23 Ağustos 2024 Cuma

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -23 Ağustos 2024-

 

"Katliamı araştırın, sorumluları bulun" kararı da uygulanmadı: Yargı kararlarına uymama dönemi ve linç -Gökçer Tahincioğlu-

Anayasa Mahkemesi'nin kararı dramatik. Mahkeme, daha önce aynı konuda 2018 ve 2021 yıllarında verdiği üç ayrı kararı anımsattı. İdari yargının, bu talepleri geri çevirerek, tam yargı davası yolunu etkisiz kıldıklarını, yaşamı koruma yükümlüğüne yönelik ihlalin tespit edilmesi konusunda başvuruculara başarı şansı sunmadıklarını vurguladı. Başvurucuların yaşam hakkıyla bağlantılı olarak etkili başvuru haklarının ihlal edildiğini tespit etti ve yargılamanın yenilenmesine hükmetti.

Kaç kişi yaralandı canlı bomba saldırısında?

Canlı bombaların göz göre göre Ankara'ya gelmesine göz yumanlara ne yapıldı?

Canlı bomba saldırısı dahil terör eylemi yapılabileceği istihbaratını ilgili birimlere ulaştırmayanlar için hangi yaptırımlar uygulandı?

Bütün bu soruların yanıtlarının bir önemi var mı?

* * *

Bütün bu soruların yanıtlarının ne kadar önemli olduğunu anlatacağım ama hepsinden önce yaşadığımız ülkeye gerçekçi bir açıdan bakmak elzem…

Bu ülkede, büyük kalabalıklar, kendisi gibi düşünmeyen, dünyaya böyle bakmayan insanların başına neyin, neden geldiğini zerre önemsemiyor.

Aksine, o kalabalığın büyük kısmı da insanların ölmesini, yaralanmasını, "hak edilmiş" olarak yorumlayarak alkışlıyor. Mesele, Konya Stadyumu'nda ölülerin ıslıklanmasından ibaret değil.

Polisin, askerin eleştirilmesi ihanet sayılıyor. Suç işleyenlerin asıl kendi meslektaşlarına nasıl ihanet ettiği sorgulanmadan…

Sosyal medya hesaplarını gezindiğinizde vahameti anlıyorsunuz.

Onlarca kişinin ölmesi, kendisine büyü yapıldığını söyleyen bir kadın kadar ilgi çekmiyor.

Kötü muamele gören bir vatandaşın isyanı, "devlete baş mı kaldırıyorsun?" diye binlerce etkileşimle bastırılıyor.

Herhangi bir kurumdan herhangi bir bilgi alması mümkün olmayan kişiler, her olaydan büyük komplo teorileri çıkartıp, binlerce kişiyi inandırıyor.

Her yerden cinayet, silah, şiddet görüntüleri geliyor.

* * *

Ancak tüm bunlar birbirinden bağımsız değil elbette. Bütün ipler birbirine bağlı. Öyle komplo teorilerine de ihtiyaç yok… Manzara açık…

* * *

10 Ekim Ankara Garı katliamı, AKP'nin ilk kez tek başına iktidar olma şansını kaybettiği 7 Haziran 2015 seçiminden sonra gerçekleşti.

Ne hikmetse, HDP'nin yüzde 13 ile rekor oy aldığı ve AKP'nin uyarılarına rağmen seçime parti olarak girdiği bu seçimden hemen önce Diyarbakır HDP mitingine bombalı saldırı yapılmıştı. MHP lideri Devlet Bahçeli'nin CHP'ye koalisyon kapısını kapatmasından ve yenileme seçiminin yapılacağının daha o günlerde anlaşılmasından hemen sonra da Suruç'ta canlı bomba saldırısı gerçekleşti. Ardından Ceylanpınar'da iki polis yatağında öldürüldü ve katilleri hâlâ bulunmuş değil. Bunu büyük kentlerdeki bombalı saldırılar izledi. Çözüm süreci bu arada bitti.

Ardından 10 Ekim'de, Ankara Garı'nda yapılan barış mitingine IŞİD'li iki canlı bomba saldırdı. 105 kişi hayatını kaybetti. Hemen ardından yapılan seçimde AKP, tek başına iktidar olabilecek oyu aldı.

Bir sene sonra 15 Temmuz darbe girişimi gerçekleşti. OHAL dönemi başladı. OHAL döneminde Bahçeli'nin desteğiyle başkanlık sistemine geçildi ve yapılan ilk seçimi Erdoğan kazandı.

* * *

OHAL bitti ama normalleşme olmadı.

Bugün Türkiye, en temel hak arama yollarının terörizmle eş tutulduğu, ifade özgürlüğünün sınırlanmasının olağan sayıldığı, mahkeme kararlarına uyulmamasının alkışlandığı, "milli yargı" gibi garip kavramların icat edildiği bir ülke.

OHAL'in bitmesinden sonra geçilen bu yeni dönemde artık kuvvetler ayrımından söz etmek de mümkün değil.

TİP Milletvekili Can Atalay'ın vekilliğinin düşürülmesi, Anayasa Mahkemesi'nin üç ayrı kararına rağmen hukuk üretilerek içeride tutulması bunun en bariz kanıtlarından. Gezi davası, Demirtaş dosyası da öyle…

İsme göre hukuki süreç icat etmekte ustalaşmış, vaktinin çoğunu bu konuda kamuoyunu ikna etmeye ayırmış bir sistem.

* * *

İşte anayasanın fiilen uygulanmadığı bu yeni dönemin belki de en çok hırpalanan anayasal kurumlarından olan Anayasa Mahkemesi'nin kısa süre önce verdiği önemli bir karar var.

Başvuru, 10 Ekim katliamı sırasında yaralanan bir kişi tarafından yapılmış.

Malum, 10 Ekim katliamında istihbaratı gerekli birimlere iletmeyen, canlı bombaların gelişini engelleyemeyen emniyet mensupları hakkında müfettiş raporuna rağmen işlem yapılmadı.

Ceza soruşturması ya da davası yok.

Ölenlerin yakınları ve yaralananlar, idarenin kusuru nedeniyle tazminat davaları açtı. Bunların bir bölümünde tazminat kararları çıktı ama büyük bölümünde talepler reddedildi.

Talebi reddedilen mağdurlardan biri de Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu.

Anayasa Mahkemesi'nin kararı dramatik.

Mahkeme, daha önce aynı konuda 2018 ve 2021 yıllarında verdiği üç ayrı kararı anımsattı. İdari yargının, bu talepleri geri çevirerek, tam yargı davası yolunu etkisiz kıldıklarını, yaşamı koruma yükümlüğüne yönelik ihlalin tespit edilmesi konusunda başvuruculara başarı şansı sunmadıklarını vurguladı.

Başvurucuların yaşam hakkıyla bağlantılı olarak etkili başvuru haklarının ihlal edildiğini tespit etti ve yargılamanın yenilenmesine hükmetti.

Karara da şu notu düştü:

"Anayasa Mahkemesi'nin, önceki kararlarından ayrılmasını gerektiren bir durum bulunmamaktadır…"

Aslında önceki kararlarının dikkate alınmadığının, yerel mahkemelerin bildiğini okuduğunun itirafı.

Nisan 2024 tarihli bu kararın da nasıl sonuçlar üreteceğini göreceğiz…

* * *

10 Ekim katliamı ile ilgili olarak hakkında soruşturma açılması istenen ancak idarenin engel olması nedeniyle açılamayan emniyet müdürlerinden Alp Arslan, Ayhan Bora Kaplan dosyası nedeniyle açığa alındı ve yargılanıyor.

Başka bir ülkede 10 Ekim'den sonra bu kadar etkili görevlerde bulunması mümkün değildi. Soruşturulmaması mümkün değildi…

Ama burada böyle…

Anlaşılıyor ki Can Atalay kararı uygulanmayan ve buna karşı çaresizce yeni karar almaktan başka bir şey yapamayan Anayasa Mahkemesi'nin kararları, yerel mahkemelerce uzun zamandır dikkate alınmıyor.

Katliamda ölenlerin yakınları, yaralananlar hâlâ adalet peşinde koşuyor ancak Türkiye açısından kapanması istenen defterler bunlar. Yeni bir dönem ancak böyle mümkün.

İpler birbirine bağlı… 12 Eylül'den sonra oluşması beklenen toplum yapısı büyük ölçüde kuruldu, yeni bir sistem icat edildi…

En temel hakların korunması için uzun mücadeleler verilmesi gereken, herkesin her şeye alıştığı, yaşanan hiçbir olayın yadırganmadığı, "muhalif" kimliğe sahip olanların bile şiddet eylemlerinden sonra, "o da öyle yapmasaydı" diyebildiği bir sistem… Kürsüde linç edilenlerin eleştirilip, linç edenlerin alkışlandığı bir sistem…

Haftanın kitabı: "Bilinmeyen Boyut"

Bir darbe, faşist bir rejim, bir diktatörlük insan hayatını nasıl etkiler? İnsanların yaşamı nasıl çalınır, bütün hayatları en temel haklara sahip olma mücadelesiyle nasıl geçer?

Postmodern edebiyatın sırtını döndüğü ve hatta burun kıvırdığı bu soruların yanıtlarını tek bir hayatın içine sızdığınızda bile bulmak mümkün.

Toplumsal bellek ve hakikat odaklı çalışmalarıyla tanınan, Şilili yazar Nona Fernandez'in, İthaki Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılan romanı Bilinmeyen Boyut, tüm bu sorulara incelikle yanıt veriyor.

Roza Hakmen tarafından çevrilen romanda Fernandez, edebiyatı, hakikat arayışı için ustaca kullanıyor. Şili'de diktatörlük rejiminin insan kaybetme ve işkence yöntemlerinin titiz bir edebi dille anlatıldığı roman, son derece akıcı. Romanda yaşananları hem işkencecinin, hem araştırmacının hem de mağdurların gözünden, yalın bir biçimde görüyorsunuz. Bağırmadan bağıran, slogan atmadan isyan eden, işaret etmeden gösteren bir biçimde… Darbelerin ve faşist rejimlerin insanların hayatlarına neler yaptığını, kalanların bunu nasıl izlediğini anlamak için son derece etkileyici bir metin.

                                                             /././

Bizim iyiliğimiz için yapılan kötülükler -Mine Söğüt-

Şiddeti reddettiğinizde duracağınız yer, bir haksızlığı, hukuksuzluğu kayda geçirmek için avazınız çıktığı kadar bağırmaya başlamak istediğinizde sizden bağıramamanızı talep eder. Bu haksızlığı yapanların sinirlerini bozacak sıfatlar, tanımlar, yakıştırmalar kullanmak istersiniz, o yerde kullanamazsınız. Ortalığı ayağa kaldırasınız gelir. Kaldıramazsınız.

Epeydir, ellerimizle avladığımız hayvanları dişlerimizle parçalayıp yemiyoruz.

Hormonlarımızın sesini dinleyip canımız istediği anda canımızın istediği kişiyle uluorta sevişmiyoruz.

Engelli doğan çocuklarımızı "Bu nasıl olsa yaşamaz" diyerek ölüme terk etmiyoruz.

Şimşekler çaktığında, hortumlar çıktığında, yer yarıldığında, sular taştığında, yanardağlar patladığında başımıza gelenin nasıl bir doğa olayı olduğunu iyi kötü biliyor, "Tanrılar çıldırdı" diyerek korkudan yerlere göklere tapınmıyoruz.

Yani doğamızda var olan "hayvana"a yakın yığınla güdüyü dizginlemeyi, bilincimizle bilgimizi eşleştirip somut ve soyut kavramlar geliştirmeyi, doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzel ve çirkin gibi olumlu ve olumsuz değerler üzerinden bir ahlak belirlemeyi denemeye başlayalı binlerce yıl oldu.

Ama hâlâ arkaik kültüre ait şiddeti, bir sorun çözme yöntemi olarak kullanmayı iştahla sürdürüyoruz.

Düşünerek, konuşarak ve tartışarak mantık çerçevesinde halletmek için ısrar edilebilecek yığınla meseleyi şiddete başvurarak çözümsüz hale getirmek kadim bir insanlık geleneği.

Evdeki babadan, devletteki babaya kadar her türlü otoritenin elinden düşmeyen şiddet kılıcını meşrulaştıran ve sıradanlaştıran insanın en büyük çıkmazı "şiddetsiz" bir dünyayı hayal edemeyecek kadar aklını yitirmiş olması.

Sözlü ya da fiziksel şiddete başvurmadan hakkımızı savunamayacağımızdan eminiz. İhtiyaçlarımızı karşılamak ya da elimizdekileri tutmak için hayatı irili ufaklı şiddet kalkanlarıyla çevreliyoruz.

O yüzden çocuk annenin, anne babanın, baba devletin şiddetinden korkuyor.

Annenin çocuğunu beslerken "Bunu yemezsen büyüyemezsin" demesinin bile şiddet içeren bir tehdit cümlesi olduğunu ne kendisi ne de toplum zinhar fark etmiyor.

Babanın evdeki kadını, bir insan olarak görmeyip önce anne olarak kutsarken onun varlığı üzerinde nasıl bir şiddet uyguladığı kayıtlara geçmiyor.

Çocuğun rasyonel akla değil de içinde bulunduğu toplumun inançlarına, geleneklerine, göreneklerine göre eğitilmesi bile ona uygulanan korkunç bir şiddet ve bunu dile getirmek büyük bir cüret gerektiriyor.

Toplumun bireyden standart başarı beklentisi külliyen şiddet içeriyor.

Silahlandıkça silahlanan ve dünya savaşlarını numaralandıra numaralandıra tarihine kazımayı marifet sanan insanın kurduğu sistemler, insanlara güven ve huzur vaat ederken bunun bedeli birtakım yasaklar ve cezalarla tahsil ediliyor.

İnsan da bu bedeli gıkı çıkmadan son kuruşuna kadar ödüyor. Ve bunun nasıl bir şiddet olduğu da diğerleri gibi kayda bile geçmiyor.

Oysa güçlüyle güçsüzü, akıllıyla aptalı, yeterliyle yetersizi, başarılıyla başarısızı, bütünle eksiği birbirinden ayıran ve onlara farklı değerler yükleyerek sınıflandıran ahlakın ne tür bir şiddet olduğunu düşünmeye başlarsanız…

Son derece masum görülen yarışmaların, müsabakaların hatta çocuk oyunlarının bile insan elinde şiddeti içselleştirmek ve kanıksatmak için nasıl korkunç enstrümanlar olabileceğini görürsünüz.

Ama şiddet üzerine düşünmeye ve şiddetsiz bir dünya hayal etmeye başladığınızda, şiddeti beslememek için durmanız gereken yerin, şu an herkesle birlikte durduğunuz yerden çok uzakta ve farklı olması sizi hemen caydırır.

Çünkü şiddeti reddettiğinizde duracağınız o yer, bir haksızlığı, hukuksuzluğu kayda geçirmek için avazınız çıktığı kadar bağırmaya başlamak istediğinizde sizden bağıramamanızı talep eder.

Bu haksızlığı yapanların sinirlerini bozacak sıfatlar, tanımlar, yakıştırmalar kullanmak istersiniz, o yerde kullanamazsınız.

Ortalığı ayağa kaldırasınız gelir. Kaldıramazsınız.

Çünkü bilirsiniz bunları yaptığınız anda eski yerinize, şiddeti kaçınılmaz bir savunma aracı olarak kabullenen sıradan kalabalığa geri dönersiniz. Sözlü şiddetinizle ayağa kaldırdığınız o fiziksel şiddet yandaşları kalabalığın içine kolayca ulaşır, size bir yumruk atar. Ve şiddet çift taraflı olarak bir kez daha şaha kalkar.

Kalabalıkların meşrulaştırırken sıradanlaştırdıkları şiddetin neyi çoğaltıp neyi azalttığını, neye yarayıp neye yaramadığını tartacak teraziyi kırıp atmanın bile bir şiddet eylemi olduğunu fark etmememenin bedeli çok ağırdır.

İyilik için yapılan kötülükler üzerine artık düşünmez olursunuz.

Daha da kötüsü, siz de iyilik için kötülük yapanlardan biri olursunuz.

                                                                  /././

Cari açık şampiyonu Türkiye -Mustafa Durmuş-

Uluslararası verilere göre, Türkiye ekonomisinden başka stagflasyona girmekte olan bir başka orta gelirli ülke yok

IMF, OECD ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar, ulusal ekonomileri küresel çapta kolektif eylem gerektiren potansiyel risklere karşı uyarmak amacıyla, cari fazla ve açıklarla ilgili olarak düzenli analizler ve değerlendirmeler yaparlar.

Nitekim aşağıdaki tablo IMF'nin Temmuz ayında yayımlanan son raporundan alındı. (1) Buna göre, Türkiye ekonomisi hem "gelişkin ekonomiler" hem de "yükselen ve gelişmekte olan ekonomiler" içinde, 2021-2023 döneminde en yüksek cari açık veren ekonomi oldu.

Almanya, İsveç, İsviçre, G. Kore, İspanya, Rusya, Malezya ve Çin gibi ülkeler cari fazla verirken; Birleşik Krallık, ABD, Polonya, Arjantin, Brezilya, Hindistan ve Türkiye gibi ülkeler cari açık vererek küresel dengeyi sağladılar.

Cari açıkla büyüyen ekonomi cari fazla ile daralıyor

Geçmişte asıl olarak yüksek cari açıkla büyüyen Türkiye ekonomisi bu aralar cari açığın azalmasıyla daralıyor.

Nitekim cari işlemler dengesi, yaz ve turizm mevsimi etkisi ile bu Haziran ayında 407 milyon dolar fazla verdi. Diğer taraftan geçen yılın aynı ayındaki cari fazlanın 768 milyon dolar olduğu dikkate alındığında, aslında cari fazlanın bu ayda yüzde 47 gerilediği ve cari dengenin yapısal sorunlarının sürdüğü görülüyor. Bu yılın ikinci çeyreğinde GSYH büyümesinin yüzde 2'nin altına düşmesi sürpriz olmaz.

Stagflasyon tehlikesi

Diğer yandan, cari açığın azalmasıyla birlikte bir başka ciddi sorun başladı. Ekonomik durgunluk, iflaslar, işten çıkarmalar, konkordatolar giderek arttı. Ekonomi yumuşak inişle değil, sert bir çakılmayla belirsizliğe sürükleniyor.

Yani artık yüksek enflasyonun yanı sıra durgunluk ve yüksek işsizlikle kendini gösteren ve adına stagflasyon denilen bir sorunumuz var. Uluslararası verilere göre, Türkiye ekonomisinden başka stagflasyona girmekte olan bir başka orta gelirli ülke yok.

Emperyalist kapitalist sisteme göbekten bağımlı ve etrafını zenginleştirmek ve iktidarda kalabilmek için antidemokratik her yolu deneyen bir oligarşinin uyguladığı ekonomi politikalarının başka bir sonuç üretmesi beklenemezdi.

"Aynı gemide değiliz"

Kimse "yeni ekonomi ekibi ile birlikte rasyonel ekonomi politikaları uygulanıyor, krizden çıkacağız, ancak bunun da bir bedeli olacak, hepimiz aynı gemideyiz sabır göstermek lazım" masallarına kanmamalı.

Bu toplumsal çöküşten kurtulmanın tek bir yolu var: Hemen emekten ve doğadan yana sosyo ekonomi politikalarını hayata geçirebilecek iradeye ve güce sahip bir  demokratik iktidarı iş başına getirmek.

Türkiye ekonomisi 2028'e kadar böyle gidemez, gitmemeli. Bu sadece ekonominin yıkımı değil, halkın iyice perişan olacağı anlamına gelir. Bunun sadece ekonomik değil, çok kötü sosyal sonuçları da olur. Son günlerde artan şiddet örnekleri aslında bunun bir fragmanı.

Özetle, erken bir genel seçim kaçınılmaz görünüyor. Hem toplumsal muhalefet hem de siyasal muhalefet bu ekonomik ve sosyal yaşamdaki bu gelişmeleri iyi değerlendirmeli, gerçekçi çözümlerini halka sunmalı ve erken bir seçimde demokrasiyi iş başına getirmek için çok çalışmalıdır.


Dipnotlar:

(1) https://imf.org/en/Publications/ESR/Issues/external-sector-report-2024 (12 July 2024).

                                                                          /././

Diyarbakır - Mersin hattında skunk operasyonundan yansıyanlar ve yeni Emniyet Genel Müdürü’nü bekleyen tablo -Tolga Şardan-

Teşkilat çok karışık. Tam bir ekipler, daha doğrusu cemaatler savaşı yaşanıyor. Üstelik savaşın şiddeti de çok yüksek. Demirtaş, bu ortamda hem teşkilatı yönetmek hem de kamu güvenliğinin sağlanmasında etkin politikalar ve uygulamaları hayata geçirmek zorunda

Skunk (Fotoğraf: Anadolu Ajansı)

Birbiri ardında ilginç olaylar yaşanmaya devam ediliyor, ülkede.

Büyüteç’te bugün, şüphelileri nedeniyle kamuoyuna açıklanmayan ve gizli tutulan bir uyuşturucu operasyonunu aktaracağım.

Yaşananlar henüz çok yeni. Olayların başlangıç noktası Diyarbakır. Son adresi ise, Mersin.

Geçen hafta sonu Gaziantep’te bir araçta arama yapan Gaziantep Emniyeti’ne bağlı narkotik polisleri, yaptıkları aramada bagajda 5 kilogramlık skunk adı verilen uyuşturucuyu buldu.

Aracı kullanan şüphelinin kimliğine bakan polisler, dikkat çekici bir durumla karşılaştılar.

Şüpheli S.N. adlı bir polis memuruydu! Mersin Emniyeti’nde görev yaptığı tespit edildi. Uyuşturucuya el konuldu. Ayrıca üst araması sırasında da 20 gram skunk bulundu. Şüpheli polis memuru, sorguya alındı.

Yeri gelişken, skunk hakkında kısa bilgi vermek uygun olacak.

Esrarın hammaddesi Hint kenevirinin laboratuvar ortamında diğer uyuşturucu maddelerle hibritleştirilerek elde edilen skunk, esrardan 20 kat daha fazla bağımlılık yapıcı özelliği olan bir uyuşturucu türü. Son yıllarda gerek fiyatının diğer uyuşturuculara göre ucuz olması, gerekse kolay bulunabilen ve etkili uyuşturucu olması, tercih edilmesinin ana sebebi.

Beyin üzerinde çok şiddetli etkilere sahip olduğu bilinen skunk, birçok hastalığa yol açmasının yanında ölüme de neden olabiliyor.

Son dönemde yurt içindeki en önemli üretim merkezi Diyarbakır kırsalı. Kentin Kocaköy, Lice ve Hazro ilçelerinde Hint kenevirinden yani esrardan üretiliyor ve normalin üçte bir fiyatına satılıyor.

Devam edeyim; polis memuru S.N., sorguda uyuşturucuyu Diyarbakır’dan alıp Mersin’e götürdüğünü, uyuşturucunun kendisine ait olmadığını, kendisi gibi Mersin Emniyeti’nde görev yapan bir meslektaşına ait olduğunu anlattı.

Sorgudan alınan bilgiler sonrasında Mersin Emniyeti’nde görev yapan polis memuru U.A., Mersin’de hakkındaki iddia nedeniyle gözaltına alındı. Evinde yapılan aramada 20 grama yakın skunk bulundu.

Asıl sorun sicillerde!

Buraya kadar olayın operasyon boyutunu aktardım. Şimdi daha ilginç bir bilgi vereyim.

Kurye olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan polis memuru S.N.’nin yakın zamana kadar Mersin Emniyeti Asayiş Şubesi’nde görev yaptığı ve geçen nisanda Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şubesi’ne (KOM) tayin edildiği ve Organize Suçlarla Mücadele Bürosu’nda görevlendirildiği anlaşıldı.

Uyuşturucunun sahibi olduğu iddiasıyla gözaltına alınan polis memuru U.E. ise, Çevik Kuvvet Şubesi’nde görevliyken tıpkı S.N. gibi geçen nisanda KOM Şubesi’ne atandı.

Üstelik Narkotik Suçlarla Mücadele Bürosu’nda göreve başladı!

Sonuç olarak, uyuşturucuyla mücadelede görev alan polis memuru, uyuşturucu ticareti iddiasıyla yakalandı.

Haklarında yapılan adli işlem sonrasında iki polis memuru tutuklandı.

Uyuşturucunun piyasa değerine gelince; Mersin Emniyeti, Mayıs 2022’de yürüttüğü uyuşturucu operasyonunda ele geçirilen 5.8 kilogram skunk’un piyasa değerini 750 bin lira olarak kamuoyuna duyurdu.

Güncel durumu, bu tespitten çok farklı değildir sanırım.

Bu olayın adli soruşturması kadar, idari süreci de çok önemli. Bildiğim kadarıyla her iki polis memuru da orta kıdemde yani en az 10 yıllık polis. Ayrıca her ikisinin üzerinde ve evindeki aramalarda 20 gram skunk bulunması da dikkat çekici.

Eser miktardaki uyuşturucuyu neden üzerinde ve evlerinde bulundurdukları yönünde henüz kesin bilgi olmamakla birlikte, bireysel kullanım olasılığı da var doğal olarak.

Tablo böyleyken, her iki polisin geçmişe dönük sicilleri önemli. Kim/kimlerin referansıyla polis oldukları, mesleğe girişteki sağlık raporları, sonrasındaki mesleki yaklaşımları, kişisel bağlantıları, Mersin Emniyeti’nde kim/kimlerin talebi ya da talimatıyla KOM Şubesi’ne geçiş yaptıkları sorularının yanıtları önemli elbette.

Bir ekleme daha yapayım; Diyarbakır’dan çıkan ve ülkeye yayılan skunk pazarı çerçevesinde son iki ayda bir bekçi, bir astsubay ve iki polis daha Gaziantep’te yakalanarak gözaltına alındı.

Bekçinin Kilis’e, astsubayın yabancı uyruklu öğrencilerin yoğun yaşadığı Karabük’e ve iki polisin de İstanbul’a götürmek amacıyla Diyarbakır’dan skunk aldıkları anlaşıldı.

Kamu güvenliği dip yaptı

Olanları okudukça “Memlekette tuz bile koktu?” dediğinizi duyar gibiyim.

Fakat memlekette tuz kokalı çok oldu maalesef.

Kurumların, kamu görevlilerinin, siyasetçilerin, yurttaşın, kısacası hemen herkesin ayarı iyiden iyiye bozulmuş durumda.

Gazetelerin “üçüncü sayfa haberi” olarak tanımladığı, memlekette günlük asayişi ve kamu güvenliğini bozan, “basit olaylar” şeklinde değerlendirilen vakalar, her geçen gün boyut değiştirerek ve hızla artarak toplumu fazlasıyla tehdit eder duruma geldi.

Toplum çıldırmış durumda adeta. Akıllara gelmeyecek, “Bu kadarı da yaşanmaz” denilen olaylar yaşanıyor, suçlar işleniyor. Hem de ülkenin dört bir yanında, her an karşımıza çıkarak.

İktidar, Gezi süreci benzeri olaylar zincirinin tekrar etmesinden fazlasıyla endişe duyuyor. Bu endişeyi iktidarın hemen her adımında görmek, hissetmek, anlamak mümkün.

Buna karşın, sokak olayları almış başını gidiyor. Üzerine bir de sokak suçlarıyla mücadele etmesi beklenen kolluk birimlerinde yaşananlar, gelecek için pek ümit vaat etmiyor, ne yazık ki.

Yeni Genel Müdür’ü bekleyen tablo

Yeni Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş, pazartesi itibarıyla görevine başladı. Demirtaş, tecrübeli bir mülki idare amiri ve vali. Mardin, Adana, Adıyaman ve Bursa gibi kritik kentlerde valilik yaptı.

Mülkiye Başmüfettişi kökenli olması ve dört kentte valilik yapması sayesinde Emniyet Teşkilatı’nı yakından tanıyan bir genel müdür.

Ancak yeni görevinde işi hiç kolay değil, fazlasıyla zor. Teşkilat çok karışık. Tam bir ekipler, daha doğrusu cemaatler savaşı yaşanıyor. Üstelik savaşın şiddeti de çok yüksek.

Demirtaş, bu ortamda hem teşkilatı yönetmek hem de kamu güvenliğinin sağlanmasında etkin politikalar ve uygulamaları hayata geçirmek zorunda.

Kendisinden beklenti büyük. Öncelikle teşkilat içinde tasfiye edilen Atatürkçü, liyakatli ve kıdemli amir ve müdürlerin yeniden sisteme kazandırılması meselesini çözmesi, aynı zamanda adeta Teksas’a dönen İstanbul’da neşter vurması gerekecek.

Belirtmek gerekir ki; kendisinden önce aynı koltukta oturan şimdinin İçişleri Bakan Yardımcısı Mehmet Aktaş, “düşük profilli genel müdür”, makamını devraldığı Erol Ayyıldız ise, “etkisiz eleman genel müdür” olarak anılıyor teşkilatta.

                                                                /././

Kendi canımızdan bile vazgeçmişlik düzeyinde bir tepkisizlik hâli -Tuğçe Tatari-

Kahramanmaraş merkezli depremlerin yarattığı hasarların hesabı, sorumlularından sorulamamaktadır. Bizler Ankara’dan, İstanbul’dan, İzmir’den bu haksızlıklara karşı toplumsal bir destek verebildik mi? Peki, beklenen İstanbul depremi uzmanların da uyardığı şiddette yaşanınca, İstanbullunun sesi için kimler bu ‘işler’e yeltenecek?

6 Şubat depremleri (Fotoğraf: Reuters)

İnsanın vatandaşı olduğu ülkenin devletinden ne bekleyeceği üç aşağı beş yukarı bellidir.
Toplumların yapısı, ahlaki değerleri, medeniyet düzeyi değiştikçe insanın devletten beklentileri de değişkenlik gösterebilir evet ama belli başlı konular sabittir.

Geri kalmış / bırakılmış ülkelerde belki halkın devletten birebir hesap sorabileceği gerçeği sümen altı edilmiş olabilir, bizde de başarılmak istendiği gibi…

Ama Londra’da yaşayan insanla Giresun’da yaşayan bir insanın devletten ilk bekleyeceği şey kolay kolay değişmez.

Bu da şüphesiz ki güvenlik olacaktır, beraberinde gelen güven ve adalet duygusu olacaktır.
"Adalet bir duygu olabilir mi?" diye soracak olursanız, adaletin cereyan etmesi kadar önemlidir vatandaşın hayat karşısında adalet duygusunu hissetmesi.

Olası bir mağduriyet durumunda devletin onun adına adaleti sağlayacağını bilmek hatta gerekirse tek bir vatandaşın hakkı için kendi içinde de olsa değişime gideceğini bilmek kıymetli bir güvenlik hissini de beraberinde getirir.

Bir devletten alınacak en temel hizmet de budur aslında.

Alacaklı tarafın en doğal beklentisidir de aynı zamanda. İnsanın kaliteli bir yaşamı sürdürebilmesinin tek yoludur bu duyguların sağlanması.

Ve aslında, yani normalde bir devletin büyüklüğü, ‘yüce’liği, diğer ülkelerden üstünlüğü sadece ve sadece vatandaşlarına sağladığı, sağlayabildiği haklar ve o hakları koruma düzeyi üzerinden değerlendirilebilir.

Siz kendinizi güvende, hakkı aranmış ve hatta teslim edilmiş, hukuk mekanizmaları doğru çalışmadıysa, adalet sağlanmadıysa, sağlanması için sistemi o yönde çalışmaya zorlayan bir devlet şemsiyesi altında yaşıyor hissediyor musunuz?

Bence bu sorunun cevabı çok önemli, üstelik sadece Türkiye için de değil. Dünyanın neresinde olursanız olun, alacağınız cevap o ülkenin röntgeni niteliğinden olacaktır.

“Bu girizgâhı neden yaptın, biz zaten durumumuzun röntgeni ile her saniye yüzleşerek, burun buruna yaşamaya çalışıyoruz” diyenler olacaktır.

Ben asla durumun gerçekliği ile yeterince yüzleştiğimizi düşünmüyorum, aksine yüzleşmekten kaçınmaya çalıştığımız görüşündeyim.

Gerçeğin üzerine düşünmeden, yüzleşmeden yaşayıp gidiyoruz bir şekilde.

Aslında yazı yazmanın son yıllarda en belirgin motivasyon kaynağı hâline gelen, okuru soğuk duş etkisinde düşünmeye, hareketlenmeye, hakkını bilmeye / aramaya yönlendirme çabasıdır da biraz.

Bu çaba güdüsü bittiği noktada umut da biter.

O yüzden devam edelim biz…

Bakınız Türkiye bir deprem kuşağı ülkesi.

Depremden muaf bölgesi az...

Türkiye insanının en büyük korkularından biri de şüphesiz deprem.

Özellikle İstanbul’da yaşayanları, adeta ‘dünyanın son günü’ filmlerini aratmayacak bir ‘son’ bekliyor gibi duruyor.

İstanbullu da öylece bekliyor, o gün artık ne kaldıysa elinde, onu kullanarak yaşayabilecek mi yoksa yaşayamayacak mı?

Dağcılık, ilk yardım, arama kurtarma eğitimleri alsaydık iyiydi, onu da yapmadık. Saçma bir şekilde devlete güvendik herhâlde.

Gerekçesiz olduğunu bile bile.

Bakınız daha sadece 1,5 sene geçmiş Kahramanmaraş merkezli depremlerden bu yana. Ve konuya dair yürüyen tüm hukuk davaları bir şekilde akamete uğramış, donmuş veya tutuklusu salıverilerek sürmekte. Yani ülkenin bu derece göz önündeki bir konusu bile hasır altı edilmek üzere!

Anka Haber Ajansı'ndan Mehmet Oflaz’ın hazırladığı derleme, bu konu özelinde çok kıymetli.

11 şehri etkilemiş, 53 bini geçkin cana mal olmuş, 107 bini aşkın insanı yaralamış ve sayısı belirlenememiş kayıplarıyla dev bir acı yaşadık.

Toplumsal meseleleri üzerimizden yağ kadar hızlı atmamızla ünlendik evet ama insan yine de kendi canı mesele olduğunda daha mücadeleci olunacağını sanıyor, demek kendi canı da vereceği o efordan, çabadan değersiz…

Oysa oluşan toplumsal baskıların devleti harekete mecbur bıraktığı da biliniyor ama yine de oluşmuyor.

Kardeşlerim, köpekleri bir barınağa doldurup öldürmek istiyorlar, evet ama hepimizin aynı şekilde ölecek olmasını da sorun etmiyorlar ki!

Neyse ben konuya döneyim…

Yaşadıkları binaların çürüklüğü, kendilerine sunulan farklı deprem yönetmelikleri eşliğinde AKP’li kimi bürokratların da kamu görevlilerinin de ‘adı sanı belli’ inşaat firmalarının da yargılanmasını istiyor acılı insanlar, çok da normal.

Evlatlarının, sevdiklerinin cenazelerini, kendilerine ‘sağlam vaadi’yle satılmış binaların, dairelerin, evlerin, otellerin göçüğünden bile çıkaramadı insanlar.

Başına gelse, o göçüğün önünde kaybedersin sahip olduğun tüm insanlığı.

‘Sorumluları bulunsun’a adarsın kalan ömrünü.

Ama işte burada işler öyle yürümüyor.

Sen ölüyorsun, aslında öldürülmüş oluyorsun, yakınların üzerine bir bardak soğuk su içmeye davet ediliyor. Aksi yönde çabaların, hep devletin duvarına çarpmanla son buluyor.

Yazının başında devletin hissettireceği güven ve güvenlik meselelerinden söz etmiştik. Evet, devletin medeniyet ölçüsü düştükçe öldüğün için sen suçlu, bunun hesabını sorduğun için daha da suçlu olacağın bir kuyuda bulursun kendini!

Ondan diyoruz liyakat önemli diye, ondan diyoruz kadrolaşmada akrabasal özellikler değil; işlevsel, çözümsel, hizmeti vatandaşa verebilecek, deneyimli ve gerçekten hakkını vererek çalışacak insanlar gerekiyor diye.

Özetle… Gaziantep; Furkan Apartmanı, Kavak Apartmanı, Adıyaman Grand Isias Otel, Üzümkent Sitesi, Suedakent Sitesi, Burak Yapı Sitesi, rezidans, Emlakbank Konutları, Atilla Eren Apartmanı, Özkan City Blokları, Cemil Çapar Apartmanı, MGG Tower, Fuat Koku Sitesi, Ilgın Apartmanı, Selim Köse Apartmanı, Farklı Yaşam Rende Sitesi, Yağmur Apartmanı, Rana Apartmanı…

Malatya’da Kırçuval Otel, Hakim Bey Apartmanı; Kahramanmaraş’ta Ebrar Sitesi, Palmiye Sitesi, Ezgi Apartmanı, Sait Bey Sitesi, Penta Park Sitesi, Fazilet Apartmanı…

Adana; Hasan Alpargün Apartmanı, Tutar Yapı Sitesi…

Hepsi de hak arayışında yılgınlaştırılmış depremzede dosyaları. Çözümsüz kılınmış, zamana bırakılmış, yok olmaya mahkûm edilmiş davaların şikâyetçileri!

Bu saydığım şehirler ve yıkılan yapıların mağdurlarının giriştiği hukuki mücadeleye yönelik bilgiler detaylı şekilde haberde var, dileyen okuyabilir.

Ben bir özet paylaştım.

Ve paylaştığım bu özetin ortaya koyduğu fotoğrafı netlemeye çalıştım. Geri çekilmek isteyen bilirkişiler, daha iddianamesi bile hazırlanmayan dosyalar, AK Partili müteahhitlerin tahliyesi, büyük bölümü vatandaşların çabası ile yakalanmış ve tutuklanmış ‘kaçaklar’ın çoğunun kısa sürede tahliye edilmesi, asli kusurluların dahi salıverilmiş olması ve bunların ‘samimi beyanları’ gerekçe gösterilerek yapılması, tek bir kamu görevlisinin dahi yargılanmaması, deprem mağdurlarının hak arama şansı olmadığının, hukuk yollarının ‘devletin uygun bulduğu yönde’ kapalı olduğunun da ilanıdır aslında.

Kahramanmaraş merkezli depremlerin yarattığı hasarların hesabı sorumlularından sorulamamaktadır, İstanbul’unki sorulabilecek midir?

Bizler Ankara’dan, İstanbul’dan, İzmir’den bu haksızlıklara karşı toplumsal ve istikrarlı bir destek verebildik mi?

Devleti depremzede karşısında adaletli davranmaya, gerekirse bir kolunu kesmeye mecbur edebildik mi, ettik mi, etmeye yeltendik mi?

Peki, beklenen İstanbul depremi uzmanların da uyardığı şiddette yaşanınca, İstanbullunun sesi için kimler bu ‘işler’e yeltenecektir?

Bu soruları da soralım, bunlar da önemli sorular.

Depremden sağ kurtulursak bize ne olacak, nasıl devam edeceğiz, devlet bize vaat ettiği hangi görevleri yerine getirecek ve devlet hangi mağduriyetimiz karşısında ölümün, adaletsizliğin, sefaletin, acının, yokluğun düştüğü yönden taraf olacak?

Bunları soralım, lütfen sorgulayalım.

Depremzedeye dahi hukuki haklarını, sırf kendine de dokunacak diye vermeyen bir devletten kim, ne kadar ve hangi beklentide olmalıdır?

Bunları düşünelim ve hiç değilse ‘kendi canımız’ için devlette deprem konusunda bir yaptırım mecburiyeti, en azından ihtimali yaratalım…

Bunun için de her şeyden önce yapmamız gereken şey, ‘canı ilk yanan’ın mücadelesine destek vermektir. Bu konuyu zamana yayarak unutturmak isteyenlere karşı konuyu unutulmaz kılmak ve siyasetçileri deprem konusunda baskı altına alarak elle tutulur iyileşmeler için çabalamak durumunda bırakmak lazım.

Bakın, erken seçim lafları havalarda dönerken, hiç değilse bari oyunuzla, oy verme vaadi ile güç çok kısa süreli olarak sizdeyken, devleti yönetenlerin / yönetmeye talip olanların depremi önceliklendirmelerini sağlayın!

                                             T24 - GÜNDEM

ÇEDES'e karşı çıktığı için görev yeri değiştirilen öğretmen anlattı: "Çocuklar, üzerinde Atatürk resmi var diye parayı tutmuyor"

Sınıf öğretmeni Serkan Bebek, kamuoyunda tartışma yaratan "Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum" (ÇEDES) projesine karşı çıktığı için Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü'nce kınama cezası aldı ve görev yeri değiştirildi. Okul bölgesinde tarikatların etkili olduğunu iddia eden Bebek, "Bir kıraathane kiralamışlar. 'Çocuğum buraya gitti, Atatürk’e düşman ettiler. Paranın üzerinde Atatürk’ün resmi var diye parayı tutamayacak hale geldi' diyen veliler var. 'Tarikat istemiyoruz' demek Anayasa’yı savunmaktır. Ama beni sürdüler." dedi.(https://t24.com.tr/haber/cedes-e-karsi-ciktigi-icin-gorev-yeri-degistirilen-ogretmen-anlatti-cocuklar-uzerinde-ataturk-resmi-var-diye-parayi-tutmuyor,1180607)
                                                                 ***

Diyanet’e bütçe dayanmıyor: Vakfı AB’den 45 bin 870 Euro’luk hibe aldı -Ceren Bala Teke

2023 yılı bağış geliri 6 milyar TL’yi aşan ve iktisadi işletme geliri de 50 milyon TL’ye dayanan Türkiye Diyanet Vakfı, Erasmus+ kapsamında ‘Gençliğe Yönelik Çalışmalar İçin Kurumsal Kapasite Geliştirme’ projesi ile AB’den 45 bin 870 Euro’luk hibe aldı. Vakfın 2023 yılı mali bilançosuna göre; 2022 yılına oranla 57 kat artış kaydedildi. Buna göre, 2022’de 847 bin 254 TL olan vakfın ticari geliri, 2023 yılında 48 milyon 871 bin 23 TL’ye yükseldi. Vakfın ticari geliri büyük oranda, basın yayın alanında faaliyet gösteren TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi aracılığıyla sağlandı. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olan ve denetlenemeyen Türkiye Diyanet Vakfı, Erasmus+ kapsamında ‘Gençliğe Yönelik Çalışmalar İçin Kurumsal Kapasite Geliştirme’ projesi ile AB’den 45 bin 870 Euro’luk hibe aldı.(https://t24.com.tr/haber/diyanet-e-butce-dayanmiyor-vakfi-ab-den-45-bin-870-euro-luk-hibe-aldi,1180552)

                                 ***

Sağlıkçılar uyarıyor: Aşı karşıtlığı tehlikeli boyutlara ulaştı, Bakanlık rakamları paylaşmıyor!

aşı karşıtlığı

"İstanbul’da 17 bin doza yakın aşının yapılmadığını görüyoruz. Bunların yüzde 90’ı aşı reddi"

Türk Tabipleri Birliği Aile Hekimliği Kolu (TTB-AHEK) İstanbul’da aylık yaklaşık 10 bin aile hekimliğine kayıtlı çocuğun aşısının yapılamadığını bildirdi. Cumhuriyet’ten Merve Kılıç’a konuşan TTB-AHEK Başkanı Emrah Kırımlı, “Biz aşıyı yapamadığımız zaman il sağlık müdürlüklerine bilgi veriyoruz. Her aşı için 10 sayfa kağıt doldurarak belgeleri toplayıp gönderiyoruz. Onlar kontrol ediyorlar. Sonra da kabul edip etmediklerini kendi internet sitelerinde yayımlıyorlar. Biz böylelikle bütün illerde kaç doz aşı yapılmamış görebiliyoruz. Buna baktığımızda İstanbul’da 17 bin doza yakın aşının yapılmadığını görüyoruz. Bunların yüzde 90’ı aşı reddi. Bu da yüzde 5’lik nüfusa denk geliyor. Aşı reddi çok artmış durumda"  dedi.(https://t24.com.tr/haber/saglikcilar-uyariyor-asi-karsitligi-tehlikeli-boyutlara-ulasti-bakanlik-rakamlari-paylasmiyor,1180610)

(T24)

22 Ağustos 2024 Perşembe

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -22 Ağustos 2024-

 Yıllar sonra 17–25 Aralık anımsatması: Dam üstünde saksağan -Ali Rıza Aydın-

Umudun düşmanlarından, insanlığın, hayvanların ve doğanın düşmanlarından umut çıkmaz.

Büyük sermayenin seslerinden Ali Koç’un Fenerbahçe Başkanı unvanıyla CHP ve MHP genel başkanlarını ziyareti ve Devlet Bahçeli buluşmasında “17-25” saat görüntüsü farklı yorumlarla gündeme oturdu, düzen içinde bir kesimde heyecan yarattı. 

Düzen içi siyasetçilerin sermaye sınıfının örgütü TÜSİAD ziyareti, bu örgütün ya da kimi büyük patronların düzen içi siyasi partileri ziyareti hep manşet olur. Demokrasi, uzlaşma yorumları yapılır. Günümüzde bu yorumlara AKP ve liderinden kurtulma umutları da ekleniyor. 

Cumhuriyetin yıkılmasına göz yumanların, NATO’cuların, laikliği yok eden gericilikle ve yurtseverliği yok eden milliyetçilikle işbirliği içinde olanların, iktidarları için emekçilerin genel oy hakkını çalanların, özelleştirmeci ve yağmacıların, işgücünü meta olarak görenlerin, sömürüyü savunanların bir araya gelmesi sömürülen emekçi halk için heyecan olabilir mi? 

Konu, 17-25 Aralık 2013’ün başbakanı, günün cumhurbaşkanı, daha önce de gündeme getirilen CHP-MHP koalisyonu gibi alt başlıklara indirilip Yüce Divan’a kadar, seçimlerin yenilenmesine kadar getirildi. 

Bahçeli’nin Cumhur İttifakına toz kondurmayan açıklaması durumun hiç de öyle olmadığını gösterdi. Koç Holdingin mal varlığı ve yüksek kâr oranları açıklanınca da Ali Koç’un Fenerbahçe Başkanından öte biri olduğu anımsandı. 

İki konuya, Yüce Divan ve seçimlerin yenilenmesine kısaca değinelim ki bunların  düzen içinde umut olamayacağı anlaşılsın. Nitekim, Bahçeli’nin küresel ekonomi-politik sisteme gönderme yaparak “iç kargaşa riski en yüksek ülke olarak Türkiye’nin haksız ve hayasızca gösterildiği bir dönemde” “milli güvence ve milletin özgüveni” olarak tanımladığı Cumhur İttifakının büyük ortağı AKP de Yüce Divan ve seçimlerin yenilenmesini gündeme getirmeyi düşünmediğini hep yaptığı gibi “yeni anayasa” söylemine sığınarak gösterdi. 

Dört Bakan (Egemen Bağış, Muammer Güler, Zafer Çağlayan, Erdoğan Bayraktar), aile çevresi, kamu görevlileri ve iş insanlarıyla (popüleri Rıza Sarraf olmak üzere) seksenden fazla ismin içinde olduğu, ayakkabı kutularında paraların bulunduğu, ucu İran ve ABD’ye kadar uzanan, “görevi kötüye kullanma, yolsuzluk, rüşvet, kara para aklama, ihaleye fesat karıştırma, evrakta sahtecilik” içerikli bir operasyonun unutulması olanaklı değil. Böylesine açık seçik, geniş boyutlu olaylar zincirinde soruşturma takipsizlikle sonuçlandırıldı ve bakanlar için Yüce Divan (YD) yolu açılmadı, 5.1.2015’de TBMM’den YD’ye gönderilmeme kararı çıktı. 

Dört bakandan biri (yukardaki sıraya göre ilki) görevden alındı, üçü istifa etti. Dönem R.T. Erdoğan başbakanlığında ve sorumluluğundaki 61. Hükümet dönemiydi. Ve aynı zamanda Erdoğan-Gülen uzun ortaklığının çatırdama dönemiydi.       

Olayların yargılama süreci davasızlık ve cezasızlıkla sonuçlanırken ana etken ceza hukuku ve yargılama süreci değil, hükümete karşı paralel devlet operasyonu olarak değerlendirilip algılatıldı. Soruşturmanın içindeki birçok emniyet ve yargı mensubu görevden alındı, meslekten menedildi, görev yeri değiştirildi. Bu olaylardan sonra kimi AKP milletvekilleri partisinden ayrıldı. Hakimler ve Savcılar Kurulunun yapısı değiştirildi. Adalet Bakanına geniş yetkiler verildi. Bu yetkilerin bir bölümü Anayasa Mahkemesince iptal edildi.  

Paralel devlet operasyonu birçok konuda devreye sokulurken suçların cezasız kaldığı, siyasal iktidarın isteği ve çıkarına göre cezasızlık iklimi için paralel devlet içindeki kimi yargı mensubunun -bu mensupların cezasızlık ikliminden yaralanması koşuluyla- kullanıldığı, yine siyasal iktidarın isteği ve çıkarına göre aynı yargı mensuplarının suçsuz olduğu halde cezalandırılması istenenler için kullanıldığı, bu yolla halk arasında korku ve panik yaratıldığı çok yazıldı, çizildi. 

Sermaye sözcüsüyle siyasi temsilcinin buluşması 17-25 Aralık olaylarını anımsatırken, “acaba suçlular hakkında dava yolu açılır mı, dört bakan, hatta onlardan sorumlu olan başbakan Yüce Divana gönderilir mi” sorularını soranlara siyaseten verilecek yanıt AKP’nin hâlâ iktidarda olduğu. 

Başbakan ve bakanlar yönünden Yüce Divan yargılamasına, Meclis süreciyle bakmak gerekiyor. Anayasa’nın 100. maddesinde tanımlanan “Meclis soruşturması” usulünde, soruşturma ve kovuşturma, yargının iddia ayağı olan savcılık yerine, Meclis soruşturma komisyonu ve Genel Kurul tarafından yapılıyor. Kısaca, burada siyaset devrede; her türlü pazarlık ve ilişki devrede.

Daha önce Başbakan Mesut Yılmaz’ın ilk soruşturmada TBMM’ce YD’ye sevk edilmediği halde sonraki yasama döneminde aynı konuda YD’ye sevk örneğinde olduğu gibi, dört bakanın aynı suçlar için YD’ye sevki olanaklı. Ancak mevcut Meclisin sandalye dağılımı, -AKP’nin 266 milletvekili olduğu dikkate alındığında, MHP dahil tüm diğer siyasi partiler ve bağımsız milletvekilleri sevk kararı verse de-, soruşturma açılması istemine (üye tamsayısının salt çoğunluğu 301 milletvekili) yetiyor ama soruşturma açılması kararına (üye tamsayısının 3/5’i 360 milletvekili) yetmiyor. YD’ye sevke (üye tamsayısının 2/3’ü 400 milletvekili) hiç yetmiyor. 

Kaldı ki konunun bir de dava zamanaşımı gibi “devletin yargılama hakkının sona ermesi” boyutu var. Bakanların görevleriyle ilgili suçlarında bu konuda hüküm yok ama önceki YD kararları bakanlar için milletvekillerine uygulanan “üyelik süresince zamanaşımı işlemez” kuralının uygulanacağını söylüyor. Zamanaşımı her bir bakan için üzerlerine atılı suçlara göre hesaplanması gereken teknik bir konu ve yazı konumuz dışında.  

Görüldüğü gibi AKP içi çelişkilere veya AKP dışındaki düzen içi siyasi partilere bel bağlayarak umutlanmak dipsiz kuyu. Paralel devlet gerekçesiyle yok sayılan suçlar siyasi iktidarın gücüyle cezasız kalıyor. Konu yalnızca suç işleyen bakanların iktidar partisinin çoğunluğuyla YD’ye sevk edilmemesiyle sınırlı değil. Parlamentonun siyasi iktidarı denetleme yollarının tıkanmasıyla ya da yargının siyasi iktidarın güdümüne girmesiyle de sınırlı değil.

Seçimlerin yenilenmesinde de benzer Meclis aritmetiği söz konusu. Ya Cumhurbaşkanı seçimlerin yenilenmesi kararı alacak ya da TBMM üye tamsayısının 3/5’i 360 milletvekili. Birincide CB’nin yeniden adaylığı yolu kapalı, ikincide açık. Tabi bu açıklık son seçimlerdeki Anayasayı yok sayarak aday olma durumunun da yeniden tartışma konusu yapılmasına engel değil. Seçimler hangi yöntemle yenilenirse yenilensin her durumda CB ve TBMM seçimleri birlikte yapılacak.

Yargılama, seçim gibi konular -anayasal olmakla birlikte- uygulanmayan ya da gereksinmeye göre yorumlanarak(!) uygulanan anayasasızlık hallerini yansıtıyor. Buradan umut çıkmaz. Aynı konular egemen sermaye sınıfının ve siyasi temsilcilerinin düzenini sürdürme araçları. Buradan da umut çıkmaz. Umudun düşmanlarından, insanlığın, hayvanların ve doğanın düşmanlarından umut çıkmaz.    

Sömürücü düzen yasamasından yargısına, eğitiminden sağlığına tüm devlet organlarını, hukuku, kamusal araçları ve hizmetleri biçimlendiriyor. Buna devletin ve hukukun sınıfsallığı diyoruz. Düzen, özel mülkiyetin saltanatı için emekçi halkı ucuz, esnek, güvencesiz çalışmaya ve gericiliğin karanlığına mahkum ediyor. Buna da sömürü diyoruz. Sınıfların ve sömürünün ortadan kaldırılması, aydınlanma ve sosyalizmin getirilmesi toplumsal seferberliği gerektiriyor.   

                                                             /././

Zenginlerin kâbuslarındaki hayalet -Nevzat Erim Önal-

Bu yüzden komünizm, tüm zenginlerin en büyük öcüsü, kabuslarındaki hayalet olmaya devam ediyor.

Önce Donald Trump’a suikast girişimi, ardından Biden’ın saha kenarına alınıp Kamala Harris’in oyuna girmesiyle ABD başkanlık yarışına tekrar heyecan geldi. Geçtiğimiz günlerde milyarder Elon Musk, Trump yanlısı bir manipülasyon hesabından atılan, Harris’in “eşitlik istediği, dolayısıyla komünist olduğunu” savunan bir tweet’i RT’ledi. Ardından Trump, Harris’in adaylığının resmiyet kazanacağı Demokrat Parti ulusal kongresini bir komünist parti mitingine benzeten bir görsel paylaştı.1

Trump’ın kampanya ekibi muhtemelen kendisi gibi hırbolardan oluştuğu için pek ince çalışmıyor. Doğrusu Çin Komünist Partisi orak çekicini kullanmalarıydı ama görselde Sovyetler Birliği orak çekici kullanılmış. Öte yandan, herhalde böyle inceliklere ihtiyaçları da yok. Zira aklı başında herkes Trump ne kadar komünistse Harris’in de o kadar komünist olduğunu biliyor; ama söylemin hedefi aklı başında olmayan, aklı yüz yıldır komünizme dair anlatılan korku hikayeleriyle sulandırılmış seçmenler. ABD siyasetinde liberal-muhafazakârların biraz olsun sosyal demokrat önerilerde bulunanları (mesela evrensel sağlık hizmetini savunanları) komünist ilan etmeleri bir çeşit ata sporudur. İnternet çöplüğünü karıştırırsanız en azından 2. Dünya Savaşı’nın bitişinden bu yana her ABD başkanlık seçiminde, demokrat parti adayının birileri tarafından komünistlikle suçlandığını görürsünüz.

Musk gibi, parası olmayanın sağlık hizmeti alamayıp ölmesi gerektiğini savunan liberaller için komünizmden büyük öcü yok; ama düzgün sağlık hizmeti alamayacak milyonlarca insanı kendi öcüleriyle korkutmayı başarıyorlar.

Peki, bu sadece onların mı başarısı? Gelin, inceleyelim…

***

Türkiye’nin son başkanlık seçimlerinde CHP’nin baş ekonomi kurmayı Daron Acemoğlu’ydu. Acemoğlu, kariyeri boyunca demokratik rejimlerin ekonomik kalkınmayı kolaylaştırdığını, diktatörlük rejimlerinin ise engellediğini savundu. Dolayısıyla bir ABD vatandaşı olan Acemoğlu’nun (eğer oy vermekle uğraşacaksa) başkanlık yarışında Harris’e oy vereceğini tahmin edebiliriz.

Acemoğlu, 20 Haziran’da Project Syndicate internet sitesinde yayınlanmak üzere “Eğer Demokrasi İşçiden Yana Olmazsa, Ölecek” başlıklı bir yazı kaleme aldı.2 Yazı, Türkiye basınının önemli sol liberal organlarından Ruşen Çakır’ın Medyascope’unda da genişçe haberleştirildi.3

Acemoğlu özetle şunu söylüyor: “Batı demokrasisi 2. Dünya Savaşı’ndan sonra genel anlamda başarılı olsa da; 1980’lerden bu yana verdiği sözleri tutamadı. Emekçilerin gelirlerinde bir iyileşme olmadı, ekonomik büyüme gerçekleşmedi; buna rağmen sağ da sol da finans öncelikli politikalar uygulamaya devam etti ve bir bakıma 2008 krizine giden yolun taşlarını döşedi. Tüm bunlar demokratik kurumlara olan inancın sarsılmasına neden oldu ve faşizm yükseldi.”

Saydığı bu olgularda sorun yok, ama Acemoğlu politika önerilerine geldiğinde zurnası zırt diyor. Acemoğlu’na göre neoliberalizmin en sivri uçlarını (bilhassa da dizginsiz finansallaşmayı) törpüleyecek ve gelir eşitsizliğini azaltacak politikalara ihtiyaç var; ama bunları merkez sağ partiler uygulamalı.

Çünkü Acemoğlu’na göre Fransa’da seçimleri kazanmış olan Yeni Halk Cephesi gibi sol popülist siyasetler kapitalizm koşullarında başarısız olmaya; Çin gibi “otoriter” rejimler ise, ne denli ekonomik başarı gösterirse göstersin uzun erimde büyümeyi frenlemeye mahkûm. (Meraklısı için: Çin ekonomisi 1977 yılından bu yana hiç küçülmedi ve büyüme oranı nadiren yüzde 5’in altına indi.4)

Acemoğlu, iddialarını kendince demokratik ve otoriter olarak tanımladığı rejimleri karşılaştıran ekonomi modellerine dayandırıyor. Dışarıdan baktığımızda ise şunu görüyoruz: Acemoğlu’nun siyasi rakibi neofaşizm, ama onun öcüsü de aynı Musk ve Trump gibi komünizm.5

Devam edelim...

***

Türkiye 2001 krizine doğru yuvarlanırken, bir grup iktisatçı ekranlarda ekonomi konusunda şaklabanlık yapıp halkı bir futbol maçı izliyor olduğu hissiyle uyutuyordu. Bu yüzden adları “Televole iktisatçısı”na çıkmıştı. Bunlardan Ege Cansen, geçenlerde Medyascope’la benzer çizgide, AKP karşıtı liberal bir yayın organı olan Oksijen’in televizyon kanalında konuktu.6 Cansen’e göre enflasyonun düşmesi için ücretlere gerçekleşen değil hedeflenen enflasyon oranında zam yapılmalı. Dolayısıyla önümüzdeki Ocak ayında asgari ücret belirlenirken, 2024 yılı enflasyonu yüzde 40 gerçekleştiyse ve 2025 enflasyonu yüzde 15 hedefleniyorsa, asgari ücrete de yüzde 40 değil yüzde 15 zam yapılmalı.

Cansen bilindik bir teorik üçkağıtçılık yapıyor ve 2025 başında yapılacak ücret zammının 2024 boyunca gerçekleşen enflasyonun yarattığı değil, 2025’te gerçekleşmesi beklenen enflasyonun yaratacağı ücret aşınmasının telafisi olduğunu söylüyor. Oysa enflasyon ortamında her sene başında yapılan ücret zammı geçmiş yıl boyunca yaşanan kaybın telafisidir. Eğer gerçekleşmiş enflasyondan düşük zam yapılırsa, ücretler aradaki fark kadar düşürülmüş (yani enflasyonu yakalayamamış) olur. 

Ama bunun bile çok önemi yok, zira iki cümle sonra Cansen’in zurnası da zırt diyor: “Dar ve sabit gelirlilere baskı yapmadan enflasyonu düşürmek imkânsızdır.”

Kapitalizm koşullarında dahi tek çözüm bu değil, Cansen de kuşkusuz bunu bilir. Ama enflasyonu düşürmeye yönelik kimi alternatif çözümler, Cansen’in kariyerinin önemli bir kısmı boyunca doğrudan hizmet ettiği Koçzadeler başta olmak üzere, hayatı boyunca hizmet ettiği sermaye sınıfının çıkarlarına biraz da olsa dokunulmasını gerektirir. Bu yüzden kendisi gibi liberallerin dillerinden düşürmediği “alternatif yok” iddiasını tekrarlıyor.

Ama beni asıl videonun başlarında söyledikleri ilgilendiriyor. Zira Cansen, güzel güzel Türkiye ekonomisinden bahsederken durduk yere konuyu Sovyetler Birliği’ne getiriyor ve özetle şunları söylüyor: “Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluş yıllarından itibaren (kullandığı terim ‘Stalin’in diktatörlüğü’) yaşanan olağanüstü ekonomik büyüme bir ‘anormallik’ti. Bu büyüme 1917-1923 yılları arasında yaşanan yıkımın toparlanmasını içerdiği için gerçekte olduğundan yüksek göründü, uzun erimde de ‘normalize’ olması gerekirdi ve nitekim oldu.”

Sovyetler Birliği ekonomisi, Ekim Devrimi sonrası yaşanan iç savaş dönemi ve Nazi işgali yılları dışında kesintisiz ve ABD ekonomisinden çok daha hızlı büyüdü. Bunun bir sebebi kuşkusuz başlangıçta daha geri bir ekonomi olmasıydı, ama bu yıllarda planlı ekonominin ekonomik kalkınmayı çok daha hızlı gerçekleştirdiği dünyaca kabul ediliyordu ve batıda da beş yıllık kalkınma planları uygulanmaya başlamıştı. Sovyet kalkınması 1960’lardan itibaren, sosyalizm ideolojik olarak gevşemeye başladıktan sonra tavsadı.

Cansen’in “normalleşme” dediği şey ise 1991’de sosyalizmin yıkıldığı karşı devrim. Öncesinde ülkede nüfusun en düşük gelirli yüzde 50’si gelirin yaklaşık yüzde 40’ını, en düşük gelirli yüzde 90’ı gelirin yaklaşık yüzde 80’ini alıyordu. Sonrasında ise bu oranlar sırasıyla yüzde 20 ve yüzde 60’ın altına düştü.7 Yani Cansen’in normalleşme dediği, Rusya ve tüm diğer Sovyet ülkelerinde kapitalizmin tekrar egemenlik sağlaması ve eş zamanlı olarak zenginlik ile yoksulluğun, yani eşitsizliğin geri gelmesiydi.

Cansen’in ABD başkanlık seçimlerinde verecek oyu var mı bilmiyorum, olsaydı herhalde o da Harris’e verirdi; zira kendisi sermaye sınıfının tamamına hizmet etmeyi düstur edinmiş biri ve Trump ona muhtemelen sermaye sınıfının güncel temsilcisinden ziyade maceracı bir hizipçi gibi görünüyordur.

Asıl önemli olan ise şu: Güncel pozisyonu ne olursa olsun, “Old School” (dilerseniz “ihtiyar” da diyebilirsiniz) bir liberal olan Cansen’in öcüsü de komünizm.

***

Peki, düzenin sağcısının da solcusunun da; muhafazakârının da liberalinin de sosyal demokratının da derdi neden komünizm? İkide birde söyledikleri üzere, Sovyetler Birliği yıkıldığında komünizm kalıcı olarak yenilmedi mi? Ve daha önemlisi, Marksizm teorik olarak yanlışlanmadı mı?

İki sorunun da cevabı “hayır.” Köleci Roma İmparatorluğunun en kudretli yıllarında insanlığın özgürlük arzusu nasıl ortadan kalkmadıysa; emperyalist aşamasına ulaşmış kapitalizmin tarihinde en kudretli dönemi olan günümüzde de insanlığın eşitlik arzusu ortadan kalkmadı. Marksizm o eşitlik arzusunun teorisi, komünizm ise o eşitlik arzusunun siyaseti. Eşitsizlik düzeni, var olduğu müddetçe, bu belalardan kurtulamayacak.

Bu yüzden zenginler özel mülkiyetlerini korumak için sadece sürekli büyüyen polis ve asker ordularına değil, aynı zamanda binlerce propaganda kanalından sürekli komünizmi kötülemeye muhtaç. Çıkarları kapitalizmin devamından yana her insan, siyasi pozisyonundan bağımsız ve bu onu ne kadar çelişkiye düşürürse düşürsün komünizme düşman olmalı. Sadece düşman olması yetmez, bunu asla dilinden düşürmemeli; sanki takıntılı biriymiş, kişisel bir kuyruk acısı varmış gibi konuyu sürekli komünizme getirmeli.

Ne var ki, tarihin herhangi bir anında halk eşitsizliği ne kadar kabullenmiş olursa olsun, insanlığın eşitlik arzusu asla ortadan kalkmayacak. Öte yandan kapitalizm var oldukça her kuşak, öncekilere göre daha büyük bir eşitsizlik altında yaşayacak. Çünkü sermaye daima kâr edip birikmek zorunda ve emekçiler mülksüz kalacağına göre, sermaye biriktikçe eşitsizlik derinleşecek. Bu yüzden emekçiler ayaklanmadığı, iktidara el koymadığı, özel mülkiyeti ortadan kaldırmadığı ve komünist dünyayı kurmadığı müddetçe, demokrasi de asla emekçiden yana olmayacak, Acemoğlu’nun değil Cansen’in önerdiği politikalar uygulanacak.

Dolayısıyla her kuşağın, yeni doğan her insan evladının komünizmin kötü bir şey olduğuna ikna edilmesi gerekecek.

Tabii toplum kaval dinleyen bir koyun sürüsü olmadığı için, propaganda aygıtı da Musk ve Trump gibi milyarderlerin tweetleri veya Acemoğlu ya da Cansen gibi maaşlı ideologların anlattıklarından ibaret kalmıyor. Kapitalizmin devamından hiçbir çıkarı olmayan bir sürü yoksul insan da bir kere ikna olduğunda canla başla başkalarını ikna etmeye çabalıyor ve kendisine ezberletilen antikomünist zırvaları “bunlar dinsiz, bunlar herkes yoksul olsun istiyor, bunlar karılarını paylaşır, Stalin, Mıtalin…” diye tekrarlıyor. Acemoğlu ve Cansen gibilerin maaş karşılığı yaptığını bedavaya yapan bu insanlar, Nâzım’ın bir şiirinde “vebalı farelerden bile ucuz” diye nitelediği aletlere dönüşüyor.

Zenginin eşitsizliği savunması çıkarı gereğidir; yoksulun eşitsizliği savunması ise onu kişiliksizleştirir, insanlıktan çıkartır. Ne var ki, efendisine âşık olup onurundan vaz geçmiş böyle zavallıların, bilhassa da sosyal medyada çıkarttığı gürültüye bakıp insanlığın yenildiğini zannetmek büyük hata. Emekçi halkın büyük çoğunluğu her gün eşitsizliği sessizce sineye çekiyor; ama içselleştirip alçalmıyor.

Bu yüzden komünizm, tüm zenginlerin en büyük öcüsü, kabuslarındaki hayalet olmaya devam ediyor.

Ve son haftalarda o hayalet, cüret edip zenginlerin kapısına dayanıyor. “Holdinglerin mal varlıkları ve kârları halkımıza feda olsun!” diyor.8

Omuz verin, o kapılar kırılsın. Zenginlerin kâbusu gerçek olsun.

Sokak hayvanları yasasından sonra istifa eden veteriner hekimler: 'Gözü dönmüşlerin maşası olmak istemedik' -Özkan Öztaş-
Sokak köpeklerinin barınaklara alınmasının ve öldürülmesinin yolunu açan yasadan sonra birçok ilde belediyede çalışan veteriner hekimler görevinden ayrıldı: "Yaşatmak için okuduk öldürmek için değil."

Sokak köpeklerinin barınaklara alınmasının ve öldürülmesinin yolunu açan yasanın Meclis'ten geçmesinin ardından birçok yerde barınaklara toplanan sokak köpekleri ve birden fazla köpeğin gömüldüğü toplu mezarlar haber oldu.

Bu süreçte görev almak istemeyen veteriner hekimler istifa ediyor. "Biz bu okulu hayvanları yaşatmak için okuduk, öldürmek için değil" diyen hekimler, "Veteriner hekim olmayan, bir hayvanın hayatını kurtarmanın ne demek olduğunu bilmeyen insanların hayvanlar adına karar vermesini kabul edemeyiz" diyorlar. Bu süreçte istifa eden İlker* ve Elif* ile konuştuk.

'İki seçeneğim vardı. Ben vicdanımın sesini dinledim'

İlker il belediyesine bağlı veterinerlik hizmetleri dairesinde çalışıyordu. Bundan yaklaşık üç yıl önce girdiği işi çok aradığını ve öncesinde belediyelerde çalışmanın avantajlı olacağını düşündüğünü söylüyor. Ancak işler pek de tahmin ettiği gibi gitmemiş. Belediyelerin bu hizmetleri ihale ile taşeronlara verdiğini, kendisinin de yıllarca taşerona bağlı çalıştığını söylüyor.

İlker yasa çıkmadan öncesini ve sonrasını şu sözlerle anlatıyor: "Ben belediyeye işe girdiğimde inanılmaz sevinmiştim. Ama girince gördüm ki işler pek de öyle değil. Mesela personel sayımız çok azdı. Hiçbir işe yetişemiyorduk. Bazen ihbar geliyordu, falanca yerde bir köpeğe araba çarpmış diye. Bir ben bir de şoför gidiyorduk. Adamın yükümlülüğünde değil belki ama inip o köpeği araca yüklemeye falan çalışıyordu, yardımcı oluyordu bana.

Ama yine de tahammül ediyordum. Sonuçta bunun için okudum, 'bu benim görevim' diyordum. Ama bu son çıkan yasadan sonra işler değişti. Normalde sokak hayvanlarını toplamak çok nadir yapılan bir işti. Ama yasa geçtikten sonra her gün 'ekipler çıkacak, hayvanları toplayacak' diye talimatlar gelmeye başladı. Biz zaten hayvanlar nerelerde bekliyor, nerelerde yaşıyor biliyoruz. İşte şehrin az uzağındaki çöplerde ya da bazı mahallelerde sürü halinde gezerlerdi. Normalde barınak vardı. Ama toplamazlardı. Şimdi sanki kırk yıldır arıyorlardı da bulamamışlar gibi davrandılar. 

'Bunları toplayıp ne yapacağız?' diye sordum. Bizim bir amir var, 'Ne yapacağız, uyutacağız' dedi. Durdum düşündüm. Bunu uyutma görevi bende. Yani öldürecek olan benim. Çok düşündüm. Nasıl olsa başka bir yerde iş bulurum dedim. Ayrıldım oradaki görevimden. İki seçeneğim vardı. Ya görmezden gelecektim. Ya da vicdanımı dinleyecektim. Ben vicdanımın sesini dinledim. Bu cinayete ortak olmak istemedim." 

'Belediyeler cinayetleri durdurabilir mi? Emin değilim, tüm süreç özel şirketlere emanet'

Elif de bu süreçte istifa eden veteriner hekimlerden. Bir ilçe belediyesine bağlı olarak veteriner hekimlik görevi yürütürken çıktı yasa. "Belediye CHP'de mesela. Ama daha önce AKP'deyken ihalesi verilmiş. Bırakın işini doğru düzgün yapanı, ben veteriner hekimlik hizmeti yapan ama veteriner olmayan kişiler dahi gördüm. Özel şirket. Almış adamı çalıştırıyor. Bir sürü şikayet var, hem meslek odası hem belediye soruşturuyor. Sonuç? Sonuç adamın maaşı teknik personel olarak yatıyor. Kimse sormuyor tabii sahada 'Bu adam neden aşı yapıyor, neden ilaç veriyor?' diye. İspat yok, delil yok. Herkes de korkuyor. Vallahi benim gördüğüm, belediyelerin bu özel şirketlere çok da sözünün geçmediği. Engelleyebilirler mi? Emin değilim" diye anlatıyor.

Elif, şöyle devam ediyor:

"Öğrencilik yıllarımda bana, veteriner hekim olmayan, bir hayvanın hayatını kurtarmanın ne demek olduğunu bilmeyen insanlar hayvanlar adına karar verecek ve bu kararı da veteriner hekimlerin boynuna yük edecekler deselerdi büyük ihtimalle o zamanki aklımla böyle bir kötülüğü yapacaklarına inanmazdım. İnanmak istemezdim. Fakat ne yazık ki şu an içinde olduğumuz şartlar artık okuduğumuz kitaplardan ve bilimden uzak bir noktaya ilerliyor. Her geçen gün bunu daha sık hissediyoruz."

'Meslek etiği ötanazi gerektiren örneklerde dahi reddetme hakkımız olduğunu söylüyor'

Elif ve İlker farklı şehirlerde görev yapıyor. Bu kararı alma sürecinde istifa etmeyi düşünürken, tanıdık meslektaşlarının da benzer karar verdiklerini görünce kendilerinin yalnız olmadığını anladıklarını söylüyorlar. İlker, "Ben gider olmadı bir firmada çalışırım ya da bir klinikte görev alırım. Ne olacak! Ama her gece bu kabusla uyuyup uyanmak istemem" diyor.  

Elif ise başka bir ayrıntıya dikkat çekiyor. Çıkan yasayla mesleki etik arasındaki uçurumu anlatıyor.

"Veteriner hekimlerin terminal döneminde olan ve artık tedavi göremeyecek prognozu iyi olmayan bir hayvanın ötanazi kararında dahi vicdani ret hakkı mevcutken sağlıklı bir hayvanın uyutulmasını reddetme hakkı da mevcut. Ve ben inanıyorum ki meslektaşlarımın vicdanına bırakılsa hiçbiri bu yasayı uygulamak istemezler. Fakat yeni yasa barınakta çalışan veteriner hekimler için bir seçenek sunmuyor. Vicdanı ve etiği hiçe sayarak cezalarla tehdit ederek etik dışı bir uygulamayı dayatıyor. Bu durumda dayatmalarla çalışarak meslek etiğini hiçe saymak okunulan beş seneye ve onca emeğe yazık olur diye düşünüyorum."

'İşsizlikle korkutup cinayet işletecekler'

"Peki geride kalan meslektaşlarınız ne olacak?" diye sorunca veteriner hekimler çaresizce bakıyor. Her ikisi de "İşsizlikle korkutuyorlar" diye başlıyor söze. "Çalışanları işsizlikle korkutarak cinayete eşlik etmesini istiyorlar" diyor İlker. Elif ise bu nedenle görevinden ayrılan her meslektaşıyla gurur duyduğunu ifade ediyor. 

"Açıkçası barınaklarda çalışan veteriner hekimler olsun diğer alanlarda çalışanlar olsun, işsizlikle korkutularak etik dışı ve vicdanı yoracak bir işin parçası olmaktansa alan değiştirmek en doğru tercih olarak geliyor bana. Veteriner hekimliğin çalışma alanı geniş. Bence kimse korkmasın. Evet kolay değil, zor yeniden iş bulmak. Ama mümkün. O yüzden vicdanımızın rahat edeceği işlerde çalışmayı diliyorum hepimize ve yasa yüzünden işinden ayrılan meslektaşlarımla da gurur duyuyorum."

'Gözü dönmüş insanların maşası olmak istemeyen mücadele eder'

İlker de benzer şekilde "Bunun için okumadık, böyle bir işte de çalışmayı reddediyorum o yüzden. İnsanların, ailemin yüzüne, her şey bir kenara aynaya nasıl bakarım ben bu talimatları uygularsam?" diyor ve ekliyor:

"Ben meslektaşlarımın ne olursa olsun meslek etiğine uyacaklarına inanıyorum. Bugün yasa olumsuz yönde değişti diye, yaşatmak için sabahladıkları hayvanları öldürecek değiller. Ve bu yasa yarın olumlu yönde de değişebilir değil mi? Bu ülkede bunlar mümkün. O zaman ne olacak? Hem bu vicdan azabını üstlenmemek için hem de değişim için mücadele etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Artık hayvanların da hayatına kast etmek isteyen gözü dönmüş insanların maşası olmak istemeyen mücadele eder. Ben böyle düşünüyorum."

Elif ve İlker çalıştıkları yerlerdeki görevlerinden ayrılarak doğru karar verdiklerine inanıyorlar. Şimdi ise yeniden iş arıyorlar. "Bizim için zor ama içimiz çok rahat. İş dediğin bulunur, bir çare olur mutlaka. İnsanlığımızı kaybetmeyelim yeter" diyorlar. 

* Veteriner hekimlerin, gerek daha önce imzaladıkları sözleşmeler nedeniyle sorun yaşamamaları gerekse yeni iş arayışlarında zorluklarla karşılaşmamaları adına isimleri değiştirilmiştir. 

                                                                      soL - GÜNDEM

Kıdem tazminatını kaldırmaya yönelik oyun yine başladı

'30 milyondan fazla çalışanı doğrudan ilgilendiren Türk İş Kanunu adı altında düzenleme çalışmaları adı altında yapılmaya çalışılan değişiklik' başlığının altında yatan ne?

“Haftalık çalışma 40 saate düşecek”, “Esnek çalışma düzenlemesinin detayları netleşmeye başladı” başlıkları birkaç gündür haber sitelerinin ve gazetelerin manşetinde yer alıyor.

Yıllar önce sinyalini verdikleri fakat sonrasında geri çektikleri “kıdem tazminatı” oyunu yeniden sahada. Önemli birkaç noktasını TKP MK üyesi Alpaslan Savaş anlattı.

Epeydir gündemlerinde olan çalışma yasalarında bir dizi değişiklik yapmak için patronların kolları sıvadığını söyleyen Savaş, “‘Çalışma sürelerini düşüreceğiz’ söylemi esnekliğin pozitif dayanağı olarak anlatılır hep. Aslında esneklikle çalışma süreleri düşmez. Bu bir kamuoyu propagandasıdır, çalışma süreleri belirsizleşir. Dolayısıyla bu sefer ‘çalışma sürelerini düşürüyoruz’ söylemini öne çıkardılar” dedi.

Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) 2019 yılında da toplanıp bu gündemi görüşmüştü. O zaman da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “25 yaş altı, 50 yaş üzeri işçilerin istihdamını sağlayacağız” sözleriyle bu paketi öne çıkarmıştı. İstihdam Kalkanı Paketi ismi verilen paketin içeriği aslında şimdi öne çıkarılan paketle aynı. 

Erdoğan yaptığı açıklamada 25 yaş altı ve 50 yaş üzeri işçilerin istihdamını “esnek çalışma” ile teşvik edeceklerini söylemişti. O dönemde basına sızdırılan bilgilere göre de esnek çalışma “süreli sözleşmeler” ile teşvik edilecekti. Yani belirli süreli sözleşmeler ile.

Belirli süreli sözleşme İş Kanunu’nun 11'inci maddesinde yer alır. Süresi belirli olan işlerde ya da belli bir işin tamamlanmasında yapılır. Objektif koşullara bağlıdır, yani yapılacak işin bu sözleşme için uygun olması gerekir. Objektif koşul, öngörmedik şekilde artan siparişler, işyerinde geçici olarak yapılması söz konusu olan ya da mevsimlik işler gibi durumlardır. Yani patron kafasına göre belirli süreli iş sözleşmesi ile işçi çalıştıramaz. Belirli süreli iş sözleşmesi birden fazla üst üste yapılamaz. Belirli süreli iş sözleşmesiyle çalışan işçinin işi, sürenin tamamlanmasıyla sona erer. Belirli süreli sözleşmeyle çalışan işçiye ihbar ve kıdem tazminatı ödenmez. İş güvencesi kapsamında değildir, yani işe iade davası açamaz.

Savaş perde arkasındaki amacı şöyle anlattı:

“Evet, bu esnek istihdam biçimidir ve bunu yaygınlaştırmak istiyorlar. Ancak esas hikâye kıdem tazminatı hakkının ortadan kaldırılmasını sağlamak. Objektif şart ortadan kaldırıldığında, üst üste ikiden fazla belirli süreli iş sözleşmesi yapılmasına imkan tanıdığında kıdem tazminatından kurtulmuş olursun. Hiçbir işveren bu koşullarda belirsiz süreli iş sözleşmesiyle işçi çalıştırmaz neden çalıştırsın ki?”

Burada Savaş bir noktaya dikkat çekiyor, Mehmet Şimşek programına. Ona göre Şimşek programı faiz ayarlaması, kur düzenlemesi, enflasyon adımları, bütçe planlaması üzerinden tartışılıyor ancak bununla sınırlı değil. Yani Şimşek’in programı yalnızca bir ekonomi programı değil, bu adım da programın bir uzantısı.

Savaş, “Programının çok önemli bir ayağı var, o da çalışma yaşamındaki düzenlemeler yani işçi hakları” diyerek şu noktalara dikkat çekti:

“Sadece zam yapmayarak değil patronları her türlü iş gücü maliyetini her kanaldan düşürmeye dönük bir çabası var. İşçi giriş-çıkışlarında patronların maliyetini sıfıra düşürmek de bu Şimşek programının başında geliyor. O da bir nevi işçi maliyetini düşürmek çünkü. İşe iade hakkını elinden alıyor, kıdem tazminatını ortadan kaldırıyor bu şekilde.”

 soL