2 Ağustos 2024 Cuma

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" - 2 Ağustos 2024 -

Cennet ve cehennem! -Ahmet Yaşaroğlu-

İslami dini inanışına göre cennet ve cehennem ölümden sonraki dünyadadır. İnananlar bu dünyada dini akidelerini iyi yerine getirmişlerse cennet, getirmemişlerse cezalarını çekmek üzere cehenneme giderler. Bu dünyadaki büyük haksızlıklara karşı inananlara tavsiye edilen sabır, metanet, uysallıktır. Çektikleri eza ve cefanın karşılığını cennete giderek alacaklardır. Tarif edilen cennet ve cehennem mekansal olarak farklıdır. Cennetin içinde cehennem, cehennemin içinde cennet yoktur. İnansın veya inanmasın bazı insanlar için ise cennet de cehennem de bu dünyadadır. Zenginler, para babaları ve patronlar için bu dünya onlara cennet, sömürülen, ezilen, horlanan insanlar için ise bu dünya cehennemdir. Yani bu durumda cennetin ve cehennemim mekansal birliği vardır. Bu sorunun çözümünü öbür dünyaya bırakmayanlar, bu dünyayı insanların ortak ürettiği, eşit paylaştığı, insana yaraşır bir yaşam sürdürdüğü bir cennete çevirmek için sömürüyü, sınıfları ortadan kaldırmak için mücadele etmektedirler.

İş birlikçi sömürücü egemen sınıflar için bu ülke çocuk emeği dahil -2 milyon çocuk işçi var- sömürünün dizginsiz yapılabildiği, olağanüstü faizlerin kazanıldığı, rantın güce bağlı olarak yukarıdan aşağıya dağıtıldığı, sermayenin soygunlarının vergisinin verilmediği, ballı teşviklerin alındığı bir cennettir. 17 bin TL asgari ücretle açlık sınırının altında -açlık sınırı 19 bin 284 TL- yaşamaya mahkum edilen işçi ve emekçi, en düşükleri 12 bin 500 TL ile ortalaması ise 14 bin 500 TL ile “geçinmeye”, zorlanan emekli, ailesinin asgari temel ihtiyaçlarını karşılamak için 62 bin 652 liraya -Türk-İş’in temmuz rakamları- ihtiyaç duyan ama aileden 4 kişinin asgari ücretle çalışması durumunda bile geçinemeyen emekçi için, yardımlarla geçinmeye çalışan 20 milyona yaklaşan nüfuz için bu dünya cehennemden farksızdır. Bu cehennemde bir deneyimli işçinin yerine 5 MESEM’li çırak çalıştıran -Evrensel araştırma- cehennem zebanilerinin görevini üstlenmiş patronlar da vardır. Ve dahası emekçi halk için cehenneme çevrilen bu ülke, haklarını arayanlara karşı “Sermaye düşmanlığı, yatırım karşıtlığı yapanlara asla fırsat vermeyiz” diyen bir cumhurbaşkanı tarafından yönetilmektedir (Yüksek teknoloji teşvik programı tanıtım toplantısındaki konuşmadan).

Bu ülkede 85 milyonun neredeyse yarısı -40 milyon 67 bin kişinin- Türkiye Bankalar Birliğinin temmuz 2024 rakamlarına göre kredi kartı borcu bulunmaktadır. Üstelik bu borç aydan aya artış göstermektedir ve 2024’ün ilk 6 ayında kart borçlarında yüzde 23 artış gerçekleşmiştir. 1 trilyon 498 milyar olan borçlar kredili mevduat hesapları ile birlikte toplam 1 trilyon 798 milyar TL’ye yükselmiş durumda. Bu vatandaşlar için ağır bir borç yükü anlamına gelirken bankalar için olağanüstü faiz soygunu anlamına gelmektedir. “Nas var nas, sana bana ne oluyor?” efelenmeleri artık duyulmuyor. Vatandaşın boğazına çökülerek elde edilen soygunlar dev şirketlerin kasalarına garantili kârlar, sağlanan teşvikler, silinen vergi alacakları vb. olarak giriyor. Ama bunlar yetmiyor. Ülkenin ağacı, suyu, taşı, toprağı, vatandaşın yaşam alanları cehenneme çevrilsin diye dev iş birlikçi ve yabancı tekellere peşkeş çekiliyor.

Burada oldukça eksikli çizilen bu tablo ‘Cennet de cehennem de bu dünyada” diyenleri haklı çıkarmıyor mu? Halkın bu duruma tepkisi hemen hemen her kesimin mücadele yolunu tutması olarak yanıtlanıyor. Ama bütün bu mücadeleler birbirinden yalıtık, aynı hedefe vurmasına rağmen, zaman ve mekan farklılıkları nedeniyle vurulan darbelerin etkisini zayıflatan bir biçimde gerçekleşiyor. Muhalefet yapsın diye oy verilen ana muhalefet partisi ise bir taraftan yatıştırma eylemleri yaparken, diğer taraftan “normalleşme ve yumuşama” yaklaşımı ile köşeye sıkışmış iktidara nefes aldırıyor, ona, halka karşı yeni saldırıları gündeme alması, dolaplar çevirmesi için olanak tanıyor. Öyleyse şu soruyu sormak temel bir gerçeği ifade etmek anlamına gelmiyor mu? Soru şu: Düzeni ve soygunu korumak için cehennem zebanileri gibi davrananlara, insani olan her şeye saldıranlara karşı muhalefetin gerçek temsilcileri bu dünyayı cennete çevirmek isteyenler değil midir? Onların, işçi ve emekçi halkın mücadele azmini ve kararlılığını yükseltecek, harekete birleşme olanağını sağlayacak ve bunun yolunu açacak bir sorumlulukla hareket etmesi gerekmiyor mu?

                                                         /././

MEB ve AKP'nin sınıfsal tercihi: Her zaman din ve biat, 10 yaşında işçilik/meslek ortaokulu, 14'ünde MESEM -Adnan Gümüş-

Konya Karapınar Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM) öğrencisi akşam saat 20.00 gibi çalıştığı sondaj firmasında tarlada sondaj yaparken elektrik akımına kapılıp ölüyor. MESEM uygulamasında 9'uncu ölüm. Sadece MESEM de değil. Son 7 ayda okul yaşında 42'nci çocuk işçi ölümü.

MEB Sivas’tan duyuruyor: Meslek ortaokulu açtık, yaygınlaştıracağız.

MEB başarısızlığa kölecilik ile çözüm bulmuş: 9'uncu sınıfta kalan öğrencileri MESEM’e/çıraklığa geçireceğiz.

Çocuğun da canlının da kâr ticaret konusu yapılma dışında bir anlamı yok. Mecliste sokak hayvanlarını öldürmeyi/itlafı da içeren yasa kabul edildi.

Haniye Tahran’da öldürüldü, İsrail Filistin’de 40 bin cinayet işlemiş. Suriye’de, Ukrayna’da çatışmalar devam ediyor. Sudan’da, Venezuela’da, hemen her coğrafyada çatışmalar devam ediyor, açlık yoksulluk devam ediyor, dünya kaynıyor.

Anayasa Mahkemesi kararları bile yok sayılıyor, Can Atalay hâlâ hapis, Geziciler ve daha nice siyasal mahkum hapis.

Tüm bunlar birbirinden tümden özerk mi yoksa hepsi birlikte aynı zamanda bir rejim tarzını, bir dünya tarzını mı gösteriyor; arkasında bir düzen ve irade mi var, bu düzen ve irade kimin düzeni ve iradesi?

15 yaş altı çocuk çalıştırmak genel yasalarda bile yasak. 15 yaş üstü çocuk işçiliğinde bile İLO kurallarına göre çocukları günde 6 saatten fazla çalıştırmak, riskli kirli işlerde çalıştırmak, akşam saatlerinde çalıştırmak yasakken 10 yaşında meslek okulu olur mu, MESEM-çıraklık okul mu? Çocuklar hangi düzene hazırlanıyor?

SINIFSAL TERCİH: OKUL YERİ İNŞAAT/OTEL/DÜKKAN OLUNCA OKUL YÖNETİCİSİ VE ÖĞRETMENİ DE İNŞAATÇI/OTELCİ/TAŞERON OLUYOR

Evrensel’de 30 Temmuz 2024 günü Vural Nasuhbeyoğlu “Öğrencilerin eti de sizin kemiği de…” başlığında MEB’in “Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesi”ne, meslek liselerinin metalaştırılması, ticarileştirilmesi, özelleştirilmesine, MESEM çıraklığın devlet teşviği/zoruyla hem çocukların hem halkın kaynaklarının ayana esnafa patrona peşkeş çekilmesine, bunun derinleştirilmesine yönelik arayışlara dair geniş bir haber yaptı. “Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından hazırlanarak ‘paydaşlarımız’ diye nitelendirilen patron örgütlerine sunulan “Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesi”, çocuk işçiliğini teşvik etme ve mesleki eğitim yaşını düşürme peşinde. MEB, belgeye ve mesleki eğitime ilişkin Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu (TESK) ile Organize Sanayi Bölgeleri Üst Kuruluşundan (OSBÜK) görüş ve önerilerini sunmasını istedi. Belgede, MEB’in 2024-28 stratejik planında da yer alan OSB’lere meslek liseleri açılması, patronlara bedava iş gücü olarak sunulan ve 9 çocuğun iş cinayetinde can verdiği Mesleki Eğitim Merkezlerinin (MESEM) sayısının artırılması ve tüm yurda yayılması planı var. Geçici koruma altındaki bireyler (mülteciler) ile ne eğitimde ne de istihdamda yer alan çocukların MESEM’lere yönlendirilmesi de hedefler arasında. MEB, MESEM’lerle 14 yaşına indirdiği çocuk işçiliğini ilkokuldan itibaren teşvik edecek, ortaokulda ise çocuklar bir mesleği seçecek. MEB’in belgesinde akademik eğitim, paydaşları arasında da eğitim sendikalarının olmadığı görülüyor.” 

Tüm bunlar, okulun ve eğitimin tümden tasfiyesi anlamına geliyor ama dahası var: Aynı zamanda bir sınıfsal ideolojik tercih.

AYAN EŞRAFLA MESEM VE MESLEK ORTAOKULU AŞİRET OKULUNDAN ÇOK DAHA GERİ

MEB’in her günü bir önceki günü aratır halde. MESEM/çıraklığın yaygınlaştırılması, özel meslek liselerine devlet teşviği olarak kaynak transferi ve çıraklıkta ücretleri devlet eliyle ödeme şeklinde patrona/işverene kaynak transferi yetmezmiş gibi artık işi daha da çocukluk yaşlarına indirme kararı da almışlar ve uygulamaya sokmuşlar: Meslek ortaokulları açılmaya başlanmış, ilki Sivas’ta açılmış.

II. Abdülhamit Dönemi’nde “aşiret okulları” açılmıştı. Bu okullar meslek ortaokulu ve MESEM ile kıyaslanırsa çok daha farklı ve nitelikli sayılırdı. Meslek ortaokulları ve MESEM’ler Aşiret Okullarından bile fersah fersah geri durumda.

Dahası yer olarak okul artık yok, iş yeri sektör dükkan, market okul yeri sayılıyor, okulun sahibi müdürü yöneticisi ayan eşraf olmuş oluyor, eğiticisi öğretmeni rehberi de o. Üstelik bunun için devlet teşviği kaynağı aktarılıyor. Dahası çocuklara işçilik yaptırılıyor.

“İşletmede eğitim” diye bir terim türetmişler ama bu okul ve eğitim değil maalesef. MESEM-çıraklık altında yapılanlar adı üstünde çıraklık, işçilik hem de çocuk işçiliği.

HEPSİ OKUL ÇAĞINDA: 7 AYDA MESEM VEYA İŞTE ÇOCUK İŞÇİ/KÖLE ÖLÜMÜ SAYISI 42, HEMEN TÜM ÇOCUKLAR YARALI

Okullara ve aile içinde çocuklara her zaman iyi mi davranılıyor, elbette değil, dayak hakaret aşağılama zorlama vb. ailede de okulda da zaman zaman oluyor. Ama bunlar suç sayılıyor, ayıplı davranış sayılıyor, hukuk ve yasa dışı bulunuyor. Bu kötü muamele ve ezimleri aşmaya çalışıyoruz.

MESEM-çıraklıkta 9 çocuk işçi ölmüş bulunuyor, yaralananların sayısını bilmiyoruz. Çocuk işçiliği zaten daha en baştan fiziki ve ruhsal yaralanma örselenme anlamına geliyor. Yaralanmayan çocuk işçi zaten yok sayılır, tüm çocuk işçiler zaten ağır yaşam/çalışma şartları altında bulunuyor, farklı muamelelere ve ezimlere açık bir ortamı oluşturuyor, yeterince dinlenemiyor, doğru düzgün dil matematik fen sosyal bilgileri edinemiyor, oyun oynayamıyor, kendini geliştiremiyor.

TEMEL SORU: ÇIRAKLIK VE MESLEKTE ÇALIŞTIRMA ÖRGÜN EĞİTİM SAYILIR MI?

Antik Yunan’da eğitim ve kişinin kendisini geliştirmesi serbest zaman etkinliği sayılır ve özgür sınıfların ayrıcalıklı hakkı idi. Aristoteles kölelerin ve işçilerin özgür zamanı olmadığını yazıyor.

Serbest zaman da aylaklık anlamına gelmiyor, jimnastik ve gramerden başlayıp astronomi/kozmoloji ve felsefeye kadar analitik, sentetik, diyalektik yüksek bilgi, mantık, medeni ve zihni entelektüel gelişimin sağlanması anlamına geliyordu.

Burada basit ana soruyu soralım: “Eğitim” deyince en cahil anne babanın bile aklına ne geliyor, neyi tasavvur ediyor? “Çocuğuma iyi eğitim veremedim” veya “Eğitimi geri kaldı” derken neyi kastediyor?

MEB’İN KÖK DEĞERİ TÜCCARLIK, TEFECİLİK, BEZİRGANLIK, PARA MI? KAPİTALİZM VE DİNCİLİK İLE BAĞI NE?

Bizzat MEB eliyle, AKP eliyle, okul ve eğitim büyük oranda tasfiye ediliyor.

Okulun ve öğretmenin yerini ayan eşraf esnaf tefeci tüccar alıyor.

Meslek ortaokulu, meslek liseleri ve MESEM’lerin hizmet ettiği MÜTAŞERİK (müteahhit, taşeron, tarikat, şeriatçı) otoriterlik, bu sınıf ve zümrelerin kazancına yönelik. Tek kök değer para pul meta. Dine tarikata tekkeye patrona bağlılık. Çocukları çocuk yaşta bağımlı hale getirme, çalıştırma, yaşam tarzını, elini, zihnini bağlama anlamına geliyor.

“Eğitim” potansiyelin olumlu/ideal yönde geliştirilmesidir, bunların “eğitim idesi” ile uzaktan yakından bağı yok, tam tersine eğitimi yok etme, çocukların ve tüm toplumunun elini kolunu nutkunu basiretini bağlama, kötürümleştirme.

Filistin’in, Afrika’nın, Asya’nın, Amerika’nın işgali ile çocukların işgali aynı sürecin çeşitli parçaları maalesef.

SEÇENEK: MESLEK KAZANDIRMA DEĞİL, BİLGİ DUYARLILIK TEKNİK SANAT KAZANDIRMA

Seçeneği açık. Örgün eğitimin amacı çocuğun potansiyelinin zihninin elinin sorgulamasının araştırmasının bulmasının geliştirilmesi, entelektüellik, aydınlanma, duyarlılık kazandırma.

Bırakın MESEM “meslek ortaokulu” ve “meslek lisesi” de olmaz.

Meslek kazandırma değil temel zorunlu eğitimin amacı, bilgi hesap mantık ölçü duyarlılık teknik sanat kazandırarak ileriki hayata ve elbette bir iş başarmaya da hazırlama. Hangi yaşta olursa olsun meslek değil çocukların yaratıcılığının yani sanatın estetiğin karşılığı sayılır eğitimin bu kısmı. Yani teknik sanat gelişimini de bilgi matematik ile birlikte tüm çocuklarda sağlamalıyız. Kaldı ki sanat teknik de ancak bilgi ile fen ile mantık matematikle, duyarlılıkla birlikte gelişebilir.

MESLEK ORTAOKULU VE MESEM, TÜRK’ÜN VEYA MÜSLÜMANIN İÇTE AYANA EŞRAFA, DIŞTA KÜRESEL SERMAYEYE PEŞKEŞ ÇEKİLMESİ

İlla, kapitalizm içinde, emperyal dünyada bir yer edinilecekse, bu da yine meslek ortaokulu, meslek lisesi veya MESEM’den geçmiyor, aksine herkesin erişebildiği nitelikli yüksek bilgi teknoloji ve sanatlardan geçiyor.

O halde, meslek ortaokulu veya MESEM’lerle gerçekte olan ne? Çocukların ucuz işçiliği ile olan; esnafa ayana patrona kamu kaynağı transferi, kolay kazanç ve kolay emek sömürüsü. Bu Türkiye’yi emperyal sistemde de bir yere götürmez ancak emperyalistlerin kölesi/üçüncü Dünya ülkesi yapar. AB ve ABD’nin ihtiyaç duyduğu ucuz kol gücünü garanti etmiş olursunuz, Türkiye’nin, ekserisi Müslüman olan yurttaşların geri kalmışlığını garanti etmiş olursunuz.

MEB’E ÖSYM’YE ÇAĞRI: YAZA KALMASIN, LİSE MEZUNLARINA ÇAĞRI: MEZUNA KALMAYIN

Geçmiş yıllarda da yazdım, buradan MEB’e YÖK’e, ÖSYM’ye tekrar çağrıda bulunuyorum. Geçiş sınavları ve yerleştirmeler en geç nisan-mayısta tamamlanmış olsun, çocukların ve ailelerin bütün yazı mahvolmasın, yaz aylarını okumaya, dinlenmeye, başka etkinliklere, sanata, bir şeyler düşünmeye ve üretmeye ayırsınlar. Eylülde okullara stres ve kaygıları azalmış; zihni, ufku, görgüsü, deneyimi daha gelişmiş olarak dönsünler.

YKS tercihleri bitmek üzere. Tüm lise mezunlarına çağrım: Mezuna kalmayın. Fizik, kimya, sanat, edebiyat, felsefe, sosyoloji size çok daha fazla bilgi deneyim katkı ortam sunacaktır. Tekrar sınava girecekseniz bile temel bilimlerden birini okuyarak daha iyi sınava hazırlanırsınız. Aynı zamanda yükseköğretim ve hayat deneyiminiz artar. Son karar sizlerin ama evde kalmak istenecek bir durum değil.

                                                          /././

Siyonist saldırganlık ve ABD’nin rolü -Yusuf Karadaş-

Enver Hoca, ‘Ortadoğu Üzerine Düşünceler’ kitabında İsrail’in Ortadoğu’daki varlığı ve rolünü şöyle tanımlar: “Ortadoğu krizinin asıl nedeni İsrail devletinin varlığı değildir. Saldırgan, dinamik ve kapitalist bir devlet olarak İsrail, kendini dünya emperyalizminin köleleştirme planlarına ve özellikle de Amerikan emperyalizminin tün Ortadoğu’yu boyunduruk altında tutmak amacına bağlamıştır. Bu bakış açısıyla tek başına olmayan İsrail diğerlerine göre çok daha aktif olarak Amerikan emperyalizminin ‘koçbaşı’ olmuştur. İsrail, stratejisini izlediği ve uyguladığı Amerika’nın bir peykidir (uydusudur), genel olarak ve bazı durumlarda İsrail’in ‘kendi eylemleri’ gibi görünse bile, bu, yalnızca bir taktiktir ve kullandığı baskılar büyük siyonist sermayenin desteğine ve ABD’deki Yahudi oyuna dayanır.” (1)

İsrail’in önce Beyrut’ta Hizbullah’ın önemli isimlerinden Fuad Şükür’e ve ardından da Tahran’da İran’ın Yeni Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın yemin törenine katılan Hamas Lideri İsmail Haniye’ye düzenlediği suikastların bölgesel bir savaşı başlatıp başlatmayacağı tartışılırken ABD, Irak’ta hükümet tarafından da tanınan milis gücü Haşdi Şabi’ye karşı yeni bir saldırı gerçekleştirdi.

Haşdi Şabi’ye yönelik saldırının “ABD askerleri ve müttefiklerine yönelik bir tehdidi önlemek amacıyla” yapıldığını savunan ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Vedant Patel, İsrail’in düzenlediği suikastlarla ilgili bir soruya da “İster İran rejimi ister başka bir taraf olsun, her yere mesajımız, durumu sakinleştirmeleri ve bölgede daha büyük bir çatışmaya yol açacak hiçbir şey yapmamalarıdır” yanıtını veriyordu.

İsrail’in Hizbullah ve Hamas yöneticilerine karşı düzenlediği suikastların hemen ardından ABD’nin bölgedeki bir diğer önemli milis güç olan Haşdi Şabi’ye saldırısı, İsrail ve ABD saldırganlığı arasındaki devamlılık ve amaç birliğini görmek için yeterlidir.

Öte yandan ABD sözcüsünün sanki savaşı bütün bölgeye yayma ve tırmandırma tehdidini yaratan saldırılar İsrail ve ABD tarafından gerçekleştirilmemiş gibi İran başta saldırıya hedef olan güçlere “Daha büyük çatışmalara yol açacak hiçbir şey yapmama” uyarısı da bu saldırganlığın arkasında ABD’nin bölgesel hegemonyasının korunması ve bu amaçla karşıt güçlere boyun eğdirme hedefi olduğunu ortaya koyuyor.

Gazze’de 40 bin kişinin katledilmesinden sorumlu olan ve işlediği savaş suçları nedeniyle BM’ye bağlı Uluslararası Adalet Divanında soykırım suçundan yargılanan Netanyahu’nun ABD Kongresinde 58 kez ayakta alkışlanması, bu savaş suçlarının azmettiricisinin adresini hiçbir tereddüde yol açmayacak biçimde gösteriyordu. Ukrayna’da olduğu gibi kendi emperyalist çıkarlarına hizmet edince askeri, siyasi ve mali yardımlarını aralıksız olarak sürdürüp Rusya’nın BM hukuku ve uluslararası güvenliği tehdit ettiği üzerinden çok yönlü yaptırımları devreye sokan ABD emperyalizmi ve savaş örgütü NATO, söz konusu Ortadoğu’daki ‘uydusu’ İsrail olunca BM kararlarına rağmen devam eden saldırı ve işgalin arkasında durmakta sakınca görmüyor. Çünkü ABD emperyalizmi için BM hukuku, uluslararası barış ve güvenliğin sadece işine geldiği zaman ve yerde geçerli oluyor.

Başkanlığı döneminde İsrail saldırganlığını açıktan destekleyen Trump’ın yanı sıra Biden ve Harris’in de Netanyahu gibi bir savaş suçlusunu ağırlamak için sıraya girmeleri, ABD yönetiminin bir süreden beri “ateşkes” ve “barış” konusundaki girişimlerinin bir aldatmacadan ibaret olduğunu gözler önüne seriyordu.

ABD emperyalizmi ve Ortadoğu’yu sıklıkla ziyaret eden Dışişleri Bakanı Blinken’in Gazze ve Filistin konusunda “ateşkes” ve “barış” yönünde sürdürdüğü girişimler, asıl olarak Filistin davasını savunur gibi görünen Arap rejimleri ve Erdoğan iktidarı gibi bölgesel iş birlikçilerini oyalamanın ve dolayısıyla İsrail’in saldırı ve işgalinin devamının bir aracı olarak işlev görüyor. ABD, bu ikiyüzlü politikasıyla Netanyahu’nun “aşırılık”larının da sorumluluğundan kurtulmayı amaçlıyor.

Kuşkusuz Hizbullah ve Hamas’ı hedef alan suikastların Netanyahu’nun kendi siyasi ömrünü uzatma ve İsrail’in iç politikasıyla ilgili bir boyutu bulunuyor. Bu saldırılar üzerinden bölgesel çatışma ve gerilimin tırmandırılması, Netanyahu’nun hem ‘barış’ yönünde üzerinde oluşan baskıları bertaraf etme ve hem de Gazze’de daha fazla saldırganlık isteyen aşırı sağcı ortaklarının sesini kesme adımı olarak anlam kazanıyor.

Ancak Çin’in İsrail-Filistin sorununun çözümünde inisiyatif almaya yönelik bir adım olarak aralarında Hamas ve El Fetih’in yer aldığı 14 Filistinli örgüt arasında bir ‘uzlaşma’ sağlamasından ve bir çözüm planı açıklamasından bir hafta sonra gerçekleştirilen saldırıların bu girişime karşı Çin’le rekabet halinde bulunan ABD ve Batılı emperyalistlerin bir yanıtı, bu güçlerin bu girişimi boşa çıkarmaya yönelik bir adımı olduğu da tartışma götürmezdir.

Enver Hoca’nın 55 yıl önce yaptığı tespit, İsrail’in bugünkü saldırılarının kimden/nereden güç aldığını ve bu saldırganlığın arkasındaki hedeflerin anlaşılması bakımından geçerliliğini koruyor. Bugün Ortadoğu’daki emperyalist sömürü ve savaş politikalarının başaktörü ABD emperyalizmine karşı mücadele edilmeden İsrail saldırganlığının engellenmesi ve İsrail-Filistin sorunu başta bölgesel sorunların barışçıl çözümünün sağlanması mümkün değildir. Bu nedenle bugün Türkiye’de Filistin davasını savunmanın yolu, kendini bu davanın en büyük savunucusu gibi göstermeye çalışan Erdoğan iktidarının yaptığı gibi “İsrail’e gireriz” hamasetinden değil, NATO’dan çıkılmasından ve ABD emperyalizmiyle bağımlılık ilişkilerine son verilmesinden geçiyor.

Enver Hoca, Ortadoğu Üzerine Düşünceler. Sf, 67-68. Evrensel Basım Yayın.

                                                                               /././

"Elveda neoliberalizm" -Yücel Özdemir-

Doğu Bloku ve SSCB’nin yıkıldığı 1990’lı yılların başında piyasada en fazla dolaşan kavramlardan biri “Elveda proletarya” idi. Bu başlık altında yazılan kitaplar, yapılan uzun analizler ve verilen konferanslarda, işçi sınıfının tarihsel rolünün açılmamak üzere kapandığı ve dönüştürücü gücünü yitirdiği savunuluyordu. Eski solculardan sözde Marksistlere, burjuva liberallere kadar uzanan geniş yelpazede bilim insanları, aydınlar ve siyasetçiler, kapitalizmi, onun en acımasız ve çıplak hali olan neoliberalizmi öve öve bitiremiyordu. İşçi sınıfına, sosyalizm ve mücadeleyle elde ettiği ekonomik, sosyal, kültürel ve ideolojik kazanımlardan vazgeçmesi, neoliberalizme teslim olması çağrıları yapılıyordu.

Devletin yargı ve güvenlik dışındaki bütün alanlardan çekilmesi, sosyal devletin tasfiye edilmesi ve piyasanın kendi kuralları içinde her şeyi düzenleyeceği üzerine yapılan propagandayla neoliberalizm el üstünde tutuluyordu. Hepsinin ortak dayanağı, neoliberalizmin temeli sayılan “Washington Konsensüsü” idi.

Bu anlayışın insanlığı büyük krizlere sürüklediğini söyleyenler “dogmatik/Ortodoks” diye damgalanarak marjinalize edildi, halen de devam ediyor. Aradan geçen yaklaşık 35 yıllık süre zarfında dünyanın, insanlığın, işçi sınıfının ve yoksulların durumu ortada. Sınıflar arası çelişkiler sürekli derinleşti; zenginler kazandıkça kazandı, milyarlarca insan açlık ve yoksulluk girdabına itildi. “Bitecek” denilen işçi sınıfı varlığını sürdürmeye devam ediyor ve neoliberalizmin mengenesinde ezildiği için, bu kez tepkisini sistem dışı görünen aşırı sağa destek vermekle gösteriyor. Neoliberalizmin gereği sosyal devletin tasfiyesi, Avrupa’dan başlayarak dünyanın pek çok yerinde işçi sınıfını aşırı sağın kucağına itti. Bu nedenle burjuva liberalleri şu sıralar her fırsatta “Alarm zillerinin çaldığını” söylüyor.

Aşırı sağ, ırkçılık ve faşizm bağlamında tehlikenin kapıya dayandığının farkında olan bir grup ekonomist, 29 Mayıs’ta “Berlin Deklarasyonu”nu kamuoyuna ilan etti. Deklarasyon, aşırı sağın yükselişinin baş sorumlusunun neoliberalizm olduğu ve bu politikadan dönülmesi çağrısı yapıyor. “Forum New Economy” tarafından organize edilen “Berlin Deklarasyonu”nun ilk 70 imzacısı arasında Thomas Piketty, Mariana Mazzucato, Dani Rodrik, Barry Eichengreen, Jean Pisani-Ferry, Nobel ödüllü Angus Deaton, IMF’nin Eski Baş Ekonomisti Olivier Blanchard, Alman Sanayiciler Birliğinden Stromy-Annika Mildner ve Bertelsmann Vakfından Daniela Schwarzer gibi tanınmış isimler yer alıyor.

İnternet üzerinden de imzaya açılan deklarasyonu 26 Temmuz itibarıyla çoğunluğu dünyanın elit üniversitelerinde ekonomi alanında çalışan bilim insanı olmak üzere 444 kişi imzaladı. İmzacıların çoğu muhtemelen daha önce küreselleşme ve neoliberalizm övgüsü yapmış, içinde bulunduğumuz kapitalist düzeni kutsamıştı. Ancak özellikle Fransa’dan başlayarak Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ve ABD’de yükselen aşırı sağın pek çok açıdan tehdit oluşturduğunu fark ettikleri için şimdi kendilerince soruna köklü çözüm önerilerinde bulunuyorlar. Aşırı sağın yükselişinin temel nedeninin ekonomi politikaları olduğunun bilincindeler. Bu nedenle, aşırı sağın geriletilmesinin yolunun, işçi sınıfı ve emekçiler arasında baş gösteren gelecek korkusu ve endişesinin giderilmesi gerektiğini savunuyorlar.

Temel tezlerin dokuz madde halinde sıralandığı deklarasyonun girişinde şöyle deniliyor: “Günümüzde liberal demokrasiler, yurttaşların çoğunluğuna hizmet ve geleceğimizi tehdit eden birçok krizi çözme becerisi gösteremediği için, bir güvensizlik ve endişe dalgasıyla karşı karşıya. Bu durum bizi, iklim değişikliğinden sürdürülemez eşitsizliklere ve büyük küresel çatışmalara kadar uzanan gerçek tehlikeleri ele almadan, insanların öfkesini istismar eden tehlikeli bir popülist siyasete sürüklemekle tehdit ediyor. İnsanlığa ve gezegene ciddi zararlar verilmesini önlemek için, insanların hoşnutsuzluğunun temel nedenlerini acilen ele almamız gerekiyor.” 

Küreselleşmenin doğru yönetilmediği, piyasanın düzenleyiciliğine aşırı güvenildiği ve hükümetlerin yaptırım politikalarının krizleri yönetemediği belirtilirken, gelinen aşama şu şekilde tarif ediliyor: “Yaşananlar karşısında bir şeyler değiştirememenin güçsüzlük duygusu, küreselleşme ve teknolojik değişim şoklarıyla tetiklendi ve şimdi de iklim değişikliği, yapay zeka ve enflasyon şokuyla pekiştiriliyor.”

Çözüm olarak sıralanan dokuz maddelik planın başına “Önceliğin ekonomik verimliliğe değil, refaha, güvenli ve kaliteli işyerleri yaratmaya odaklanması” konuluyor. “Sağlıklı küreselleşme” de maddeler arasında yer alırken, en sona “Piyasalar tek başına ne iklim değişikliğini durdurabilir ne de daha adil bir refah dağılımına yol açabilir” maddesi eklenmiş. Yani, neoliberalizmde çokça övülen piyasanın her şeyi düzenleyeceği ilkesi tamamen bir kenara itilmese de aşağıya çekiliyor.

Liberal ekonomistlerin aşırı sağın yükselişiyle neoliberalizm arasında doğrudan bir bağ kurmaları ve bu nedenle izlenen ekonomi politikalarından vazgeçilmesi, zenginlerden daha fazla vergi alınması gibi önerileri kendi başına bir iyi niyet göstergesi sayılabilir. Peki, bu neoliberal politikaları uygulayan ve bunlardan faydalanan burjuvazi, aynı sonucu çıkarıp bir dönüş yapabilir mi?

“Berlin Deklarasyonu”nda aşırı sağın yükselişi bağlamında atıfta bulunulan Fransa’ya bakıldığında buna dair bir veri yok. Emeklilik yaşının yükseltilmesi örneğinde görüldüğü gibi, işçi sınıfının tarihsel kazanımlarını büyük direnişlere rağmen hayata geçiren neoliberal Macroncular, aşırı sağın güç toplamasının en büyük sorumlusu. “Aşırı sağ” korkusuyla burjuvazinin kendiliğinden neoliberal politika ve uygulamalardan vazgeçip, sosyal devlete geri dönmesini beklemek boş bir hayal. Hayal olmayan ise aşırı sağın zayıflatılmasının yolunun işçi sınıfının, gasbedilen sosyal haklarının yeniden kazanıldığı bir mücadele hattında buluşturulmasının kaçınılmazlığıdır. Zira aşırı sağı geriletecek tek güç, yoksullaştırıldığı, işsiz bırakıldığı için yüzünü bu demagoglara çevirmek zorunda bırakılan işçi sınıfıdır. Bu nedenle, aşırı sağa karşı “Elveda neoliberalizm”i reçete olarak sunanların “Merhaba proletarya” da demesi gerekiyor.

                                                Evrensel - GÜNDEM

Ali Erbaş yine kılıç kuşandı! 

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, 31 Temmuz'da İran'ın başkenti Tahran'da düzenlenen suikastla öldürülen Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye için düzenlenen gıyabi cenaze töreninde kılıç kuşandı.(https://www.evrensel.net/haber/524698)

                                                                   ***

Çeşme Alaçatı Port'ta buharlaşan “milyon avrolar” Meclis gündeminde -Ramis Sağlam-

                   Alaçatı Port mevkii Karşıyaka Azmağı’nda devam inşaat | Fotoğraf: ŞPO

İzmir'in Çeşme ilçesinde "Alaçatı Port" olarak bilinen alanda onaylanan imar planları ve kıyı kenar çizgisi değişikliği sonucunda yapılan fiziki müdahaleler, projeyle ilgili yolsuzluk iddiaları tartışmaları hakkında Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM) İzmir Milletvekili İbrahim Akın, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın cevaplaması istemiyle soru önergesi verdi. Akın, soru önergesinde Çeşme'deki Port Alaçatı projesiyle ilgili yolsuzluk iddiaları ve bu iddialara ilişkin Çeşme Cumhuriyet Başsavcılığı'nca açılan soruşturma dosyası kapsamındaki şüphelilerin bugüne kadar ifadelerinin neden alınmadığını ve savcılık önüne neden çıkarılmadığını sordu.(https://www.evrensel.net/haber/524696)

                                                                  ***

Kapadokya'daki üst ölçekli plan hukuksuzluğuna mahkeme 'dur' dedi -Özer Akdemir-

Kapadokya Alanı Üst Ölçekli Alan Planı'nın yürütmesi durduruldu. Ankara Bölge İdare Mahkemesi 5’inci Dava Dairesi planının iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle açılan davada, yürütmenin durdurulması isteminin reddi yönündeki Kayseri 2’nci İdare Mahkemesi kararının hukuka uygun olmadığına hükmetti.(https://www.evrensel.net/haber/524665)

                                                                 ***

Cumhurbaşkanlığı'nın 6 aylık harcaması 2 milyardan 6 milyara çıktı

Genel bütçe kapsamındaki kamu idareleri içerisinde Strateji ve Bütçe Başkanlığı ile AFAD dışında bütün kurumların harcamaları arttı. Cumhuriyet’ten Mustafa Çakır’ın haberine göre, altı aylık bütçe verileri geçen yılın aynı dönemi ile karşılaştırıldığında harcamalarda büyük artış var. Cumhurbaşkanlığı’nın 6 aylık harcaması geçen yıla göre yüzde 176.8 oranında artarak 2.1 milyar liradan 6.1 milyar liraya çıktı. Bütçenin tümü üzerindeki harcamalarda da geçen yıla göre yüzde 93.7 oranında artış var. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, “Merkezi Yönetim Bütçe Gerçekleşmeleri ve Beklentiler Raporu”nu yayımladı. Genel bütçe kapsamındaki kamu idareleri içerisinde Strateji ve Bütçe Başkanlığı ile AFAD dışında bütün kurumların harcamaları arttı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın harcamasındaki artış da yüzde 137.3 oldu. Diyanet’in altı aylık harcaması geçen yıla göre 19.6 milyar liradan 46.7 milyar liraya çıktı.(2.1 TRİLYON LİRA AÇIK!)  Raporda bu yılın temmuz-aralık dönemine ilişkin beklenti ve hedeflere de yer verildi. Buna göre bütçenin bu yıl sonunda 2 trilyon 1 milyar 975 milyon TL açık vereceği tahmin ediliyor. Orta Vadeli Program’da öngörülen açık 2.6 trilyon liraydı. Tasarruf tedbirlerine karşın açık yine 2 trilyon liranın üzerinde kalacak. Uygulanan yüksek faiz politikasının faturası da çıkıyor. Faiz giderlerinin  bu yılın sonunda 1.2 trilyon lira olması öngörülüyor.  Bu yılın ocak-haziran döneminde vergi gelirlerinde 3 trilyon 213 milyar 365 milyon TL tahsilat yapılmıştı. Temmuz-Aralık döneminde ise 4 trilyon 323 milyar 334 milyon TL vergi geliri tahsil edilmesi bekleniyor. Bütçede bu yılın tamamında beklenen vergi geliri 7.4 trilyon liraydı. Vergide yıl sonu beklentisi 7.5 trilyon liraya çıktı.

(EVRENSEL)



CHP'li Başarır belge paylaştı: "AKP, İsrail'e kurşun geçirmez cam gönderiyor" - BİRGÜN

Cumhuriyet Halk Partisi Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır, kamuoyuna açıkladığı belgelerle İsrail’e kurşun geçinmez cam ticareti yapıldığını ortaya koydu. Mersin Limanı’ndan Yunanistan’a, oradan da İsrail’e gönderilen kurşun geçirmez camların limandaki lojistik destek sağlayan kişi ise AKP’nin Mersin eski il başkanı Mekin Merter Salt’a ait olan Salt Grup şirketi.

Cumhuriyet Halk Partisi Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır, kamuoyuna açıkladığı belgelerle İsrail’e kurşun geçinmez cam ticareti yapıldığını söyledi.

Başarır’ın açıklamasına göre, camları üreten firma Stargrup Cam Anonim Şirketi. Bu şirket ürünleri İstanbul’dan Mersin’e gönderiyor. Salt Grup da bu ürünler için depolarını kullandırıyor ve yüklemesini yaptırıyor. Mallar önce Yunanistan’a, oradan da İsrail’e ihraç ediliyor.

Filistin’de yaşanan katliam nedeniyle tüm dünyanın İsrail’i lanetlediğini ve Filistin’in dramını tüm vicdanlı insanların yaşadığını belirten CHP’li Başarır, “İsrail’in tek taraflı saldırılarının başladığı günden beri, ticari ilişkileri kesin, dedik. Bizi yalanladılar; kısmen ticarin yapıldığını, sonra onların da yasaklandığını söylediler. Ama bu iktidarın, Filistin konusunda ne kadar samimiyetsiz ve yalan dolu bilgiler verdiğini kamuoyuna göstereceğiz” diyerek şu açıklamayı yaptı:

KONU PARAYSA AKP’NİN VİCDANI OLMUYOR

“Yer Mersin. Şirket Salt Grup, sahibi Mekin Merter Salt, AKP’nin eski il başkanı. Bu kişi kurşun geçirmez camları Yunanistan’ın Pire Limanı üzerinden İsrail’e ihraç ediyor. Üreten kim; Star Grup. İstanbul Hadımköy’de. Oradan Mersin’e Salt Grup’a, Mersin Limanı’ndan da bugün Yunanistan’a ve oradan İsrail’e gidiyor. Biz bunu barkodlarıyla, evraklarıyla hepsiyle kamuoyuna paylaşacağız. Bu bir utanmazlıktır. Bu bir samimiyetsizliktir. Bu kamuoyuyla, vicdanlarla dalga geçmek, alay etmektir. Hep söylüyorum; konu paraysa, konu ticari ilişkilerse AKP denen partinin ve yönetiminin hiçbir şekilde vicdanı, kalbi ya da öncelikleri olmuyor. Tıpkı Filistin meselesinde olduğu gibi. Şimdi soruyorum. Bu Star Grup, Salt Grup, bu kurşun geçirmez camları neden İsrail’e yolluyor? Tabii İsrail’e bir şey olmasın diye, İsrail kurşun geçirmesin diye. Ama Filistin’de o evlerde o hastanelerde kurşun geçirmez cam yok ve çocuklar ölüyor. Utanın, utanın, utanın.”

(BİRGÜN)

Şükredin, başkasının elindekine göz dikmeyin + Sertifika ile ‘helal’inden harcıyorlar + Halktan 1.2 trilyon gitti, KKM’ye vergi geldi (SÖZCÜ)

Şükredin, başkasının elindekine göz dikmeyin -Deniz Ayhan-

Eşini kuraya sokmadan özel vize ile hacca götüren ve Mekke’deki lüks otelde bir ay kalan Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Huriye Martı vatandaşa şükretmeyi önerdi.

Vatandaş açlık ve sefaletle mücadele ederken, lüks otellerde hac, son model araçlar ve 5 yıldızlı otellerde toplantılarla gündeme gelen Diyanet İşleri Başkanlığı vatandaşa yine ‘şükredin’ dedi. (HUZURLU YAŞAYAMAZ) Eşini kuraya sokmadan özel vize ile hacca götüren ve Mekke’deki lüks otelde bir ay kalan Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Huriye Martı vatandaşa şükretmeyi önerip “Elindeki nimet yerine başkasının elindeki nimete gözünü dikerek mutsuz, şükürsüz ve nankör insan bu dünyada huzurla yaşayamaz” dedi. Diyanet’in dijital yayın kanalında ‘İnsan niçin mutsuz olur’ başlığı ile açıklamalarda bulunan Martı, “Şükür aslında nimeti fark etmektir. İnsanın elindeki güzellik, imkan ve nimetleri fark ederek olumluya odaklanmasıdır’’ dedi ve şunları söyledi: “Olumsuza odaklanan devamlı eksikleri, noksanları gören, sahip olamadıklarına yanan bir insan hep mutsuzdur. ‘Niye onun şusu var benim yok? Niye o bunu başardı, ben başaramadım? Allah ona neden şunu verdi, bana vermedi’ şeklinde kendisini etrafındakilerle kıyaslayan ve elindeki nimeti görmek yerine bir başkasının elindeki nimete gözünü dikerek mutsuz olan insan bu dünyada huzurla yaşayamaz.”Sosyal medya kullanıcıları Martı’nın açıklamalarına tepki göstererek, “Halkı yemeye doymadınız, şükretmeyi öğrettiniz. Uyananlar yemiyor artık” diye eleştirdi.

                                                      /././

 Sertifika ile ‘helal’inden harcıyorlar -Deniz Ayhan-

‘Helal sertifika’ verip ülkeye büyük gelir sağlayacağı iddiası ile 2017’de kurulan Ticaret Bakanlığı’na bağlı Helal Akreditasyon Kurumu (HAK), 7 yılda yalnızca 84 akreditasyon yapabildi. HAK’ın 2024 yılı bütçesi 50 milyon 880 bin TL olarak açıklanırken, kurumun bu senenin ilk 6 ayında harcadığı miktar ise 22 milyon 850 bin 261 lirayı buldu.(BÜTÇESİ 7 MİLYONDU) HAK, bir süre önce de Helal Uygunluk Değerlendirme Kursu’na yüzde 114, Helal Kozmetik Standardı Eğitim Kursu’na da yüzde 53 zam yapmıştı. Bir başkan, 4 yönetim kurulu üyesi olan, ayrıca 32 memur, 15 sürekli işçisi ile birlikte 47 personeli bulunan kurum, kısa süre önce üç ilahiyatçı ile üç de mühendisi göreve almıştı. HAK, Ankara’da büyük ofis, eğitim ve toplantı salonları olan 1.007 metrekarelik binasında hizmet veriyor. HAK’ın kurulduğu 2017’de bütçesi 7 milyon 741 bin TL olarak belirlenmişti.  Kurumun bütçesi 2018’de 7 milyon 743 bin TL’ye, 2019’da 7 milyon 890 bin TL’ye çıktı. 2020 yılında ise bütçesi 5 milyon 206 bin TL olarak belirlendi. 2021’de ise 7 milyon 648 bin TL’ye çıkarılan kurumun bütçesi 2022’de 13 milyon 815 bin TL’ye, 2023’te 22 milyon 816 bin TL’ye, 2024’te ise 50 milyon 880 bin TL’ye kadar çıktı.

                                                     /././

Halktan 1.2 trilyon gitti, KKM’ye vergi geldi  -Erdoğan Süzer-

Ekonomiyi altüst ettiler. Düzeltmek için KKM’yi icat edip varlıklılara devletin kasasından 1.2 trilyon dağıttılar. Kazanan kazandı şimdi de vergi getirdiler.

Yanlış ekonomi politikaları yüzünden ateşi çıkan dövizi frenlemek için icat edilen Kur Korumalı Mevduat’taki (KKM) vergisiz koruma zırhı kaldırıldı. KKM hesaplarından faiz geliri kazananlara da banka mevduatlarında olduğu gibi yüzde 5 ve yüzde 7.5 oranlarında Gelir Vergisi geldi. Ancak KKM’ye faiz vergisi, Hazine ve Merkez Bankası kasasından bir avuç varlıklı kesime 2023 sonu itibarıyla 1 trilyon 38 milyar lira aktarıldıktan sonra geldi. Bu yılki ödemelerle birlikte KKM hesabı sahiplerine hiçbir vergi alınmaksızın ödenen faizin 1.2 trilyon TL’yi aştığı tahmin ediliyor. Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararıyla, vadesi 6 aya kadar (6 ay dahil) olan KKM hesaplarından elde edilen faiz gelirinden yüzde 7.5, 1 yıla kadar (1 yıl dahil) vadeli KKM hesabı gelirlerinden de yüzde 5 oranında stopaj kesilecek. Bu vergi kesintisi altın ve katılım hesapları dahil  tüm KKM hesaplarından elde edilecek faiz geliri için uygulanacak.(MEVDUAT FAİZİ DÜŞEBİLİR) Kararla ayrıca banka mevduatlarına 1 Mayıs’tan başlayarak 31 Temmuz’a kadar aynı şekilde yüzde 5 ve yüzde 7.5 olarak uygulanan stopaj oranlarının süresi 31 Ekim’e kadar uzatıldı. 1 Mayıs’ta 6 aya kadar vadeli banka mevduatlarına uygulanan ve stopaj oranı yüzde 5’ten yüzde 7.5’e, 1 yıla kadar kolan vadede yüzde 3’ten yüzde 5’e ve 1 yıldan uzun vadede de sıfırdan yüzde 2.5’e yükseltilmişti. Böylece mevduatın vergisi artırılarak KKM’nin avantajı korunmuştu. Şimdi KKM’ye de vergi getirilmesiyle mevduatın avantajı öne geçmiş oldu. Bu durumun mevduat faizlerine aşağı yönlü katkı sağlayacağı ifade ediliyor.(Vergisiz ballı kazanç elde ettiler)  İktidarın icat ettiği KKM yüzünden kamunun kaynakları vergi dahi alınmadan bir avuç yatırımcıya aktı. İlk kez 2022 yılında devreye sokulan KKM yüzünden Hazine o yıl 92.5 milyar, 2023’te de 59.5 milyar olmak üzere iki yılda toplam 152 milyar lira faiz ödemek zorunda kaldı. Merkez Bankası da ilk yıl 72.8 milyar geçen yıl da 833.4 milyar olmak üzere KKM sahiplerine toplam 906.3 milyar lira faiz ödedi. Merkez’in rekor zarar etmesine yol açan KKM hesabı sahiplerine iki yılda ödenen vergisiz net faiz 1 trilyon 58 milyar TL oldu. Bu yıl ödenen faizlerle birlikte toplam ödemenin 1.2 trilyon TL’yi bulduğu tahmin ediliyor.

(SÖZCÜ)



T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -2 Ağustos 2024-

 

KKM'den son çıkış: Kur farkına stopaj artık "0" değil -Binhan Elif Yılmaz-

Genel seçimlere kadar düşük faiz ortamında enflasyon yükselirken; KKM sahipleri, bankalar, bankaların dağıttığı ucuz kredileri alanlar kazanmaya devam etti. TL değersizleştikçe, enflasyon yükseldikçe ortaya çıkan maliyetlerden biri de gelir dağılımında adaletsizlik oldu. TL'de kalanlar ya da tasarrufu olmayanlar üzerinden servet transferi yapıldı.

Dünkü Resmi Gazete'de yer alan 8775 sayılı CB kararıyla KKM hesapları 6 aya kadar (6 ay dahil) yüzde 7,5 ve 1 yıla kadar (1 yıl dahil) yüzde 5 oranında gelir vergisine tabi oluyor. Yani artık stopaj "0" değil. Aynı vergi oranları, döviz ve altın dönüşümlü hesaplar için de geçerli.

Hatırlayalım; KKM 21.12.2021'de kur riskine karşı kendisine güvence arayan tasarrufu, varlığı olanlar için bir finansal araç olarak karşımıza çıkmıştı. Ulaştığı hacimle, bütçeye/TCMB'ye yüküyle, KKM'den çıkış stratejileri ve çözülme sürecindeki zorluklarla gündemden düşmedi.

Türkiye Ekonomi Modeli denemesinin liralaşma stratejisi ürünü olan KKM, hayatına tatlandırıcılarla başlamıştı. Öncelikle KKM'ye ekonomik gidişatın yönünü belirleyici ve bir kurtarıcı gözüyle bakıldığı için bir "tatlandırıcı" olarak "0" stopaj avantajı sağlandı. İlk günden servis edilen bu düzenleme KKM'nin değişmeyen ana unsuru oldu. "0" stopaj yanında çok düşük düzeydeki politika faizinin üç puan üzerinde faiz verildi, bir süre sonra üst limit serbest bırakıldı.

KKM'nin en önemli özelliği, mevduat sahibine faiz ile beraber sunulan bedava opsiyon. Mevduat sahibi, eğer kur artışı KKM mevduat faizinin altında kalırsa faizden kazanırken, kur artışı KKM mevduat faizinin üstüne çıkarsa kur farkını kazanır. İlk durumda faizi banka öderken, ikinci durumda devlet öder.

TL'den KKM'ye dönenlerin kur artışına karşı korunması bütçeden, dövizden KKM'ye dönenlerinki TCMB tarafından karşılanırdı. Ancak TL'den dönen mevduata yapılan ödemelerin bütçe üzerindeki baskısı artınca geçen yıl ağustos ayı itibariyle TL'den dönen KKM'nin bu yükü de TCMB tarafından üstlenilmeye başlandı.

Sayısal birkaç bilgi verelim: Geçen yılın ilk yedi ayında TL'den dönen KKM için bütçeden 59,5 milyar TL ödendi. Bu tutarın 34,5 milyar TL'lik kısmı sadece 1-15 Temmuz tarihleri arasındaki kısımdı. Çünkü Dolar/TL genel seçimler öncesinde (13 Mayıs) 15,5 TL'den, iki ay sonra (13 Temmuz) 26 TL'nin üzerine çıkmıştı. 2023 bütçesi (ek bütçe dahil) deprem harcamaları varken KKM'nin yükünü kaldıramayacaktı. O nedenle KKM sahiplerine ödemeyi artık TCMB yapacaktı. Ama olan TCMB'ye oldu, 2023 zararını 818,2 milyar TL olarak açıkladı. Önemli kısmı KKM kur farkı ödemelerinden kaynaklanıyordu. Bu zararda KKM kur farkının kaç milyar TL olduğu kadar, ekonomiye olan güvensizlik ve gelir dağılımında adaletsizliğin boyutu ve izleri de önem taşıyor elbette.

Genel seçimlere kadar düşük faiz ortamında enflasyon yükselirken; KKM sahipleri, bankalar, bankaların dağıttığı ucuz kredileri alanlar kazanmaya devam etti. TL değersizleştikçe, enflasyon yükseldikçe ortaya çıkan maliyetlerden biri de gelir dağılımında adaletsizlik oldu. TL'de kalanlar ya da tasarrufu olmayanlar üzerinden servet transferi yapıldı.

Ardından genel seçimler sonrası sıkı para politikasına geçildi. Politika faizi kademeli olarak artıyor, ardından mevduat faizi de arttıkça TL'ye güven tesis edilmesi bekleniyordu. Bu ortamda KKM hesapları hızla çözülecekti. Para ikamesi son bulacaktı.

Artık KKM'ye tatlandırıcıya gerek yoktu, hesaplar çözülmeliydi. Önce mevduat faizinin de altında faiz verilmeye başlandı. Tebliğler ile bankaların özellikle TL'den dönen KKM hesaplarının TL vadeli mevduata dönüştürmelerine ilişkin kriterlere uymaları, uymayan bankalara ek menkul kıymet tesisi zorunluluğu geldi. En son 1 temmuz günü, yani bir ay önce KKM ve katılım hesaplarına uygulanan kurumlar vergisi istisnası sona erdi.

Nihayetinde Ağustos ayının ilk günü itibariyle artık KKM hesapları gelir vergisine tabi. Geçen yıl bu köşede şu yazıylaKKM'den vergisel düzenlemelerle çıkış için öneride bulunmuş, çeşitli TV programlarında dile getirmiştim.

Şöyle ki; TL mevduat getirisinin stopajı düşürülür ve KKM getirisi de TL mevduat faizinden daha yüksek oranda stopaja tabi olursa, bu mevduat faizinin görünenden daha yüksek olacağı anlamına gelir ve sıkı para politikasıyla mevduat faizinin daha da arttırılmasına gerek kalmadan tasarruflar iki araç arasında yer değiştirebilirdi. Ek olarak bu iki enstrümanın rekabet eşitsizliği azalırdı.

Ancak sorun TL'den dönen KKM'den ibaret değil, sorun dövizden dönen KKM'de. Son vergi düzenlemesi, TCMB'nin rezervlerine güvendiğini gösteriyor olabilir ama ekonomiye güven duymak, kur atağı olmayacağına inanmak gerek. Ne de olsa ekonomi geçmişimiz kötü deneyimlerle dolu.

KKM'nin her iki çeşidi de dolarizasyon. İlk etapta KKM dönüşü başladığında dövize geçiş olmuştu. Hâlâ her türlü faiz çok da doğru yerde değil, enflasyon oranı da öyle.

KKM hesaplarının tabi olacağı vergiyi, verginin fiskal ve fiskal olmayan amaçları üzerinden de değerlendirmek gerek: Ödeme gücüne göre vergileme ve bu çerçevede vergide adaletin sağlanması için az kazanan az, çok kazanan çok vergi vermeli diyoruz da, KKM'de az ya da çok kazanç olsa da vergi ödenmedi. Oysa ortalama 50 bin TL maaş alan bir ücretli, bir yılda yaklaşık üç maaşını devlete gelir vergisi olarak ödüyor. Vergide adaletsizliğin, bu enstrümanın vergilendirilmesiyle bir nebze giderilmesi mümkün. Ayrıca vergi gelirleri, verginin fiskal amacına uygun olarak hazineye irat olarak kaydedilecektir. Ama en önemlisi hayatına tatlandırıcıyla başlayan KKM'nin vergi karşısında getirisi düşeceğinden hacmi de daralacaktır; umarız ki liralaşarak.

                                                                /././ 

Pullarla Olimpiyat Oyunları'nın kısa tarihi: 1912 Stokholm Olimpiyat Oyunları(VIII) -Hayri Cem-

Osmanlı Devleti'ni temsilen ilk kez 1906 Atina Ara Olimpiyatları'na İzmir'den ve Selanik'ten üç futbol takımı katılmıştı. Bu organizasyon, IOC tarafından Olimpiyat oOyunları olarak kabul edilmediği için, Osmanlı Devleti'nin katıldığı ilk Olimpiyat oyunları 1912 Stokholm oyunlarıdır

Atina'da yapılan ilk modern Olimpiyat Oyunları'ndan (1896) sonra, Stokholm'de yapılan bu organizasyon, bir fuar ya da serginin bir parçası değil, münferit bir organizasyondu.

1912 Stokholm Olimpiyat oyunları 5 Mayıs -22 Temmuz arasında yapılmıştır. Ancak bu organizasyonun resmi açılışı Kral V. Gustav ve Uluslararası Olimpiyat Komitesi başkanı Pierre de Coubertine tarafından 7 Temmuz 1912'de yapılmıştır.

1912 Olimpiyatlarının resmi posteri. Katılımcı ülkelerin çoğu bu posterin yer aldığı vinyet pullar bastırmışlardır.

Bu Olimpiyat oyunlarına 28 ülkeden 2547 sporcu katılmıştır. Olimpiyat oyunları tarihinde 5 kıtadan sporcuların katılması ilk kez 1912 Stokholm'de gerçekleşmiştir.

1912 Stockholm Olimpiyatları, spor dışında sanatı da teşvik eden ilk olimpiyatlardandı ve edebiyat, müzik, resim, heykel ve mimarlık gibi çeşitli sanat dallarında yarışmalar düzenlendi. Pierre de Coubertin, "Georges Hohrod ve M. Eschbach" takma adıyla yazdığı "Ode to Sport" şiiriyle edebiyat dalında birinci oldu ve altın madalya aldı.

1912 Stokholm Olimpiyatları'nda pek çok "ilk” yaşanmıştır. Bunlardan biri de Olimpiyat Oyunları'nın ilk kez filme kaydedilmesidir. Açılış töreninde ülkelerin bayrakları ile yaptıkları geçit töreni baştan sona kadar filme kaydedilmiş ve sinemada oynatılmıştır.

Türkiye'nin katıldığı ilk Olimpiyat Oyunları

Osmanlı Devleti'ni temsilen ilk kez 1906 Atina Ara Olimpiyatları'na İzmir'den ve Selanik'ten üç futbol takımı katılmıştı. Bu organizasyon, IOC tarafından Olimpiyat oOyunları olarak kabul edilmediği için, Osmanlı Devleti'nin katıldığı ilk Olimpiyat oyunları 1912 Stokholm oyunlarıdır.

Türkiye'yi temsilen, Selim Sırrı Tarcan yönetiminde iki atlet Vahram Papazyan ve Mıgırdiç Mıgıryan katılmışlardır.

Mıgırdıç Mıgıryan, gülle atma, disk atma, iki elle gülle atma, pentatlon ve dekatlon disiplinlerinde yarışmıştır. Vahram Papazyan ise 800 metre ve 1500 metre yarışlarına katılmıştır. Mıgıryan gülle atma, iki elle gülle atma ve disk atma yarışlarında yarı finale yükselmiş, her iki atletimiz de madalya kazanamamıştır.

Selim Sırrı Tarcan, 1908 yılında kurulan Osmanlı Milli Olimpiyat Komitesi'nin kurucularından biridir. 1923 yılında ise Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi'ne başkan seçilmiştir.

Selim Sırrı Tarcan

Yeni yarışma kategorileri

Bundan önceki tüm Olimpiyat Oyunları'nda olduğu gibi, bu Olimpiyat Oyunları'nda da yeni yarışma kategorileri yarışmalara dahil edilmiştir. Bunlardan bazıları; kadınların ilk kez yüzme yarışlarına katılması, bisiklet yol yarışları, binicilik, kros yarışları gibi…

Ancak, disk atma, cirit atma, yüksek atlama, güreş ve koşudan oluşan Modern Pentatlon ilk kez bu Olimpiyat Oyunları'nda yarışmalara dahil edilmiştir.

ÖNE ÇIKAN KARAKTERLER 

Altın madalyaları elinden alınan Jim Thorpe

Amerikalı sporcu Jim Thorpe pentatlon ve dekatlon yarışlarında birinci olmuş ve altın madalya kazanmıştır. 

Ancak, Jim Thorpe'nin 1912 Stockholm Olimpiyatları'nda kazandığı madalyalar, 1913 yılında iptal edildi. Bu iptal, Thorpe'un amatör sporcu kurallarını ihlal ettiği gerekçesiyle yapıldı. Thorpe'un 1912'den önce yarı profesyonel beyzbol oynamış olduğu ortaya çıktı ve o dönemin kurallarına göre amatör sporcuların geçmişte profesyonel olarak spor yapmamış olmaları gerekiyordu.

Jim Thorpe - USA

Olimpiyat kuralları gereği amatörlük statüsünü koruması gereken Thorpe'un bu statüyü ihlal ettiği gerekçesiyle, Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) onun kazandığı pentatlon ve dekatlon altın madalyalarını geri aldı.

Ancak, yıllar sonra, 1982'de, Thorpe'un itibarını geri kazandırmak amacıyla, IOC onun amatör sporcu olarak kabul edilmesi gerektiğine karar verdi. 1983 yılında, ölümünden 30 yıl sonra, Jim Thorpe'un kazandığı madalyaların kopyaları ailesine iade edildi ve 2022 yılında IOC, Thorpe'un orijinal madalyalarını resmen geri vererek onun rekorlarını tekrar tanıdı.

Üç madalyalı atlet

Finli atlet Juho Pietari "Hannes” Kole­hmainen, bu Olimpiyat Oyunları'nda üç madalya kazandı.

Olimpiyatlara katılma rekoru

Kartpostal - Bertil Gustafsson Uggla İsveç

Modern pentatlon ve eskrim yarışlarına katılan İsveçli atlet Bertil Gustafsson Uggla ise sonraki yıllarda yapılan 1920, 1924 ve 1928 Olimpiyat Oyunları'na katılarak başka bir rekorun sahibi oldu.

Büyük kayıp

Jean Bouin, 20. yüzyılın başlarında önemli bir Fransız orta ve uzun mesafe koşucusuydu. En dikkat çekici başarıları şunlardır:

Jean Bouin, 5000 metre yarışında gümüş madalya kazandı. Bu yarış, Olimpiyat tarihinin en heyecan verici yarışlarından biri olarak kabul edilir. Bouin, Finlandiyalı koşucu Hannes Kolehmainen ile başa baş yarıştı ve sadece 0.1 saniye farkla ikinci oldu.

Jean Bouin – Fransız Atlet

Bouin, kariyeri boyunca birkaç dünya rekoru kırdı. Özellikle 1911 yılında Paris'te kırdığı 1 saatlik koşu dünya rekoru dikkat çekicidir. Bu yarışta Bouin, 19.021 kilometre (yaklaşık 11.82 mil) koşarak dünya rekorunu ele geçirdi.

Fransa Şampiyonaları: Jean Bouin, Fransa ulusal şampiyonalarında birçok kez birinci oldu. 5000 metre ve 10000 metre yarışlarında defalarca ulusal şampiyonluk kazandı.

Jean Bouin, kariyerinin zirvesindeyken I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle askere alındı ve 1914 yılında, sadece 25 yaşındayken, savaşta hayatını kaybetti. Spor kariyeri kısa sürmesine rağmen, Bouin atletizm tarihinde önemli bir yer edinmiştir ve Fransa'da hâlâ büyük saygı görmektedir.

                                                           /././

Sonunda bu da oldu: İçişleri Bakanı Yerlikaya'nın konutundan, iki yabancı adına kayıtlı iki ikamet izni çıktı! -Tolga Şardan-

Kontrol için görevlendirilen bekçinin elindeki listede bulunan ve geçici ikamet kaydına sahip iki yabancının yaşadığı belirtilen adres İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın konutuydu! Fıkra misali başlayan olaylar bir anda krize dönüştü.

Aktaracağım olayı okuduğunuzda nasıl bir tepki vermeniz gerektiğini size bırakıyorum.

Kanımca "skandal" tanımlaması bile yetersiz kalacak cinsten aktaracaklarım.

Bilindiği gibi; ülkenin gündeminin en önemli konu başlıkları arasında sığınmacılar var.

Kayıt dışı olanlar bir yana, kayıtlı olup geçici kimlik numarası alanlar ve geçici ikamet izni verilen milyonlarca insan yaşıyor.

Ve devletin, bu konuda ne şekilde kayıt tuttuğu tartışmaları da halen devam ediyor.

Şimdi okuyacaklarınız, işlerin nasıl yürütüldüğünü görebilmek için en uç örnek olarak Ankara'da yaşandı!

Biraz ön bilgi vereyim öncelikle.

Ülkedeki sığınmacılarla ilgili kayıt dışılığın ortadan kaldırılması amacıyla İçişleri Bakanlığı bünyesindeki Göç İdaresi Başkanlığı, bir süreden beri ülke genelinde geçici kimlik numarası verilen sığınmacılar ile ikamet izni verilen başvuru sahiplerini adreslerinde kontrol etmeye başladı.

Kontroller, illerde polis ve jandarma üzerinden yapılmaya başlandı. Söz konusu haklara sahip kişilerin büyük çoğunluğunun polis sorumluluk bölgelerinde ikamet etmesi nedeniyle asıl denetleme işi polise düştü doğal olarak.

Göç İdaresi Başkanlığı'nın talimatı sonrasında, valilikler çatısı altında faaliyet gösteren il göç idaresi müdürlükleri üzerinden başlatılan adres denetim çalışmaları çerçevesinde Ankara İl Göç İdaresi Müdürlüğü, başkentte yaşayan hak sahiplerinin adres doğrulaması amacıyla hazırladığı listeleri kaymakamlıklar aracılığıyla yerel polis birimlerine gönderdi.

Listeleri alan polis birimleri, tek tek söz konusu adresleri ve adreslerde kaldıklarını bildiren isimlerin doğrulama işlemlerini başlattı bir süre önce.

Listedeki adres neresi çıktı?

İşte asıl olay bundan sonra yaşandı Ankara'da.

Aldığım bilgiye göre, geçen Mayıs'ta Ankara'nın en önemli ilçesi Çankaya'da yürütülen adres doğrulama işlemleri sırasında film koptu.

Çankaya bölgesinde görevlendirilen bir bekçi, elindeki listeye göre denetleme yaparken Atakule civarında bir adrese geldi.

Polislerin çevre güvenliğini sağladığı özel mülke gelen bekçi, korumalara elindeki listede adı geçen iki kişinin söz konusu adreste yaşayıp yaşamadığını sordu.

Koruma polisleri, elinde listeyle gelen bekçinin durumundan şüphelenip önce alıkoydular, sonra da adresin sorumlusu olan polis merkezine bilgi verdiler.

Tabii bu yaşananlar üzerine ortalık bir anda karıştı. Olayın boyutu bir anda değişiverdi.

Zira, bekçinin elindeki listede bulunan ve geçici ikamet kaydına sahip iki yabancının yaşadığı belirtilen adres İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın konutuydu!

Fıkra misali başlayan olaylar bir anda krize dönüştü.

Nasıl dönüşmesin ki? 

Yasa dışı göçle mücadele eden bakanlığın en tepesindeki isim olan İçişleri Bakanı'nın konutunda iki yabancının ikamet izni çıkarılmıştı.

Meğer, askeri okul öğrencisiymişler!

Krizin baş göstermesiyle beraber olaydan haberdar olan Yerlikaya'nın talimatıyla müfettiş görevlendirmesi yapılarak süreçle ilgili inceleme başlatıldı.

Mülkiye Teftiş Kurulu'nca yürütülen incelemede, Ankara Valiliği bünyesinde faaliyet gösteren İl Göç İdaresi Müdürlüğü'nün kayıtları deyim yerindeyse hallaç pamuğu gibi atıldı.

Yapılan incelemeler sırasında Ankara İl Göç İdaresi Müdürlüğü'nce İçişleri Bakanı'nın konutuna ikamet izni verilen iki yabancının Kırgız kökenli askeri okul öğrencisi olduğu ortaya çıktı.

İki Kırgız askeri okul öğrencisinin, askeri okulda eğitim görmelerine rağmen hafta sonu "evci" çıkabilmek amacıyla uzun süreli ikamet başvurusu yaptıkları anlaşıldı.

Devamında müfettişlerin tespitleri ışığında Ankara İl Göç İdaresi Müdürlüğü bünyesinde görevden almaların yaşandığı belirtiliyor. Kurumda görevli 10'dan fazla personelin hakkında idari işlem yapıldığı bilgisi var.

Yaşananların bir bölümü böyle.

Bundan sonrasında kimi eksik bilgilere ulaşamadığımı itiraf edeyim. Çünkü bu konuda ne İçişleri Bakanlığı ne de Ankara Valiliği'ndeki kaynakların ağzını bıçak açıyor.

Skandalın gizlenmesi için ellerinden geleni yapıyorlar.

Bu satırların yazarı olayın ancak bu kadarını çözebildi!

Geride bazı sorular kaldı haliyle.

İkamet talepleri hangi bakan döneminde bakan konutuna yerleştirildi? İşlemleri nasıl yürütüldü? Başvuru sahiplerinin referansı var mı? Varsa kim / kimler? Askeri okul öğrencisi olmaları sebebiyle hem Milli Savunma Bakanlığı'nın hem de Kırgızistan'ın Ankara misyonunun bilgisi var mı?

Bu sorular sadece bu olayla ilgili sorular.

Bir de asıl soru şu: "Özellikle seçim döneminde muhalefetin sıkça dile getirdiği üzere, kimler nerelere yerleştirildi?"

Göç İdaresi Başkanlığı'nın yürüttüğü saha çalışmasıyla belki bu sorunun da yanıtı bulunur.

Soylu kulisleri

Önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, dün sabah saatlerinde TBMM Başkanlığı'na gönderdiği dilekçe ile milletvekilliği dokunulmazlığının kaldırılmasını talep etti.

Bu durum, başlı başına bir yazı konusu olur. Fakat, Soylu'nun hamlesinin tam da Büyüteç'in kaleme alındığı sırada yaşanması bir parça değerlendirme yapılmasını zorunlu kıldı.

Soylu'nun bu siyasi hamlesini "sondan bir önceki kartın açılması" biçiminde yorumlamak yanlış olmaz.

Özellikle 17 Temmuz'da Cumhurbaşkanı Erdoğan'la yaptığı görüşmesi dikkat çeken Soylu'nun bu hamlesi, eski bakanın yakın çevresine göre beklenen bir sonuç oldu.

Siyaset analizcileri ve gazeteciler Soylu'nun yaklaşımını elbette değerlendirecektir. Ancak İçişleri Bakanlığı koltuğuna oturmasıyla birlikte Soylu ve ekibini yakından takip eden bir gazeteci olarak kulislere yansıyan ilginç bilgilerden bir kısmını aktarayım.

Soylu'nun 17 Temmuz'da Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı görüşmenin kendisi açısından kırılma noktası olduğu söyleniyor.

Bir süredir Soylu'nun Erdoğan'dan yeni görev beklediği, böylece iade-i itibarda bulunulmuş olacağını düşündüğü kulislerde konuşuluyor. Soylu'nun aklından Ticaret Bakanlığı veya Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı'nın geçtiği de iddia ediliyor.

Soylu'nun, Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı'na Murat Kurum'un atanmasından sonra Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı gibi üst bir görev beklediği de iddialar arasında.

Görüşmede, bu açıklıkta olmasa da beklentilerin gündeme geldiği yine Ankara kulislerinde konuşuluyor. Soylu'nun, "sözünüzü dinledim, sessiz kaldım, görev verilmesini bekliyorum" düşüncesini aktardığı iddiası gibi…

Beklentiler dışında Soylu'nun Erdoğan'la görüşmesinde, mevcut İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya kaynaklı bazı rahatsızlıklarını ilettiği, Ayhan Bora Kaplan dosyası üzerinden kendisinin hedef alındığını ifade ettiği ve "Neredeyse Sinan Ateş cinayetini üzerime yıkacaklar" mesajını verdiği kaydediliyor.

Diğer yandan, Soylu'nun bu hamlesi ister istemez AKP'yi siyaseten etkileyecek.

Soylu'nun AKP içinde çok fazla isim tarafından benimsenmediği biliniyor. Buna karşılık, AKP'nin dokunulmazlığın kaldırılmasına "evet" demesi halinde, "AKP'li başka siyasetçi veya bakanlara yönelik yargı yolunun açılması" ihtimalleri konuşulacak.

Aksine "hayır" denilmesi ise, bu kez Soylu tarafından "partim arkamda, görev bekliyorum" şeklinde yaklaşıma sebep olabilecek.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sessizliğini ne zaman bozacağı bilinmiyor henüz.

Önemli bir başka kulis de, beklentilerinin karşılık bulmaması durumunda Soylu'nun yeni bir siyasi hamle yapabileceği yönünde.

Bir dönem genel başkanlığını yaptığı Demokrat Parti içindeki hareketleri de iyi takip etmek lazım.

Komisyonu hiç toplamadı

Bu arada bir bilgi daha vereyim.

Bilindiği gibi Soylu, bakanlıktan alınıp milletvekili seçildikten sonra bizzat Erdoğan tarafından TBMM İçişleri Komisyonu Başkanı olarak görevlendirildi.

Soylu'nun başkanlığını yürüttüğü komisyon, geçen hafta sonu tatile giren TBMM'de, geride kalan yasama yılında sadece bir kez toplandı. O da komisyon başkanlığı seçimi.

Seçim toplantısının dışında bir kez bile yürütme amacıyla bir araya gelmeyen İçişleri Komisyonu, işlevini yerine getiremedi. Komisyonun internet sitesine bakıldığında herhangi bir faaliyet yürütülmediğini görmek mümkün.

Soylu, yine geçen hafta TBMM'de yasalaşan Hayvanları Koruma Kanunu'nun Genel Kurul'daki görüşmelerine katılmadı ve oy kullanmadı.

                                                                /././

Seçim varsa doğalgaz keşfi var, seçim yoksa zam var -Yalçın Doğan-

Madem bu kadar doğal gaz bulunuyor, Avrupa'ya satacak kadar, bu durumda neden zam üstüne zam yapılıyor?

Mucizevi bir rastlantı var, AKP sayesinde iki değişken arasında bizi nurlu ufuklara taşıyan olağanüstü bir ilişki söz konusu.

Matematik diliyle, iki değişken arasında bir korelasyon var.

Nedir o iki değişken?..

Biri ülkede doğal gaz ve petrol keşfi,

Diğeri seçimler.

Seçimler ne zaman yaklaşırsa, son on beş, yirmi yıldır o mucize gerçekleşiyor ve AKP seçimden önce mutlaka yeni petrol ve doğal gaz keşfedildiğini açıklıyor.

Bazen yandaş medyada, bazen Tayyip Erdoğan'ın açıklamalarında, keşif törenlerinde aziz halkımıza "müjdelerden bir demet" veriliyor. 

Örnekleri var

TELE 1 sitesinde o mucizevi rastlantının örnekleri yayınlanıyor.

- 21 Ocak 2010 Şırnak'ta petrol bulunuyor, 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği için sandığa giderken.

- 7 Şubat 2014 Diyarbakır'da Türkiye'nin kırk yıl ihtiyacını karşılayacak kaya gazı ihtiyacı bulunuyor, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden hemen önce.

- 9 Ocak 2015 Trakya'da doğal gaz bulunuyor, 7 Haziran 2015 seçimlerine giderken.

- 14 Ekim 2015'te yine Trakya'da, yine doğal gaz bulunuyor, 1 Kasım 2015 seçimlerine doğru.

- 16 Mayıs 2018'de Batman, Mardin, Şırnak'tan petrol fışkırıyor, 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden hemen önce.

- 8 Şubat 2019, nazar değmesin, yine Trakya'da yine doğal gaz bulunuyor, 31 Mart 2019 seçimlerine hazırlık olsun diye.

Ne zaman seçim var, o zaman ülkenin her yerinden doğal gaz ve petrol fışkırıyor, mucizevi korelasyon gerçekleşiyor.

Erdoğan hedef büyütüyor

Bu kadar petrol ve doğal gaz bulunca, bilmem kaç TV kanalında canlı yayınlar ve yandaş medyada manşetlerden geçilmiyor. Erdoğan:

"Hedefimiz 2023 yılında Karadeniz gazını milletimizin kullanımına sunmaktır. Böylece bunca yıl ilmik ilmik dokuyarak, yürüttüğümüz çalışmaların en büyük meyvesini alıyoruz."

Erdoğan bulunan doğal gaz rezervinde açılışa 320 milyar metreküple başlıyor, derken yeni bulunan rezervle 405 milyar metreküpe çıkıyor ve nihayet 750 milyar metreküpe ulaşıyor.

Karadeniz'de doğal gaz keşiflerinden sonra, uzayıp giden tren yolları gibi, bitmeyen o canlı yayınlar yandaş medya manşetleriyle tamamlanıyor:

"- Avrupa Gazı Bizden Alacak,

- İthal Petrole Son."

Gelmeyen mutlu son

Hani, hoş bir komedi filmi var ya...

"Patron mutlu son istedi."

O mutlu son yıllardır bir türlü gelmiyor.

Onun yerine, dün olduğu gibi, doğal gaza yüzde 38 -sonradan yapılan açıklamaya göre, konutlara yansıyacak oranı yüzde 24.4 imiş- çok yüksek bir zam geliyor.

Geçen ay yüzde 38 elektrik, şimdi yüzde 24.4 zam oranıyla bu yılın sonu için belirlenen yüzde 38 oranındaki resmi enflasyonun gerçekleşmesi çok uzak ihtimal. Yılın sonunda bizi yine azgın bir enflasyon bekliyor.

Kaldı ki, madem bu kadar doğal gaz bulunuyor, Avrupa'ya satacak kadar, bu durumda neden zam üstüne zam yapılıyor?

İkinci bir korelasyon

Tarihleriyle ortada.

Seçim varsa, doğal gaz keşfi var.

Bu, yukarıda aktardığım birinci mucizevi korelasyon.

İkinci bir korelasyon daha var, en az birincisi kadar mucizevi, muhteşem bir rastlantı daha.

Seçim yoksa, doğal gaz ve elektriğe zam var.

Otomatiğe bağlamışlar!..

Normal takvime göre, dört yıl seçim yok, üç yıl daha zam yağmuruna hazırlıklı olun!..

Erken seçime gidilirse, takvimin değişeceği kesin!..

                                                  T24 - GÜNDEM

Erdoğan YAŞ kararlarını imzaladı; Binali Yıldırım'ı karşılamasıyla gündem olan Metin Tokel orgeneralliğe terfi ettirildi 
Dün yapılan Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) toplantısının atama kararları Resmi Gazete'de yayımlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan imzalı kararnameyle, Binali Yıldırım'ı Başbakanlığı döneminde "Zatıalinizin buraya gelişiyle başta tümen komutanı ben olmak üzere onur duyduk" sözleriyle karşılayan Metin Tokel  orgeneralliğe getirildi. Balyoz'da yargılanan Levent Ergün ise Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nda Korgenerallikten Orgeneralliğe terfi ettirildi. FETÖ kumpas davalarında 5 yıl hapis yatan ve Kardak'a çıkan SAT Komando Komutanı Tuğamiral Ercan Kireçtepe, kadrosuzluk nedeniyle emekliliğe sevk edildi. (https://t24.com.tr/haber/yas-kararlari-binali-yildirim-i-karsilamasiyla-gundem-olan-metin-tokel-orgenerallige-terfi-ettirildi,1177289)

                                                             ***

Vergi paketi yürürlüğe girdi, en düşük emekli aylığının 12 bin 500 liraya çıkarıldı: İşte yeni kanundaki düzenlemeler

En düşük emekli aylığının 12 bin 500 liraya çıkarılmasını da içeren Vergi Kanunları ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, Resmi Gazete'nin bu geceki sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi. Vergi paketi, 28 Temmuz'da TBMM Genel Kurulu'nda kabul edilerek Meclis'ten geçmişti.  (https://t24.com.tr/haber/vergi-paketi-yururluge-girdi-en-dusuk-emekli-ayliginin-12-bin-500-liraya-cikarildi) 

                                                               ***

Ankara’da, büyük casus takası operasyonu: ABD ve Rusya’nın da aralarında olduğu 7 ülkeden 26 kişinin takası yapıldı

Ankara’da, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın koordinasyonuyla, tarihin en büyük casus takas operasyonlarından biri yapıldı. ABD, Almanya, Polonya, Slovenya, Norveç, Rusya ve Belarus’ta cezaevlerinde bulunan toplam 26 kişi takas edildi. Takas edilen isimler arasında, Rusya’da cezaevinde bulunan The Wall Street Journal muhabiri Evan Gershkovich ile ABD Deniz Piyadesi Paul Whelan’ın da olduğu öğrenildi. Alınan bilgiye göre, takas operasyonu kapsamında; ABD’den 2, Almanya, Polonya, Slovenya, Norveç ve Rusya’dan birer uçak olmak üzere toplam 7 uçak ile Türkiye’ye nakledilen şahıslardan; 2’si çocuk 10 rehine Rusya’ya, 13 rehine Almanya’ya, 3 rehine de ABD’ye nakledildi.(https://t24.com.tr/haber/2-dunya-savasi-sonrasi-en-buyuk-takas-abd-ile-rusya-ankara-da-casus-takasi-gerceklestiriyor,1177238)

                                                              ***

ABD Başkanı Biden'dan Erdoğan'a casus takasının sorunsuz gerçekleşmesi nedeniyle teşekkür telefonu

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, ABD Başkanı Joe Biden ile gerçekleştirdiği görüşmede, Türkiye ile ABD ikili ilişkileri, Gazze meselesi, Türkiye'de gerçekleştirilen rehine takası ele alındı. Biden takasın sorunsuz gerçekleşmesi nedeniyle teşekkür ederken; Erdoğan, İsrail lideri Netanyahu'nun ABD Parlamentosu'nda ağırlanmasının derin hayal kırıklığı oluşturduğunu aktardı.(https://t24.com.tr/haber/abd-baskani-biden-dan-casus-takasinin-sorunsuz-gerceklesmesi-nedeniyle-erdogan-a-tesekkur,1177273)
  
(T24)