ilginç ifadelerle de dile getirilmişti. ‘Kürt Türkü’ ifadesi bu tuhaf düşüncenin bir örneğiydi. O yıllarda çıkan bazı kitaplarda, Kürtlere ait fotoğrafların altında “Mahalli kıyafetleriyle dağlı Türk savaşçıları”, “Kürt Türklerinden Bir Grup”, “Kürt Türkleri” gibi tanımlayıcı ifadeler yer almıştı.

∗∗∗

Erken Cumhuriyet yıllarında Kürtler ve Kürtçeyi yok saymak o kadar ölçüsüz hale gelmişti ki Birinci Umum Müfettiş Abidin Özmen, devlet dairesinde işi olan ve Türkçe bilmeyenlerin, tercüman bulup birlikte gelmelerini önermişti. Bu suretle Kürtler meramını Türkçe anlatmaya mecbur edilecekti. Keza memurlardan Kürtçe konuşanlar, birincisinde yazılı ihtar, tekrarında maaş kesme ile cezalandırılacak; konuşmaya devam ederlerse memuriyetten çıkarılacaklardı. Ayrıca her yıl yaklaşık 3 bin kişinin batı illerine sürgün edilmesi uygulamasına geçilecek, böylece 10-20 yıllık bir programla Kürtler yerlerinden çıkarılmış, kalanlar da Türk kültürüne yönelmiş olacaktı vb.

Bu politikanın diğer yüzündeki ‘Türklük’ de aynı ölçüsüz yaklaşımla literatüre girmişti. Mesela Ergenekon Dergisi 1938 Kasım ayında “Her şeyin üstünde Türk Irkı” sloganıyla çıkmıştı. Bir yıl sonra Bozkurt Dergisi de aynı ifadelerle çıkmıştı. Bu dönem dergilerinde “Türk kanın temizliği”, “asil Türk kanı”, gibi ifadeler sıklıkla yer almıştı. Bütün bu söylemler o kadar yıkıcı bir sürece yol açmıştı ki ‘Dağ Türkü’ olmayı kabul etmek bile kurtarıcı olmaya yetmemişti. Türkiye, ne yazık ki bu geçmişiyle yüzleşmek için bugüne kadar açık ve köklü bir adımı henüz atmadı.

                                                      Birgün-GÜNDEM

Hamas lideri Haniye, Tahran’da düzenlenen saldırıda öldürüldü
İran devlet televizyonu Hamas lideri İsmail Haniye'nin, Tahran'da kaldığı konutuna düzenlenen saldırı sonucu öldürüldüğünü duyurdu. Hamas, saldırıyı İsrail’in düzenlediğini açıkladı. İran basını, Haniye'nin bulunduğu konutun 02.00 sularında havadan atılan bir mermiyle hedef alındığını duyurdu. İran Dışişleri Bakanlığı ise, "Haniye'nin Tahran'da şehit edilmesi, Tahran, Filistin ve direniş cephesi arasındaki derin ve kırılmaz bağı güçlendirecek. Haniye'nin kanı boşa gitmeyecek" açıklaması yaptı.(https://www.birgun.net/haber/hamas-lideri-haniye-tahranda-duzenlenen-saldirida-olduruldu-548627)                                ***

Tahran’da suikastla öldürülen Hamas lideri İsmail Haniye kimdir?
Hamas'ın Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye, Tahran'da kaldığı konutuna düzenlenen saldırı sonucu öldürüldü. 58 yaşında öldürülen Haniye, kuruluşundan beri yer aldığı Hamas'taki mevcut konumuna 2017'de ulaşmıştı. Yaklaşık 1,5 sene Filistin başbakanlığı da yapan Haniye'nin ailesinin bir kısmı da İsrail'in saldırılarında öldürülmüştü.(https://www.birgun.net/haber/tahranda-suikastla-oldurulen-hamas-lideri-ismail-haniye-kimdir-548639)

                                                                       ***

CHP, AKP ve MHP'li belediyelerden devralınan borçları açıkladı: SGK'ye çağrı -Mustafa Bildircin-

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökan Zeybek, iktidarın SGK hamlesini, “En düşük emekli aylığının 12 bin 500 TL’de tutulmasının utancını gizlemek” olarak değerlendirdi. Zeybek, AKP'li ve MHP'li belediyelerden devralınan borçları açıkladı ve SGK'ye "SGK’nın, belli bir tutarın üstünde borcu bulunan tüm kamu kurumlarını ve şirketlerini açıklamasını istiyoruz" çağrısında bulundu.

CHP Yerel Yönetimler ve Dirençli Kentlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gökan Zeybek, belediyelerin SGK ve vergi borçlarına yönelik açıklamalarda bulundu. 31 Mart 2024 Yerel Seçimleri’ne kadar SGK’nın gündeminde olmayan borçların, “En düşük emekli aylığının 12 bin 500’de tutulmasının utancını gizlemek için” hatırlandığını belirten Zeybek, açıklanan borç miktarının SGK’nin 2024 yılı gelir tahminin yalnızca yüzde 3’ünü oluşturduğunun altını çizdi.

İktidarın, emekliler ile CHP’li belediyeleri karşı karşıya getirmeye çalıştığını savunan Zeybek, “SGK’nın amacı CHP’li belediyelerin vatandaşa hizmet etmesini engellemek mi?” diye sordu.

                                                                               Görsel: CHP

BÜYÜKŞEHİRLERİN BORÇLARI

CHP’li Zeybek, CHP idaresindeki bazı büyükşehir belediyelerin borçları ile AKP ya da MHP’den devralınan borçları da açıkladı. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Melih Gökçek’ten devraldığını toplam borcun 2 milyar dolar olduğunu belirten Zeybek, borcun 1 milyar dolar seviyesine indirildiğini kaydetti. Adana Büyükşehir Belediyesi’nde devralınan borcun 1 milyar 18 milyon dolar olduğunu ifade eden Zeybek, borcun 362 milyon dolara kadar düşürüldüğünü vurguladı. AKP’den 535 milyon dolar borçla devralınan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin borcunun ise büyük metro yatırımlarına rağmen 548 milyon dolar seviyesinde tutulduğu bildirildi.

                                                                 Görsel: CHP

DEVRALINAN BORÇ DAĞI

31 Mart 2024 Yerel Seçimleri’nde CHP’ye geçen belediyelerin borçları da listelendi. En büyük borçla devralınan belediyenin AKP’li Turgut Altınok’tan devralınan Keçiören Belediyesi olduğunun altını çizen Zeybek, devralınan en borçlu belediyeleri ve borç tutarlarını şöyle sıraladı:

>> Keçiören Belediyesi: 1 milyar 398 milyon TL
>> Sancaktepe Belediyesi: 1 milyar 346 milyon TL
>> Alanya Belediyesi: 1 milyar 52 milyon TL
>> Gaziosmanpaşa Belediyesi: 962 milyon TL 
>> Beykoz Belediyesi: 702 milyon TL
>> Eyüpsultan Belediyesi: 676 milyon TL
>> Beyoğlu Belediyesi: 649 milyon TL
>> Üsküdar Belediyesi: 648 milyon TL
>> Mamak Belediyesi: 591 milyon TL
>> Ortahisar Belediyesi: 498 milyon TL

                                                                                     Görsel: CHP

“AMAÇ ELİ KOLU BAĞLAMAK”

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökan Zeybek iktidarın, “SGK borcu olan şirketleri açıklamasını” istedi. SGK’nin toplam alacağının 2023 yılı sonu itibarıyla 750 milyar TL’ye ulaştığını kaydeden Zeybek, “Üstelik bu borç Sayıştay’ın, ‘Tahsiline başlayın’ uyarısına rağmen yapıldı” diye konuştu.

Açıklanan borçların belediyelerin değil, belediye iştiraklerinin borcu olduğunu da belirten Zeybek, “SGK’nın, belli bir tutarın üstünde borcu bulunan tüm kamu kurumlarını ve şirketlerini açıklamasını istiyoruz. Anlıyoruz ki iktidar 31 Mart 2024 Yerel Seçimleri’nde CHP’nin kazanmasını hala içine sindirememiştir. İktidar, CHP’li belediyelerin elini kolunu bağlamak içi bir yasal düzenleme hazırlığına düşmüştür” ifadelerini kullandı.                            ***

YİD (Yap-İşlet-Devret ) projelerinde gelir çok, vergi yok -Mustafa Bildircin-

Yap-İşlet-Devret kapsamındaki projeleri hayata geçiren şirketlerin vergi karnesi açığa çıktı. Ankara-Niğde Otoyolu ve YSS Köprüsü’nü işleten şirketler ile pek çok işletmenin 2021-2023 arasında vergi ödemediği belirlendi.(https://www.birgun.net/haber/yid-projelerinde-gelir-cok-vergi-yok-548626)
                                                          ***

BİM’e pankartlı protesto

Hatay’ın Erzin İlçesinde apartman sakinleri, projeye aykırı değişikliklerle  ortak alanı   işgal eden BİM Markete binaya astıkları pankartla tepki  gösterdiler. Erzin İlçesinde 24 daireden oluşan Alya Life apartmanında zemin katında BİM Marketlere ait şube yer alıyor. İddiaya göre apartmanın zemin katında bulunan BİM market, projeye aykırı değişikliklerle ortak alanı işgal etti.(https://www.birgun.net/haber/bime-pankartli-protesto-548594)
                                                                    ***

Sınıf tekrarında MESEM dayatması: Öğrencilerden vazgeçiyorlar -Deniz Güngör-
             
Ülke genelinde MESEM’lere kayıtlı yaklaşık 1,5 milyon öğrenci bulunuyor. (Fotoğraf: AA)

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) öğrencileri, çocuk işçiliğini meşrulaştırdığı Mesleki Eğitim Merkezi’ne (MESEM) yönlendirme çabasından geri adım atmazken Bakanlığın sınıf tekrarı ısrarının altından da MESEM çıktı. 8 Eylül 2023’te Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle sınıf tekrarı geri getirilirken lise birinci sınıfta, sınıf tekrarı yapacak olan öğrenciler MESEM’lere yönlendirilmeye başlandı.(https://www.birgun.net/haber/sinif-tekrarinda-mesem-dayatmasi-ogrencilerden-vazgeciyorlar-548607)
                                                                    ***

Eksi dokuz netle 4 yıllık üniversite -Mustafa Kömüş-

YÖK Atlas verilerine göre, YKS’deki tüm sınavlarının toplamında eksi net yapanlar üniversite kazandı. Toplamda eksi 9,5 netle edebiyata giren bile var. Eksi netle en çok girilen bölüm iki yıllık çocuk gelişimi olurken edebiyatı kazanıp hem Türkçe hem de edebiyatta sıfırın altında kalanlar dikkat çekti.(https://www.birgun.net/haber/eksi-dokuz-netle-4-yillik-universite-486991)
                                                              ***

İki yaşında çocuğa hacamat dönemi -Mustafa Kömüş-

İstanbul Beylikdüzü’nde bir kurumda küçük çocuklara hacamat yapıldığının ortaya çıkmasının ardından Sağlık Bakanlığı geçen günlerde inceleme başlattığını açıkladı. İnceleme başlatılsa da çocuklara hacamat yapılan tek yer o değil. Ülkenin her noktasında çocuklara hacamat yapan kurumlar bulunuyor. Bazı kurumlar 2 yaşından, bazıları 4 yaşından itibaren hacamat başlatıyor.(https://www.birgun.net/haber/iki-yasta-cocuga-hacamat-donemi-548584)
                                                             ***

Ödül satana ihale verdiler -İsmail Arı-
Belediye başkanlarına çakma UNESCO ödülü verdiği ortaya çıkan Adamor Araştırma Şirketi’ne Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın 1,5 milyon TL’lik ihale verdiği öğrenildi. Ödül skandalı Sayıştay’ı bile şaşkına çevirmişti.(https://www.birgun.net/haber/odul-satana-ihale-verdiler-548611)