6 Ağustos 2024 Salı

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM"

Atom bombası gerçekten Japonya’ya mı atıldı? -Ogün Eratalay-

Acaba atılan bombalar gerçekten Japonya’ya karşı mı atıldı yoksa hedef başka bir ülke miydi?

Bugün 6 Ağustos. Hiroşima’ya ABD tarafından atılan atom bombasının 79. yıldönümü. Nagasaki’ye 9 Ağustos'ta atılan bombayla beraber düşünüldüğünde bu saldırılarda toplamda yaklaşık çeyrek milyon insan korkunç bir şekilde öldürüldü. Sağ kalan Japonlar korkunç yaralarıyla ölümlerini beklerken, ortaya çıkan radyasyon, hastalık, salgın ve açlık sebebiyle uzunca bir dönem boyunca ülkede yıkım sürdü. Ancak acaba atılan bombalar gerçekten Japonya’ya karşı mı atıldı yoksa hedef başka bir ülke miydi?

İkinci Dünya Savaşı’na dair Batı kaynaklı tarih yazımı ve popüler kültür, Pasifik Cephesi'nde olanın çok dışında bir anlatım içerir. Avrupa’da zaferin kazanılmasıyla beraber Müttefik Devletler için artık odakta Japonya vardır. İmparatorluk hayalleri kuran Japonya, Çin’de işgal ettiği toprakların dışında Güneydoğu Asyanın neredeyse tamamında ve Pasifik Okyanusu'ndaki önemli takımadalarda hakimdir. Ancak ülke başta ham petrol olmakla beraber doğal kaynak olarak dışa bağımlıdır ve ABD ambargosu nedeniyle kıpırdayamaz durumdadır. Donanmanın ve hava kuvvetlerinin dışında tüm ordu birliklerini etkileyen bir çöküş hali hakimdir. Böyle bir durumda olan Japonya’ya karşı neden bir kitle imha silahı kullanılmıştır?

Pasifik Cephesi: Atom bombasının atılması gerekli miydi?

17 Temmuz-2 Ağustos 1945 tarihleri arasında toplanan Potsdam Konferansı’nda ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği liderleri bir araya gelmiş, savaşın ortaya çıkardığı sorunları irdelemişlerdi. Bu görüşmeler sırasında savaşa hâlâ devam etmekte olan Japon İmparatorluğu’na hitaben bir ültimatom kaleme alınmış ve 26 Temmuz 1945 tarihinde kamuoyuna açıklanmıştır. Ültimatomda Japonya’nın derhal kayıtsız şartsız teslim olması talep edilmekte, aksi durumda “ivedi ve korkunç bir felaketle” baş başa kalacağı uyarısı yapılmaktaydı. Burada dikkat çekici nokta Sovyetler Birliği ile Japonya arasındaki durumdu. Ültimatomda Sovyetler Birliği’nin imzası yer almamaktaydı çünkü iki ülke arasında 13 Nisan 1941 tarihinde imzalanmış olan tarafsızlık antlaşması yürürlükteydi.

Halhin Gol Muharebesi sırasında Sovyet-Moğol kurmay heyeti (Sağdan ikinci Jukov, üçüncü Çoybalsan)

İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde bu iki ülke silahlı olarak karşı karşıya gelmişti. Asya’da kurduğu kukla devlet Mançuoko üzerinden yayılmaya çalışan Japon Silahlı Kuvvetleri 29 Temmuz-11 Ağustos 1938 arasında yapılan Hasan Gölü Muharebesi'nde ve sonrasında 11 Mayıs-16 Eylül 1939 tarihleri arasında yapılan Halhin Gol Muharebesinde Moğolistan birliklerine ve Sovyet Kızıl Ordusu'na yenilmiştir. İşgal ettiği Çin topraklarını genişletmek ve Asya’da yeni sömürgelere ulaşmak isteyen Japon egemen sınıfları kuzeye Moğolistan-Rusya yönüne yönelmek yerine güneye yönelmek durumunda kalmış, bu bölgedeki Batı Avrupa ülkelerinin sömürgesi konumundaki ülkelere (Malezya, Singapur, Filipinler, Borneo, Sumatra, Yeni Gine) saldırmıştır. Japonya, güneye doğru harekâtına karşı petrol başta olmak üzere hammadde ambargosu uygulayan ABD ile adım adım savaşa gitmekte olduğu için aynı anda hem SSCB hem de ABD ile savaşta olmamak için imzalanan Sovyet-Japon Tarafsızlık Antlaşması'na büyük önem veriyordu. Dolayısıyla 9 Ağustos 1945 günü SSCB tarafından Japonya İmparatorluğu'na karşı ilan edilen savaş, Japonları çok şaşırtmıştı. Bu cepheden bir saldırı beklemeyen Kwantung Ordusu 9-20 Ağustos tarihleri arasında hiçbir direniş gösteremeden ezilmiş, 1,5 milyon Kızıl Ordu askeri Asya’daki tüm Japon varlığına yedi günde son vermişti. Yenilgi tam bir hezimet seviyesinde olduğu için Japon yönetici sınıfları o döneme kadar gündemlerinde olmayan teslim olma seçeneğini düşünmek durumunda kalmışlardı.

                                                      Mançurya Harekâtı

Bombanın hedefinde Sovyetler Birliği vardı

Durum bu şekildeyken ve Nazi Almanyası’nın mağlubiyetinden sonra savaşan tek Mihver Devleti olarak yalnız kalmış olan, bunun yanı sıra işgal ettiği Asya topraklarında tarifsiz bir askerî mağlubiyet almış olan Japonya’ya 6 Ağustos günü ilk atom bombası atılmış, insanlık tarihinde görülmemiş bir katliam gerçekleştirilmiştir. Burada atom bombasının atılmasının gerekçesi olarak Japonya ada topraklarına girişilecek bir çıkartmanın çok kanlı olacağı ve harekâtta zayiat verecek olan ABD askeri personelinin kayıplarının bu sayede önüne geçildiği iddia edilir. Ancak Japon Silahlı Kuvvetlerinin başarısızlıkları zaten Japon egemen çevrelerinde teslim olma seçeneğini kuvvetli bir şekilde gündeme getirmiştir. Bunun da ötesinde ABD yöneticilerinin atom bombasını kullanabilmek amacıyla barış görüşmelerine dair temasları reddettiği de bilinmektedir.

Başkan Harry Truman liderliğinde ABD, teslim olmak üzere olan bir ülkeye atom bombası atmaktan çekinmemiştir. Emperyalizm, savaşın ardından ortaya çıkacak olan yeni jeopolitik ortamda büyük prestij sahibi olan sosyalizmi kuşatmayı daha savaş sürerken kurgulamıştır. Atom bombası sayesinde ABD, SSCB karşısında koz elde ettiğini düşünerek örtülü bir tehdidi sürdürmeye çalışmıştır. Bu durum SSCB 1949 yılında kendi atom bombasını üretene kadar devam etmiştir.

                       Yaklaşan ABD seçimlerinde nükleer gündem

Kasım ayında yapılacak olan başkanlık seçimlerde Cumhuriyetçi Partinin adayı olan Donald Trump nükleer silahlar konusunda oldukça net fikirlere sahip. Önceki başkanlık döneminde onunla beraber görev yapmış yüzlerce bürokratın dahil olduğu Project 2025 (https://www.project2025.org/ ) adı verilen platforma göre Cumhuriyetçilerin iktidarında nükleer silahlanma programlarına ağırlık verileceği belirtiliyor. Bunun dışında özellikle denizden atılabilecek nükleer başlıklı füzelere dair bütçe ayrılacağı ayrıntılarıyla anlatılıyor. Öte yandan balistik füzeleri sınırlayan uluslararası anlaşmalara bağlı kalınmayacağını ilan eden platform, ABD envanterindeki füze sayısının da artırılacağını bildiriyor. 

Hiroşima katliamının 77. yıl dönümü: ABD'nin yalanları

ABD'nin Hiroşima ve Nagazaki katliamlarının savaşı bitirdiği yalanına sarılırken, asıl derdi savaşı sonlandıran sosyalizmdi.

(https://haber.sol.org.tr/haber/hirosima-katliaminin-77-yil-donumu-abdnin-yalanlari-344343)

İkinci Dünya Savaşı’nı Hiroşima ve Nagazaki’ye yapılan atom bombası saldırıları mı bitirdi? -Tulga Buğra Işık-

İkinci Dünya Savaşı'nda Japonya'nın teslim olmasının sebebinin ABD'nin attığı atom bombası olduğu sıklıkla iddia ediliyor. Anaakım basın tarafından da sıklıkla öne sürülen bu iddiaya rağmen, yaşananlara ve o dönemde söylenen bakıldığında savaşı bitirenin ABD'nin sivil öldürülmesi değil, yaşanan askeri zafer olduğunu söylemek mümkün.

(https://haber.sol.org.tr/dunya/ikinci-dunya-savasini-hirosima-ve-nagazakiye-yapilan-atom-bombasi-saldirilari-mi-bitirdi)

                                                                /././

İngiliz kolezyumu: Mülteciler, göçmenler, barbarlar -Çağdaş Gökbel-

Kolezyumda size gösterilen her şeye inanır mısınız? Öyleyse siz acınası bir zavallısınız. Roma yıkılıyor ve bunun farkında değilsiniz.

İrlandalı büyük şair Oscar Wilde'ı bu dünyada en çok korkutan şey neydi? Kitlelerin zorbalığı! Verdiği ender politik eserlerinden birinde, kitlelerin zorbalığına ve gazeteci denen ve parayla tutulan tetikçinin insafına bırakılmaktan korkuyordu. Korktuğu başına geldi ve bugün zihnimizdeki 'Oscar Wilde' imgesi gerçeğin değil, kitle zorbalığının (popüler kültürün) bir yansıması...

Sosyal medya keşfedildiğinden beri, insanlık yeniden propagandanın ve kitle zorbalığının etkisi altında inim inim inliyor. Kim bilir kaç kişi sadece bu yazının başlığını okuyup, 'X' denen lağım çukurunda alıntılayarak ya da yorum yazarak nefret arzusunu tatmin edecek. İnsanlığın acıları üzerinden rezilce kendisini tatmin edenlerin orgazmı türümüzü hızla yok oluşa sürüklüyor. Bu sefer bir sistem ya da bir imparatorluğun çöküşünden değil, insanlığın çöküşünden bahsediyoruz; çünkü artık kara göründü. Garip bir biçimde bu çöküş, bizi yöneten burjuvaların öykündüğü Roma'nın çöküşüne çok benziyor...

"Antik kaynaklar tutkulu, özgürlüğe aç ve intikam için yanıp tutuşan bir adam tasvir ederler. Spartaküs' ün eylemleri ise farklı bir hikaye anlatır. O bir deli fişek değil, duygularını kontrol eden bir adamdı." (Strauss,2022:24).

Spartaküs, ardında yazılı hiçbir metin bırakmadı. Bildiğimiz yazılı kaynakların tamamı muzaffer Romalılar tarafından taraflı bir biçimde kaleme alındı ve çoğunlukla propagandaya alet edildi. Hollywood'un yüce yönetmenlerinden ve seküler tarikatımızın sapıkça tapındığı isimlerden biri olan Stanley Kubrick, Romalı bakış açısını günümüz ideolojisiyle süsleyerek bize bilmemiz gerekenleri öğretti. Barbarlar medeni olamazlardı ve barbarlar eline silahı aldıklarında yağma ve terör yapan kontrolden çıkmış canavarlar olarak görülüyordu. Filistinli çocuğu taş atarken görmek, beyaz Avrupalı'yı rahatlatan bir imgeydi. Çünkü taşlar son teknoloji tankları yok etmeye yetmezdi. Filistinli çocuk ne zaman eline tank savar füzesi aldı ve İsrail tanklarını avlamaya başladı işte o vakit işin rengi değişti. Yine de sanki Romalı kaynaklar Spartaküs'ü kayırır gibi görünür. Böyle görünmesinin sebebi, sınıf savaşından acı bir ders almış olmalarıdır. Normal koşullarda Roma düzenine entegre olması ve Roma lejyonlarında subaylık yapması gereken bir adamın Roma'ya düşman olmasından önemli dersler çıkarılması gerektiğini çok iyi bilirler. Romalılar, Spartaküs'ün Romalı imgesine aşık olmuşlardır. Spartaküs, maalesef kendi kimliğiyle ve benliğiyle bir Trakyalı olarak dahi kahraman olamamıştır. O, kahraman olacaksa önce Romalı olmak zorundadır ve tarihçiler bu iş için elinden geleni yapmıştır.

Peki, öyleyse bu uzun girişten sonra esas meseleye dönelim; bugün İngiltere'de ne oluyor? Bugün, İngiltere'de olanlar yakın tarihteki gelişmelerden bağımsız değil. Uzun süren Tory iktidarı ve onun beslediği Nazizmin tohumları filiz vermiş gibi görünüyor. Ukrayna'da Nazizmin desteklenmesi ve büyütülmesine destek veren ülke (elbette ABD ile birlikte), şimdi kendi yarattığı canavarla yüzleşiyor. Bu canavar sosyal medya olmadan büyütülemezdi. Hitler dönemi için radyo ne demekse, bugünün faşist hareketleri için de sosyal medya o anlama geliyor. Her olay, her insani trajedi mülteci nefretine ve siyasi bir operasyona dönüştürülüyor. Bunun arkasında çok daha derin ve karmaşık sorunlar var. Ve bunlar bir köşe yazısına sığdırılamayacak meseleler.

Dublin-Londra önce İrlanda Cumhuriyeti'ndeki Sinn Fein'in iktidar olma ihtimalini yok etti. Parti sanki iktidardaymışçasına yoksul semtlerde giderek güçlenen lümpen faşistler tarafından hedefe oturtuldu ve herkesin gözü önünde ideolojik olarak budandı. Budanan sadece Sinn Fein değildi, İrlanda'nın Filistin duyarlılığı ve insani reaksiyonları budanıyordu. İş Belfast'ta açık bir deklarasyona kadar gidecekti. Bu açık deklerasyon şuydu: Cumhuriyet'in üç renkli bayrağıyla, kraliyetin bayrağı ortak düşman 'barbar-mültecilere' karşı birleşecekti. Yüzlerce yıllık bir sorunda, görülmemiş manzaralar ortaya çıktı ve İngiliz (kraliyete sadık gruplarla), İrlanda milliyetçileri zaten herkesin malumu olan birlikteliklerini açık etti. Maskeler acı bir trajediyle bir bir düşecekti...

Southport, İrlanda denizi kıyısında yer alan İngiltere'nin en büyük on birinci yerleşim yeri. Geçtiğimiz pazartesi bu güzel kentte herkesi sarsan büyük bir trajedi gerçekleşti. Tam bu noktada şunu not etmek gerekiyor, bu tür olaylarda dış odaklara bakmak milliyetçilerin gerçek failleri gizlemek için yarattığı rezil bir histeridir. Oysa katiller içeridedir ve katilleri yaratan şey toplumsal eşitsizliği temel alan sömürücü düzendir. Neticede üç küçük kız çocuğu (6-7 ve 9 yaşlarında) dans atölyesinde uğradıkları vahşi saldırı sonucu hayatını kaybetti. Tüm dünyada siyasi operasyonlarla ve algı yönetimi facialarıyla nam salmış Facebook, TikTok ve X gibi sosyal medya platformlarında hızlı bir propaganda devreye girdi. Yalan yayıldı ve gerçek kimsenin umurunda değildi.1

Yalan hızla yayılırken ve nefret dalgası büyürken medyanın eli kolu yasalar tarafından bağlanmıştı. İngiltere ve İrlanda'daki yasalar failin kimliğinin (özellikle 18 yaş altındaysa) kamuoyuna duyurulması yönünde önemli kısıtlamalar getiriliyor. Bu yasalar sadece faili değil, gerçek katili bulmak için de kritik sınırlamalar getiriliyor. Zira, tarihsel deneyimler gösteriyor ki gerçek katiller galeyana getirilen ve yalan bilgilerle linç orduları kuran kitlelerin içerisine rahatlıkla saklanabiliyor. Yani faşistler sadece kapı bekçiliğini yaptıkları sermayedarları değil, sözde kin ve nefret kustukları katilleri de koruyor. Ayrıca şüphelinin etnik kimliği ve ailesinin açıklanması da büyük riskler barındırıyor. Medyanın eli bu kurallarla bağlanırken, sosyal medya doludizgin neo-liberal kuralsızlığın tadını çıkarıyordu. Katil sosyal medyanın gücü sayesinde saniyeler içerisinde bulundu. Şahıs İngiltere'ye botla geçen ve adı Ali Al-Shakati olan bir müslümandı. Binlerce kişi Atkinson binasının önünde nöbet tutarken bu haberlerle galeyana getirildi. Southport'ta yaşanan ilk olaylarda 39 polis memuru (bunlardan sekizinin durumu ağır) yaralandı ve bir camiye saldırıldı.

Türkiye dahil tüm dünyada göçmen-mülteci imgesi hızla düşman menziline oturtuldu ve ateş altına alındı. Sokaklara çıkan, medyanın rezil diliyle 'göçmen karşıtları' ki gerçekte Naziler, durdurdukları arabalarda Afrikalı siyahları aradı ve buldukları yerde gereken cezayı kesti. Küresel Nazizmin Türkiye kolu, hızla bu kişileri 'göçmen-mülteci' olarak işaretledi. Milliyetçilik cahil bırakılan kitlelerin sürü gibi güdülmesi ve aklın yitiminden başka bir şey değil. Medyanın kitlelerin önüne sürdüğü popülist, utangaç Naziler İngiltere sokaklarını mültecilerle dolduruverdi. İngiltere'nin sömürgeci geçmişi, siyah derili dışişleri bakanı ve Hint kökenli eski başbakanı hızla unutuluvermişti. Bu aptallığı küfürden başka anlatabilecek herhangi bir yöntem düşünemiyorum. Yine de okura saygımdan ötürü bu yola sapmamaya gayret edeceğim.

Türkiye'deki ortalamanın (vasatın), aklına sokması gereken temel şey şu: İngiltere, işgal ettiği sömürgelerinden milyonlarca insanı kendi ülkesine taşıdı ve onların köle emeği sayesinde bugünkü zenginliğine erişti. Yani İngiltere sokaklarında gördüğünüz esmer, siyah ve sarı benizli insanların çoğu ülkenin asli unsuru ve evet kalın kafaların alamayacağı biçimde onların tamamı 'İngiliz vatandaşı'. 

Southport'ta yaşanan olaylar hızla ülkenin geneline sıçradı. Liverpool ve Belfast gibi büyük kentlerde dükkanlar yağmalandı. Belfast'ta Suriyeli bir adamın dükkanı ateşe verildi. O sırada 'X' üzerinden Türkiye'den, Türkçe olarak yazılan "onlar da hak ettiler" tarzında pek çok ahmakça yorum okudum. Neticede faşistler sokakta siyah avına çıkılırken, gerçekler bir anda sökün etti. Gerçekler ortaya çıktı ama artık gerçek kimsenin umurunda falan değildi. Mültecilerin konakladıkları oteller yakılabilir, Müslümanların camileri ateşe verilebilirdi. Barışçıl gösteri aşığı ve gerçeğin biricik savunucusu ırkçıların ne barışla ne de gerçekle bir ilgilerinin olmadığı çabucak anlaşıldı. Katil zanlısı olarak yakalanan şüpheli, Galler'in Cardiff kentinde doğan ve Müslüman olmayan bir İngiliz vatandaşıydı. Hemen "ama anası-babası Ruandalıymış" diye bağırdılar. Faşistler bir kez kana susadıysa eğer, onları durduracak herhangi bir gerçek yoktur. Ayrıca gerçekten yakalanan şahıs Müslüman olsaydı ne olurdu? Dublin'deki gibi çocukları bıçaklayan kişi Cezayirli olsa ne olurdu? Bu bize camilere girip tüm Müslümanları kesme ve Afrikalıları zincire vurma hakkı mı verirdi? Bakın şu medeni Avrupa'nın haline! Orta Çağ hukukunu arzulayan zorbalığın cüretine bakın! Tüm dünyaya medeniyet ve demokrasi dersi veren zavallı beyaz Avrupalı adamın haline bakın! Bu rezilliği görecek bir çift göze sahip değilseniz eğer, insanlık olarak türümüzün yok olması doğanın başına gelebilecek en güzel hadiselerden biri olacaktır belki de!

Bir canlı, kendi türüne karşı böylesi bir nefret ve kinle herhangi bir biçimde canlı olarak yaşamaya devam edemez. Tüm bu vahşet çağrılarının gölgesinde klişe deyimle 'çiçeği burnunda' başbakan Sir Keir Starmer, kameralar karşısına geçti ve çok ağır cümlelerle, yasanın düzen bozucularına karşı harekete geçeceğini ilan etti. Starmer'ı izlerken çok güzel saç, sakal ve ense tıraşı olduk. Polis teşkilatının ve ordunun ana gövdesi NATO doktrini gereği  Nazi zihniyetli faşistlerden oluşturulmuşken, hangi güvenlik teşkilatının bu olaylara nasıl müdahale edeceği büyük bir muamma. Geçmişte grev yapan işçilere tank gönderenler, devrimcilerin Filistin bayraklı eylemlerini gaza boğanlar, yıllardır sokakları terörize eden faşistlere karşı en ufak bir şey yapmadı. Mültecilerin konakladıkları yerler bir bir kundaklanırken, polis teşkilatı muhtemelen bu olayları sosyal medyadan takip ediyordu. Faşizme bu derece meşruiyet alanı açılmışken ve faşistler yasayı uygulayacak güçlerin içinde bu derece örgütlüyken sahi onları kim durduracak? Benzer bir doktrin Türkiye'de işlemedi mi? Devrimcilerin en ufak eylemine koca koca panzerlerle dikilen polis, ülkücülere karşı ne yaptı? Türkiye'yi geri kalmış bir ülke olarak görenler, burdaki benzeşimleri görmekte zorlanacaktır. İttifak ülkelerinin (NATO'nun) iç işleyişi her yerde aynı. Olayların detaylarında boğulmak, sıradan haber diline (3 kişi öldü, 5 kişi yaralandı vb.) yenilmek yerine odaklanmamız gerken meselenin özü olan şeyler bunlar. Sıradan haber dili şu yüzden tehlikeli: Bu dil, olayları insani gözle görmeyi engelleyen, standartlaşmış-mekanik bir anlam üretir ve bu anlam dehümanizasyonun kapılarını aralar. Öyleyse gelelim o kritik soruya! Peki, biz kimin yanında yer alacağız?

Türkiye ve dünyadaki medeniyet tarikatının sözcülerine baktığımda şunu görüyor ve irkiliyorum. Bu salakların tamamı geç Roma Cumhuriyeti çağında yaşamış olsaydı, barbar Spartaküs ordusuna karşı medeniyetin yanında yer alacaklardı. Gün geçmiyor ki Arapların korkak, hain, aptal ve insanlık dışı canlılar olduğunu duymayalım. Türkiye'de bu koroya katılanların sayısı azımsanmayacak düzeyde ve elbette güçlerini tarihsel çekişmelerden alıyorlar. ABD merkezli üstün beyaz adam ırkçılığı, doğulu adamın insan altı varlık olduğuna karar vermiş ve kendi kast ideolojisini tüm dünyaya dayatıyor. Avrupalı adam şair, romancı ya da politik bir Arapla karşılaştığında şok oluyor. Belki bir yönüyle haklı bile olabilir. Taliban'ı ya da IŞID'i  besleyip büyütüp bir yerlerden hâlâ ışık sızıyor olmasından rahatsız olabilirler. Türkler kendilerini bu denklemden ayrı görürken, Avrupalı adam zamanı geldiğinde ona yerini hatırlatmaktan bir saniye bile çekinmeyecektir. Çünkü aynı kafalar, bir Türk'ün William Shakespeare ayarında şiirler ve oyunlar yazabileceğini kabul edemiyor. Kısacası medeniyet Roma'dır ve onun dışında kalan herkes barbardır. Hepimizi "Roma yıkılır, medeniyet ortadan kalklar ve kuralsız vahşet çağına gireriz!" diye korkutuyorlar. Oysa tıpkı Roma'da olduğu gibi askeri terör rejimi, kural tanımayan vahşetiyle insanlığı köleleştirmeye devam ediyor. İşgal ettiği topraklardan gelen insanlara (örneğin: Iraklılara) evlerinize dönün diye haykırıyor. Oysa insanların ne dönecek evi, ne da yaşayabilecekleri bir ülke bıraktılar. Bu yüzden gidecek hiçbir yeri olmayan insanlar, şimdi ait oldukları ülkede yaşayacak ve yaşamak için savaş vermek zorunda kalacak.

Rivayete göre Spartaküs, ordusunun birliğini sağlamakta çok zorlanıyordu. Çünkü, Spartaküs Roma'yı çok iyi biliyordu ve savaş kapasitesinin ne düzeyde olduğunun farkındaydı (barbar bir adama, hatta bir köleye göre çok akıllı. Sizce de öyle değil mi?). Tam dokuz kez Roma lejyonlarını bertaraf eden bu güçlü 'barbar' gerilla ordusunun bir noktada kaybedeceğini biliyordu. Bu yüzden insanlarını Roma'dan çıkarmak istedi. Önce denize yöneldi ve korsanların ihanetiyle yüzleşti. Sonra Kartacalı Hannibal'ın aştığı Alplere gözünü dikti. Spartaküs'ün kıdemli komutanları bu noktada isyan bayrağını çekti. Evet, Spartaküs'ün yüce bir amacı vardı ve evet onlar da buna inanmışlardı ancak Roma'yı terk etmek akıllarının ucundan geçmemişti. Çünkü bu Trakyalı, Kelt ve Cermen ordusundaki adamlar uzunca bir zamandır yurt olarak Roma'yı bellemişti ve doğdukları topraklara yabancılaşmışlardı. Kalıp yiğitçe savaşmayı ve kölenin konuşan bir alet olmadığını Romalı efendiye ispat etmeye karar vermişlerdi. Ve arkeolojik kayıtların söylediği şey, bu adamların aptal birer maceracı ya da düzensiz barbar bir yağmacı olmadığına işaret ediyor. Kolezyumda size gösterilen her şeye inanır mısınız? Öyleyse siz acınası bir zavallısınız. Roma yıkılıyor ve bunun farkında değilsiniz. Kitle iletişim araçlarından yayılan bilginin esiri olan tüketici yurttaşın ürettiği vahşet, Roma'nın sonunu getirebilir. Bu son yaklaşırken, medeniyet dedikleri zorbalık düzenini ayakta tutmak için Roma lejyonlarının safında değil barbar ordularının saflarında, kardeşlerimizin yanında yer alacağız. 

"Öte yandan arkeolojik buluntular, topografya araştırmaları sonuçları ve gladyatör müsabakalarından (elbette ki gerçek silahlar olmadan) tutun da Spartaküs'ün adamlarının Vezüv'den aşağı inerken yaptıkları gibi üzüm bağlarını halat şeklinde dokumaya kadar geniş yelpazede yapılan tarihsel rekonstrüksiyon denemeleri vardır. Sikkeler, duvar resimleri, sapan topları ve tahkimat kalıntıları da isyancıların İtalya kırsalında nasıl bir yol izlediğini kaydetmiştir. Türkiye'de bulunan gladyatör mezarlığında çıkan kemiklerde, gizemli talim izleri ve insanların can çekişerek öldüğü ihtimali görülür. Mezarlar, mabetler, kasabalar, altın ve demirler, plakalar ve resimler gibi bütün malzemeler, bizi, Yunan ve Roma metinlerindeki barbar tek tiplemesinin ötesine götürür." (Strauss,2022:22-23).

                                                                       /././

Çiğli Belediyesi işçileri ve Özel tarzı yeşilli morlu Devletçilik! -Selahattin Kural-

Siyasetin bu hali, yani popülizmin dibine vurmak, nabza göre şerbet vermek, dürüst olmamak kılavuz edilmişse sonrasında olacaklara da şaşırmıyoruz.

Çiğli'de 150'ye yakın belediye işçisi seçimlerin ardından işten atıldı.

Eski belediye başkanı CHP'liydi, mevcut belediye başkanı da öyle. 

İşten atılanlar arasında sadece seçimlerden önce işe alınan işçiler yok. Olsa bile işçileri işten atmaya kimsenin hakkı yok. Hele de tasarruf ve bütçe yok gerekçesiyle. Bu bir planlama konusu, bunu planlayamayan bir belediyenin ilk yapacağı şey sorunu kendinde aramak olmalı.

Asıl sorun her seçim öncesi bir kural haline gelen birilerini işe alma vaatleri. Düzen partileri, patronlar ve parası olan adaylar yarışıyor, kazanan önceki başkanın işe aldığı işçileri işten atmayı kendinde hak görüyor. Sonuçta olan işçilere oluyor. Hem işten çıkarılıyor, hem de üzerine ATM memuru gibi sıfatlar yakıştırılarak onur kırıcı davranışlara maruz kalıyor.

İşçileri halkın gözünde düşmanlaştıranlar, işçilerin yaşamı üzerinden oyun oynayanlar ise utanmıyor.

Sorun sadece Çiğli'de yaşanmıyor, pek çok belediyede bu örnekler var. 

Ama konuyu bu köşeye taşımamızın nedeni hafta sonu CHP'nin “Eşitlik ve Adalet" temasıyla topladığı Kadın Kolları Kurultayı’nda yaşananlar oldu.

Birkaç aydır belediye ve CHP Genel Merkez binası önünde eylem yapan işçiler Özgür Özel kürsüdeyken "İşimizi geri istiyoruz" sloganlarıyla protesto ettiler. Özel, "Burası Kadın Kolları Kongresi, burayı mı buldunuz protesto için" diyerek güvenliğe kadın işçilerin çıkarılmasını söyledi. Aynı yıllardır Erdoğan’ın yaptığı gibi.

Kadın kolları toplantısı yerine başka bir toplantı olsaydı işçiler özgürce protestolarını yapacaktı yani!

Herkes dürüst olsun, işçilerin konuşması düzen siyasetçilerini rahatsız ediyor. 

Seçim öncesi ne sözler verildiğini herkes biliyor. Düzenin kurallarını oynadılar, şimdi kendilerine yönelik çatlak bir ses çıktığında “provoke etmeyin” diyorlar.

Diğer taraftan emek gündeme geldiğinde, yani işçiler konuştuğunda, AKP dini ve milli duyguları, CHP de bu örnekte kadın kimliğini öne sürüyor.

Kadın meselesi emekten ayrı bir şey midir? Kurultaya gelen kadın işçiler işsiz kalmış, işimizi geri istiyoruz diyor ama kadın kurultayında bunun yeri yok. Öyle mi?

İşçiler günlerdir genel merkez önünde yatıyor, aylardır belediye binası önünde direnişteler. Sorun şu ki, CHP belediye işçilerini duymak, görmek istemiyor.

İşçiler haklıdır ve bir an önce işe dönmelidir.

Siyasetin bu hali, yani popülizmin dibine vurmak, nabza göre şerbet vermek, dürüst olmamak kılavuz edilmişse sonrasında olacaklara da şaşırmıyoruz.

Aynı kurultayda Özel, CHP'nin altı okundan biri olan Devletçilik okunun yarısını yeşil yarısını mor renge boyayacağını söyleyerek, "Eşit temsili bu partiye de bu ülkeye de biz getireceğiz." dedi.

Her şeyden önce eşitliğin sağlanması için insanlar arasındaki ekonomik eşitsizliklerin ortadan kalkması gerekir.

Yoksa büyük holding ve şirket sahipleriyle 17 bin lira ücretle geçinmeye çalışan işçi, yüzlerce evi olanlarla evi olmayan yoksul, işçileri seçim öncesi oy deposu olarak görenlerle geçinmek için belediye kapısında iş bulmaya çalışan yurttaş, işçileri sömüren kadın bir patronla emekçi bir kadın eşit olabilir mi?

İsterseniz altı okun hepsini birden rengarenk boyayın, bu temel konuların çözümüne dair köklü bir şey söylemeden eşitlik olmaz. 

Adalet de olmaz.

Bu siyaset tarzı ülkemize yerleştirildi. Bu sömürü düzenine karşı bir şey söyleme ama emekli aylıkları için miting yap, özel okullara karşı parasız ve bilimsel eğitimi savunma ama öğretmenler için toplan, Mehmet Şimşek ekonomisini destekle ama ücretler için söz söyle.

Kapitalizm eşitsizliklerin kökenidir. Bir yandan sermayeye yeşil ışık yakıp, diğer yandan kadınların eşitliğinden söz edilemez.

Edilirse samimiyetsizlik, ikiyüzlülük olur.

Çiğli belediyesi işçilerinin mücadelesi bu çirkin siyasete karşı önemli bir örnektir.

                                                                 /././

                                            soL - GÜNDEM

Instagram yasağı: AKP ve Meta birbirlerine sansür dayatıyor

                                                                                                             Kolaj:mstfkrc

Meta, ABD’nin terör listesine göre sansürü kabul etti. AKP, “bizim istediklerimizi de ekleyin” dedi. Sansür oyununun nereye varacağı belli değil. Instagram hâlâ yasaklı.

Bugün, sosyal medya platformu Instagram’a Türkiye’den erişilemeyen beşinci gün.

2 Ağustos günü Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) kararıyla, Facebook’un da sahibi olan Meta şirketine ait platforma erişim kısıtlandı.

Kararı tetikleyen, Hamas lideri İsmail Haniye’yle ilgili içerikler oldu. Haniye İran’da suikast sonucu öldürülmüş, AKP hükümeti Türkiye’de yas ilan etmişti. AKP’nin sansürcü başı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Instagram’ın Haniye’yle ilgili taziye mesajlarını sansürlediğine işaret ederek Instagram’ı bir Instagram paylaşımıyla kınamış, erişim engelinin gerekçesini ortaya koymuştu.

AYM'nin kararı yok sayıldı, sitesi engellendi

Türkiye’deki siyasi durumun çarpıcı bir örneği olarak, aynı gün, Resmi Gazete’de Anayasa Mahkemesi’nin bir gerekçeli kararı da yayımlanmıştı. Karar, tam da İletişim Başkanlığı’nın Cumhurbaşkanlığı kararnameleri vasıtasıyla bu gibi yasaklamalar yapmasının Anayasa’ya aykırı olduğuna hükmediyordu.

AYM kararı X hesabından ve internet sitesinde paylaştı, sonra X mesajı silindi, bir süre “kafanıza göre site engelleyemezsiniz” kararı veren AYM’nin internet sitesi engellendi, sonra hiçbir şey olmamış gibi devam edildi.

'Senin teröristin, benim teröristim' zeminine çekildi

Aynı günün ilerleyen saatlerinde Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdulkadir Uraloğlu konuyla ilgili açıklama yaptı. Haniye içeriklerinin sansürlenmesinin yasaklamaya yetecek zemin sağlamadığını hissettiren bir şekilde Bakan, “katalog suçlar”a, yani Türk Ceza Kanunu’nda belirtilen ciddi suçlara işaret etti. 

Haniye sansürlerinin Türk Ceza Kanunu’yla bir ilişkisi yoktu. Bu nedenle hükümetin, şirketle pazarlıkta başka bir konuyu gündem etmesi gerekiyordu. 

Instagram yasağının dördüncü gününde, Pazartesi akşamı, şirket temsilcileriyle yapılan toplantıda konuşulanlar, pazarlığın “senin teröristin, benim teröristim” zeminine çekildiğini ortaya koydu.

Haber Global’de yer verilen bilgilere göre toplantıda Uraloğlu başkanlığındaki heyet, Türkiye’nin terör örgütü listesinde yer alan PKK, PYD ve FETÖ’ye yönelik destek mesajlarının da algoritmalarla engellenmesi gerektiğini vurguladı. AKP, aynı zamanda platformdan kaldırılmasını istediği içerik listesini de şirkete sundu.

META ise, ABD’nin Hamas’ı terör örgütü olarak kabul ettiğini ve bu çerçevede algoritmaların devreye girdiğini savundu.

AKP küresel iletişim tekellerinin sansürleriyle mücadele etmiyor, yapıya dahil olmak istiyor

Sosyal medya platformları, küresel iletişimin yeni tekelleri. Algoritmalar, dünya üzerinde kimin hangi bilgiye erişebileceğini büyük oranda belirliyor ve bu şirketler “kafalarına göre” davranabiliyor. Şirketlerin “kafaları”, genelde bulundukları ülkenin siyasi pozisyonuna göre belirleniyor.

soL da uzun süredir Meta şirketi ve Facebook’la benzer bir sıkıntı yaşıyor

11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin küresel doktrini, “teröre karşı savaş” olarak şekillendi. Bu dönemde ABD, karşı çıktığı tüm aktör ve devletleri terör listesine alarak yaptırım uygulamaya başladı. Bunlar arasında Küba, Venezuela gibi devletler de yer aldı. Sosyal medya tekelleri, ABD’nin bu yaklaşımını kendi sansürlerinin gerekçesi olarak kullanıyor.

AKP hükümeti, bu yapının kendisiyle mücadele etmekten ziyade, kendi isteklerinin de bu uluslararası sansür yapısına dahil edilmesini istiyor.

                                                            ***

TKP bu kez Anadolu Efes’in kapısına dayandı: 'Tefeciler halka hesap verecek!' 

Anadolu Holding'in kârlarıyla halk adına neler yapılabileceğini sıralayan TKP, İzmir Bornova'da bulunan Anadolu Efes Fabrikası'nın kapısına dayandı, "Memleketin sırtından asalakları atacağız" dedi.
(
https://haber.sol.org.tr/haber/tkp-bu-kez-anadolu-efesin-kapisina-dayandi-tefeciler-halka-hesap-verecek-394505)

                                                                       ***

Akşener iki gazeteciden şikayetçi olurken partisini ifşa etti

Meral Akşener, Ayhan Bora Kaplan dosyası şüphelisini kürsüde konuşturduğunu ortaya çıkaran gazetecilerden şikayetçi oldu. Akşener şikayet dilekçesinde partisinden Koray Aydın'ı suçladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/aksener-iki-gazeteciden-sikayetci-olurken-partisini-ifsa-etti-394514)                                         ***

Bangladeş'te protestoculardan ültimatom: Ordu yönetime gelemez, meclis feshedilsin

Bangladeş'teki öğrenci protestosunun koordinatörleri, geçiş hükümetiyle ilgili bugün ordu şefiyle buluşacak. Eylem öncüleri, cumhurbaşkanına "Ordu destekli hükümeti kabul etmeyiz" mesajı verdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/bangladeste-protestoculardan-ultimatom-ordu-yonetime-gelemez-meclis-feshedilsin-394513)

(soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder