7 Ağustos 2024 Çarşamba

İngiltere, Irkçılık, Musk + Aşırı tuhaf zamanlar - soL

 İngiltere, Irkçılık, Musk -Cansu Oba-

Bu düzen devam ettiği sürece halkların daha birçok kez karşılaşacağı dezenformasyon ve buna eşlik eden manipülasyonun önünde durulabilmesi bu geleneğin yeniden ayağa kaldırılmasından geçecek.

İngiltere göçmenleri hedef alan ırkçı saldırılarla gündemimize düştü. İktidara geleli henüz birkaç hafta olmuş İşçi Partisi’nin, iktidarda kalma sınavı olarak da görülen bu erken dönemde yaşananlara verdiği ilk reflekslerden süreci yönetmekte zorlandığı anlaşılıyor. 

Katledilen üç çocuğun failinin göçmen olduğu bilgisiyle harekete geçen faşist bir güruhu “katil müslüman değildi” diyerek kontrol altında tutmaya çalışmalarını başka neyle açıklanabilir ki? Bu kitleyi katilin Ruanda asıllı ama Galler doğumlu olduğu üzerinden ikna edeceklerini veya sakinleştireceklerini mi düşünüyorlardı gerçekten?

Tarihsel ve güncel misyonu ile ismi arasında paralellik bulunmayan İşçi Partisi’nin yaklaşımında  acz olup olmadığını bir kenara bırakalım. Mesele bizim açımızdan insanlık suçuna konu oluşturan bir eylemin, katilin göçmen olmadığı savunusuyla göğüslenmeye çalışılması.

Irkçı bir topluluğun hareket dinamiklerinin yalnızca rasyonel temellere dayanmadığı en az bizimki kadar burjuvazinin de kolektif belleğinde yer alıyor. Konunun kitle psikolojisiyle ilgili boyutu üzerinde durmak bir tercih olabilir. Ama fotoğrafın bütününü anlamakta yetersiz kalır. Nitekim benzer bir olay henüz birkaç hafta önce ülkemizde yaşandığında, ağırlıkla Birikim yazarlarının kitle davranışı ve linç kültürü üzerine sosyolojik analizlerinin dolaşıma girmesi meseleyi anlamayı ve sağlıklı bir yanıt geliştirmeyi kolaylaştırmadı. Sermaye sınıfının ihtiyaçlarının göçmen sorununu getirdiği boyut, faşist hareketlerin yönlendirilme dinamikleri, dış politika başta olmak üzere sorunun çok boyutlu siyasi neden ve sonuçları anlamaya ve açıklamaya yetmedi.

Aslında mesele eşitsizliklerin nasıl meşrulaştırıldığı ile ilişkili. İngiltere’deki saldırılar ırkçı ideolojinin mantıki sonucuna bir örnek. Bir kez etnik farklılıkların toplumsal eşitsizlikler için meşru bir kriter olduğu kabullenilince, bunun üzerinde yükselen saldırganlığı kazanılmış haklar, vatandaşlık bağı, ortak tarih gibi gerekçelerle baskılamaya çalışmanın bir sınırı var.

Kaldı ki öyle olmasa ne fark eder? Çağdaş Gökbel dün soL’daki köşesinde “yakalanan şahıs müslüman olsaydı ne olurdu” diye sorarak “medeniyetin beşiğinde” yaşanan çürüme ve çöküntüyü işaret etmekte çok haklı.

Bu açıdan bizdeki kadrolu faşistlerin yaptığı millet tanımlarının bir yerden sonra gerçek hayatta  bir karşılığının olmadığı bilinmeli. Türkçe konuşan siyah yurttaşlar ırkçı siyasetçiler tarafından bir sempati unsuru olarak sosyal medya malzemesi edilebilir ancak iş ciddiye bindiğinde ırkçı bir ayaklanmayı frenleyebilecek olan bu halkla ilişkiler unsurları olmayacak.

Türkiye’de de İngiltere’de de kendiliğinden olamayacak kadar örgütlü faşist unsurlarla ilişkili olduğu anlaşılan ve bir noktadan sonra kontrolden çıkma eğilimi gösteren bu eylemliliklerde kitlenin önüne geçip önce hedef aldıkları kişilerin kimlik kartlarını sormaları ya da dil bilgilerini teste tabi tutmaları mı istenecek? Peki ya testten geçemezlerse? O zaman öfkelerini doğru yere yönlendirdikleri mi varsayılacak?

Irkçılıkla pazarlık olmaz.

İngiltere’deki hükümetin buradan ne ders çıkaracağını göreceğiz. Ancak bu akıl dışı tablonun yalnızca yönetilmesindeki zorluklara odaklanarak iktidar açısından göçmen sorununu yönetmeye olabilecek katkısını yadsımayalım.

Muhafazakar parti döneminde sorunun yönetiminde başvurulan çözüm, göçmenleri Ruanda’ya göndermek olmuştu. Emperyalist ülkelerin “kriz ihracı”na yaratıcı bir örnek olan uygulamanın gündemden düşürülmesi ise yeni hükümetin ilk hamlelerinden biriydi. Bunun başlıca nedeni, bu yüksek maliyetli göçmen transferi için ayrılan kaynakları, içeride sosyal devletin tamamen çöküşünün yarattığı toplumsal çatlaklara pansuman için kullanma düşüncesi.

Bu bir anlamıyla İngiltere açısından göçmen sorununun yerinde yönetimi demek. Sermaye iktidarı açısından en sorunsuz şekilde yürütülmek istenen bu sürecin iki ayağı var. İlki elbette göçmenlerin ülkeye varışını önlemek. Brexit’ten sonra AB ile ilk kez bu kadar yakınlaşan ilişkilerin bir konusu da bu. Adına Geri Kabul Anlaşması denen aşağılamayı AB nasıl doğusundaki ülkelere dayatıyorsa İngiltere de daha usturuplu bir biçimde diğer AB ülkeleriyle benzer bir mutabakata varmak istiyor.  Amaç İngiltere’ye düzensiz giriş yapan göçmenlerin geldikleri son durak ülkelerine geri gönderilmesi. 

Ama bir de artık bu aşamayı çoktan geçmiş olan bir göçmen nüfus var. İngiltere’de çalışma yaşında bulunan nüfusun yaklaşık yüzde 72’sini beyaz Britanyalılar oluşturuyor. Kalan yüzde 28’in ise İngiliz vatandaşı olup olmadıklarının, son örnekte olduğu gibi, ırkçı saldırıların faili faşist gruplar açısından bir önemi yok. Yani bir yerde tamamı hedefte. Dolayısıyla bu ırkçı hezeyan yönetilebildiği oranda, daha yaygın bir şiddetin provası görünümünde, artık işçi sınıfının kalıcı bir parçası haline gelmiş geniş bir kesimi, hayat koşullarının işçiler için topyekün zorlaştığı ve hoşnutsuzlukların arttığı bir ortamda baskı altında tutmanın iyi bir yoluna benziyor.

Yaşananları bu açıdan emperyalist aktörlerin ikiyüzlülük ve riyakarlıklarına yeni bir örnek olarak bir kenara yazabiliriz. Bir bölümü hayatlarını tehlikeye atarak sınırlarına ulaşmış olan insanları tepesinde yer aldığın bu adaletsiz dünya sisteminde payına yoksulluk düşen bir ülkeye atmaya çalışacaksın; sonra bu planı, tek kriterin yol açtığı ek maliyet olduğu bir değerlendirmeye tabi tutarak gözden geçireceksin; ortaya çıkmasında rolün olan göçmen sorununun sonuçlarından kendini korumak için emperyalistler tarafından çıkarlarınca delik deşik edilen sınırları yine onlar lehine korumak için devreye sokulan şirketlere başvuracaksın. Sonra da göçmenleri hedef alan bir saldırının tek suçlusu olarak birer kukla gibi hareket eden faşist örgütlenmeleri ve sosyal medya platformlarını işaret edeceksin. Oysa faşist örgütlenmelerin cesaret aldığı yer bu tablonun ta kendisi. Bunun adı da suç ortaklığı.

Bu suça batmış düzende artık kaotik hale gelmiş süreçleri mümkün olduğunca bir yerinden tutup kendi lehlerine yönetmeye çalışan aktörler var. Durum tüm dünyada bu. Kimse başını sonunu bildiği bir yolda önceden planlanmış hamlelerle ilerlemiyor. Dünya düzeni buna izin vermeyecek kadar kırılganlaştı. Dünya düzenini tepesindeki aktörler bunu beceremeyecek kadar iç bütünlükten yoksun. Dolayısıyla İngiltere’deki sermaye iktidarının bu süreci sonuçları itibariyle lehine çevirip çevirmeyeceğini süreç belirleyecek.

Bu noktada X için bir parantez. Birkaç gündür, sadece İngiltere hükümetiyle sınırlı olmayıp batı medyasında geniş bir yelpazeye yayılan bir biçimde, sosyal medyanın yanlış bilgilerin yayılmasında ve ırkçı örgütlenmelerdeki rolü üzerine keşif üzerine keşif yapılıyor. Ve böylece yine emperyalizmin iki yüzlülüğün en yüksek tonlarından birine tanıklık ediyoruz. Okların, son dönemde Trump’a arka çıkmasıyla anılan Elon Musk’a çevrilmesi ABD seçimleri öncesinde örtülü ve açık taraflaşmaların bir uzantısı. Samimiyetsizlik ise tekeller tarafından yönlendirilen, daha doğrusu kendisi birer tekel haline gelmiş sosyal medya platformlarının şimdiye dek renkli devrim girişimlerinden başta Küba olmak üzere karşı devrimci ayaklanmalara kadar birçok gerici örgütlenmeye adres olduğunda görmezden gelinirken şimdi hedefe oturtulmuş olmasında.

Elon Musk bu tablonun nedeni değil, bu düzenin yarattığı kural tanımaz ve küstah patronlardan bir tanesi. Siyasal alanda yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada kurumların yerini kişilere bıraktığı bir yönelimin ağır bastığının altını çiziyoruz bir süredir. Bu aktörler siyasetçiler olduğu kadar doğrudan sermaye sahiplerinin kendisi de oluyor. Musk, bu isimler arasında, elinde kamuoyu algısına yön verme konusunda çok ciddi bir araç bulundurduğu ve siyasete yön verme konusunda açık ve kaba bir biçimde inisiyatif aldığı için sınıftaşları arasında öne çıkıyor. 

İngiltere topraklarında anti-faşist damar kıta Avrupası ile kıyaslandığında daha dar bir toplumsal tabana yaslanıyor belki ama tarihsel olarak ihmal edilmemesi gereken bir etkiye sahip. Üstelik köklü işçi sınıfı mücadele geleneği ile büyük ölçüde harmanlanmış durumda. Bu çok aktörlü ve kaotik tablodan çıkışın yolunu tartışırken işçi sınıfının bu mücadele geleneğini ve kültürel birikimini hatırlamak ve hatırlatmak gerek. Bu düzen devam ettiği sürece halkların daha birçok kez karşılaşacağı dezenformasyon ve buna eşlik eden manipülasyonun önünde durulabilmesi bu geleneğin yeniden ayağa kaldırılmasından geçecek.

                                                               /././

Aşırı tuhaf zamanlar -Fatih Yaşlı-

Politik-ideolojik mücadeleden kültürel mücadeleye, iletişim araçlarından örgütlenme formlarına uzanan bir genişlikte bu “aşırı tuhaf zamanlar”ın ruhuna müdahale edebilen bir devrimci akıl yaratılmalı.

Büyük Marksist tarihçi Eric Hobsbawm 20. yüzyılın tarihini anlattığı kitabına “Aşırılıklar Çağı” adını vermiş, 20. yüzyılın tarihiyle iç içe geçmiş yaşam öyküsünü anlattığı otobiyografisi için ise “Tuhaf Zamanlar” ismini seçmişti. Sahiden de 20. yüzyıl, devrimleriyle, savaşlarıyla, katliamlarıyla, bilim ve teknolojideki gelişmeleriyle, icatlarıyla, keşifleriyle ve tüm bunların insanlığın yaşamı üzerindeki etkileriyle daha önce görülmemiş bir “aşırılıklar çağı”ydı, yaşananlar daha önce görülmemiş ölçüde “tuhaf zamanlar”dı. 

1917’de, yani Ekim Devrimi’nin olduğu sene dünyaya gelen ve öldüğü 2012 yılına kadar komünizme olan bağlılığını ve inancını hiç yitirmeyen Hobsbawm, Sovyetler Birliği ve reel sosyalizm sonrası zamanların bir bölümüne tanıklık etti; ancak onun gördükleri henüz başlangıçtı ve bugün yaşadığımız “aşırı tuhaf zamanlar”ın adeta bir ön gösterimiydi. Sahiden de Hobsbawm otobiyografisinin 21. Yüzyıl’a uzanan ikinci cildini yazacak kadar yaşayabilmiş olsa ve bugünleri görse belki de adını “Aşırı Tuhaf Zamanlar” koyacaktı; çünkü onun çağdaşı ve onun kadar büyük bir isim olan Immanuel Wallerstein’a atıfla söyleyecek olursak bu yüzyıl bize “bildiğimiz dünyanın sonu”nu işaret ediyordu. 

Hayır, “bildiğimiz dünyanın sonu” derken ne Sovyetler-sonrası dönemde tedavüle sokulan “tarihin sonu” tarzı uydurma tezlere ne de emek-sermaye çelişkisinin bittiği, işçi sınıfının ortadan kalktığı, proletaryaya elveda dememiz gerektiği, ulus-devletlerin sonunun geldiği, post-modern zamanlarda yaşadığımız yönündeki çarpıcı ama hurafe olmaktan öteye gitmeyen büyük teorik iddialara benzer bir şey söylüyorum; kastettiğim şey başka. 

21. yüzyıl: Değişmeyenler, değişenler

21. yüzyılda da kapitalizm hâkim üretim tarzı olmaya devam ediyor, hatta artık küresel üretim tarzı karakterini kazanmış durumda. İşçi sınıfı herhangi bir şekilde ortadan kalkmadı; mavi yakalısıyla, beyaz yakalısıyla artı-değer üretmeye devam ediyor ve bu da burjuvazinin el koyduğu zenginliğin temelini oluşturuyor. Dolayısıyla emek-sermaye çelişkisi de ortadan kalkmış değil; aksine gelir dağılımı dünya ölçeğinde bozuluyor ve bu da sınıfsal çelişkileri derinleştiriyor. Öte yandan ulus-üstü sermaye fraksiyonlarının ve hatta ulus-üstü bir burjuvazinin yükselişine rağmen dünya hala ulus-devlet adlı birimlerden oluşuyor, ulus ise hala en temel siyasi kategorilerden birini teşkil ediyor; yani ulus-devletlerin ve ulusların tarihe karışacağı yönündeki tez de geçerliliğini yitirmiş durumda.

Peki eğer böyleyse, yani hala modernitenin içerisindeysek, hala kapitalizm hâkim üretim tarzı, ulus-devlet de hâkim siyasi birimse nasıl oluyor da “bildiğimiz dünyanın sonu”na geldiğimizi ve “aşırı tuhaf zamanlar”da yaşadığımızı söyleyebiliyoruz? 

Aslında bu soruya giriş mahiyetinde bir yazıyı Kemal Okuyan 5 Ağustos günü köşesinde yazdı.1 Okuyan “İran, Filistin ve Ne Yapmalı?” adlı yazısında Filistin meselesi üzerinden bir kez daha gerilen İran-İsrail ilişkilerinde alınacak tutuma dair bir tartışma yapıyor ve meseleyi Lübnan’a ve Hizbullah’a doğru da genişleterek son derece önemli birtakım sorular soruyordu: 

"Bugün bizim soracağımız soru şudur: İsrail ve ABD’nin İran’a dönük saldırganlığını “devrimci keskinlik” içeren bir “eşit mesafe” ile değerlendirip “kahrolsun mollalar diktatörlüğü, kahrolsun siyonizm, kahrolsun ABD emperyalizmi” basitliği ile mi karşılayacağız?

Aynı soru İsrail ile Lübnan arasındaki gerilim için de geçerli. Yarın İsrail Lübnan’ı işgal etmeye kalktığında, “Lübnan’da da berbat bir toplumsal düzen var” diyerek “tarafsız” bir tutum mu alacağız?"

Aslında bu sorular basitçe savaşça dönüşme ihtimali yüksek bölgesel bir krizin ve bölgesel dinamiklerin anlaşılmasının ötesinde içinde bulunduğumuz küresel duruma ve onun 20. yüzyıldan farkına dair sorulardı; yani Okuyan da “bildiğimiz dünyanın sonu”nun geldiğine ve “aşırı tuhaf zamanlar”da yaşadığımıza benzer bir küresel durum okumasından yola çıkarak “ne yapmalı” sorusunun yanıtının peşine düşmüştü.

Kapitalizmin temel dinamiklerinin bu yüzyılda da devam ettiğini biliyorsak, burada “yeni” olan nedir peki o halde, içinde yaşadığımız dünyayı yeni kılan görüngüler nelerdir? 

Yeni olan her şeyden önce kapitalizmin karşısında sosyalist bir karşı kutbun bulunmayışıdır, bu ise aynı zamanda dünya ölçeğinde sosyalist/devrimci hareketlerin zayıflığına ve hatta yokluğuna tekabül etmektedir. Devrimci güçler -zaman zaman istisnai girişimlere rastlansa da- Sovyetler’in dağılması sonucu ortaya çıkan yenilgiden ve dağınıklıktan henüz çıkabilmiş durumda değildir. Solun krizi küresel bir olgu olarak karşımızda durmaktadır yani.  

Dünya bu anlamda halen “tek kutuplu”dur; çünkü kapitalizme karşı bir alternatif sunan, onun karşısına sosyalizmi koyan ve bunun için dünya ölçeğinde politik ve ideolojik mücadele veren bir devlet –Çin de dâhil olmak üzere- olmadığı gibi yükselen bir devrimci dalgadan da söz edilemez. Ancak ABD’nin ve Batı’nın dünyanın tek hâkimi olma iddiasının çoktan sonuna gelinmesi, Rusya’nın 90’larda yaşadığı krizi atlaması ve Ukrayna’ya müdahil olması, Çin’in ekonomik ve askeri yükselişi, “küresel güney” tabir edilen ülkelerin dünya ekonomisindeki payının artışı, yani ABD ve Batı’ya yönelik meydan okumalar anlamında “çok kutuplu” bir dünyadan söz etmemiz mümkündür. 

Tam da bu nedenle bugünlerde 3. Dünya Savaşı’ndan daha fazla söz edilmesi bir tesadüf değildir. Kapitalizm 2008’de başlayan son krizini halen atlatamamıştır ve dünya tıpkı iki büyük savaş öncesinde olduğu gibi dünya pazarlarının bölüşümüne dair giderek şiddetlenen bir kavgaya tanıklık etmektedir. ABD/Batı ile Çin ve onun başını çekeceği bloğun eninde sonunda karşı karşıya gelme ihtimali hayli yüksektir ama bu paylaşım kavgasının sıcak savaş olarak tezahür ettiği en önemli coğrafya şu an için Ukrayna’dır.  ABD’de demokratların ve Avrupa liberalizminin esas askeri-politik yatırımı şu an Rusya’nın Ukrayna savaşını kaybetmesi üzerinedir ki bunun imkânsız olduğu her geçen gün giderek daha fazla anlaşılmaktadır. Buna rağmen ABD’nin ve Batı’nın barış istediğine dair elimizde herhangi bir işaret yoktur; tersine savaş daha da derinleşecektir. 

Filistin ise kapitalizmin makyajını bir kez daha dökmüş, karanlık yüzünü bir kez daha göstermiştir. Tüm o insan hakları, demokrasi, barış, özgürlük söylemleri Gazze’ye atılan tonlarca bombanın ve ceset yığınlarının altında kalmıştır. Ancak bunların da ötesinde artık Filistin meselesinin bölgesel bir savaşı tetiklemesi an meselesidir ki savaşan güçler bölgesel olsa da yeni çok kutuplu dünyayı oluşturan küresel güçler kaçınılmaz olarak geri planda savaşa müdahale edecektir.

Yeni fay hatları, kırılma başlıkları 

Solun ve ideolojik-politik anlamda çok kutupluluğun olmadığı ama egemenlik mücadelesinin devam ettiği bu yeni dünyada siyasal ayrışma da ne yazık ki sol ve sağ üzerinden gerçekleşmemekte, hem sermaye fraksiyonlarının hem de sağın kendi içerisindeki mücadeleler sürece damgasını vurmaktadır.

En kaba tasnifle sanayi sermayesiyle finans sermayesi -bunlar çeşitli ölçülerde iç içe geçmiş olsalar bile- üretilen artı-değerin kendi içlerinde nasıl bölüşüleceğinin kavgasını vermektedirler ve bu da “finans kapitale “küreselci”, sanayi sermayesine ise “ulusalcı” bir karakter kazandırmaktadır. Yani finans kapital sermayenin serbestçe dolaşımını ve gümrük duvarlarının olmadığı bir serbest ticareti ilkesel düzeyde savunurken, sanayi sermayesi elbette ki özellikle Çin’e karşı artık daha çok korumacı politika ve devlet müdahalesi talep etmektedir. 

Buradan elbette ki siyasal-ideolojik bir yarılma da ortaya çıkmakta, “küreselci” kanat ya da kimilerinin deyimiyle “ilerici neoliberalizm”, etnik, kültürel ve cinsel kimlikler için verilen mücadelelere verdiği destekle kendisini özgürlükçü olarak sunmaktadır. Diğer tarafta ise dünyanın hemen her tarafında LGBT ve göçmen düşmanlığıyla beslenen, dine, ahlaka, geleneğe ve otoriteye sığınarak muhafazakârlıktan güç alan, komplo teorileriyle, yalanlarla ve sosyal medyayla popülerleşen, ırkçı-milliyetçi yeni bir radikal sağ dalga yükselmektedir. 

“Küreselci” kanat yaklaşan ekolojik krizin farkındalığıyla kapitalizmi “yeşil” bir veçheye büründürmeye çalışmakta, radikal sağ ise iklim krizini inkar etmekte ve bunun küreselciler tarafından uydurulan bir yalan olduğunu komplo teorileri üzerine kurduğu dünya okumasına dahil etmektedir. 

Radikal sağa göre LGBT küreselcilerin bir projesidir ve amaç hem cinsiyetsizleştirme yoluyla aileyi ve onun üzerine kurulu geleneksel değerleri bitirmek hem de işe yaramaz addedilen dünya nüfusunu azaltmaktır. Hal böyle olunca küreselci güçlerin hedefindeki ülkeler de kimilerinin “woke kültür” dediği neoliberal kültür politikalarının karşısına başka bir gericilikle çıkıp LGBT düşmanlığını devlet politikası haline getirebilmekte, din ve geleneği yardıma çağırabilmektedirler.  

Radikal sağ göçü de küreselcilerin bir projesi olarak görmekte, bunu “büyük yer değiştirme” olarak adlandırmakta ve beyaz medeniyetinin yıkımı için yürürlüğe konulduğuna inanmaktadır. Küreselciler ise göçe karşı küresel bir ekonomi politikasını devreye sokmak yerine bir yandan sınır güvenliğini daha da yükseltmekte, öte yandan ise kendi kalifiye eleman ihtiyaçlarına uygun olanlarla parya olarak çalıştıracaklarını ülkelerine kabul etmektedirler. Hoşgörü ya da çok kültürlülük ise tüm bunların kenar süsü olmaktan öteye gitmemektedir.  

Öte yandan “aşırı tuhaf zamanlar”a uygun bir şekilde başta Orban olmak üzere Avrupa radikal sağı, Ukrayna-Rusya savaşına çok daha mesafeli yaklaşmakta, hatta Orban yaptığı diplomasi hamleleriyle savaşı durdurmaya katkı yapabilecek en önemli figürlerden biri olarak öne çıkmaktadır. Aynı şekilde Trump da iş başına gelirse İsrail’in arkasında sonuna kadar duracak olmakla birlikte Ukrayna-Rusya savaşını bitirmeyi vaat etmektedir. 

Solun yokluğunda kavga da kutuplaşma da düzen içi güçler arasındadır ve taraflaşma da bunun üzerinden gerçekleşmektedir; ancak mesele bununla sınırlı değildir. Bölgemiz özelinde görüldüğü üzere İsrail’e ve ABD emperyalizme karşı direnişte uzun zamandır Hamas, Hizbullah ve İran ön plana çıkmaktadır; ancak “direniş ekseni”nin anti-kapitalist olmadığı da açıktır. Dahası eksenin üyeleri dünyaya din-merkezli bakmakta, dine dayalı bir devlet anlayışını savunmakta ve dolayısıyla siyasal İslamcı bir karakter taşımaktadırlar. 

Kaotik bir dünyada devrim arayışı 

15. yüzyılda yaşamış ressam Hieronymus Bosch’un tablolarına benzeyen bu “aşırı tuhaf” dünya tablosuna elbette ki başka şeyler eklenmelidir: Dijital evren, insanların giderek o dijital evrende yarattıkları personalardan ibaret varlıklara dönüşmeleri, sosyal medyanın yalanı yayma hızı, radikal sağın/yeni faşizmin buradan örgütlenmesi, tam otomasyona doğru gidiş ve yapay zekâ… 

Böylesine kaotik bir tablonun ortasında, “bildiğimiz dünyanın sonu”na geldiğimiz bu “aşırı tuhaf zamanlar”da gündelik siyasette alacağımız tutumlar da buna göre belirlenmek, daha esnek, daha hızlı daha zekice bir karakter taşımak zorundadır. Filistin meselesi, Ukrayna savaşı, İran-İsrail gerilimi, Tayvan meselesi, Çin’in yükselişi, yeni radikal sağ dalga, kapitalizmin kendi iç çelişkileri, yükselen kimlik talepleri ve buna verilen tepkiler, bunların hepsi, bir bütünlüğün içerisinde ama aynı zamanda kendi özerklikleri içerisinde değerlendirilmesi gereken zorlu başlıklar olarak öne çıkmaktadır. 

Sol bu başlıklarda vereceği mücadelede daha zeki, daha yaratıcı olacaktır ama mesele sadece bu da değildir; bugün insanlığın geldiği noktada temel sorumuz olan “ne yapmalı” sorusuna vereceğimiz yanıtların da değişmesi kaçınılmazdır. 

Halen kapitalist bir dünyada yaşadığımıza göre kapitalizmi yıkmak ve yerine sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurma hedefimizin değişmeyeceği çok nettir ve her türlü tartışmaya kapalıdır. Ancak bu kaotik ve karanlık tablo devrimcilere yeni ödev ve görevler yüklemekte, politik-ideolojik mücadeleden kültürel mücadeleye, iletişim araçlarından örgütlenme formlarına uzanan bir genişlikte bu “aşırı tuhaf zamanlar”ın ruhunu anlayıp ona müdahale edebilen bir devrimci aklın yaratılmasını zorunlu kılmaktadır. Bunun nasıl yapılacağı ise sadece Türkiye devrimcilerinin değil dünya devrimci güçlerinin temel meselesidir.

(soL)

EngelliWeb: Bugüne kadar toplam 953 bin 415 web sitesine erişim engeli getirildi - duvaR-

 

Intsagram'a erişim engeli getirilmesinin ardından milyonlarca kullanıcının hayatına yeniden VPN girdi. EngelliWeb 2023'te 240 bin 857 olan engel sayısının toplam 953 bin 415'e çıktığını duyurdu.

İfade Özgürlüğü Derneği'nin 2008'den beri internet sansürünü raporlayan EngelliWeb projesi, Türkiye'de bugüne kadar toplam 953 bin 415 web sitesi ve alan adına erişim engeli getirildiğini duyurdu. 

Daha önce kendisine de erişim engeli getirilen EngelliWeb, 2023 yılında ise erişim engeli sayısının 240 bin 857 olduğunu bildirdi. 

2023'te Rize Sulh Ceza Hakimliği'nin 'kişilik ihlali' gerekçesiyle erişim engeli getirdiği EngelliWeb sitesinde duyurulan rapora göre engellenen sitelerden bazıları şöyle: YouTube, Instagram, Twitter, Ekşi Sözlük, WordPress, Uber, Pinterest, Geocities, Alibaba.com, Google Sites, Dailymotion, Blogspot, SoundCloud, DW, VOATürkçe, Dropbox, Sendika.org...

Bu sitelerin bazılarına erişim engeli hala devam ediyor. 

(duvaR)

İşte rezerv alan: Zarrab’ın eniştesine rant, Hataylının zeytinliğine gasp - Bahadır Özgür / duvaR

 

'Rezerv alan’ uygulamasının birilerini mülksüzleştirirken, birilerini de servet sahibi yapmanın politikası olduğunu bundan iyi anlatan örnek azdır: Aynı hafta iki plan askıya çıkar. Birinde Hataylı depremzede çiftçinin zeytinliği gasp edildi, diğerinde Zarrab’ın eniştesine ait mera imara açılıp milyarlarca liralık rant yaratıldı.

Harfi harfine ne dediysek, o gerçekleşiyor şimdi. İktidarın deprem korkusunu istismar ederek aceleyle yasalaştırdığı ‘rezerv alan’ uygulaması, şu hayatta bir evi, tarlası olanı mülksüzleştirirken, devasa imar rantları yaratıp birilerini de zengin ediyor. Üstelik her ikisi de aynı yasayla, aynı anda, gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Bakın rezerv alan uygulaması Rıza Zarrab’ın eniştesinin servetini katlarken, Hataylı gariban köylüyü nasıl aç bırakıyor.

Bu köşede 31 Ekim 2023 günü yayınlanan Erdoğan İstanbul Tarihinin En Büyük Mülkiyet Gaspına Hazırlanıyor başlıklı yazıda ilk kez yasanın neyin kapısını açtığını anlatmaya çalışmıştım. Özellikle İstanbul’un hedef alındığını belirtmiştim. Yanıldım. Evet, İstanbul bir mücevher ama meğer gözleri tüm memleket toprağındaymış.

Onlarca örnek yaşanıyor. Manisa’nın bir köyünde yaşlı bir kadının atadan dededen kalma tarlasına da el koyuyorlar, askeri alana, meraya, ormana da. Elbette en çarpıcı uygulamalar 6 Şubat depreminde yıkılan Adıyaman, Hatay, Kahramanmaraş ve Malatya’da yaşanıyor.

Adıyaman’da daha ilk günden, şehrin merkezinde, tütüncüler ağırlıklı olmak üzere yüzlerce küçük dükkandan oluşan tarihi çarşıya el koyacakları belliydi. Zira enkaz kalkmadan yapılan inşaat planı, şehrin dışına küçük iş yerlerinden oluşacak bir site kurmaktı. Yasa çıkar çıkmaz hemen o çarşıyı rezerv alan ilan ettiler. Benzer şeyi Malatya’da yine küçük esnafın bulunduğu çarşı için yaptılar. Kahramanmaraş’ta sanayi tesisi ve konut inşa etmek üzere özellikle verimli tarım arazileri rezerv alan ilan ediliyor.

HATAYLILAR BAĞIRA ÇAĞIRA BİZİ UYARIYOR

Hatay başlı başına bir trajedi. Orada sınır tanımıyorlar. Evler, bahçeler, zeytinlikler bir sabah kapıya asılmış duyuru ile ‘rezerv alan’ içine alınıyor. Ne yapacak bu insanlar? Yasa belli. Çıkıp gidecekler. Çıkmazlarsa önce elektrik, su ve gaz hizmetleri kesiliyor, sonra sıra polis zoruyla atılmaya geliyor. Evlerini bir dakika bile boş da bırakamıyorlar. Yasaya göre duyuru yapıldıktan sonra her an yıkabilecekler. Dolayısıyla ‘rezerv alan’ın ne demek olduğunu iliklerine kadar hisseden Hataylılar büyük bir mücadele veriyor. Hepimize sesleniyorlar aslında. Diyorlar ki, “Bizim başımıza gelenler bir deneme. Başarılı olurlarsa aynısı sizin de başınıza gelecek.”

Gelin Hataylıların uyarısının nasıl haklı olduğunu, kamuoyuna yansımış ancak çabucak unutulmuş iki örnek üzerinden inceleyelim şimdi. Bakın aynı gün, iki farklı kentte, bambaşka sebeplerle ilan edilen iki farklı ‘rezerv alan’ kararı nasıl iki farklı sonuç doğuruyor.

BAYRAMDA KİM GÜLDÜ, KİM AĞLADI?

Ramazan Bayramı’na girerken Hatay’da, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yeni imar planını askıya çıkardı. Tatil zamanı 15 günlük de itiraz hakkı tanıdı. Mimarlar ve Şehir Plancıları Odası başta olmak üzere pek çok kesimden büyük mülkiyet kaybının yaşanacağı uyarısı geldi. Ve plan sonrasında özellikle Samandağı, Kırıkhan, Defne’de sadece sağlam ve az hasarlı evler değil, zeytinliklere de el konulmaya başlandı. Öyle ki, çiftçiler sabah tarlalarına gittiklerinde iş makinelerinin zeytinleri köklediğini gördüler. Kimi yürütmeyi durdurma kararı alsa da, ‘karar’ çoktan verildiğinden birkaç gün sonra yeniden ve yeniden aynı manzaralarla karşılaştılar. Depremde her şeylerini yitiren insanlar, orada yaşamalarını ve hayata tutunmalarını sağlayacak geçim araçlarından gün be gün yoksun bırakılıyorlar.

Oysa tam da Hatay’daki plan askıya çıktığı hafta, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı memleketin bambaşka bir yerinde, Seferihisar’da da bir planı askıya çıkarıyordu. Bakanlığın duyurusunda şöyle deniliyordu:

“Bakanlık Makamının 18.03.2024 tarihli ve 31087 sayılı Olur’u ile 6306 sayılı Kanun kapsamında ‘Rezerv Yapı Alanı’ olarak ilan edilen İzmir İli, Seferihisar İlçesi, Çolakibrahim Mahallesi 3301 ada 2, 42, 90 parseller ile 3303 ada 1 ve 2 parsel numaralı taşınmazları kapsayan toplam 2.367.225,94 m2 yüzölçümlü alana ilişkin hazırlanan planların 15 gün süreyle eş zamanlı olarak ilan edilmesinin yanı sıra eş zamanlı olarak ilgili muhtarlıklara planların askıya çıktığı yerin belirterek muhtarlık binasında bir ay bilgilendirme ilanı yapılmasının sağlanması istenmiştir.”

Bakanlık, ‘rezerv alan’ yasasına dayanarak İzmir Büyükşehir ve Seferihisar belediyelerine sorma gereği duymadan, önemli ve rant değeri yüksek bir bölgede 3 milyon m2 alanın imarını değiştiriyordu. İmar statüsü değiştirilen yer tamamen mera. Yani maddi değeri yok ve normalde zaten inşaat yapamazsınız. Ne var ki, arazi özel mülkiyet kapsamında. Yani devletin değil. İşte ‘rezerv alan’ın sırrı da burada ortaya çıktı.
                                    
NAB Holding Başkanı ve Rıza Zarrab'ın eniştesi Behram Eromi

Arazinin yüzde 73’ü imara açıldı ve 176 hektarlık bölümü kentsel gelişim bölgesi ilan edildi. 4 bin 217 konut ile ticari binaların yapılması öngörüldü. Yaklaşık 30 bin kişilik yeni bir şehir demek bu. Dolayısıyla öncesinde para etmeyecek arazi şimdi milyarlarca lira değerinde.

Olay ilk yerel basında, ardından ulusal yayınlarda yer buldu. Çünkü arazinin sahipleri önemliydi. Kimdi biliyor musunuz? İran, Azerbaycan ve Türkiye’de iş yapan NAB Holding’in patronu Behram Eromi’ydi. Zarrab’ın ablası ile evli. NAB Holding’in Seferihisar’da 2021’de iki ayrı lüks villadan oluşan siteleri de bulunuyor. Uzun süredir bölgede mera, tarla demeden arazi topluyordu.

Buyurun size ‘rezerv alan’ uygulaması. Hataylı depremzedenin elindeki zeytin ağacını bile alırlarken, bu ülkenin gördüğü en büyük skandallardan birisinin baş kahramanının eniştesi milyarlarca liralık yeni servet kazanıyor.

Mülksüzleştirmenin aynı zamanda birilerini mülk sahibi yapmakla beraber işlediğini, bundan iyi anlatan örnek var mıdır?

Bahadır Özgür / duvaR

6 Ağustos 2024 Salı

Ekonomik kriz mi, bunalım mı, hiçbiri mi?..+ Mülteci Olimpiyat Takımı'nın madalyasına sevinilir mi? (EVRENSEL)

Ekonomik kriz mi, bunalım mı, hiçbiri mi?.-Mustafa Yalçıner- 

Politikacı, gazeteci ve ekonomistler Türkiye’de ciddi bir ekonomik kriz yaşanmakta olduğunda anlaşıyorlar. Kimi kriz, kimi bunalım diyor, ancak hangisiyse “derin” olduğunda fikir birliği halindeler!

Tartışılmaz bir gerçek ki, AKP izlediği ekonomi politikalarıyla ülke ekonomisini kendisini zor toparlayabileceği bir noktaya, emeğiyle geçinenleriyse derin bir sefalete, hatta açlıkla yüzleşmeye sürükledi.

Tarımı neredeyse bitirdi; özellikle küçük üreticiler ekim yapamaz haldeler. Gübre, tohum, mazot, sulama vb. giderleri yükselirken düşük fiyatların dayatıldığı tarım ürünleri maliyetlerini kurtarmıyor. Buğday, çay, fındık… tüm ürünlerde böyle.

Ortalama ücret düzeyine yükselen asgari ücretle geçinmek olanaksız. Kira bir yana karın doyurmaya yetmez halde. Üstelik ulaşım da zamlanıyor. Hele emeklilerin hali sözcüğün gerçek anlamıyla perişan. Temmuz geçti, “Enflasyonu azdırır” denip ücretlere zam yapılmadı ve emeklilerle birlikte işçi ve emekçilerin sırtındaki yük ağırlaştıkça ağırlaşıyor.

Enflasyonu düşürüyoruz” laflarına rağmen fiyat artışları ise sürüyor. Henüz enflasyon artış oranı bile yavaşlamadı! Ücretler dışında zamlanmayan şey yok. Emek-gücü dışında alınır-satılır her şey ateş pahası.

Üstelik faiz artışları kredi kartlarıyla borç çevirerek az-çok geçinmeye çalışmayı da olanaksızlaştırdı.

Bunlar gerçeklerimiz.

Bir diğer gerçeğimizse bankalarla tekelleşmiş şirketlerin kârlarının ve dolar milyonerlerinin sayısının artmakta oluşu.

AKP izlediği ekonomi politikalarıyla tarımdan sanayi ve bankalara, işçi ve emekçilerden sermayedarlara gelir transferini hızlandırdıkça hızlandırıyor. Altta kalanın canı çıksın hesabı! Nereye kadar gider böyle?

Bu durum, ekonomistler içinde olmak üzere hemen herkesçe “ekonomik kriz” ya da “bunalım” olarak nitelendiriliyor! Ekonomi gerçekten krize girdiğinde söyleyecek sözleri kalmayacak ki, gidişat o yönde.

Ekonomik kriz ya da aynı şey demek olan bunalım, bir parti ya da yönetimin izlediği ekonomi politikalarıyla ne gelir ne de gider. Ekonominin kendi yasaları vardır ve ülkeyi yönetenleri izledikleri ekonomi politikalarıyla krize gidişi hızlandırır ya da yavaşlatır ama kriz ya da bunalımı yaratamaz, yoktan var edemez.

Ekonomik kriz, üretimle onun tüketilerek gerçekleşmesi arasındaki dengesizlikten, değişim ilişkilerindeki bozulmadan ürer. Üretim fazlası birikir ve tüketilerek yeniden üretim yapılabilmesi için yatırıma yöneltilemezse kriz ya patlamış ya da kapıda demektir.

Peki Türkiye ekonomisine ilişkin rakamlar ne söylüyor?

IMF’nin temmuzdaki tahmini 2024’te ekonominin yüzde 3.6 büyüyeceği yolunda. Ekonomi geçen yılın son çeyreğinde yüzde 4 büyümüştü. Bu yılın ilk çeyreğinde ise yüzde 5.7 büyüdü.

Büyümenin asıl dinamik unsuru olan sanayi üretimi, kasım 2022’de yüzde 1.8, geçen yıl şubat ve nisan’da yüzde 8.8 ve yüzde 1.2 azalmasının dışında diğer aylarda yıllık olarak sürekli artışta. Geçen yıl temmuzda yüzde 7.4, ağustosta yüzde 3.1, eylülde yüzde 4 artan sanayi üretimi bu yıl oca’ta yüzde 1.1, şubatta yüzde 11.5, martta yüzde 4.3 arttı.

Dolayısıyla şimdiye kadar ekonomik krizden söz edenlerin kuru sıkı attığı kesin.

Ancak!...

Geçen yılın da aynı aylarında azalsa bile, sanayi üretiminin bu yıl nisanda yüzde 0.7, mayıs’taysa yüzde 0.1 azaldığı da bir gerçek.

Üstelik 2023’te konut satışları, bir önceki yıla göre yarı yarıya azaldı. 2024’ün ilk altı ayındaki satışlar ise, 2023’tekinin ¼’ü kadar. Ve 2024 nisan ve mayısında inşaat maliyetleri yüzde 72 arttı. Üretim koşulları zorlaşırken satışlar azalıyor.

Düşüş dış ticarette de yaşanıyor; düşüşünün bir etkeni yüksek faiz ve “sıkı para politikası” olan ihracat mayıs dışında diğer aylarda düştü, önemli ölçüde sanayi üretiminin girdisini sağlayan ithalattaki azalma eğilimi ise genel. İhracat birim değer endeksi de sürekli düşüyor. 2024 haziranında ihracat önceki yılın aynı ayına göre yüzde 8.3 azaldı, ithalattaki azalma da yüzde 4.4.

Bunlar, bir ekonomik krize gidişin gerçek belirtileri. Sürecek mi geçici mi, göreceğiz; ancak yüksek faiz ve sıkı para politikası sanayi üretimi düşüşünü de pekiştirici etkide bulunuyor. Durgunluk ve TÜİK yüzde 8.4 dese de işsizlik oranı artışı kapıdaki tehlike! Zaten başlamış olan işten atmalar kitlesel hal alabilir. Dikkat!

İşsizlik düşük ücrete benzemez ve sonuçları tahmin edilemez!

                                                            /././

Mülteci Olimpiyat Takımı'nın madalyasına sevinilir mi? -Suat Başar Çağlan-

İngiltere’de yaşayan Kamerunlu Boksör Cindy Winner Djankeu Ngamba pazar günü kadınlar 75 kg’da yarı finale kalarak Mülteci Olimpiyat Takımı'na tarihinin ilk madalyasını getirdi. Ngamba’nın muazzam başarısı her türlü övgüyü hak ediyor ancak dünya için ortada sevinilecek bir durum yok.

YEDİĞİ İLK YUMRUK BU DEĞİL

Mike Tyson, “Yüzünün ortasına yumruğu yiyene kadar herkesin bir planı vardır” sözüyle boksun ve hayatın tozpembe olmadığını veciz bir şekilde anlatmıştı. Ngamba doğduğu günden beri sert yumruklara şerbetli. Afrikalı, siyah, kadın, eşcinsel ve mülteci olarak aynı anda çok sayıda dezavantajlı grubun içinde yer alıyor.

Bu yüzden röportajlarında öz güveni ve güler yüzüyle göze çarpan 25 yaşındaki boksör, ringe çıktığında dünyadan alacağı varmış gibi bir azimle dövüşüyor. Paris 2024’te annesinin ve Mülteci Olimpiyat Takımı'ndan arkadaşlarının da desteğiyle önce favorilerden Kanadalı Tammara Thibeault’yu, pazar günüyse Fransız Davina Michel’i yendi. Boksta yarı final mağluplarına bronz madalya verildiğinden madalyası cepte.

Mücadelenin ardından ev sahibi Fransızlar bile kendi sporcularının kaybetmesine üzülmek yerine Ngamba’ya sevinmiş gibiydi. Maçı anlatan İngiliz spiker, “Madalyayı eve götürmeyi garantiledi!” diye bağırıyordu.

Hangi evine götürecek acaba?

GİDECEK YERİ ÇOK!

11 yaşındayken ayrıldığı memleketine götüremez çünkü Kamerun’da eşcinsellik suç. Altı aydan beş yıla kadar hapisle cezalandırılıyor. Gerçi geçen ay Devlet Başkanı Paul Biya’nın kızı Brenda eşcinsel olduğunu açıkladığından beri tartışmalar alevlendi. Kimilerine göre Brenda’dan sonra Ngamba’nın zaferi ülkede LGBTQ+ topluluğunun tanınması için katkı sağlayabilir. Yine de şimdilik somut bir gelişme yok.

Annesinin çocuklarından ayrı olarak gelip yaşamaya başladığı Paris de iyi bir seçenek gibi görünmüyor. Sol ittifakın taze zaferine rağmen Fransa göçmen karşıtlığının en hararetli olduğu yerlerden biri. Üstelik Fransızlar eski sömürgelerinden gelmiş siyah sporcuların-mesela Ngamba’nın son rakibi Martinik kökenli Michel’in- etinden ve sütünden yeterince yararlanıyor. Yenilerine çok ihtiyaçları yok.

Geriye tek seçenek olarak şu anki evi İngiltere kalıyor. Ama orada da işi kolay değil. Hiçbir zaman da olmadı.

2010 yılında kardeşiyle birlikte Kamerun’dan Bolton’a iltica ettiğinden beri İngilizceyi iyi konuşamadığı için okulda zorbalığa maruz kaldı, evrakı yok diye sığınmacı merkezinde tutuldu, bir ara tutuklu kaldı ve sınır dışı edilmenin eşiğine geldi. Yıllar sonra mülteci statüsüne kavuşabildi ve üç kez İngiltere ulusal amatör boks şampiyonu oldu. Gelgelelim vatandaşlığa layık bulunmadı.

Şu anki durum daha da beter. Ngamba’nın madalya mücadelesine çıktığı saatlerde İngiltere’de göçmen karşıtı neofaşistler sokağa inmiş, “Ülkemi geri istiyorum” diye bağırıyordu. Sığınmacıların kaldığı bir oteli ateşe vermeye kalktılar. Sağcılığın gereği olarak mültecilerin mülteciliğine sebep olanlara değil ülkesinden kaçıp gelmiş garibana saldırıyorlar. Avrupa ve dünya genelinde aşırı sağ altın çağını yaşıyor.

Bu yüzden Ngamba’nın madalyası çeşitliliğin ve kapsayıcılığın zaferi olarak kutlanıyor. Ama bana pek öyle gelmiyor.

EKİP GİDEREK KALABALIKLAŞIYOR

Uluslararası Olimpiyat Komitesinin girişimiyle kurulan Mülteci Olimpiyat Takımı ilk kez Rio 2016’da sahne aldı. Amaç mültecilerin sayılardan ibaret olmadığını göstermekti. Rio’da 10 kişiden oluşan kafilenin mevcudu Tokyo 2020’de 29’a, Paris’te 37’ye çıktı. Seine Nehri’ndeki geçit töreninde ekibin bayrağını taşıyanlardan biri de Ngamba’ydı.

Birleşmiş Milletlere göre şu an dünyada en az 110 milyon insan yerinden edilmiş durumda. Mülteciler artık dikkat çekmeye gerek bırakmayacak kadar büyük ve dünya siyasetini belirleyen bir mesele. Bir sonraki olimpiyatta daha kalabalık bir kafileyle yer almaları kuvvetle muhtemel.

Hal böyle olunca, farkındalık için kurulduğu söylenen takım da giderek bir utanç anıtına ve rezaleti gizlemek için işlevsel bir maskeye dönüşüyor. Batı’nın -veya Küresel Kuzey’in- “Kavramsallaştırarak normalleştirme” pratiğinin yeni bir adımını görüyoruz.

KUTLAYANLAR SEBEP OLANLAR

Halbuki mültecilik uyruk, cinsiyet, cinsel yönelim, etnik köken gibi kimliklerden farklı. Dezavantajlı kimliklerin -sanki normal değilmiş gibi- normalleştirilip herkesle eşit haklara sahip olması gerekirken mültecilik normal sayılmaması, sistem içine dahil edilmemesi ve bir an önce ortadan kaldırılması gereken bir maraz. Bunun için de temel sebepleri olan yoksulluk, şiddet ve iklim değişikliği ortadan kaldırılmalı.

Gelgelelim zengin devletler, holding sahipleri ve onların güdümündeki uluslararası kurum ve kuruluşlar olarak bu üç durumun sebebi siz olunca, kendinizi değiştirmek yerine ülkesinden ayrılmak zorunda kalmış insanları kapsıyor gibi görünüp size benzemeleri şartıyla başarılı ilan etmek çok daha kullanışlı.

Hepimizin bildiği gibi küresel ısınmaya Kongo’daki sobalar sebep olmuyor. Güney Sudan, Afganistan, Suriye ve İran’daki kargaşa ve yoksulluğun sebebi de ya onlara silah satma ve kaynağını kapma derdindeki süper güçler, ya da aynı güçler tarafından yıllarca sömürülmenin getirdiği ekonomik ve politik bagajlar.

GERİ KALANLAR NE OLACAK?

Ngamba’nın kimliği ve kökeni sebebiyle ayrımcılığa uğrayan milyonlarca insana ilham kaynağı olacağı kesin.

Ancak bu olağanüstü hikaye “Batı rüyası” sosuyla servis edilince bir yıldız parlatılırken gökyüzünün geri kalanı görünmez kılınıyor. Sporda, sanatta, bilimde ekstra becerisi bulunmayan veya gittiği ülkeye yeterince entegre olamayanlara ne olacak? 2100 Yaz Oyunları madalya sıralamasında ilk basamakta Olimpiyat Mülteci Takımı'nın yer alması neyi düzeltecek?

Dünyanın yeni madalyalı mültecilere değil, bu insanların memleketlerinin yaşanacak yerler hale gelmesine ihtiyacı var

(EVRENSEL)

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM"

Atom bombası gerçekten Japonya’ya mı atıldı? -Ogün Eratalay-

Acaba atılan bombalar gerçekten Japonya’ya karşı mı atıldı yoksa hedef başka bir ülke miydi?

Bugün 6 Ağustos. Hiroşima’ya ABD tarafından atılan atom bombasının 79. yıldönümü. Nagasaki’ye 9 Ağustos'ta atılan bombayla beraber düşünüldüğünde bu saldırılarda toplamda yaklaşık çeyrek milyon insan korkunç bir şekilde öldürüldü. Sağ kalan Japonlar korkunç yaralarıyla ölümlerini beklerken, ortaya çıkan radyasyon, hastalık, salgın ve açlık sebebiyle uzunca bir dönem boyunca ülkede yıkım sürdü. Ancak acaba atılan bombalar gerçekten Japonya’ya karşı mı atıldı yoksa hedef başka bir ülke miydi?

İkinci Dünya Savaşı’na dair Batı kaynaklı tarih yazımı ve popüler kültür, Pasifik Cephesi'nde olanın çok dışında bir anlatım içerir. Avrupa’da zaferin kazanılmasıyla beraber Müttefik Devletler için artık odakta Japonya vardır. İmparatorluk hayalleri kuran Japonya, Çin’de işgal ettiği toprakların dışında Güneydoğu Asyanın neredeyse tamamında ve Pasifik Okyanusu'ndaki önemli takımadalarda hakimdir. Ancak ülke başta ham petrol olmakla beraber doğal kaynak olarak dışa bağımlıdır ve ABD ambargosu nedeniyle kıpırdayamaz durumdadır. Donanmanın ve hava kuvvetlerinin dışında tüm ordu birliklerini etkileyen bir çöküş hali hakimdir. Böyle bir durumda olan Japonya’ya karşı neden bir kitle imha silahı kullanılmıştır?

Pasifik Cephesi: Atom bombasının atılması gerekli miydi?

17 Temmuz-2 Ağustos 1945 tarihleri arasında toplanan Potsdam Konferansı’nda ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği liderleri bir araya gelmiş, savaşın ortaya çıkardığı sorunları irdelemişlerdi. Bu görüşmeler sırasında savaşa hâlâ devam etmekte olan Japon İmparatorluğu’na hitaben bir ültimatom kaleme alınmış ve 26 Temmuz 1945 tarihinde kamuoyuna açıklanmıştır. Ültimatomda Japonya’nın derhal kayıtsız şartsız teslim olması talep edilmekte, aksi durumda “ivedi ve korkunç bir felaketle” baş başa kalacağı uyarısı yapılmaktaydı. Burada dikkat çekici nokta Sovyetler Birliği ile Japonya arasındaki durumdu. Ültimatomda Sovyetler Birliği’nin imzası yer almamaktaydı çünkü iki ülke arasında 13 Nisan 1941 tarihinde imzalanmış olan tarafsızlık antlaşması yürürlükteydi.

Halhin Gol Muharebesi sırasında Sovyet-Moğol kurmay heyeti (Sağdan ikinci Jukov, üçüncü Çoybalsan)

İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde bu iki ülke silahlı olarak karşı karşıya gelmişti. Asya’da kurduğu kukla devlet Mançuoko üzerinden yayılmaya çalışan Japon Silahlı Kuvvetleri 29 Temmuz-11 Ağustos 1938 arasında yapılan Hasan Gölü Muharebesi'nde ve sonrasında 11 Mayıs-16 Eylül 1939 tarihleri arasında yapılan Halhin Gol Muharebesinde Moğolistan birliklerine ve Sovyet Kızıl Ordusu'na yenilmiştir. İşgal ettiği Çin topraklarını genişletmek ve Asya’da yeni sömürgelere ulaşmak isteyen Japon egemen sınıfları kuzeye Moğolistan-Rusya yönüne yönelmek yerine güneye yönelmek durumunda kalmış, bu bölgedeki Batı Avrupa ülkelerinin sömürgesi konumundaki ülkelere (Malezya, Singapur, Filipinler, Borneo, Sumatra, Yeni Gine) saldırmıştır. Japonya, güneye doğru harekâtına karşı petrol başta olmak üzere hammadde ambargosu uygulayan ABD ile adım adım savaşa gitmekte olduğu için aynı anda hem SSCB hem de ABD ile savaşta olmamak için imzalanan Sovyet-Japon Tarafsızlık Antlaşması'na büyük önem veriyordu. Dolayısıyla 9 Ağustos 1945 günü SSCB tarafından Japonya İmparatorluğu'na karşı ilan edilen savaş, Japonları çok şaşırtmıştı. Bu cepheden bir saldırı beklemeyen Kwantung Ordusu 9-20 Ağustos tarihleri arasında hiçbir direniş gösteremeden ezilmiş, 1,5 milyon Kızıl Ordu askeri Asya’daki tüm Japon varlığına yedi günde son vermişti. Yenilgi tam bir hezimet seviyesinde olduğu için Japon yönetici sınıfları o döneme kadar gündemlerinde olmayan teslim olma seçeneğini düşünmek durumunda kalmışlardı.

                                                      Mançurya Harekâtı

Bombanın hedefinde Sovyetler Birliği vardı

Durum bu şekildeyken ve Nazi Almanyası’nın mağlubiyetinden sonra savaşan tek Mihver Devleti olarak yalnız kalmış olan, bunun yanı sıra işgal ettiği Asya topraklarında tarifsiz bir askerî mağlubiyet almış olan Japonya’ya 6 Ağustos günü ilk atom bombası atılmış, insanlık tarihinde görülmemiş bir katliam gerçekleştirilmiştir. Burada atom bombasının atılmasının gerekçesi olarak Japonya ada topraklarına girişilecek bir çıkartmanın çok kanlı olacağı ve harekâtta zayiat verecek olan ABD askeri personelinin kayıplarının bu sayede önüne geçildiği iddia edilir. Ancak Japon Silahlı Kuvvetlerinin başarısızlıkları zaten Japon egemen çevrelerinde teslim olma seçeneğini kuvvetli bir şekilde gündeme getirmiştir. Bunun da ötesinde ABD yöneticilerinin atom bombasını kullanabilmek amacıyla barış görüşmelerine dair temasları reddettiği de bilinmektedir.

Başkan Harry Truman liderliğinde ABD, teslim olmak üzere olan bir ülkeye atom bombası atmaktan çekinmemiştir. Emperyalizm, savaşın ardından ortaya çıkacak olan yeni jeopolitik ortamda büyük prestij sahibi olan sosyalizmi kuşatmayı daha savaş sürerken kurgulamıştır. Atom bombası sayesinde ABD, SSCB karşısında koz elde ettiğini düşünerek örtülü bir tehdidi sürdürmeye çalışmıştır. Bu durum SSCB 1949 yılında kendi atom bombasını üretene kadar devam etmiştir.

                       Yaklaşan ABD seçimlerinde nükleer gündem

Kasım ayında yapılacak olan başkanlık seçimlerde Cumhuriyetçi Partinin adayı olan Donald Trump nükleer silahlar konusunda oldukça net fikirlere sahip. Önceki başkanlık döneminde onunla beraber görev yapmış yüzlerce bürokratın dahil olduğu Project 2025 (https://www.project2025.org/ ) adı verilen platforma göre Cumhuriyetçilerin iktidarında nükleer silahlanma programlarına ağırlık verileceği belirtiliyor. Bunun dışında özellikle denizden atılabilecek nükleer başlıklı füzelere dair bütçe ayrılacağı ayrıntılarıyla anlatılıyor. Öte yandan balistik füzeleri sınırlayan uluslararası anlaşmalara bağlı kalınmayacağını ilan eden platform, ABD envanterindeki füze sayısının da artırılacağını bildiriyor. 

Hiroşima katliamının 77. yıl dönümü: ABD'nin yalanları

ABD'nin Hiroşima ve Nagazaki katliamlarının savaşı bitirdiği yalanına sarılırken, asıl derdi savaşı sonlandıran sosyalizmdi.

(https://haber.sol.org.tr/haber/hirosima-katliaminin-77-yil-donumu-abdnin-yalanlari-344343)

İkinci Dünya Savaşı’nı Hiroşima ve Nagazaki’ye yapılan atom bombası saldırıları mı bitirdi? -Tulga Buğra Işık-

İkinci Dünya Savaşı'nda Japonya'nın teslim olmasının sebebinin ABD'nin attığı atom bombası olduğu sıklıkla iddia ediliyor. Anaakım basın tarafından da sıklıkla öne sürülen bu iddiaya rağmen, yaşananlara ve o dönemde söylenen bakıldığında savaşı bitirenin ABD'nin sivil öldürülmesi değil, yaşanan askeri zafer olduğunu söylemek mümkün.

(https://haber.sol.org.tr/dunya/ikinci-dunya-savasini-hirosima-ve-nagazakiye-yapilan-atom-bombasi-saldirilari-mi-bitirdi)

                                                                /././

İngiliz kolezyumu: Mülteciler, göçmenler, barbarlar -Çağdaş Gökbel-

Kolezyumda size gösterilen her şeye inanır mısınız? Öyleyse siz acınası bir zavallısınız. Roma yıkılıyor ve bunun farkında değilsiniz.

İrlandalı büyük şair Oscar Wilde'ı bu dünyada en çok korkutan şey neydi? Kitlelerin zorbalığı! Verdiği ender politik eserlerinden birinde, kitlelerin zorbalığına ve gazeteci denen ve parayla tutulan tetikçinin insafına bırakılmaktan korkuyordu. Korktuğu başına geldi ve bugün zihnimizdeki 'Oscar Wilde' imgesi gerçeğin değil, kitle zorbalığının (popüler kültürün) bir yansıması...

Sosyal medya keşfedildiğinden beri, insanlık yeniden propagandanın ve kitle zorbalığının etkisi altında inim inim inliyor. Kim bilir kaç kişi sadece bu yazının başlığını okuyup, 'X' denen lağım çukurunda alıntılayarak ya da yorum yazarak nefret arzusunu tatmin edecek. İnsanlığın acıları üzerinden rezilce kendisini tatmin edenlerin orgazmı türümüzü hızla yok oluşa sürüklüyor. Bu sefer bir sistem ya da bir imparatorluğun çöküşünden değil, insanlığın çöküşünden bahsediyoruz; çünkü artık kara göründü. Garip bir biçimde bu çöküş, bizi yöneten burjuvaların öykündüğü Roma'nın çöküşüne çok benziyor...

"Antik kaynaklar tutkulu, özgürlüğe aç ve intikam için yanıp tutuşan bir adam tasvir ederler. Spartaküs' ün eylemleri ise farklı bir hikaye anlatır. O bir deli fişek değil, duygularını kontrol eden bir adamdı." (Strauss,2022:24).

Spartaküs, ardında yazılı hiçbir metin bırakmadı. Bildiğimiz yazılı kaynakların tamamı muzaffer Romalılar tarafından taraflı bir biçimde kaleme alındı ve çoğunlukla propagandaya alet edildi. Hollywood'un yüce yönetmenlerinden ve seküler tarikatımızın sapıkça tapındığı isimlerden biri olan Stanley Kubrick, Romalı bakış açısını günümüz ideolojisiyle süsleyerek bize bilmemiz gerekenleri öğretti. Barbarlar medeni olamazlardı ve barbarlar eline silahı aldıklarında yağma ve terör yapan kontrolden çıkmış canavarlar olarak görülüyordu. Filistinli çocuğu taş atarken görmek, beyaz Avrupalı'yı rahatlatan bir imgeydi. Çünkü taşlar son teknoloji tankları yok etmeye yetmezdi. Filistinli çocuk ne zaman eline tank savar füzesi aldı ve İsrail tanklarını avlamaya başladı işte o vakit işin rengi değişti. Yine de sanki Romalı kaynaklar Spartaküs'ü kayırır gibi görünür. Böyle görünmesinin sebebi, sınıf savaşından acı bir ders almış olmalarıdır. Normal koşullarda Roma düzenine entegre olması ve Roma lejyonlarında subaylık yapması gereken bir adamın Roma'ya düşman olmasından önemli dersler çıkarılması gerektiğini çok iyi bilirler. Romalılar, Spartaküs'ün Romalı imgesine aşık olmuşlardır. Spartaküs, maalesef kendi kimliğiyle ve benliğiyle bir Trakyalı olarak dahi kahraman olamamıştır. O, kahraman olacaksa önce Romalı olmak zorundadır ve tarihçiler bu iş için elinden geleni yapmıştır.

Peki, öyleyse bu uzun girişten sonra esas meseleye dönelim; bugün İngiltere'de ne oluyor? Bugün, İngiltere'de olanlar yakın tarihteki gelişmelerden bağımsız değil. Uzun süren Tory iktidarı ve onun beslediği Nazizmin tohumları filiz vermiş gibi görünüyor. Ukrayna'da Nazizmin desteklenmesi ve büyütülmesine destek veren ülke (elbette ABD ile birlikte), şimdi kendi yarattığı canavarla yüzleşiyor. Bu canavar sosyal medya olmadan büyütülemezdi. Hitler dönemi için radyo ne demekse, bugünün faşist hareketleri için de sosyal medya o anlama geliyor. Her olay, her insani trajedi mülteci nefretine ve siyasi bir operasyona dönüştürülüyor. Bunun arkasında çok daha derin ve karmaşık sorunlar var. Ve bunlar bir köşe yazısına sığdırılamayacak meseleler.

Dublin-Londra önce İrlanda Cumhuriyeti'ndeki Sinn Fein'in iktidar olma ihtimalini yok etti. Parti sanki iktidardaymışçasına yoksul semtlerde giderek güçlenen lümpen faşistler tarafından hedefe oturtuldu ve herkesin gözü önünde ideolojik olarak budandı. Budanan sadece Sinn Fein değildi, İrlanda'nın Filistin duyarlılığı ve insani reaksiyonları budanıyordu. İş Belfast'ta açık bir deklarasyona kadar gidecekti. Bu açık deklerasyon şuydu: Cumhuriyet'in üç renkli bayrağıyla, kraliyetin bayrağı ortak düşman 'barbar-mültecilere' karşı birleşecekti. Yüzlerce yıllık bir sorunda, görülmemiş manzaralar ortaya çıktı ve İngiliz (kraliyete sadık gruplarla), İrlanda milliyetçileri zaten herkesin malumu olan birlikteliklerini açık etti. Maskeler acı bir trajediyle bir bir düşecekti...

Southport, İrlanda denizi kıyısında yer alan İngiltere'nin en büyük on birinci yerleşim yeri. Geçtiğimiz pazartesi bu güzel kentte herkesi sarsan büyük bir trajedi gerçekleşti. Tam bu noktada şunu not etmek gerekiyor, bu tür olaylarda dış odaklara bakmak milliyetçilerin gerçek failleri gizlemek için yarattığı rezil bir histeridir. Oysa katiller içeridedir ve katilleri yaratan şey toplumsal eşitsizliği temel alan sömürücü düzendir. Neticede üç küçük kız çocuğu (6-7 ve 9 yaşlarında) dans atölyesinde uğradıkları vahşi saldırı sonucu hayatını kaybetti. Tüm dünyada siyasi operasyonlarla ve algı yönetimi facialarıyla nam salmış Facebook, TikTok ve X gibi sosyal medya platformlarında hızlı bir propaganda devreye girdi. Yalan yayıldı ve gerçek kimsenin umurunda değildi.1

Yalan hızla yayılırken ve nefret dalgası büyürken medyanın eli kolu yasalar tarafından bağlanmıştı. İngiltere ve İrlanda'daki yasalar failin kimliğinin (özellikle 18 yaş altındaysa) kamuoyuna duyurulması yönünde önemli kısıtlamalar getiriliyor. Bu yasalar sadece faili değil, gerçek katili bulmak için de kritik sınırlamalar getiriliyor. Zira, tarihsel deneyimler gösteriyor ki gerçek katiller galeyana getirilen ve yalan bilgilerle linç orduları kuran kitlelerin içerisine rahatlıkla saklanabiliyor. Yani faşistler sadece kapı bekçiliğini yaptıkları sermayedarları değil, sözde kin ve nefret kustukları katilleri de koruyor. Ayrıca şüphelinin etnik kimliği ve ailesinin açıklanması da büyük riskler barındırıyor. Medyanın eli bu kurallarla bağlanırken, sosyal medya doludizgin neo-liberal kuralsızlığın tadını çıkarıyordu. Katil sosyal medyanın gücü sayesinde saniyeler içerisinde bulundu. Şahıs İngiltere'ye botla geçen ve adı Ali Al-Shakati olan bir müslümandı. Binlerce kişi Atkinson binasının önünde nöbet tutarken bu haberlerle galeyana getirildi. Southport'ta yaşanan ilk olaylarda 39 polis memuru (bunlardan sekizinin durumu ağır) yaralandı ve bir camiye saldırıldı.

Türkiye dahil tüm dünyada göçmen-mülteci imgesi hızla düşman menziline oturtuldu ve ateş altına alındı. Sokaklara çıkan, medyanın rezil diliyle 'göçmen karşıtları' ki gerçekte Naziler, durdurdukları arabalarda Afrikalı siyahları aradı ve buldukları yerde gereken cezayı kesti. Küresel Nazizmin Türkiye kolu, hızla bu kişileri 'göçmen-mülteci' olarak işaretledi. Milliyetçilik cahil bırakılan kitlelerin sürü gibi güdülmesi ve aklın yitiminden başka bir şey değil. Medyanın kitlelerin önüne sürdüğü popülist, utangaç Naziler İngiltere sokaklarını mültecilerle dolduruverdi. İngiltere'nin sömürgeci geçmişi, siyah derili dışişleri bakanı ve Hint kökenli eski başbakanı hızla unutuluvermişti. Bu aptallığı küfürden başka anlatabilecek herhangi bir yöntem düşünemiyorum. Yine de okura saygımdan ötürü bu yola sapmamaya gayret edeceğim.

Türkiye'deki ortalamanın (vasatın), aklına sokması gereken temel şey şu: İngiltere, işgal ettiği sömürgelerinden milyonlarca insanı kendi ülkesine taşıdı ve onların köle emeği sayesinde bugünkü zenginliğine erişti. Yani İngiltere sokaklarında gördüğünüz esmer, siyah ve sarı benizli insanların çoğu ülkenin asli unsuru ve evet kalın kafaların alamayacağı biçimde onların tamamı 'İngiliz vatandaşı'. 

Southport'ta yaşanan olaylar hızla ülkenin geneline sıçradı. Liverpool ve Belfast gibi büyük kentlerde dükkanlar yağmalandı. Belfast'ta Suriyeli bir adamın dükkanı ateşe verildi. O sırada 'X' üzerinden Türkiye'den, Türkçe olarak yazılan "onlar da hak ettiler" tarzında pek çok ahmakça yorum okudum. Neticede faşistler sokakta siyah avına çıkılırken, gerçekler bir anda sökün etti. Gerçekler ortaya çıktı ama artık gerçek kimsenin umurunda falan değildi. Mültecilerin konakladıkları oteller yakılabilir, Müslümanların camileri ateşe verilebilirdi. Barışçıl gösteri aşığı ve gerçeğin biricik savunucusu ırkçıların ne barışla ne de gerçekle bir ilgilerinin olmadığı çabucak anlaşıldı. Katil zanlısı olarak yakalanan şüpheli, Galler'in Cardiff kentinde doğan ve Müslüman olmayan bir İngiliz vatandaşıydı. Hemen "ama anası-babası Ruandalıymış" diye bağırdılar. Faşistler bir kez kana susadıysa eğer, onları durduracak herhangi bir gerçek yoktur. Ayrıca gerçekten yakalanan şahıs Müslüman olsaydı ne olurdu? Dublin'deki gibi çocukları bıçaklayan kişi Cezayirli olsa ne olurdu? Bu bize camilere girip tüm Müslümanları kesme ve Afrikalıları zincire vurma hakkı mı verirdi? Bakın şu medeni Avrupa'nın haline! Orta Çağ hukukunu arzulayan zorbalığın cüretine bakın! Tüm dünyaya medeniyet ve demokrasi dersi veren zavallı beyaz Avrupalı adamın haline bakın! Bu rezilliği görecek bir çift göze sahip değilseniz eğer, insanlık olarak türümüzün yok olması doğanın başına gelebilecek en güzel hadiselerden biri olacaktır belki de!

Bir canlı, kendi türüne karşı böylesi bir nefret ve kinle herhangi bir biçimde canlı olarak yaşamaya devam edemez. Tüm bu vahşet çağrılarının gölgesinde klişe deyimle 'çiçeği burnunda' başbakan Sir Keir Starmer, kameralar karşısına geçti ve çok ağır cümlelerle, yasanın düzen bozucularına karşı harekete geçeceğini ilan etti. Starmer'ı izlerken çok güzel saç, sakal ve ense tıraşı olduk. Polis teşkilatının ve ordunun ana gövdesi NATO doktrini gereği  Nazi zihniyetli faşistlerden oluşturulmuşken, hangi güvenlik teşkilatının bu olaylara nasıl müdahale edeceği büyük bir muamma. Geçmişte grev yapan işçilere tank gönderenler, devrimcilerin Filistin bayraklı eylemlerini gaza boğanlar, yıllardır sokakları terörize eden faşistlere karşı en ufak bir şey yapmadı. Mültecilerin konakladıkları yerler bir bir kundaklanırken, polis teşkilatı muhtemelen bu olayları sosyal medyadan takip ediyordu. Faşizme bu derece meşruiyet alanı açılmışken ve faşistler yasayı uygulayacak güçlerin içinde bu derece örgütlüyken sahi onları kim durduracak? Benzer bir doktrin Türkiye'de işlemedi mi? Devrimcilerin en ufak eylemine koca koca panzerlerle dikilen polis, ülkücülere karşı ne yaptı? Türkiye'yi geri kalmış bir ülke olarak görenler, burdaki benzeşimleri görmekte zorlanacaktır. İttifak ülkelerinin (NATO'nun) iç işleyişi her yerde aynı. Olayların detaylarında boğulmak, sıradan haber diline (3 kişi öldü, 5 kişi yaralandı vb.) yenilmek yerine odaklanmamız gerken meselenin özü olan şeyler bunlar. Sıradan haber dili şu yüzden tehlikeli: Bu dil, olayları insani gözle görmeyi engelleyen, standartlaşmış-mekanik bir anlam üretir ve bu anlam dehümanizasyonun kapılarını aralar. Öyleyse gelelim o kritik soruya! Peki, biz kimin yanında yer alacağız?

Türkiye ve dünyadaki medeniyet tarikatının sözcülerine baktığımda şunu görüyor ve irkiliyorum. Bu salakların tamamı geç Roma Cumhuriyeti çağında yaşamış olsaydı, barbar Spartaküs ordusuna karşı medeniyetin yanında yer alacaklardı. Gün geçmiyor ki Arapların korkak, hain, aptal ve insanlık dışı canlılar olduğunu duymayalım. Türkiye'de bu koroya katılanların sayısı azımsanmayacak düzeyde ve elbette güçlerini tarihsel çekişmelerden alıyorlar. ABD merkezli üstün beyaz adam ırkçılığı, doğulu adamın insan altı varlık olduğuna karar vermiş ve kendi kast ideolojisini tüm dünyaya dayatıyor. Avrupalı adam şair, romancı ya da politik bir Arapla karşılaştığında şok oluyor. Belki bir yönüyle haklı bile olabilir. Taliban'ı ya da IŞID'i  besleyip büyütüp bir yerlerden hâlâ ışık sızıyor olmasından rahatsız olabilirler. Türkler kendilerini bu denklemden ayrı görürken, Avrupalı adam zamanı geldiğinde ona yerini hatırlatmaktan bir saniye bile çekinmeyecektir. Çünkü aynı kafalar, bir Türk'ün William Shakespeare ayarında şiirler ve oyunlar yazabileceğini kabul edemiyor. Kısacası medeniyet Roma'dır ve onun dışında kalan herkes barbardır. Hepimizi "Roma yıkılır, medeniyet ortadan kalklar ve kuralsız vahşet çağına gireriz!" diye korkutuyorlar. Oysa tıpkı Roma'da olduğu gibi askeri terör rejimi, kural tanımayan vahşetiyle insanlığı köleleştirmeye devam ediyor. İşgal ettiği topraklardan gelen insanlara (örneğin: Iraklılara) evlerinize dönün diye haykırıyor. Oysa insanların ne dönecek evi, ne da yaşayabilecekleri bir ülke bıraktılar. Bu yüzden gidecek hiçbir yeri olmayan insanlar, şimdi ait oldukları ülkede yaşayacak ve yaşamak için savaş vermek zorunda kalacak.

Rivayete göre Spartaküs, ordusunun birliğini sağlamakta çok zorlanıyordu. Çünkü, Spartaküs Roma'yı çok iyi biliyordu ve savaş kapasitesinin ne düzeyde olduğunun farkındaydı (barbar bir adama, hatta bir köleye göre çok akıllı. Sizce de öyle değil mi?). Tam dokuz kez Roma lejyonlarını bertaraf eden bu güçlü 'barbar' gerilla ordusunun bir noktada kaybedeceğini biliyordu. Bu yüzden insanlarını Roma'dan çıkarmak istedi. Önce denize yöneldi ve korsanların ihanetiyle yüzleşti. Sonra Kartacalı Hannibal'ın aştığı Alplere gözünü dikti. Spartaküs'ün kıdemli komutanları bu noktada isyan bayrağını çekti. Evet, Spartaküs'ün yüce bir amacı vardı ve evet onlar da buna inanmışlardı ancak Roma'yı terk etmek akıllarının ucundan geçmemişti. Çünkü bu Trakyalı, Kelt ve Cermen ordusundaki adamlar uzunca bir zamandır yurt olarak Roma'yı bellemişti ve doğdukları topraklara yabancılaşmışlardı. Kalıp yiğitçe savaşmayı ve kölenin konuşan bir alet olmadığını Romalı efendiye ispat etmeye karar vermişlerdi. Ve arkeolojik kayıtların söylediği şey, bu adamların aptal birer maceracı ya da düzensiz barbar bir yağmacı olmadığına işaret ediyor. Kolezyumda size gösterilen her şeye inanır mısınız? Öyleyse siz acınası bir zavallısınız. Roma yıkılıyor ve bunun farkında değilsiniz. Kitle iletişim araçlarından yayılan bilginin esiri olan tüketici yurttaşın ürettiği vahşet, Roma'nın sonunu getirebilir. Bu son yaklaşırken, medeniyet dedikleri zorbalık düzenini ayakta tutmak için Roma lejyonlarının safında değil barbar ordularının saflarında, kardeşlerimizin yanında yer alacağız. 

"Öte yandan arkeolojik buluntular, topografya araştırmaları sonuçları ve gladyatör müsabakalarından (elbette ki gerçek silahlar olmadan) tutun da Spartaküs'ün adamlarının Vezüv'den aşağı inerken yaptıkları gibi üzüm bağlarını halat şeklinde dokumaya kadar geniş yelpazede yapılan tarihsel rekonstrüksiyon denemeleri vardır. Sikkeler, duvar resimleri, sapan topları ve tahkimat kalıntıları da isyancıların İtalya kırsalında nasıl bir yol izlediğini kaydetmiştir. Türkiye'de bulunan gladyatör mezarlığında çıkan kemiklerde, gizemli talim izleri ve insanların can çekişerek öldüğü ihtimali görülür. Mezarlar, mabetler, kasabalar, altın ve demirler, plakalar ve resimler gibi bütün malzemeler, bizi, Yunan ve Roma metinlerindeki barbar tek tiplemesinin ötesine götürür." (Strauss,2022:22-23).

                                                                       /././

Çiğli Belediyesi işçileri ve Özel tarzı yeşilli morlu Devletçilik! -Selahattin Kural-

Siyasetin bu hali, yani popülizmin dibine vurmak, nabza göre şerbet vermek, dürüst olmamak kılavuz edilmişse sonrasında olacaklara da şaşırmıyoruz.

Çiğli'de 150'ye yakın belediye işçisi seçimlerin ardından işten atıldı.

Eski belediye başkanı CHP'liydi, mevcut belediye başkanı da öyle. 

İşten atılanlar arasında sadece seçimlerden önce işe alınan işçiler yok. Olsa bile işçileri işten atmaya kimsenin hakkı yok. Hele de tasarruf ve bütçe yok gerekçesiyle. Bu bir planlama konusu, bunu planlayamayan bir belediyenin ilk yapacağı şey sorunu kendinde aramak olmalı.

Asıl sorun her seçim öncesi bir kural haline gelen birilerini işe alma vaatleri. Düzen partileri, patronlar ve parası olan adaylar yarışıyor, kazanan önceki başkanın işe aldığı işçileri işten atmayı kendinde hak görüyor. Sonuçta olan işçilere oluyor. Hem işten çıkarılıyor, hem de üzerine ATM memuru gibi sıfatlar yakıştırılarak onur kırıcı davranışlara maruz kalıyor.

İşçileri halkın gözünde düşmanlaştıranlar, işçilerin yaşamı üzerinden oyun oynayanlar ise utanmıyor.

Sorun sadece Çiğli'de yaşanmıyor, pek çok belediyede bu örnekler var. 

Ama konuyu bu köşeye taşımamızın nedeni hafta sonu CHP'nin “Eşitlik ve Adalet" temasıyla topladığı Kadın Kolları Kurultayı’nda yaşananlar oldu.

Birkaç aydır belediye ve CHP Genel Merkez binası önünde eylem yapan işçiler Özgür Özel kürsüdeyken "İşimizi geri istiyoruz" sloganlarıyla protesto ettiler. Özel, "Burası Kadın Kolları Kongresi, burayı mı buldunuz protesto için" diyerek güvenliğe kadın işçilerin çıkarılmasını söyledi. Aynı yıllardır Erdoğan’ın yaptığı gibi.

Kadın kolları toplantısı yerine başka bir toplantı olsaydı işçiler özgürce protestolarını yapacaktı yani!

Herkes dürüst olsun, işçilerin konuşması düzen siyasetçilerini rahatsız ediyor. 

Seçim öncesi ne sözler verildiğini herkes biliyor. Düzenin kurallarını oynadılar, şimdi kendilerine yönelik çatlak bir ses çıktığında “provoke etmeyin” diyorlar.

Diğer taraftan emek gündeme geldiğinde, yani işçiler konuştuğunda, AKP dini ve milli duyguları, CHP de bu örnekte kadın kimliğini öne sürüyor.

Kadın meselesi emekten ayrı bir şey midir? Kurultaya gelen kadın işçiler işsiz kalmış, işimizi geri istiyoruz diyor ama kadın kurultayında bunun yeri yok. Öyle mi?

İşçiler günlerdir genel merkez önünde yatıyor, aylardır belediye binası önünde direnişteler. Sorun şu ki, CHP belediye işçilerini duymak, görmek istemiyor.

İşçiler haklıdır ve bir an önce işe dönmelidir.

Siyasetin bu hali, yani popülizmin dibine vurmak, nabza göre şerbet vermek, dürüst olmamak kılavuz edilmişse sonrasında olacaklara da şaşırmıyoruz.

Aynı kurultayda Özel, CHP'nin altı okundan biri olan Devletçilik okunun yarısını yeşil yarısını mor renge boyayacağını söyleyerek, "Eşit temsili bu partiye de bu ülkeye de biz getireceğiz." dedi.

Her şeyden önce eşitliğin sağlanması için insanlar arasındaki ekonomik eşitsizliklerin ortadan kalkması gerekir.

Yoksa büyük holding ve şirket sahipleriyle 17 bin lira ücretle geçinmeye çalışan işçi, yüzlerce evi olanlarla evi olmayan yoksul, işçileri seçim öncesi oy deposu olarak görenlerle geçinmek için belediye kapısında iş bulmaya çalışan yurttaş, işçileri sömüren kadın bir patronla emekçi bir kadın eşit olabilir mi?

İsterseniz altı okun hepsini birden rengarenk boyayın, bu temel konuların çözümüne dair köklü bir şey söylemeden eşitlik olmaz. 

Adalet de olmaz.

Bu siyaset tarzı ülkemize yerleştirildi. Bu sömürü düzenine karşı bir şey söyleme ama emekli aylıkları için miting yap, özel okullara karşı parasız ve bilimsel eğitimi savunma ama öğretmenler için toplan, Mehmet Şimşek ekonomisini destekle ama ücretler için söz söyle.

Kapitalizm eşitsizliklerin kökenidir. Bir yandan sermayeye yeşil ışık yakıp, diğer yandan kadınların eşitliğinden söz edilemez.

Edilirse samimiyetsizlik, ikiyüzlülük olur.

Çiğli belediyesi işçilerinin mücadelesi bu çirkin siyasete karşı önemli bir örnektir.

                                                                 /././

                                            soL - GÜNDEM

Instagram yasağı: AKP ve Meta birbirlerine sansür dayatıyor

                                                                                                             Kolaj:mstfkrc

Meta, ABD’nin terör listesine göre sansürü kabul etti. AKP, “bizim istediklerimizi de ekleyin” dedi. Sansür oyununun nereye varacağı belli değil. Instagram hâlâ yasaklı.

Bugün, sosyal medya platformu Instagram’a Türkiye’den erişilemeyen beşinci gün.

2 Ağustos günü Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) kararıyla, Facebook’un da sahibi olan Meta şirketine ait platforma erişim kısıtlandı.

Kararı tetikleyen, Hamas lideri İsmail Haniye’yle ilgili içerikler oldu. Haniye İran’da suikast sonucu öldürülmüş, AKP hükümeti Türkiye’de yas ilan etmişti. AKP’nin sansürcü başı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Instagram’ın Haniye’yle ilgili taziye mesajlarını sansürlediğine işaret ederek Instagram’ı bir Instagram paylaşımıyla kınamış, erişim engelinin gerekçesini ortaya koymuştu.

AYM'nin kararı yok sayıldı, sitesi engellendi

Türkiye’deki siyasi durumun çarpıcı bir örneği olarak, aynı gün, Resmi Gazete’de Anayasa Mahkemesi’nin bir gerekçeli kararı da yayımlanmıştı. Karar, tam da İletişim Başkanlığı’nın Cumhurbaşkanlığı kararnameleri vasıtasıyla bu gibi yasaklamalar yapmasının Anayasa’ya aykırı olduğuna hükmediyordu.

AYM kararı X hesabından ve internet sitesinde paylaştı, sonra X mesajı silindi, bir süre “kafanıza göre site engelleyemezsiniz” kararı veren AYM’nin internet sitesi engellendi, sonra hiçbir şey olmamış gibi devam edildi.

'Senin teröristin, benim teröristim' zeminine çekildi

Aynı günün ilerleyen saatlerinde Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu konuyla ilgili açıklama yaptı. Haniye içeriklerinin sansürlenmesinin yasaklamaya yetecek zemin sağlamadığını hissettiren bir şekilde Bakan, “katalog suçlar”a, yani Türk Ceza Kanunu’nda belirtilen ciddi suçlara işaret etti. 

Haniye sansürlerinin Türk Ceza Kanunu’yla bir ilişkisi yoktu. Bu nedenle hükümetin, şirketle pazarlıkta başka bir konuyu gündem etmesi gerekiyordu. 

Instagram yasağının dördüncü gününde, Pazartesi akşamı, şirket temsilcileriyle yapılan toplantıda konuşulanlar, pazarlığın “senin teröristin, benim teröristim” zeminine çekildiğini ortaya koydu.

Haber Global’de yer verilen bilgilere göre toplantıda Uraloğlu başkanlığındaki heyet, Türkiye’nin terör örgütü listesinde yer alan PKK, PYD ve FETÖ’ye yönelik destek mesajlarının da algoritmalarla engellenmesi gerektiğini vurguladı. AKP, aynı zamanda platformdan kaldırılmasını istediği içerik listesini de şirkete sundu.

META ise, ABD’nin Hamas’ı terör örgütü olarak kabul ettiğini ve bu çerçevede algoritmaların devreye girdiğini savundu.

AKP küresel iletişim tekellerinin sansürleriyle mücadele etmiyor, yapıya dahil olmak istiyor

Sosyal medya platformları, küresel iletişimin yeni tekelleri. Algoritmalar, dünya üzerinde kimin hangi bilgiye erişebileceğini büyük oranda belirliyor ve bu şirketler “kafalarına göre” davranabiliyor. Şirketlerin “kafaları”, genelde bulundukları ülkenin siyasi pozisyonuna göre belirleniyor.

soL da uzun süredir Meta şirketi ve Facebook’la benzer bir sıkıntı yaşıyor

11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin küresel doktrini, “teröre karşı savaş” olarak şekillendi. Bu dönemde ABD, karşı çıktığı tüm aktör ve devletleri terör listesine alarak yaptırım uygulamaya başladı. Bunlar arasında Küba, Venezuela gibi devletler de yer aldı. Sosyal medya tekelleri, ABD’nin bu yaklaşımını kendi sansürlerinin gerekçesi olarak kullanıyor.

AKP hükümeti, bu yapının kendisiyle mücadele etmekten ziyade, kendi isteklerinin de bu uluslararası sansür yapısına dahil edilmesini istiyor.

                                                            ***

TKP bu kez Anadolu Efes’in kapısına dayandı: 'Tefeciler halka hesap verecek!' 

Anadolu Holding'in kârlarıyla halk adına neler yapılabileceğini sıralayan TKP, İzmir Bornova'da bulunan Anadolu Efes Fabrikası'nın kapısına dayandı, "Memleketin sırtından asalakları atacağız" dedi.
(
https://haber.sol.org.tr/haber/tkp-bu-kez-anadolu-efesin-kapisina-dayandi-tefeciler-halka-hesap-verecek-394505)

                                                                       ***

Akşener iki gazeteciden şikayetçi olurken partisini ifşa etti

Meral Akşener, Ayhan Bora Kaplan dosyası şüphelisini kürsüde konuşturduğunu ortaya çıkaran gazetecilerden şikayetçi oldu. Akşener şikayet dilekçesinde partisinden Koray Aydın'ı suçladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/aksener-iki-gazeteciden-sikayetci-olurken-partisini-ifsa-etti-394514)                                         ***

Bangladeş'te protestoculardan ültimatom: Ordu yönetime gelemez, meclis feshedilsin

Bangladeş'teki öğrenci protestosunun koordinatörleri, geçiş hükümetiyle ilgili bugün ordu şefiyle buluşacak. Eylem öncüleri, cumhurbaşkanına "Ordu destekli hükümeti kabul etmeyiz" mesajı verdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/bangladeste-protestoculardan-ultimatom-ordu-yonetime-gelemez-meclis-feshedilsin-394513)

(soL)